TANZİMAT’TAN BUGÜNE DİVAN ŞİİRİ GELENEĞİNDE YAZILMIŞ NA‘TLERden
Hazırlayan YUNUS MUCAN
İSTANBUL 2015
EDEBİYATIMIZDA HZ. MUHAMMED (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ
VE SELLEM)
Türklerin
İslâmiyet'i kabulüyle birlikte edebî geleneğin temel hareket noktalarında bu
yeni dinin esasları etkili olmaya başlamıştır. Başta Kur'an-ı Kerîm olmak
üzere, hadisler ve peygamber kıssalarının Türk edebiyatının bu yeni
muhtevasının oluşmasında büyük etkiye sahip olduğu görülmektedir. Bu etki,
muhtevada olduğu kadar şekil bakımından da tesirini göstermiş, dînî olsun veya
olmasın mensur ve manzum eserlerde Besmele'yle başlayıp hamdele ve salveleyle
devam eden ve sonrasında dua veya münâcâtla sonuçlanan bir tertip hususiyetiyle
gelenekleşmiştir.1 Eserlerde
ise hiyerarşik olarak bu sıralamayı, Allah Teâlâ'yla başlatan Peygamber
Efendimizle devam eden ve eğer var ise sonrasında manevî şahsiyetler ile devam
ettirdikten sonra dünyevî şahsiyetlere geçen bir anlayışla görmekteyiz.
Edebiyatımızdaki
dinî türleri konularına göre Agâh Sırrı, dinî-şer‘i eserler, dinî-tasavvufî
eserler olarak iki başlıkta incelemiştir.[1]
[2] Bu tasnifte Agâh Sırrı, dinî-
şer‘i eserler başlığı altında; tevhidler ve münâcâtları, na‘tler ve
mi‘râciyyeleri, Esmâ- i Hüsnâ ve Esmâ-i Nebî şerhleri ile muammâlarını, kırk,
yüz ve bin hadis çevirilerini, siyerler ve şemâyilleri, mevlidleri, hilyeleri,
Kasîde-i Bürde ve Bür’e çevirilerini, Muhammediyye, Ahmediyye ve benzerlerini,
mersiyeler ve maktelleri, iman, itikad ve ibadetle ilgili eserleri, mucizeleri
ve dinî hikâyeleri anlatmıştır. Dinî-tasavvufî eserler başlıgında ise; uyarıcı
eserleri, tasavvufî klasik şiirleri, ilahileri, nefesleri, devriyeleri,
tasavvufî ve felsefî hikâyeleri anlatır. Âmil Çelebioğlu'nun tasnifinde ise;
Cenâb-ı Hak'la ilgili manzum eserler, meleklerle ilgili manzum eserler, semâvî
kitaplarla ilgili manzum eserler, peygamberlerle ilgili manzum eserler, Hz.
Peygamber ile ilgili manzum eserler ve muhtelif dinî konular şeklinde bir
ayrımı görürüz.[3] Bu tasniflerin değişken ve
genişyebilen bir yapıda olmasının sebebi, dinî muhtevalı türlerin
edebiyatımızdaki çokluğundandır.
Bu dinî
türler arasında Hz. Peygamber ile alakalı olduça zengin bir edebiyat meydana
gelmiş, bu edebiyatın ana damarı Peygamberimiz olmuştur. "Dünyada hiçbir
peygambere, hiçbir din veya doktrin müessesesine, istisnasız hiçbir şahsa dâir,
Hz. Peygambere olduğu kadar çeşitli şekil ve türlerde, asırlar boyunca muhtelif
eserler devamlı bir tarzda teşekkül etmemiştir."[4]
Hz. Peygamber
hakkında bilgilerin toplanmasına ise, daha sahabe döneminde başlanmakla beraber
tâbiûn döneminde çalışmaların yoğun bir şekilde arttığı görülmektedir. Bu
çalışmalar birbirinden kopuk olmakla birlikte zamanla "hadis
edebiyatı" ve "siyer-megâzi literatürü" şeklinde iki ana
istikamette yol almıştır.[5] Başlangıçta Hz.
Peygamber'in hayatına odaklanan bu faaliyetler, Müslümanların farklı din ve
kültürdeki toplumlarla karşılaşmalarının sonucunda daha çeşitlenmiş ve farklı
konu, tür ve tarzlarda eserlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.[6] Edebiyatımızda
Peygamberimizi anlatan bu türler, siyerden türeyip zamanla müstakil bir tür
halini almıştır.[7]
1. TÜRK EDEBİYATINDA HZ. PEYGAMBER’î KONU EDİNEN EDEBÎ TÜRLER
Hz.
Peygamber'e duyulan sevgi ve saygı, edebiyatımızda Peygamber Efendimiz
etrafında teşekkül eden bir edebî birikimin oluşmasına vesile olmuştur. Bu
yoğun sevgi ve saygı birçok şairimizin şiirinde doğrudan ya da dolaylı olarak
bir tema şeklinde yer bulmuştur. Peygamberimizin hayatının ve vasıflarının
edebî bir dil ve üslupla anlatılması, yeni bir anlatım yolunu, tebliğ metodunu
da geliştirmiştir.[8] Böylece şairler, hem
yeni edebî türlerin ortaya çıkartılması ihtiyacını hissetmiş hem de
divanlarında müstakil ya da kısmî biçimde bu türlere yer vermişlerdir.
Başlangıçta siyerin bölümleri olarak anlatılan Peygamberimizin doğumu,
mucizeleri, risâleti, hicreti, savaşları, ahlâkî ve fizikî özellikleri gibi
bölümler zamanla bir tür halini almış ve kendine has özellikleri oluşturmuştur.
Peygamber Efendimiz'le ilgili kaleme alınan başlıca manzum ve mensur edebî
türleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Siyer-i Nebî, na‘t-ı şerîf, mevlid,
hilye, şemâil, evsâf-ı Nebî, esmâ-i Nebî, hicretnâme, mirâciyye, mu‘cizât-ı
Nebî, gazavât-ı Nebî, kırk-yüz-bin hadis, şefâatnâme, bi‘setnâme, neseb-i
şerîf, vasiyet-i Nebî, vefât-ı Nebî. Ayrıca ahlâk-ı Nebî, Muhammediyye, ahvâl-ı
kıyâmet, mahşernâme gibi eserler ve kısmen na‘t muhtevalı hac menâsikleri ve
menâzilnâmeleri[9], ramazâniyye, Güvercin ve Geyik
Destanı gibi eserlerde de Peygamberimizin yer yer uzun, yer yer de kısa bir
şekilde anlatıldığını görürüz. Bu kısımda sıkça örneklerini gördüğümüz
türlerden bahsedeceğiz.
Sîret kelimesinin cem‘i olan siyer, sözlük anlamı olarak bir kimsenin
ahvâl-i ma‘neviyyesi, ahlâkı ve etvârı, tabi‘at; tercüme-i hâli, ser-güzeşti,
bir zâtın ahvâl-i husûsiyesi anlamlarına gelmektedir.[10]
İlmî anlamda ise siyer, Hz. Peygamber'in doğumundan vefatına kadar hayatını
konu alan ilmin adıdır. Tarihin belli bir bölümünden bahsettiği için tarih
ilmiyle; Hz.Peygamber'in söz, fiil ve takrirleriyle ilgilendiği için de tarih
ilmiyle alakalıdır.[11] Bir edebî tür olarak ise
siyer, Peygamberimizin hayatını tüm yönleriyle ve kronolojik olarak anlatan
manzum veya mensur eserlerdir.[12] Hz. Peygamber sevgisinin edebî
bir coşkunlukla ön planda tutulduğu bu türler edebiyat sahasında gelişmeye daha
fazla imkan bulmuşlardır. Manzum olmaları ve akılda kalması daha kolay olabilmesi
hasebiyle de halk tarafından çeşitli meclislerde okunan "siyer
mevlid"[13] adıyla da tanınmışlardır.
Türkçe'deki ilk verimleri daha çok tercümelere dayanan bu türün ilk
örneği, Erzurumlu Mustafa Darîr'in Sîretü’n-Nebî1 (y.1388)
adlı eseridir. Türün, edebiyatımızda geniş halk kitlelerini etkilemesi
bakımından isminden en çok söz edilen manzum siyer örneği, Yazıcıoğlu Mehmed'in
Muhammediyye'sidir. (Ö.1451)15 Darîr'den sonra en fazla
tanınan ve Türkçe ilk telif siyer kabul edilen eser Veysî'nin (ö.1627-8) Siyer-i
Nebisidir.16 Daha birçok ismi zikretmek mümkün olmakla, Necip
Fazıl'ın Es-Selâm[14]
[15]
[16]
[17]
ve M. Asım Köksal'ın iki bin beyitlik Peygamberimiz[18] isimli eseri manzum
siyer geleneğinin günümüzdeki örnekleri olarak görülebilir.
Na‘t
kelimesinin lugat ve ıstılah manası: "Vasıf, medh ü senâ ile beraber
ta'rîf ve tavsîf."; "Evsâf u medâyih-i Cenâb-ı Risâlet-penâhîyi
mütezammın kaside: na‘t-ı şerîf."[19],
"Bir şeyi medhederek anlatma."; "Hz. Muhammed'i övmek üzere
yazılan şiirler."[20], "Överek açıklama, överek
anlatma."; "Hz. Muhammed'i övücü şiir."[21],
"Nitelemek, iyi ve güzel şeyleri abartılı biçimde dile getirmek; bilhassa
Hz. Peygamber övgüsü için yazılmış manzumeler."[22]
şeklinde ifadelerle görmek mümkündür.
Hz.
Peygamber'le ilgili ilk övgü şiirlerinin Hassan b. Sâbit, Kâb b. Züheyr gibi
şairlerce daha Hz. Peygamber hayattayken ve İslâm dini yayılma aşamasında ilk
başarılarını elde ederken ortaya çıktığı görülür.[23]
Sonraki süreçte ise farklı İslâm coğrafyalarında Hz. Peygamber'e duyulan
sevginin tezahürü olarak, edebî olsun olmasın, birçok eserde besmele ve
hamdeleden sonra salvelenin gelmesi; divan tertibinde ise tevhid ve münâcattan
sonra na‘tin bir gereklilik halini alması, na‘tlerin nicelik ve nitelik olarak
artmasını sağlamıştır.
Na‘tler
hassaten Hz. Peygamber için yazılmakla beraber dört büyük halife, aşere-i
mübeşşere, Hz. Ali, Hz. Hasan-Hüseyin, dört mezhep imamları ve Hz. Mevlânâ gibi
bazı tarikat büyükleri için de yazılmıştır.
Türklerin
İslâm medeniyeti dairesine girmesiyle birlikte İslâm etkisindeki edebiyatımızın
daha ilk verimleri olarak kabul edilen Kutadgu Bilig, Atabetü'l- Hakâyık,
Divan-ı Hikmette na‘t örneklerini görmek mümkündür. Hz. Peygamber çeşitli
yönleriyle şiirimize girerken bir taraftan ramazan ayları, velâdet, regâib,
mi‘râc, berat ve kadir gibi kutsal geceler; ramazan ve kurban gibi dinî
bayramlar, şairlerin Hz. Peygamber hakkındaki düşüncelerini ve duygularını dile
getirmeye vesile olmuştur.[24] İlmin her sahasında ve
edebiyatın her kolunda na‘tlerin yazılması oldukça geniş bir na‘t literatürünün
oluşmasını sağlamış, tek bir şairin na‘tlerinden oluşan nu‘ût divanları ve
farklı şairlerin beğenilen na‘tlerinin derlenmesiyle oluşturulan ve bugünün
antolojileri mahiyetindeki na‘t mecmuaları ortaya çıkmıştır.
Hz.
Peygember'e olan sevgilerini dile getirme, O'nu övme ve şefâatine nâil olma
gibi sebeplerle na‘t yazan Na‘tî Çelebi (ö.1537), Na‘tî Mustafa (ö.1718) gibi
şairler, şiirlerinde "Na‘tî" mahlasını kullanan isimlerden
bazılarıdır.[25] Na‘t yazan ve yazdığı
na‘tlerle meşhur olan şairler için "na‘t-gû" tabiri kullanılmakla
beraber, cami ve tekklerde güfteleri ekseriya meşhur şairlerden seçilerek
bestelenmiş na‘tleri okuyanlara da "na‘t-hân" denilmektedir.[26]
Klasik
şiirimizde türün doğası gereği en başta kaside nazım şekli olmak üzere;
mesnevi, gazel, kıt‘â, terkîb-i bend, murabba, muhammes, rubâî gibi birbirinden
farklı nazım şekilleriyle na‘tler yazılmıştır. Bu saydıklarımız içerisinde
klasik şiirimizin omurgası[27] olarak addedebileceğimiz
gazelin, sonrasında ise kasidenin na‘t yazımında en çok kullanılan formlar
olduğunu söylemek mümkündür.
Klasik
edebiyatımız içerisinde değerlendirilen ve Tanzimat sonrasında da divan şiiri
biçimiyle yazılmış na‘tlerde en sık kullanılan başlık olarak "Na‘t-ı
Şerîf" ve "Na‘t" adlandırmaları görülmekle birlikte; “Na‘t-ı Resû”l,
“Na‘t-ı Peygamberî” yanında Tanzimat sonrasında çok daha farklı ve terkipten
uzak adlandırmaları da görürüz. Bunun yanında manzum olduğu kadar mensur na‘t
örnekleri de edebiyatımız içerisinde görülmektedir. Na‘tin divan şiirinde
önemli bir yeri olduğu kadar, halk edebiyatı ve âşık edebiyatı içerisinde de
hayli rağbet gören bir tür olduğu bilinmektedir.
Na‘tlerin
muhtevasında Peygamber'e duyulan sevgi ve hürmet, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliği, üstün vasıfları, ahlâkı ve fizikî özellikleri,
mucizeleri, hicreti, yaşadığı sıkıntılar, isim ve sıfatları, yaratılışın gayesi
oluşu, şefaati ve miracı gibi olağanüstü olayları; şairlerin bu olayları
anlatmada Allah'ın övgüsüne mazhar olan Habîb'ini överken yaşadıkları
çekingenlikten bahsettikleri görülür.[28]
Şair bu muhtevayı oluştururken geleneğin ona sunmuş olduğu ayet, hadis gibi
malzemelerden ve kelime kadrosundan sıkça faydalanır. Na‘tlerin hemen hepsinde
bulunan şefâat dileği, na‘tlere bir isti şfâ ve istimdad özelliği de kazandırır.
Edebiyatımızın Tanzimat'tan sonra yaşadığı ve günümüzde de yaşamaya
devam ettiği değişime rağmen, edebiyatımızda na‘t türünün hâlâ devam ettiği
görülür. Modern anlayışla na‘tlerini yazanlar bir yana; geleneğin farklı
görünümler altında, farklı dozlarda hemen her zaman uç verdiği, varlığını devam
etirdiği muhakkaktır. Elbette ki nicelik itibariyle Tanzimat öncesi dönemde
yazılanlar kadar bir yekûn tutmamaktadır. Bunun aynı zamanda Harf İnkılâbı vs.
gibi çok farklı sebepleri olmakla beraber, değişen toplumsal şartlar
neticesinde şairin ve şiirin sekülerleşmesi bunun en temel nedenlerindendir.
Hâlihazırda "Naat nehri kuruyor mu?"[29],
"Naat geleneği öldü mü?"[30]
gibi endişeler yersiz görülmemekle beraber, hem divan şiirinin formlarına bağlı
kalarak hem de modern tarzda yazan şairlerimizde yüz yıllık bir ihmalin telafi
çabası görülmektedir. Geleneğe bağlı şairler bunu tevarüs ettikleri divan şiiri
malzemeleri ve günümüzün kelime kadrosuyla gerçekleştiriken; modern şair Hz.
Peygamber'e bir damar, bir tema, bir motif olarak şiirinde yer verir.[31]
Kelime anlamı
olarak "doğmak, doğum yeri ve doğum zamanı" manalarına gelen mevlid,
daha sonraları ise özel bir anlam kazanarak Hz. Peygamber'in dünyaya gelişini,
doğduğu zamanı, doğduğu yeri, hayatını, mucizelerini, mi‘racını, gazâlarını,
ahlâkını, vefatını konu alan eserleri bilhassa da Süleyman Çelebi'nin Mevlidinin
okunduğu törenlerin adını karşılayan bir kavram olmuştur.[32]
Süleyman Çelebi'nin (ö.1422) müellifi olduğu ve asıl adı Vesiletün'n-
Necat olan eser, türün edebiyatımız içerisindeki en meşhur örneği ve
halkımızın Peygamber sevgisinin göstergesi olarak dinî türler içerisinde sayıca
en fazla olanıdır. Türkçe mevlidlerin sayısı 200'e yakın olmakla birlikte, bu
mevlidlerin çoğu mesnevi nazım biçimiyle ve "Fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün" kalıbıyla yazılmıştır.[33]
Edebiyatımız içerisinde gelenekleşmiş bir yapıyla mevlid yazımları Za’îfî
(ö.1546), Muhyî, Fatma Kâmile (ö.1921), Zeynî (XX.yüzyıl) gibi isimler
tarafından devam ettirilmiştir.[34] Tanzimat sonrası
dönemde na‘t türüne yakın bir görünüm arz eden mevlid türü bir taraftan
geleneksel formda varlığını sürdürürken diğer taraftan yapı, dil ve üslûp
bakımınan değişikliğe uğrar. İsmail Hakkı Toprak, Muhammed Lütfi Efe, Ali Ulvi
Elöve gibi isimler bu dönemde mevlid türünde eser veren isimlerdir.[35]
Kelime anlamı
olarak süs, ziynet, sıfat-ı hasene[36]
gibi anlamlara gelen hilye, mecazî olarak yaratılış, sûret, güzel vasıflar
manasını taşımaktadır. Bir edebiyat ve sanat terimi olarak hilye, Hz.
Peygamberimizin fizikî vasıflarını, yaratılışını ve güzelliklerini, kısmen de
ahlâki özelliklerini anlatan manzum veya mensur eserlerle aynı konuda hüsn-i
hatla yazılmış levhalara denir.[37]
İlk dönem
kaynaklarında hilyeler şemâil adı altında bir hadis konusu idi. Hadis
kitaplarında "Sıfâtü'n- Nebî" ve "Fezâil" başlıkları
altında verilen Hz. Peygamber'in vücut yapısıyla alakalı bilgiler sonraki
dönemlerde Resûlullâh'ın fizikî özelliklerinin anlatıldığı ayrı bir bölüm
olarak incelenmiştir.[38]
Hilye türünün
ortaya çıkışıyla alakalı da kızı Hz. Fatıma'nın vefatından sonra Peygamberimizi
göremeyeceğini söylemesi üzerine, Peygamberimizin Hz. Ali'ye, "Ya Ali!
Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir." hadisi rivayet
edilmektedir.[39]
Hilye kavramı
edebiyatımızda Hz. Peygamber için yazılmış eserleri karşılasa da diğer
peygamberler, Hülefâ-yı Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere, Peygamberimizin torunları
Hz. Hasan ve Hüseyin ve Mevlânâ gibi bazı din büyükleri için de hilyeler
yazılmıştır.
İslâm
tarihinde hilye türüne kaynaklık eden ilk eser, Eş-Şemâ’ilü'n-Nebeviyye
ve'l-Hasâ’isü'l-Mustafaviyye adıyla yazılan Tirmizî'nin eseridir.[40] Türün edebiyatımızda en güzel
kabul edilen örneği ise Hakanî Mehmed Bey'e ait Hilye-i Saâdet'tir.(1598-9)[41] Türün diğer önemli eserleri
arasında Cevrî İbrahim Çelebi'nin Hilye-i Çehar-yâr-ı Güzîn'i[42]
[43],
Neşâtî'nin Hilye-i Enbiyâ'sı42, Süleyman Nahîfî'nin
Hilyetü'l- Envâr'ı4 zikredilebilir. Hilye geleneğini
yakın dönemde devam ettiren isimlerden Hilye-i Fahr-i Âlem ile M. Fehmi
Gerçeker'i, 2009 yılında tamamladığı Hilye-i Şerîfe'sÂyle M. Ali Eşmeli[44] [45]
gibi isimleri sayabiliriz.
Huy, tabiat,
karakter, hal ve hareket, tavır ve davranış anlamlarına gelen
"şemile" keli-mesinin çoğulu olup, ıstılahta, huyu, karakteri,
ahlâkı, yaşayış tarzı, dış görünüşü, kıyafeti, gibi Peygamberimizin beşeri
yönünü, hayat tarzını ve kişisel özelliklerini anlatan türe şemâil
denilmektedir.[46] Peygamberin bizzat Allah
tarafından övülmesi[47], üstün niteliklerinin Kur'ân-ı
Kerîm'de anlatılması ve Peygamberini en güzel ahlak[48]
üzere yaratttığı için örnek alınmasını istemesi[49]
ta Ashâb-ı Kirâm döneminden itibaren Hz. Peygamber'in tasviri çalışmalarını
doğurmuştur.
Şemâil
türünün ilk örneğini eş- Şemâil'ün-Nebeviyye ve'l Has'ailü'l- Mustafaviyye
adlı eseriyle Tirmizî vermiştir. Tirmizî'nin (ö. 892) bu eseri hem şemâil
türüne kaynaklık etme açısından hem de üzerine yazılan şerh ve hâşiyeler
yönünden önemlidir.[50] Kadî İyâz'ın eş-Şifâ
adlı eseri de şemâil kitaplarına kaynaklık etme ve klasik şemâillerden farklı
bir muhtevaya sahip olması yönüyle dikkat çekmektedir.[51]
Türün edebiyatımızdaki ilk örnekleği ise Hoca Sâdedddin Efendi'ye nisbet
edilen Risâletü 'ş-Şemâiliyye'dir.[52]
Son dönemlerde ise klâsik formda yazılan müstakil bir şemâil
bulunmamakla birlikte Hayrettin Karaman'ın türün adını taşıyan bir eseri
bulunmaktadır. M. Necati Bursalı'nın Hayalimdeki Nakış'ı ve M. Âsım
Köksal'ın Peygamberimiz adlı siyerinin Peygamberimizin Şahsiyeti adlı
bölümü bu mahiyetteki metinlerdir.[53]
Kelime anlamı
olarak kendi memleketini terk etme, bir yerden başka bir yere gitme, göç etme,
tebdîl-i memleket gibi anlamlara gelen hicret; edebiyatımızda Hz. Peygamberin
Mekkeli müşriklerin artan baskı ve zulümleri üzerine Medine'ye hicretini
anlatan bir terimdir. Konuyu müstakil olarak işleyen eserlere hicretü'n-Nebî ya
da hicretnâme denmekle; sîre ve mevlidlerin içerisinde de hicret bahsi sık sık
anlatılmaktadır.[54]
Türün
edebiyatımızdaki en ünlü örneği Süleyman Nahîfî'nin (ö.1738-9) müstakil eseri Hicretü'n-Nebîdir.
Tanzimat sonrası şairlerin eserlerinde sık sık yer bulan hicret hadisesi,
Mustafa Fevzi Efendi'nin 260 beyitlik Hicret-i Habîb-i Rabbi ’l- Âlemîriinde[55]
ve Âşık Molla Rahim'in Hicret-nâme'sinde klâsik hicretnâme formunda
işlenmiştir.[56]
Bu konu
klâsik hicret-nâme formu dışında son dönem şairlerimizin eserlerinde de hâlâ
muhteva olarak yer etmektedir ve edecektir de: N. Fazıl Kısakürek'in ve Arif
Nihat Asya'nın Hicret adlı şiirleri, Musin İlyas Subaşı'nın Kutlu
Göç-Nur Ulaştı Medine'ye gibi şiirleri, Ahmet Efe'nin Hicret I-II
şiiri, Mustafa Miyasoğlu'nun Hicret Destanı adlı şiiri ve M. Âsım
Köksal'ın Peygamberimizin Medine'ye Hicreti şiirleri bunlardan
birkaçıdır.
Türkiye Milli
Kültür Vakfı'nın hicretin bin beş yüzüncü yıldönümü vesilesiyle düzenlemiş
olduğu Hicret Şiir Yarışması halkımızın uzun zamandır içinde beslediği
duyguları dökmek için iyi bir fırsat olmuştur.[57]
Lügat anlamı
olarak mi‘râc; çıkılacak-yükselecek yer, merdiven, yükselme aleti, göğe
çıkma-yükselme, en yüksek makam, huzûr-ı İlâhî anlamlarına gelmektedir.[58] Istılahta ise Peygamberimizin,
peygamberliğinin dokuzuncu yılındaki Recep ayının 27. gecesinde Cenâb-ı Hakk'ın
huzuruna rûhen, cismen, hâlen çıkmasını, bütün mahlûkatın yaratıcısı ile umûmî,
küllî, ulvî bir sohbetini ve Hak Teâlâ'nın ayetlerinin vasıtasız olarak
kendilerine müşahede ettirilmesini ifade eder.[59]
Mi‘râc
olayının Kur'ân ve hadis literatürüyle anlatıldığı mi‘râc-nâme türü eserler
edebî verimlerimiz içerisinde müstakil olarak bulunmakla beraber, mesnevî,
mevlid, hilye, na‘t türünden eserlerin bir bölümü de olabilmektedir. Hatta
divanlar içerisinde gazel formunda yazılmış mi‘râciyye türüne de denk
gelinmektedir.[60] Mi‘râciyyeler
manzum ve mensur biçimlerde yazılmakla manzum mi‘râciyyelerin çoğu kasîde ve
mesnevî nazım şekliyle kaleme alınmıştır.[61]
Edebiyatımızda
ilk defa Satuk Buğra Han Destanı'nda görülen mi‘râc bahsinin[62] müstakil olarak olmayıp, eser
içerisinde kısmî şekilde yer verilmesine evvela Âşık Paşa'nın Garîb-nâme'sinde
(1330) rastlamaktayız.[63] Mi‘râciyye türünün Anadolu
sahasında yazılan ilk müstakil örneği ise Ahmedî'nin 1405 yılında yazdığı 497
beyitlik Tahkîk-i Mi‘râc-ı Resul'üdür.[64]
Türün edebiyatımızdaki önemli örneklerinden
İsmail Hakkı
Bursevî'nin Mi ‘râciyye'si[65],
Nâbî'nin Mi‘râciyye-i Hazret-i Sâhib-i Tâc-ı Levlâk ve Mâ-Sadak-ı Mantûk-ı
Mâ-Halakati’l-Eflâkı66, Nevizâde Atâyî'nin kasîde nazım şekliyle
yazılmış 84 beyitlik Mi 'râtcıyye's\'\ Nâyî Osman Dede'nin Mi'râcü’n-Nebîsii63,
Süleyman Nahîfî'nin Mi‘râcü’n-Nebîsi[66] [67] [68] [69], Muhammed Fevzî'nin Kudsiyyü's-Sirâc
fi Nazmi'l-Mi ‘râc'ını[70] sayabiliriz. Bunlar arasında
Nâyî Osman Dede'nin eseri, XV. yüzyıldan beri bir gelenek halini almış ve
mi‘râc kandillerinde bestelenerek okunan örneklerden biridir. Bu gelenek hâlâ
Bursa'daki Mahkeme Camii'nde devam etmekte ve davetlilere Hazret-i Peygamber'e
Mirâç'ta ikram edilmesinin hatırasına süt dağıtılmaktadır.
Mi‘râc olayı Peygamber Efendimizin en önemli mucizelerinden olduğundan
bu hadise, Tanzimat sonrası edebiyatımızda da en çok yer verilen konulardan
biri olmuştur. Keşfi, Receb Vahyî, Muhammed Lutfi Efe, Şükrü Karaca, M. Ali
Eşmeli gibi isimler bu türde eser veren isimlerden olmakla; Receb Vahyî'nin
204, Muhammed Lufi Efe'nin 192 beyitlik Mi ‘râcü'n-Nebîsi klâsik tarzda
yazılan mi‘râciyelerdendir.[71]
Lügat manası,
beşerin bir benzerini meydana getirmeye güç yetiremediği iş olarak tanımlanan
mu‘cize, ıstılâhî manada; peygamberlerin Allah tarafından gönderilen elçiler
olduklarını ümmetlerine ispat etmek için, Allah'ın izniyle gösterdikleri
olağanüstü olaylar olarak tanımlanmaktadır.[72]
Hz.
Peygamber'in mu‘cizeleri; aklî, hissî ve haberi olmak üzere üç başlık altında
inclenebilir[73] Hz. Peygamber'in ölümünden
sonra onun etrafında gelişen mu‘cizevî olaylar, Hz. Peygamber'i konu alan
türlerin çeşitlenmesi ve İslâm'ın Anadolu'da yayılması esnasında halkın yoğun
ilgisi ve karşılaşılan diğer dinlere karşı bir propaganda amacı güdülmesi,
mu‘cizât-ı Nebî gibi yeni türlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır.
XIII.
yüzyıldan itibaren
Anadolu'da Hz. Peygamber'in doğumu başta olmak üzere, hayatı, fiziksel
özellikleri, sözleri, ahlâkı, mi‘râcı, mu‘cizeleri, savaşları, vefatı gibi
konular hakkında manzum eserler kaleme alınmaya başlamıştır. Bunlardan Hz.
Peygamber'in mucizelerini konu alan manzum veya mensur eserler,
"Mu‘cizât-ı Nebî" adı altında bir türü meydana getirmiştir.[74] Peygamberimizin mu‘cizeleri,
bilhassa XIV. ve XV. asırlarda Kirdeci Ali'nin Güvercin Destanı, Kesikbaş
Destanı; İzzetoğlu'nun Tavus Mucizesi; Sadreddin'in Geyik Destanı
gibi halk tipi mesneviler halinde daha çok görülmektedir.[75]
Hz. Peygamber'in mu‘cizeleri birçok eserde çeşitli şekillerde zikredilmekle;
bunlar na‘t, mi‘râciyye, siyer gibi türler çerisinde bir bölüm olarak, bazı
eserlerde de müstakil şekilde yer bulmuştur. Na‘tlerde Hz. Peygamber'in
Kur'ân-ı Kerîm mucizesiyle birlikte diğer mucizelerine de yer verilmiş ve başka
peygamberlerin mucizeleriyle kıyaslar yapılarak Peygamberimizin üstünlüğü dile
getirilmiştir.[76]
XIV.
yüzyılda Anadolu sahasında
mesnevî nazım şekliyle yazılmış Fâ’ik'in Mu ‘cizâtü'n-Nebî si[77], İzzetoğlu Gurbetî'nin Mu‘cizât-ı
Resûl ‘Aleyhi's-selâm isimli eseri, Cevâbî'nin Mu‘cizât-ı Nebeviyyesi,
Tireli Bostanzâde Yahyâ Efendi'nin ve Taşlıcalı Yahyâ'nın Hz. Peygamber'in yüz
mucizesini konu edindiği Gül-i Sad- berg'i[78]
[79], Nâyî Osman Dede'nin Ravzatü'l-Αcâz
fi'l Mu‘cizâti'l-Mümtâz'J9 isimli eseri türün edebiyatımızdaki
örneklerindendir. Türün edebiyatımızdaki en meşhur örneği Edirneli Abdurrahman
Ubeydî'nin Evsâf ve Mu ‘cizât-ı Nebisidir.[80]
Günümüze doğru
geldiğimizde M.Necati Bursalı'nın Peygamberimizin mucizelerini anlattığı manzum
eserini zikredebiliriz.[81]
Sözlükte
"istemek, niyetlenmek, düşmanla savaşmak" anlamındaki
"gazv" kökünden türeyen ve gazve kelimesinin çoğulu olan gazavât;
akın, saldırı, din uğruna yapılan savaş anlamında kullanılmaktadır. İslâmî bir
kavram olarak ise, Hz. Peygamber'in bizzat sevk ve idare ettiği savaşlar
anlamında kullanılmaktadır.[82] Hz. Peygamber'in idaresinde
bulunmayıp bir sahâbînin kumandasında olan askerî birliklere ise
"seriyye" adı verilmektedir. Hz. Peygamber'in savaşlarını konu edinen
bir disiplin, ilim dalı olarak da megâzî terimi kullanılmaktadır.[83] "Savaş, savaş
menkıbesi" anlamındaki meğza kelimesinin çoğulu ola megâzî,
başlangıçta yalnızca Hz. Peygamber'in Medine dönemindeki askerî faaliyetleri ve
özellikle de gazveleri için kullanılırken, zamanla kelimenin anlamı genişlemiş
ve siyer kelimesiyle eş anlamlı hale gelerek Hz. Peygamber'in hayatının tamamı
için de kullanılır olmuştur.[84]
Bir edebî tür
olarak gazavât-ı Nebî, Hz. Peygamber'in katıldığı ve müşriklere karşı yapılan
savaş ve gazveleri anlatan manzum ve mensur eserlerdir. Hulefâ-i Râşidîn
döneminde özellikle İran ve Bizans'la yapılan savaşlarda mücahidleri teşvik
etmek için Hz. Peygamber'in gazvelerini anlatma geleneği başlamış ve bu gelenek
sonraki Müslüman devletler zamanında da devam etmiştir.[85]
Türün
edebiyatımızdaki ilk örneği Dursun Fakih'in 640 beyitlik Gazavâtnâme ya
da Kıssa-i Mukaffa adıyla da bilinen mesnevisidir.[86]
Bu eserde Hz. Muhammed'in (s.a.s) Hz. Ali, Hz. Halid ve diğer sahabelerle
birlikte Mukaffa adlı bir kâfire karşı verdiği savaş anlatılmaktadır. XVI.
yüzyılda yaşamış olan Niyâzî'nin Gazavât-ı Nebî'si[87],
Süleyman Nahîfî'nin Gazavât-ı Nebevfsi[88]
türün önemli örneklerindendir.
Ahmet Refik
Altınay'ın (ö.1937) kaleme aldığı ve II. Abdülhamid'e ithaf ettiği Gazavât-ı
Celîle-i Peygamberî'si[89] son dönemde yazılan müstakil
bir eser
olması açısından
önemlidir. Eser 224 sayfadan oluşmakta olup 1908 yılında İslâm harfleriyle ilk
baskısı yapılmış, ardından 1937 yılında yeni baskısı yapılmıştır.[90]
Türün son dönemdeki örnekleri şairlerimiz tarafından farklı formlarda
kaleme alınmakla, Peygamberimizin savaşları hakkında en çok manzumeyi kaleme
alan Necip Fazıl'ı, Savaş Risalesi adlı eseriyle Erdem Beyazıt'ı
sayabiliriz.
Peygamberimizin
çeşitli özelliklerini anlatan bu eserlere, Mes’ûd el- Kâzerûnî'ye ait
el-Müntekâ fî Evsâfi'n-Nebiyyi'l-Mustafâ gibi Arapça eserler ilk olarak
kaynaklık etmiştir.[91]
Edirneli
Abdurrahman Ubeydî'nin Evsâf ve Mu‘cizât-ı Nebisi ve Tâhir el- Huzâî'ye
nisbet edilen Risâle fîEvsâfin-Nebî ve Mu ‘cizâtihî, türün mucizât türü
ile de birlikte kullanıldığının örnekleridir.
Mustafa Fevzi b. Numan'ın (Ö.1871) ölümünden 42 yıl sonra 1913'te
neşredilen eseri Şümûsü's-Safâ fî Evsâfı'l-Mustafâ'sı bu türün yakın
dönem örneğidir.[92]
Peygamber
Efendimizin dinî kaynaklarda yer alan isimlerinin manzum veya mensur eserlerde
toplanmasıyla oluşan esmâ-i Nebîler edebiyatımızdaki türlerden biridir.
Edebiyatımızda Peygamberimizin isimlerinin toplanmasının ve bunun bir gelenek
haline gelmesinin etkenleri çok olmakla birlikte Hz. Peygamber'in isim ve
sıfatlarını okuyan yazan ve evine asan kimsenin bela, hastalık vs. gibi kötü
hallerden uzak olacağı hadisi, şairleri esmâ-i Nebî yazmaya iten unsurlardan
biridir.[93] Bunun yanı sıra na‘t, mevlid,
mucizât, mirâciyye gibi dinî türlerde de Hz. Peygamber'in isim ve sıfatlarının
tadâdı bir gelenek halini almıştır.[94]
Hz.
Peygamber'in bazı isimleri yalnız kendisine has olmakla birlikte bazı isimleri
diğer peygamberlere de verilmiş; bazı isimleri ise Esmâ-i Hüsnâ'ya dahildir.[95] Edebiyatımızda Peygamberimizi
vasfetmek için kullanılmış isim ve sıfatlardan derlenmiş, doksan dokuzdan iki
bine kadar varan isimlerini açıklayan eserlere rastlanmaktadır.[96] [97]
[98]
Türün
edebiyatımızda en fazla bilinen örneği Abdullah Salâhî Uşşâkî'nin Gül- i
Sad-berg-i Evrâd Berâ-yı Tuhfe-i Ubbâd adlı eseridir. Hasib Efendi'nin 1000
beyit civarında yazdığı Dürretü'l-Esmâ'sı, Abdülmü’min Efendi'nin Muammeyât
fî Esmâi'n-Nebî Aleyhi's-Selâm'ı9\ Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin'in Mir’atü's-
SafâfîNuhbeti Esmâi'l-Mustafâ9, adlı risalesi türün diğer
örneklerindendir.
Tanzimat'tan günümüze kadarki zaman diliminde manzum ve müstakil esmâ-i
Nebî örneği görülmemekle, şairlerin bazı şiirlerini manzum esmâ-i Nebîyi
hatırlatan bir tarzda kaleme aldıkları ve Hz. Peygamber'in pek çok ismini
kullandıkları görülmektedir.[99]
Tarih
içerisinde bazı sayılar kutsal kabul edilmiş, formel sayılarak olarak
nitelenmiş ve inanç sistemleri içinde gelenekle birlikte yer almıştır.
Yukarıdaki sayılardan kırk sayısı da gerek bizim geleneğimiz içerisinde gerekse
de diğer dünya medeniyetleri içerisinde kudsiyetine inanılan bir rakam
olmuştur. Bu rakam tasavvuf geleneğinde çile, kırklar meclisi, kırk makam,
kırklara karışmak; Anadolu ve Asya kültürlerinde kırklar motifi, kırk yiğit vb.
şekillerde geçmektedir.
İslâmî
literatürde ise kırk sayısını; kırk yaşında Peygamberimize nübüvvetin
gelmesiyle, Müslümanların sayısının kırka tamamlanınca açıktan tebliğe
başlanmasıyla, zekât olarak malımızın kırkta birini vermemizle, hadislerde 18
defa ve Kur'ân-ı Kerîm'de de 4 yerde görmekteyiz. Bunlardan üçü Hz. Musa ve
kavmiyle alakalı olup biri insanın kırk yaşında kemâle erdiğiyle alakalıdır.[100]
Söz, haber,
yeni şey anlamında kullanılan hadis kelimesi, terim olarak Hz. Peygamber'in
sözlerini ve tasviplerini ifade eden; ilim olarak ise bu sözlerin nakline ve
anlamına yöneliktir.[101]
Kırk hadis
türü edebî anlamdaki ilk ürünlerini H. II. asrın sonlarında vermeye
başlamıştır.[102] Genel olarak dinî-ahlâkî,
öğretici ve sosyal yönleri ağır basan kırk kadis türünün ortaya çıkış sebebi,
hemen hemen tüm hadîs-i erbaîn kitaplarının mukaddimelerinde yer alan ve Hz.
Peygamber'in söylediğine inanılan: (Men hafıza ‘ala ümmeti erbaine hadisen min
emri dinihâ ba‘asehullâhu te‘âlâ yevme'l-kıyâmeti fj-zümret'il-‘ulemâ’i
ve'l-fukahâ) "Ümmetimin içinde dinine dair kırk hadis ezberleyeni Allah u
Teâlâ kıyamet gününde fakihler ve âlimler zümresi arasında diriltir."
mealindeki hadistir.[103] Hadis derleyicileri içinse
"Ölümünden sonraya kırk hadis bırakan kimse cennette benim
arkadaşımdır." rivayeti çok daha açık bir işaret olmuştur.[104]
Hadis kitaplarının
şeklî düzenlenmesi önce hadis metninin yazılması, sonra hadisin tercüme
edilmesi ve gerek duyulursa ayetlerin ve hadislerin açıklanması tertibiyle
yapılmaktadır. Yüz hadislerde ise konular biraz daha tafsilâtıyla işlenmiş
olup, bazılarında mevzuyla alakalı hikâyeler anlatılmakla, bazı eserler yüz
hadis-yüz hikâye olarak telif edimiştir.[105]
Türk edebiyatında ilmî çevrelerde yazılan kırk hadislerin mensur, edebî
çevrelerde yazılanların ise manzum olduğu görülen türü; şekil yönünden kırk
hadisler, muhteva yönünden kırk hadisler, kategori yönünden kırk hadisler, konu
yönünden kırk hadisler, karışık kırk hadisler olmak üzere beş grupta
sınıflandırabiliriz.[106]
İslâm
dünyasında ilk kırk hadis derlemesi, Abdullah bin Mübarek el- Marvazî'nin (ö.
797) kayıp Arba‘ûnHadis adlı eseridir.[107]
Türün en muhteşem örneği olarak ise hadîs ve fıkıh alimi İmam Nevevî'nin Erba
‘în Hadîs adlı eseri kabul edilir. Yine Molla Camî'nin Çihil Hadîs
adlı eseri İran ve Türk edebiyatlarında asırlarca etkisini sürdüren örnekler
arasında yer alır.[108]
Türk
edebiyatında siyer, hilye, mevlid, gibi dinî türler içerisinde en fazla işlenen
tür kırk hadislerdir.[109] Edebiyatımıza evvela
çeviriler yoluyla giren kırk hadis türünün Türkçedeki ilk örneği Kemal Ümmî'nin
1412'de yazdığı Kırk Armağan'ı olarak kabul edilse de, Mahmud bin
Ali'nin Orta Asya Türkçesiyle 1358'de yazdığı her biri on hadisten oluşan dört
bâblık Nehcü’l- Ferâdis'i daha önceki bir örnek olarak görülmektedir.[110] XV. yüzyılda Ali Şir
Nevâî'nin Câmî'nin eserinden aynı adla tercüme ettiği Çihil Hadîs'i,
XVI. yüzyılda Fuzûlî'nin yine Câmî'den çevirdiği Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn'i
ve Kemalpaşazâde'nin derlediği dört adet kırk hadis kitabı[111],
XVII. yüzyılda Hâkânî, sonrasında Nâbî'nin kırk hadis derlemeleri ve Bursalı
İsmail Hakkı'nın 1725 yılında yazdığı Kırk Hadis Tercümesi türün önemli
örneklerindendir. XIX. yüzyılda İbrahim Hanif'in atıcılık, Abdullah bin
İsmail'in ok ve yay, Miralay Hüseyin Remzi'nin tıp gibi çok özel alanlara dair
hadislerden oluşan eserleri, türün orijinal örnekleridir.[112]
Son asırda türün temsilcileri arasında Mehmed
Ârif'in beş ciltlik bir Hadîs-i Erbaîn Şerhi'ni[113]
ve Harput müftüsü Kemâleddin'in basılmamış bir Hadîs-i Erbaîn'ini[114],
Hasan Basri Çantay'ın Kırk Hadis ve Meâlleri'nı, Ahmet Nazım Arıkan'ın Kırk
Hadîs-i Şerifini ve Abdülkadir Karahan'ın Kırk Hadis'ini[115] sayabiliriz.
Kırk hadislerin yanı sıra edebiyatımızda yüz-yüz bir hadis ve bin-bin
bir gibi sayılarla eserler verilmiştir. Hatiboğlu'nun altı bin beyiti aşkın Ferah-nâme
(ö.1434- 35) adlı mesnevîsi[116], Latîfî'nin (ö.1582) Subhatu'l-
Uşşâk'ı, İsmail Beliğ'in (ö.1729) ve Visâlî'nin Gül-i Sad Berg adlı
eserleri türün manzum örnekleridir.[117]
Vecihî Paşazâde'nin Bin Hadis Tercümesi adlı eseri de 1011 hadis ihtiva
etmesine rağmen bin sayısıyla adlandırılmaktadır.[118]
Sözlüklerde
"bir başkasını desteklemek üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve aracılık
yapmak" anlamlarına gelen şefâat, dinî bir terim olarak; Peygamberimizin
ve diğer peygamberlerin, bununla beraber kendilerine izin verilen makam
sahiplerinin müminlerin bağışlanmasını istemeleridir.[119]
Bir kimsenin herhangi bir menfaate nâil olabilmesi veya kendisine zarar
verebilecek bir şeyden kurtulabilmesi için şefaatçinin yüksek bir makama sözlü
olarak aracılık etmesidir.[120] Bir edebî tür olarak
şefâatnâme ise, Hz. Peygamber'den şefâat isteğinde bulunan ve Peygamber'in
ahiretteki şefâatini konu alan manzum ve mensur eserlerdir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde ümmetinin günahkârlarına şefaat
edeceğini haber vermiştir.[121] Hz. Peygamberin genel
kapsamlı bir şefaatinin olacağı rivayet edilmektedir. Buna "şefaat-i
uzmâ" (büyük şefaat) adı verilir. Hz. Peygamberin bu anlamdaki şefaat
yetkisi Kur'an'da da "Makam-ı Mahmûd" (övülen makam) adıyla
bilinmektedir.
Şefaat konusu
Hz. Peygamber'e dair diğer edebî türler içerisinde de -na‘t, mevlid,
mi‘râciyye- zaman zaman yer almakla birlikte ahvâl-ı kıyâmet ve mahşernâme gibi
türlerde sık sık görülmektedir. Konuya bazıları ilâhi ve tevşih olarak
bestelenen manzumelerden, Zekaî Dede'nin suzînak makamındaki "Ya
Resûlallah şefaat eyle Allah aşkına" vb. mısralarıyla başlayan ilahileri
de örnek gösterilebilir.[122]
Türün
edebiyatımızdaki ilk örneği, XV. asır şairlerimizden Ömeroğlu'nun 125 beyitli Şefâat-nâme
adlı manzum örneğidir.[123] Pir Muhyeddin Muhammed'in de
Kanuni Sultan Süleyman devrinde kaleme aldığı düşünülen Şefâat-nâme adlı
bir eseri bulunmaktadır.[124]
Son dönemde türün örnekleri arasında Mustafa Fevzi Efendi'nin kaleme
aldığı ve 51 beyitlik klâsik bir manzume örneği olarak değerlendirilebilecek îstişfânâme'yi
sayabiliriz.[125] Bunun dışında bu ismi taşıyan
ama klâsik şefâatnâme olmayan birçok manzume vardır: Hüseyin Vassaf-Na‘t 4,
Kenan Rıfâî-Şâhım Medet, M. Ali Eşmeli-Şefaat Talebi bunlardan
birkaçıdır.[126]
Kelime anlamı
olarak "göndermek" ve "gönderilmek" anlamına gelen bi‘set,
insanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen bütün peygamberlerin, özel
olarak da Peygamberimizin peygamberlik görevinin başlangıç zamanı anlamına
gelmektedir.[127] İslâm ve dünya tarihi
açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilen bu olay, Recep ayının 27'sinde
gerçekleşmiş, İslâm tarihinde de bi‘set öncesi ve sonrası şeklinde bir zamansal
tasnif yapılmıştır.
Bi‘set kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de "peygamberlikle
görevlendirmek", "ilham etmek", "ölüleri diriltmek",
"uykudan uyandırmak" gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.[128] [129]
Bir edebî terim olarak ise bi‘setnâme; Hz. Peygamber'e kırk yaşında verilen
peygamberlik vazifesini anlatan türdür. Bu türün en önemli ve tek örneği
Şeyhülislâm İshak Efendi (1679-1734) tarafından mesnevi nazım şekliyle
verilmiştir. Eseri ilginç kılan ise, beyit sayısının Peygamberimize nübüvvetin
verilmesinden vefatına kadar geçen yirmi üç senenin aylarının toplamı olan 278
sayısına tekabül 129 etmesidir.
Sözlüklerde
"kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış" manalarında
kullanılan "ragîbe" kelimesinin çoğulu olan regâib, hadis ve fıkıh
literatüründe "bol sevap, mükâfat ve faziletli amel" anlamlarında da
kullanılmakla beraber; hicri takvime göre bir hadiste Allah'ın ayı olarak kabul
edilen Receb ayının ilk cuma gecesine ad olmuştur.[130]
Dinî bir
kavram olarak leyle-i regâib, Fahr-ı kâinat Efendimizin rahm-ı mâdere
düştükleri leyle-i mübârekeye müsâdif gecedir.[131]
Edebî bir tür olarak ise regâibiyye; mesnevî, kasîde, gazel, kıta, terkib-i
bend nazım şekilleriyle yazılmış; Hz. Peygamber, annesi Âmine ve babası
Abdullah'la ilgili olsa da daha çok Peygamberimizin faziletleri, yetim ve öksüz
oluşu gibi konuları ele alan manzum eserlerdir.[132]
Mevlidler
içerisinde bir bölüm olarak sık görülen ve edebiyatımız içerisinde çok fazla
müstakil örneğine rastlanılmayan türün, ilk örneğini 18. asrın mutasavvıf
şairlerinden Abdullah Salâhi-i Uşşâkî, 211 beyit olarak Matla‘u'l-Fecr/Regâibiyye
adlı eseriyle vermiştir.[133] Edebiyatımızdaki bir diğer
örnek ise, Ârif Süleyman'ın (ö. 1769) Farsça olarak kaleme aldığı 127 beyitlik Regâibiyye'dir.[134]
Türün Türkçe'deki ikinci örneğini Tanzimat sonrasında Edirne müftüsü
Fevzi Efendi vermiştir. 126 beyitten oluşan Envârü'l-Kevâkib fi
Leyleti'r-Regâib adlı eseri müellif, 1898 yılında kaleme almıştır.[135] Eser, mensur bir dibâceden
oluşması özelliğiyle önemlidir. Üsküdarlı Sâfî'nin (ö. 1901) Divânçe'sinde
yer alan Leyle-i Regâib'i, terkîb-i bend nazım şekliyle yazılması
açısından diğer regâibiyyelerden ayrılmaktadır.[136]
Mevlid ve mi‘râciyye gibi bölümleri barındırmayan eser, altışar mısralık dört
bendden oluşmaktadır. Bir "Ara Nesil" şairi olan Receb Vahyî'nin
(ö.1922) Regâibiyye'si müsemmen nazım şekliyle ve 9 bendden
oluşmaktadır.[137] Nakşibendi
şeyhlerinden Muhammed Şemseddin-i Bursavî'nin de iki adet regâibiyyesi
bulunmaktadır.[138] Biri murabba biri de gazel
nazım şekliyle yazılan regâibiyyeler Bursavî'nin Divân-ı Hadikatü'l-Ma ‘âni
adlı eserinde yer almaktadır.
Hz.
Peygamber'in vefatını ve hemen bunun öncesinde yaşanan veda haccı, Hz. Ukkâşe
Hadisesi ve Peygamber'in hastalık süreci gibi olayları konu edinen türlere
vefât-ı Nebî denmektedir. Vefât-ı Nebîler daha çok mevlid türü olmakla bazı
dini türler içinde bir bölüm olarak görülmektedir.[139]
Türün ilk
örneği olarak Şeyyad Hamza'nın Vefât-ı Hazret-i Muhammed Aleyhi's-selâm
adlı, -356 beyti Şeyyad Hamza'ya, gerisi müstensihe ait olan- bir mecmuada yer
alan 483 beyitlik mesnevisini zikredebiliriz.[140]
Bu türde yazılmış eserlerin en önemlisi kabul edilen eser, Arifin Mürşidü'l-Ubbâd
adlı eserinin içinde yer alan Vefât-ı Nebî adlı 1402 beyitlik
mesnevisidir.[141] Eserine tevhid, na‘t ve
medhiyelerle başlayan Ârif, Peygamberimizin vasıflarını ve mucizelerini
saydıktan sonra vefatına geniş yer ayırmıştır.
Bu türdeki eserlerin Tanzimat sonrasındaki örneklerini ise Keşfî ve
Fatma Kâmile Hanım mevlidlerinin 50 beytin üzerindeki Hz. Peygamber'in vefatına
ayırdıkları bölümlerde görmekteyiz.[142]
Bu tem, günümüz modern şairlerinin -Necip Fazıl "O Gün",
Seyfettin Ünlü "Ircii", Arif Nihat "Hazret-i
Peygamber'in Vefatı", Fatih Okumuş "Ölüm Gazeli"-
eserlerinde, klasik biçimin dışında da işlenmeye devam etmektedir.
Delâ’il, "yol gösteren, kılavuz, alamet,
rehber, işaret, iz" gibi anlamlara gelen delil kelimesinin çoğuludur ve
kelâm ilminde ispatlanması veya kanıtlanması gereken hususa ulaştıran şeyler
anlamındadır. Delâi’lü'n-nübüvve türü genelde peygamberlik müessesesini,
peygamberlerin bizzat gösterdiği ya da peygamberlik alâmeti olarak kendileri
dışında meydana gelen tabiatüstü olayları inceleyip bunların ilâhî kaynaklı
olduğunu; özelde ise Hz. Muhammed'in peygamberliğini ispatlamak amacıyla
yazılan eserleri ifade eder.[143] Bu muhteva mu‘cizât türü
içerisinde de az çok anlatılılır, mucizeler hem mucize hem de delâ’il olarak
görülür. Ancak "bazı olaylar vardır ki delâ’il oldukları halde mucize
olarak isimlendirilemezler, çünkü peygamberliği ispat sadedinde delil olsalar
da, meydana gelmelerinde peygamberlerin değil başkalarının rolü vardır. Bir
peygamberin kendinden sonra gelecek bir peygamberin gelişini haber vermesi ve
gelecek olanın peygamberliğine delil olması böyledir."[144]
Bu nev‘iden olaylara mucize değil delâil denir.
İslâmî
literatürde delâ‘ilü'n-nübüvve, me‘âlimü'n-nübüvve, a‘lâmu'n- nübüvve,
isbâtu'n-nübüvve, şevâhid-i nübüvvet, hücec-i nübüvvet gibi adlarla bu
içerikteki eserleri görmek mümkündür. Bu eserlerdeki konular genellikle; önceki
semâvî kitaplarda Hz. Muhammed'in (s.a.s) peygamberliğine dair işaretler,
nübüvvetten önce onun peygemberliğini işaret eden olaylar, Kur'ân'ın kendisinin
mucize olmasıyla geçmişten ve gelecekten haber vermesi, Hz. Peygamber'in
göstermiş olduğu mucizeler, Hz. Peygamber'in geçmiş ve geleceğe dair verdiği
bilgiler şeklinde özetlenebilir.[145]
Farklı
dinlerle karşılaşılması ve İslâm'a inanan müminin inancını makul bir zemine
oturtma çabası olarak görülebilecek bu ve bu içeriğe yakın eserlerin
edebiyatımızda görülmesi hayli anlamlıdır. Bu konuya ilk defa Sîre adlı
eserindeki "A‘lamu'n-nübüvve" başlığıyla yer veren, sekizinci
yüzyılda yaşayan İbn İshak olmuştur.[146]
Türün en önemli örneklerini ise Ebû Nuaym el-İsfahânî (ö.1038) Delâ’ilü'n-Nübüvve[147],
Hüseyn el-Beyhakî (ö. 1066) Delâ’ilü'n-Nübüvveti ve Ma‘rifetu Ahvâli
Sahibu'ş-şerî‘ati adlı eserleriyle vermiştir.[148]
Türün edebiyatımız içerisindeki diğer örnekleri Şeyh Eşref bin Ahmed'in
(ö.1451?) mesnevî nazım şeklindeki Şevâhidü'n-Nübüvve'si ve Bursalı
Lâmiî Çelebi'nin (ö.1531-2) Molla Câmî'nin Farsça yazılmış eserinin
genişletilmiş tercümesi olan Terceme-i Şevâhidü'n-Nübüvve adlı
eserleridir.[149]
Fezâil
kelimesi, Hz. Peygamber'in üstünlükleri anlamındaki hadis terimi olmakla
beraber; Peygamberimizin fazilet ve meziyetleri, üstün özellikleri hadis
kitaplarının fezâil, menâkıb, edeb, libas, et‘ime, zinet, zikir ve dua
bölümleri gibi bölümlerde yer almış; özel olarak da bu alanda şemâil,
delâ’ilü'n-nübüvve, hasâisü'n- nebî ve hilye gibi eserler ortaya çıkmıştır.[150] Bu tür, zaman zaman diğer
türlerle birlikte ve iç içe zikredilse de hasâisü'n-nebî ismiyle daha çok
kullanılır olmuştur.
Hasâisü'n-nebîler,
Allah'ın sadece Hz. Muhammed'e lütfettiği özellikleri ifade eden tabir ve
bunları ele alan eserlerin adı olmuştur.[151]
"Bir şeye veya bir kimseye sadece onda bulunan bir özellikle üstünlük
nisbet etmek" anlamını taşıyan hasâis kelimesine ilk defa Muhammed
el-Kummî'nin (ö.961) Hasâisü'n-Nebî adlı eserinde rastlanır.[152] Peygamberimizin
faziletlerinin anlatılmasına muhaddislerimizden Müslim'in (ö.875) Câmi‘u's-Sahih
adlı eserinin Fezâil bölümünde; Hz. Peygamber'in şecaati, cömertliği, hayâsı ve
tevazuu, güzel kokusu ve terinin temiz oluşu, sırtındaki nübüvvet mührüne dair
hadislerin zikredilmesi yoluyla yer verdiği görülmektedir.[153]
Hasâis konusuna ilk temas eden kişi ise bu isimlerden de önce yaşamış
olan İmam Şâfiî'dir. (ö.820)
Hz.
Peygamber’e lutfedilen üstünlüklere dair kaleme alınan ve bir “fezâilü’n- nebî”
edebiyatı oluşturacak kadar çok olan eserlerin bir kısmı Resûlullah’ın diğer
peygamberlerden üstünlüğünü konu edinmiş, bir kısmı da onun insanlardan,
cinlerden, meleklerden ve bütün yaratıklardan üstün olduğu hususunu ele
almıştır.[154] Bunları yaparken
de Kur'ân'daki ayetlerden ve ayrıca hadislerden faydalanılmıştır. Bunların en
meşhuru da önceki peygamberlere verilmeyen beş özelliğin Peygamberimize
verilmiş olmasıdır. Peygamberimizin bu dünyada olduğu gibi ahiretteki
özellikleri de hepimizin malumudur.
Yukarıda
zikrettiğimiz isimlerden başka Kâdî İyâz da (ö.1149) Şifâ adlı eserinde
fasılalar halinde hasâis bahsine yer vermiştir.[155]
Bu konuda İbnü'l-Cevzî'nin (ö.1201) el-Vefâ bi-ta‘rîfi Fezâili'l-Mustafâ
adlı eseri türün müstakil örneği olma özelliğindedir.[156]
Yûsuf b. Ahmed ed-Dımaşkî’nin Risâle fî Fezâ’ili’n-Nebî ve Hasâ’isihî
adlı eseri, Kemalpaşazâde’nin (ö.1534) Efdaliyyetü (tafdîlü) Nebiyyinâ Alâ
Sâ ’iri ’l-Enbiyâ ’ adlı risâlesi bu türün diğer örneklerindendir.
2. ARAP - FARS VE TÜRK EDEBİYATLARINDA NA‘T GELENEĞİ
Na‘t türü edebiyatımızda
Resûlullâh'ı öven şiirlerin genel adı olmuştur. Fars edebiyatında
"sitâyiş" olarak adandırılıp Arap edebiyatında ise övgü için şiirler,
daha çok "medh" başlığı altında toplanmıştır.
İlk
örneklerine Arap şiirinde rastladığımız bu örnekler, Peygamberimizin üstün
vasıflarını anlatıp, onu öven ve yücelten tarzda olmuştur. Hz. Peygamber
hakkında yazılmış ilk şiir, kendisinden yedi asır evvel yaşamış olan Es'ad Ebû
Kerîb El-Himyerî'ye ait[157] olmakla; Hz. Peygamber
zamanında yazılan ilk şiirin ise El- A'şa[158]
tarafından söylendiği kabul edilir. Arap edebiyatında Cahiliye Döneminde de
Araplar arasında şiir önem arz etmiş ve Araplar her yıl düzenledikleri
panayırlarda dereceye giren şiirleri Kâbe duvarına asmıştır. Bunlar arasında en
meşhur olarak bildiğimiz şiirler "Mu‘allakât-ı Seb‘a" adıyla asılmış
olanlardır. Daha sonralarda ise Hz.Peygamber'le alakalı en güzel kasidelerin
"Peygamber şairi" olarak da bilinen Hassan b. Sâbit[159] (ö. 680) tarafından
yazıldığını bilmekteyiz. Yine Peygamber'in ashabı olma şerefine erişmiş Kâb b.
Züheyr'in (ö.645) "Kaside-i Bürde" isimli na‘t-ı şerifi daha Asr-ı
Saadet'te örneklerini gördüğümüz ilk na‘tlerdir. Hz. Peygamber'e dair
medhiyyelerin ilk mensur örneği de Hicret sırasında Peygamberimizi çadırında
misafir eden Ümmü Mâ‘bed tarafından verilmiştir.[160]
XIII. yüzyılda yaşamış olan Mısırlı
Muhammed b. Said el-Bûsîrî ile ilgiliyse, felçli olduğu bir dönemde yazdığı yüz
altmış beyitlik "Kasîde-i Bür’e" vesilesiyle Peygamber Efendimizin,
rüyasında omuzlarına hırkasını örterek iyi olduğu anlatılır.[161] Bûsîrî
ve İbnü'l-Arabî'de çok geniş şekilde işlenen Hz. Peygamber'in mahlûkatın ilki
olduğu konusu, en başta Peygamberimizin amcası Hz. Abbas'a nisbet edilen
"Kâfiyye" adlı eserde anlatılmıştır.[162] Arap edebiyatında
Peygamber'in medhi konusunda üç büyük şair içinde kabul edilen Yûsuf
es-Sarsarî'nin Resûl-i Ekrem için yazdığı şiirlerin de yirmi cilde ulaştığı
kaydedilir.[163]
Peygamber övgüsü birçok yeni türün de doğmasına zemin hazırlamıştır. Ebû
Bekir el-Vitrî el-Bağdâdî, 1263 yılında tamamladığı el-Kasâ’idü'l-vitriyyât
adlı eseriyle, her kasidesi tekli sayı (vitr) olarak yirmi bir beyitten oluşan
yirmi dokuz kasidesiyle yeni bir türün öncüsü olmuştur.[164]
Bedîiyye de yine ayrı bir medih türü olarak ortaya çıkmıştır. XIV. ve XX.
yüzyıl arasında yaygın olarak kullanılan tür, anlayış değişikliği sebebiyle
terkedilmiştir.
Şüphesiz ki
edebiyatımızda varlığını devam ettiren na‘t türü, Arap edebiyatında da hâlâ
devam etmektedir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Abdülganî en- Nablusî ve
başlangıçtan yaşadığı döneme kadarki Peygamber övgülerinden yaptığı seçkilerden
bir antoloji oluşturan Yusuf b. İsmâil en-Nebhânî Hz. Peygamber'le ilgili eser
veren önemli isimlerdendir. Mısırlı şair ve devlet adamı olan Mahmud Sâmi Paşa
(1839-1904) ya da diğer adıyla Mahmud Sâmi el-Bârûdî "Eski Arap şiirinin
yeni ustası sıfatıyla kendinden sonra gelen şairlere öncülük etmiş"[165] ve Busîrî'nin şiirlerine
nazîre yazma geleneğini sürdürmüştür. "Arap edebiyatında nebeviyyât olarak
bilinen Hz. Peygamber'i konu alan ve mîmîye kasideler şeklinde Busîrî'nin
kasidesine nazîre yazma geleneğini son olarak 190 beyit halinde ve
'Nehcu'l-bürde' adıyla 20. yüzyılda 'şairlerin emiri' payesi verilmiş olan
Mısırlı Ahmed Şevki'nin sürdürdüğü anlaşılmaktadır."[166]
Modern ve
çağdaş Arap şairleri, Hz. Peygamber'le ilgili mensur, manzum, tiyatro ve destan
gibi birçok türde eserler vermişlerdir. Bu eserlerde Hz. Peygamber'in fizikî ve
manevî özelikleri üzerinde durulmuş ve aynı zamanda müsteşriklerin Peygamber'e
ve İslâm'a yönelik iftiralarına cevaplar verilmiştir.[167]
Bârûdî, Ahmed Şevki, Kâmil Emin, Abdullah Tayyib bu isimlerdendir.
Günümüz Arap toplumlarında ve onların şiirlerinde, Resûl-i Ekrem'in vesilesiyle
çağdaş sorunlar dile getirilmiş; Hz. Peygamber'in bir kurtarıcı model, bir
millî kahraman, bir sosyal reformcu olarak görülmesinde bir sakınca
görülmemiştir.[168] Bu noktalar kısmî olarak
bizim edebiyatımızda da görülmüş, bizde olduğu gibi Arap şiirinde de
Peygamber'in medhi konusu değişen toplum hayatına paralel olarak daha az yer
bulmuştur.
Hz.
Peygamber'in İran edebiyatı içerisinde işlenmesi, Araplara göre daha geç
olmakla, Hz. Ömer zamanında İran'ın fethinden (635-642) sonrasına tekabül
etmektedir. Farslar da divan tertibi noktasında Arap geleneğine bağlı kalmış ve
tevhidden sonra genellikle Hz. Peygamber'le ilgili bölümler yer almıştır.
Bununla beraber her milletin edebiyatı kendine özgü dinamiklerle oluştuğu için,
Fars edebiyatı ve Arap edebiyatındaki Peygamber algısı birtakım farklılıklar
göstermektedir.
İlk
örneklerine Nâsır-ı Husrev'de rastladığımız Hz. Peygamber övgüsüne dair
manzûmeler, Hakîm Senâyî ile devam edip Türk asıllı Genceli Nizâmî ile klâsik
formlarına ulaşır.[169] Ferîdüddin-i Attar, Sa'di-i
Şirâzî, Ömer Hayyam ve Molla Câmî, Hz. Peygamber'e övgü dolu şiirleriyle sık
sık isimlerini duyduğumuz Fars şairlerdir. İran edebiyatı şairlerinden
Firdevsî, Şâhnâme'sinde tevhidden sonra; Sa‘dî, Gülistan'ın girişinde ve
Dîvânında kaside şeklinde; Attar, Pend-nâme'sinde; Molla Câmî
ise, üç divanını da kapsayan ve sonradan toplatılan Dîvân-ı Kâmil-i Câmî
adlı eserde Resûl-i Ekrem'in na‘tine yer vermişlerdir. Na‘tler Fars
edebiyatındanda belli bir nazım şekliyle yazılmamış; daha çok kaside, terci,
kıta, mesnevi ve gazel nazım şekliyde yazılmıştır.[170]
Ayrıca Fars edebiyatında na‘t geleneginin 19. ve
20. yüzyıl şairleri tarafından da sürdürülmekte olduğu bilinmektedir. Kaânî-i
Şîrâzî, Şekîb-i İsfahânî, Mirzâ Esedullah, Meliküşşuarâ-yi Sabûrî, Muhammed
Hüseyin Şehriyâr, Îrec Mirzâ, Abdülhüseyn-i Ferzîn ve Bânû Nûrî Geylânî na‘t
geleneğini devam ettiren isimlerdendir. Bu isimlerden Melikuşşuarâ-yi Bahâr'ın
1903 tarihinde Hz. Peygamber'in doğum yıl dönümü münasebetiyle yazmış olduğu
"Der Medh-i Hazret- i Hatmî-mertebet" isimli na‘t, türün önemli
örneklerindendir. [171]
Edebiyat
tarihimiz içerisinde toplumumuzu siyasi, sosyal, kültürel veya ekonomik yönden
etkileyen olaylar her zaman var olmuştur. Yalnız araştırabildiğimiz ve üzerinde
konuşmaya muktedir olduğumuz tarih içerisinde, iki önemli olay toplumuzu
yukarıda saydığımız ve saymadığımız tüm yönlerden etkilemiştir. Bunlar; esaslarını
kabul ettiğimiz İslâm dini ve XIX. yüzyıldan itibaren model olarak kabul
ettiğimiz Batı kültür dairesi.[172]
Türklerin
İslâm diniyle tanışmasını resmi tarih, 751 Talas Savaşı'na dayandırsa da; asıl
tanışmanın çok daha erken tarihler olan Hz. Ömer zamanına (634644) götürülmesi
mümkün gözükmektedir. Zira 636 Kasidiye ve 642 Nihavend Savaşı'nda İran'da
kurulmuş olan Sasanî devleti içerisinde hatırı sayılır derecede Türk askeri
bulunmaktaydı. Göktürk, Avar ve Hazar Türklerinden oluşan Türk askeri aynı zamanda
Araplarla birlikte Sasanî ordusu içerisinde Bizans'a karşı da mücadele
etmişlerdi. Arapları çok daha öncesinde tanıma fırsatı bulmuş olan Türkler, Sahih-i
Buhârî ve Sahih- i Müslim gibi İslâm âlemindeki mûteber hadis
kaynaklarında da geçmektedir.[173] Emevi ve Abbasi döneminde
genişleyen Müslüman fetihleri, 751 Talas Savaşı öncesi ve sonrasında Türklerin
parça parça Müslüman olması ve en nihayetinde; Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra
Han'la birlikte, Türklerin İslâmiyet'i toplu kabulüyle bu yeni din Türkler arasında
büyük bir ivme kazanmıştır. Türklerin bu dine olan hizmeti Gazneliler,
Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu'yla had safhaya ulaşmıştır.
Medeniyetimizin
oluşumunda etki etmediği alan kalmayan bu yeni din, edebiyatı besleyen aslî
kaynakların başında gelir. Edebiyat noktasında çoklukla İran edebiyatından ve
kısmî olarak Arap edebiyatından etkilenen Türklerin ilk verimleri, ancak on
birinci yüzyılın ikinci yarısına rastlamış; belirgin örnekleri ise on üçüncü
yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. İslâmiyet'in kabulüyle birlikte bu
yeni dinin kelimeleri ve gramer yapıları Türkçe'ye girmiş, bu yapılar kültür
anlayışıyla meczedilerek homojen bir yapıya kavuşmuştur.
XI.
yüzyıldaki ilk verimlerinden sonra kendine has bir üslûba ulaşan Türk
edebiyatı, ikinci önemli dönüm noktası kabul edilen Tanzimat'a kadar divan
edebiyatı ve halk edebiyatı olarak iki ayrı koldan gelişme
göstermiştir. Zaman zaman her iki sahada da ürün veren isimler görülmekle; halk
edebiyatı sahasında Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan, Karacaoğlan,
Köroğlu, Gevheri ve Aşık Ömer; divan edebiyatı sahasında Fuzûlî, Bâkî, Nâbî,
Şeyhülislâm Yahya, Nedim ve Şeyh Galib gibi isimler bu sahaların önemli
isimleridir. Her iki gelenektekten de Hz.
Peygamber
hakkında o kadar çok şiir yazan olmuş ki; bu şiirler zamanla şemâil, hilye,
siyer, mevlid, mi‘râciyye, vefât-ı Nebî gibi türleri oluşturmuşlardır.
Hz.
Peygamber'i övme, şefâatine nâil olma gibi çok çeşiti sebeplerle şiir yazan
şairlerimiz; kasîde, gazel ve mesnevi gibi nazım şekillerini yaygın
kullanmakla, diğer şekillerle de na‘tlerini yazmışlardır. Edirneli Nâzim ve
Neccârzâde Rızâ gibi çok sayıda na‘t yazan şairler nu‘ut divanları oluşturmuş,
okuyanları tarafından çok beğenilen na‘tler de bir seçki mahiyetinde na‘t
mecmuaları içerisinde toplanmıştır.
İslâmi
dönemin daha ilk verimi olarak kabul edilen Yusuf Has Hâcib'in Kutadgu
Bilig'inde na‘t türünü görmemiz mümkündür. Daha sonraki asırlarda Çağatay şiir
mecrâsında karşımıza çıkan Ali Şir Nevâi, bir tertip hususiyeti olarak her harf
gazeliyyâtının ilk gazelini dînî muhtevada,, özellikle Hz. Peygamber medhinde
yazdığını ifade etmiştir.[174] Akabinde Dîvân şiirinin altın
dönemi diyebileceğimiz on altıncı yüzyılda Fuzûlî'nin "Su Kasîdesi",
sonrasında Nefî'nin "Sözüm"redifli na‘ti, Nâbî'nin 137 beyitlik na‘ti
ve son dönemlere yaklaşırken zirveye noktayı koyan Şeyh Galib'in Na‘t-ı Nebevî
olarak bilinen "Efendim" redifli müseddes na‘ti Tanzimat dönemine
gelinceye kadar bizde bir izlek oluşturması açısından isimleri zikredilmesi
gereken eserlerdir.
Şeyh Gâlib'ten
sonra klâsik geleneğin zayıfladığı ve sonrasında çözülmeye başladığı artık
edebiyatçılarımızın ortak görüşüdür. Bu devreden sonra geleneğin takipçileri ve
Yeni edebiyatın Namık Kemal, Recâizâde, Muallim Nâci gibi öncü isimleri de na‘t
yazmış; yakın dönem şairlerimiz ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların
yarışmalarındaki genç nesil de bu geleneği klâsik ve serbest formlarda günümüze
taşımışlardır.
TANZİMAT ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATINDA NA‘T GELENEĞİ
1.1 .HALK
EDEBİYATI SAHASINDA YAZILAN NA‘TLER
Edebiyatımız
içerisinde kendine has özellikleri barındıran halk edebiyatımızın kendine ait
nazım şekilleriyle ve hususiyetleriyle Peygamberimizi konu edindiğini
bilmekteyiz. Bu konu ediniş, Hz. Peygamber'e duyulan sevginin büyük bir
göstergesi olarak toplumun her muhitinde hissiyât bulmuş, tekke mensuplarından
âşıklara kadar hemen her kesimden insanın yazdığı şiirlerde na‘t temalı
metinler karşımıza çıkmıştır.
Bu yer
veriliş, Halk edebiyatının kendi nazım biçimlerinin yanı sıra yer yer divan edebiyatı
nazım biçimleriyle de görülmektedir. Bazen de bu yer verme istişfâ (şefâat
dileme) şeklindeki cümlelerle anonim halk edebiyatı ürünlerinde dahi kendini
göstermektedir. Dede Korkut Hikâyeleri'nde "Salur Kazan'ın Esir Olup Oğlu
Uruz'un Çıkardığı Destanı Beyan Eder"[175]
başlıklı hikâyede, Dedem Korkut'un kopuzla söylediği dizelerin ardından duasına
amin diyenlerin günahlarının Muhammed Mustafa (s.a.s) hürmetine Tanrı
tarafından bağışlanmasını istemesi kültürümüzün toplumsal arketipindeki kodları
anonim de olsa göstermektedir.
Halk
edebiyatı içerisinde konumuzla ilgisi olan ve hâlâ illiyetini devam ettiren
kısım ise, Halk edebiyatını dönemlere ayıran uzmanlara göre âşık edebiyatı ve
tasavvufî halk edebiyatı olarak adlandırılan dönemlerdir. -Ki biz, çalışmamızın
bu kısmında bu şekilde bir tasnife gitmeyeceğiz.- Zira tekke edebiyatı olarak
da adlandırılan tasavvufî halk edebiyatı hem vezin hem de şekil yönünden âşık
edebiyatı ve divan edebiyatıyla dirsek temasını muhafaza etmiştir.
On beşinci
yüzyılda hala teşekkülü devam eden ve ilk eserlerini Yunus Emre geleneğinin
devamı olarak verdiği anlaşılan[176] âşık edebiyatının önemli
isimleri bu yüzyıldan sonra karşımıza çıkmaktadır. Köroğlu, Karacaoğlan, Âşık
Ömer, Kuloğlu, Âşık Gevherî, Ercişli Emrah, Âşık Şem'î, Dadaloğlu, gibi
isimlerden bazıları Peygamber'den söz eden şiirlerini zaman zaman aruzla
yazsalar da genel olarak halk şiiri biçim ve ölçüsüne bağlı kalmışlardır.
Peygamber sevgisini daha çok koşma nazım biçimiyle vermişlerdir.
Zamansal
olarak bizim inceleme konumuza girenlerse Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihnî,
Seyrâni, Âşık Ruhsâtî, Meftûnî gibi na‘t türünde örnekler veren ve bunu divan
şiiri biçimiyle yazmış olanlardır. Hatta Bayburtlu Zihnî ve Erzurumlu Emrah
gibi şairler, on dokuzuncu yüzyılda divan sahibi olmuş şairlerdir.
Adlandırma
konusundaki görüşlere göre çeşitli şekillerde ifade edilen tekke edebiyatı ya
da tasavvufî halk edebiyatı, muhtevası ve biçimsel yönüyle divan edebiyatıyla
halk edebiyatı arasında durmaktadır. Hece vezniyle eserler vermelerinin yanı
sıra divan edebiyatının nazım şekilleriyle ve aruz ölçüsüyle de şiirler yazan
tekke mensupları, kullandıkları dil noktasında sadelikten yana olmuşlardır.
Zira amaçları büyük kitlelere hitap edebilmek ve onları manevî yönden bir üst
kademeye çıkarabilmektir. Bu kişilerin birçoğunun aynı zamanda tasavvuf erbabı
mutasavvıf- şair olduklarını da unutmamak gerekir.
"Pîr-i
Türkistan olarak adlandırılan ve Yeseviyye tarikatının kurucusu olan..."[177] Ahmed Yesevî'nin
hikmetleriyle nüvelenen bu şiir anlayışının en büyük temsilcisi Yunus Emre
olmuştur. Tekke şairlerimizde ilahi tarzı na‘t-ı şeriflere daha çok tesadüf
edilmekle; bizim üzerinde durduğumuz husus ise divan şiiri formunda yazılmış
na‘tlerdir. Bunları inceleyecek olursak, XV. yüzyılda yaşamış Dede Ömer Rûşenî'nin
gazel ve kasîde tarzında pek çok na‘tini,[178]
XVI. yüzyılda yaşamış, divan sahibi ve müstakil na‘ti olan şairlerden Hatâyî,
Arşî ve bunun yanında asrın en çok na‘t yazan şairi Şemseddin Sivâsî gibi
isimleri görürüz. XVII. asırda Nakşî, Derviş Ahmed, Niyâzî-i Mısrî; XVIII.
asırda Sezâyî-i Gülşenî, İsmail Hakkı Bursevî ve Erzurumlu İbrahim Hakkı'yı[179], na‘t türünde yazan isimlerin
en başında zikredebiliriz.
XIX. asırda
da na‘t yazan şairler arasında Müştak Baba, Şeyh Osman Şems, Senîh-i Mevlevî,
Ketencizâde Mehmed Rüştü, Kuddûsî gibi isimler başta olmak üzere çok sayıda
şairi görmekteyiz. Çalışmamızın konusu bu yüzyıldan sonrasıyla ilintili olduğu
için detaylı bilgiyi XIX. ve XX. yüzyılı incelerken vereceğiz.
1.2.DİVAN EDEBİYATI SAHASINDA YAZILAN NA‘TLER
Dinî
inançlar, insanlık tarihi açısından en belirleyici ve yön verici kavramlar
olmuşlardır. İslâm dini de hem şekil hem de muhteva olarak edebiyatımıza
istikamet veren müesseselerin başında gelmektedir. Bu anlamda klâsik
edebiyatımızın dînî bir karakter taşıdığını çok açık bir şekilde görmekteyiz.
Bu etkinin sirâyeti bütün eserlerde en başta muhtevaya etki olarak kendini
gösterirken, tertip hususiyeti olarak da bir gelenek halini almıştır.
Edebiyatımız
içerisinde tevhid, münâcât, na‘t, mevlid, mi‘râciyye, siyer-i Nebî, hilye gibi
türlerde sayısız dînî eserler mevcuttur. Bununla birlikte yine İslâm inanç
esaslarını konu alan i ‘tikad, ahlak ve ibadet kitapları da mevcuttur. Bu
mevcut içinde görülense kaynağını Peygamber sevgisinden alan eserlerin en fazla
yekûnu tuttuğudur. Peygamber Efendimizle alakalı olarak Sîretü'n-Nebî,
Gazavât-ı Nebî, Ahlâku'n-Nebî, Hicretü'n-Nebî, mevlid, mi‘râ-ciyye, kırk hadis,
şefâat-nâme gibi türlerde eserler verilmiştir. Burada bizim gördüğümüz, Türk
edebiyatı içerisinde denilebilir ki; Hz. Peygamber ile ilgili yazılan eserlerin
mevcudu, yüce Yaratıcmız ile ilgili yazılanlardan daha ziyadedir. Bunun sebebi
Neml sûresi 8. ayet meâlindeki "Allah'ın her türlü noksanlıklardan
münezzeh olduğu"[180] [181]
ayetidir. Zira şairlerimiz bu ayet gereği yaratılmışların hiçbirine benzemeyen
Rabbimizi övmekten ziyade O'nun "Mahbûb"unu övmeyi tercih
etmişlerdir. Tabii ki şairlerimizi böyle bir eğilime sevkeden sebeplerin
başında O'nun Cenâb-ı Hakk'ın dilinden övülmüş olması ve Habîbullah olması gelmektedir.
Hil’at-i
“Levlâk”i zât-ıpâkine verdi Hudâ
Metn-i neşr-i şârih-i “Tâ-Hâ ” MuhammedMustafâ
“Ve’d-duhâ”
vassâf olup ilm-i ezel vassâfına
Münzilâtta
memdûh-ı MevlâMuhammedMustafâ11
Edebiyatımız, Resûlullâh Efendimize yazılan şiirler yönüyle son derece
bereketli ve seçkin eserler ortaya koymuştur. Denilebilir ki bu seçkin eserler
içerinde en güzîdeleri, en zirve olanları na‘tlerdir. Zaman içerisinde
Peygamberimize yazılan şiirler adeta bir na‘t edebiyatı meydana getirmiş,
şairler na‘tlere şiirin zirvesi gözüyle bakmış ve bu şiirleri de divanlarının
zirvesine taşımaya çalışmışlardır.
1.2.1.
Divan Edebiyatında Na‘t
Yazma Geleneğine Genel Bir Bakış
Yeryüzündeki
tüm kavimlerin ve milletlerin edebiyatlarını besleyen temel kaynaklardan biri
"din"dir. Mensup olduğumuz İslâm dinini ise tabiri caizse
besleyen-açıklayan damarlardan ilki Kelâmullah olan Kur'ân-ı Kerîm, ikincisi
ise Hz. Peygamber'dir. "Ahsen-i takvîm" üzere yaratılan insanoğlu,
"Levlâke levlâk lemâ halaktü'l-eflâk" hadîs-i kudsîsindeki amaca binaen,
en güzel şekilde yaratılmış olan Hz. Peygamber'i, en güzel şekilde
övme-vasfetme yarışına girmiştir. Bu bakımdan şairler yazdıkları şiirler
arasında en güzelini na‘t türünde vermeye büyük özen göstermişlerdir.
Müslüman Türk
toplumu için büyük bir dönüm noktası olan İslâmiyet'in kabulüyle, bu din
edebiyattan mûsikîye, mimarîden toplum yaşantısının her zerresine kadar nüfuz
etmiştir. Bu yeni dinin etkisiyle verilen ilk eserleri ise ancak XI. yüzyıldan
itibaren görebilmekteyiz. İlk verimler olarak Yusuf Has Hâcib'in Kutadgu Bilig'i,
Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lügât'it-Türk'ü; bir sonraki yüzyılda ise Edip Ahmet
Yükneki'nin Atabetü'l-Hakâyık'ı ve Ahmet Yesevî'nin "hikmet"lerini
sayabiliriz. Na‘t muhtevasını ise bu eserler içerisinde saydığımız Kutadgu
Bilig'de ilk defa görürüz.[182]
XIII. yüzyılda bu dinin büyük kitlelere ulaşmasında
Yunus Emre ve Mevlânâ gibi isimlerin katkıları da yadsınamaz. İlk verimlerden
bir iki asır sonra kendi ayakları üstünde durmaya başlayan ve kendine has bir
zevk ve üslûba erişen bu İslâmi edebiyat, XIII. yüzyıldan itibaren farklı iki
koldan (divan edebiyatı ve halk edebiyatı) gelişimini sürdürmeye ve kendi
geleneklerini oluşturmaya başlamıştır. Divan edebiyatı anlayışıyla Âşık Paşa,
Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâti Bey, Fuzûlî, Bâkî, Nefî, Nâbî, Nedim, Şeyh Gâlib;
halk edebiyatı anlayışıyla ise Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Karacaoğlan,
Gevherî, Aşık Ömer, Aziz Mahmud Hüdâi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Bayburtlu Zihni
gibi isimler temsil ettikleri edebî geleneğin en mükemmel verimlerini ortaya
koymuşlardır.
Klâsik edebiyatımızda
genellikle Peygamber'e övgüyle başlanan na‘tler, Hz. Peygamber'in üstün
vasıflarının sayılması ve yüceltilmesiyle devam ettikten sonra Allah'a dua ve
Hz. Peygamber'in şefâatçi olması isteğiyle son bulur. Divan edebiyatı
içerisinde ürün vermiş hemen hemen her şairimiz, aynı zamanda na‘t da
yazmıştır. Bu na‘tleri de inançsal hiyerarşi geleneğine uyarak divanlarının
başlarına taşımışlardır.
"Klâsik
edebiyatımızda on dördüncü yüzyılda başlayarak, altı asır boyunca son derece
zengin ve güçlü bir şair kadrosuyla devam ettirilen na‘t geleneğinin
yaygınlığına dair en belirgin delil ise; divan, mesnevî, ve mensur eserlerde
yer alan binlerce na‘tin mevcudiyeti yanında mürettep divanında na‘tlere yer
vermeyen şairlerin üç beş isimle sınırlı oluşudur. Bütün nazım şekilleriyle
hatta edebiyatımızda örnekleri nadiren görülen müsebba, müsemmen ve muaşşer
gibi musammatlar, ayrıca her harften kafiyeli bendlerle oluşturulan murabba ve
terkîb-i bend gibi tamamen orijinal şekillerde kaleme alınan na‘tler şairlerin
na‘t yazma ve bu vadiye yenilik getirme gayretlerinin bir göstergesidir."[183]
Na‘t
vadisinde müstesna na‘t örneklerini veren şairlerimiz var ki, bunların adını
zikretmeden geçmek mümkün olmayacaktır:
Fuzûlî'nin
alemlere rahmet olarak gönderilip âb-ı hayât misali tüm evrene can veren ve
alemi tüm maddi manevi kirlerden arındıracak olan Hz. Peygamber'i
"su" redifli na‘tiyle övmesi, kendisini na‘t yazan şairler arasında
zirve bir konuma yerleştirmiştir.
"Zikr-i
na'tin virdini derman bilir ehl-i hatâ
Eyle
kim def-i humar için içer mey-hâre su
Yâ Habîballâh yâ hayre 'l-beşer müştâkınam
Öyle kim
leb-teşneler yanıp diler hemvâre su
Sensin ol bahr-i kerâmet kim şeb-i mi ‘râcda
Şebnem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su"[184]
Edebiyatımızda
kasîde sahasının en önemli ismi olarak bilinen ve divan şiirine heybetli bir
söyleyiş kazandıran Nefî'nin "sözüm" redifli na‘ti, "Fahrî (ö.
1883) ve Mehmed Tevfik (1826-1901) tarafından tanzir edilmiştir."[185]
"Olalı Peygamber-i âhir-zemâna na't-gû
Âb-ı rûy-ı ümmet-i âhir-zemânîdur sözüm
Na't-ı
şâhenşâh-ı evreng-i nübüvvet kim anun
Feyz-i
medhiyle dilin cânı cihânıdur sözüm"[186]
XVII. asırda
divan şiirinde bir tefekkür edebiyatı çığırı açmış ve başlı başına bir ekolün
tesis edicisi olmuş Nâbî'nin, 1678'deki hac farîzasını yerine getirmek üzere
çıktığı yolculukta söylediği na‘t muhtevalı meşhur gazeli için çeşitli
rivayetler mevcuttur.
"Sakın
terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazar-gâh-ı Ilâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu
• ••
Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu"[187]
İlki;
"Nâbî, hac yolculuğunda Medine'ye yaklaşırken muhtemelen o anda irticâlen
söylediği gazeli, rivayetlere göre Nâbî şehre girerken Mescid-i Nebî'nin bütün
minarelerinde müezzinlerin ezandan önce bu şiiri terennüm ettiklerini duymuş,
Hz. Peygamber'in, müezzinlerin rüyasına girerek bu na‘t-ı şerifi okumalarını
tavsiye ettiğini öğrenmiştir."[188]
İkinci rivayette ise "Nâbî'nin bu gazelini hac yolculuğu sırasında,
kafiledeki bir devlet büyüğünün ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yatma şeklini
kınamak maksadıyla yazdığı rivayet edilir."[189]
Bu konuyla ilgili son rivayet de Nâbî'nin bu gazeli "Ravza-i Mutahhara'ya
bakarak yazdı ğı"[190]dır.
Divan
edebiyatının son büyük şairi ve denilebilir ki son sözcüsü Şeyh Gâlib'in
(ö.1799) divanının ilk kasîdesi ve "Fehim-i Kadîm'e nazîre"[191] olan "rûz u şeb"
redifli na‘ti ve
"Mu'cizâtı vasfıdır çarhûn medâr-ı gerdişi
Mihr Hayber meh gazâ-yı Bedri söyler rûz u şeb
• ••
Mihr burc-ı "Ve’d-duhâ" vü mah "Vel-leyl" münif
Es-salat eyler
cenâbına melekler rûz u şeb"[192]
özellikle "Efendim" redifli "Müseddes-i Na't-ı Şerîf-i
Nebevî"si Gâlib'in dillerden düşmeyen na‘tidir.
"Sultân-ı
Rusül şâh-ı mümeccedsin Efendim
Bî-çârelere
devlet-i sermedsin Efendim
Divan-ı
Ilâhî'de ser-âmedsin Efendim
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim
Hak'dan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim"[193]
Yukarıda divan şiirinin zirve şahsiyetleri olarak görülen şairlerimizin
meşhur na‘tlerinden, zihnimizde bir fotoğraf oluşması maksadıyla bazı kesitler
vermeye çalıştık. Bu isimlerin yanında na‘t yazan sayısız divan şairi
bulunmaktadır. Bu şairlerimizin en çok na‘t yazdığı dönem ise XVIII. yüzyıl
olmuştur. Süleyman Nahîfî, Neccârzâde Rızâ, Salâhî-i Uşşâkî gibi na‘t türünde
çok sayıda eser veren şairlerimiz olsa da edebiyatımızda en çok na‘t yazan
şairin 297 şiirle Yahya Nazîm (Ö.1727) olduğu kabul edilmektedir.[194] Bunun yanı sıra isimleriyle
birlikte "na‘tî" mahlasını kullanan şairler de olmuştur. Na‘tî Mehmed
(ö.1679), Mustafa Na‘tî (ö.1731) bu örneklerde yalnızca birkaçıdır.
1.2.2.
Şairlerin Na‘t Yazma
Sebepleri
Dinî edebiyat
içerisinde en fazla edebî türün etrafında teşekkül ettiği şahıs Hz.
Peygamber'dir. Şairlerin Hz. Peygamber'e yaklaşımının bu şekilde olmasında,
şüphesiz ki inandığı İslâm dininin değerler literatüründe alemin aslî varlık
sebebi olarak Hz. Peygamber'in görülmesi önemli yer tutmaktadır. Bu önem,
bizzat Allah Te‘âlâ'nın kelâmında O'na salât ve selâm okunması şeklinde
insanoğluna telkin edilmiştir.[195] Dininin ve içinde bulunduğu
edebî anlayışın gereği tasavvufî neşveyle yoğurduğu şiirlerini, aynı zamanda
tasavvufî düşünceyle ve aşkla da örmektedir. Peygamber'e olan bağlılık ve
sevgi, aşkla birleşerek kendisine hayranlık duyulan bir sevgili metaforuyla da
şiirlerde kendine yer bulmaktadır. Şairlerin Hz. Peygamber karşısındaki tavrı,
ruh halleri, ve Peygamber tasavvuru bu şiirlerde gayet açık bir şekilde
görülebilmektedir. Şair, eserini tertip ederken de inancının yansımasına göre
hiyerarşik sırayı gözeterek eserine şiirlerini yerleştirir.
Şairlerimizin Hz. Peygamber'e bu derece önemle yer verdiği şiir
türlerinden biri de na‘tlerdir ve na‘tlerdeki bu yer verişin sebeplerini kısaca
şu şekilde sıralayabiliriz:
1.
Hz. Peygamber'i övme
isteği,
Yaygın olarak
na‘t türünde görülmekle beraber Hz. Peygamber'i anlatan diğer türlerde de çok
fazla şekilde Hz. Peygamber'in övgüsü yer almaktadır. Şairlerimizin Hz.
Peygamber'i övme isteklerinin temelinde Allah Te‘âlâ'nın bizzat onu övmesi ve
Allah'ın "Habîb"i olması bulunmaktadır.
2.
Peygamber'in şefâatine nâil
olma,
Bu konu, övgü
ile birlikte na‘t türünün vazgeçilmez iki temel unsurudur.[196]
Manevi anlamda yüksek makamda bulunan kişiden, günahlarının bağışlanması
ve makamının yükseltilmesi isteği olarak şiirlerde görülür.
3.
Dinî bir emir olarak salât
u selâm,
Şiirlerde çok
yoğun şekilde görülen bir husus da şairlerimizin Hz. Peygamber'e salât u
selâmda bulunmalarıdır. "Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygamber'e hep
salât ile ikramda bulunurlar. Ey iman edenler! Haydin ona teslimiyetle salât ve
selâm getirin."[197] mealindeki ayet-i kerîme bir
ibadet şuuruyla şiirde yer edinmiştir.
"Nefsim elinde olan Allah 'a yemîn ederim ki
hiçbiriniz, ben kendisine babasından da, evlâdından da daha sevgili olmadıkça
(kemâliyle) îmân etmiş olmaz."[198]
[199] hadisinden hareketle
şairlerimiz, Hz. Peygamber'e olan aşk ve sevgilerini ifade etmiş ve etmeye de
devam etmektedirler. Temelleri bezm-i elestte atılan bu sevgi, Tanzimat sonrası
şairlerde Hz. Peygamber'i dünya gözüyle görme ve bu dünyada iken O'na kavuşma
imkânına sahip olamamalarından ötürü daha yakıcı bir 199
hal
almıştır.
Na‘tler aynı zamanda Hz. Peygamber'e bağlılığın
dile getirildiği şiir türü olarak görülmektedir.[200]
Bu bağlılıkla birlikte O'nun himayesi de talep edilmektedir.
Bir övgü
şiiri olan na‘tlerde Hz. Peygamber'in övülmesi temel amaçken, şair aynı zamanda
sözünü Hz. Peygamber'le de değerlendirmektedir. Şairler na‘tleriyle Hz.
Peygamber'i yücelten değil; Hz. Muhammed (s.a.s)'in zikriyle sözleri yücelendir
ve birçok şair bu durumu şiirlerinde dile getirmiştir.[201]
İslâmi
gelenek içerisinde şekillenen bir husus da kitapların tanzimi konusu olmuştur.
Bu husus, tüm İslâm edebiyatlarında ortak bir hal almış, tarih, tıp, astronomi
gibi ilmî ve dinî bütün edebî eserlere "hamdele" ve
"salvele" ile başlanması bir gelenek halini almıştır.[202] Takip edilen bu hiyerarşik
sistem, şiirlerin muhtevasına göre de bir sıralamayı doğurmuş, önce Cenâb-ı Hak
ile ilgili olan tevhid ve münâcât; daha sonra da Peygamber'le alakalı olan na‘t
türünün gelmesi gibi bir sıra takip edilmiştir.
Yukarıda saymış olduğumuz hususları klasik bir na‘tta bir arada bulmak
mümkünken, bu sebeplerden sadece birkaçının olduğu na‘tlerle de karşılaşma
ihtimalimiz vardır.
1.2.3.
Divan Tertip Hususiyetinde
Na‘tler
Aslı
itibariyle Farsça olup daha sonrasında da Arapça ve diğer dillere giren
"divan" kelimesi, Arap edebiyatında başlangıçta seçme şiirlerin
toplandığı antoloji anlamında kullanılmış, daha sonrasında anlam darlaşmasına
uğrayarak bir şairin klâsik nazım şekilleriyle yazdığı şiirlerini topladığı
eserlerin adı olmuştur.[203]
Klâsik
edebiyatımızda divan tertibi Arap geleneğine bağlı olmakla ilk dönem
divanlarında gelenekleşmiş bir tertibin olmadığı, bunun ancak XV. yüzyıldan
sonra yerleştiği görülür.[204] Edebiyat bilimciler de
mürettep dir divan örneğinde dibâceden sonra tevhid, münâcât, na‘t, methiyeler,
gazeller, musammatlar, mukatta‘at ve rubaiyyatların ve en sonda da müfred, beyt
ve mısraların geldiğini kabul ederler. Burada nazım şekillerinin sıralanması
esnasında göz önünde bulundurulan hususun muhteva, nazım türü olduğu
görülmektedir. Gazeller ise kafiye ve rediflerinin son harfleri itibariyle
hurûf-i hecâya göre sıralanmaktadır.
Na‘tlerse
divanların mukaddime kısmından başlayarak sondaki bölümlerine kadar
görülmektedir. Tabii burada önümüzdeki bir durum, divanları kimin tertip ettiği
meselesidir. Şairlerimizin büyük bir çoğunluğu divanlarını daha hayattayken
tertip etmekle, divanları öldükten sonra devrin hükümdarı veya şairin eşi-dostu
tarafından tertip edilenler de bilinmektedir. Divanlarını kendi tertip eden
şairlerimizde Allah'a hamd ve senâdan sonra Peygamber'e salât ve selâmla
eserlerine başladıklarını görürüz.
Divanlarda
na‘tleri en sık gördüğümüz yerler münâcât kısmından sonrasıdır. Şairler
na‘tlerine yer verdikleri bu bölümde daha çok kasîde nazım biçimini
kullanmışlardır. Kasîde nazım biçimiyle yazılan na‘tlerde, nesib ve girizgâhtan
sonra Peygamber Efendimizin övgüsü yer alır. Peygamberimizin isim ve
sıfatlarını saydıktan sonra, kâinatın O'nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı,
mi‘râcı ve mucizeleri, diğer peygamberlerden üstün oluşu anlatılır. Son kısma
doğru ise şairlerin şefâat istekleri dile getirilir. Tüm bunlar anlatılırken
şairler ayet ve hadisleri de yerli yerince kullanırlar. Divanlarda şiirlerin
uzunluğunun da göz önünde tutulduğu hatırlanacak olursa, gazellerin yer aldığı
bölüme geldiğimizde yeniden muhtevaya yönelik bir tasnifin yapıldığı; tevhid,
münâcât ve na‘t türünün hurûf-i hecâya göre tertip edildiği görülmektedir.
Gazellerde kafiye harfi değiştikçe de şairlerimiz ilk, gazelin na‘t olmasına
özen göstermişlerdir. Tüm şairlerimizin bu hususiyetleri aynen yerine
getirdiğini söylemek elbette ki mümkün değildir.
"Gazellerde Hz. Peygamber na ‘tı daha sade bir dil ve samimi bir
üslupla ele alınırken; dikkatimizi çeken bir husus da bazı gazellerin âşıkâne
birer şiir gibi görüldüğü, ancak son beyitte gazelin na ‘t olduğunun
farkedilmesidir." ...
"Zîrâ, âşıkın sevgiliye bağlı olduğu gibi ümmeti de Hz.
Peygamber'e bağlıdır. Diğer yandan divandaki sevgilinin öncelikle fizikî
unsurlarıyla ve zâlim, cefâkâr karakteriyle ele alınması yanında; Hz.
Peygamber'in bedenî vasıflarının anlatılması, ama ahlâk yönüyle müsbet,
merhametli bir sevgili olarak tarifi âşıkâne gazel görünümündeki na‘tları
tanımamıza yardımcı olmaktadır. "205
Na‘t muhtevasındaki gazeller kısmında Hz. Peygamber'in ne şekilde
işlenildiğini görüyoruz. Bunun dışında yukarıda isimlerini zikrettiğimiz nazım
şekilleriyle de na‘t türünün işlenildiğini görmekteyiz.
1.2.4.
Na‘tlerden Müteşekkil Divan
Yazma Geleneği
Şairlerin kalbinde
mayalanıp dillerinde mükemmel hale gelen na‘tler, asırlardır binlerce şairin,
yüzlerce alimin, onlarca devlet adamının dillerinden O'na medhiyyeler olarak
dile getirilmiştir. Bu dile getirişin, yer yer bendsiz bir akarsu misali önü
alınamamış; insanlık, bildiği bütün güzellikleri bir buket misali O'na sunmak
istemiştir. İşte bu na‘tlerin bir divan yekûnu tutması ya da bir buket misali
en nâdide olanlarının derlenmesi bu iştiyâkın dışavurumu olsa gerektir.
Divanlardaki
tertip hususiyetinin gereği olarak tevhid ve münâcâttan sonra na‘t yazımının
bir gerekliliği oluşturması na‘tlerin da sayısını hayli artırmıştır. Özellikle
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda şairlerimiz çokça na‘t yazmıştır. Şairlerimizin bir
kısmı ise, yazdıkları na‘tleri kafiyelerine göre alfabetik sırayla düzenleyerek
sadece na‘tlerden oluşan divanlar meydana getirmişlerdir.[205]
[206]
Bayramiyye
tarikatı şeyhlerinden Himmetzâde (Abdî)'nin Divan'ı, klasik şiirimizin
en çok na‘t yazan şairleri arasında yer alan Nazîm'in Divan-ı Belâgat-
Unvân-ı Nazîm'i, İsmail Beliğ'in Seb ‘a-i Seyyâre'si, Neccârzâde
Rızâ'nın Divan'ı, Salâhî'nin ve Fâik'in Divan-ı Nu‘ût'u,
na‘tlerden oluşan divanların Tanzimat öncesi örneklerindendir.[207]
Mecmua,
kelime anlamı olarak "dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak"
anlamındaki cem ‘ kelimesinden türemiş ve "bir araya getirilmiş,
toplanmış" anlamına gelen mecmû ‘ kelimesinden gelmektedir.[208] Edebî bir terim olarak ise
mecmua, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli hacimlerdeki metinlerin ve
risâlelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan eser anlamında
kullanılmaktadır.[209]
Kelime
günümüzde dergi manasında kullanılmakla birlikte, geçmiş dönemde içinde seçme
şiir ve yazıların bulunduğu defterler manasında kullanılmaktaydı. Bu
mecmuaların edebiyatımızdaki ilk seçkiler ve antoloji kitapları olduğunu
söyleyebiliriz.[210]
Mecmualar bir
el kitabı özelliği taşıdığından çok okunur olup kitap yazmaktan kaçınan
müellifler tarafından tercih edilen iddiasız eserlerdir.[211]
Kültürümüz açısından önemli özellikler barındıran mecmualar, farklı
türden metinleri ihtiva ettiği gibi tek bir türün eserlerinin toplamından da
oluşabilmektedir. Fakat daha ziyade ilmî sınıflandırma veya türe ya da biçime
yönelik bir sınıflandırma yoluna gidilmiştir. Mecmuâtü'l-ehâdîs, mecmuâ-i
tevârih, ilmî bir sınıflandırmayı; mecmuâ-i kasâ’id, mecmuâ-i gazeliyyât
biçimsel sınıflan-dırmayı; mecmuâtü'n- nezâ’ir, mecmuâ-i nu‘ût gibi örneklerse
türe ait bir sınıflandırmayı göstermektedir. Bunlardan başka şiirlerin
toplunmasıyla oluşturulmuş mecmua-i eş‘âr ve farklı şairlerin divanlarından
oluşan mecmuâ-i devâvin gibi farklı gruplandırmaları görmek mümkündür.
Edebiyatımız
içerisinde bu mecmualardan en sık karşılaştığımız ise şiir mecmualarıdır.[212] Şiir mecmualarını da beş
başlık altında incelemek mümkündür:
1.
Şiirlerin şekil
özelliklerine göre oluşturulmuş şiir mecmuaları,
2.
Şiirlerin konularına göre
oluşturulmuş şiir mecmuaları,
4.
Şairlerin mensubiyetine
göre hazırlanmış şiir mecmuaları,
5.
Herhangi bir ilgi
gözetmeksizin belirli şairlerin şiirlerini/divanlarını bir araya 213
getiren mecmualar.
Na‘t
mecmuaları, bu sınıflandırma içerisinde konularına göre oluşturulmuş şiir
mecmuaları içerisinde yer alıp, na‘tlerden oluşan “Nu‘ût-ı Nebeviyye
Mecmuaları”nda mürettipten daha önceki dönemde yaşamış veya aynı dönemde
yaşayan şairlerin na‘tleri toplanmıştır. Farklı nazım şekillerindeki na‘tler
tercih edilmekte ve dönemlerinde başarılı görülen veya na‘t-gû olarak şöhret
yapmış şairlerin na‘tlerine yer verilmiş, na‘tler şairlerin alfabetik sırasıyla
yer almıştır.[213] [214]
Bu mecmualar
edebiyat tarihimize, özellikle de na‘tlerle ilgili çalışan araştırmacılara
kaynaklık etme açısından şüphesiz ki en büyük ana kaynak özelliğindedir. Birer
seçki mahiyetinde olan bu eserler, günümüz şiir antolojileri özelliği
taşımalarının yanı sıra, içerisindeki na‘tlerin da kalıcılığını sağlamıştır.
Zira hayattayken eserini tertip edemeyen ya da şiirleri müstensihler tarafından
istinsah edilmeyen şairlere, bu tarz nu‘ût ya da şiir-nazîre mecmualarında
tesadüf edilmiştir. Bu eserler devrin şiir zevkini, şairlerin eğilimlerini ve
birbirlerine nazîre yazanlar içinse; bakış açılarını vermesi hasebiyle
önemlidir.
Günümüze kadar na‘tlerle ve na‘t mecmualarıyla alakalı yapılmış olan
akademik çalışmalar neticesinde bu mecmuaların sayısının dokuz olduğunu söylemek
mümkün görünmektedir.[215] Bu dokuz mecmuadan sekizi el
yazması, biri matbu eser olmakla; ikisinin istinsah tarihi bulunmamakta, biri
XVII. yüzyılın sonunda, biri XVII. yüzyılın sonu ile hemen başında, biri XVII.
yüzyılın ilk yarısında, biri XIX. yüzyılda, biri XIX. yüzyılın başında, biri
XIX. yüzyılın sonunda ve matbu olan eser de yine XIX. yüzyılda tertip
edilmiştir.[216]
TANZİMAT SONRASI TÜRK EDEBİYATINDA NA‘T
Türk kültür
tarihinde iki önemli kırılma noktası olmuştur. Bunlardan ilki İslâmiyet'in
kabulü, diğeri de XIX. yüzyılda artık tohumlarını vermeye başlayan Türk
toplumunun yüzünü Batıya dönme, Batı kültür ve medeniyeti dairesine girme
hareketidir. Bu hareketlerden ilki toplumumuzun din değiştirmesiyle devlet
yönetiminden edebiyata, mûsikîden mîmarîye kadar pek çok alanda etkisini
göstermiştir. İkincisi ise toplumda dinden bir müddet kopma sürecini
beraberinde getirmiştir. Bu bir müddet dinden kopuş tahsilini Batıda tamamlamış
ya da bir şekilde yolu ya da gönlü batıya düşmüş bir grup tarafından topluma
benimsetilmeye ve dayatılmaya çalışılmak istense de bu durum geniş halk
kitlelerinde pek itibar görmemiştir.
Tanzimat’tan
çok daha öncesinde başlamış olan ve 1950’lere kadar resmî ideolojinin önemli
bir parçasını teşkil eden yenileşme hareketleri için “çağdaşlama”dan daha çok
“Batılılaşma” tabiri kullanılmıştır.[217]
Batı toplumlarının bu kadar gelişmiş olmasının arkasında yatan temel gücün ilim
ve fen olduğunu düşünen Batı’yı görmüş Türk entelektüelleri, Osmanlı toplumunun
ilerlemesinin yalnızca bu yolla olacağına inanmışlardı. Bu düşünce de İslâm
anlayışının egemen olduğu Osmanlı toplumunda materyalizmin ağırlık kazanmasına
sebep olmuştur. Gelişme ve değişmeyi bir çeşit ilericilik ve gericilik
mücadelesi olarak gören Batılılaşma taraftarları, kuralları din tarafından
belirlenen bir yapıda İslâmiyet’in toplumda oynadığı rolü ikinci plana
düşürmeye çalışmışlardır.[218]
“Terakkiyât-ı
cedide” dönemin sihirli deyimi haline gelmiş, zihniyet alanındaki değişimle
birlikte sanattan edebiyata, giyimden mimariye kadar Batılılaşma yanlısı bir
değişim meydana gelmiştir.[219] Yankısını en fazla kültürel
alanda hissettiren bu yeni durum, sanatta da klâsik ifade biçimlerinin yerini
Batılı olanlara bırakma şeklinde tezahür etmiştir. Eğitim alanında ise Batı
tipi eğitim kurumlarının yaygınlaşmasıyla içinden çıktıkları toplumla değer
çatışması yaşayan bireyler yetişmiştir. “Bir tek medeniyet var, o da Avrupa
medeniyetidir.” anlayışı zihinlerine kazınmış genç dimağlar, güya ilerlemenin
önünde engel olarak gördükleri din kurumuna ve geleneksel değerlere karşı
topyekün bir mücadele başlatmışlardır. Bu yolda Dozy gibi müsteşrikler ve
onların içimizdeki muhibbi olarak öne çıkan Abdullah Cevdet büyük rol
oynamışlardır. Abdullah Cevdet’in Dozy’den çevirdiği Tarih-i Islâmiyye
(1908) adlı eser, doğrudan dine ve dinin kutsal saydığı değerlere saldırmıştır.
1920’li yıllara geldiğimizde tekke ve zâviyelerin kapatılması ve ardından Harf
İnkılâbı gibi iki önemli adım din ve eğitim arasındaki bağlantıyı tamamen
kesmiştir. Osmanlı’nın ve akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşma
yanlısı tututumunu tenkit eden bakış açıları ise, Mümtaz Turhan ve Ali Fuat
Başgil’in yazılarıyla ancak 1950 sonrasında ortaya çıkabilmiştir.[220]
Edebiyatımızda Batılılaşma hemen her zaman siyâsî
Tanzimat hareketiyle beraber düşünülmüş ve edebiyatta bu yeniliği Şinasi ile
başlatmak yaygın bir usul halini almıştır.[221]
Edebiyatta Batılılılaşmayı ise Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’na (3 Kasım 1839)
bağlamak mümkün olmayıp, bu mesele edebiyat tarihçileri arasında tartışılmıştır.
Tanzimat’ın bir dönem adı olduğu, bir edebiyat adı olarak anılmasının problem
teşkil ettiği, zaten edebiyat için sınırları tayin edilmiş kesin bir devrenin
mümkün olamayacağı, zamanı Tanzimat devresine rastlayan bir edebiyat yerine
varlık sebebi doğrudan doğruya Tanzimat olan bir edebiyat düşüncesinin
yanlışlığı, Tanzimat’ın idarî-hukukî-siyâsî bir hareket olduğu, getirdiklerinin
can ve mal güvenliği olup fikir ve neşir hürriyeti olmadığı, Avrupaî unsurların
bu dönemden daha önce toplum hayatına girdiği, yenilikleri meydana getiren
âmilin gerçekte var olan zihniyet değişimi olduğu, bu ferman olmasa da
edebiyatımızın Batı edebiyatıyla yine tanışacağı ve Tanzimat’ın asıl rolünün
kendinden evvel başlamış bulunan yenilik hareketlerinin daha da gelişip yerleşmesine
hizmet ettiği beyan edilmiştir.[222] Tanzimat sonrası
edebiyatımızda divan edebiyatı ananelerinden giderek uzaklaşmayı ve klâsik
edebiyatın verimleri yerine Batılı türlerin girmesini görürüz. Yalnız yine de
asrın sonuna kadar divan şiiri tarzıyla ve şekilleriyle ürünler vermeye devam
edilmiştir. Batıdan ithal felsefî düşüncelerin dinî duygu ve inançlara
yansıması bu dönem edebiyatının ilk dikkat çekici ismi olan Şinasi’de
yansımasını bulmuştur. Aklın yüceltilmesini ve şüpheciliği temel prensip olarak
benimseyen yeni şiir bu
yönüyle klâsik
şiirden ayrılmaktaydı. Şinasi’nin dinî duygularda yaşadığı tereddütün ilk
dışavurumu olarak Mustafa Reşit Paşa için yazdığı kasidede Hz. Peygamber’e ait
sıfatlarla Paşa’yı övmesini görürüz.[223]
XIX. yüzyılın ikinci yarısına tekâbül eden ve geçmiş edebiyat birikimi, dünya
görüşü ve estetik algılayışla taban tabana zıt olan bu yeni edebî mahsuller
kendinden önce yazılanlardan tamamen başkadır. Başka bir dünya algısı, yaratıcı
düşüncesi ve insana başka bir bakış.
Son bir buçuk
asırlık dönemde sloganları "yeni" ve "değişim" olan bu
edebiyat hep bir önceki anlayışı eleştirerek kendini var edeceğini düşünmüştür.
Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünûn, Millî Edebiyat, Birinci Yeni ve İkinci Yeni
vb. Bununla birlikte geleneğin devamı için uğraşan, bu anlayışla eser veren,
geleneksel damarlarıyla bağlarını koparmayan isimler de olmuştur. Türk
edebiyatının Tanzimat'tan sonra yaşadığı ve hâlen yaşamaya devam ettiği
değişime rağmen geleneğin devamı mahiyetinde eserler veren ve çabaları geleneğe
bağlılık olan isimlerden bahsetmek mümkündür. Tanzimat’tan 1950’lere kadar
yaşanan divan şiiri geleneğinden kopuş süreci, özellikle bu dönemden sonra
tersine dönmeye başlamıştır. Bahsi geçen dönemle birlikte bir kısım şairlerimiz
aşağılanan, reddilen, görmezden gelinen eski tarihsel kültür birikimimizi
keşfetmeye, ondan beslenmeye, yararlanmaya başlamışlardır.[224]
Burada eski tarihsel birikimlerimizi gelenek olarak adlandırmakta, bundan da
maksadımızın divan şiiri olduğunu söylemekte fayda vardır. Gelenek kavramıyla
estetik manada kastedilenin ise, tenzih ve tevhit ilkelerine dayalı İslâm
estetiğinin hâkim olduğu bir zeminde boy veren şiir maceramızın, yani divan
şiirinin bize dönük yüzüdür.[225] Elbette ki 1950’lere gelene
kadar farklı görünümler altında, farklı dozlarda geleneğin bir yerlerden hemen
her zaman uç verdiği, varlığını şu veya bu seviyede devam ettirdiği
muhakkaktır.[226]
Yeni edebiyat dönemindeki yaşanan değişim ve başkalaşıma rağmen yakın
dönem ve günümüz edebiyatında Hz. Peygamber her daim önemli bir konu olarak
işlenmiştir. Bu işleyiş geleneğin devamı olarak görülebileceği gibi, işleyiş
sırasında büyük oranda geleneğe bağlı kalınmasına rağmen; muhtevanın, kelime
kadrosunun ve en önemlisi Peygamber algısının değiştiğini söylemek mümkündür.
Bu değişim na‘tlerin muhtevasında ziyadesiyle görülebilmektedir. Yapmış
olduğumuz çalışmayla divan şiiri formunda yazılmış olan bu metinleri inceleme
fırsatı bulmuş olacağız.
2.1.
TANZİMAT'TAN BUGÜNE DİVAN
TERTİP HUSUSİYETİNDE NA‘TLERİN YERİ
Edebiyatımızda
Tanzimat sonrasında da hem isim hem de muhteva olarak na‘t türünün devam
ettiğini söylemek mümkündür. Modern anlayışla ve serbest bir şekilde eserlerini
verenler bir yana; geleneksel anlayışı sürdüren şairler, hayatlarına yansıyan
kültürel birikimleri gelenekte var olan nazım şekilleriyle ve na‘t muhtevasıyla
devam ettirmişlerdir.
Bu yansıma
kendini gelenekleşmiş olan divan tertibinde de devam ettirmiştir. Kimi şairler
divanlarını yaşadıkları dönemde tertip ederken kimilerinin divanlarıysa
ölümlerinden sonra başkalarınca tertip edilmiştir. Nazım şekillerinin uzunluğu
hiyerarşisi gözetilerek oluşturulan divanlarda, na‘t türünün muhtevasına uygun
nazım şekli kaside olsa da şairlerimiz daha çok gazeli tercih etmişlerdir.
Klâsik tertibe göre mukaddime, tevhid ve münâcâttan sonra yer alan na‘t
örneklerini görmekle beraber, na‘tlerin divanların farklı bölümlerinde yer
aldığını da söyleyebiliriz. Bununla birlikte Şeyhülislâm Yahyâ, Nefi, Şeyh
Gâlib, gibi isimlerin divanlarına na‘tla başladıkları da görülmektedir.
Nedîm'in divanında ise tevhid, münâcât ve na‘t türlerinin hiçbiri bulunmaz.
Bu tertip ve
zaman zaman gelenekleşmiş tertibin dışına çıkma eğilimi bilinçli bir tercihin
göstergesidir. Şairler burada kendi tasarruflarını kullanmışlardır. Tertip
hataları bulunan divanlar var olmakla birlikte, birçok araştırmacının
zannettiğinin aksine bu örnekler birer tertip hatası değildir. Zira XVIII.
yüzyıldan itibaren gelenekli tertibi bozulmuş divan örneklerini veren kişilerin
müderris, Enderunlu ve kâtip oluşu bunun hata dışında bir seçim olduğunu
göstermektedir.[227] Şeyh Galib divanında da bir
musammattan başka bazı tarih kınalarıyla gazellerin kasideler arasına
yerleştirildiğini görmekteyiz.[228] Leskoçalı Galib de
divanınında farklılığa gitmiş ve divanına kıt‘a ile başlamıştır.[229] Bu seçim, kimi mürettipler ve
ilk dönem cumhuriyet nâşirleri tarafından bir müstensih hatası olarak görülüp
eserler yayımlananırken gelenekli tertibe göre yayımlanmışsa da bunun bir
yenilik hareketi olduğu görüşünü savunanlar da olmuştur.[230]
Yukarıda
bahsi geçen durumları da göz önünde bulundurarak Tanzimat sonrası divanlarına
bakacağımız zaman karşımıza çıkan ilk problem, na‘tlerıne ulaştığımız şairlerin
hepsinin kendi divanının ya da müstakil eserlerinin olmayışıdır. Dolayısıyla da
na‘tleri ya üzerlerine yapılmış çalışmalardan ya da son dönem na‘t
antolojilerinden Latin harfli şekliyle bulmak mümkün olmuştur. Harf İnkılâbı
öncesinde İslâm harfleriyle yazılmış ve yayımlanmış eserlerde de, hele ki şair
ölmüşse, ikinci problem olarak müstensihin ya da matbaanın müdahalesini görmekteyiz.
Tüm bu
problemlerden sıyrılarak incelediğimiz eserlerde divan tertibinin ve na‘tlerin
divanlardaki yerinin Tanzimat sonrasında da büyük ölçüde değişmediğini söylemek
mümkündür. Ölümünden üç yıl sonra 1851 yılında divanı el yazması olarak tertip
edilen Leylâ Hanım'ın eserine münâcâtla başladığı ve na‘tla devam ettiği
görülür.[231] Kendileri hayattayken
divanları matbu olarak basılan ve eserlerinin tashihlerini görmeleri kuvvetli
ihtimal olan Abdulkadir Gulâmî[232] (1874) ve Hâfız Muhammed
Sebâteddin[233] (1891) de divanlarını
geleneksel tertibe uyup münâcât ve na‘t sıralamasına göre düzenleyenlerdendir.
Bunlardan başka 1863 yılında ölen ve divanı 1876'da matbu olarak basılan
Bayburtlu Zihnî'nin[234] eserine münâcâtla başladığı,
ardından mi‘râciyye ve na‘tla devam ettiği; ölümünden on dört yıl sonra 1875'te
divanı matbu olarak basılan Şeref Hanım Divanı'nın[235]
Allah'tan yardım ve eserini himâye mahiyetinde birkaç beyitle başladığı ve
sonrasında münâcât, tevhid ve na‘tla devam ettiği; Eseri 1888 yılında matbu
olarak basılan Yenişehirli Avni Bey Divanı'nın[236]
münâcâttan sonra na‘tla devam ettiği; 1849 yılında ölen ve divanının ikinci
baskısı 1905'te matbu olarak yapılan Kuddûsî Divanı'nın[237]
da münâcâttan sonra na‘tla devam ettiği görülür.
Divanları üzerine çalışma yapılan Osman Nevres (ö.1876), Osman Şems
(Ö.1893), Âdile Sultan (ö.1899), Dağıstanlı Dehrî (ö.1914) ve Harf İnkılâbı
sonrasında eserlerini İslâm harfleriyle mi Latin harfleriyle mi yazdıklarını
bilmediğimiz -ama bu dönemde de İslâm harfleriyle yazan isimlerin olduğu
bilinmektedir- Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi (ö.1956), Muharrem Hilmi Efendi
(Sırrî) (ö.1964) ve Hüseyin Şemsi Ergüneş (Ö.1968) gibi isimlerin eserleri
geleneksel tertibe göre düzenlenmiştir. Yalnız yukarıda bahsettiğimiz nâşir
müdahalesi elbette ki burada söz konusu olabilmektedir.
2.2.
TANZİMAT SONRASI NA‘TLERDEN
MÜTEŞEKKİL DİVAN
YAZMA
GELENEĞİ
Şairlerimizin
divanlarını tertip ederken tevhid ve münâcâttan sonra na‘tlere yer
verdiklerinden bahsetmiştik. Şairlerin Hz. Peygamber'i bu denli yoğun olarak
şiirlerine konu edinmesi, bu türün müstakil divanlarının oluşmasına zemin
hazırlamıştır. Özellikle XVII. yüzyılın sonlarından sonra bir çok nu‘ût divanı
örneğini görmekteyiz. Na‘tlerin bu denli artmasının önemli sebepleri arasında;
Hz. Peygamber'i övme isteği, Peygamber'in şefâatine nâil olma, Hz. Peygamber
sevgisi, Peygamber'e salâtın emredilmesi gibi ana sebeplerin yanında divanların
gelenekleşmiş yapısı içerisinde na‘t barındırması gerekliliğini de sayabiliriz.
Nu‘ût
divanlarının günümüze kadar tespit edillenlerinin sayısı dokuzdur. Bu
divanların altısının müellifinin ölüm tarihi ve te‘lif tarihleri Tanzimat'tan
(1839) önceki döneme rastlamaktadır. Bunlar Himmetzâde'nin (Abdî) Dîvân'ı
(t.1676- ö.1710), Klâsik Türk şiirinin en çok na‘t yazan ismi Yahya Nazîm'in Dîvân-ı
Belâgat-Unvan-ı Nazîm'i (t.1687-ö.1727), Bursalı İsmail Beliğ'in Seb‘a-i
Seyyâre'si (ö.1729), Neccârzâde Rızâ'nın Dîvân'ı (ö.1746), Salahî-i
Uşşâkî'nin Dîvân-ı Nu‘ûfu (ö.1783), Ömer Fâik'in Dîvân-ı Nu ût'udur
(t.1829/30-ö.1829-30).[238]
Tanzimat
sonrasında da na‘tlerden müteşekkil divan yazma geleneğinin devam ettiğini
söylemek mümkün olsa da bu geleneğin örnekleri XX. yüzyıldan sonra tespit
edilememiş ve örneklerine rastlanmamıştır. Muhtemeldir ki bu geleneği XIX.
yüzyıla kadar taşıyan da hâlâ geleneğin terbiyesiyle yetişen nesillerdir.
Ölüm tarihi
1859 olan Nazîfin Dîvân'ı bu dönemde karşımıza çıkan ilk eser
sayılabilir. Nazîften sonra karşımıza çıkan ikinci isim ise Et-Tevessülâtü'l-Fevziyye
fi'n-Nu‘ûti'n-Nebeviyye adlı eseriyle Mehmed Fevzî Efendi'dir (ö.1900). Bu
eser ilki 1885-86, ikincisi ise 1900-01 olmak üzere iki kez yayımlanmıştır.
Mehmed Fevzî Efendi'den sonra bu geleneğin son örneği olarak Mehmed Tevfîk
Çerkeşşeyhîzâde'nin (ö.1899) Kasâid-i Tevfîk olarak bilinen eseridir.
Eserin ilk baskısı 1866 yılında Mısır'da, ikinci baskısı üç yıl sonra
1869-70'te Şam'da, üçüncü ve dördüncü baskısı ise 1886-87 ve 1890-91 yıllarında
İstanbul'da yapılmıştır.[239]
Bu tarihten ya da Cumhuriyet veya Harf İnkılâbı'ndan sonra divanını
veyahut kitabını sadece na‘tlere ve özelde klâsik biçimde yazılmış na‘tlere
ayıran isimlere tesadüf edilememiştir.
2.3.
NU‘ÛT MECMUALARINDAN NA‘T
ANTOLOJİLERİNE
Edebiyatımızın
klasik döneminde seçme şiirlerin bir araya getirilmesiyle oluşan
"mecmûa" adı verilen eserler, 1930'lu yıllardan sonra antoloji adıyla
anılmaya başlanmıştır.[240] Evveliyatında mecmuadan başka
cönk, müntehabât, gülzâr, güldeste, gülşen gibi adlandırmalar da
kullanılmıştır. Genellikle aynı mesleğe mensup sanatkârların eserlerinden
oluşan mecmualar derleyenin ve toplumun zevkini yansıtmaları açısından
mühimdirler. Antolojilerin klâsik edebiyatımız içerisindeki ilk örnekleri
sayabileceğimiz nazîre mecmuaları ve şuarâ tezkirelerinde de eserlerin
yazarları hakkında bilgi bulabilmekteyiz. Bu özellik günümüz antolojilerinde de
zaman zaman görülmektedir. Na‘t mecmuaları ve günümüz antolojilerindeki bir
diğer ortak nokta ise; her ikisinde de na‘tlerin yanı sıra tevhid, münâcât ve
mi‘râciyye gibi türlerin bulunmasıdır.[241]
Modern
anlamda kullandığımız antoloji kelimesiyle uyumlu eserler Tanzimat sonrası
edebiyatımızda ortaya çıkmıştır. Bu dönemden önce mecmua ve benzeri eserlerin
derlenmesindeki amaç "koruma ve saklama" iken, Tanzimat'tan sonra öne
çıkan amaç "seçme ve ayıklama"dır.[242]
Ziya Paşa'nın Harâbât (1874) adlı eseri, Tanzimat sonrası edebiyatımızda
antolojilerin ilk örneği kabul edilmekle beraber; o günkü eserler 1930 yılına
kadar müntehâbât, gülşen, gülzâr, güldeste gibi isimlerle karşılanmaya veya bu
kelimelerden oluşan tamlama grubu ile adlandırılmaya devam etmiştir.[243] Cumhuriyet döneminde antoloji
kelimesini ilk olarak kullanan kişi, Türk Edebiyatı Antolojisi[244] eseriyle Ali Cânip olmuştur.
1934 yılında da M. Fuad Köprülü'nün Eski Şairlerimiz-Divan Edebiyatı Antolojisi
adlı eserini görmekteyiz. Bu yıllardan sonra edebiyatımızda antoloji sayısında
hayli artış olmuştur.
Genellikle
şahsî seçimlerden ya da ideolojik tutumlardan yola çıkılarak oluşturulan
antolojiler, çeşitli sınırlılıkları da içlerinde barındırmaktadır. Antolojiler
hazırlanırken birçok kıstas gözetilerek farklı türlerde antolojiler
hazırlanmakadır:
1.
Genel Antolojiler (Türk
Şiiri Antolojisi, Divan Şiiri Antolojisi)
2.
Dönem ya da Ekol/Okul
Antolojileri (Servet-i Fünûn Antolojisi)
3.
Tematik Antolojiler (Aşk
Şiirleri Antolojisi, Gurbet Şiirleri Antolojisi)
4.
Kişi İçin Hazırlanan Antolojiler
(Atatürk Şiirleri Antolojisi)
5.
Türlere/Şekillere Göre
Hazırlanan Antolojiler (Na‘t Antolojileri, En Güzel Koşmalar)
6.
Kavram Antolojileri (Barış
Şiirleri Antolojisi)
7.
Mısra/Dize/Beyit
Antolojileri (Divan Edebiyatından En Güzel Beyitler)
8.
Yerel Antolojiler (İstanbul
Şiirleri Antolojisi)
9.
Seçene ya da Seçilene Göre
Derlenen Antolojiler (Okuyucuların Seçtiği Şiirler Antolojisi, Namık Kemal
Antolojisi)
10.
Şairlerin Kimliğine Göre
Hazırlanan Antolojiler (Kadın Şairler Antolojisi, Asker Şairler Antolojisi)
11.
Çeviri Şiir Antolojileri
(Batı Edebiyatından Seçmeler)
12.
Şiir Yıllıkları (Adam Şiir
Yıllığı 1997)[245]
Cumhuriyet ve
Tanzimat öncesi dönemde nu‘ût-ı Nebeviyye mecmualarıyla karşılanan na‘tleri
derleme geleneği, Tanzimat sonrasında hatta daha da gelişmiş şekliyle Cumhuriyet
döneminde na‘t antolojileri formuyla karşımıza çıkmıştır. Tanzimat'la birlikte
sosyal hayatta ortaya çıkan değişim, toplumda ağırlığı olan "din
müessesesinde" kendini daha çok belli etmiştir. Giderek uhrevî olandan
uzaklaşan ve sekülerleşen toplumumuzda elbette ki edebiyatımızın da
sekülerleşmesi kaçınılmaz olandır. Bu uzaklaşmayla birlikte na‘t yazımının
şairlerimiz arasında azaldığını söyleyebiliriz. Bunun birçok sebebi olmakla
beraber birinci bölümde bahsettiğimiz şairleri na‘t yazmaya yönelten sebeplerin
ve ortamın zayıflamış olması en önemli etkendir.
Tüm bunlara
rağmen Tanzimat ve Cumhuriyet sonrasında, hatta günümüzde şairlerimiz
şiirlerinde Hz. Peygamber'i konu edinmeye ve na‘t yazmaya devam etmişlerdir. Bu
şiirlerin yer aldığı antolojiler içerisindeki na‘tlerden bizi ilgilendirenler
ise; modern dönemde de geleneğin söyleyişini muhteva ve biçim olarak devam
ettiren Ahmet Remzi Akyürek, Alvarlı Muhammed Lütfi, Mustafa Âsım Köksal, Ali
Ulvi Kurucu gibi isimlerin yer aldığı çizgidir. Söz konusu antolojilerde bu
çizginin dışında bir tarafta halk şiiri tarzında, diğer tarafta serbest ölçüyle
yazan modern çizgideki şairleri görmek de mümkündür. Ayrıca son dönemde ortaya
çıkan bu na‘t antolojilerinin klâsik dönemdeki na‘t antolojilerinden farklı bir
yönü, hanım şairler tarafından yazılmış na‘tleri da ihtiva etmesidir.[246]
Son
örneklerini XIX. yüzyılın sonlarına doğru gördüğümüz na‘t mecmualarından sonra
ancak 1960'larda na‘tleri derleyen antolojileri görmemiz mümkün olmuştur. Yayım
tarihleri göz önünde bulundurulduğunda ise son yirmi yıla kadar birkaç tane
olan bu antolojilerin 1990'dan sonra sayısının epeyce arttığı görülmektedir.[247] Bu artışta hem toplumun
dinamiklerinde bulunan dini rahat yaşama arzusu ve özlemi hem de siyasal
iktidarların bu özleme imkân tanıması önemli bir unsur olsa gerektir. Zira XX.
yüzyılın başında başlayan na‘t yazımındaki durağanlık ancak 1960 döneminde sona
erebilmiş, na‘t yazımına tekrar rağbet gösterilmesi ise 2003 sonrasını
bulmuştur. 1962 senesinden 2003 senesine kadar 9 antoloji tespit edilmişken,
2003 senesinden 2013 senesine kadar 17 antoloji tespit edilmiştir.
Bu antolojilerin hazırlanışındaki amaç en güzel
na‘t örneklerini bir araya getirmek olsa da antolojileri hazırlayanların çoğu
zaman işin ehli olmadığı görülmektedir. Bazı antolojilerde ise na‘tlerin
seçimindeki kıstas anlaşılamamakta, derleyenler kendilerine yakn gördükleri ya
da kendi beğendikleri isimlerin daha fazla na‘tine yer verirken; toplum
nezdinde en çok kabul gören na‘t örneklerini pek dikkate almamaktadırlar. Bazı
na‘t antolojileri ise birbirinin kopyası mahiyetinde olup hazırlanışlarında
herhangi bir düzen görülmemektedir. Öyle ki son dönemde toplumun dinî
duygularını istismarı amaçlayan kimi yayıncılar, hafta sonu internet
taramasıyla hazırlattıkları na‘t antolojilerini piyasaya sürmektedirler. Son
dönem antolojileri içerisinde ilmî kaygı ve edebî titizlikle hazırlanan eserler
ise; Fevziye Abdullah Tansel, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Emine Yeniterzi
ve İsmail Çetişli’nin hazırlamış olduğu eserlerdir. İsimlerini bir tablo
halinde verdiğimiz na‘t antolojileri şunlardır:[248]
|
|||
|
Antoloji |
Hazırlayan |
Yayım Yılı |
1 |
Dinî Şiirler Tanzimat
Devri Edebiyatı |
Fevziye Abdullah
TANSEL |
1962 |
2 |
Hazret-i Peygamber’e
Şiirler Antolojisi |
Abdullah
Öztemiz HACITAHÎRO ĞLU |
1966 |
3 |
Gönül Pınarı |
Mustafa Necati BURSALI |
1979 |
4 |
Türk Edebiyatında
Na‘tlar (Antoloji) |
Emine YENÎTERZÎ |
1993 |
5 |
Peygamber Şiirleri |
Hasan Ali KASIR |
1997 |
6 |
Sevgililer Sevgilisine
Gül Kokulu Şiirler |
Adem ÖZBAY |
2003 |
7 |
Kâinâtın Efendisi’ne
Na‘t Antolojisi |
Ali BUDAK - Ali
BELBAĞI |
2004 |
8 |
Şefâ‘at
Yâ Resûlallâh - Sevgili Peygamberimize N a‘tler- |
Gülser KEÇECİ |
2005 |
9 |
Gül Hasreti |
Vedat Ali TOK |
2006 |
10 |
Efendimize Şiirler |
Abdullah ARIDORU |
2007 |
11 |
Adı Güzel Kendi Güzel Peygamberimiz’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Şiirler |
Sıtkı ÇOBAN |
2007 |
12 |
Türk Edebiyatında
Naatler |
Ahmet ÖZER |
2008 |
13 |
Sevgiliye Şiirler
-Naat Seçkisi- |
Sadık YALSIZUÇANLAR |
2008 |
14 |
Osmanlı Padişahlarından Hz. Muhammed’e Na‘tlar |
Züllikar GÜNGÖR |
2009 |
15 |
Yalansız
Şiirler -Son Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Övgüler- |
Ekrem ALTINTEPE |
2009 |
16 |
Hazreti Peygambere
Şiirler |
Mustafa AKGÜN |
2010 |
17 |
Gül Kokulu Mısralar
Na‘t-ı Şerifler |
Seval ALKAN |
2011 |
18 |
Şiir ve Naatlarla
Rahmet Peygamberi |
Mehmet Emin GERGER |
2012 |
19 |
Selam Olsun En
Sevgiliye Naatlar |
Ömer KARA |
? |
20 |
Şairin
Diliyle Hz. Peygamber (1860-2011) |
İsmail ÇETÎŞLÎ |
2013 |
Tablo
1: Şairlere Ait Na‘tlerden Oluşturulan
Antolojiler
|
||
|
Antoloji |
Yayım Yılı |
1 |
Tarih İçinde Hicret ve
N a‘tler Antolojisi |
1982 |
2 |
Günümüz Dilinden Hz.
Peygamber’e Naatlar Antolojisi |
1989 |
3 |
Kutlu Doğum Anısına
Na‘t-ı Şerif |
1996 |
4 |
Na‘t-ı Şerîf |
1999 |
5 |
Özlem Yağmurları |
2005 |
6 |
Mim Şiirleri
-Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Şiirleri- |
2011 |
Tablo
2: Na‘t Yarışmaları Sonucu Oluşan
Antolojiler
2.4. TANZİMAT'TAN
BUGÜNE DİVAN ŞİİRİ GELENEĞİNDE
YAZILMIŞ
NA‘TLERİN BİÇİM ÖZELLİKLERİ
İncelememize
konu olan 123 na‘ta şiirde dış yapının en üst birimi olan nazım şekli açısından
baktığımızda gazel, kaside, mesnevi, kıt‘a, nazm, murabba‘, muhammes, müseddes,
tahmîs ve terkîb-i bend nazım şekillerini görürüz. Bu nazım şekilleri
içerisinde na‘tin asıl kimliğine uygun olan kaside nazım şekli yerine
şairlerimiz daha çok gazel nazım şeklini tercih etmişlerdir. Bu nazım
şekillerinin tespiti sırasında yaşadığımız güçlük gazel nazım şekliyle nazm
nazım şeklinin kafiyelenişinin benzerliği olmuştur. Bu benzerlikte ayırıcı
nokta olarak mahlasın kullanılmamasını esas aldık ve mahlas kullanılmayan
şiirleri nazm başlığı altında değerlendirdik. Elbette ki mahlas kullanılmayan
gazellerin de var olduğu bilinmektedir.
Nazım
şekillerinin geçirdiği muhteva değişimi ise Tanzimat’tan çok daha önce başlamış
olup daha ziyade birini övme maksadıyla yazılan kaside türü, Ebûbekir Kânî’nin
(Ö.1791) “Sadâkat Kasidesi” ve Sünbülzâde Vehbî’nin (Ö.1809) ‘sühan kasidesi’,
Âkif Paşa’nın (ö.1845) ‘Adem Kasîdesi’ gibi örneklerle gelenekten ayrılırlar ve
kavramlar için de kaside yazıldığını gösterirler. Nesrin, hatta makalenin
muhtevasını kasideye sokan örnekler gelecek neslin şiir anlayışını etkileyecek,
sosyal düşüncenin ve bu düşünce doğrultusundaki kavramların şiire girmesine yol
açacaktır.[249] Tezimizde yer alan kasideler
ise Hz. Peygamber’i övmek maksadı ile yazılan bunun yanısıra devrin sosyal
durumuyla paralellik gösteren kavramları da muhteviyatında bulunduran şiirlerdir.
Bu şiirler arasında direkt kavramlar için yazılmış örneklere konumuz dâhilinde
olmadığı için yer verilmez.
Klâsik şiirimizde en çok kullanılan nazım şekli olan gazelin
amaçlarından biri de sevgiliye medhiye düzmektir. Tarih boyunca gelenek, kaside
ile gazelin arasını açmaya çalıştıkça şairlerin de kapatma gayretinde olduğu
görülür.[250] Kasidenin alanına girip
özellikle nesibleri taklit eden gazelin zamanla daha ciddi konulara yönelmeye
başladığı, hissin hâkimiyetinden çıkıp kendini fikrin ifadesi için bir vâsıta
olarak teslim ettiği ve kasidenin fonksiyonunu yüklendiğini söylemek mümkündür.[251] Tanzimat sonrası dönemde
gazelin bahsettiğimiz değişiklikleri zaman zaman yaşamasına rağmen; bizim
incelediğimiz metinlerde dikkat çeken, tıpkı gelenekte var olduğu gibi Hz.
Peygamber’i övmek için gazellerin kullanılmış olmasıdır. Nicelik olarak bu
kullanımda gazel nazım şeklinin daha çok rağbet gördüğü aşağıdaki tablodan da
anlaşılmaktadır.
İncelediğimiz metinlerin 75’inde gazel, 19’unda nazm, 8’inde murabba‘,
7’sinde kaside ve diğer örneklerde aşağıda verdiğimiz nazım şekilleri
kullanılmıştır. Örnekler arasında kaside nazım şekli için farklı olanlar; Ahmet
Remzi Akyürek’in (ö.1944) 28 ve Halil Nihat Boztepe’nin (ö.1949) 27 beyitlik
kaside nazım şekliyle yazılmış na‘tleridir. Gazel nazım şekli içinse Abdülaziz
Zihnî Efendi’nin (ö.1853) 4, Zîver Ahmed Sâdık Paşa’nın (ö.1860) 3 beyitlik
nâ-tamam gazelleri; Nâmık Kemal’in (ö.1888) 16, Senîh-i Mevlevî’nin (ö.1900)
18, Muharrem Hasbi’nin (ö.1914) 17, Dağıstanlı Dehrî’nin (ö.1920) 23 beyitlik
gazelleri beyit sayıları açısından farklılık gösteren örneklerdir.
Nazım Şekilleri |
|
Gazel |
75 |
|
|
Kaside |
7 |
|
|
Mesnevi |
3 |
|
|
Kıt‘a |
2 |
|
|
Nazm |
19 |
|
|
Murabba‘ |
8 |
|
|
Muhammes |
4 |
|
|
Müseddes |
3 |
|
|
Tahmîs |
1 |
|
|
Terkîb-i Bend |
1 |
Tablo
3: Na‘tlerde Kullanılan Nazım Şekilleri
Tanzimat
sonrası na‘tleri için başlık hususu -özellikle divanları olmayan ve üzerine
herhangi bir akademik çalışma yapılmayan şairlerin şiirleri için- hayli karışık
bir durumu beraberinde getirmektedir. Zira divan sahibi olmayan şairlerin
na‘tlerinin başlıkları ya da son dönemlere doğru matbaada basılan divanlardaki
na‘tlerin başlıkları, yayımcıların tasarrufu sonucu genellikle geleneğe
uyularak “na‘t” ya “da na‘t-ı şerîf’ şeklinde yazılmıştır. Hâl böyle olunca
şairlerin na‘tlerine ilk yazışta hangi başlığı koyduğunun tespiti
güçleşmektedir. Bu güçlük, eserleri akademisyenler tarafından neşredilen na‘t
başlıkları için de geçerlidir. Çünkü onlar da bu konuda nedense, kendilerinde
zaman zaman tasarruf hakkı görmüş, başlık yokken başlık koymuşlardır.
Bu iki
kaynaktan beslenerek oluşturulan ve dönemsel olarak antoloji başlığında
incelediğimiz eserlerde bu durum kendini çok daha açık bir şekilde
göstermektedir. Bir na‘tin başlığını hem “na‘t” hem de “na‘t-ı şerîf’ olarak
görmek mümkündür. Bu gibi örnekleri bırakın klâsik formda yazılmış ve
incelememiz içerisine dâhil olan na‘tlerde, modern na‘tler olarak nitelenen ve
herhangi bir ölçüye bağlı kalmadan yazan Necip Fazıl’ın[252]
ve Cahit Zarifoğlu’nun[253] şiirlerinde de uygulayanlar
olmuştur.
Klasik şiir geleneğimizde na‘tlere genel olarak “Na‘t-ı Şerîf” başlığı
verilmektedir. Fakat Medh-i Resûl, Na‘tü’n-Nebî, Na‘t-ı Peygamberi gibi
terkiplerin yanı sıra Peygamberimizin isim ve sıfatlarının kullanıldığı
“Der-Na‘t-i Seyyidi’l- Mürselîn ve Hâtemi’n Nebiyyin Muhammed Mustafâ”, “Der-
Na‘t-i Seyyid-i Kâinât Aleyhi Efdalü’s-Salavât” gibi övgü ve salavat ibâreleri
içeren başlıklar da görülmektedir.[254]
Yukarıda saydığımız başlık tespitinin güçlüklerine rağmen incelememizin
konusu olan ve büyük ölçüde geleneğin formlarına bağlı kalan 124 şiirin
başlıkları içerisinde en sık kullanılan başlığın yine “Na‘t-ı Şerîf” olduğunu
söylemek mümkündür. Bu şiirlerin 54’ünde “Nat-ı Şerîf’, 24’ünde “Na‘t” başlığı
en çok tercih edilen başlıklar olmuştur.
Bunun yanı sıra Tanzimat sonrası edebiyatımızın bütününde görülen tür
isimlendirmesinin bırakılıp şiire has bir ismin verilmesi na‘tlerin başlığında
da gözlemlenmektedir. İncelediğimiz na‘tler arasında gelenektekinden farklı
isimlendirmelere, edebiyat tarihçilerinin Tanzimat sonrası edebiyatının
başlangıcı olarak kabul ettikleri 1860 tarihinin öncesinde rastlansa da
bunların şairlerin kendi tercihi olduklarını söylemek zordur. Örneğin; 1849
yılında ölen Ahmed Kuddûsî’nin 1905 yılında matbu baskısı yapılan Dîvân-ı
Kuddûsî[255] adlı eserinden aldığımız
na‘tinde hiçbir başlık yokken, bu şiir hemen hemen bütün antolojilerde
redifiyle (Ümmetiyiz Biz) anılır olmuştur. Bu dönemdeki başka şairlerin
şiirlerinde de redifin başlık olması hususu görülür. Fakat İsmail Safâ’nın
(ö.1901) Huzmâ Safa[256] adıyla 1890 yılında
yayımlanan ve kendisi hayattayken eserini görmesi hayli kuvvetli bir ihtimal
olan “Yâ Muhammed” başlıklı na‘ti, gelenektekinden farklı olarak isimlendirilen
tespit edebildiğimiz ilk na‘ttir. Bundan önce ise redifiyle başlıklandırılan
na‘tler Âşık Şem’î’nin (ö.1839) “Alîlem Yâ Resûlallâh”, Leblebici Baba’nın
(ö.1874) “Meded”, Musa Kâzım Paşa’nın (ö.1890) “Yâ Resûlalâh”, isimli
na‘tleridir. İsmail Safâ’nın eserinden sonra Şair Eşrefin (ö.1912) “Mültecâsın
Yâ Resûlallâh”, Ali Emîrî Efendi’nin (ö.1924) “Serdâr-ı Resûlsün”, Mehmet Akif
Ersoy’un (ö.1936) “Bir Gece”, Ali Ekrem Bolayır’ın (ö.1937) “Yâ Muhammed”,
Kenan Rıfâî’nin (ö.1950) “Firkatin Nâriyle Yandım”, Alvarlı Muhammed Lütfî
Efendi’nin (ö.1956) “Enbiyâlar Serveri”, Yaman Dede’nin (Abdülkadir Keçeoğlu)
(Ö.1962 “Dahîlek Yâ Resûlalâh”, Hacı Muharrem Hilmi Efendi’nin (Sırrî) (ö.1964)
“Âşıkım Gül Yüzünü Görmeğe”, Hasan Basri Çantay’ın (ö.1964) “Sevdim Seni Hep”,
Hüseyin Şemsi Ergüneş’in (ö.1968) “Yâ Resûlallâh”, Ömer Nasuhi Bilmen’in
(Ö.1971) “Enîn Etmekteyim”, Faruk Nafiz Çamlıbel’in (ö.1973) “Sinâ’ya İnen
Nûr”, Ali Ulvi Kurucu’nun (ö.2002) “Sultanım Efendim”, Nuri Baş’ın (ö.2009)
“Gönül Bezminde”, Mustafa Küçükaşçı’nın (d.1978) “Sen Geldin Efendim”, İbrahim
Hakkı Uzun’un (d.1979) “Lutfunla Günahkârı Kapından Uzak Etme!”, Recep
Yıldız’ın (d.1982) “Ey Nebî” adlı eserleri na‘tlere verilen başlıkların bir
izlek oluşturması açısından önemlidir. Bu başlıklar Peygamber dönemine duyulan
kişisel ve toplumsal özlemi, şairin ruh halini, “Gül” mazmununun başlıklarda
zuhûru gibi unsurları vermesi bakımından önemlidir. Na‘t muhtevalı şiirlerde
çok daha farklı isimlendirmeler olmasına rağmen bunlar konumuz dâhilinde
değillerdir.
Na‘t isimlendirmelerinde Farsça ve Arapça
tamlamaların kullanıldığı, nâdir de olsa şefâatın başlığa yansıdığı,
Peygamberimizin isim ve sıfatlarının yanı sıra salavât ibârelerini kullanma
âdetine hâlâ uyulduğu görülmektedir. Dikkat çeken husus ise bu Arapça ve Farsça
tamlamalı yapıların ve salavât âdetinin giderek azalması, dahası sadeleşen bir
isimlendirilişin yaygınlaşmasıdır. Sayıları ve kullanılan başlıkları daha açık
bir şekilde aşağıdaki tabloda görmemiz mümkündür.
|
BAŞLIKLAR |
ADET |
1 |
NA‘T-I ŞERÎF |
54 |
2 |
NA‘T |
24 |
3 |
NA‘T-I NEBEVÎ |
2 |
4 |
YÂ MUHAMMED |
2 |
5 |
YÂ RESÛLALLÂH |
2 |
6 |
NA‘T-I PEYGAMBERÎ |
1 |
7 |
NA‘T-I CENÂB-I
PEYGAMBERÎ |
1 |
8 |
NA‘T-I RESÛL |
1 |
9 |
NA‘T-I RESÛL-Î KÎBRÎYÂ |
1 |
10 |
NA‘T-I CELÎL-Î
MUHAMMEDÎ |
1 |
11 |
NA‘T-I FAHR-Î KÂÎNÂT |
1 |
12 |
NA‘TÜ'N-NEBÎYYÎ
ALEYHÎ'S-SELÂM |
1 |
13 |
NA‘T-I RESÛL-Î EKREM
SALLÂLLAHÜ ALEYHÎ VE SELLEM |
1 |
14 |
NA‘T-I CENÂB-I
HAZRET-Î MEFHAR-EL-ENÂM ALEYH-ES-SALÂT-Î VESSEL, |
1 |
15 |
MEDH-Î RESÛLALLÂH
SALLÂLLÂHÜ ALEYHÎ VE SELLEM |
1 |
16 |
NA‘T DER-ŞÂN-I RESÛL-Î
KÎBRÎYÂ |
1 |
17 |
DER NA‘T-I
SULTÂNÜ’L-ENBÎYÂ |
1 |
18 |
DER NA‘T-Î
SEYYÎDÜ’L-ENBÎYÂ |
1 |
19 |
KASÎDE DER-NA‘T-Î
HAZRET-Î NEBEVÎ |
1 |
20 |
MÜNÂCÂT u ISTIŞİA- |
1 |
21 |
RÎCÂÎYYE EZ ŞEHÎNŞÂH-I
HER DÜ SERÂ |
1 |
22 |
ES'AD ERBÎLÎ'NÎN
GAZELÎNE TAHMÎS |
1 |
23 |
ALÎLEM YÂ RESÛLALLÂH |
1 |
24 |
ÂŞIKIM GÜL YÜZÜNÜ
GÖRMEĞE |
1 |
25 |
BÎR GECE |
1 |
26 |
DAHÎLEK YÂ RESÛLALLÂH |
1 |
27 |
ENBÎYÂLAR SERVERÎ |
1 |
28 |
ENÎN ETMEKTEYÎM |
1 |
29 |
EY NEBÎ! |
1 |
30 |
FÎRKATÎN NÂRÎYLE
YANDIM |
1 |
31 |
GÖNÜL BEZMÎNDE |
1 |
32 |
LÜTFUNLA GÜNAHKÂRI
KAPINDAN UZAK ETME! |
1 |
33 |
MEDED |
1 |
34 |
MÜLTECÂSIN YÂ
RESÛLALLÂH |
1 |
35 |
SEN GELDÎN EFENDÎM |
1 |
36 |
SERDÂR-I RESÛLSÜN |
1 |
37 |
SEVDÎM SENÎ HEP |
1 |
38 |
SÎNÂ’YA ÎNEN NUR |
1 |
39 |
SULTÂNIM EFENDÎM |
1 |
40 |
ÜMMETÎYÎZ BÎZ |
1 |
41 |
VÜCUDUN PERTEVÎ |
1 |
Tablo
4: Na‘tlerde Kullanılan Başlıklar
Edebiyatımızın
başlangıcından bu yana Türk şiirinde ağırlıklı olarak önce hece veznini daha
sonra da aruz veznini görürüz. Aruz vezniyle verilen eserlerin yaygınlaştığı
XIII. ve XIV. yüzyıldan Millî Edebiyat (1911) dönemine kadar aruzun hâkimiyeti
görülür. Millî Edebiyat döneminden 1940’lı yıllara kadar hece vezninin ağırlığı
hissedilse de aruz vezni yine varlığını devam ettirmiştir. 1940’lı yılardan
sonra ise şiirimizde Garip Akımı’yla birlikte başlayan serbest veznin yaygınlık
kazandığı görülmektedir.
Hz.
Peygamber’den bahseden na‘tlerde aruz, hece ve serbest vezinle yazılmış
eserleri görmek mümkündür. İncelediğimiz na‘tlerde kıstas kabul ettiğimiz aruz
vezni özellikle Millî Edebiyat (1911) cereyanının etkisini hissettirmeye
başladığı yıllara kadar edebiyatımızda hâkim vezin konumundadır.[257] Bilhassa divan şiiri
geleneğiyle yazmayı tercih eden Leylâ Hanım, Kuddûsî, Şeyhülislâm Ârif Hikmet,
Şeref Hanım, Bayburtlu Zihnî, Osman Nevres, Yenişehirli Avnî, Osman Şems, Âdile
Sultan, Senîh-i Mevlevî, Hersekli Ârif Hikmet, Ketencizâde Mehmet Rüştü, Nigâr
Hanım, Dağıstanlı Dehrî, Ali Emîrî Efendi, Kemahlı Şeyh İbrahim Hakkı gibi
isimler geleneğin atmosferini Cumhuriyet’e kadar taşıyan isimlerden
olmuşlardır. Bu isimlerin yanı sıra yeni şiir anlayışlarından herhangi bir
grubun içinde yer almayan ve o dönemde eserlerini yazan Fatin Efendi, Ziyâ
Paşa, Nâmık Kemal, Muallim Nâci, İsmail Safâ, Recâizâde Mahmut Ekrem, Hali
Nihat Boztepe, Hüseyin Siret Özsever, vezin olarak aruzu esas alan ve Hz.
Peygamber’e yazdıkları na‘tlerini aruzla yazan isimlerdir.
Cumhuriyet
sonrası dönemde aruz vezninin kullanımı giderek azalsa da Hüseyin Vassaf,
Erbilli Es‘ad Efendi, Mehmet Âkif Ersoy, Ali Ekrem Bolayır, Elmalılı Hamdi
Yazır, Ahmet Remzi Akyürek, Kenan Rıfâî, Tâhirü’l-Mevlevî, Alvarlı Muhammed
Lütfî, İbnü’l Emin Mahmud Kema İnal, Yahya Kemal, Yaman Dede, Hasan Basri
Çantay, Hüseyin Şemsi Ergüneş, Ömer Nasuhi Bilmen, Faruk Nafız, Kemal Edip
Kürkçüoğlu aruz vezniyle yazmaya devam eden isimlerdendir. Günümüzde de aruz
vezniyle yazan Osman Hulûsi Efendi, Ali Rıza Sağman, M.Âsım Köksal, Ali Ulvi
Kurucu, Nuri Baş, Bekir Sıtkı Erdoğan, Muhsin İlyas
Subaşı, Yusuf Dursun, İbrahim Hakkı Uzun ve “Yüzakı” dergisi etrafında toplanan
M.Ali Eşmeli, M. Âsım Küçükaşçı, M.Nejat Sefercioğlu, Recep Yıldız gibi
şairlerimiz hâlâ aruz veznini başarıyla kullanan şairlerimizdendir.
Bahsi geçen şairlerin şiirlerini yazarken tercih ettiği vezinlerin
yoğunluğu hakkında, aşağıdaki tablo bize bilgi vermektedir.
Hezec Bahri |
77 |
Mefâ'ilün mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün |
60 |
Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün |
14 |
Mefâ' îlün mefâ 'îlün fe 'ûlün |
2 |
Mefûlü mefâ'îlün mefûlü mefâ'îlün |
1 |
|
|
Remel Bahri |
39 |
Fâ 'ilâtün fâ 'ilâtün fâ 'ilâtün fâ 'ilün |
29 |
Fâ 'ilâtün fâ 'ilâtün fâ 'ilün |
5 |
Fe 'ilâtün fe 'ilâtün fe 'ilâtün fe 'ilün |
5 |
|
|
Muzari‘ Bahri |
5 |
Mefûlü fâ 'ilâtü mefâ ’îlüfâ'ilün |
3 |
Mefûlüfâ'ilâtün mefûlüfâ'ilâtün |
2 |
|
|
Hafif Bahri |
2 |
Fe 'ilâtün mefâ'ilün fe 'ilün |
2 |
|
|
Müctes Bahri |
1 |
Mefâ'ilün fe 'ilâtün mefâ'ilün fe 'ilün |
1 |
Tablo
5: Na‘tlerde Kullanılan Bahirler ve
Vezinler
Hz. Peygamber hakkında yazılmış na‘tler içerisinde ses değeri
bakımından farklı kafiye türleriyle karşılaşmak mümkündür. Divan şiiri
geleneğinin estetik kaidelerine bağlı olan şairlerimiz, kafiye kurarken nazım
şeklinin etkisi altında kalmaktadırlar. Zira gazel, kaside, mesnevi, kıt‘a ve
nazm gibi nazım şekillerinin kendi içinde bir kafiye örgüsü bulunmaktadır.[258] Na‘tlerde şairlerimizin
genellikle mukayyed kafiyeyi kullandıkları görülür. Bunun yanı sıra şairler bu
manzumelerin neredeyse tamamına yakınında redifler kullanarak manzumelerin
anlam ve müzikal imkânlarını artırmayı amaçlamışlardır.
Klâsik
şiirimizde kafiye ve redifin önemi, bulunan kafiyenin ve redifin muhtevayı
yönlendirmeye kadar olan etkisiyle tartışılmazdır.259 Ahengi güçlü
kılan, şiirin sürekli olarak eksen sınırlarını Peygamber etrafında döndüren ve
şiirin öznesi olan Peygamber’e hitap etme imkânı veren redifler, na‘tlerde
kelime ve cümle düzeyinde fazlasıyla kullanılmışlardır.
Çalışmamızın konusu içerisinde değerlendirmiş olduğumuz ve klasik nazım
şekilleriyle yazılmış olan 124 metinde kullanılan kafiye ve rediflerin sayısı
ve bunlarla alakalı diğer bilgiler aşağıdaki tablodadır.
|
|
Yarım Kafiye |
10 Manzume |
|
|
Tam Kafiye |
33 Manzume |
|
|
Zengin Kafiye |
55 Manzume |
|
|
Kafiyesiz |
26 Manzume |
|
|
Tablo
6: Na‘tlerde Kullanılan Kafiye
Çeştileri
Redif |
|
... yâ Resûlallâh |
54 Manzume |
...
Ahmed/Muhammed/Mustalâ |
8 Manzume |
. Efendim/Efendimiz |
6 Manzume |
...
Nebî/Habîb/Muhammed'l-Arabî (isim ve sıfatlar) |
3 Manzume |
Mısra Şeklinde
Rediflerle |
9 Manzume |
Ekler
ve Sen/Senin/bana/üstüne/geldin/adem/diye sevdim et/ibtidâ/ister gibi
kelimelerle yapılan redifler |
25 Manzume |
Redifsiz |
16 Manzume |
Tablo
7: Na‘tlerde Kullanılan Redif |
er |
259 İsmail Çetişli, a.g.e., s. 191.
2.4.5.
Dil ve Üslûp Özellikleri
İncelememizin konusu olan na‘tlerin klâsik divan şiiri üslûbu sınırları
içerisinde kaleme alındığı görülmektedir. Geleneğin günümüzde de devam ettiği
biçiminde yorumlanmasına imkân veren bu na‘tlerin, gelenekleşmiş kurgusu gereği
şair; Hz. Peygamber’le ilgili hangi olaylar üzerinde duracağını, övgüsünde
hangi isim ve sıfatları kullanacağını, iktibaslarda hangi âyet ve hadislere
atıfta bulunacağını geleneğin belirlediği müşterek divan şiiri üslûbu gereği,
kullanacağı kelime kadrosunu da önceden bilmektedir.[259]
Şairin Hz. Peygamber tasavvuru ve onun karşısındaki konumu da geleneğin
belirlediği formlar içinde na‘tlerde yer bulur.
Muhtevası ve malzemesinin büyük çoğunluğu belli olan ve tamamen dinî
bir tür olan na‘tlerde birçok Arapça-Farsça ibareyi görmek mümkündür. Âyet
iktibaslarında ve çeşitli sıfatların kullanımında bu Arapça-Farsça kelimeler ve
tamlamalar kullanılmasına rağmen; na‘tlerin dili genellikle sadedir ve
na‘tlerde yoğun bir içtenlik-lirizm görülür. Na‘tlerin dilinde Tanzimat’tan
günümüze giderek sadeleşen bir eğilimin olduğu da görülür.
Divan şiiri üslûbuyla na‘tlerini yazanlar arasında hem bu gelenekle
yetişenleri, hem yeni şiirin öncüsü olarak sayılan isimleri, hem de Cumhuriyet
sonrası yetişen isimleri görmek mümkündür. Bu isimlerin eserleri daha yakından
incelendiğinde, Şiirin içeriğinin ve şairin amacının belirlediği; didaktik,
tasvirî, eleştirel, hamasî, karşılaştırmacı gibi çeşitli alt üslûplar da
görülür. Bir izlek oluşturması açısından eleştirel üslûpla yazılmış ve hem
sosyal eleştiriyi hem de kişisel eleştiriyi aşağıdaki örnekte görmek mümkündür.
Ne kaldı mağrib-i Aksâ ne Îran
yâ Resûlallâh
Trablusgarb’ı
da ister İtalyân yâ Resûlallâh
Nifâk âteşleri yaktı serâser
mülk-i İslâm’ı
Bizi biz kendimiz ettik perîşân
yâ Resûlallâh
Sakın zannetme İslam’ı o eski bildiğin İslâm
Bugün
yalnız gezer dillerde îmân yâ Resûlallâh
Ne mekteb var ne san’at var ne
üstâdân-ı dânişmend
Maârif
nâzırı olmuştu bâğbân yâ Resûlallâh
Koyun yokmuş gibi tutmuş
sakalından oturtmuşlar
Keçiye
şimdi derler Abdurrahmân yâ Resûlallâh
Ne nâdânız ki patrika kapı oğlan
iken şimdi
Bize üstâd-ı akl olmuş kilikân
yâ Resûlallâh[260]
2.5.
TANZİMAT’TAN BUGÜNE DİVAN
ŞİİRİ GELENEĞİNDE
YAZILMIŞ NA‘TLERİN MUHTEVA
ÖZELLİKLERİ
Çalışmanın bu
bölümünde Hz. Peygamber’den bahseden na‘tlerin muhtevası üzerinde durmak,
na‘tlerde yer alan malzemelerin tespiti, kullanım sıklığı, bu malzemelerin
gelenekle olan bağlantısını, klâsik biçimde yazılmış na‘tlerin günümüzdeki
seyrini vermeye çalıştık. Tanzimat sonrası şairlerinin bu malzemeleri nerede ve
nasıl kullandıkları, nasıl bir zihin dünyası içerisinde oldukları da
sezdirilmeye çalışıldı. Bunun için de genel açıklamalardan sonra na‘t
örneklerinden yararlanıldı. Tüm örneklerin hepsini vermek çalışmanın
sınırlarını zorlayacağı için de birkaç örnekle yetinmek durumunda kaldık.
2.5.1. Değişen Peygamber Algısı
Na‘tlerin klâsikleşmiş muhtevası içindeki en temel konu Hz. Peygamber'e
övgü ve O'nun şefâatinin talebidir. Bu geleneksel muhtevanın Tanzimat sonrası
dönemde de devam ettiği görülmekle birlikte, Tanzimat'la başlayan süreçte Hz.
Peygamber algı ve tasavvurunda önemli bir değişmenin yaşandığını söylemek
mümkündür. Bu algının en somut şekilde görülmesi de Hz. Peygamber'in toplumsal
meselelerde bir kurtarıcı, bir otorite ve problemlerin çözümü için yegâne
başvurulacak mercî olarak görülmesi şeklinde tezahür eder. Tanzimat sonrası
şairlerinin Hz. Peygamber temalı eserlerinde bu durum sık sık dile getirilmişse
de, incelememize konu olan na‘tler içinde bu duruma rastladığımız eserler Dağıstanlı
Dehrî (ö.1920), Hasan Feyzi Yüreğil (ö.1946), Halil Nihat Boztepe (ö.1949),
Mustafa Âsım Köksal (ö.1998) gibi isimlerdir.
Na‘tlerdeki değişimin etkileri arasında siyasi, kültürel, toplumsal ve
edebî anlayışın farklılaşması gibi birtakım sebepleri saymak mümkündür.
Bunlarla birlikte toplumumuzun ve İslâm toplumlarının Hz. Peygamber'i algılayış
biçimi nasıldı ve ne şekilde bir değişim yaşandı bunların tespiti de önem arz
etmektedir. Bunun için de İslâm literatüründe Peygamberimizin hayatını anlatan
eserler olan siyerlere, bu siyerlerde Peygamber’in nasıl bir tasavvurla
anlatıldığına ve son iki yüz yılda yazılanlarına daha bir dikkatli bakmak
gerekmektedir. Zira na‘tlerin muhtevasını oluşturan en temel öğe olan
siyerlerdeki bu değişimi görmek, oluşan Peygamber tasavvurlarını anlamak için
hayli önemlidir.
Şüphesiz
ki Hz. Muhammmed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), toplumumuzun İslâm medeniyeti
dairesine girmiş olmasından ötürü tarihimize ve dünya tarihine yön veren en
önemli şahsiyettir. Bundan ötürü Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili bilgilerin
toplanmasına daha sahabe döneminde başlanmış, ancak tâbiûn döneminde bu çok
daha yoğun şekilde sürdürülmüştür. Başlangıçta hadis edebiyatının ve
siyer-megâzî literatürünün teşekkülü şeklinde gerçekleşen çalışmalar, hicrî
birinci yüzyılın sonları-ikinci yüzyılın ortalarına doğru siyer ilminin
öncüleri arasında sayılacak Urve b. Zübeyr (ö.712), İbn Şihab ez-Zührî (ö.741),
İbn İshak (ö.761) gibi isimlerin eserleriyle İslâm tarihçiliği için bir
başlangıç olmuştur.[261] Urve ve Zübeyr'in eserlerinde
ele aldıkları rivayetlerde sade, gerçekçi ve abartmalardan uzak, Kur'ânî
esaslara uygun peygamberlik ve beşerîlik vasıfları dışına çıkmayan yalın bir
üslup içerisinde Hz. Peygamber'i anlattıkları görülür.[262]
Hz. Peygamber’i göremememiş neslin, Peygamber’i daha iyi tanıma isteğiyle
davranışlarını ve sözlerini toparlama gayreti bir yandan da hadis literatürünün
doğmasına zemin hazırlamıştır. Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz kişilerden
Urve b. Zübeyr gibi bu dönemde siret yazan isimlerin ortak özelliği aynı
zamanda muhaddis de olmalarıdır. Hicri II. yüzyılda siyer kaynakları arasında
etkileyici ve farklı bir yere sahip olan eser ise İbn İshâk’ın Sîretü İbn
Ishâk, el-Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve’l-Megâzî adlı siyeridir. İbn İshâk’ın
eserinde Hz. Peygamber’in hayatını dünya tarihi içinde ele alması, dedesinin
manastırda eğitim görmüş olması ve kendisinin de İncil’e ve Tevrat’a
vukûfiyetini eserine yansıtması, Peygamberler tarihi bölümünde İsrâiliyyat türü
halk hikâyelerine yer vermesi, kullandığı kaynakların çeşitliliği ve hadis
aldığı râvîyi atlayarak ilk râvîsinin ağzından vermesi gibi hususlar hem
eserini farklı kılmış hem de hadisciler tarafından çeşitli tenkitlere maruz
kalmasının önünü açmıştır.[263] Öğrencisi İbn Hişam (ö.833),
Hz. Peygamber’in hayatına dair yazılmış en sağlam ve en iyi siyer kitabı olarak
kabul edilen es-Sîretü ’n-nebeviyye adlı eserinde zayıf gördüğü
rivayetleri atmış, Hz. Peygamber’le ilgisi olmayan ve Kur’an’da bulunmayan
olayları çıkarmış, esere ilave ve katkılarda bulunmuştur.[264]
Siyer yazıcılığındaki en önemli ve kalıcı değişikliği ise; Hz. Peygamber’in
fizikî ve ahlâkî özelliklerinin yer aldığı şemâili, Tevrat ve İncil’deki Hz.
Peygamber’in vasıfları ile delâilü’n-nübüvve temalarını da siyerin muhtevası
içine yerleştiren İbn Sa‘d (ö.845) yapmıştır.[265]
Bu değişikliklerle birlikte bir siyer kitabında hangi konuların bulunacağının
formatı da tamamlanmış oldu. Sonraki dönemlerde hadis literatürünün gelişmesi,
sebeb-i nüzûl kitaplarının telifi, neseb kitaplarının ortaya çıkışı gibi
etkenler siyer malzemelerinin bir hayli artmasına yol açmıştır. Bu artışta Hz.
Peygamber’in nesebi, peygamberlik öncesi hayatı ve bu dönemde yaşanan
olağanüstü olayların anlatılması, mucizeleri ve şemâili en fazla üstünde
durulan muhtevalar olmuştur.
Peygamber anlayışındaki ilk değişmenin görüldüğü bu genişlemeyle
birlikte daha önce Kur’ânî çerçevede çizilen peygamber algısı; nübüvvet
tartışmaları, farklı kültürlerden sızmalarla birlikte yüceltmeci ve mübalağacı
bir tavrın doğuşuna zemin hazırlamıştır.267 İbn Sa‘d’dan sonra çok
daha yaygınlık kazanan bu yüceltmeci tavır, Hz. Peygamber’in atalarına da
uzanmış ve onların da yüceltmeci bir tavır içerisinde anlatılmasına sebep
olmuştur. Bu durum Hz. Peygamber’in soyu ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı
bir dönemde ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasında erken dönemlerde başlayan
nübüvvet tartışmaları sonucu ve toplumlarda mucizesiz peygamber anlayışının
yadırganmasından ötürü siyer kitaplarına Hz. Peygamber’le alakalı mucizeler
girmeye başlamış ve zamanla sayılarında bir hayli artış görülmüştür.268
Hz. Peygamber’i doğuşundan itibaren olağanüstülüklerle iç içe gösterme gayreti,
Kur’ân ayetlerinden hareketle oluşturulmuş diğer bazı olaylar neticesinde,
beşerüstü özellikleriyle öne çıkan bir peygamber algısının oluştuğunu söylemek
mümkündür. Kur’an’da yer alan “rüya” olgusu ve Arap toplumlarında önemli bir
yere sahip olan “kehanet” olgusu, anlatıcıların olayların etkileyiciliğini
artırmak için siyer malzemesi içine kattıkları diğer malzemelerdir.269
Buna kıssa ve menâkıb geleneğinin tasavvufî çevrelerde gördüğü ilgiyi ve de
edebî yönleriyle manevî duygulara daha çok hitap eden siyerlerin halk
tarafından daha çok rağbet görmesini de eklersek değişimin yönü ve hızı daha
iyi anlaşılmış olur.
Erken tarihlerden itibaren başlayan ve siyerlerde varlığını daha çok
hissettiren yüceltmeci ve savunmacı anlayış, zaman içerisinde kurgu ile
gerçeğin iç içe geçmesine yol açmıştır.270 Bu anlayış tasavvufla
birleştirilmiş Peygamber sevgisinin edebî zeminde halk kitlelerine
yerleştirilmesi amacıyla geç dönemde yazılan Ahmediyye, Muhammediyye,
Ahmed Bîcan’ın (ö.1466?) Envâru’l-Aşıkîn, Darîr’in Siret-i Nebî
si, Kara Davud Şerhi, gibi eserlerde ise çok daha girift hale gelmiştir.
Peygamber’i destânî ve epik bir anlatımla ele alan anlayış, İslâm toplumlarının
siyâsî, ilmî ve kültürel anlamda istilaya uğramasına değin kalıplaşmış ve büyük
ölçüde kutsallık atfedilmiş bir siyer yaklaşımınının oluşmasını sağlamıştır.271
Bu yaklaşım Tanzimat sonrası dönemde dahi halk kitlelerince rağbet gören
eserlerin değişmesine etki edememiş; dönemin en sık basılan kitapları tercüme
bir eser olan ve
267
Mehmet Özdemir,
"Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s. 203.
268
Mehmet Özdemir,
"Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s. 204.
269
Mehmet Özdemir,
"Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s. 205.
270
Mehmet Özdemir,
" Siyer Y azıcılığı Üzerine", s.141.
271
Nihal Şahin Utku,
“Siyer Yazıcılığı-III. Bölüm”
Altıparmak Mehmed Efendi’ye nispetle Altıparmak Siyeri olarak
bilinen Muin el- Miskin’in Me‘âricü’n-Nübüvvesi, Ahmed el-Kastallâni tarafından
Arapça yazılan Mevâhibü’l-Ledûnniyye" nin Bâkî tarafından yapılan
tercümesi ve Veysî’nin Dürretü’l-Tâc (y.1626-7) isimli eserleri olmuştur.[266]
Siyasî ve sosyal anlamda problemlerin yaşandığı ve bunların çözümü için
değişim ve dönüşüm fikrinin ortaya atılıp kabul gördüğü dönemlerde toplumların,
kendi tarihlerine ve bu tarihî anlayışlarını oluşturan temel dinamikleri
sorgulamaya yöneldikleri bilinmektedir. Bu kimi zaman ideali tarihte arama kimi
zaman da tarihi sorgulama-suçlama şeklinde tezâhür etmiştir. XIX. yüzyılda
Osmanlı toplumu içinde yaşanan değişim, taklit ve dönüşümden Osmanlı’daki
tercüme ve telif siyerler de etkilenmiş; bu dönemden itibaren İslâm dünyasında
siyer geleneğinde farklı bir dönem başlamıştır. Batı dünyasındaki şarkiyat
çalışmaları çerçevesinde bilimlere uygulanan materyalist anlayış Kur’an, hadis,
fıkıh, kelam ve siyer gibi alanlara da uygulanmaya çalışılmış, siyer
malzemesinin sahihliği üzerinde tartışmalar yaşanmış ve bunun neticesi olarak
da İslâm dünyasında Hindistan’da Seyyid Ahmed Han, Mısır’da Reşid Rıza, Ferid
Vecdi, İzzet Derveze ve Muhammed Heykel gibi isimler Hz. Peygamber’in hayatını
yeniden ele elma ihtiyacı hissetmişlerdir.[267]
Bu eserlerin ortak noktası ise kıssalar, mucizeler ve yüceltilmiş şemail
bilgileriyle tarihî şahsiyeti örtülmüş Hz. Peygamber’i, tarihî ve sosyal
kimliğiyle, ıslahatçı ve mücadeleci kişiliğiyle öne çıkaran ve beşer vasfı
içinde bir Peygamber tasavvuru inşa etmektir.
Şarkiyatçı çalışmalar, Türkiye’de ise siyer alanında iki tavrın ortaya
çıkmasına neden oldu. İlki Filibeli Ahmed Hilmi, Manastırlı İsmail Hakkı gibi
öncüleri olan “savunmacı tavır” ki müsteşriklerin iddialarını tümden yanlış ve
kasıtlı addeder; ikincisi ise öncüleri Celal Nuri, Kılıçzâde Hakkı, Hüseyin
Cahit olan ve hem geleneneksel çizgiyi hem de müsteşrikleri tenkit eden
“yenilikçi tavır”dır.[268] Tüm İslâm
dünyasında yabancı saldıralara karşı Hz. Peygamber etrafında oluşturulan
savunma hattı, Meşrutiyet yıllarının yaşandığı Osmanlı toplumunda 1908 yılında
Abdullah Cevdet’in Hollandalı şarkiyatçı Dozy’den (1820-1883) Târih-i
îslâmiyye adıyla çevirdiği eserin toplumda infiâle ve intiharlara sebep
olmasıyla 1910 yılında toplatılmış, bir başka coğrafyada Muhammed İkbal’in Câvidnâme
adlı eserinde “Allah’ı inkâr edebilirsin; fakat Hz. Peygamber’i asla inkâr
edemezsin.” sözlerinin yazımına sebep olmuş ve Hz. Peygamber, Müslümanlara
“kimlik verebilen bir güç” olarak görülmüştür.[269]
Yaşanan tartışmalar içerisinde Cumhuriyet dönemi siyer yazıcılığına
etki edecek eser ise Ahmet Cevdet Paşa’nın Hz. Peygamber’in hayatına da yer
verdiği Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ adlı eseridir. Eserde beşer
vasfıyla öne çıkan, aynı zamanda Allah tarafından seçildiği için mucizeler
bahşedilen Hz. Peygamber’in ve ilk siyer kitaplarındaki rivayetlerin edebî bir
üslupla anlatıldığı görülür. Tasavvufî unsurlarla yüklü tasavvurun ardından hem
ilk kaynaklara sadık kalan hem de Peygamber etrafında oluşan olayları ve
mucizeleri edebî bir üslupla besleyerek, “dinini kaybettiğini düşünen halka”
yeniden sunmak, seküler çizgiye kendini kaptırmayan Cumhuriyet dönemi siyer
yazıcılığının temel yaklaşımını oluşturacaktır.[270]
Birinci Dünya Savaşı ve akabinde Cumhuriyet’in ilk yıllarının yaşandığı
dönem, sekülarizmin de etkisiyle siyer alanında telif eserlerin yerine
tercümelerin etkili olduğu bir fetret dönemi olmuştur. Bu dönemde dinî anlamda
yapılanlar herkesin mâlumu olmakla, Cumhuriyet’in ilk on beş yirmi yılı içinde
okullardaki din derslerinde okutulan kitaplarda verilen din anlayışı; yeni
kurulan devletin temel felsefesine hizmet, millî iman-millî tarih ve Cumhuriyet
Devrimi’ne bağlılık, pozitivis bakış açısıyla Hz. Peygamber’i salt beşer
konumuna indirgemek, rasyonel bir Peygamber tasavvuru, “hicret” olayını
“kaçmak” olarak genç dimağlara empoze etmek gibi özellikler taşımaktadır.[271]
Cumhuriyet döneminin ilk telif siyerleri ise 1950’lerden sonra ortaya
çıkmıştır. II. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle gelişen huzursuzluk ortamında Hz.
Peygamber’in farklı İslâm coğrafyalarında “devrimci”, “halkçı” ve insanlığı
“kurtarıcı” bir misyonda yorumlandığını görmek mümkündür.[272]
Telif siyerler arasında 1956 yılında Osman Keskioğlu ve Himmet Berki’nin Hâtemü
’l- Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, Zekâî Konpara’nın imam hatipler için
hazırlamış olduğu Peygamberimizin Hayatı, M.Asım Köksal’ın Islâm
Tarihi, gibi eserlerini saymak mümkündür. Bunlar içerisinde Konpara’nın
eserinde Muhammed Hamidullah’ın etkisi görülmektedir. 1980’li ve 90’lı yıllar
ise yazın dünyasının giderek piyasa ekonomisine entegre olduğu, yayınevlerinin
politikalarını belirlemede popüler kaygılar taşıdığı, kutlu doğum haftalarıyla
siyer yazıcılığında kültür endüstrisinin ve dijital çağın etkisinin görüldüğü
bir dönemdir.[273] Günümüzde ise siyerde kurmaca
olayların doğruluğunun tartışıldığı akademik toplantıların düzenlenmesine
rağmen, aksi istikamette Hz. Peygamber’e T.C. vatandaşlık kimliğinin verilip
piyasaya sürüldüğü indirgemeci tavrı da görmek mümkündür.
Tüm bu anlattıklarımızdan hareketle, Türkiye’de ana akım siyer
yazıcılığının Ahmet Cevdet Paşa’nın izinden gittiği görülmektedir. Netice olarak
siyer yazımında Hz. Peygamber’in iki profilde karşımıza çıktığını ve bunlardan
ilkinin inananların inanç alanlarını besleyen, rehber ve örnekliği sebebiyle
hep yakınlık kurulmak istenen ve bu nedenle edebî bir zenginlik içinde
kitlelere anlatılan; ikincisinin ise insanlık tarihi üzerinde derin izler
bırakan tarihî bir şahsiyet olarak tarihin metot ve disiplini içinde ele alınan
bir profil olduğunu söylemek mümkündür.[274]
Tarihî seyir içerisinde oluşan Peygamber imgesini, insanların Hz.
Peygamber’e olan tutumlarını ve nasıl bir ilişki yaşandığını bir tabloyla
aşağıdaki şekilde de göstermek mümkündür.[275]
|
Peygamber'in
Konumu |
Hâkim İlişki |
Hâkim İmge |
Tutumlar |
I. Aş ama |
Tebliğ
öncesi ve başlangıcı |
Hayranlık ilişkisi |
Efsanevî
peygamber |
Yüksek
beklenti içinde olma |
II. Aş ama |
Tebliğin
ilerleyen aşamaları |
Düşmanlık ilişkisi |
Pejoratif Peygamber |
İlgisizlik,
alay ve inkâr |
III. Aş ama |
Tebliğin
başarılı olması |
Dostluk ilişkisi |
Gerçeğe
uyarlanmış imge |
İlgi
duyma, özdeşim ve örnek alma |
IV. Aş ama |
Peygamber
sonrası |
Aşk ilişkisi |
Yüceltilen
Peygamber |
İlgi,
hayranlık ve örnek olmaktan çıkma |
V. Aş ama |
Son dönem |
Aşk,
özlem ve hayranlık ilişkisi |
Bayağılaştmcı
ve beşerüstü Peygamber tasavvuru Kurtarıcı profili |
Hayranlıkla
beraber rehber ve örnek model olma; sadece vahiy taşıyıcısı |
Tablo
8: Peygamber Algısının Değişim Evreleri
Aşağıda verilen beyitte Hz. Peygamber’in kurtarıcılık vasfı öne
çıkartılmış olup, şair Hz. Peygamber’e zamandan ve düşmandan şikâyet
etmektedir. Bu halden kendisini kurtaracak olan da hiç şüphesiz tek kurtarıcı
olan Hz.Muhammed’dir.
Dînin çekilip, dev gibi saldırmada
vahşet,
Rahm et bizi, garketmeye tûfan, yine ey nûr-ı Rahmânî!
Hasan
Feyzi Yüreğil (Ö.1946)
Tanzimat sonrası dönemde Hz.Peygamber’in olağanüstü imajının daha çok
hayatın içinde, ete kemiğe bürünmüş bir beşer anlayışına evrildiğinden
bahsetmiştik. Aşağıdaki beyitte ise şair klasik anlayış ve Tanzimat sonrası
anlayışı arasında bir dengede durmaktadır. Bu dengede Hz. Muhammed bir
beşerdir; fakat aynı zamanda yaratılış vasfı ile diğer beşerlerden ayrı bir
yerdedir. Bu özelliğiyle de şair son dönemde tartışılan ve Hz. Peygamber’in
indirgemeci bir tavır ile ele alındığı konumdan da uzak durmaktadır.
Beşersin süphesiz, amma ki, mâyen, hilkatin başka
Över Hulk-i
azîmin, Hakk Teâlâ yâ Resûlallâh!
Mustafa Âsım
Köksal (Ö.1998)
Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği anlayışı tüm
edebiyat merhalelerinde ortak anlayış olarak kabul görür. Şair de bu hususun
altını çizmekle birlikte O’nun aynı zamanda dünyaya nizam ve intizam veren kişi
olma özelliği üzerinde durur. Bu özelliği ile Peygamber, yine toplumsal hayatın
merkezinde, hatta topluma yön veren bir lider konumundadır.
Geldin
yücelerden bize ey Rahmet-i Rahman,
İnsanlığa
insanlığı bildirmeye geldin
Fetretle
bunalmış ve cehâletle perişân
Dünyanın ağır derdini dindirmeye geldin...
Mustafa
Küçükaşçı (d.1978)
Öyle ki Peygamberin vasfı artık kaosa dönüşmüş, kevn ü fesadın ayyuka
çıktığı dünyayı adeta bir cennete dönüştürmektir.
Dillerde salat
varsa, hayatlarda da sünnet
Ukbâya dek
ümmetlesin ey şâh-ı muhabbet,
Kalbindeki
Sen'sin diye Ravza'n bize cennet,
Dünyamızı firdevse dönüştürmeye geldin...
Mustafa
Küçükaşçı (d.1978)
Aşağıda verilen beyitlerde şair, İslam dünyasının içinde bulunduğu
halden bahseder. Bu halde Hz. Peygamber, yakınma ve şikâyet makamı olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Susmak zorundayız, nicedir susturulmuşuz
Buğzun bu yerde
adı kıyâm olmuş ey Nebî!
İsmin ne kirli ellere kalmış da kalmışız,
Dünyâ yıkılsa
gerçi ne gam olmuş ey Nebî!
Recep Yıldız
(d.1982)
Nuri Baş ve Abdülkadir Akgündüz’ün aşağıda yer alan mısralarında
denilebilir ki hem geleneğin dünyasına yaslanmış bir meded, bir yardım isteme;
hem de toplumun içinde bulunduğu soyolojik durumun anlatılacak yegâne mercii
olan Hz. Peygamber’in bir önder, bir kurtarcı misyonunu yüklenmesi görülür.
Bütün ümmetlerin mahzûn, inâyet kıl, elinden tut.
Devâsın
dillere, rûha gıdâsın yâ Resûlallâh!
Nuri Baş
(Ö.2009)
Doğarken
"ümmetî" dersin şefî-i rûz-ı mahşersin
Makamlardan
geçersin rü'yetullâha müyessersin
Tek istimdâdımızsın yâ Resûlallâh tek öndersin
Ne hoş cevr ü
cefâmızsın gönül içre hafâmızsın
Vefâmızsın,
safâmızsın, Muhammed Mustafâ'mızsın
Abdülkadir
Akgündüz
2.5.2.
Hz. Peygamber’in İsim ve
Sıfatları
Türklerin Karahanlılar döneminde başlayan Müslümanlaşma sürecinden
sonra Hz. Peygamber, edebiyatımızda geniş bir şekilde yer almaya başlamıştır.
Başlangıçta siyer ilmiyle başlayan bu durum, sonrasında na‘t, mevlid, şemâil,
hilye, gibi birçok türün ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Zira Hz.
Peygamber’in gerçek anlamda sevilmesi ve O’na uyulması Allah’ın kelâmında ve
hadislerde sıklıkla bahsedilen bir konudur.[276]
Bu kültürel zeminde ortaya çıkan türlerden biri de Esmâ-i Nebîlerdir. Hz.
Peygamber’in isimlerinin genellikle manzum şekilde anlatıldığı bu eserler
içerisinde en fazla şöhret bulanı Süleyman Cezûlî tarafından yazılmış Delâ’ilü’l-hayrâttır.
Bu eser on altıncı asırda Kara Dâvud tarafından tercüme edildiği için Kara
Dâvud Tercümesi ya da Delâ ’il-i Hayrat Şerhi olarak da bilinen
eserdir.[277] Cezûlî’nin Peygamberimizin en
fazla bilinen iki yüz bir ismini açıkladığı bu eserinin yanı sıra, başka
müelliflerce Hz. Peygamber’in doksan dokuzdan iki bine kadar isimlerinin
açıklandığı eserler olduğu da bilinmektedir.[278]
Hz. Peygamber’in isimlerinin kaynaklarını Kur’ân-ı Kerîm, diğer kutsal
kitaplar, hadisler, Esmâ-i Hüsnâ’daki ortak isimler, şahsına verilen isimler ve
edebî isimler olarak saymak mümkündür. Burada karşımıza çıkan güçlük,
Peygamber’in sıfatlarının ve lakapların zamanla isimleştiği ve neredeyse özel
isimleri gibi görüldüğüdür.[279] Bu isimlerin kategorizasyonu
da farklılık göstermektedir. Emine Yeniterzi doktora çalışmasında ve
makalesinde:
1.
Kur’ân-ı Kerîm’deki
İsimleri (Ahmed, Muhammed, Mustafâ, Emîn, Beşîr, Hâtem, Sirâc, Münîr, Ra’ûf,
Müctebâ, Tâ-Hâ, Yâ-Sîn, Hâ-Mîm vb.)
2.
Diğer Kitap ve Sayfalardaki
İsimleri (İncil’de Ahmed, Faraklit, Rûhu’l- Kudüs, Sâhibü-n-Nâleyn vb.;
Tevrat’ta Ahyed, Muhtâr, Dahûk vb.; Zebur’da İklîl, Cebbâr, Hamyâtâ,
Mukîmü’s-Sünne vb. )
3.
Hadislerde Belirtilen
İsimler (Habîbullâh, İmâmü’l-Müttakîn, Seyyidü’l- Mürselîn, Şefî‘, Nebiyyü’r-Rahme
vb.)
4.
Esmâ-i Hüsnâ ile Ortak Olan
İsimler (Evvel, Âhir, Ra’ûf, Rahîm, Mahmûd, Hâdî, Yâ-Sîn vb.)
5.
Hz. Peygamber’in Diğer
Peygamber ve Din Büyükleriyle Ortak Olan İsimleri (Resûlullâh, Nebiyyullâh,
Abdullâh, Mübeşşir, Nebiyyü’r-Rahme vb.)
6.
Yalnızca Hz. Peygamber İçin
Kullanılan Tâbirler (Fahr-i Kâinât, Mefhar-ı Âlem, Kân-ı Şefâat,
Seyyidü’l-Mürselîn, Sultân-ı Enbiyâ vb.)
7.
Hz. Peygamber’in Edebî
Mâhiyetteki İsimleri (sultan, ay, güneş, inci, bülbül, servi gibi isimler ve
bunlarla kurulmuş terkibler; mâh-ı münîr, bedr-i dücâ, dürr-i yetîm, şems-i
kevneyn vb.)
8.
Hz. Peygamber’in
İsimleriyle İlgili Bütün Bu Tasniflerin Dışında (Abdü’l- Kerîm, Abdü’l-Cebbâr,
Abdü’r-Rahîm, Abdü’r-Rezzâk, Abdü’l-Gaffâr vb.)[280]
bu başlıklar altında bir kategori oluşturmuştur. Yakın zamanda yapılan bir
çalışma olan İsmail Çetişli’nin eserinde ise:
1.
Hz. Peygamber’in Özel
İsimleri (Muhammed, Mustafa, Ahmed, Mahmud vb.)
2.
Hz. Peygamber’in Şahsından
Kaynaklanan İsimleri (Emîn, Yetîm, Ümmî, Kureyşî vb.)
3.
Hz. Peygamber’in
Peygamberliğinden Kaynaklanan İsimleri (Peygamber, Nebî, Resûl, Elçi,
Hâtemü’l-Enbiyâ vb.)
4.
Hz. Peygamber’in Benzetmeye
Dayalı İsimleri (güneş, ay, inci, gül, yagmur, padişah, serdar vb.) [281]
şeklinde daha kısa bir tasnif uygun görülmüştür. Her iki tasnifin de
kendine has yönleri bulunmaktadır ve bunarın dışında yeni bir tasnife de gerek
olmadığı kanaatindeyiz. Bizim yapmak istediğimiz ise bu tasniflerden istifade
ederek, incelememizin sınırları içerisinde hangi isim/sıfatın daha sık ve nasıl
kullanıldığını tespit etmektir.
Hz. Peygamber’in isim ve sıfatları arasında en sık kullanılanları:
Ahmed, Hâ- Mîm, İmâm, Resûl, Resûlullâh, Yâ-Sîn, Tâ-Hâ, Mahmûd, Muhammed,
Mustafâ, Nebî, Nûr; Âhir, bürhân, fahr-i dü cihân, fahr-i rüsûl, Habîb(ullâh),
mahbûb, hâtem, hayrü’l-beşer, devâ-derman, gül, kerîm, muhtâr, Muktedâ,
Murtazâ, mazhar-ı küll, Müctebâ, nezîr, Câmî, fahr-i âlem, sâhib-livâ, seyyid
gibi isim ve sıfatlarını sayabiliriz.
Ahmed yaratılmış
o büyük Nûr-ı Ehad’den
Her zerrede
nûrdur, o ezelden hem ebedden.
Hasan Feyzi
Yüreğil (Ö.1946)
Muhammed Ahmed ü Mahmûd u Mustafâ
Muhtâr cemâl-i
pâkidir âyîne-i cemâl-i Hudâ
Hammâmizâde
İhsan (Ö.1948)
"Ahmediyyet"le
giren çille-i "mîm"i mecde
"Ehadiyyet"te erer izzete pinhân olarak
Kemal Edip
Kürkçüoğlu (ö.1977)
İmâm-ı
ekmel-i küll pişvâ-yi ceyş-i resûl
Çerâğ-ı bezm-i
tekemmül ziyâ-yı şems-i bakâ
Hammâmizâde
İhsan (ö.1948)
Vucûd-ı akdesin
âlemlere rahmet kılınmıştır.
Gelir dâim nida
Yâ-Sîn ü Tâ-Hâ yâ Resûlallâh!
Mustafa Âsım
Köksal (ö. 1998)
Hakk-ı
“Sübhânellezî esrâ” eyâ fahr-i rüsûl
Binmedi kimse
Burâk-ı bâd-pânın üstüne
Ahmet Remzi
Akyürek (ö.1944)
İmâmü’l-müttakîndir
zât-ı pâk-i efdâliyette
Gürûh-ı
mü’minîne muktedâsın yâ Resûlallâh
Urfalı Abdî
(ö.1941)
Yevme tüblâ da
halâik cem’ine sensin şef
Melce-i âsî ve
mücrim sensin ey Sâhib-Livâ
Osman Kemâlî
(Ö.1954)
2.5.3.
Hz. Peygamber’in Gösterdiği
Mucizeler
Sözlüklerde “aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay,
kudretsizlik ve takatsizlik veren iş” anlamlarında kullanılan mucize, ıstılahî
manada insanların benzerini meydana getirmekte aciz kalacakları ve tabiat
kanunlarının aksine gerçekleşen olaylar olarak tanımlanmaktadır.[282] Fiilî olarak zuhûr eden
olaylara mucize diyebilmemiz için, bu olayların nübüvvetle görevlendirilen
kişilerin elinde gerçekleşmiş olması gerekir.[283]
Zira bu hem peygamberliğin ispatı hem de peygamber olduğunu iddia eden
yalancıların ayırt edilebilmesi için önemli bir husus olarak görülmüştür.
Tevrat’ta Hz. Mûsâ, İncil’de Hz. Îsâ, Kur’ân’da da Hz. Nuh, İbrâhim,
Sâlih, Mûsâ, Süleyman, Îsâ ve diğer peygamberlerin mucizelerine yer
verilmiştir. Bu mucizeler genellikle o dönemde çok revaçta olan durumlarla
alakalıdır. Bir hadiste de konuyla alakalı olarak “Peygamberlerden hiçbir
peygamber yoktur ki, ona mucizelerden kendi zamanlarındaki insanların
inandıkları bir mucize verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, ancak
Allah'ın bana vahyettiğidir.[284] Peygamber’in bu
tavrını Kur’ân-ı Kerîm’de, “De ki: ‘O âyetler (mucizeler) ancak Allah’ın
yanındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım’.”[285]
şeklinde de görürüz. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde mucize kelimesi
kullanılmamakla beraber olağanüstü olayları ifade etmek için “âyet-âyât”
ibaresi kullanılmıştır.[286]
Mucizeler,
idrâk edilmeleri açısından literatürde üç başlık altında toplanır:
Tabiat olaylarıyla alakalı oldukları için “kevnî mûcize” de denen bu
olaylar insanların duyularına hitap eden olaylardır:
-
Ağacın hareket ederek
Peygamberimizin yanına gelmesi,
-
Çakıl taşlarının
Peygamber’e selam vermesi,
-
Devenin halinden şikâyette
bulunması,
-
Zehirli koyunun durumu
Peygamber’e haber vermesi,
-
Omuzları arasında nübüvvet
mührünün bulunması,
-
Sahâbeye verdiği asasının
yolu aydınlatması,
-
Parmaklarının arasından
suyun akması,
-
Hurma kütüğünün iniltisinin
duyulması vb. mucizeler gerçekleşmiştir.
Peygamberimizin Allah’tan gelen vahye dayanarak geçmişe, içinde
bulunduğu zamana, ve geleceğe dair haber vermesi ve bunların böyle
gerçekleşmesidir:
-
Geçmiş peygamberlerin
mücadeleleri,
-
Ashâb-ı Kehf kıssası
hakkında bilgi vermesi,
-
Bizans’ın İran’ı
yeneceğini,
-
Mekke’nin fetholunacağını
ve Müslümanların geleceğinin parlak olacağını vb. bildirmiştir.
“Bilgi mûcizesi” veya “manevî mûcize” olarak da anılan bu grup, belirli
bir zaman ve mekânla sınırlı olmayıp insanların akıl yürütme gücüne hitap eden
ve onları rasyonel kanıtlarla baş başa bırakan, gerçeklerdir:
-
Peygamberimizin en büyük
mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in lafız ve muhteva bakımından erişilmez bir
üstünlük taşıması ve tehaddî (meydan okuma) ayetleriyle de bunun ortaya
konması, her çağdaki akıl sahibi insana hitap etmesi en büyük mucizedir.
- Hayatının her döneminde üstün ahlâkın yegâne örnekliğini ortaya
koyması da aklî mucizeler içinde değerlendirilmiştir.
Mucizeleri amaçları bakımından da yine üç grup altında toplamak
mümkündür:
Daha çok siyer, şemâil, mu‘cizât-ı Nebî ve alt türleri sayılabilecek
delâilü’n- nübüvve, hasâisü’n-nübüvve gibi türlerde nübüvvet öncesi
fevkalâdelikler de görülmektedir. Bunlar Peygamberimizin doğumu öncesi ve
sırasında yaşanan babasının alnındaki nurun hamile kalınca annesine geçmesi,
sütannesinin yanındayken yaşanan olağanüstülükler, Mecûsîlerin ateşinin sönmesi
vb. olaylardır. Tevrat ve İncil’de de Peygamberimizin geleceğine dair bilgiler
olduğu bilinmektedir.
Çalışmamızın konusunu teşkil eden Tanzimat’tan günümüze divan şiiri
formunda yazılan na‘tlere baktığımızda şairlerin geleneğin izinden giderek
na‘tlerinde zaman zaman Hz.Peygamberin mucizelerine yer verdikleri görülür.
İncelenen şiir metinlerinde bahsi geçen mucizeleri 6 başlık altında kategorize
ettik:
Örnek Beyitler:
Doğumundaki mucizeler:
Yıkıldı
köşkü Kisra'nın ocağı söndü Gebrâ'nın
Beli büküldü şeytanın bu mevlûd-i
Muhammed'dir
Sınıp putları tersânın çekildi suyu İran'ın
Nizâmı geldi
dünyanın bu mevlûd-i Muhammed'dir
İsmail Hakkı Toprak (İhramcızâde) (ö.1969)
293 Mucize ve amaçlar
gruplandırmalarında verdiğimiz bilgiler için bkz. Halil İbrahim Bulut,
“Mûcize”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul,
2006, s. 350-351; İlyas Çelebi, “Muhammed”, Mûcizeleri, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2006, s. 446-448.
Zâtının meddâhıdır
billâhi Furkânu’l-Hakim
İftirâkındır bana ateş
azâbından elîm
Ârif Hikmet Gökoğlu
İslâm’a zafer ver bizi
kurtar, bizi güldür,
A’dâmızı et hâk ile
yeksan, yine ey nûr-ı Furkânî
Hasan Feyzi Yüreğil
(Ö.1946)
"Feseyekfîke
hümullah" ile Zü’n Nûreyn'i
Kıldı ma'rüf-i cihan,
cami’-i Kur'ân olarak
Kemal Edip Kürkçüoğlu
(Ö.1977)
Bir bir beyâna var mı
sebep mu’cizâtını
Yetmez mi ol makâmda Kur’ân
Efendimiz
Faruk Kadri Timurtaş
(Ö.1983)
Mükrim-i Kur’ân’sın
ey Peygamber-i mu’ciz-edeb
Rahmet-i Rahmân’sın ey
Peygamber-i sıddîk-leb
Müstehil efdâline
tayîn-i evsâf u rüteb
Yâ Resûlallâh yoktur
gâye-i ulviyyetin
Recâizâde Mahmud
Mi’râcının demek
şeb-i “esrâ”da pâyesin
Olmuş değil zebân için
âsân Efendimiz
Faruk Kadri Timurtaş
(Ö.1983)
Hâdimin rûhu'l-emîn
vassâfın olmuş Hak senin
Yâ Muhammed ‘arş u
sidre nüh felek mi‘râc sana
Yozgatlı Hüznî (ö.1936)
Müşâr-ı bilbenandır
mu’cizâtın âfitâb-âsâ
Dü şakk-ı
sûret-i mehdir güvâhım yâ Resûlallâh
Şeyhülislâm Ârif Hikmet
Bey (Ö.1859)
Nola şakk olsa
şehâdet eyleyip mâh-ı münîr
Müddeâ isbâtına kâfîdir
ol bürhân sana
Hâfız Muhammed
Sebâteddin (ö.1905)
Şakk etti kamer,
fahr-i beşer, ol yüce server,
Her yerde ve her anda
onun nûru muzaffer.
Hasan Feyzi Yüreğil
(Ö.1946)
Parmaklarından suların akması:
Celâlin gördü devrildi
sanemler pür-günâh câmlar
Kusursuz mâh cemâlinden
cilâsın aldı endâmlar
Mübârek çeşmedir parmakların âb-ı hayat damlar
Ne
hoş cevr ü cefâmızsın gönül içre hafâmızsın
Vefamızsın,
safâmızsın, Muhammed Mustafâ'mızsın
Abdülkadir
Akgündüz
Ağaç ve hayvanlarla ilgili
mucizeler:
Etmişti ol haberle şehadet şecer şütür
Taşlardı
da’vetinle hurûşân Efendimiz
Faruk Kadri
Timurtaş (Ö.1983)
2.5.4. Na‘tlerde
Kullanılan Âyet ve Hadisler
Hz. Peygamber’i anlatan en yaygın tür olma özelliğini taşıyan na‘tler,
Peygamber’in en büyük mucizesi olarak görülen Kur’ân-ı Kerîm’den ve O’nun
yaşantısının örnekliğini gösteren hadislerden izler taşır. Na‘tlerin toplamı
içerisinde sayı bakımından fazlaca olan âyet ve hadislerin metnin bütünü
içerisinde önemli bir yekün teşkil ettikleri söylenemez. Bu yer tutuş, bir
edebî terim olarak iktibas sözcüğüyle karşılanmakla birlikte, bir âyetin veya
hadîsin tamamının yahut bir kısmının alıntılanması şeklinde gerçekleşir.[287] Şairlerin eserlerinin
etkileyiciliğini artırma, sözlerine canlılık kazandırma ve okuyucuyu
bilgilendirme gibi farklı amaçlarla bu edebî sanata başvurdukları söylenebilir.
İktibas yapma yoluna giden şairlerin, metin üzerinde vezin ve kafiye gibi
zaruretlerden ötürü asıl anlamı bozmayacak tasarrufta bulunmaları mazur
görülmüştür.[288]
İktibas, belâgat kitaplarında müstahsen ve müstehcen olmak üzere iki
başlık altında ele alınmış; İslâmî kaide ve kurallara ters düşmeyenler
müstahsen, İslâmî âdâba uygun düşmeyecek alıntılar müstehcen iktibas olarak
adlandırılmıştır.[289] Dînî esasları hafife alan
müstehcen iktibaslar câiz görülmemekle, hutbe ve na‘tlerdeki iktibaslar makbul,
gazel ve kıssalardaki iktibaslarsa mubah görülmüştür. İktibas edilen âyet ve
hadisin bütününün alınmasıyla “tam”; bir kısmının alınmasıyla da “nâkıs
iktibas”lara rastlamak mümkündür.297 Âyet veya hadisin doğrudan
Arapça olarak verilmesiyle “lafzen”; anlam yönüyle verilmesiyle de “mânen”
iktibas yapılmış olur. Sanatın önüne geçeceği için iktibas yapılırken kaynak
gösterilmez, aynı zamanda yapılan iktibasların Kur’ân’daki manaya da ters
düşmemesine özen gösterilir. Klâsik şiirimizde daha çok âyet ve hadislerden
alıntı şeklinde yapılan iktibas sanatı, yenileşmenin başladığı Tanzimat
sonrasında tüm alıntıları içine alan bir terim olarak anlamlandırılmıştır.298
Tanzimat sonrası şairlerinin de geleneğin sunduğu Peygamber tasavvurunu
Kur’ân ve hadislere dayanarak, kendi idrakleri ölçüsünde ve kullandıkları
kaynakların güçlü ve sahih oluşuyla geniş ölçüde destekledikleri görülür.299
Elbette bu destekleme-faydalanma aşamasında, yaşanılan devrin sosyal şartları
gereği ve gelenekle olan bağın kop(arıl)ması-zayıfla(tıl)masıyla birlikte
yapılan iktibaslarda bir azalma yahut Arapça olan âyet ve hadislerin meâlen
verilme durumun ziyâdeleştiği söylenebilir.
Aşağıda örneklerini vereceğimiz bu iktibaslar içinde Yâ-Sîn, Tâ-Hâ gibi
Peygamberimizin isim ve sıfatları başlığında değerlendirdiğimiz sure adları
burada tekrar ele alınmamıştır. Âyetlerden yapılan iktibaslar verilirken önce
sure adına, sonra da âyet sıralamasına dikkat edilmiştir. İncelediğimiz
metinler arasında âyetlerden yapılan iktibasların giderek azaldığı ve kullanılmadığı
tespit edilmiştir. Bazı âyetlerin bir örneğine rastlanılmakla en sık kullanılan
ayet iktibasları şöyledir:
Hayy iken kabrde ol şâh-ı Le-amrük ki Hudâ
Nâzik endamını eyler mi kefen-âsâ-yı adem
Ahmed Sadık Paşa (ö. 1860)
Le-amrük efserin
iklîm-i Levlâk taht-gâhındır
298
Turan Karataş,
a.g.e., s. 202; Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara,
1980, s. 268.
299
İsmail Çetişli,
a.g.e., s. 468.
Şefaat şânına lâyık
sezâdır yâ Resûlallâh
Bayburtlu Zihnî
(Ö.1863)
Le-amrük nassı
hakkiyçün reh-i aşkında can vermek
Hayât-ı câvidânîdir
hayât-ı câvidânîdir
Muallim Nâci (Ö.1893)
Mümkün mü “ Ve
’d-duhâ” var iken medhin eylemek
Çün söylemiş “Le-amrüke”
Rahmân Efendimiz
Faruk Kadri Timurtaş (Ö.1983)
Vücûdun Rahmeten
li'l-Âlemîndir yâ Resûlallâh
Cünûdun enbiyâ ve
mürselîndir yâ Resûlallâh
İrfan Paşa (Ö.1888)
Kelâm-ı Rahmeten
li'l-Âlemîn vasfında münzeldir
Hudânın en büyük ihsânı
sensin yâ Resûlallâh
Senîh-i Mevlevî (Ö.1900)
Sensin ol Mahbûb-i Hak
ey Rahmeten li'l-Âlemîn
Âlem olmuştur senin
sâyende ihyâ ibtidâ
Damat Mahmud Celâleddin
Paşa
(Ö.1902)
Yâ Şefî-il Müznibîn yâ Rahmeten
li'l-Âlemîn
Muştuluk kim bizlere
müştâk imiş Rahmân sana
Hâfız Muhammed
Sebâteddin (Ö.1905)
Neş'e-bahş oldukça
kalbe Rahmeten li'l-Âlemîn
Fikr eder mi Hasbî-i
bî-çâre hevl-i mahşeri
Muharrem Hasbi
(Ö.1914)
Ey
şefî‘ül-müznibîn her ins ü cin muhtaç sana
Rahmeten
li'l-Âlemîn Levlâke levlâk tâc sana
Yozgatlı Hüznî (Ö.1936)
Rahmeten
li'l-Âlemîn sensin sana olsun salât
Ez-ezel âbâd-ı
dünyâ tâ ilâ yevmi’l-cezâ
Osman Kemâlî
(Ö.1954)
Seni Hakk Rahmeten
li'l-Âlemîn gönderdi bu güne
İnâyet mekremet
senden atâdır yâ Resûlallâh
Ahmet
Hamdi Serbest (İskilipli) (Ö.1999)
Nâci-i zârın
ümîdi bulmaz aslâ inkıtâ’
Vasf-ı pâk-i Rahmeten
li'l-Âlemînden senin
Naci Paşa
(Eldeniz)
Dahî hem Küntü
kenz esrârının bil mahremî sensin
Makâmıdır senin
hem Kâbe kavseyn yâ Resûlallâh
Tüfekçi Sâlih Efendi (Ö.1906)
Seyyid-i küll hulâsa-i
mevcûd
Menşe'î-yi akdem-i
zuhur u vücûd
Asl-ı eşya güzîde-i
Mâ'bûd
Kâbe kavseyn ’e
mazhar u mes'ûd
Fahr-i âlem
Muhammedü'l-Arabî
Alaybeyizâde Nâci Bey
(Ö.1919)
İbn-i ’İmrân İbn-i
Meryem rif‘atin bir zerresi
Kâbe kavseyn
‘âlem-i lâhût ol minhâc sana
Yozgatlı Hüznî (ö.1936)
Teyeccüh-gâh-ı kurb-i Kâbe
kavseyne hakîkatte
Hilâl ebrûların
kıble-nümâdır yâ Resûlallâh
Tahirü'l-Mevlevî
(Ö.1951)
Kâbe kavseyn
kurb-i Ev ednâ sana halvetserâ
Bir temâşâdır ki
seyretti füâd-ı mâreâ
Dedi Allah yâ Habîb’i
merhabâ bin hel etâ
Böyle kadrin rûşenâdır
yâ Resûlallâh senin
Niyâzî (Arapça Hocası)
Sen ol nûr-i
Cemâlullah’sın kim hüsn ü aşkındır
Çerâğ-ı leyle-i İsrâ
sürâğ-ı kurb-i Ev Ednâ
Nâmık Kemal (Ö.1888)
Serây-ı kurb-i Ev
ednâ-yı Rabb-i lâyezâlînin
Şeb-i Mi’râc
olan mihmânı sensin yâ Resûlallâh
Senîh-i Mevlevî
(ö.1900)
Enbiyâlar
serveri âhir zaman peygamberi
Gülbün-i
Gülşen-i Ev ednâ Muhammed Mustafâ
Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi
(Ö.1956)
Bu Şemsî
bendeni dûr etme senden ey İmâme’d-Dîn!
“Ev ednâ”sın
sana hâstır imâmet yâ Resûlallâh
Hüseyin Şemsi
Ergüneş (Ö.1968)
Kalbin gözüyle
gördün o Hâllâk-ı A‘zam’ı
Sendin o şeb “Ev
Ednâ”ya şâyân Efendimiz
Faruk Kadri
Timurtaş (Ö.1983)
Ve ’d-duhâ
vassâf olup ilm-i ezel vassâfına
Münzilâtta
memdûh-ı Mevlâ Muhammed Mustafâ
Alvarlı
Muhammed Lütfî Efendi
(Ö.1956)
Mümkün mü “Ve
’d-duhâ” var iken medhin eylemek
Çün söylemiş “Le-amrüke”
Rahmân Efendimiz
Faruk Kadri
Timurtaş (ö.1983)
Matlaın nûr-ı
Hudâdır yâ Resûlallâh senin
Nûr-ı zâtın âşinâdır yâ
Resûlallâh senin “Sûre-i Nûr”u izârında yazar kilk-i kazâ
Vech-i pâkin Ve
’d-duhâdır yâ Resûlallâh senin
Niyâzî (Arapça Hocası)
Yine en sık kullanılan hadisler de şöyledir:
Mevcûd idi zâtın yoğ
iken âlem ü âdem
Sen evvel idin hem de
nihâyetsin Efendim
Şeref Hanım (Ö.1861)
Cemâli nûr-i vechullah
için bürhân-ı evveldir
Mekâli her dil-i âgâh
için Kur’ân-ı sânîdir
Muallim Nâci (Ö.1893)
En evvel olan halk-ı
Hüdâ'sın yâ Resûlallâh
Ser-efrâz-ı cemi
enbiyâsın yâ Resûlallâh
Şair Eşref (Ö.1912)
Dahî hem Küntü kenz
esrârının bil mahremî sensin
Makâmıdır senin hem Kâbe
kavseyn yâ Resûlallâh
Tüfekçi Sâlih Efendi
(Ö.1906)
Beni bir ferde muhtaç
etme eyle Kenz-i mahfıden
Dil-i virânımı mesrûr u
şâdân yâ Resûlallâh
Abdülazîz Mecdî Efendi (Ö.1941)
Küntü nebiyyen ve Âdeme beyne'l mâi ve't-tîn:
Dedin “Küntü nebiyyen” hem de “beyne’l-mâi ve’t-tîn”
Nübüvvette sana hâstır asâlet yâ Resûlallâh
Hüseyin Şemsi Ergüneş
(Ö.1968)
Levlâke levlâk lemâ halaktu'l-eflâk:
Ulûhiyet rübûbiyyet hüviyyet mazharı sensin
Denildi zâtına Levlâke levlâk yâ Resûlallâh
Abdülazîz Zihnî Efendi (Cerrâhî) (Ö.1853)
Le-amrük efserin iklîm-i Levlâk taht-gâhındır
Şefaat şânına lâyık sezâdır yâ Resûlallâh
Bayburtlu Zihnî (Ö.1863)
Biz gedâyız dü-cihânın mefhârısın yâ nebî
Dendi Levlâk hutbetine yâ Resûlallâh meded
Leblebici Baba (Ö.1874)
Sen nişîn-i taht-ı Levlâksin eyâ şâh-ı cihân
Olmasa teşrîfin açılmazdı âlem hânesi
Hâfız Sa’di (Ö.1882)
Ey mazhar-ı hitâb-ı Levlâk yâ Muhammed
Nûrunla halk olundu eflâk yâ Muhammed
İsmail Safâ (Ö.1901)
Sâhib-i Levlâksın
Şâhen-şâh-i eflâksin
Enir ü
nehyindir iden dünyayı dünya ibtidâ
Damat Mahmud Celâleddin Paşa
(Ö.1902)
Ey rûh-ı ümem,
aslı kerem, dürr-i mükerrem
Ey medrese-i
âleme allâme-i â'lem
Serdar-ı
Resûlsün, güher-i ekmel-i âlem
Levlâkenle
memdûhsun ey server-i âlem
Ali Emîrî Efendi (Ö.1924)
Ey
şefTül-müznibîn her ins ü cin muhtaç sana
Rahmeten
li'l-Âlemîn Levlâke levlâk tâc sana
Yozgatlı Hüznî (Ö.1936)
Cenâb-ı
mazhar-ı Levlâk bâdi-i eflâk
Nebiyy-i tâhir
ü pâk-âsümân-ı azz ü alâ
Hammâmizâde İhsan (Ö.1948)
Hil’at-i Levlâki
zât-ı pâkine verdi Hudâ
Metn-i neşr-i
şârih-i Tâ-Hâ Muhammed Mustafâ
Alvarlı
Muhammed Lütfî Efendi
(Ö.1956)
Bildim dü-âlemin sebebi zât-ı pâkini “Levlâke” oldu kadrine
mîzân Efendimiz
Faruk Kadri Timurtaş (Ö.1983)
Gubâr-ı âsitânın
ey şeh-i zîbende-i Levlâk
Uyûn-i iştiyâka
sürmesâdır yâ Resûlallâh
Ahmet Hamdi Serbest (İskilipli)
(Ö.1999)
Dedi şânına Hak
Levlâk Levlâk
Muhammed olmasa
olmazdı eflâk
Senâyî Efendi
Felekler
farkına basdın kadem ey Lî ma ‘allâh-kadr
Bu i’zâz enbiyâ
içre sanâdır yâ Resûlallâh
Bayburtlu Zihnî (Ö.1863)
Lîma‘allâh
ravzasında şem’a-i nûr-ı Hüdâ
Ol sebeble
kevser-i ma’nâ Muhammed Mustafâ
Alvarlı
Muhammed Lütfî Efendi
(Ö.1956)
•
Klâsik dönem olarak da
adlandırdığımız divan şiiri döneminde şairler, na‘tlerinde geleneğin
kendilerine ulaştırdığı malzemelerle Hz.Peygamber’i birçok vasfıyla övmüş,
O’nun hayatından kesitleri na‘tin muhtevası içerisinde işlemiş, O’nu her zaman
yüceltmiş ve O’ndan şefâat talebinde bulunmuştur.
•
Tanzimat’tan önceki dönemde
başlayan ve Tanzimat’la beraber ortaya çıkan sosyolojik durum, divan şiirinin
yüzyıllardır oluşturduğu gelenek birikiminin ve dünya anlayışının göz ardı
edilmesine neden olmuştur.
•
Bunun sonucu olarak da
divanlarda bir tertip hususiyeti olarak hemen hemen her şairin yazdığı
na‘tlerin, bu dönemden sonra nicelik ve nitelik olarak azaldığını görürüz.
•
Tüm bu olumsuz duruma
rağmen; Tanzimat sonrası edebiyatımızda na‘t türünün devam ettiğini ve özelikle
son elli yıllık dönemde hem incelememizin konusu olan divan şiiri formunda hem
de serbest vezinle modern edebiyatın ürünü sayılabilecek na‘tlerin yazımının
hız kazandığını söylemek mümkündür.
•
İncelememize içerisinde yer
alan, geleneğin nazım şekilleri ve aruz ölçüsüyle yazılmalarını kıstas kabul
ettiğimiz na‘tlerin ve na‘t yazan şairlerin, düşündüğümüz-den daha fazla
olduğunu gördük.
•
Bu şairler hem dış yapı hem
de içerik olarak büyük ölçüde geleneğe bağlı kalmış, geleneğin nazım şekilleri
olan kaside, gazel, mesnevi, murabba, nazm gibi birçok nazım şeklini kullanmış
ve muhtevasını bir takım değişmeler ve eksilmelerle büyük ölçüde günümüze
taşımıştır.
•
İslâm toplumlarının ve
ülkemizin son iki yüzyıl içerisinde yaşadığı siyasî ve toplumsal krizler
neticesinde Hz.Peygamber’in beşer vasfı üzerinde hayli tartışılmış ve na‘tin
muhtevasını besleyen en önemli kaynak olan siyerlerde Hz.Peygamber’in
olağanüstü özelliklerini ve mucizelerini tekrar gözden geçirme ihtiyacı
hissedilmiştir.
•
Klâsik dönem na‘tlerinde
beşerüstü vasıflarıyla öne çıkan Peygamber imajı, Tanzimat sonrasında geleneğin
formlarıyla yazılmış na‘tlerde da kendini büyük oranda korumakla beraber, bir
değişime uğramış; Hz.Peygamber bir kurtarıcı, bir önder, hayatın içinde yaşayan
ve mesajı hayata dönük bir örneklik olarak son dönem na‘tlerinde yer etmiştir.
•
Daha önce bie seçki
mahiyetinde olan nu‘ût mecmuaları ve nu‘ût divanları yazılırken Tanzimat
sonrası dönemde bu verimleri besleyen kültürel ortam olmadığı için, bu eserler
yazıl(a)mamıştır.
•
Tanzimat döneminde
müntehabât, 1930’lu yıllarda ise antoloji olarak adlandırılan ve na‘tlerin
biraraya getirilmesinde son elli yıllık dönemde hayli önemli olan seçkiler,
nicelikleri yönünden tartışmalı olsalarda ancak 1960’lı yıllardan sonra
edebiyatımızda tekrar filizlenmeye başlamış ve son dönemde sayıları oldukça
artmıştır.
Metin Teşkilinde Dikkat Edilen Hususlar
•
Çalışmamızda yer alan
na‘tlerde kullanılan noktalama işaretlerinde, şiirlerin alındığı kaynağa bağlı
kalınmış, gerekli görülen birkaç yer dışında noktalama işaretlerine müdahale
edilmemiştir.
•
İmlâ birliğinin sağlanması
ilkesi ile, şiir metinlerinde "Resûl" ve "Rasûl" şekli ile
karşımıza çıkan kelimelerde "Resûl" tercih edilmiştir.
•
Eserde ismi geçen na‘t
şairlerinin, burada yer alanlar dışında başka na‘tleri de bulunmakla beraber;
ulaşabildiğimiz na‘t örnekleri alınmıştır.
•
Metinlerde hafif
transkripsiyon uygulanmış, gerekli görülen bazı kelimelerde ayn ve hemze
harfleri belirtilmiştir. "na‘t" ve "delâ’il" vb.
•
Metinlerde yer alan âyet ve
hadisler italik yazılmıştır. "Levlâk", "Ve'd-duhâ" vb.
•
Derlediğimiz na‘tlerin yer
aldığı kaynakların bir kısmında lafzatullahların yazımında kesme işareti
kullanıldığı bir kısmında kullanılmadığı görülmüştür. Çalışmamızda imlâ
birliğinin sağlanması sebebi ile lafzatullah yazımında kesme işareti tercih
edilmemiştir. "Salâtullah", "Nebîyallâh" vb.
•
Çalışmamızda kaynak olarak
kullanılan hicrî yıl basımlı divanların tümü milâdîye çevrilmiştir.
•
Çalışmamızda yer alan
şairlerden vefat edenlerin yalnızca ölüm tarihleri, hâlen hayatta olanların ise
yalnızca doğum tarihleri verilmiştir.
•
Allah'ın isimleri ve
Hz.Muhammed'in bazı sıfatları büyük harfle yazılmıştır. "Hakk",
"Hüdâ" "Rahmeten'lil-âlemîn", "Habîbullâh",
"Şefkil-mücrimîn" vb.
•
Peygambere hitap unsuru
olan "Efendim" büyük harfle yazılmıştır.
[1] Âmil Çelebioğlu, "Türk Edebiyatında Manzum
Dînî Eserler", Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, MEB
Yayınları, İstanbul, 1998, s. 349.
[2] Agâh Sırrı Levend, "Dinî Edebiyatımızın
Başlıca Ürünleri", Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara,
1972, S. 371, s. 35-36.
[3] Âmil Çelebioğlu, a.g.m., s. 353-365.
[4] Âmil Çelebioğlu, a.g.m., s. 356-357.
[5] Mehmet Özdemir, "Siyer Yazıcılığı
Üzerine", Milel ve Nihal, C.IV, S.3, İstanbul, 2007, s.130.
[6] Nihal Şahin Utku, "Siyer Yazıcılığı I.
Bölüm", (çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.info,
10.06.2014.
[7] Ali Fuat Bilkan, "Türk Edebiyatında
Peygamber Sevgisi Etrafında Gelişen Edebî Türler", Yağmur Dergisi,
S.15, İzmir, 2002, s. 18.
[8] Ali Fuat Bilkan, a.g.m., s. 16.
[9] Bkz.: Ayşe Parlakkılıç, "Seyyid
İbrahim Hanîf'in Menâzilü'l-Haremeyn'i (İnceleme-Metin)", Fatih
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT) İstanbul, 2013.
[10] Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul,
Çağrı Yayınları, 2009, s. 756.
[11] Dinî Kavralar Sözlüğü, Yay. Haz.: İsmail
Karagöz, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2010, s. 597.
[12] Mustafa Uzun, "Muhammed", Türk
Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul,
2006, s. 458.
[13] a.g.md. s. 458.
[14] Eser hakkında ayrıntılı bilgi için: Yıldıray
Kaplan, “Erzurumlu Kadi Mustafa Darîr'in Kitâb-ı Sîyer-i Nebî'si”,
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), Ankara, 2006.
[15] Ali Öztürk, "Türk Edebiyatında Manzum
Siyerler", Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, Yay. Haz.:
Mahfuz Söylemez, Çorum, İslâmi İlimler Dergisi Yayınları, 2007, s. 213.
[16]Nihat
Öztoprak, “Türk Edebiyatında Manzum Siyerler”, Yazılışın 600. Yılında Bir
Kutlu Doğum Şaheseri Uluslararası Mevlid Sempozyumu, Edit.: Bilal
Kemikli-Osman Çetin, TDV Yayınları, Ankara, 2010, s. 54.
[17] Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük
Doğu Yayınları, İstanbul, 1999.
[18] M.Asım Köksal, Peygamberimiz, İstanbul,
Sufi Kitap Yayınları, 2011.
[19] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 1464.
[20] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe
ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami GÜNEYÇAL, Ankara Aydın Kitabevi
Yayınları, 23. Baskı, 2006, s. 809.
[21] Mehmet Kanar, Farsça-Türkçe Sözlük,
Ankara, Say Yayınları, 2. Baskı, 2010, s. 1673.
[22] Mustafa
Çiçekler, "Na‘t", Giriş, Fars Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XXVIII, İstanbul, 2006, s. 435; Tâhirü'l-Mevlevî, Edebiyat
Lügatı, Neşre Haz.: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İstanbul,
1994, s. 113.
[23] Dursun
Hazer, Hz. Peygamber'in Şairleri, İstanbul, Hitit Yay., 2008, s. 45-175;
İsmail Durmuş, "Muhammed", Arap Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2006, s. 451.
[24] Rıdvan Canım, Divan
Edebiyatında Türler, 3. bsk., Ankara, Grafiker Yayınları, 2012, s. 175.
[25] Ahmet Yılmaz, "Türk Edebiyatında Nactî
Mahlasını Kullanan Şairler", İSTEM, S.2, 2003, s. 77-80.
[26] Suphi Ezgi, Nazarî-Amelî Türk Mûsikîsi,
İstanbul, 1933-53, C.III, s. 54.
[27] M.Fatih Andı, "Peygamber'i Şiirle
Sevmek-IV", İtibar: Aylık Edebiyat ve Fikriyat Dergisi, S.26, s.
30.
[28] Metin Akkuş, Klâsik Türk Şiirinin Anlam
Dünyası: Edebî Türler ve Tarzlar, Fenomen Yay., Erzurum, 2007, s. 181.
[29] Turan Karataş, "Naat Nehri Kuruyor
mu?", (Çevrimiçi) http://www.ermenekhaber.com/yazarlar/-
turankaratas/naat-nehri-kuruyor-mu/325/, 05.06.2014.
[30] Yunus Emre Altuntaş, "Naat Geleneği Öldü Mü?",
(Çevrimiçi) http://www.haberkultur.net/-
HD5650_naat-gelenegi-oldu-mu-.html, 05.06.2014.
[31] M.Fatih Andı, "Modern Türk Şiiri ve
Peygamber", http://www.sonpeygamber.info/modern-turk-
siiri-ve-peygamber, 04.06.2014.
[32] Semra Alyılmaz, "Mevlit ve Türk
Edebiyatında Mevlit Türü", Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, S.13, Erzurum, 1999, s. 195-202.
[33] Hasan Aksoy, "Mevlid", Türk
Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXIX, Ankara,
2004, s. 482.
[34] Ayrıntılı bilgi için bkz. M.Fatih Köksal, Mevlid-nâme,
Ankara, TDV Yayınları, 2011.
[35] İsmail Çetişli, Türk Şiirinde Hz. Peygamber (1860-2011),
Ankara, Akçağ Yayınları, 2012, s. 550553.
[36] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 558.
[37] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 78.
[38] Mustafa Uzun, "Hilye", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVIII, İstanbul, 1998, s.
44.
[39] Hakanî Mehmed Bey, Hilye-i Saadet, Haz.:
İskender Pala, 2. bsk., LM Yayınları, İstanbul, 2002, s.10.
[40] Mustafa Uzun, a.g.md.
[41] İskender Pala, a.g.e.
[42] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 82.
[43] Mahmut Kaplan, “Neşâtî'nin Hilye-i Enbiyâsı”,
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,
C.II, S.2, Van, 1991, s. 154-166.
[44] Eser üzerine iki adet yüksek lisans tezi hazırlanmıştır: Zekeriya
Usluer, “Süleyman Nahîfî Hayatı Eserleri ve Hilyetü’l-Envârı”, Marmara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), 1994. Oya Y asav, “Hilyetü'l-Envâr”,
Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), 1995.
[45] M.Ali Eşmeli (Seyrî), Hilye-i Şerîfe,
Yüzakı Yayınları, İstanbul, 2010.
[46] İsmail Karagöz, a.g.e., s. 617.
[47] Enbiyâ 21/107.
[48] Kalem 68/4.
[49] Âl-i İmran 3/31; A‘râf 7/158.
[50] M.Yaşar Kandemir, "Şemâil", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 498.
[51] a.g.md. s. 499.
[52] Mustafa Uzun, "Muhammed", s. 458.
[53] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 554.
[54] Âmil Çelebioğlu, "Süleyman Nahîfî'nin
Hicretü'n-Nebî Adlı Mesnevîsi", Türklük Araştırmaları Dergisi, S.2,
İstanbul, 1986, s. 54.
[55] Mehmet Şahin, “Mustafa Fevzi B. Numan'ın
Hayatı Eserleri ve Dinî Edebiyatla İlgili Şiirleri”, Ankara Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006, s. 116.
[56] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 568.
[57] Bu yarışmada dereceye giren ve diğer şiirleri
görmek için bkz. Tarih İçinde Hicret ve Na‘tlar Antolojisi, Haz.:
Komisyon, TMKV Yayınları, İstanbul, 1982.
[58] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 1373; Örnekleriyle
Türkçe Sözlük, Haz.: Komisyon, Ankara, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,
1996, C.3, s. 1990.
[59] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 147.
[60] Konuyla ilgili ayrıntılı
olarak hazırlanan bir çalışma olan Metin Akar'ın eserinde sire, mevlid, hilye,
mucizat-ı Nebî, mesneviler ve mürettep divanlardaki miracnâmeler üzerinde
durulmuştur. Bkz. Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mirâcnâmeler,
Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdarî Bilimler Fakültesi, (DT), Ankara, 1980.
Eser, aynı zamanda Kültür Bakanlığı tarafından da yayımlanmıştır.
[61] Necla Pekolcay v.d., İslâmî Türk
Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul, Bayrak Matbaası, 1994, s.
193.
[62] Murat Ak, “Na‘tlerin Tasavvufî Temelleri ve
Na‘t Mecmuaları”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT),
Konya, 2014.
[63] Âşık Paşa, Garib-nâme, Haz.: Kemal Yavuz, Ankara, Türk Dil
Kurumu Yayınları, 2010, C.II, s. 290; Ayrıca Bkz.: Kemal Yavuz,
"Anadolu'da Başlayan Türk Edebiyatında Görülen İlk Miraçnâmeler: Âşık Paşa
ve Miraçnâmesi", İlmî Araştırmalar, S.8, İstanbul, 1999, s.247.
[64] Mustafa Uzun, "Mi‘râciyye", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2005, s. 136.
[65] İsmail Hakkı Bursevî, Mi‘râciyye, Haz.:
İrfan Poyraz, Bursa, Sır Yayıncılık, 2007.
[66] Ali Fuat Bilkan, "Nâbî'nin
Mi‘râc-nâmesi", Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, S.1,
İstanbul, 2008, s. 3.
[67] Rıdvan Canım, a.g.e, s. 147.
[68] Murat Ak, a.g.e., s. 11.
[69] Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum
Mirâcnâmeler, Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdarî Bilimler Fakültesi,
(DT), Ankara, 1980, s. 207.
[70] a.g.e., s. 226.
[71] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 571.
[72] Süleyman Uludağ, İslâm'da İnanç Konuları ve
İtikadî Mezhepler, 4. bsk, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998, s.199.
[73] Zeynep Esra Bilgin, “Fâ’ik, Mu‘cizâtü'n-Nebî”: İnceleme-Metin,
Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), Bursa, 2010, s. 4.
[74] a.g.e., s. 7-8.
[75] Âmil Çelebioğlu, "Türk Edebiyatında Manzum
Dînî Eserler", s. 359.
[76] Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Na‘t,
Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, s. 284.
[77] Zeynep Esra Bilgin, a.g.e.
[78] Murat Ak, a.g.e., s. 6; Mustafa Uzun,
"Muhammed", Türk Edebiyatı, s. 458.
[79] Müjgan Çakır, “Nâyî Osman Dede: Hayatı,
Sanatı, Eserleri ve Ravzatü'l- İ‘câz fi'l-Mu‘cizâti'l- Mümtâz”, Marmara Üniversitesi,
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, (DT), İstanbul, 1998.
[80] Murat Ak, a.g.e., s. 6.
[81] M. Necati Bursalı, Allah Resûlünün Mucizeleri, İstanbul,
İsmail Akgün Matbaası, 1969. Eserin 90-113. sayfaları arasında na‘tler
bulunmaktadır.
[82] İsmail Karagöz, a.g.e.,, s. 202.
[83] a.g.e., s. 418.
[84] Mehmet Özdemir, a.g.m., s.130.
[85] Hüseyin Algül, "Gazve", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XIII, İstanbul, 1996, s. 489.
[86] Hasan Aksoy, "Dursun Fakih", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.X, İstanbul, 1994, s. 8.
[87] Engin Yılmaz, “Gazavat-nâmeler ve
Niyazi'nin Gazavât-ı Nebî'si”, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, (YLT), İstanbul, 1995.
[88] Murat Ak, a.g.e., s. 12.
[89] Ahmed Refik, Gazavât-ı Celîle-i Peygamberi,
Haz.:Yaşar Çalışkan, İstanbul, 2014, 220 s.
[90] Hakan Öztürk, “Cumhuriyet Dönemi İslâm
Tarihi Çalışmalarında Hz. Muhammed Tasavvuru (1923-1938)”, Ankara
Üniersitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT), Ankara, 2011, s. 13.
[91] Mustafa Uzun, "Muhammed", s. 458.
[92]Murat Ak, a.g.e., s. 8.
[93]
Emine Yeniterzi, "Divan Şiirinde Hz. Peygamber'in İsim ve
Sıfatları-Esmâ-i Nebî", TDV Kutlu Doğum Haftası II 1-7 Ekim 1990,
Ankara, 1992, s. 87. Ayrıca Peygamberimizin isimlerinin faziletinin
anlalatıldığı kısma bkz. Harun Arslan, “Celâlzâde Mustafa'nın Tercüme-i
Me‘âricü'n-Nübüvve Adlı Eseri: Metin-Sözlük-Özel Adlar Dizini-Esmâ-yı
Latîfe”, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT),
İstanbul, 2013, s. 322-323.
[94] Ahmet Yılmaz, "Türk Edebiyatında
Esmâ-i Nebeviyye-i Şerîfe'yi Tadât Geleneği ve Müstakimzâde'nin Mir‘atü's-Safâ
İsimli Risâlesi", İSTEM, Yıl 2, S.4, 2004, s. 162.
[95] Konuyla ilgili ayrıntılı bir inceleme için bkz.
Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 161-202.
[96] Mustafa Uzun, "Muhammed", s. 458.
[97] Mustafa Uzun, "Muhammed", s. 458.
[98] Ahmet yılmaz, a.g.m.
[99] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 573.
[100] İskender Pala, "Kırk", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXV, İstanbul, 2002, s. 466.
[101] M.Yaşar Kandemir, "Hadis", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XV, İstanbul, 2013, s. 27.
[102] Abdülkadir Karahan, "Hadîs-i Erbaîn
Nev‘inin Doğuşu ve Âmilleri", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1952, s. 76.
[103] İmam Nevevi, Kırk hadis Tercüme ve Şerhleri,
Çev: İbrahim Hatiboğlu, İstanbul, Kahraman Yayınları, 1997.
[104] İsmail Hakkı Ünal, "İslâm Kültüründe Kırk Hadis Geleneği ve
Şeyh Hamîd-i Velî'nin Hadîs-i Erbaîn Şerhi", Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1999, C.XXXIX, s. 138. Müelliflerin kırk hadis
tertip etme sebepleri için ayrıca bkz. Cemal Aksu, "Hanifin Manzum Kırk
Hadis Tercümesi", İlmî Araştırmalar, İstanbul, 2004, S. 17, s. 18.
[105]Âmil Çelebioğlu, "Türk
Edebiyatında Manzum Dînî Eserler", s. 361.
[106] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 95.
[107] Abdülkadir Karahan, İslâm-Türk Edebiyatında
Kırk Hadis, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 43.
[108] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 97.
[109] Abdülkadir Karahan, "Kırk Hadis",
Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXV,
İstanbul, 2002, s. 470.
[110] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 97.
[111] Kahraman Bulgurcu, “Kemalpaşazâde'nin Hadis
İlmindeki Yeri-Kırk Hadisler Örneği”,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), Konya,
2004, s. 20.
[112] Rıdvan Canım, a.g.e., s. 98.
[113] İbnü'l- Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır
Türk Şairleri, Haz.: Müjgân Cunbur, C.I, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, 1999, s. 50.
[114] İbnü'l- Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır
Türk Şairleri, Haz.: M. Kayahan Özgül, C.II, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, 1999, s. 1204.
[115] Abdülkadir Karahan, "Kırk Hadis",
Türk Edebiyatı, s. 473.
[116] Âmil Çelebioğlu, "Türk Edebiyatında Manzum
Dînî Eserler", s. 361.
[117] Nihat Öztoprak, Klâsik Türk Edebiyatında
Manzum Yüz Hadisler, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,
(DT), İstanbul, 1993, s. 1-97.
[118] Âmil Çelebioğlu, "Türk Edebiyatında Manzum
Dînî Eserler", s. 361.
[119] Mustafa Alıcı, "Şefaat", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 411.
[120] M.Fatih Kesler, "Kur'ân-ı Kerîm ve
Hadislerde Şefaat İnancı", Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, 2004, C.V, S. 13, s. 123.
[121] Tirmizî, Kıyamet 11.
[122] Mustafa Uzun, "Muhammed", s. 459.
[123] Âmil Çelebioğlu, "Türk Edebiyatında Manzum
Dînî Eserler", s. 360.
[124] Şahin Köktürk, "Şefaat-name ve Pir
Muhammed'in Şefaatnamesi", Turkish Studies, Vol. 9/6 Spring,
Ankara, 2014, s. 761.
[125] Mehmet Şahin, “Mustafa Fevzi bin Numan'ın
Hayatı Eserleri ve Dinî Edebiyatla İlgili
Şiirleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (YLT), Ankara, 2006, s. 130-131.
[126] İsmail
Çetişli, a.g.e., s. 575.
[127] İsmail Karagöz, a.g.e., s. 72.
[128] A.Lütfi Kazancı, "Bi‘set", Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C.VI, İstanbul, 1992, s. 217. Konunun Kur'ânî boyutunu
inceleyyen bir araştırma için bkz. İsmail Yılmaz, “Kur'an'da Bi‘set
(Peygamber Gönderme) ve Gerekçeleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (YLT), Konya, 2009.
[129] Muhammet Nur Doğan, "İshak Efendi", Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXII, Ankara, 2000, s. 531. Eserle ilgili
ayrıca bkz. Muhammet Nur Doğan, Lâle Devri Şairlerinden İshak Efendi'nin
Orijinal Bir Mesnevisi: (Metin-Nesre Çeviri ve Açıklama), İstanbul
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.XXVII, İstanbul, 1997, s.
101-168.
[130] Hamdi Tekeli, "Regaib Gecesi", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXXIV, İstanbul, 2007, s. 535.
[131] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 667.
[132] Mustafa Uzun, "Muhammed", Türk
Edebiyatı, s. 459.
[133] Mehmet Akkuş, "Edebiyatımızda Regâibiyye
ve ve Salâhî'nin Matla‘u'l-Fecr'i", Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C.XXXII, Ankara, 1992, s. 133.
[134] Mustafa Uzun, "Regâibiyye", Türk
Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXXIV, İstanbul,
2007, s. 536.
[135] Hakan Yekbaş, "Klasik Türk Şiirinde Regâibiyye ve Mehmed Fevzi
Efendi'nin Regâibiyyesi", Ankara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi [TAED], S.42, Erzurum, 2010, s. 71.
[136] Âlim Yıldız, "Regâibiyye ve Üsküdarlı
Sâfî'nin Bir Regâibiyyesi", Somuncu Baba Aylık İlim Kültür ve Edebiyat
Dergisi, S.90, Malatya, 2008, s. 49.
[137] Hakan Yekbaş, "Receb Vahyî ve Leyle-i
Regâib adlı Regâibiyyesi", Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
C.IV, Bahar 2011, s. 219.
[138] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 574.
[139] Nurgül Özcan, "Molla Velî'nin Vefât-ı
Nebî'si", Turkish Studies, C.VII, S. 2, Bahar 2012, s. 839.
[140] Fatma Turhal Güler, “Vefât-ı Hazret-i Muhammed Aleyhi's-selâm”, Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü (YLT), İstanbul, 1996, s. 5.
[141] İsa Baldemir, “Vefât-ı Nebî”, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (YLT), İstanbul, 1996.
[142] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 574.
[143] Yusuf Şevki Yavuz, "Delâ’ilü'n-Nübüvve",
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.IX, İstanbul, 1994, s. 116.
[144] Nimetullah Akın, "Delâ’ilü'n-Nübüvvenin İşlevselliği
Üzerine", Usûl: İslâm Araştırmaları, S.8, Ankara, Temmuz-Aralık
2007, s. 48-49.
[145] a.g.m., s. 51.
[146] a.g.m., s. 49.
[147] Yusuf Şevki Yavuz, a.g.md., s. 117.
[148] a.g.m., s. 50.
[149] Murat Ak, a.g.e., s. 43.
[150] M.Yaşar Kandemir, "Şemâil", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 497.
[151] Erdinç Ahatlı, "Hasâisü'n-Nebî", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XVI, İstanbul, 1997, s. 278.
[152] a.g.m., s. 278.
[153] Seyit Avcı, "Sahih-i Müslim'in
'Kitâbü'l-Fezâil' Bölümüne Göre Hz. Peygamber'in Bazı Özellikleri", İSTEM,
C.X, S.19, s. 12.
[154] Erdinç Ahatlı, a.g.md., s. 278.
[155] Erdinç Ahatlı, a.g.md., s. 279.
[156] Seyit Avcı, a.g.m., s. 13.
Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 4.
[158] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 4.
[159] Daha geniş bilgi için bkz. Dursun Hazer, Hz.
Peygamber'in Şairleri, İstanbul, Hitit Yay., 2008, s. 45-175.
[160] İsmail Durmuş, "Muhammed", Arap
Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul,
2006, s. 451.
[161] Mahmut Kaya, "Muhammed b. Said
Bûsîrî", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.VI, İstanbul,
1992, s. 469.
[162] İsmail Durmuş, a.g.md., s. 451.
[163] İsmail Durmuş, a.g.md., s. 452.
[164] İsmail Durmuş, a.g.md., s. 452.
[165] Nasuhi Ünal Karaarslan, " Bârûdî, Mahmud
Sâmi Paşa", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.V,
İstanbul, 2006, s. 90-91.
[166] Mehmet Yalar, "İslâmi Arap Şiiri ve Hz.
Peygamber" Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XVIII.,
S.I, s. 61-88.
[167] İsmail Durmuş, a.g.md., s. 454.
[168] İsmail Durmuş, a.g.md., s. 454.
[169] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 45.
[170] Mustafa Çiçekler a.g.md., s. 435.
[171] Mustafa Çiçekler, a.g.md., s. 435.
[172] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 46.
[173] Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz.
Abdülkerim Özaydın, "Türklerin İslâmiyeti Kabulü", Türkler,
C.IV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 409-410.
[174] Agâh Sırrı Levend, Ali Şîr Nevâî: Hayatı
Sanatı ve Kişiliği, Ankara, C.I, 1965, s. 66.
[175] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı,
İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 39. bsk., 2008, s. 203.
[176] Abdülkadir Karahan, "Âşık
Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.III,
İstanbul, 1991, s. 550-552.
[177] Kemal Eraslan, "Ahmed Yesevî ", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.II, İstanbul, 1989, s. 159-161.
[178] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 30.
[179] a.g.e. s. 32-34.
[180] Neml 27/8.
[181] Hâce Muhammed Lütfî, Hulâsatü’l-hakâyık ve Mektubât-ı Hâce
Muhammed Lütfî, İstanbul, Alvarlı Efe Hazretleri İlim ve Sosyal Hizmetler
Vakfı Yayınları, 2013, 6. Basım, s. 96-97.
[182]
Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig, Haz.: Mustafa S. Kaçalin, (çevrimiçi)
ekitap.kulturturizm.gov.tr, 16.10.2014, s. 11.
[183] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 113.
[184] İsmail Parlatır, Fuzûlî Türkçe Divan,
Ankara, Akçağ Yayınları, 2012, s. 51-53.
[185] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 60.
[186] M.Fuad Köprülü, Divan Edebiyatı Antolojisi,
Haz. Ahmet Mermer, Ankara, Akçağ Yayınları, 2006, s. 338-340.
[187] Ali Fuat Bilkan, Nâbî (Hayatı Sanatı
Eserleri), Ankara, Akçağ, 1999, s. 128-130.
Şanlıurfa, Şanlıurfa Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler
Müdürlüğü, 2009, s. 186.
[191] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 65.
[192] Şeyh Gâlib Dîvânı, Haz. Naci Okçu,
Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2011, s. 80-84.
[193] a.g.e. s. 261-262.
[194] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 63.
[195] Ahzab 33/56.
[196] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 526.
[197] Ahzab 33/56.
[198] Sahîh-i Buhârî, Çev.: Mehmed Sofuoğlu,
C.I, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2004, s. 46.
[199] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 503.
[200] Emine Yeniterzi, "Bir Edebî Tür Olarak
Na‘tlar", Yazılışının 600. Yılında Bir Kutlu Doğum Şaheseri Uluslararası
Mevlid Sempozyumu, İstanbul, 2010, s. 97.
[201] Murat Ak, a.g.e., s. 33.
[202] Emine Yeniterzi, a.g.m., s. 98.
[203] Mustafa İsen, v.d., Eski Türk Edebiyatı El
Kitabı, 3. bsk., Ankara, Grafiker Yayınları, 2005, s. 20-21.
[204] « 21
a.g.e., s. 21.
[205] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 50-51.
[206] Murat Ak, a.g.e., s. 24.
[207] Bu eserlerle alakalı ayrıntılı bilgi için Murat
AK'ın doktora tezinin ilgili bölümlerine bakılabilir: s.
[208] Mustafa Uzun, "Mecmua", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXVIII, s. 265.
[209] Mustafa Uzun, a.g.md., s. 265.
[210] Turan Karataş, Ansiklopedik Edebiyat
Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Perşembe Kitapları Yayınları, 2001, s. 279.
[211] Mustafa Uzun, a.g.md., s. 268.
[212] Murat Ak, a.g.e., s. 114.
[213] Murat Ak, a.g.e., s. 114-115'ten naklen, Mehmet Gürbüz, "Şiir
Mecmûaları Üzerine Bir Tasnif Denemesi", Eski Türk Edebiyatı
Çalışmaları VII Mecmûa: Osmanlı Edebiyatının Kırkambarı, Haz.: Hatice Aynur
v.d., İstanbul, Turkuaz Yayınları, 2012, s. 97-112.
[214] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 53.
[215] Konuyla ilgili Emine Yeniterzi'nin önce doktora tezi şeklinde
hazırlanmış eserinde yedi; Murat Ak'ın doktora tezinde ise dokuz mecmuadan
bahsedilmektedir. Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 53- 54; Murat Ak, a.g.e., s.
112-227.
[216] Ayrıntılı
bilgi için bkz. Murat Ak, a.g.e., s. 112-227.
[217] M. Şükrü Hanioğlu,
“Batılılaşma”, Giriş, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.V,
İstanbul, 1992, s. 148.
[218] M. Şükrü
Hanioğlu, a.g.md., s. 150.
[219] M. Şükrü Hanioğlu a.g.md., s. 149.
[220] M. Şükrü Hanioğlu, a.g.md., s. 152.
[221] Orhan Okay, “Batılılaşma”, Edebiyat, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.V, İstanbul, 1992, s. 167.
[222] Ömer Faruk Akün, “Tanzimat Edebiyatı Sözü Ne
Dereceye Kadar Doğrudur?”, Kubbealtı Akademi Mecmûası, Yıl 6, S. 3,
İstanbul, 1997, s. 22-39.
[223] İsmail Parlatır, Şinasi, Ankara, Akçağ
Yayınları, 2004, s. 93-94.
[224] Nurullah Çetin, Yeni Türk Şiirinde Geleneğin
İzleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2012, s. 20.
[225] Muhsin Macit, Gelenekten Geleceğe: Modern
Türk Şiirinde Geleneğin İzleri, İstanbul, Kapı Yayınları, s. 4.
[226] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 56.
[227] M. Kayahan Özgül, Dîvan Yolu'ndan Pera'ya
Selâmetle: Modern Türk Şiirine Doğru, Ankara, Hece Yayınları, 2006, s. 178.
[228] Şeyh Gâlib Dîvânı, Haz.: Naci Okçu,
Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2011.
[229] Leskofçalı Gâlib, Leskofçalı Gâlib Dîvânı,
İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1917.
[230] M.Kayahan Özgül, a.g.e.,, s. 178.
[231] Leylâ Hanım, Dîvân-ı Leylâ Hanım, 1851.
[232] Abdülkadir Gulâmî, Dîvân-ı Gulâmî,
Matbaa-i Âmire, 1874.
[233] Hâfız Muhammed Sebâteddin, Dîvân-ı Hâfız
Muhammed Sebâteddin, İstanbul, Mahmut Bey Matbaâsı, 1891.
[234] Bayburtlu Zihnî, Dîvân-ı Zihnî,
İstanbul, Matbaâ-i Süleyman Efendi, 1876.
[235] Şeref Hanım, Dîvân-ı Şeref Hanım,
İstanbul, 1875.
[236] Yenişehirli Avni Bey, Avni Bey Dîvânı,
İstanbul, Mahmut Bey Matbaâsı, 1888.
[237] Ahmed Kuddûsî, Dîvân-ı Kuddûsî,
İstanbul, 1905.
[238] Murat Ak, a.g.e., s. 23-26.
[239] Konuyla ve bu eserlerle ilgili ayrıntılı bilgi
için bkz. Murat Ak, “Na‘tlerin Tasavvufî Temelleri ve Na‘t Mecmuaları”,
Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT), Konya, s. 26-27.
[240] Turan Karataş, a.g.e., s. 20.
[241] Murat Ak, a.g.e., s. 228.
[242] Mustafa Kurt, "Şiir Antolojileri", Hece:
Türk Şiiri Özel Sayısı, S. 53/54/55, s. 622.
[243] Turan Karataş, a.g.e., s. 20.
[244] Ali Canip, Türk Edebiyatı Antolojisi,
İstanbul, Devlet Matbaası, 1930.
[245] Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Mustafa Kurt, "Şiir
Antolojileri", Hece: Türk Şiiri Özel Sayısı, S. 53/54/55, s.
623-624. Ayrıca antolojilerin kaynakçası için bu çalışmaya ve daha önceki bir
çalışma olan Hasan Akay'ın çalışmasına bakılabilir. Hasan Akay,
"Antolojiler: Şiirin Güldesteleri", Türk Dünyası İncelemeleri
Dergisi, S.6, 1996, s. 7-32.
[246] Murat Ak, a.g.e., s. 271.
[247] Antolojilerin sayısı ve içindeki şair listesi için bkz. İsmail
Çetişli, "Na‘t Antolojileri Üzerine", Berceste: Aylık
Kültür-Sanat-debiyat Dergisi, S.106, Nisan 2011, s. 25-31. Murat Ak, “Na‘tlerin
Tasavvufî Temelleri ve Na‘t Mecmuaları”, Selçuk Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, (DT), Konya, s. 228.
[248] Bu tabloların hazırlanmasında Murat Ak’ın
çalışmasından faydalanılmış, ayrıca tablolara bazı ekler yapılmıştır. Murat Ak,
a.g.e., s. 233-234.
[249] M.Kayahan Özgül, a.g.e., s. 207-213.
[250] M.Kayahan Özgül, a.g.e., s. 216.
[251] M.Kayahan Özgül, a.g.e., s. 213-229.
[252] Örneğin; Necip Fazıl’ın bütün şiirlerini barındıran Çile adlı şiir
kitabının Dava ve Cemiyet bölümünde yer alan “O’nun Ümmetinden Ol şiiri”, Ahmet
Özer’in hazırlamış olduğu Türk Edebiyatında Naatler isimli antolojide “Naat-ı
Şerîf’ başlığıyla yer almıştır. Necip Fazıl Kısakürek, Çile, İstanbul,
Büyük Doğu Yayınları, 66. Basım, 2009, s. 397; Ahmet Özer, Türk Edebiyatında
Naatler, İzmir, Kaynak Yayınları, 2008, s. 459.
[253] Cahit Zarifoğlu’nun, “Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı
Anlamında” başlığındaki şiiri yine Ahmet Özer’in hazırlamış oduğu antolojide
“Naat-ı Şerîf” adıya yer almıştır. Cahit Zarifoğlu, Şiirler, İstanbul
Beyan Yayınları, 8. bsk., 2011, s. 357; Ahmet Özer, Türk Edebiyatında Naatler,
İzmir, Kaynak Yayınları, 2008, s. 468.
[254] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 88.
[255] Ahmed Kuddûsî, Dîvân-ı Kuddûsî, İstanbul, 1905, s. 71.
[256] İsmail Safâ, Huzmâ Safâ, İstanbul, Âlem Matbaası, 1890, s.
121.
[257] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 601.
[258]
Muhsin Macit, Divan Şiirinde Âhenk Unsurları, İstanbul, Kapı Yayınları,
2005, s. 79.
[259]
İsmail Çetişli, a.g.e., s. 632.
[260]
Dağıstanlı Dehrî, Divançe-yi Dehrî, İstanbul, Nefaset Matbaası, 1910, s.
10.
[261] Mehmet Özdemir, "Siyer
Yazıcılındaki Değişim Üzerine", Çağımızda Sosyal Değişme ve İslâm: 2002
Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzâkereleri, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2007, s. 201.
[262] Mehmet Özdemir, "Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine",s.
201.
[263] Mustafa Fayda, “ibn îshak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XX, İstanbul, 1999, s. 93-96; Mehmet Özdemir, "Siyer
Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s. 202; Nihal Şahin Utku, “Siyer
Yazıcılığı-III. Bölüm”, (Çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.info/siyer-yaziciligi-iii-bolum-,
16.06.2014.
[264] Nihal Şahin Utku, “Siyer Yazıcılığı-III. Bölüm”, (Çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.info/siyer-
yaziciligi-iii-bolum-, 16.06.2014.
[265] Mehmet Özdemir, "Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s.
202.
[266] Nihal Şahin Utku, “Siyer Yazıcılığı-III.Bölüm”
[267] Mehmet Özdemir, "Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", s.
207.
[268] Mehmet Özdemir, "Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine”, s. 207.
[269] Nihal Şahin Utku, “Siyer Yazıcılığı-IV.Bölüm”, (Çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.info/siyer-
yaziciligi-iv-bolum-, 16.06.2014.
[270] Nihal Şahın Utku, “Siyer Yazıcılığı-IV.Bölüm”
[271] Hakan Öztürk, “1923-1938 Yılları Arasında Din Derslerinde Okutulan
Kitaplarda Hz. Peygamber Tasavvuru”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C.XVII, S.1, Elazığ, 2012.
[272] Nihal Şahin Utku, “Siyer Yazıcılığı-IV.Bölüm”
[273] Şerif Eskin, Klasik, “Modern ve Postmodern Anlatılar Arasında
Siyer”, Siyer Edebiyat İlişkisi, İstanbul, Meridyen Kitaplığı, 2010, s.
23.
[274] Nihal Şahin Utku, “Siyer Yazıcılığı-IV.Bölüm”; konuyla alakalı
olarak ayrıca bkz. İlhami Oruçoğlu, “Başlangıcından Günümüze İslâm
Dünyasında Peygamber İmajı”, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, (DT), Bursa, 2008.
[275] Bu tabloda Kadir Canatan’ın yazısından faydalanılmış olup, V. aşama
tarafımızca eklenmiştir. Kadir Canatan, “Gelenekte Kutsal-Peygamber
Anlatıları”, Siyer Edebiyat İlişkisi, İstanbul, Meridyen Kitaplığı,
2010, s. 43.
[276] Âl-i İmrân 3/31,32; Nisâ 13, 59; A‘râf 158;
Ahzâb 6. Müslim, Îmân s. 93.
[277] Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Hz. Peygamber’in İsim ve
Sıfatları: Esmâ-i Nebî, Kutlu Doğum Haftası 1-7 Ekim 1990, 1992, s. 89.
[278] Harun Arslan, “Celâlzâde Mustafa'nın Tercüme-i
Me‘âricü'n-Nübüvve Adlı Eseri: Metin- Sözlük-Özel Adlar Dizini-Esmâ-yı
Latîfe”, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT),
İstanbul, 2013, s. 40. Eserde ayrıca farkı başlıklar altında Hz. Peygamber’in
yedi kat gökteki isimleri, yer tabakalarındaki isimleri gibi bölümlerde farklı
isimleri zikredilmiştir.
[279] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 72.
[280] Emine Yeniterzi, a.g.e., s. 161-166; Emine Yeniterzi, Divan
Şiirinde Hz. Peygamber’in İsim ve Sıfatları: Esmâ-i Nebî, Kutlu Doğum
Haftası 1-7 Ekim 1990, 1992, s. 89.
[281] İsmail Çetişli, a.g.e., s. 72.
[282] İsmail Karagöz, a.g.e., s. 455.
[283] Halil İbrahim Bulut, “Mûcize”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2006, s. 350.
[284] Sahîh-i Buhârî, Kitâbu Fadâili’l-Kur’ân, s. 3158.
[285] Ankebût 29/50.
[286] Halil İbrahim Bulut, “Mûcize”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2006, s. 350.
[287] M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi: Belâgat, 4. bsk.,
İstanbul, Gökkubbe Yayınları, 2006, s. 274.
[288] İsmail Durmuş, “İktibas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XX, İstanbul, 1999, s. 52.
[289] Mustafa Uzun, “İktibas”, Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, C.XX, İstanbul, 1999, s. 53.
TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE NA‘T ÖRNEKLERİ
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Elim al varayım pîrim alîlem yâ Resûlallâh
Esîr-i gurbetim zâr-ı zelîlem yâ Resûlallâh
Pınarlar oldu peydâ hasretinle dâğ-ı dillerde
İki çeşmim verir yaş selsebîlem yâ Resûlallâh
Bulur sıhhat vücûdum nûş edersem kevser-i valsın
Acûzem teşneyem müştâk-ı dîlem yâ Resûlallâh
Nasîbim var ise görmek ne yüzle ben varam bilmem
Yüzü kara günahkârım hacîlem yâ Resûlallâh
Koyup da bâb-ı lutfun ben kime yalvarayım şâhım
Revâ kıl hâcetim şâhım halîlem yâ Resûlallâh
Seni görmekliğe cândan ziyâde armağanım yok
Tehî destim kamu yüzden melîlem yâ Resûlallâh
Kulun Şem’î gedâyı koyma lutfet
zâr-ı zulmette
Uyandır nûr-ı aşkınla fitîlem yâ Resûlallâh
Âşık Şem’î (Ö.1839?)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Nigâh-ı iltifatın câna candır yâ Resûlallâh
Gam-ı aşkın hayât-ı câvidândır yâ Resûlallâh
Niçin dem-beste olsun bülbülân-ı ravza-i na’tın
Cemâlinle cihan reşk-i cinândır yâ Resûlallâh
Sezâ eflâke kat kat nâz ederse nâzenîn cismin
Bu hâk-i anberin içre nihândır yâ Resûlallâh
Sen ol sultân-ı evreng-i nübüvvetsinki sâyende
Felek encüm mücevher sâye-bândır yâ Resûlallâh
Münevver tâ-be-mahşer dîn ü şer’in âfitâb-âsâ
Mücevher tâb-ı şemşîrin revândır yâ Resûlallâh
Nigâh-ı merhamet kıl ümmetindir İffet-i mücrim
Garîb ü derd-mend ü bî-kesândır yâ Resûlallâh
İffet Efendi (Bursalı, Muhammed Emin)
(ö.1843)
Bursalı İffet Divanı, Haz.: Mehmet
ARSLAN, İstanbul, Kitabevi, 2005 , s. 90
NA‘T [306]
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Zevk-i aşkın eyleyeli tâ ezel ülfet bana
Mihrin ile tâbiş-i dûzah gelür cennet bana
Bu cihânın bî-vefâ mülkine sultân olmadan
Hâk-i pâyin kemteri olsam yeter izzet bana
Sâyebân olsa serim zıll-i hümâyı istemez
Başta aşkın tâcı var yetmez mi ol devlet
bana
Yâ Resûlallâh kerem kıl kim giriftâr
olmuşum
Dâm-ı gamdan kıl halâs eyle bu dem nusret
bana
Fennî-i bî-çâreyi bâbında me'yûs
eyleme
Çün şefâat kânısın sen eyle gel şefkat bana
Mehmed Timur Fennî Efendi (Ö.1845)
NA‘T-I CENÂB-I HAZRET-İ MEFHAR-EL-ENAM
ALEYH-ES-SALÂT-İ
VESSELÂM[307]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Eyâ şâh-ı risâlet nûr-bahş-ı kün-fekânsın sen
Serîr-ârâ-yı ba’set pâdişâh-ı ins ü cânsın sen
Vücûdun müntehabdır nüsha-i i’câzdan evvel
Hoşâ dibâce-bend-i safha-i âhir zamânsın sen
İmâm-ı evliyâsın muktedâ-yı enbiyâsın hem
Ezelden bâdi-i inşâdi-i kevn ü mekânsın sen
Mübârek hâk-i pâkin kuhl-i çeşm-i asfiyâdır hep
Uyûn-i nâssa Mâ zâga'l-basar ile müstebânsın sen
Kalır derkinde âciz zâtını fikr-i dakîk elbet
Medâr-ı gerdiş-i nüh âsiyâ-yı âsumânsın sen
Küşâd ettin cenâh-ı ârzu-yi şevk-i rü’yetle
Hevâ-yı nezd-i Hak’da bir hümâ-yı lâ-mekânsın sen
Şefâat yâ Resûlallâh şefâat Mâhir-i
zâra
Sükûnet-bahş-ı âh-ı bî-kesan-ı âşıkânsın
sen
Numan Mâhir Bey (Ö.1845)
NA‘TÜ'N-NEBÎYYİ ALEYHİ'S-SELÂM[308]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Alîl-i derd-i isyâna devâsın yâ Resûlallâh
Bize sûy-i cinâne reh-nümâsın yâ Resûlallâh
Sana âşık olanlar secde eyler hâk-i pâyında
Cemî’-i ümmete kıble-nümâsın yâ Resûlallâh
Yaradılmazdan evvel pâdişâhım hep bu âlemler
Cenâb-ı Hakk ile sen âşinâsın yâ Resûlallâh
Cihanda fâsık ü fâcir kerem senden ümîd eyler
Şefâat kıl Habîb-i Kibriyâsın yâ Resûlallâh
Ne yüzle varacak Leylâ huzûra rûz-i mahşerde
Ona rahm eyle şâh-ı enbiyâsın yâ Resûlallâh
Leylâ Hanım (ö.1848)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Rûz-i mahşerde beni yâd eyle Allah aşkına
Afv-i isyânımla dilşâd
eyle Allah aşkına
Âteş-i düzahdan âzâd
eyle Allah aşkına
Yâ Muhammed bana imdâd
eyle Allah aşkına
Senden olmazsa inâyet ger işim fersûdedir
Bilirim her kime etsem ilticâ beyhudedir
Dâmenim çirkâb-ı ma’siyyet ile âlûdedir
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına
Geldiğim günden beri bu dehre isyân eylerim
Yok sevâbım zerrece cürm-i firâvan eylerim
Destgîr olmazsan ol gün böyle efgan eylerim
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına
Erdi Sermed kulunun gayri günâhı
gâyete
El’aman düştü Efendim âsitân-ı şefkate
Vardığım an rû-siyâhımla
huzûr-ı izzete
Yâ Muhammed bana imdâd
eyle Allah aşkına
Sermed (Ö.1848)
309 Sermed, Dîvânı Mehmed Sermed, y.y, t.y, s. 4.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün fe'ûlün
Sana canım fedadır ya Habibâ
Meded kıl daima sen bu garibâ
Kapunda bendelerdür cümle sultan
Bu asî gelmişdür yüzü kara
Keremden kıl inâyet bu garibâ
Edüp himmet gönülden bir dem ara
Suçum çoktur yüzüm yoktur kapunda
İnayetten meğer kim lûtfun ola
Penan kıldım seni ey şah-ı âlem
Kerem bahrinden atma sen kenara
Yüzüm dönmem kapından sen kerem kıl
Bu gafletten beni kimler uyara
310 Vehbi Cem Coşkun, Terzi
Baba ve Erzincan Şairleri, Balıkesir, Türk Dili Matbaası, 1956, s. 21-
22.
Senin kapun dururken kime varam
Ulaşdır bizi fazlından o yara
Terzi Baba (Ö.1848)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Nebîler serveri Fahru’l-Verâ’nın ümmetiyiz biz
Nebiyyullah Muhammed Mustafâ’nın ümmetiyiz biz
Demiş Mevlâ yaratmışam bu halkı ben senin içün
O Fahr-i dü-cihân Yâr-ı Hudâ’nın ümmetiyiz biz
Dahî demiş seni kendim içün halk ettim ey dostum
Vücûd-ı halka baîs Müctebâ’nın ümmetiyiz biz
Ana insan melek cin reşk ederler dü-cihânda kim
Hudâ dostu Şefîi’l-müznibân’ın ümmetiyiz biz
Anın nûrından etmiş iktibas bu mihr-i mâh nûrı
Ki asl-ı nûr-ı mahlûk dü-cihânın ümmetiyiz biz
Kamu ümmetler üzre ümmetin halk eylemiş tafdîl
Resûl-i ins ü cin şemsü’d-duhânın ümmetiyiz biz
Hudâ Kur’ân içinde bizi medh eyler sarîhan hem
Pes ol Kân-ı Kerem Bahr-i Vefâ’nın ümmetiyiz biz
Tevessül ettiler Hakk’a anınla enbiyâ cümle
O Sultân-ı cemî-i enbiyânın ümmetiyiz biz
Bi-küllî âlemîne rahmet irsâl eyledi Yezdân
O şems-i kâinât bedri’d-dücâ’nın ümmetiyiz
biz
Eder her dem teşekkür Hazret-i Kuddûs’e Kuddûsî
Bizi ol Şah’a ümmet kıldı anın ümmetiyiz
biz
Ahmed Kuddûsî (Ö.1849)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Cemâlin oldu uşşâka nümâyân yâ Resûlallâh
Görür Rahmanı ol âyînede cân yâ Resûlallâh
Taalluk eyleyelden âşık-ı şûrîde giysûna
Ser ü sâmânı olmuştur perîşân yâ Resûlallâh
Lebin câm-ı elesttir sohbetin rûh-i revân ancak
Hayât-i câvidâna meclisin kân yâ Resûlallâh
Selâmından gelir kalb-i selîme şûle-i revnâk
Salâtınla bulur âlem senin şân yâ Resûlallâh
Senin vasf-ı şerifinle ben oldum mest-i lâ ya’kîl
Dil-i şeydâ ezelden böyle hayrân yâ Resûlallâh
Visâlin kevserinden eyle ihsan yoksa müşkildir
Dil-i bîçâremiz hicrinle atşân yâ Resûlallâh
Cemâlin âfitâbından nikâb-ı kudsiyi kaldır
Gönüller hasret-i vechinle sûzân yâ Resûlallâh
312
Mehmed Arif
Kethudâzâde, Dîvân-ı Kethudâzâde Arif, İstanbul, Tabhâne-i Âmire, 1855,
s. 6.
Beni bu nefs-i emmâre eder bezminden ancak
dûr
Ki yoktur bâbınızda men’e derbân yâ
Resûlallâh
Huzûruna varıp bir kimse etse arz ahvâlin
Sürûr ile olur elbette gerdân yâ Resûlallâh
Şefâat Ârif-i biçâreye rencûr-i
isyandır
Keremkıl ol garîbi etme nâlân yâ Resûlallâh
Kethudâzâde Ârif (ö.1849)
Remel: Fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilün
Bahr-i cürme daldı zâtım yâ Resûlallâh
Yoktur ümmîd-i necâtım yâ Resûlallâh
Geçti beyhûde hayâtım yâ Resûlallâh
Mübtelâ-yı seyyiâtım yâ Resûlallâh
Eyyûbî Mehmed Efendi (Ö.1850)
313
Şefâat Yâ
Resûlallah, Der.: Gülser Keçeci, Burhan Yayınları., İstanbul, 2005, s. 18.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Dü âlem nûr-i zâtından eserdir yâ
Resûlallâh
Vücûdundan halâyık behreverdir yâ
Resûlallâh
Cebinin ahter-i burc-ı hidâyet ehl-i irfâne
Dü çeşmin manzar-ı levh-i kaderdir yâ
Resûlallâh
Dîl-i uşşâkı bülbül-veş nevâsâz eyliyen her
dem
Cemalin goncesinden bûy-i terdir yâ
Resûlallâh
Adüvvi bed-zebâne cây-ı emn olmazdı dünyada
Veli âsâr-ı feyzin serteserdir yâ
Resûlallâh
Ne mümkündür beşer künh-i şerifin eyliye
idrâk
Sana vassâf olan Rabb-i kaderdir yâ
Resûlallâh
Şefâatle bula feyz ü felâhı Es‘ad-ı
âsi
Eğer olmazsa hâli derbederdir yâ Resûlallâh
Mehmed Esad Efendi (ö.1852)
314 Ahmet Özer, Türk Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 2008, s. 305.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Eyâ mir’ât-ı Hak sırrı halîfe-i risâlet râ
Vücûdum bâ’is-i gâibe-i ekvâna illet zâ
Ulûhiyet rübûbiyyet hüviyyet mazharı sensin
Denildi zâtına Levlâke levlâk yâ Resûlallâh
Rameyte iz rameyte râmi-i Hak âyine-i mutlak
Edince kurb u vasle zâtını her bir vechile elyâk
Bu Zihnî’ye şefaat kıl ola gufrânına mülhâk
Kabâir ehline kıl anı mülhâk yâ Resûlallâh
Abdülazîz Zihnî Efendi (Cerrâhî) (ö.1853)
315
Şefâat Yâ
Resûlallah, Der.: Gülser Keçeci, Burhan Yay., İstanbul, 2005, s. 92.
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Yâ Resûlallâh nice vasf itmesün her eşyâ
seni
Rahmet irsâl eyledi âlemlere Mevlâ seni
Her nice medh eylesem a’lâsın ondan yâ
Resûl
Nûr-ı zâtından yaratmıştır Hudâ iclâ seni
Nâzil oldu şânını ta’zim için yüz dört
kitâb
Bilmeyenler bildiler ey hâce-i dânâ seni
Ahmed ü Mahmûd değil Hâlık seninle fahr
eder
Onun için eyleyiptir cümleden a’lâ seni
Yâ Habîballah vassâfın senin Allâh’dır
Nice vasf etsin fakir Emrah yâ Tâ-Hâ
seni
Erzurumlu Emrah (ö.1854)
316
Erzurumlu Emrah, Dîvân-ı
Emrah, İstanbul, Matbaâ-i Şems, s. 52.
Remel: Fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilün
Şevk-i aşkınla uyanıp yâne geldim yâ Habîb
Şem’-i vechin nûruna pervâne geldim yâ Habîb
Ravza-i gülzâr-ı adnin bûyine hayran olup
Bülbül-âsâ aşk ile efgâna geldim yâ Habîb
Katre-i mehcûr-veş firkatte iken ben garîb
Gark-ı rahmet olmağa ummâna geldim yâ Habîb
Bî ser ü pâ dertliyim bir mücrimim derman için
Sen şefâat kânı pür ihsâna geldim yâ Habîb
Ehl-i tecrîdim bugün her vârımı kıldım fedâ
Kâ’be-i kûyine ben kurbâna geldim yâ Habîb
Bir gedâ muhtâcınım reddetme Aczî bendeni
Dü cihanın fahri sen sultâna geldim yâ Habîb
Mustafa Aczî Ağa (Edremitli Mürîd-zâde)
(Ö.1855)
317
Mustafa Aczi Ağa, Dîvân-ı
Edremîdî Mürid-zâde, İstanbul, Mekteb-i Sanayi Matbaası, 1873 s. 8.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Dü âlem nûr-i zâtından eserdir yâ
Resûlallâh
Vücûdundan halâyık behreverdir yâ
Resûlallâh
Cebînin ahteri burc-i hidâyet ehl-i irfana
Dü çeşmin manzar-ı levh-i kaderdir yâ
Resûlallâh
Nihâlin sâyesi murg-i hümâdır hâke meyl
etmez
Uluvv-i şânına burhân-ı ferdir yâ
Resûlallâh
Dil-i uşşâkı bülbül-veş nevâsâz eyleyen her
dem
Cemâlin goncesinden bûy-i terdir yâ
Resûlallâh
Adüvv-i bed-zebâna cây-i emn olmazdı
dünyâda
Velî âsâr-ı feyzin ser-te-serdir yâ
Resûlallâh
Ne mümkindir beşer kühn-i şerîfin eyleye
idrâk
Sana vassâf olan Rabb-i kaderdir yâ
Resûlallâh
318
Ibnü'l-Emin Mahmud
Kemal inal, Son Asır Türk Şairleri, Haz.: Müjgân CUMBUR, C. I,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 492.
Şefâatle bula fevz u felâhı Es‘ad-ı âsi
Eğer olmazsa hâli der-be-derdir yâ Resûlallâh
Ahmed Esad Efendi (Ö.1857-8)
Hezec: Mefâ ’îlün
mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Ser-i kûyinde kemter hâk-i
râhım yâ Resûlallâh
Neşîb-i âsitânındır
penâhım yâ Resûlallâh
Ziyâ-yı mihr-i sûz-i
aşkın etsin gün gibi rûşen
Karanlık gecede kalb-i
siyâhım yâ Resûlallâh
Şu rütbe hâb-ı gaflet
çeşm-i câna perde-pûş oldu
Sabâh-ı haşre kaldı
intisâbım yâ Resûlallâh
Müşâr-ı bilbenandır
mu’cizâtın âfitâb-âsâ
Dü şakk-ı sûret-i mehdir
güvâhım yâ Resûlallâh
Misâl-i nehr-i Âsi cûşiş
eyler dembedem ekşim
Garîk-i ka’r-ı deryâ-yı
günâhım yâ Resûlallâh
Türâb-ı kabr-i pâkin
arş-ı a’zamdan muazzamdır
Be-hakkı Kâ’be yoktur
iştibâhım yâ Resûlallâh
Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey (Ö.1859)
319 Şâir Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyefendi:
Hayatı-Eserleri-Şiirleri, Bilal Kemikli, İstanbul,
Kitabevi Yayınları, 2011, s. 86.
Remel:
Fe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilün
Na’t-ı pâkin idelim Mefhar-i Mevcûdâtın
Kim vücûdun idemez makbere nâ’mâ-yı adem
Hayy iken kabrde ol şâh-ı Le-amrük
ki Hudâ
Nâzik endamını eyler mi kefen-âsâ-yı
adem
Zîver itsün ana her-bâr salât ile
selâm
Ki vücûdudur anın bais-i imhâ-yı adem
Ahmed Sadık Paşa (Ö.1860)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Sen gevher-i gencîne-i hikmetsin Efendim
Deryâ-yı keremde dür-i kudretsin Efendim
Geldi nice peygamber-i zîşân bu cihâna
Sen cümlesine seyyid ü servetsin Efendim
Mahbûb-i Hudâ’sın ki olur zâtına teşbih
Sen mahrem-i esrâr-ı hakîkatsin Efendim
Mevcûd idi zâtın yoğ iken âlem ü âdem
Sen evvel idin hem de nihâyetsin Efendim
Bû Bekr ü Ömer Hazret-i Osman ve Ali’ye
İzz ü şeref ü devlet ü rifatsin Efendim
Ettiği için hizmetini oldu ser-efrâz
Cebrâile sermâye-i izzetsin Efendim
Şeref Hanım, Dîvân-ı Şeref Hanım,
İstanbul, 1875, s.18-19.
İkbâl ü kemâlâtını Hak kıldı dü bâlâ
Kim mazhar-ı Kur’ân ü şerîatsin Efendim
Teşrifin için kıldı müzeyyen o kadar Hak
Âlâyiş ü ârâyiş-i cennetsin Efendim
Hemser olamaz sünbül ü şebbû vü menekşe
Ser-tâ-be-kadem bâğ-ı letâfetsin Efendim
Eltâf-ı ilâhî bizi etti sana ümmet
Tâ rûz-i ezel mefhar-i ümmetsin Efendim
Mücrim Şeref’i rûz-i ceza etme
ferâmûş
Şâhinşeh-i iklîm-i şefâatsin Efendim
Şeref Hanım (ö.1861)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Cemâlin matla-ı nûru’l-Hudâ’dır yâ
Resûlallâh
Ruhun âyîne-i sırr-ı Hudâ’dır yâ Resûlallâh
Ehad’dan Ahmediyyet zâhir oldu zâta
mazharla
Avâlim mîm-i Ahmed’den nümâdır yâ
Resûlallâh
Felekler farkına basdın kadem ey Lî ma
‘allâh-kadr
Bu i’zâz enbiyâ içre sanâdır yâ Resûlallâh
Daha halk olmadan levh ü kalem urdun
ademden dem
Ki senden ayn-ı âlem rûşenâdır yâ
Resûlallâh
Le-amrük efserin iklîm-i Levlâk
taht-gâhındır
Şefâat şânına lâyık sezâdır yâ Resûlallâh
Hazînende şefâat cevheri tâ ol kadardır kim
Sana arz-ı hatâ misl-i atâdır yâ Resûlallâh
Garîk-i lücce-i deryâ-yı isyân kemterîn Zihnî
Der-i lutfunda bir mücrim gedâdır yâ
Resûlallâh
Bayburtlu Zihnî (ö.1863)
322
Bayburtlu Zihnî, Dîvân-ı
Zihnî, İstanbul, Matbaâ-i Süleyman Efendi, 1876, s. 8.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Çoğaldı cürm ü isyânım benim pek yâ Resûlallâh
Katî müşkil huzûr-i Hakk’a gelmek yâ Resûlallâh
Erişmezse bana lûtfun Efendim rûz-i mahşerde
Mekânım nâr-ı dûzeh ola bî-şek yâ Resûlallâh
324Niçin işlemez ıslah Resûl'ün sünnet-i pâkin
Eğer derler ise Vallâhi gerçek yâ Resûlallâh
Bırakma bendeni ol gün açılır çün livâü'l-hamd
Beni de ol livânın tahtına çek yâ Resûlallâh
Ümîdim var yine mağfûr ü mesrûr olurum ol gün
Girince destime pây-i mübârek yâ Resûlallâh
Bihakk-ı Hazret-i Zehrâ bihakk-ı Hazret-i Sıbteyn
Sana geldi kulun Ulvî dahîlek yâ Resûlallâh
Hâfız Ulvî (ö.1866’dan sonra)
323
Hâfız Ulvî, Dîvân-ı
Ulvî, İstanbul, Hacı Mustafa Matbaâsı, 1873, s. 21.
324
Abdullah Öztemiz
Hacıtahiroğlu'nun Hazreti Peygambere Şiirler Antolojisi isimli eserinin Hâfız
Ulvî'ye ayrılan bölümünde bu na't yer almasına rağmen üçüncü beyiti
bulunmamaktadır.
NA‘T-I RESÛL-İ EKREM SALLÂLLAHU ALEYHİ VE SELLEM[325]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Değer nüh âsümâna her günâhım yâ Resûlallâh
Erer çerhe anınçün her gün âhım yâ
Resûlallâh
Ayağım mescide varmaz elayrılmaz maâsîden
Der-i meyhâne oldu câygâhım yâ Resûlallâh
Meded olmazsa senden şiddet-i hasretle
kabrimden
Olur bir berk-i âteş her giyâhım yâ
Resûlallâh
Şefi” ü yâver olmazsan bana rûz-ı kıyâmette
Beni rüsvâ eder kâr-ı penâhım yâ Resûlallâh
Nem mümkün eylemek müsvedde-i isyânımı
tebyiz
Fatîn-i mücrim ü nâme-siyâhım yâ
Resûlallâh
Fatin Efendi (Ö.1866)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü
fe'ûlün
Zülfün gibi âh aklı perîşânım Efendim
Kurban tenine bende olan cânım Efendim
Dîvâneyim aşkınla değil elde irâdem
Uslanmağa yok elde bir imkânım Efendim
Her derde devâ olmağa var sende liyâkat
Aşkın bilirim derdime dermânım Efendim
Kalbimde karar eyleyeli nakş-ı hayâlin
Gülşendeki güller gibi handânım Efendim
Seyrânî’ye ver varını yok değil
aslâ
Ey vâcid-i mevcûd u kerem-kânım Efendim
Seyrânî (ö.1866) [326]
RİCÂİYYE EZ ŞEHİNŞÂH-I HER DÜ SERÂ[327]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Perîşandır perîşân hâl ü bâlim yâ
Resûlallâh
Murâd-ı nefsedir hep imtisâlim yâ
Resûlallâh
Yed-i nefs ü hevâ ol mertebe tutmuş
girîbânım
Rehâyâb olmağa yoktur mecâlim yâ Resûlallâh
‘Usât-ı ümmet içre var mı âyâ ben gibi
müznib
Bulunmaz zannım elhâsıl misâlim yâ
Resûlallâh
Sezâdır ağlasam yansam yakılsam âh etsem
ben
Geçer hep cürm ile rûz u leyâlim yâ Resûlallâh
Güneh-kârım velî kat‘-ı ümîd etmem komam
elden
Niyâz-ı girye-nâk u ibtihâlim yâ Resûlallâh
Hezârân şerm ile lutfuna istizhar edip
şimdi
Der-i ihsan-makarra rûy-mâlim yâ Resûlallâh
Tazarrû birle Râşid sâil-i bâb-ı şefâattir
Kerem kıl, etme red iş bu suâlim yâ Resûlallâh
Tırnovalı Şeyh Ahmed Râşid (Ö.1866)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Yüzün gülzâr-ı cennet gibi solmaz yâ
Resûlallâh
Cemâlin nakş-ı kudrettir bulunmaz yâ
Resûlallâh
O sâlik kim değildir reh-nümâ-yı şer’ine
perver
Tarîk-i Hak’kı bin yıl gezse bulmaz yâ
Resûlallâh
Seni cân-ı azîzinden ziyâde sevmeyen âşık
Hakîkat âleminde âdem olmaz yâ Resûlallâh
Dimâğ-ı ehl-i nazma lezzet-i na’t-ı
şerîfinle
Olur bir neş’e hâsıl kim doyulmaz yâ Resûlallâh
Lebîbâ derd-mende rûz-ı mahşerde
meded senden
Günâhı afv olur aslâ sorulmaz yâ Resûlallâh
Lebîb (Ö.1867)
328 Ahmet Özer, Türk Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 2008, s. 316.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Günâh-ı ma’siyetten pür-kitâbım yâ Resûlallâh
Hevâ yağmalamış her var ü tâbım yâ Resûlallâh
Kemâl-i rahm ü ihsânınla râh-ı Hakk’a sevk eyle
Afüv ismine vardır intisâbım yâ Resûlallâh
Yüzüm yoktur der-i eltâfına yüz sürmeğe zîrâ
Zünûb-i havf-i cürmümle harâbım yâ Resûlallâh
Aman ey kân-ı rahmet ey şefi’-i müznibîn ey şâh
Senin aşkınla mehv et ıztırâbım yâ Resûlallâh
Şefîk-i kemtere şefkat edersen kendi ihsânın
Günahdan özge nem var iktisâbım yâ Resûlallâh
Hanyalı Şefik Efendi (Ö.1871)
329 Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu,
Hazreti Peygambere Şiirler Antolojisi, İstanbul, Yağmur
Yayınevi, 1966, s.135.
MEDED[330]
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Sâ'ilim geldim kapına yâ Resûlallâh meded
Arz-ı hâl etdim tapuna yâ Resûlallâh meded
Biz gedâyız dü-cihânın mefhârısın yâ nebî
Dendi Levlâk hutbetine yâ Resûlallâh
meded
Çok günâhım hadden aşdı bilmezem hâlim
n'ola
Doğru geldim hazretine yâ Resûlallâh meded
Hep nebîler hâtemisin tâc-ı devlet sendedir
Cümle muhtâc himmetine yâ Resûlallâh meded
Ehl-i derdiz gelmişiz dergâha derman isteyü
Müttekiyiz re'fetine yâ Resûlallâh meded
Kâinâtın nûru sensin cümle halkın eşrefi
Akl erişmez şevketine yâ Resûlallâh meded
Eşiğine yüz sürerler hep meşâyih sâf sâf
Vehbi Hayyât nisbetine yâ Resûlallâh meded
Âsi mücrim bir kulundur kapuna geldi zelil
Şems-i Hayâl vuslatına yâ Resûlallâh meded
Leblebici Baba (ö.1874)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Cemâlin gösterip güldür dilî mahzunları şâd
et
Keremkâra meded âşıkları bir gül ile yâd et
Harâb oldu gam-ı hicrinle sultânım, meded
senden
Visâlinle kerem kıl bendeni ma’mûr-i âbâd
et
Semender-veş yeter yandı firâkın nârına
diller
Visâlin gül şenine gel Efendim anı âzâd et
Ne denlû rû-siyehsem yüz sürüp dergâhına
geldim
Beni de bendelerden yâ Resûlallâh ta’dâd et
Karar etme Saîdâ Gülşenî
bülbüllerindensin
Demâdem na’t-ı pâk-i Mustafâ'da durma
feryâd et
Mehmed Said Efendi (ö.1874)
331 . . ______________ - _ 4. _____
.
_______
Ahmet Özer, Türk Edebiyatında
Naatler, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2008, s. 321.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ
’îlün mefâ ’îlün
Belâ-yı
mâsivâya mübtelâyım yâ Resûlallâh
Zebûn-i
pençe-i nefs ü hevâyım yâ Resûlallâh
Kerem kıl
ben fakîre el-aman ey rahmet-i âlem
Serâpâ
mahz-ı isyân ü hatâyım yâ Resûlallâh
Sen evreng-i
şefâat şâhısın, sultân-ı rahmetsin
Kapında ben
de bir kemter gedâyım yâ Resûlallâh
Şefâat kıl
meded, yoksa o rütbe çok günâhım ki
Ne rütbe
yansam ol rütbe sezâyım yâ Resûlallâh
Zebûn-i
derd-i isyâna tabîb mihriban sensin
Alîlim, ben
de muhtâc-ı devâyım yâ Resûlallâh
Ne gam, mücrim isem de bana
besdir bu saâdet kim
Kapında bir kemîne hâk-i pâyım
yâ Resûlallâh
Beni reddetme, evlâdın başuyçün
bâb-ı lûtfundan
Ziyâ’yım, bende-i âl-i abâyım yâ Resûlallâh
Ziya Paşa (Ö.1880)
332 Ziya Paşa, Eş‘âr-ı Ziyâ, İstanbul, 1880, Mihran Matbaası,
s. 2.
NA‘T DER-ŞÂN-I RESÛL-İ KİBRİYÂ333
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Yâ Resûlallâh ne yüzden intisâb etsek sana
Bir belâ-keş cânımız var ol dahi olsun fedâ
El-hased ol kimsenin ahvâline dünyâda kim
Hâk-i pâki ravzana rû-mâldir subh u mesâ
El-meded ey dest-gîr-i âcizân-ı rûz-ı haşr
El-amân ey dâfi'-i şûr u haşer rûz-ı cezâ
Nefs derler bir zulûmün destine oldum esîr
Kim bana sû ile emr eyler o bed-hû dâimâ
El-amân ey kıble-i hâcât-ı ümmet el-amân
Eyleyeceksen şefâatbir cevâb eyle bana
Hâtırım zîrâ mükedder etti havf-ı âhiret
Tâ ki bu müjdeyle bârî eyleyim kesb-i safâ
Yâ Resûlallâh sen ol şahenşeh-i âlem-penâh
Kim senin dergâhına şâhân ederler ilticâ
333 Hilmî (Elmastraşzade), Dîvan-ı Belâgat-Unvân-ı Hilmî,
İstanbul, Tabhâne-i Âmire, 1857, s. 3-4.
Yâ Habîballâh ezelden âşık-ı dîdârınam
Lutf edip rüyâda bir şeb arz-ı dîdâr et bana
Senden eşfâ' Hak'dan erhâm olmadıktan sonra hiç
Ümmetin bîçâreler dûzah-karâr olsun mu yâ
Hazretinden bu cihanda gayri oldum pek baîd
Korkarım mahşerde de olurum senden cüdâ
Yâ Resûlallâh şefâat eyle Allâh aşkına
Böyle zâr eyler demâdem Hilmî-i kemter gedâ
Hâfız Mehmed Hilmi (Elmastraş-zâde)
(Ö.1881)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Ey hakîkat bahrinin ol bî-bedel dürdânesi
Sensin ol kenz-i hafinin gevher-i yekdânesi
Sen nişîn-i taht-ı Levlâksin eyâ
şâh-ı cihân
Olmasa teşrifin açılmazdı âlem hânesi
Sen ki mahbûb-i Hudâ’sın yok nihâyet
hüsnüne
Oldu âşıklar onunçün hüsnünün dîvânesi
Çün dilinden içti âşıklar (şekîhim) hamrini
Çeşm-i aynindir şarâb-ı aşk-ı Hak peymânesi
Yâ Habîbullâh cenâbın bezmine irgör bizi
Tâ olalım mah cemâlin câmının mestânesi
Hüsn-i vechin şem’ine şâyeste kıl bu Sâ‘di’yi
Tâ ki olsun pertev-i şem’-i cemal pervânesi
Hâfız Sa‘di (Ö.1882)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Yolunda pâ-bürehne bir gedâyım yâ Resûlallâh
Gedâyım sâlik-i râh-ı Hüdâyım yâ Resûlallâh
Belî bîgâne-meşreb sûretâ bu nefs-i emmârem
Hakîkatte velî ben âşinâyım yâ Resûlallâh
Safâ-yı çâr-rükn-i Kâ’be-i vaslın ümîdimdir
Muhibb-i çar-yâr-ı bâ-safayım yâ Resûlallâh
Ridâ-yı ihtidâ pûşide-i dûş-ı revânımdır
Kemîne bende-i âl-i âbâyım yâ Resûlallâh
Meded-kâr ol benân-ı pâk-ı irşâdınla âzâd et
Esîr-i kayd-ı bed-nefs ü hevâyım yâ Resûlallâh
Ebî ümmî fidâke hep demişler âl ü ashâbın
Dîl ü cânım fedâ ben de fedâyım yâ Resûlallâh
Olubdur va’d-ı dermân-ı şefaat derd-i
mendâne
Benim dermânde muhtâc-ı devâyım yâ
Resûlallâh
Eğerçi rû-siyeh güm-rah ü ‘asî bir
güneh-kârım
Ümîd-i afv ile ehl-i ricâyım yâ Resûlallâh
Bu denlü cürm ile şermim bu nâmım nâm-ı
pâkindir
Bu yüzden ben ‘arak-rîz-i hayâyım yâ
Resûlallâh
Ümîdimdir şifâ dârü-yı gül-bû-yı şefâatle
Eğerçi derd-i cürme mübtelâyım yâ
Resûlallâh
Kabul et ümmetindir Rahmî’yi etme
bâbından
Zelîl-i nâ-tuvan ü bi-nevâyım yâ Resûlallâh
Salat ile selamın ravza-i pâke yâ hedâyâdır
Hedâyâ nâ-sezâ nâkıs-edâyım yâ Resûlallâh
Rızâya mazhar et âl-i abânın hürmet-i hakkı
Muhibb-i hânedân-ı Murtazâyım yâ Resûlallâh
Rahmî-i Harputî (Ö.1884)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Kemâl-i zâtını vasf etti Kur’an yâ Resûlallâh
Ne haddimdir benim olmak senâhân yâ Resûlallâh
Risâletden nübüvvetden muallâdır senin pâyen
Değil şân-ı celâlin cây-i iz’ân yâ Resûlallâh
Seni bir kez görenler şüphesiz Allah’ı görmüştür
Yüzündür cilvegâh-ı sırr-ı sübhân yâ Resûlallâh
Tebâşîr-i sabâhu'l-hayr teşrîf-i şerifinde
Göründü cevher ü hiddet nümâyân yâ Resûlallâh
Hakîkatte sudûr-ı cevher-i zât-ı celîlindir
Müeddî-i zuhûr-i kân-ı imkân yâ Resûlallâh
Sen ol Mahbûbsun kim Hak Teâlâ reh-güzârında
Eder dünyâ ve mâfîhâyı kurbân yâ Resûlallâh
Kemâl-i rahmetin ol rütbe halka râyegândır kim
Eder şeytan bile ümmîd-i gufrân yâ Resûlallâh
336
Yenişehirli Avni Bey,
Avni Bey Dîvânı, İstanbul, Mahmut Bey Matbaâsı, 1888, s. 14.
Senin nâmınla isti'zâl rûhaniyet eyler[337]
Cenâb-ı lâ-mekândan Hak pür-sitân yâ
Resûlallâh
Sen ol lâhût-i ma’nî hûbsun ki sûret-i
hüsnün
Eder âyîne-i lâhûtu hayrân yâ Resûlallâh
Maânî-i mukaddes sûret-i güftâre bend eyler
Ne yapsın Avni-i bergeşte sâmân yâ
Resûlallâh
Yenişehirli Avni Bey (Ö.1884)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Esîr-i gurbet-i hüzn ü belâyız yâ Resûlallâh
Baîd-i mülk-ü ıklîm-i safâyız yâ Resûlallâh
Beyâbân-ı melâhat içre şâhâ gam peyin tutmuş
Miyâna hem-kemer-best-i cefâyız yâ Resûlallâh
Cihât-ı sittemiz tutmuş ceres-veş sıyt-ı isyanlar
Giriftâr-ı yed-i düzd-i hevâyız yâ Resûlallâh
Gülistân-ı fenâda bülbül-âsâ kârımız efgan
Heman eshâb-ı fikr-i mâsivâyız yâ Resûlallâh
Kazâ yağdırmada yağmur gibi tîr-i cefâyâyı
Baş üzre hep sipergir-i rızâyız yâ Resûlallâh
Beyâna kâdir olmaz bu Gulâmî cürmünü lâkin
Şefâat semtine dîde-küşâyız yâ Resûlallâh
Abdülkadir Gulâmî (ö.1885)
338
Abdülkadir Gulâmî, Dîvân-ı
Gulâmî, Matbaa-i Âmire, 1874, s. 6.
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Merdânedir ol ki çeke peymâne-i Ahmed
Ferzânedir ol ki ola mestâne-i Ahmed
Ferhâd ü Mecnûn heme erbâb-ı cünûna
Sultanlık ider âşık-ı dîvâne-i Ahmed
Tâvus-ı behiştdir yeridir huld-i muhalled
Her kim ola pervâne-i sûzâne-i Ahmed
İkbâli yeğidir kim ola kâle-i meh-veş
İkbâl-i bed oldur ola bîgâne-i Ahmed
Nesh oldu kamu nakl-i hikâyât-ı lezîze
Bozdı revişin lezzet-i efsâne-i Ahmed
Ben bilmezem evsâfını Mevlâ bilür amma
Hûrşîde virür şa‘şa‘a gülhâne-i Ahmed
Ferda ‘arasat içre Nigârî ne gam
eyler
Kim olsa bugün sûzıla pervâne-i Ahmed
Seyyid Mir Hamza Nigârî (ö. 1885)
339
Divân-ı Seyyid
Nigârî, Haz.: A. Azmi Bilgin, İstanbul, Kule Yayınları, 2003, s. 44.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Vücûdun Rahmeten li'l-Âlemîndir yâ Resûlallâh
Cünûdun enbiyâ ve mürselîndir yâ Resûlallâh
Kim olsun zât-i pâkin olmayıp da illet-i tekvîn
Habîbiyyet sana vasf-ı güzîndir yâ Resûlallâh
Cemâlin fer verip mihr-i cihân-ârâya ol yüzden
Kevâkeb mazhar-ı nûr-ı cebîndir yâ Resûlallâh
Cemî'-i bahtiyârân-ı hidâyet kâ'inat içre
Nevâl-i re'fetinle kâm mübindir yâ Resûlallâh
Kabûl etmez ulüvv ü kadr ü şânın şeyn-i redd aslâ
Dahîl-i dergehin gamdan emîndir yâ Resûlallâh
Niçe mahveylemez ummân-ı ihsânın ki nisbetle
Ma'âsî katre-i mâden kemîndir yâ Resûlallâh
Husûsâ katre-i eşk-i nedâmet feyz-i lûtfunla
O ummân içre çün dürr-i semîndir yâ Resûlallâh
340 irfan Paşa, Mecmu‘â-i
İrfan Paşa, y.y., 1870, s. 6-7.
Dehâlet eyleyen gamhâr-ı hırmân-ı necât
olmaz
Derin dâr-ül-emân-ı mücrimindir yâ Resûlallâh
Bu abd-i rû-siyâhîde aman reddetme
bâbından
Perîşan-hâl ü mağmûm ü hazindir yâ
Resûlallâh
İşim ihsânına kalmışdır ancak lutfun
olmazsa
Ma'âzallâh tenim dûz-ı hakrîndir yâ
Resûlallâh
Kabul eyle bu nâ-ehli de zıll-i râyet-i
hamde
Kapunda bir gedâ-yı kemterîndir yâ
Resûlallâh
Meded İrfân-ı zârı kâmkâr eyle
şefâatla
El açmış dergehinden müsteîndir yâ
Resûlallâh
İrfan Paşa (Ö.1888)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
İdüp fülk-i cihan peymâ-yı dil azm-i yem-i ma’na
Açıldı bâd-bân-ı aşk-ı Bismillâhi mecrâhâ
Zihî fülk-i cihan-peymâ ki zeng-i bad-bânından
Gelir gülbang-i Bismillâhi mecrâhâ vü mürsehâ
Hoşâ mülk-i cünûn kim rûnümâdır her fezâsından
Kenâr-ı sidre-i himmet civâr-ı arş-ı istiğnâ
Hoşâ metn-i derûn-kim rûşenâdır her sevâdından
Kemâl-i kudret-i Bârî meâl-i hikmet-i eşyâ
Sen ol mescûd-i âlemsin ki zülf-i ebruvânındır
Nitak-ı Ka’be-i ulyâ revâk-ı Mescid-i Aksâ
Sen ol nûr-i Cemâlullah’sın kim hüsn ü aşkındır
Çerâğ-ı leyle-i İsrâ sürâğ-ı kurb-i Ev Ednâ
Aceb bir Ka’be-i ismetsin ey hûr-i behiştî kim
Olur hâk-i harîmin secdegâh-ı Âdem ü Havvâ
341 Namık Kemal'in Şiirleri, Haz.: Ali Ertem, İstanbul, Yeni
Matbaa, 1957, s. 7-8.
Aceb bir Mushaf-ı hikmetsin ey feyz-i İlâhî
kim
İder her nakş-ı hüsnün şerh-i râz-ı Aileme
’l-Esmâ
Kitâb-ı hüsnünün her safhası bir sûret-i
i’câz
Hatt-ı ruhsârının her nüktesi bir âyet-i
kübrâ
Felek Beytü’l-Haram-ı vuslatında zâir-i
maksûd
Melek Bâbü’s-Selâm-ı himmetinde tâir-i mânâ
Olur kuddûsiyan âteşperest-i mihr-i dîdârın
Zihî mihr-i tecellî-fer zihî dîdâr-ı
feyz-ârâ
Ukûl âşüftedir idrâk sırr-ı şân-ı zâtında
Tebârek zâtüke’l-akdes teâlâ
şânüke’l-a’lâ
Vücûdun ferd-i mutlak fıtratın hayretdih-i
imkân
Olur şâhid vücûd-ı zâtına dünyâ ve mâfihâ
İder mihr-i cemâlin rûşenâ her zerre-i âlem
Vücûd ancak senindir yâ İlâhe'l-ahsen
âmennâ
Cemâlin ol perestiş-gâh-ı vahdettir ki
olmuştur
Ham-ı ebrûsu mihrâb-ı salât-ı Hazret-i
Mevlâ
Burâk-ı himmetim mi'râc-ı sırr-ı feyz olup Nâmık
İrişdi sidre-i i‘câza Subhâne'llezî Esrâ
Nâmık Kemal (Ö.1888)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Doğunca gurre-i şehr-i muharrem yâ
Resûlallâh
Olur bâr-ı belâdan kametim ham yâ
Resûlallâh
Cihan tecdîd-i lebs-i matem eyler ehl-i
beytin çün
Tecdîd eyledikçe sâl âlem yâ Resûlallâh
Devâ-sâz ol yetiş kehl-i gubar hâk-i
pâyinle
Alîl etti gözüm eşk-i demâdem yâ Resûlallâh
Ser-â-pâ şâne-veş dil çâki-çâk erei gamdır
Bulunmaz zahmına âlemde merhem yâ
Resûlallâh
Ben ol mağmum dikişim rızâ-yı ehl-i beytinle
Gören cismim sanır hüzn-i mücessem yâ
Resûlallâh
O meh mumum felekte çâresâz olmaktan
âcizdir
En ednâ derdime Îsâ-yı Meryem yâ Resûlallâh
Dü-âlemden girândır cüi'ü ferd-i
lâ-teczâsı
Gamım bu bâbda mîzana çeksem yâ
Resûlallâh
Tükenmez eşk-i çeşmim mâcerâ-yı
Kerbelâ'dandır
Olunca eylerim icrâ-yı mâtem yâ
Resûlallâh
Bu derd-i iptilâ hep Hazretindendir bize
miras
Şeh-i mülk-i belâ sensin müsellem yâ
Resûlallâh
Belâ-keşlikte yoktur zât-ı vâlâ-şânına
akran
Meğer sebtin-i pâkin ola tev'em yâ
Resûlallâh
Kulun Kâzım belâdan hisse-yâb-ı
sümme emseldir
Bana her gün Muharrem, her safâ gam yâ
Resûlallâh
Musa Kâzım Paşa (ö. 1890)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Merhabâ ey nûr-ı tekvîn-i sivâya ibtidâ
Feyz-i hubbum âlem-i imkâna verdi intihâ
Merhabâ mahbûb-i bîhemtâ-yi zât-ı kibriyâ
Seyyidü'l-kevneyn-i serdâr-ı gürûh-i enbiyâ
Dilde canım, dîn ü îmânım Muhammed Mustafâ
Sensin ol nûr-i safa bahşâ-yi bezm-i kün
fekân
Sûretin hayrü'l-beşer'dir, sîretin sırr-ı
nihân
Ey olan sadberk-i aşk-ı gülistân-ı lâmekân
Neş'e-i bûyinle geldi âleme peygamberân
Dilde cânım, dîn ü îmânım Muhammed Mustafâ
Süleyman Celâleddin Molla Bey (ö.1890)
343 .. ______________ - _ 4. _____
.
_______
Ahmet Özer, Türk Edebiyatında
Naatler, İstanbul,
Kaynak Yayınları, 2008, s. 339.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Tulû’un misl-i şems-i dırahşandır yâ Resûlallah
Sücûdun afv-i cürm-i dervîşândır yâ Resûlallah
Sana hep bestedir cümle zemîn ü âsmân u eşyâ
Kitâbın Kur’ân-ı azîm-i şândır yâ Resûlallah
Senâhânındır Allah Nebî-yyü’r-Rahme nûrullah
Cünûdun düşmene seyfin kuşândır yâ Resûlallah
Salâtullah selâmullah aleyke yâ Habîballah
Urûcun arşa da’vet-i zî-şândır yâ Resûlallah
Senin içün vücûd buldu kamu âlem şuhûd kıldı
Kudûmün ‘âleme bârân-feşândır yâ Resûlallah
Yüzün nûrundan alıpdır kamerle âfitâb nûru
Mu’cizen çok hem teskin-ataşândır yâ Resûlallah
344 Türkân Alvan, Said Paşa
İmamı Hasan Rıza Efendi: (Bir Sanatkâr... Bir Müderris... Bir
Meczûb-ı İlâhî.), İstanbul, FSM Vakıf Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 122-123.
Nazar kıl ümmetin cümle garîb ü derd-i
mendindir
Nigâhın mü’mine eşref-i şândır yâ
Resûlallah
Mu’arrâ vü müberrâ kıl ‘âşıkların
zemâ’imden
Dîdelerden hûnâbeler boşandır yâ Resûlallah
Sana ümmet olan her dem cemâlinle olur
hem-dem
Visâlin ins ü cân arzu-keşândır yâ
Resûlallah
Kemâl-i aşkla vasfın eyidip Seyyid Rızân
sultân
Lutûfunla cû-yı deryâ coşandır yâ
Resûlallah
Şeyh Hasan Rıza Efendi (Said Paşa
İmamı) (ö.1890)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Bahâr-ı feyz-i yâre ermedim rengim hazânîdir
Gül-i ruhsâr-ı yâdıyla sirişkim erguvânîdir
Bu âlemde o yekta hak nümâyı bir göreydim der
Dil-i hak-bin ki hicrân-âzma-yı Men reânîdir
Ereydim âh yüz bin âh o devr-i devlet-efzâya
Ki takdîrimce her bir ânı, ân-ı bî-müdânîdir
Taâli bahş-ı rûhum bir melîh-i lâme”kânîdir
Gönül sultân-ı tayfiyle harîm-i ümmühânîdir
Cemâli nûr-i vechullah için bürhân-ı evveldir
Mekâli her dil-i âgâh için Kur’ân-ı sânîdir
Açıldıkça ulü’l-elbâb olur dembeste-i hayret
Leb-i îcâz gûy-i lübb-i esrâr-ı Mesânîdir
345 Ibnü'l-Emin Mahmud Kemal inal, Son Asır Türk Şairleri,
Haz.: İbrahim BAŞTUĞ, C. III,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 1446.
Nevîd-i lûtfudur erbâb-ı şekva müjde-i
ekber
O ekber müjdeye ervâh-ı kemter müjdegânîdir
Onun isrinde âsâr-ı beka hissetmesem derdim
Bekânın nâmı vardır âlem-i bâkî de fânîdir
Mukaddes Kubbe-i Hadrâ ki fâiktir semâvâta
Zemîne gölge salmış arş-ı âlâ-yı maânîdir
Mekâm-ı Fahr-ı Âlemdir ne âlemdir teâlallah
Bu âlem en büyük bir âlem-i râz-ı nihânîdir
Olur yeksân zemînîdir demekle âsümânîye
Zemîninden uçan envâre dense âsumânîdir
Olur gird-i reh-i ârâyiş-i â’lâ-yı illîyîn
Gubâr olmak bu yolda bence aksâ-yı emânîdir
Le-amrük nassı hakkiyçün reh-i
aşkında can vermek
Hayât-ı câvidânîdir hayât-ı câvidânîdir
Muallim Nâci (Ö.1893)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Firâkın şem'ine pervâne düşdüm yâ Resûlallâh
Aceb bir âteş-i sûzâne düşdüm yâ Resûlallâh
Harâb etti serây-ı kalbimi bâr-ı girân-ı hecr
Meded kıl hâlime vîrâne düşdüm yâ Resûlallâh
Hevâ-yı vuslatınla zâr kaldım dâr-ı gurbetde
Benim-çün rehber ol yâbâne düşdüm yâ Resûlallâh
Harîm-i bezme yok ehliyyetim ma'zûr u makbûl et
Der-i ihsânına mestâne düşdüm yâ Resûlallâh
Amân afv eyle taksîrât ü cürm-i Nûri-i zârı
Aceb bir hal ile dîvâne düşdüm yâ Resûlallâh
Osman Şems (Ö.1893)
346 Kemal Edip Kürkçüoğlu, Osman
Şems Dîvânı'ndan Seçmeler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı,
1996, s. 74-75.
Recez : Müstef’ilün
Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
Ey enbiyâlar serveri
Ahmed Habîb-i Kibriyâ
Sensin hakîkat gevheri
ey fahr-ı ‘âlem Mustafâ
Geldin meger rahmet içün
kullarına şefkat içün
İhsân ile nusret içün
senden olur her sâlikâ
Sensin sebep bu ‘âleme
Havva ile Âdem’e
Evvel ile âhir deme
erdin kamudan evvelâ
Ümmetine sensin delîl
kalmayalar bundan zelîl
Hâdim kapında Cebra’il
rûz u leyâl yâ Mustafâ
Âsîlere sensin şefî’
mücrimlere senden nef’î
Düşkünlere sensin ref’î
ey şâfî-i rûz-ı cezâ
Bunca gedâ âşıklara hem
yolunda sâdıklara
Gece gündüz yanıklara
senden kerem eyle ‘atâ
Dergâhın bir kemteri
mûrdan za’îf en ahkari
Sükûtî ednâ bir
çâkerî cürm ile gelmiş kıl revâ
Murtazâ Sukûtî (Ö.1896)
347
Nurgül Özcan, Murtazâ
Sükûtî Dîvânı (İnceleme-Metin), İstanbul, Arı Matbaacılık, 2011, s. 106-
107.
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
İltifat ibraz edip ey mefhâr-ı devrân sana
Nezdine dâvetle ikram eyledi Yezdân sana
Hâk-i pây oldu Efendim çarh-ı nûr-efşân sana
Hâke indi gökden istikbâl için Kur'ân sana
Enbiyâ ervâhını gördü semâda rûz u şeb
Ru'yet-i dîdârını etmekteler Kak2tan taleb
Debdebeyle nûr-ı kudsiyyetle el âlî-neseb
Hâke indi gökden istikbâl için Kur'ân sana
Ceb ü cezb etmiş de aşk-ı Zü'l-celâl'i fıtratın
Cezbedâr etmez mi sükkân-ı semâyı hasretin
Oldu Allah'ın kelâmı reh-nümâ-yı devletin
Hâke indi gökden istikbâl için Kur'ân sana
Erdi mi'râc-ı serîlin tâ harîm-i izzete
Tâkalı yetmezdi Cibril'in bu rütbe rif'ata
Nezd-i zât-ı Kibriyâ'da bak şu makbûliyyete
Hâke indi gökden istikbâl için Kur'ân sana
348
Ahmet Özer, Türk
Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2008, s. 346-347.
Arş u ferşi zâtına ihdâ için Rabb-i ecel
Kuvvet ü kudretle tezyin eylemişti fi'l-ezel
Akl-ı ihsânı gelince ey Nebiyy-i bî-bedel
Hâke indi gökden istikbâl için Kur'ân sana
Fatma Makbûle Hanım (ö.1898)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Yüzün mir’ât-ı ‘ayn-ı Kibriyâ’dır yâ Resûlallâh
Vücûdun mazhar-ı nûr-ı Hudâ’dır yâ Resûlallâh
Kabul eyle onu aşkından âzâd eyleme bir ân
Kapında Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallâh
Var iken dest-gîrim sen gibi bir şâh-ı zîşânım
Kime arz eyleyem eyle meded hâl-i perîşânım
Sözün makbûl-ı dergâh-ı Hudâ’dır ulu sultânım
Kapında Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallâh
Esîr ü bî-kesim bu âlem-i mihnetde ey şâhım
Bu yolda ne meded-kârım ne kaldı bir ümîd-gâhım
Fedâ olsun reh-i aşkında mâl ü devlet ü câhım
Kapında Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallâh
349
Hikmet Özdemir, Âdile
Sultan Dîvânı, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Millî Kütüphane Basımevi,
s. 200-201.
Sana ümmetliğim iki cihânda emr-i câzimdir
Bilirsin hâlimi arz u beyân etmek ne
lâzımdır
Nazar kıl lutf ile senden diğer kim
çâre-sâzımdır
Kapında Âdile kemter gedâdır yâ
Resûlallâh
Âdile Sultan (ö.1899)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Bâisi sensin nüzûl-i rahmetin
Fâtihi sensin Efendim cennetin
illeti sensin zuhûr-i ni’metin
Kâşifi sensin sehâb-ı zulmetin
Yâ Resûlallâh yetişsin himmetin
Muztaribdir çün bu kemter ümmetin
Cân ü dilden âşık oldum ben sana
Ettim ikbal sûy-i pâkinden yana
Lûtf edip eyle şefaat sen bana
Çekmeyim tâ hüzn ü endûh ü ınâ
Yâ Resûlallâh yetişsin himmetin
Muztaribdir çün bu kemter ümmetin
Destigîrimsin eyâ fahr-i cihân
Arz-ı hâl ettim sana nâlem hemân
Derd ü gamdan yandı cismim el aman
Gitgide olmakta ahvâlim yaman
350 Abdullah Öztemiz
Hacıtahiroğlu, Hazreti Peygambere Şiirler Antolojisi, İstanbul, Yağmur
Yayınevi, 1966, s.150.
Yâ Resûlallâh yetişsin himmetin
Muztaribdir çün bu kemter ümmetin
Çün cenâbın Fevzi’nin Peygamberi
Arz eder elbet sana hayr ü şeri
Hayli demdir beyt-ül-ahzandır yeri
Rahm edip kıl gönlümü gamdan beri
Yâ Resûlallâh yetişsin himmetin
Muztaribdir çün bu kemter ümmetin
Hacı Muhammed Fevzî (Edirne Müftüsü)
(ö.1900)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Üsâtın mâbihil gufrânı sensin yâ Resûlallâh
Sevâba kalbeden isyânı sensin yâ Resûlallâh
Gedâ-yı iltifâtındır sefîan dahi mahşerde
Şefâat tahtının sultanı sensin yâ Resûlallâh
Kerâmet cevher-i zât- ü sıfatından ibârettir
İnâyet kânı cûd ummânı sensin yâ Resûlallâh
Cüdâ hâk-i derinden çeşm-i cânım rûşenâ olmaz
Dü çeşmim nûru cismim cânı sensin yâ Resûlallâh
Vücûdun zehrinâk-i cürm anın panzehiridir afvın
Onulmaz derdimin dermânı sensin yâ Resûlallâh
Binâ-yı şer’ ü dîni eyleyip tahkîm o mebnâya
Kılan te’sis çâr erkânı sensin yâ Resûlallâh
Yed-i pâk-i cenâb-ı yârıgâra eyleyen teslim
Kilîd-i cennet-i rıdvânı sensin yâ Resûlallâh
351
Senîh-i Mevlevî, Dîvân-ı
Senîh-i Mevlevî, İstanbul, Takvimhâne-i Âmire Matbaâsı, 1854 s. 3
Bu dîni Hazret-i Fâruk kıldı gün gibi rûşen
Onun da pertev-i iymânı sensin yâ
Resûlallâh
Ezelde eyleyen Osmân-ı Zinnûreyni feyzinden
Hayâ ve ilm ü hilmin kânı sensin yâ
Resûlallâh
Aliyye’l murtazâ ki şâh-ı merdan şîr-i
Yezdandır
Kılan sâkî-i Kevser anı sensin yâ
Resûlallâh
Kemîne çakeriyim Hazret-i Zehrâ ve
sıbteynin
Ki cedd ü vâlid-i zîşânı sensin yâ
Resûlallâh
Kevâkibdir sipihr-i ıstıfâda âl ü evlâdın
O bürcün mihr-i tâb-efşânı sensin yâ
Resûlallâh
Kelâm-ı Rahmeten li'l-Âlemîn
vasfında münzeldir
Hudânın en büyük ihsânı sensin yâ
Resûlallâh
Serây-ı kurb-i Ev ednâ-yı Rabb-i
lâyezâlînin
Şeb-i Mi’râc olan mihmânı sensin yâ
Resûlallâh
Sünûf-ı ins ü cânın belki bilcümle ser ü
şânın
Şehinşâhı kader fermânı sensin yâ
Resûlallâh
Sana nisbet kemîne katre olmaz ilm-i
mahlûkat
Ulûmun bahr-i bîpâyânı sensin yâ
Resûlallâh
Senîh-i kemterî âzâde kıl kayd-i
cehâletten
Veren âriflere irfânı sensin yâ
Resûlallâh
Beni de na’thânın eyle çün Selmân ü
Hassân’a
Kılan ihsân ü istihsânı sensin yâ
Resûlallâh
Senîh-i Mevlevî (ö.1900)
NA‘T-I HABÎB-İ HAZRET-İ KİBRİYÂ VE NÛR-İ ÇEŞM-İ ASFİYÂ[352]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Siyeh-rûyim perîşan rüzgârım yâ Resûlallâh
Yetişti göklere feryâd ü zârım yâ
Resûlallâh
Şeb-i gaflette dâim Âteş-i dilsûz-i isyâna
Yanıp yakılmada pervâne-vârım yâ Resûlallâh
Gönül revnakda tûba kaddini yâd eyler
oldukça
Demâdem cûy-i eşk-i bî-karârım yâ
Resûlallâh
Ümîd-i subh-i vaslınla sabâh-ı haşrederek
her şeb
Bütün encüm-şümâr-ı intizârım yâ Resûlallâh
Ne gam dergâh-ı cûdundan eğerçi zâhiren
dûrum
Fakat ben âsitânında gubârım yâ Resûlallâh
Aceb mi Şâdi kemter olmasa nevmîd-i
ihsânın
Gedâyım dâima lûtfun umârım yâ Resûlallâh
Süleyman Şâdi Efendi (Ö.1900)
Muzâri': Mefûlü fâ'ilâtün mefûlü
fâ'ilâtün
Ey mazhar-ı hitâb-ı Levlâk yâ
Muhammed
Nûrunla halk olundu eflâk yâ Muhammed
Allah’a nisbeten var gösterdiğin
büyüklük
Âlemler olsa lâyık sad-çâk yâ Muhammed
Hem-nev’imizsin ammâ sen bir Nebî biz
ümmet
Sen âsumân demeksin biz hâk yâ Muhammed
Eyvah ma’siyetle mahcûb u rû- siyâhım
Olmaktayım bu yüzden gam-nâk yâ Muhammed
Sensin fakat şefî’im rûz-ı cezâda mâdem
Çıkmaz mıyım huzûra bî-bâk yâ Muhammed
İsmail Safâ (ö.1901)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Ey yüzünden yüz bulan esma müsemmâ ibtidâ
Hep yüzünden yüz bulur a'lâ vü ednâ ibtidâ
Eylemiş mir'ât zât-ı pâkine Mevlâ seni
Senden etmiş arz-ı dîdar tecellâ ibtidâ
Vech-i Hakk'ın sensin ol meşşâta-i bî-misli
kim
Hakkı hakkıyle eden sensin hüveydâ ibtidâ
Matlâu'l-esrârısın ümmü'l-kitâbı fıtratın
Rû-nümâdır tal'atından lafz ü mânâ ibtidâ
Hâk-i pâyindir safa-bahş-ı uyûn-i âlemin
Dâmenindir ins ü cinne sâye-bahşâ ibtidâ
Sâhib-i Levlâksın Şâhen-şâh-i
eflâksin
Enir ü nehyindir iden dünyayı dünya ibtidâ
Her sözün bir menba'-ı rahmet-feşândır ümmete
Şer'-i pâkindir açan tahkîka mecra ibtidâ
Sen o Mahmûd-ül-hasâil Mustafâ-yı paksın
Makdeminle müftehirdir Arş-ı a'lâ ibtidâ
Fahr-i âlemsin Habîbullâh Resûlullâhsın
Nâmını zikreylemiş nâmınla Mevlâ ibtidâ
Sensin ol Mahbûb-i Hak ey Rahmeten li'l-Âlemîn
Âlem olmuştur senin sâyende ihyâ ibtidâ
Âsaf-ı kemter senâ-i devletinde neylesin
Vasfını Hakk eylemiş Kur'ân'da a'lâ ibtidâ
Maksadım kesb-i şerefdir yoksa hiç haddim midir
Hâmerân-ı na'tın olmak bî-mehâbâ ibtidâ
Damat Mahmud Celâleddin Paşa (ö.1902)
Remel: Fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilün
Mekke'dir nûr-i saâdet lânesi
Yâ nice etmez tavaf pervânesi
Anda doğdu âşıkın cânânesi
Oldu Beytullah velâdet hânesi
Âmine Hâtun Muhammed ânesi
Ol sadefden doğdu ol dür-dânesi
Hem kıyâs olmaz bu hâs ü âmile
Zâhiren bulmuştu ol gül-fâmile
Âdet-i nisvanda olmaz kâmile
Sırr-ı Hakk etti zuhur bu nâmile
Çünki Abdullah'dan oldu hâmile
Vakt erişti hefte vü eyyâmile
Tuttu âfâkı sadâ-yı hûr ü ıyn
Bu sözün fehmindedir hep ârifîn
Arştan âlî dediler ol zemîn
Ol cihâna lem'a verdi nûr- i din
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belürdi gelmedin
355 Ahmet Özer, Türk Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 2008, s. 359-361.
Müttefiktir ulemâ
epeycesi
Hep seçildi sözlerin
iyîcesi
Böyle tahkik etdiler
haylîcesi
İhtilâfın oldu bu
netîcesi
Ol Rebîü'l-evvel âyı
nîcesi
On ikinci gice isneyn
gîcesi
Küfrün oldu hep harap
kâşânesi
Bitdi âteş-gedeler
efsânesi
Hem dahî Nûş-i Revân'ın
kâşânesi
Çünki doğdu âlemin pervânesi
Dîdi gönlüm ol Habîbin ânesi
Bir aceb nûr kim güneş pervânesi
Menba'-i nûr olduğun
gördü ayân
Arş ü kürsî vü kalem şöyle hemân
Kaldı nûr içre hayretde civân
Gözümün önünde dedi bî-gümân
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân
Âsuman tüzler sürüp etdi dilek
Hâdimi çoldu melâik itme şek
Mehdini ta'rife geldi nüh felek
Cibril tutdu kanadın arşe dek
Hem hevâ üzre döşendi bir döşek
Âdı sündüs döşeyen ânı melek
Arz idemem böyle zevki her ere
Ârife hâil değil dağ u dere
Söylerim ben esrârı âşıklara
Bak ne gördü dîdeler birden bire
Üç alem dahî dikildi üç yere
Her birisinin ideyim nirden nîre
Vaktidir fahr-i risâlet gelmenin
Matla'-ı nûr olması da Mekke'nin
Ba'sı da hâik-ı cihân olmanın
İşte ma'nâsı nişan dikilmenin
Mağrib ü maşrıkda ikisi anın
Bîri dâmında dikildi Kâbe'nin
İstedim dildeki hayret gitmeyi
Tâ ki bu gördüklerim bilinmeyi
Şer cîhâtı yek nazarda görmeyi
Mefhar-i âlemle ben fahretmeyi
Bildim anlardan ki ol halkın beyi
Kim yakîn oldu cihâna gelmeyi
Benlerlizâde Hâfız Ahmed Talat (Ö.1903)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Hudâ'nın en büyük ihsanı sensin yâ
Resûlallâh
Benim her derdimim dermânı sensin yâ
Resûlallâh
Cihan medhûş u hayrettir zuhur-ı
mûcizâtından
Tarîkat ehlinin burhânı sensin yâ
Resûlallâh
N'ola arş olsa ferş-i südde-i bâb-ı
inâyâtın
Saadet mülkünün sultânı sensin yâ
Resûlallâh
Seninle anlaşıldı şîve-i ahkâm-ı ayniyyet
Berat-ı vahdetin unvânı sensin yâ
Resûlallâh
Cebîn-i âdemiyyet nakş olundu nûr-ı
hüsnünle
O vechin sûret-i Rahmân'ı sensin yâ
Resûlallâh
Alîl-i derd-i aşk ü şevkin olsun daimâ Hikmet
Benim her derdimin dermânı sensin yâ
Resûlallâh
Hersekli Ârif Hikmet (Ö.1903)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Ey Habîb-i Kibriyâ cânım fedâ her an sana
Sen ki canlar cânısın kurban olur her cân sana
Sen şehinşâh-ı risâletsin beşîr ü hem nezîr
Her sözün te’yîd için gökten iner Kur’ân sana
Nola şakk olsa şehâdet eyleyip mâh-ı münîr
Müddeâ isbâtına kâfidir ol bürhân sana
Gör geçen tesbîh eder destin öper her dem senin
Etmesin koy seng-i dil kavm-i Kureyş îmân sana
Müstehaklar kahr-ı Hakk’a şüphesiz ey pâk-zât
Onları katl etmeğe gönderdi Hak fermân sana
358Ba'd-i hizâ verdiler yâr-ı sâdık sıdk ile
Canların Sıddîk Ömer Osman Ali ey cân sana
Tûtiyâ-yı hâk-i pâkin tozların özler gelir
Kuhl-i bîniş etmeye devr ederek devrân sana
Yâ Şefî-il Müznibîn yâ Rahmeten
li'l-Âlemîn
Muştuluk kim bizlere müştâk imiş Rahmân
sana
Çeşm-i ma’nâsı alîl kendi zelîl ü bî-delîl
Geldi bîçâre Sebâtî isteyü dermân sana
Hâfız Muhammed Sebâteddin (ö.1905)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Saâdet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallâh
Kamu derdlilerin dermânı sensin yâ Resûlallâh
Dahî hem âlem-i â‘mâda iken cümleten esma
Zuhur-ı âlem-i a‘yânı sensin yâ Resûlallâh
Dahî hem Küntü kenz esrârının bil mahremî sensin
Makâmıdır senin hem Kâbe kavseyn yâ Resûlallâh
Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret
Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallâh
Zuhûrâtın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem
Dü âlemde ebû'l-ervâh sensin yâ Resûlallâh
Murâd teşrîf-i mi'râcdan vücûd-ı âlemin gezdin
Zemîn ü âsumânın nûru sensin yâ Resûlallâh
Cemî'-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular
Hüviyyet bâbının miftâhı sensin yâ Resûlallâh
Pirimiz Hazret-i Sâmî senin
vârislerindendir
Ulüvv-i himmeti hem şanı sensin yâ
Resûlallâh
Bu Sâlih himmet-i Sâmî ile bildi
seni şâhım
Kelâmın hüccet ü burhânı sensin yâ
Resûlallâh
Tüfekçi Sâlih Efendi (Ö.1906)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
En evvel olan halk-ı Hüdâ'sın yâ Resûlallâh
Ser-efrâz-ı cemi enbiyâsın yâ Resûlallâh
Zuhura geldin evvel enbiyânın hâtemi
oldun
Haberden sonra gelmiş mübtedâsın yâ Resûlallâh
Umar senden şefâat evliyâ-yı evvelîn pâye
Habîb-i hâkim-i rûz-i cezâsın yâ Resûlallâh
Büyüktür kıymetin kadrin senin ind-i İlâhî'de
Reîs-i hamse-i âl-i abâsın yâ Resûlallâh
Şefâat ister Eşref çünkü muhtâc-ı şefaattir
Kühen-kârân için sen mültecâsın yâ Resûlallâh
Şair Eşref (Ö.1912)
Remel: Fâ'ilâtün
fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Ey serîr-i hilkatin
şâhen-şeh-i fahr-âveri
Ey nübüvvet bağının
gül-gonce-i zîbâ-teri
Sen o şems-i âlem-ârâ-yı
Hüdâ'sın bî-gümân
Senden almışdır ziyâyı
kâinatın her yeri
Nâm-ı pâkin
neş'e-fermâ-yı cihân-ı ihtidâ
Pertevindendir cihânın
çeşminin tâb u feri
Matla'-ı manzûme-i
imkândır zâtın senin
Sensin imkân-hâne-i
feyzin çerâğ-ı enveri
Gâye-i tekvîn-i âlemsin sen ey şemsü'l-Hüdâ
Sâha-i tekvîne geldi senle âlem gevheri
Öyle bir fermân maliksin ki yazmışdır Hüdâ
Onda tuğrâ-yı livâ'ü'l-hamd ü havz-ı
kevseri
Cebhe-sây-i ravza-i pâkin olan ümmetlerin
Cebhe-i âmâli olmaz mı sa'âdet mazharı
Ravza-i âmâlidir erbâb-ı tevhîdin o hâk
Ravza-i pâkinle oldukça cihânın mefhari
Ravzatü'l-envârının her zerre-i hâk-i rehi
Âsumân-ı âlem-i mâ'nâda reşk-i müşterî
Ser-bülend eyler hakîkat âleminde gün gibi
Mazhariyyet pertev-i ihsânına her çâkeri
Rütbe-i ulviyetin idrâk eden ehl-i Hüdâ
Zîr-i pây-i rif'atinde seyr eder bahr ü beri
Vâsıl-ı ser-menzil-i âmâl olursam çok mudur
Aşkın oldukça taleb râhında kalbin rehberi
Dalgalansın sînede deryâ-yı aşk-ı Ahmedî
Rişte-i nazma şeref versin nu'ût-ı cevheri
Âşıkım yanmaktadır şimdi bana zevk-i hayât
Sînem olmadan yanmaz feyz-i hakîkat nakderi
Ümmetin olmakla rifat-yâb olan kalb-i selîm
Neylesin bu âlem-i fânîde zîb ü zîveri
Pür siyeh-rû âcizim müstağrak-ı isyânım âh
Kıl şefâat ey Hüdâ'nın sevgili Peygamberi
Neş'e-bahş oldukça kalbe Rahmeten
li'l-Âlemîn
Fikr eder mi Hasbî-i bî-çâre hevl-i
mahşeri
Muharrem Hasbi (Ö.1914)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Arşa düşmekten muallâ sâye-i ulviyyetin
Aşk-ı izzetle muhammer mâye-i ulviyyetin
Ikd-i pervîn bir kemîn pîrâye-i ulviyyetin
Neyyir-i feyz-i ezeldir dâye-i ulviyyetin
Akl ile tahmîn olunmaz pâye-i ulviyyetin
Yâ Resûlallâh yoktur gâye-i ulviyyetin
Senden ahz etti safa pâkizea-ahlâk-ı Arab
Mihr-i zâtın eyledi tenvÎr-i âfâk-ı Arab
Eyledin nûr-ı kemâlâtınla işrâk-ı Arab
Ol faziletle yayıldı garba etbâk-ı Arab
Maksad etmiş zâtını dârına Hallâk-ı Arab
Yâ Resûlallâh yoktur gâye-i ulviyyetin
Hikmetinle vâzı’ı sensin bu şer’-i tâhirin
Mazhâr-ı îmânısın şer’inle pek çok kâfirin
Bâtının pür-nûr idi ondan münevver zâhirin
Fıtraten memdûhu olmuşsun Hakîm-i Kâdir’in
Rütbe-i şi’ri yetişsin mi sana bir şâirin
Yâ Resûlallâh yoktur gâye-i ulviyyetin
362 Recâizâde Mahmud Ekrem, Zemzeme, İstanbul, Garâbet
Matbaası, 1884, III. C. s. 18.
Nûr-ı dîdârınla minhâc-ı hakîkat lem’a-dâr
Tâb-ı güftârınla esrâr-ı ledünnî âşikâr
Lutf-ı envârınla ihsân u adâlet kâm-kâr
Feyz-i âsârınladır bu dîn ü ümmet pâydâr
Müddeâma şâhidimdir Hazret-i Perverdigâr
Yâ Resûlallâh yoktur gâye-i ulviyyetin
Zübde-i irfansın ey Peygamber-i Ümmî-lakab
Neyyir-i îmânsınn ey Peygamber-i
kudsî-neseb
Mükrim-i Kur’ân’sın ey Peygamber-i
mu’ciz-edeb
Rahmet-i Rahmân’sın ey Peygamber-i
sıddîk-leb
Müstehil efdâline tayîn-i evsâf u rüteb
Yâ Resûlallâh yoktur gâye-i ulviyyetin
Recâizâde Mahmud Ekrem (ö.1914)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Yâ nebiyyallâh Cenâb-ı Hak seni kılmış Habîb
Ol sebebden bâğ-ı vahdette sen oldun andelîb
Enbiyâ ve evliyâ senden devâ ister kamu
Çün hakîm-i mutlakın mülkünde bir sensin tabîb
Kûy-ı pâkinde nice şahlar gezer subh u mesâ
Ağlayıp feryâd edip boynun büküp ister nasîb
Niceler b hâk-i pâke geldi yüzler sürdüler
Geldi mi eyâ benim tek böyle bir miskîn garîb
Dest-gîr ol yâ Resûlallâh amândır el-amân
Nefs elinde âciz oldum çok eder mekr ü firîb
Nîm-nigehle her dü-âlemde kulun mesrûr kıl
Bir gedâyı pâdişâh etse çerâğ olmaz acîb
363 Naci Elmalı, Erzurumlu Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi,
Ankara, Elmalı Yayınları, 1984, s.
Senden özge yâ kime Rüşdî dahîlek
söylesin
Yâ nebiyyallâh Cenâb-ı Hak seni kılmış
Habîb
Ketencizâde Mehmed Rüştü (ö.1916)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Ey olan mi'râc-ı bürhân-i ulüvv-i şân sana
İrtibâtiyle rehîn-i i'tilâdir cân sana
Devr ider havl-i fürûğ-i tal'atında subh ü şâm
Âfitâb ü meh iki pervâne-i sûzân sana
Anda her ahter bir rükûzdur ki nûrun aks ider
Âsumân olmuş, hezâran çeşm ile hayrân sana
Arşa karşı çok mudur ey neyyir-i rahşân-ı Hakk
Mazhariyyetle tefâhur eylese devrân sana
Fikr olundukça ulüvv-i pâye-i kudsiyyetin
Arz-ı takdis eyleyip hayran olur insân sana
Dök yaşın ey derd-mend-i ma'siyet kim tâ ola
Mucîb-i gufrân sirişk-i dîde-i giryân sana
Yâ Resûlallâh olurdum ma'siyetle ben tebâh
Olmasa gönlümde ger Allah bir îmân sana
364 Mustafa Özsarı, Müstecabizâde İsmet: Bütün Şiirleri,
İstanbul 3F Yayınevi, 2008, s. 143.
Etme mahrûm-i şefâat ey Habîb-i Hakk beni
Mâsivâdan yüz çevirdim bağladım vicdân sana
Müstecabizâde İsmet Bey (ö.1917)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Senin şevkinle sûret buldu hilkat yâ Resûlallâh
Semâya tal’atından geldi satvet yâ Resûlallâh
Şeref-yâb-ı kudûmün olduğundandır yine mahzâ
Felekte hâke nisbet varsa rifat yâ Resûlallâh
Hayâl etmek uluvv-i kadrini beyhudedir zîrâ
Büyüksün rütbe-i tahmînden elbet yâ Resûlallâh
Senin şer’-i mübîninle kıvâmın buldu âlemde
Diyânet, nehc-i hikmet, resm ü âdet yâ Resûlallâh
Sana ma’tûf olur her kalb-i sâdık dâimâ çünki
Gelirzikrinle efkâra selâmet yâ Resûlallâh
Hulûs-ı kalbime bahşet kusûrum, fart-ı aczimle
Edâ-yı na’tına ettimse cür’et yâ Resûlallâh
Füzûndur cürm ü isyânı Nigâr’ın rûz-ı mahşerde
Yamandır hâli etmezsen şefâat yâ
Resûlallâh
Nigâr Hanım (Ö.1918)
365 Nigâr Hanım, Efsûs, İstanbul, Ahter Matbaası, 1889, C.I,
s. 46.
Hafif: Fe'ilâtün mefâ'ilünfe'ilün
Kibriyâ'nın Habîb-i müntehabî
Şeref-i aslı izzet-i nesebi
Hilkat-ı her dü âlemin sebebi
Rif'at-ı zâtı siyret-i edebi
Fahr-i âlem Muhammedü'l-Arabî
Matlâ'-ı nur-i hazret-i erhâm
Harem-i Hakk'a vâsıl ü mahrem
Evvelin sun-i kâr-gâh-ı kerem
Ruh-i Âdem nebiyy-i kudsî dem
Fahr-i âlem Muhammedü'l-Arabî
Seyyid-i küll hulâsa-i mevcûd
Menşe'î-yi akdem-i zuhur u vücûd
Asl-ı eşya güzîde-i Mâ'bûd
Kâbe kavseyn ’e mazhar u mes'ûd
Fahr-i âlem Muhammedü'l-Arabî
Alaybeyizâde Nâci Bey (Ö.1919)
366 Ahmet Özer, Türk Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 2008, s. 383.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Usât-ı ümmetinden bir zelîlim yâ Resûlallâh
Suda’-ı cürmle gâyet alîlim yâ Resûlallâh
Hevâ-yı nefsle ömrüm geçirdim eyledim zâyî
Ricâ-yı afva yüzüm yok hacîlim yâ Resûlallâh
Gider benden bu gaflet zulmetin nûr-ı hidâyetle
Elim al düşmüşüm gâyet alîlim yâ Resûlallâh
Bağışla Hazret-i Zehrâ ile sıbteyn-i Muhtâr’ı
Der-i âl-i abâya ben dahîlim yâ Resûlallâh
Şeyh İsmâil Necâtî Efendi (Ö.1919)
367
Şefâat Yâ
Resûlallah, Derleyen: Gülser Keçeci, Burhan Yay., İstanbul, 2005, s. 222.
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Vücûd-ı akdesin â’lâdan â’lâ yâ Resûlallâh
Cemâlindir tecelligâh-ı Mevlâ yâ Resûlallâh
Sen ol âyine-i ma’nâ-nümâ’i zât-ı vahdetsin
Görür Mevlâ’yı sende çeşm-i binâ yâ
Resûlallâh
İzâfiyâta asla kalb-i hak-bîn iltifât etmez
Senin zâtında gûya Hak Teâlâ yâ Resûlallâh
Vücûdun cevheriyle girdi vahdet reng-i
Esmâ’ya
Ne cevherdir o menşûr-ı tecellâ yâ Resûlallâh
Zevâhir perdesi dîdâre hâil olmasa billâh
Yanardı der-akâb Sinâ vü Minâ yâ Resûlallâh
Kemâl-i sırr-ı vahdet münceliyken zât-ı
pâkinde
Bilinmez hikmet-i esrâr-ı esrâ yâ
Resûlallâh
Meded kıl tûr-ı temkininde dursun bu dil-i
şeydâ
Olur dünyâya karşı yoksa rüsvâ yâ
Resûlallâh
368
Şefâat Yâ
Resûlallah, Derleyen: Gülser Keçeci, Burhan Yay., İstanbul, 2005, s. 225.
Ferîd-i bî-nevâ da defter-i uşşâkına geçsin
Budur ancak niyâz-ı kalb-i şeydâ yâ Resûlallâh
Ferîd (Ö.1920)
Hezec: Mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün
Ne kaldı mağrib-i Aksâ ne Îran yâ
Resûlallâh
Trablusgarb’ı da ister İtalyân yâ
Resûlallâh
Nifâk âteşleri yaktı serâser mülk-i İslâm’ı
Bizi biz kendimiz ettik perîşân yâ
Resûlallâh
Sakın zannetme İslam’ı o eski bildiğin
İslâm
Bugün yalnız gezer dillerde îmân yâ
Resûlallâh
Mahâret şimdi tertîb-i erâcif eylemekliktir
Ve bir de ihtirâ’-ı kizb ü bühtân yâ
Resûlallâh
Bugün evlâd-ı Ya’kûb’u yalan düzmek
hususunda
Eder bu ümmet-i merhûma hayrân yâ
Resûlallâh
Mezâlimle harâb etti cehâlet mülk-i İslâm’ı
Adâlet verdi küfristâna ümrân yâ Resûlallâh
Bugün biz anladık kat’iyyen istibdâd
muharribdir
Onunçün eyledik hürriyyet ilân yâ
Resûlallâh
369
Dağıstanlı Dehrî, Divançe-yi
Dehrî, İstanbul, Nefaset Matbaası, 1910, s. 10.
Usûl-i mutlakı terk eyledik ammâ acâyibdir
Bizi etmekde hürriyet de vîrân yâ Resûlallâh
Tutuştuk şimdi yek-dîğerle hep gırtlak gırtlağa
Boğazlarda gezerken ehl-i udvân yâ Resûlallâh
Bizi mahv eyleyen ancak cehâlet oldu âlemde
Ne Moskof’dur ne İspanyol ne Alman yâ Resûlallâh
Kadîmen vardı bir yıldız fakat şimdi
kulûblarda
Olur yüzlerce yıldızlar fürûzân yâ Resûlallâh
Büyükler şöyle dursunlar karıştı cümleten hattâ
Siyâsiyyâta etfâl-i debistân yâ Resûlallâh
Ne mekteb var ne san’at var ne üstâdân-ı dânişmend
Maârif nâzırı olmuştu bâğbân yâ Resûlallâh
Koyun yokmuş gibi tutmuş sakalından oturtmuşlar
Keçiye şimdi derler Abdurrahmân yâ Resûlallâh
Ne nâdânız ki patrika kapı oğlan iken şimdi
Bize üstâd-ı akl olmuş kilikân yâ
Resûlallâh
Hemen bombardıman bittikte Bingâzî’de
mahzenden
Kaçıp mecliste gâzî oldu şetvân yâ
Resûlallâh
Trablusgarb’ı fethetmiş gibi ol sadr-ı
sâbık da
Olur Şişli Beyoğlu’nda hırâmân yâ
Resûlallâh
İânet eyleyenler hep fakirlerdir donanmaya
Ganîler açmadı vallâh cüzdân yâ Resûlallâh
Bizi sevk eyliyor mahva nifâk-ı dâhilî
eyvah
Aman imdâda artık ol şitâbân yâ Resûlallâh
Meded bir mu’cizeyle öyle bir şey yap ki
olsunlar
Muvâfıklar muhâliflerle ihvân yâ Resûlallâh
Beni sevk eyleyen ancak hamiyettir bu
vâdîye
Ben İslâm’ın nasıl olmam esef-hân yâ
Resûlallâh
Fesâhat mülkünün sultân-ı bî-hemtâ-yı zî-şânı
Bu Dehrî kaldı İstanbul’da uryân yâ
Resûlallâh
Hamiyyetsiz olaydım yan gelirdim şimdi Kafkas’ta
Bizim çoktan Rus olmuştur Dağıstan yâ Resûlallâh
Dağıstanlı Dehrî (ö.1920)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Ey rûh-ı ümem, aslı kerem, dürr-i mükerrem
Ey medrese-i âleme allâme-i â'lem
Serdar-ı Resûlsün, güher-i ekmel-i âlem
Levlâkenle memdûhsun ey server-i
âlem
Ali Emîrî Efendi (Ö.1924)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Hâdi-i râh-ı hidâyettir Muhammed Mustafâ
Rehber-i nehc-i adâlettir Muhammed Mustafâ
Hem meh-i bürc-i melâhat server-i her dü cihan
Kâinâtın kâm-kârıdır Muhammed Mustafâ
Ten tecellâ-yı cemâlinden eder nûr iktibâs
Girdigârın yâdigârıdır Muhammed Mustafâ
Bu denî dehre onun gelmekliği da’vet için
Dâi-i dârüsselâmdır bil Muhammed Mustafâ
Nice dilberle diyârım terk edip geldim sana
Canımı yaktı senin şevkin Muhammed Mustafâ
Hakk-ı aşka düştü hasta bir tabibden yok devâ
Zehr-i hicre ver devâlar yâ Muhammed Mustafâ
Kemahlı Şeyh İbrahim Hakkı (ö.1924) [371]
NA‘T[372]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Enâm olmuş risâlette ukûs-ı vechine mir’ât
Enâmdan ism-i pâkin pür-âyândır yâ
Resûlallâh
Ehâd isminde zâid olsa bir mîm-i nübüvvet
kim
Ehâd mîm-i muhabbette nihândır yâ
Resûlallâh
Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn Dağıstânî (ö.1925)
NA‘T[373]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Bu mihnet-gâh-ı âlemde garibim yâ
Resûlallâh
Bu nefs-i zâlime her dem refikim yâ
Resûlallâh
Açıldı yâre-i mihnet ona senden olur çâre
Şefâatten acep yok mu nasibim yâ Resûlallâh
Şehzâde Seyfettin Efendi (Ö.1927)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Zıll -i memdûd-i azîmin arş-ı âlâdır Sen'in
Ey zilâl-i kâmetin timsâl-i tûbâdır Sen'in
Gösterir âsâr-ı kudret hilkatinde gâyeti
Hilkatin mutlak kemâle hatm-i imzâdır Sen'in
Pertev-i nûr-i cebînin aksidir levh-i kazâ
Ebruvânın hâme-i takdîr-i Mevlâ'dır Sen'in
Cebhe-sâ-yi dergehin kılmaz temennî cenneti
Hâk-i kûyın cennetü'l-âlâdan âlâdır Sen'in
Şeb-çerâğ-ı feyzinin bir zerresidir âfitâb
Nûr-i zâtın âfitâb-ı mülk-i ma'nâdır Sen'in
Selsebîl-i cûdunun atşânı olmuştur Hızır
Nîm zebânı feyzinin müştâk-ı Mûsâ'dır Sen'in
374
Ibnü'l-Emin Mahmud
Kemal inal, Son Asır Türk Şairleri, Haz.: Müjgân CUMBUR, C. I,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 556.
Görünür her yüzde gerçi ârife envâr-ı Hak
Vech-i pâkin Fakrî'ye mir'ât-i
Mevlâ'dır Sen'in
Ali Fakrî Efendi (Ö.1929)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
İftirâk-ı nûr-ı rahşandan gönül durmaz
yanar
Derd-i bî-hemtâ-yı hicrândan gönül durmaz yanar
Hasret-i pür-sûz-ı cânândan gönül durmaz yanar
Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi
Ey Resûl-i müctebâ cânım sana olsun fedâ
Lütf edip göster cemâlin ey kerîm-i pür-vefâ
Hasret ü firkatle feryâd eylerim subh u mesâ
Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi
Vâdi-i hasretde kalmış rû-siyâh u
âvâreyim
Hem zuhûr-ı lütfuna muhtâc bir bî-çâreyim
Gözleri yollarda kalmış âşık-ı hem-vâreyim
Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi
375 Hüseyin Vassaf: Hayatı-Eserleri ve Şiirlerinden Seçmeler,
Haz: Cemâl Kurnaz, Mustafa Tatcı,
İsmail Kasap, Ankara, Akçağ Yayınları, 1999, s. 115-116
Bâb-ı lütfunda gedâ-yı hâksârım el-meded
Dâima muhtâcınım şefkat-nisârım el-meded
Âşık-ı şûrîde-i pür-intizârım el-meded
Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi
Merhamet re'fet kerem senden umar
Âlemi dil-sîr eder elbette hân-ı rahmetin
Ahkarın Vassâfa melce âsitân-ı
devletin
Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi
Hüseyin Vassaf (ö.1929)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Gönül nûr-ı cemâlinden habîbim bir ziyâ ister
Gözüm hâk-i rehinden ey tabîbim tûtiyâ ister
Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbim cilâ ister
Yetiş imdâda ey şâh-ı risâlet rûz-ı mahşerde
Ki derd-i bî-devâ-yı mâ’siyet senden şifâ ister
Ne âb-ı dîdeden râhat ne âh-ı sîneden imdâd
Benim bâr-ı günâhım lutf-ı şâh-ı enbiyâ ister
Sarıldım dâmen-i ihsânına ey şâfi‘-i ümmet
Dahîlek yâ Muhammed hasta cânım bir devâ ister
Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz sensiz
Ne mülk ü mâl ü cân ister ne de zevk u safâ ister
376 Emine Yeniterzi, Türk
Edebiyatında Na‘tlar (Antoloji), Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 1993, s. 74-75.
Nola bir kere şâd olsun cemâl-i
bâ-kemâlinle
Ki kemter bedeniz Es‘ad sana olmak
fedâ ister
Şeyh Es‘ad Erbilî Efendi (Ö.1931)
NA‘T[377]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ
’îlün mefâ ’îlün
Alîl ü fâsık u fâcir-i fakîrim yâ
Resûlallâh
Bütün halk-i cihân içre hakîrim yâ
Resûlallâh
Benim rûy-i siyâhımdan tezâhür eyliyor
zulmet
Şefâat kıl ki yoktur nasîrim yâ
Resûlallâh
Şeyh Hacı Edhem Efendi (Ö.1934)
BİR GECE[378]
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Ondört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi;
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî'î:
Bir kere zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de, ma'mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika
derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada kurtardı insanlığı o Ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer'-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o Ma'sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret. Yazılış Tarihi
(1928)
Mehmet Akif Ersoy (Ö.1936)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Ey şefî‘ül-müznibîn her ins ü cin muhtaç
sana
Rahmeten li'l-Âlemîn Levlâke levlâk
tâc sana
Hâdimin rûhu'l-emîn vassâfın olmuş Hak
senin
Yâ Muhammed ‘arş u sidre nüh felek mi‘râc
sana
İbn-i ’İmrân İbn-i Meryem rifatin bir zerresi
Kâbe kavseyn ‘âlem-i lâhût ol minhâc
sana
Nûh İbrâhim Hûd eyler ziyâret ravzanı
Oldu ervâh-ı rüsûl hem kâ’imen amaç sana
Enbiyâ’ vü evliyâ cümle sürûşân zâ’irin
Sarf-ı mâl bezl-i vücûd etmekte her huccâc
sana
Mâr u mûr vahş u tuyûr ahcâr u eşcâr zâkirin
Oldu ber-dâr ‘aşk ile Mansûr bin Hallâç
sana
Yâ Resûlallâh dahîlek etme red bu Hüznî'yi
Hân-ı lutfundan doyur kim geldi müflis aç
sana
Yozgatlı Hüznî (ö.1936)
379
Yozgatlı Hüznî
Dîvânı: İnceleme-Metin, Haz.: Mustafa Güneş, Yozgat, 2000, s. 121.
Hafif: Fe'ilâtün mefâ'ilünfe'ilün
Yâ Muhammed, büyük peygamberimiz,
Biz seni tâ cân evinden severiz!
Her çocuğun küçük kalbi senindir,
Mâsum olan Resûlallâh’ı bilir.
Biz mâsumuz, kalbimizle anlarız,
Senin dünyâ cennetinde biz varız.
Hasan’ını Hüseyn’ini ne kadar
Sen severdin; işte bütün çocuklar
Nazarında evlâdının eşidir;
Çünkü hepsi ulu din kardeşidir.
Demek sen de bizi pek çok seversin,
Bunu, bize, yine bildirdin kendin.
“Her çocuk Müslüman doğar!” diyerek,
Yâ Muhammed bu sözünü öğrenmek,
Bize büyük yüreğini bildirir,
Her çocuğun temiz rûhu şenindir!
Ulu Kabe’n kalbimizde açılır,
Yüzümüzden senin nûrun saçılır
Yâ Resûlallâh büyüksün sen, büyük,
Biz çocuklar bu âlemde pek küçük
Ümmetiniz; fakat gökte yıldızlar
Nasıl çoksa, dünyâda da o kadar
Çok sabî var; her birinin kalbinden
Hak Dîni’nin bir yıldızı doğarken,
Senin rûhun arş-ı a’lâda güler!
Etrafında uçar yavru melekler.
Seni elbet daha fazla severiz
Annemizden, babamızdan bile biz!
Kur‘ân’ından senin sesin duyulur;
Kalbimize muhabbetin oyulur.
Küçük ümmetinin büyük rûhusun
Sana bütün çocuklar fedâ olsun!
Es-salât u ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallâh
Es-salât u ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballâh
Ali Ekrem Bolayır (ö.1937)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Dururken mucizen meydanda Kur’ân yâ
Resûlallâh
Ulüvv-i şânına ister mi bürhân yâ
Resûlallah
Lisânın andelîb-i bâg-i îcaz ü belâgattır
Bu îcâza cihân olmaz mı hayrân yâ
Resûlallâh
Benî âdem içinde dürr-i yektâ-yi muallâsın
Sana eş olmağa yok başka şâyân yâ
Resûlallâh
Nasıl kandîl-i pür nûr-ı İlâhîsin ki her
yerde
Olur bir nûr-ı irfanın fürûzân yâ
Resûlallâh
Kemâl-i feyzinin sende olan ol rûh-i
kudsînin
Ziyâ-yi aksidir her kâmil insân yâ
Resûlallâh
Nasıl bir mehbit-i envârdır kalb-i celîlin
kim
O kalbe gıpta-keştir arş-ı Rahmân yâ
Resûlallâh
Temevvüç-gâh-i esrâr-ı İlâhî masdar-ı ilmin
O ilme hiç olur mu hadd ü pâyân yâ
Resûlallâh
381
Abdülaziz Mecdi
Dîvânı, Der.: Osman Ergin, İstanbul, Gün Basımevi, 1945, s. 41-44.
Yakan misbâh-ı lâhûtî fürûgun dest-i kudrettir
Söner mi böyle bir nâr-ı dırahşân yâ Resûlallâh
O şûle şûle-i Hak’tır şu’âı nûr-ı mutlaktır
Olur ol şûleden bin şûle-tâbân yâ Resûlallah
Tecellizâr-ı kudsiyyet-penâhında kurulmuştur
Sana pek muhteşem bir arş-ı sultân yâ Resûlallâh
Bu arş-ı ihtişâmın Kâbesi hürmetle olmuştur
Metâf-ı ekber-i sırr âşiyânım yâ Resûlallâh
Senindir devre-i iclâl ü şevket şân ile
dâim
Senindir manevî her emr ü fermân yâ Resûlallâh
Muhibbin zât-ı Mevlâ sen ise Mahbûb-ı
Rabbânî
Neler yapmaz bu ulvî hubb-i cûşân yâ
Resûlallâh
Hudâ kandîl-i tevfîki asıp bâbında
etmiştir
Ana pervâne bin hurşîd-i rahşân yâ
Resûlallâh
Ne kutsî dergehin vardır gelip mirâc için
her şeb
Eder gökler anın havlinde devrân yâ
Resûlallâh
Derin me’vâ-yı feyz oldukça asâr-ı kemâlâta
Gelir ol bâba bin Cibrîl derbân yâ
Resûlallâh
Cihanlara kehkeşânları peykler seyyâreler
mehler
Senin nûrunla dâim şûle-efşân yâ Resûlallâh
Alan mâhiyyet-i rûhîyeden bir şemme-i nâcîz
Sana hürmetle eyler böyle imân yâ
Resûlallâh
Bu gün erbâb-ı fennin rûha dâir hall ü
tedkîki
Ser-a-ser şüpheli fikr-i perîşân yâ
Resûlallâh
O sırr-ı a’zâmı remzinle anlar evliyâullâh
Anı idrâke yoktur başka imkân yâ Resûlallâh
Tecellî-yi İlâhî neşvesi sayende gelmiştir
Bana bir mevhibendir nûr-ı irfân yâ
Resûlallâh
Senin bir cilve-i irşâdına mazhar olup
rûhum
Alevlendi çerâğ-ı feyz-i ikân yâ Resûlallâh
Ebed bezmindeki eltâfının âsâr-ı envârı
Ezel cûşîş-gehindendir hurûşân yâ
Resûlallâh
O gün kim nûr-ı hubbun şûle saldı
sahne-i kalbe
Gönül oldu ser-a-pâ bir gülistân yâ
Resûlallâh
Göründü perde-i esrâr içinde çeşm-i
irfân
Ne âlî sırrı hâmildir bu insân yâ
Resûlallâh
O sırdır gösteren envâr-ı lâhut ile
nâsûtu
O sırdır meş’al-i eshâb-ı iz’ân yâ
Resûlallâh
Muhabbet cismimin her zerresinden lem’a
efşândır
Muhabbettir bana sermâye-i cân yâ
Resûlallâh
Beni tenvîr kıl dâim fürûğ-i nûr-ı
feyzinle
Bana âlemde sensin cân ü cânân yâ
Resûlallâh
Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey muallâ nûr
Seni sevmekle var zevk-i firavân yâ Resûlallâh
Ziyâ-yi şems-i zâtın hâver-i fıtrîde doğmuştur
Sığar mı kevne böyle nûr-ı rahşân yâ Resûlallâh
Düşünce pertev-i feyyâz-ı ilmin kâinat üzre
Ziyâ-yı vahdetin oldu nümâyân yâ Resûlallâh
Hulasâ kalmadı meçhul-i mutlak halledildi
hep
Muammâsıyle esrâriyle ekvân yâ Resûlallâh
Eğer men’etmeseydin ümmeti methinde ıtradan
Sana lâyık idi bir başka ünvân yâ Resûlallâh
Seni tavsîf ta’zîme lisânım gayr-i kâdirdir
Senin vasf-ı kemâlin bence Kur’ân yâ
Resûlallâh
Beni ma’zûr tut ey fahr-i âlem af ve lâyık
gör
Beyânâtımda varsa sehv ü noksân yâ Resûlallâh
Perîşân etti zîrâ fikrimi ahvâl-i kevniyye
Bu günlerde perîşânım perîşân yâ Resûlallâh
Tevâlî eyledi gurbette kürbet türlü
şekliyle
Keder kıldı binâ-yı kalbi vîrân yâ Resûlallâh
Yetiştir lutfunu şâyân-ı ihsânım inâyet kıl
Zebûn etti beni alâm-ı devrân yâ Resûlallâh
Eder pür-lerze âhım arş-ı Rahmân’a
eriştikçe
O hadde vardı artık âh ü efgân yâ
Resûlallâh
Yeter yoktur tahammül çekmeğe alâmını
dehrin
Bu eyyâm-ı cefâya yok mu pâyân yâ
Resûlallâh
Yetiş imdâda muhtâç etme dehr-i dûna Mecdî’yi
Revâ mı hande etsin ehli udvân yâ
Resûlallâh
Mürüvvet eyle ihsân eyle cûd u lutf-i
dâ’imden
Açılsın her taraftan bâb-ı ihsân yâ
Resûlallâh
Beni bir ferde muhtaç etme eyle Kenz-i
mahfıden
Dil-i virânımı mesrûr u şâdân yâ
Resûlallâh
Şefâat eyle lutfunla bana dünyâ vü
ukbâda
Bana gösterme sen âlâm-ı isyân yâ
Resûlallâh
Perîşân bir fakîrim abd-i hâsım bâb-ı
lutfunda
Perîşânlar olur bâbında handân yâ
Resûlallâh
Abdülazîz Mecdî Efendi (ö.1941)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Garîk-i ma'siyet bir rû-siyâhım yâ
Resûlallâh
Der-i gufran-meâbındır penâhım yâ
Resûlallâh
Atılmış gird-bâd-ı cürm ile feyfâ'-i nâsûta
Misâl-i mutlak-ı berg u giyâhım yâ
Resûlallâh
Elim tut düşmüştüm girdâb-ı nevmîdî vü
hüsrâna
Yetişti gayete hâl-i tebâhım yâ Resûlallâh
Gözümde dem-i firkat hem özümde âteş-i
haşyet
Kesilmez böylece feryâd u âhım yâ
Resûlallâh
Eyâ nûr-ı cihân-ârâ hatâ-pûşâ atâ-bahşâ
Dütâ etti beni bâr-ı günâhım yâ Resûlallâh
Büyüksün ol kadar kim der isem mâzûr olur
belki
Senin şân-ı
azîminde............ yâ Resûlallâh
382
Ibnü'l-Emin Mahmud
Kemal inal, Son Asır Türk Şairleri, Haz.: Müjgân Cumbur, C. I, Ankara,
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 552-553.
Açılsın nûr-ı feyz-i akdesinle incilâ bulsun
Sevâd-ı kalb u çeşm-i intihâbım yâ Resûlallâh
Tutup yüz dergeh-i ulyâna düştüm arz-ı hâlimle
Kapındır kıble-gâhım secde-gâhım yâ Resûlallâh
Şefâatle halâs et abd-i âsî Fâik-i zârı
Mezîd-i lutfuna yok iştibâhım yâ Resûlallâh
İbrahim Fâik Bey (Ö.1941)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Şemîm-i gonca bâğ-ı ârâsın yâ Resûlallâh
Yegâne mürşid-i râh-ı Hüdâ’sın yâ
Resûlallâh
O rütbe muhterem sen ki şehâ taht-ı
risâlette
Mu’azzez melce-i bây-i gedâsın yâ
Resûlallâh
Kalır mı ümmetin zulmette ey şâh-ı rüsûl
hâşâ
Resûl-i Kibriyâ nûr-ı Hüdâ’sın yâ
Resûlallâh
İmâmü’l-müttakîndir zât-ı pâk-i efdâliyette
Gürûh-ı mü’minîne muktedâsın yâ Resûlallâh
Diler Abdî şefâat yâ
şefiü’l-müznibîn Sen'den
Şefâat kânı mahbûb-ı Hüdâ’sın yâ Resûlallâh
Urfalı Abdî (Ö.1941)
383
Mehmet Emin Ertan, Urfalı
Şair Abdi, Şanlıurfa, Şurkav Yayınları, 1999, s. 57.
ES‘AD ERBİLÎ'NİN GAZELİNE TAHMİS[384]
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Lâha lî tayfa sera fi'l-kevni min tilkâ bedr
Aşk ez-ceybem girift u goft yâ hazâ edr
Sormam artık pîre sâkî gâye-i ma'nâ nedir
Leblerin söyler civanım gonca-i ra'nâ nedir
Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir
Nefha-i ünsünle âbâd oldu bin me'vâ-yı bûm
Muztarib zülfünde lâkin Mısr u Hindistan u Rûm
Düştü bir gamzenle Hind ü Çîn'e erbâb-ı rüsûn
Aslını ta'rif için kîl u makale yok lüzum
Kâkülün teşrih ederken anber-i sârâ nedir
Şöyle bir raks eylesen versen de bezme inzibat
Dîde Sînâ-gâh u sinem olsa dâru'l-inbisât
Sen tecellî neşr etsen ben de etsem iltifat
Sâid-i sîmîndir ancak mâye-i iyş ü neşât
Mey nedir mînâ nedir sâgar nedir sahbâ nedir
Tayf-ı müstesnana peyvest olduğum günden
beri
Kayd-ı ruhsârınla serbest olduğum günden
beri
Sâkî-i gül-fâma hem-dest olduğum günden
beri
Bâde-yi aşkınla ser-mest olduğum günden
beri
Bilmenem âlem nedir dünyâ nedir ukbâ nedir
Bir zaman tevhid için teksîr-i evsâf
eyledim
Sanki hâcât-i dil-i nâşâdı is'âf eyledim
Gördüm etvâr-ı şuûn-ı hâli insaf eyledim
Fikr-i ferdâ-yı cihandan sînemi saf eyledim
Gam nedir şâdî nedir illet nedir sevda
nedir
Mâyemi rûhu'l-hüdâ yaptın hevâ hem hâlemi
Böyle tehyîc eyledin seyyaremi seyyâlemi
Sonra verdin kabza-i ağyâra hükm-i âlemi
Gördün elbet giryemi duydun muhakkak nâlemi
Ey perî-ru ey melek-hû bunca istiğna nedir
Gam değilmiş Hamdî olmak seyr-i
gül-şenden cüda
Neşve var yâdında derler gül fedâ bülbül
fedâ
Şimdi şeyh-i asrdan duydum şu yolda bir nidâ
Dergeh-i pîr-i muğânda hâk-i pay ol Es'adâ
Ol zemân anlarsın ancak rütbe-i bâlâ nedir
Muhammed Hamdi Yazır (ö.1942)
Muzâri': Mefûlü fâ'ilâtün mefûlü
fâ'ilâtün
Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i
kudret
Beytü'l-kasîd olurdun manzûme-i cihanda
Mısrâ'ısın ki sun'un berceste tâ ezelden
Ferdiyyetinle kaldın dîvân-ı kün fekânda
Ferid Kam (ö.1944)
385
Ibnü'l-Emin Mahmud
Kemal inal, Son Asır Türk Şairleri, Haz.: Müjgân CUMBUR, C. I,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 617.
DER NA‘T-İ SEYYİDÜ’L-ENBİYÂ[386]
Remel: Fâi ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilün
Şâne urmuş yâr gîsuvânın üstüne
Bu seher anber saçılmıştı sabânın üstüne
Verdi dehşet saff-ı müjgân üzre ebrûlar bana
Çifte yay asmış meğer tîr ü sinânın üstüne
Sûziş-i hicrân-ı yâre dilde yok tâb u tüvân
Berk-i âhım çıktı tâ heft âsumânın üstüne
Kalmadı feryâda tâkat cism-i bî-tâbımda da
Bunca âh u nâle vü zâr u figânın üstüne
El-gıyâs oldum yeter âvâre-i deşt-i günâh
Ey olan serdâr ceyş-i enbiyânın üstüne
Yâ Habîb-i Kibriyâ iksîr-i feyz etti nisâr
Hâk-i pây-i a’zamın arş-ı alânın üstüne
Hakk-ı “Sübhânellezî esrâ” eyâ fahr-i
rüsûl
Binmedi kimse Burâk-ı bâd-pânın üstüne
Duydu teşrifin senin dünyaya tercîh eyledi
Bü’l-beşer cennetteki zevk u safânın üstüne
Yâd edip ism-i şerifin âkıbet buldu necât
Sürdü geçti Nûh o tûfân-ı belânın üstüne
Oldu İbrâhîm’e Gülşen reşha-i feyzin düşüp
Nâr-ı Nemrud-ı şakî-i
bed-likânın üstüne
Bûy-ı feyzindi karirü’l-ayn eden Ya’kûb’u
da
Serpilip pirâhen-i Yûsuf-nümânın üstüne
Yûsuf’u aşkın mazîk-i çâhdan etti halâs
Gıbta-bahşâ oldu ihvân-ı safânın üstüne
Nâm-i pâkin nakş-ı hâtem olmasa konmaz idi
Taht-ı iclâli Süleymân’ın hevânın üstüne
İsm-i pâkin mûnis-i Yûnus olup ey bahr-i
cûd
Batn-ı mâhîden çıkardı bu cihânın üstüne
Şendeki nûr-ı tecellîden meğer bî-tâb olup
İttikâ etmişti Mûsâ da asânın üstüne
Çıktı teşrîf-i kudûm-ı pâkini tebşîr için
Hazret-i Îsâ dahi çârum semânın üstüne
Cân fedâdır Hazret-i Sıddîk-ı a’zam râhına
Kim odur server kürûr-ı asdıkânın üstüne
Hazret-i Fârûk kim i’lâ-yı İslâm eyledi
Tîg-i adlin selledip ehl-i gavânın üstüne
Hazret-i Osmân ki nûr-ı feyz-i hilminden onun
Etti Hak neşr-i ziyâ kevn ü mekânın üstüne
Zülfikâr elde Cenâb-ı Haydar-ı Düldül-süvâr
Kim gelirdi seyf-i meslûl-i Hudâ’nın üstüne
İşte bu erkân-ı dînin aşkına afv et beni
Sorma cürmüm gelme abd-i kem-bahânın üstüne
Yâ Resûlallâh şefâat isterim and eyledim
Nesl-i pâkin hazret-i hayrü’n-nisânın üstüne
Hûn-ı kudsiyyet-bahâ hakkı ki seylân eyledi
Gerden-i pâk-i şehîd-i Kerbelâ’nın üstüne
Kevser-i lutfunla reyyân et dil-i atşânımı
Ey ki afvın dâimîdir âsiyânın üstüne
El-amân “lâ zılle illâ zılluhû” vaktinde
sen
Ebr-i lutfun sâyebân et bu gedânın üstüne
Ehl-i mahşer gülmesin seyr eyleyip ahvâlimi
Zeyl-i rahmin sütre kıl cürm ü hatânın
üstüne
Kalmasın kaldır dil-i Remzî’de
meyl-i mâsivâ
Düşmesin artık yeter nefs ü hevânın üstüne
Yâ Nebiyye’r-Rahme bârân-ı tahiyyât ü selâm
Nâzil olsun ravza-i reşk-i cinânın üstüne
Ahmet Remzi Akyürek (ö.1944)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Ahmed yaratılmış o büyük Nûr-ı Ehad’den
Her zerrede nûrdur, o ezelden hem ebedden.
Bir nûr ki odur hem yüce hem lâyetenâhi
Ol fahr-i cihân Hazret-i Mahbûb-ı İlâhi.
Parlattı cihânı bu güzel nûr-ı Muhammed
Halk olmasa, olmaz idi bir zerre ve bir ferd.
Ol nûru ânın, her yeri her zerreyi sarmış
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış.
Bir nûr ki odur sâde ve hem lâyetezelzel
Ârî ve berî cümleden üstün ve mükemmel.
Bir nûr ki bütün zerrede ancak o nümâyân,
Bir nûr ki verir kalblere hem aşk ile îmân.
Bir nûr ki eğer olmasa ol nûr hele bir an,
Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.
Bir nûr ki değil öyle muhat, hem dahi
mahsûr
Bir nûr ki eder kalbi de pür-nûr, çeşmi de pür-nûr.
Bir lem’adır andan, şu büyük şems ve
kamerler.388
Hep işte o nûrdan bu acâib koca âlem,
Halk oldu o nûrdan yine cennetle cehennem.
Şek yok ki o nûrdur okunan Hazret-i Kur’ân,
Ol nûr-ı ezel hem sebeb-i hilkat-i insan.
Her şeye odur mebde’ ve asıl ve esas hem,
Ondan görünür nev’-i beşer böyle mükerrem.
Bir zerre değil, bahr-i muhît ve bahr-i
münîrden,
Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden.
Şek yok ki bu cihân, katre-i nûrundan o
nûrun,
Şek yok ki bu can, zerre-i nûrundan o nûrun.
Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,
Söndürmeye hem kimde aceb zerre mecâl var?
388 Kaynak metinde bir mısra
eksiktir.
Söndürmeğe kalkmıştı asırlar dolu
küffar,
Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhâr.
Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol,
Tarihe sorun, kimdir o nûr, hem kim imiş menfûr?
Alnında yanan nûr-ı Muhammed’di Halîl’in
Yetmezdi gücü, bakmaya her çeşm-i alîlin.
Görseydi Resûl'ün o güzel nûrunu, Nemrud
Yakmazdı o dem, nârını ol kâfir-i matrud.
Bir sivrisinek öldürüyor o şah-ı cihânı
Atmıştı Halîl’i âteşe, çünkü o cânî.
Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan,
O âteşe bahseyledi hem berd ü selâmdan.
“Dostum ve Resûlüm yüce İbrahim’i ey nâr.
At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!”
Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Hak’tan
Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan.
Ol nûrdan için Yûnus’u hıfzeyledi ol hût,
Ol nûr ile kahreyledi hem kavmini ol Lût.
Ol hüsn-i cemâl, eyledi âlemleri hayran
Nerden onu bulmuş, acaba Yûsuf-ı Ken’an.
Hikmet nedir, ol derdlere sabreyledi Eyyûb,
Hem sırrı nedir, Yûsuf için ağladı Ya’kub.
Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his,
Ol namlı nebî, şanlı şehid Hazret-i Cercis.
Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havvâ?
Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dâ'vâ?
Hem âh, neden terk edilip ravza-yi cennet,
Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet.
Nûr şehri olan Tûr’da o dem Hazret-i Mûsa
Esrâr-ı kelâm hep çözülüp buldu tecellâ.
Bir parça Zebûr’dan okusa Hazret-i Dâvud,
Başlardı hemen sanki büyük mahşeri mev’ud.
Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu
dinler,
Bilmem ki neden, hep işiten âh diye inler.
Mahlûku bütün kendine râm etti Süleyman,
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman?
Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes
Esrâr-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.
Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsâ,
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yûda.
Nûr derdi için tahtını terkeyledi Edhem,
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.
Çok şahs-ı velî, nûr ile hem etti kanâat,
Çok şahs-ı denî, nûr ile hem buldu kerâmet.
Her hepsi de pervanesi, üftâdesi nûrun,
Her hepsi mu'ammâ, gücü yetmez bu şuûrun.
Fillerle varıp Kâbe’ye, hem Ebrehe zâlim;
İsterdi ki, yapsın nice bin türlü mezâlim.
İsterdi ki; o beyt yıkılıp şöhreti
sönsün,
Halk Kâbe’yi terk ederek, kiliseye dönsün.
İsterdi ki, çeksin doğacak nûra bir sed.
Hem doğmadan ölsün diye “Mahbûb-ı Müebbed.”
Günlerce gidip Kâbe’ye, hem yaklaşan ordu,
Birdenbire bir tehlike sezmiş gibi durdu.
Sür’atle gelip bir sürü kuş, semt-i
bahirden,
Taş harbine başlar, pek acib hepsi birden.
İndikçe havadan, o mu'ammâ gibi taşlar,
Cansız yıkılıp yerlere yatmış nice başlar.
Şahsiyle beraber kocaman orduyu Mevlâ
Olsun diye mahbûba nişan, eyledi mûtâ.
Hem kavm-i Kureyş, söndürelim derken o
nûru,
Erkek ve kadın, cümlesinin kaçtı huzûru.
Müşrik ve muvahhid, iki fırka olup urban;
Yıllarca dökülmüş yine üstüne bir kan.
Şakk etti kamer, fahr-i beşer, ol yüce
server,
Her yerde ve her anda onun nûru muzaffer.
Kur’ân’dı kâli, nûrdu yolu, ümmeti mutlu,
Ümmet olanın kalbi bütün nûr ile doldu.
Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser,
Ol Sure-i Kevser, dedi a’dâsına “Ebter!”
Ol şems-i ezelden kaçınan ol kuru başlar
Gayyâ-yi cehennemde bütün yakmış ateşler.
Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da
herkes
Ol nûra varıp baş eğerek hem dediler pes!
İdrâki olan kafile ayrıldı Kureyş’den,
Feyz almak için, doğmuş olan şanlı güneşten.
Ol kevser-i Ahmed’den içip her biri tas
tas,
Olmuştu o gün sanki mücellâ birer elmas.
Ol başlara tâç, derde
ilâç, mürşid-i âlem,
Eylerdi nazar bunlara nûriyle demâdem.
Bunlardı o a’dâyı boğan bir alay arslan,
Hak uğruna, nûr uğruna olmuş çoğu kurban.
Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı,
Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz uçardı.
Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli,
Dünyada ve ukbâda da hem şanları âli.
Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur’ân,
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan!
Hep yüzleri pak, sözleri hak, yolları
hakdı.
Merkebleri yeller gibi Düldül’dü, Burak’dı.
Bir cezbe-i “Yâ Hay!” ile seller gibi aktı,
A’dâya varıp herbiri şimşek gibi çaktı.
Bunlardı o gün halka-i tevhîdi kuranlar,
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar.
Bunlardı mübarek yüce cem'iyet-i şûrâ
Bunlardı o nurdan dirilen halka-yi kübra.
Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisrâ,
Bunlarla ziyâdar o karanlık koca sahrâ.
Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir
fer,
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.
Her hepsi de bir zerre-i nûru o Habîb'in,
Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin.
Nûr altına girmiş bulunan türlü cemâat,
Hem buldu bekâ, hem de bütün gördü adâlet
Ecdad-ı izâmın o büyük ruhları küskün,
Zira ne küfürler okunûr onlara her gün.
Yağmıştı o gün âh ne kederler, ne
elemler,
Âciz onu hep yazmaya, eller ve kalemler.
Binlerce yetîmin yıkılan kalbini sen yap,
Affet yeter artık, o Habîb aşkına yâ Rab!
Derken yeter artık, bizi affet güzel
Allah!
Sarsıldı cihân, öldü de bir gümgüme
nâgâh.
Buz parçası hâlinde
bulut, bir yere düşmüş,
Erkek ve kadın hepsi de
ol semte üşüşmüş.
Derhal açılıp gök yüzü
hem parladı ol nûrdan gelen Risâle-i Nûr
Hallâk-ı Rahîm eyledi
mahlûkunu mesrûr.
Zulmet dağılıp başladı
bir yepyeni gündüz,
Bir neş’e duyup sustu
biraz ağlayan o göz.
Bir dem bile düşmezken
onun âhı dilinden,
Kurtuldu, yazık dertli
beşer derdin elinden.
Ol taze güneş, ülkeye
serptikçe ışıklar,
Hep şâd olacak, şevk
bulacak kalbi kırıklar.
Her kalbe sürûr, her
göze nûr doldu bugünden,
Bir müjde verir sanki o
bir şanlı düğünden.
Arz eyleyelim ol yüce
Allah’a şükürler,
Kalkar bu kahr u cehl ve
dalâl, şirk ve küfürler.
Ol nûr-ı Hüdâ saldı
ziyâ, kalbe safâ hem,
Gösterdi bekâ, göçtü
fenâ, buldu vefâ hem.
Çıkmıştı şakî, geldi nakî gördü adâvet,
Eylerdi nefiy, oldu hafî nûr-ı hidâyet.
Fışkırdı Risale-i Nûr, ufuktan nûr-ı Risâlet
Ol nûr-ı Risâlet verecek emn ü adalet.
Allah’a şükür kalkmada hep cümle karanlık
Allah’a şükür dolmada hep kalbe ferahlık.
Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı,
Âlemlere artık yine bir neş’e saçıldı.
Artık bu sönük canlara can üfledi cânân,
Artık bu gönül derdine ol eyledi dermân.
Bir fasl-ı bahar başladı illerde
bugünden,
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bugünden.
Benden bana ben gitmek için Risale-i Nûr
diye koştum,
Nûr derdine düştüm de denizler gibi coştum.
Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken
Düştüm yine derya gibi bir nûra bugün ben.
Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık,
Ma'şûkum O'dur, şimdi benim, ben O'na âşık.
Ol nûr-ı ezel hem kararan kalblere lâyık,
Ol nûrdan alır feyzini hem cümle halâyık.
Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nûr’a
akanlar,
Nûr kahrına uğrar, ona hasmâne bakanlar.
Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nûr!
Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhûr.
Sensin yine hâzır, yine sensin bize nâzır
Ey nûr-ı Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i
Fâtır!
Bir neş’e duyurdun îmânla sırr-ı ezelden,
Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.
Mademki içirdin bize ol âb-ı hayatdan
Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi
mematdan.
Hasret yaşadık nûruna yıllarca bütün biz,
Ma'sum ve alîl, türlü belâ çekti sebepsiz.
Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,
Zâlim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.
Yıllarca, asırlarca bu nûrun yine yansın.
Öksüz ve yetîm, dul ve alîl hepsi de kansın.
Ey nur gülü, nûr
çehreni öpsem dudağından,
Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.
Her dem kokarak hem o
güzel râyihasından
Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından.
Nur güllerin açsın,
yine miskler gibi tütsün,
Sinemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.
Sensin bize bir neş’e
veren ol gül-i hâlis,
Sensin bize hem cümleden a’lâ, dahi muhlis.
Ey nûr-ı risâletten gelen bir bürhân-ı Kur’ân!
Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i îmân!
Sendin bize matlub, yine sendin bize
mev’ud,
Sâyende bugün herkes olur zinde ve mes’ud.
Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya,
Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rû’yâ.
Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice
milyar
Mü’min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey
yâr!
Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı
Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı.
Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden
Söyler bana ruhum yine mâ ezd yakînen
Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber;
Risale-i Nûr’dur vallah o son müceddid-i
ekber.
Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret,
Eyler bu mukaddes koca da'vâya şehâdet.
En başta gelen şâhid-i adl Hazret-i Kur’ân,
Göstermiş ayânen otuz üç yerde o bürhan.
Yâ müdrikini ‘in kalbine gömmüş Esedullah,
Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana âgâh.
Kün kâdiri vakten demiş ol pîr-i
mu'azzam,
Binlerce velî hem yine yapmış buna bin zam.
Mu’cizdir o söz, hakdır o öz, görmedi her
göz,
Artık bu mu'ammaları gel sen bize bir çöz.
Altıncı Söz’ün aldı bütün fiil ve sıfâtı,
Verdim de arındım ona hem zat u hayâtı.
Müflis ve fakir bekliyordum şimdi
kapında,
Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.
"Ben!.. Ben!.." diye, yazdımsa
da sensin yine ol ben,
Hiçden ne çıkar, hem bana benlik yine senden.
Afvet beni ey afvı büyük lütfu büyük Risale-i Nûr!
Bir dem bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ mehcûr!
Nûr aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nûr!
Nûrunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrûr.
Ey nûr-ı ezelden gelen nûr-ı Muhammed
Ey sırr-ı îmândan gelen nûr-ı mü'ebbed!
Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes,
Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses.
Vallah cemilsin, yeter artık bu celâlin!
Göster bize ey nûr-ı Muhammed, bir kere
cemâlin!
Dergâhını aç, et bize insan, yine ey nûr-ı
Risâlet!
Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey
nûr-ı hakîkat!
Emmâre olan nefsimizin emrine uyduk,
Ver bizlere sen nûr ile îkân, yine ey nûr-ı
Kur’ân!
Hırs âteşi sönsün de gönül gül şene dönsün,
Saç nûrunu, hem feyzini her an, yine ey
nûr-ı îmân!
Sen nûr-ı Bedi’, nûr-ı Rahîmsin bize lütf
et,
Hep isteğimiz aşk ile îmân, yine ey nûr-ı
İlahî!
Dînin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet,
Rahm et bizi, garketmeye tûfan, yine ey
nûr-ı Rahmânî!
Pür-nûra boyansın bütün âfâk-ı cihânın
Her yerde okunsun da bu Kur’ân, yine ey
nûr-ı Sübhânî!
Mahbûbuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,
Ağlatma yeter et bizi handan, yine ey nûr-ı Rabbânî!
Ol ravza-yi pâk Ahmed'i göster bize bir dem,
Artık olalım hep ona kurban, yine ey nûr-ı Samedânî!
İslâm’a zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,
A’dâmızı et hâk ile yeksan, yine ey nûr-ı Furkânî
Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd,
Ta haşre kadar cennet-i cânân, yine ey nûr-ı îmânî!
Ol fahr-i cihân, âl-i abâ hakkı için yâ Rab!
Hıfzet bizi âfât u belâdan, yâ nûre’l-envâr, Bi-hakkı
ismike’n-Nûr!
Hasan Feyzi Yüreğil (Ö.1946)
Müctes: Mefâ ’ilün fe'ilâtün mefâ ’ilün
fe'ilün
Felekte bir şebi görmüşdü dîde-i bînâ
Ki hayret etmede vasfında fikre istîlâ
Sevâd-ı sûre-i Velleyilden ederdi
beyân
Beyâzı eyler iken nûr âyetin inbâ
O rütbe vardı tecellî ki şu'le-i zerrât
Ziyâ-yı feyz ile olmuşdu bir güneş gûyâ
Hudâ'yı zikr ile meşhûn iken sürâdık-ı kevn
Hudâ'yı zikr ile mebtûn iken zuhûr u hafâ
Hücûm-ı cilve-i rûhâniyânın oldu hemân
Garîk-i lücce-i eşvâki sâha-i gabrâ
Tebeddül etdi bütün şekl-i evvel-i âlem
Cihan değil görünen bir cihân-ı reng ü ziyâ
Sükût olurdu hükümrân-ı kâinat ancak
Gelirdi semt-i fezâdan nîdâ-yı âmennâ
389 Hammâmizâde Ihsan, Dîvân-ı İhsan, İstanbul, Ahmed Ihsan
Matbaası, 1928, s. 3-4.
Şu turfa hey'et içinden dehân-ı mevcûdât
Birer zebân olup eylerdi arz-ı hamd ü
senâ
Kulûb-ı âlemi etmişdi mest-i müstağrak
Olunca zevk dem-â-dem bu rütbe
neş'e-fezâ
Nedendi tuhfe-i ta'zîm-i kâ'inât bütün
Nedendi bâ'is-i cûş-ı avâtıf- uzemâ
Bu türlü ebdâ-ı âsâra cilvegâh oldu
Bu şeb nasıl dem-i sad-âferin imiş âyâ
Bu leyl-i akdes olur matla'-ı füyûz-ı
Vedûd
Olunca mevlid-i pâk-i Peyamber-i dü-serâ
Bu şebde âlemi etmiş kemâl-i lutfundan
Habîb-i hâs-ı Hudâ reşk-i
cennetü'l-me'vâ
Habîb-i Hazret-i Hak sırr-ı rahmet-i
mutlak
Medâr-ı devr-i nesak ber-güzîde-i eşyâ
Fürûğ-ı subh-i ebed sem'-i mahfel-i
sermed
Şu'â-i nûr-ı Samed mâh-ı leyletü'l-isrâ
Delîl-i bezm-i hidâyet celîl-i pür-himmet
Karîn-i vahdet-i Hazret Emîn-i Ümm-i Kurâ
Cenâb-ı mazhar-ı Levlâk bâdi-i eflâk
Nebiyy-i tâhir ü pâk-âsümân-ı azz ü alâ
Murâd-ı hilkat-i mevcûd esâs-ı kasr-ı vücud
Binâ-yı gâye-i maksûd şâhid-i Mevlâ
İmâm-ı ekmel-i küll pişvâ-yi ceyş-i resûl
Çerâğ-ı bezm-i tekemmül ziyâ-yı şems-i bakâ
Muhammed Ahmed ü Mahmûd u Mustafâ
Muhtâr cemâl-i pâkidir âyîne-i cemâl-i Hudâ
Muhit-i me'men-i lutfunda katredir ebhâr
Basît-i harmen-i cûdunda dânedir dünyâ
Güzîde vâkıf-i âsâr-i âlem-i nâsût
Sütûde ârif-i esrâr-i kişver-i ma'nâ
Zebân-ı efsah-ı bir nâvdân-ı feyz ü fütûh
Beyân-ı emlahi mecrâ-yi sırr-ı mâ-evhâ
Nigâh-ı pâki olur feyz-i devlet-i câvîd
Gubâr-ı hâki olur kuhl-i ayn-ı ehl-i vefâ
Cenâb-ı akdesi Hulk-i azîme sâhipdir
Be-hükm-i nass-ı celîl Ve inneke le alâ
Kemîne zerre-i hurşîd-i feyzinin olamaz
Kemîne zerresi hurşîd-i âsümân-ârâ
Sehâb-ı mekremetinden kapaydı reşhas-i nem
Zemîn-i sûrede güller bulurdu neşv ü nemâ
Müsâdif-i nazar-i lûtfu olsa katre-i âb
Gelir hurûşa olur bî-nihâye bir deryâ
Düşeydi lemha-i enzârı zerre-i nâçîz
Ederdi gark-ı ziyâ dehr-i âfitâb-âsâ
Ataydı destini şemşîre kahr için bir dem
Serâ olurdu mekân-ı sipihr-i turfa-edâ
Nebî-yi zî-azâmetdir ki hâk-i ravzasının
Gubârı arş-ı azîm üzre etmiş istilâ
Hatîb-i minber-i kudsî ki cami'inde eder
Kemâl-i tuhfe-i ta'zîmi kudsiyân icrâ
Safa-yı aşkı semâ-hânesinde müstağrak
Döner sufûf-ı melâik misâl-i Mevlânâ
Ne şâh-ı taht-ı risâlet ki dergehinde onun
Olur halâ'ik-i lâhût cümle nâsiye-sâ
Nikâb-ı hüsnünü tehzîz edince rûyinden
Düşürdü dağlara Cibril'i vâlih u şeydâ
Nikâbsız eğer etseydi arz-ı nûr-ı cemâl
Yanardı âlem-i imkân o demde ser-tâ-pâ
Zihî şeref ki olur gayr-ez-rübûbiyyet
Senâ-yi zât-ı cemîlinde her ne dense revâ
Nebî-yi muhterem ey şefî'-i her dü-serâ
Eyâ hulâsa-i mevcûd melce-i fukarâ
Sen öyle ecmel-i mahbûbusun ki Mevlâ'nn
Zuhûr-ı nûrun olur kâinata cilve-nümâ
Habîb-i ferd-i Hudâvend ferd iken yine
sen
Değildi âlem-i kesretde bir eser peydâ
Vücûdun oldu senin nakş-ı evvel-i hâtem
Eğerçi hâtemi sensin nebîlerin ammâ
Sen öyle ekmelisin anların ki fer-â-ferd
Kemâl-i şevk ile etmişler incizâb sana
Sen âfitâb-ı kerem ma'den-i mürüvvetsin
Şefî'-i rûz-i cezâsın şefî'-i rûz-ı cezâ
Benim o rütbe garîk-i güneh ki oldu
benim
Sevâb olur diye etdiklerim de başka hatâ
Geçince hâtıradan seyyi'ât-ı a'mâlim
Yakar yıkar beni te'sîr-i âteş-i ferdâ
Gönül garîbini her an dûçâr-ı hayret
eder
Şu kâr-zâr-ı musîbetle çektiğim bu cefâ
Şununla dil mütesellî olur ki hâlinden
Vesîle-i şeref-i kurb olur nüzûl-i belâ
Huzûr-ı pâkine ma'lûm iken melâl-i derûn
Ne hâcet eyleyeyim hâl-i zârı ben inhâ
Be-nûr-ı meş'ale-i Lâ İlâhe İllallâh
Be-hakk-ı tal'at-i Mevlâ be-manzûr-ı Sînâ
Be-sıdk-i lehççe-i Kur'ân be-feyz-i ümm-i
kitâb
Be-sırr-ı âyet-i İsrâ be-sûre-i Tâ-Hâ
Be-çâr-yâr-i mükerrem be-hürmet-i Hasaneyn
Be-hakk-ı beyt-i mu'azzam be-hânedân-i safa
Bu abd-i kemteri dûr etme iltifâtından
Eyâ defîne-i ihsân-feşân-ı Lâ-yefnâ
Muhît-i lücce-i isyanda kaldı zevrak-ı dil
Nesîm lutfile olsun kenâra bend-i rehâ
Hudâ bilir ki gönül teşnedir cemâlin için
Zülâl-i tal'at-i pâkinle eyle sen irvâ
Fedâ-yı cân ne demekmiş değil bu cân-ı
kemîn
Kemâl-i şevk ile cân-ı nihân yolunda fedâ
Terahhum eyle aman ey melâz-ı kevn ü mekân
Kapından eyleme İhsân-ı bî-nevâyı cüdâ
Revân-ı pâkine olsun tebâr u âline hem
Salât-i bî-'ad ü pâyân selâm-ı lâ-yuhsâ
Hammâmizâde İhsan (ö.1948)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Başımdan aştı emvâc-ı felâket yâ Resûlallâh
Görünmez sâhil-i emn u selâme yâ Resûlallâh
Hücûm-ı gamla her dem zâr u giryânım inâyet
kıl
Kulun etmek diler arz-ı şikâyet yâ
Resûlallâh
Musîbet bir değil bin bir değil nâ-kâbil-i
ta'dâd
Umûmunden beter lâkin mahabbet yâ
Resûlallâh
Delinmişdir gönül tîr-i cefâdan süzgeç
olmuşdur
Ziyandır içdiğim zehr-âb-ı firkat yâ
Resûlallâh
Görüp yâr-ı cefâ-kârın elinden çekdiğim
derdi
Gelir îmâna Abdullah Cevdet yâ Resûlallâh
Lüzûm-ı ma'rifetden bahs edenler bence
gâfildir
Uyansun uykudan erbâb-ı gaflet yâ Resûlallâh
Muvaffak olmanın dünyâda yokdur başka bir
sırrı
Kıyâfet bir de fevka'l-âde cür'et yâ
Resûlallâh
390 Halil Nihad Boztepe, Âyine-i Devrân, Orhaniye Matbaası,
1923-4, s. 5-7.
Ser-i milletde püskül en büyük hasm-ı
terakkîdir
bugün meydâna çıkmışdır hakîkat yâ Resûlallâh
Şecâ'at göterüp meclisde Yahyâ Gâlip ilk
önce
Başından eylemiş df-i muibet yâ
Resûlallâh
Bütün a'zâ-yı mecli pey-rev olsunlar o
meb'ûsa
Ki yokdur başka bir tedbîre hâcet yâ
Resûlallâh
Tramvay perdesinden âkıbet olduk halâs
amma
Açılmaz perde-i çeşm-i basîret yâ
Resûlallâh
Bugün i'mâl ü isti'mâl-i işret
men'olunmuşdur
Fakat Terkos suyundan boldur işret yâ
Resûlallâh
Eğer uğrarsa ta'dîlâta matbû'ât kânunu
Muharrirler eder her gün seyâhat yâ
Resûlallâh
Dem-â-dem korkarım ben hasm-ı Cumhuriyyet
olmakdan
Şu Fâlih durmayup saçdıkça hikmet yâ Resûlallâh
Dokuz yaşında sıbyân evlenir hâlâ bekârım ben
Nasıl fetvâ verir bilmem şerî'at yâ Resûlallâh
Hevâ bahsinde bir gün kıl kadar şaşmaz
rasadhâne
Görüp insan eder izhâr-i hayret yâ
Resûlallâh
Geçirmez köprüden almaksızın resm-i
mürûriyye
Düşünmez başka şey asla emânet yâ
Resûlallâh
Usanmam sîne-i devrâna ben her gün ok
atmakdan
Hedefden şaşmasun etdir isâbet yâ
Resûlallâh
Neler olmuş neler gûş eyleyen efsâne
zanneyler
Benim nâmemde yok tasvîre kudret yâ
Resûlallâh
Ne olmuşdur diyen bir göz açup etrâfa
bakmaz mı
Kazalar köyler olmuşdur vilâyet yâ
Resûlallâh
Ne gafletdir ki hezliyyâta sapmışdır kalem
ehli
Benim uhdemdedir hatta riyâset yâ
Resûlallâh
Diyormuş sâhir-i tâcir perî-i şi'ri
gördükde
Ticâret yâ Resûlallâh, ticâret yâ
Resûlallâh
Zamanlardır yorulmak bilmeyüp va'z eylerim
amma
Ben ol câmi'deyim kim bî-cemâat yâ
Resûlallâh
Gelüp hengâm-ı rıhlet göçdüler dünyâ-yı
fanîden
Haber ver nerdedir Enver'le Tal'at yâ
Resûlallâh
Ne esrâr arz ederdim dergeh-i hâcâta ben
şimdi
Kozan meb'ûsu vermiş olsa fırsat yâ
Resûlallâh
Nihâd'ın bir zaman tahsîl-i ilm ü
ma'rifet etdi
Nasıl olmuşsa etmiş bir cehâlet yâ
Resûlallâh
Diler abd-i günehkârın şefâ'at rûz-i
mahşerde
Değil matlûbu hatta Baş-vekâlet yâ
Resûlallâh
Halil Nihat Boztepe (Ö.1949)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Firkatin nâriyle yandım yâ Resûlallâh meded
Kalmadı sabra tehammül bî-karar oldum meded
Âşıka derman da can da daima aşkın yeter
Dil de göz de Resûlallâh hayalindir meded
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ
’îlün mefâ ’îlün
Senin zâtın kamu medha ehakktır yâ
Resûlallâh
Ne denli medh olunsa mâ-sadaktır yâ
Resûlallâh
Sirâc-ı nûr-ı hüsnünden eden âfâk-ı
pür-envâr
Bu kurs-ı şems ona zerrîn tabaktır yâ
Resûlallâh
Dü-âlem ehline feryâd-res zât-ı
şerifindir
Cemî-i kâ’inâta fazl-ı Hak’tır yâ
Resûlallâh
Şefâatten cüdâ etme bu Ahmed bendeni
lutf et
Ki lutfun ehl-i cürme müttefaktır yâ
Resûlallâh
Şeyh Ahmed Haznevî (Sûfî) (Ö.1950)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Cebînin matla'-ı nûr-i Hudâ'dır yâ
Resûlallâh
Fem'in ser-çeşme-i âb-ı bekâdır yâ
Resûlallâh
Teyeccüh-gâh-ı kurb-i Kâbe kavseyne
hakîkatte
Hilâl ebrûların kıble-nümâdır yâ Resûlallâh
Lisânın tercemân-ı razı vahyullâh-ı Mâ
evhâ
Lebin gûyende-i İnnî enâdır yâ
Resûlallâh
O şems-i sermediyyet lem'adır zâtın ki
zerrâtın
Re'vân-ı enbiyâ vü evliyadır yâ Resûlallâh
Senin ruhsâr-ı gendüm-gûnunun şevkî ile
Âdem
Ferâmûşende-i Lâ takrebâdır yâ
Resûlallâh
Ser-i kûyın kıyas etmiş de girmiştir ona
İdris
Ki câvidan-ı cennât-ı ûlâdır yâ Resûlallâh
Firâkından idi bî-şüphe eşk-i Nûh-ı
nevvâhın
Ki mevc-â-mevc-i tûfân-ı beladır yâ
Resûlallâh
393
Ahmet Özer, Türk
Edebiyatında Naatler, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2008, s. 423-425.
Meğer gül rûyini yâd etmiş İbrahim o halette
Anınçün nâr gülzâr-ı sefâdır yâ Resûlallâh
Zuhûrun gûş edip nesl-i şerifinden Zebîhullâh
Berây-ı müjdegâne cân fedâdır yâ Resûlallâh
Anardı pîr-i Ken'an zikr-i Yûsuf'la seni yoksa
Sana Yûsuf da abd-i müşterâdır yâ Resûlallâh
Şeref-yâb-ı hitâb-ı hâs olmuşken Kelâmullah
Sana ümmet olup hâcet-revâdır yâ Resûlallâh
Urûc ettiyse çerh-i çârüme İsâ'yı resûlallâh
Kudümün neşre bir peyk-i semâdır yâ Resûlallâh
Senindir fi'l-hakika hân-ı ihsân-ı nübüvvet kim
Tufeylin anda cümle enbiyâdır yâ Resûlallâh
Zuhûr-ı sırr-ı hestîden merâyâ-yı teayyûnde
Vücûd-ı akdesin aksü'l-münâdır yâ Resûlallâh
Uluvv-i şanının ancak bu rütbe fehmi kabil kim
Kemâl-i zâtının bâ'd ez-Hudâ'dır yâ Resûlallâh
Cihâna mahz-ı rahmetsin ki kalbi müşfikin
billah
Yem-i lutf u keremkân-ı atâdır yâ
Resûlallâh
Yine sendedir ümmîdim egerçi defter-i a'mâl
Bütün müsvedde-i hatt-ı hatâdır yâ Resûlallâh
Tesâhup kıliki âlemde Tâhir bendeni
lillâh
Sezâ-yı âtıfettir bînevâdır yâ Resûlallâh
Ola ez'âf-ı esnâf-ı tehiyyât u selâmullâh
Revân-ı pâkine her lâhza sâdır yâ
Resûlallâh
Tahirü'l-Mevlevî (Ö.1951)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ
’îlün mefâ ’îlün
Günahkâr bir elem-keş rû-siyâhım yâ
Resûlallâh
Şefâat kânısın yok iştibâhım yâ
Resûlallâh
Hayâl-i hasretinle olmuşum mebhût u
ser-gerdân
Salât-ı penc-gâhta kıble-gâhım yâ
Resûlallâh
Ben ol nâlende bir dil-sûhteyim envâr-ı
aşkınla
Yakar bu âlemi sûzişli âhım yâ
Resûlallâh
Bütün âlâm-i gûn-â-gûn vücûdum etmiş
istilâ
Cihanda sensin ancak çâre-hâhım yâ
Resûlallâh
Bu Tâhir mücrim ü âsî hemîşe zâr
u giryândır
Hesapsızdır deyi cürm ü günâhım yâ
Resûlallâh
Tâhir Nâdi (Ö.1952)
NA‘T[395]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Benimdir isyân ü kabâhat yâ Resûlallâh
Senindir lutf u ihsân ü inâyet yâ
Resûlallâh
Benimdir nefs-i pür-hâne-i itâat yâ
Resûlallâh
Senindir afv ü in’âm ü kerâmet yâ
Resûlallâh
Eyyûbî Ali Rıza Efendi (Ö.1953)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Ey vücûdu kâinâta bahşeden zevk u safâ
Yâni kim mebnâ-yı âlem sensin ey kân-ı vefâ
Rahmeten li'l-Âlemîn sensin sana olsun salât
Ez-ezel âbâd-ı dünyâ tâ ilâ yevmi’l-cezâ
Âb-ı lâlinden alır ezhâr u esmâr lezzeti
Bûy verir anber güle reyhâna zülfünden sabâ
Reng-i ruhsârın bezetmiş âlemi misl-i arûs
Kays’ı Mecnûn eylemiş Leylâ’yı etmiş dil rübâ
Bir beşersin kim beşer âciz seni idrâkde
Çünkü sensin mazhar-ı mazmûn-ı remz-i kul kefâ
Yevme tüblâ da halâik cem’ine sensin şefî
Melce-i âsî ve mücrim sensin ey Sâhib-Livâ
Nâmını zikr ile Âdem oldu makbûl-illâh
Lutfunun muhtâcıdır hep enbiyâ ve evliyâ
Kâm alır dergâhına yüz döndüren bîçâreler
Ben kara yüz de nola dergâhına olsam revâ
Âsîdir çoktur günâhı bu Kemâlî hastanın
Afv kıl cürmüm elim tut yâ Hâbîb-i Kibriyâ
Osman Kemâlî (Ö.1954)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Âfitâb-ı kubbe-i kübrâ Muhammed Mustafa
Mâh-tâb-ı leyle-i esrâ Muhammed Mustafâ
Mevcûd-ı melâ-i a’lâ şem’inin pervânesi
İlm ü irfân mahzeni deryâ Muhammed Mustafâ
Enbiyâlar serveri âhir zaman peygamberi
Gülbün-i Gülşen-i Ev ednâ Muhammed Mustafâ
Hil’at-i Levlâki zât-ı pâkine verdi Hudâ
Metn-i neşr-i şârih-i Tâ-Hâ Muhammed Mustafâ
Ve ’d-duhâ vassâf olup ilm-i ezel vassâfına
Münzilâtta memdûh-ı Mevlâ Muhammed Mustafâ
Gözlenir rûz-ı cezâ bâb-ı şefâat fethine
Enbiyâya dergeh-i vâlâ Muhammed Mustafâ
Lîma‘allâh ravzasında şem’a-i nûr-ı
Hüdâ
Ol sebeble kevser-i ma’nâ Muhammed Mustafâ
Çâr-yâr-i bâ-safâ can verdi İslâm yoluna
Âb-ı hidâyet ile ihyâ Muhammed Mustafâ
Kıble-gâh-ı enbiyâdır mihrâb-ı ebrûları
Neyyir-i a’zam-ı isti’lâ Muhammed Mustafâ
Kudsiyânın ilticâ-gâhı ezelden tâ ebed
Melce-i bay u gedâ me’vâ Muhammed Mustafâ
Arş u ferş levh u kalem bir defteridir
vasfının
Câlis-i kürsî-i istignâ Muhammed Mustafâ
Hurşîd-i kubbe-i vahdet nûr-ı Hak
hayrü’l-verâ
Her dü-âlem rahmet-i Mevlâ Muhammed Mustafâ
Kuhl-i Mâ zâga ’l-basar zîver-i
nûr-ı dîdesi
Hâk-i pâyi lü’lü-i lâlâ Muhammed Mustafâ
Cûd-ı vücûdu sebeb bu mevcûdât vücûduna
Hayât-ı dünyâ ve mâfîhâ Muhammed Mustafâ
Enbiyâlar evliyâlar muntazır fermânına
Lutfîyâ ezel kerem-fermâ Muhammed Mustafâ
Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi (Ö.1956)
NA‘T[398]
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Ey rûh-i müşahhas ki bütün cânlara cânsın
Ağyâre nihânsın dil-i yârâna iyânsın
Bûyundur eden güllere irâs-ı revâyih
Rûyinle de mihr ü mehe envâr-feşânsın
Her zerre senin lem’a-i vechinle parıldar
Zâhirde fakat mihr-i hafiyyü’l-leme’ânsın
Hüsn-i ezelî âşık-ı hüsn-i ezelindir
Bir öyle cemîlsin ki cemallerde nihânsın
Aşkındır eden sûret-i hestîyi nümâyân
Aşkınla ki âyîne-i imkân ü mekânsın
Dünyâda yere düşmedi gölgen fakat ey nûr
Ukbâda rü’ûs-ı beşere sâye-resânsın
Ey nuhbe-i mahlûk-i ahad gelmedi mislin
Vallâhi ve billâhi ahîd-i dü-cihânsın
Ümmîd-i kerem etmededir sâlih ü tâlih
Sen kân-ı kerem melce-i âfetzede-gânsın
Atf-ı nazar et hâline bîçâre Kemâl’in
Bî-çârelere lûtf ile dâim nigerânsın
İbnü’l Emin Mahmud Kemâl İnal (Ö.1957)
Muzâri': Mefûlü fâ'ilâtün mefûlü
fâ'ilâtün
Ey mihr-i lâ-yezalin mehtâb-ı müstenîri
Envar-ı kibriyâya sensin yegâne mazhar
Zâtınla zât-ı akdes olmuşdu zarf u mazrûf
Dillerde ism-i pâkin Allâh ile berâber
Sensin nebi-i ümmî ârif kemal-i Hakkı
Ârif kemâl-i zatın yalnız Hûda-yı enver
Mir'at-ı Hak-nümâsın tevhîd ile mücellâ
Kim anda hüsn-i mutlak nûrunla cilve eyler
Uşşâk-ı zârı varken bî-had o Kibriyâ'nın
Ma'şûk-ı münferidsin Mevla'ya ey
Peygamber
Asr-ı saâdetinde gelmek nasîb olaydı
Görmüş olurdu billâh Allah'ı görmeyenler
Hakk'ın yanında mehtab sönmüş çerâğa
benzer
Leylâ misâl-i hubân pâyinde zıll-i
kemter
Ey yâr kâinata şâmil fuyûz-i sevdâ
Aşkınla müncelîdir bizzât ilâh-ı ekber
Bin yıl çalışsa âbid, ma'bûduna erişmez
Vuslat-sarâ-yı Hakk'a aşkın yegâne
rehber
Encüm ile mâh gökte bir levha-i muallâ
Kim haccetü'l-vedâı ihtar ederdi manzar
Nam-ı bülendin ey yâr menkûş-ı arş-ı
izzet
Âyât-ı zü'l-celâlin çepçevre hâle-güster
Münkirlerin yüzünde nâr-ı cahîm alev-rîz
Vechinde mü'minînin tâbende nûr-i akmer
Vahdet-gehimde her şeb sensin enîs-i
rûhum
Tenhâ seninle kalmak bir zevk-i
vuslat-âver
Mi'râcım oldu cânân rü'yâde iltifâtın
Lûtfet cemâl-i pâkin bî-dâr iken de
göster
Olsam gubâr-i pâyın Mevlâ'ya yol bulurdum
Derdim Habîbinin ben pâ-mâliyim ser-â-ser
Ma'şûk-ı bî-rakîbin müştâkıyım ki ben de
Pây-i saâdetinden vardır mübârek izler
Ben hâk-sâr-ı aşkı dûr etme devletinden
Senden budur ilâhî maksûd-I abd-i ahkar
Boynum bükük yüzümde ağlardı seyyiâtım
Takbîl ederdi pâyın gözler yaşım mükerrer
Mahbûb-ı müctebâsın sultân-ı enbiyâsın
Uşşâka reh-nümâsın sen ey şefî-i mahşer
Sîret ne söyleyeyim meddâhı
Kibriyâ'dır
Tavsîfe muktedir mi mehtâb-ı girm-i ahter
Hüseyin Sîret Özsever (ö.1959)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Gönül hûn oldu şevkinden, boyandım yâ Resûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
Ezel bezminde dinmez bir figândım yâ Resûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen reh-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Gül açmaz, çağlayan akmaz İlâhî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar ezel mestûrun olmazsa
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Erir canlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
Güneş titrer, yanar dîdârının, bak ihtirâsından
Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem
elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Ne devletdir yumup aşkınla göz, râhında can
vermek!
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında can
vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Boyun büktüm, perîşânım, bu derdin sende
tedbîri
Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde
tezkîri
Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle
Kıtmîr’i
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Yaman Dede (Abdülkadir Keçeoğlu) (ö.1962)
ÂŞIKIM GÜL YÜZÜNÜ GÖRMEĞE[401]
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Ey benim şem'i- dilim rûh-i revânım Mustafâ
Gelmişem kapına lutfeyle sultânım Mustafâ
Âşıkım gül yüzünü görmeğe yoktur çaresi
Ref'et hicabı göre çeşm-i giryânım Mustafâ
Îd-i vuslatta ne hacet gayriye kurban içün
Kâbe'ye kurban gerekse işte cânım Mustafâ
Kime vardım ise bu derdime derman etmedi
Senden aldım bu derdi kani dermânım Mustafâ
Gelmişem bîkes garîbem bab-ı lûtfuna meded
Tehî gönderme arşa çıkar figânım Mustafâ
Muharrem Sırrî kulun ravzâna yüz sürmek içün
Kıl şefâat ki gele şems-i tebânım Mustafâ
Hacı Muharrem Hilmi Efendi (Sırrî) (ö.1964)
Hezec: Mef’ûlu mefâîlü mefâîlü feûlün
Sevdim seni hep
canlara cânân diye sevdim
Bir ben değil,
âlem sana kurbân diye sevdim
Ecrâm u felek
levh u kalem mest-i nigâhın
Dîdârına âşık
ulu Yezdân diye sevdim
Mahşerde
nebîler bile senden medet ister
Gül yüzlü melekler sana hayrân diye sevdim
Aşkınla
buhurdân gibi tütmede bu kalbim
Sensiz bana
cennet bile hicrân diye sevdim
Tâ arşa çıkar
her gece âşıkların âhı
Âsilere lütfun
yüce fermân diye sevdim
Doğ kalbime bir
lâhzacık ey nûr-ı dilârâ
Sevdânı gönül
derdine dermân diye sevdim
Bülbül de senin
bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün
âteş-i sûzân diye sevdim
Hûriler
ezelden beri şeydâ-yı cemâlin
Yanmıştı
sana Yûsuf-ı Ken’ân diye sevdim
Evlâd u
‘ıyâlden geçerek Ravza’na geldim
Evsâfını
medhetmede Kur’ân diye sevdim
Kıtmîr’inim
ey Şâh-ı Resûl kovma kapından
Âlemlere
rahmet dedi Rahmân diye sevdim
Şeydâ kuluna
eyle nazar merhametinle
Bir lâhza
nazar en büyük ihsân diye sevdim
Hasan Basri
Çantay (Ö.1964)
Remel:
Fe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilün
Yâ Muhammed! O Senin aşkına kurban olayım
Ayağın tozuna ben, hâk ile yeksân olayım
Göreyim gül yüzünü, seyrine ver de tâkat
Bakayım hüsnüne ben, öylece hayrân olayım
Seni sevmek bile haddim değil, amma severim
Sen de sev bendeni, nâil-i ihsân olayım
Bilirim ben beni bakacak yüz yoktur bende
Ne olur merhamet et lutfuna şayân olayım
Fâhirâ aşkına ben iki cihan
serverinin
Vereyim başımı da, boynu kızıl kân olayım
Fahreddin Efendi (Ö.1966)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Seninle hâit-i kasr-ı risâlet yâ Resûlallâh
Kemâl buldu, tamâm oldu nübüvvet yâ Resûlallâh
Dedin “Küntü nebiyyen” hem de “beyne’l-mâi ve’t-tîn”
Nübüvvette sana hâstır asâlet yâ Resûlallâh
O şeb Beytü’l-Harem’den başlayan mi’râc ile’l-âhir
Sığar mı vasfa hiç ol feyz-i izzet yâ Resûlallâh
Seni mir’ât edindi zâtına Allâh Azîmü’ş-Şân
Gören senden görünen Hazretü’z-Zât yâ Resûlallâh
Sana ümmet kılıp burada bizi ukbâda cem’
etmek,
Livâü’l-Hamd’in altında ne devlet yâ Resûlallâh
Kapında el açan bizler değil sâde cihân bekler
Şefâat, merhamet, re’fet, mürüvvet yâ Resûlallâh
Bu Şemsî bendeni dûr etme senden ey
İmâme’d-Dîn!
“Ev ednâ”sın sana hâstır imâmet yâ
Resûlallâh
Hüseyin Şemsi Ergüneş (Ö.1968)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Bize lutf-ı Mecîd oldu bu mevlûd-i Muhammed'dir
Yine uşşâka iyd oldu bu mevlûd-i Muhammed'dir
Feriştehler bi-izn-i Rab nüzul eyler yere bu şeb
Sunarlar câm-ı vahdet hep bu mevlûd-i Muhammed'dir
Küşad olur dürr-i rahmet nisar olur dürr-i vahdet
Ayan olur nice hikmet bu mevlûd-i Muhammed'dir
Yine şehr-i rebi' geldi yine kadr-i refi' geldi
Bize Hakk'dan şefi' geldi bu mevlûd-i Muhammed'dir
Çü doğdu nûr-i ersalnâ pür oldu nur ile dünya
Güm oldu Lat ile Uzza bu mevlûd-i Muhammed'dir
Yıkıldı köşkü Kisra'nın ocağı söndü Gebrâ'nın
Beli büküldü şeytanın bu mevlûd-i Muhammed'dir
Sınıp putları tersânın çekildi suyu İran'ın
Nizâmı geldi dünyanın bu mevlûd-i Muhammed'dir
Selâmı kabr-i hâkine riyaz-i 'ıtır-nâkine
Salât et rûh-i pâkine bu mevlûd-i
Muhammed'dir
İsmail Hakkı Toprak (İhramcızâde) (Ö.1969)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Vücûdun senin timsâl-i hikmet yâ Resûlallâh
Kudümün kâinata verdi nüzhet yâ Resûlallâh
Mukaddessin bütün esrâra vâkıfsın ki zâhirdir
Senin her bir sözünden bin hakîkat yâ Resûlallâh
Cihâna verdiğin feyzi düşündükçe sıkılmaz mı
Seni inkâr eden ehl-i cehâlet yâ Resûlallâh
Senin nûr-i zuhûrunla ne ulvî mazhariyet ki
Ufuklardan açıldı gitti zulmet yâ Resûlallâh
Tecellî-yâb olunca tal’atın evc-i risâletten
Münevver etti ekvânı hidâyet yâ Resûlallâh
Meşâm-ı âşıkânı her seher etmektedir ta’tîr
Nesîm ettikçe dergâhını ziyâret yâ Resûlallâh
Zülâl-i vuslatınla âlemi ihyâ ederken sen
Dil-i pür-vecdimi yaksın mı firkat yâ Resûlallâh
Muattar ravzanı pür-feyzine ben
iştiyâkımdan
Enîn etmekteyim artık inâyet yâ Resûlallâh
Günahkârım peşîmân bir kulum gâyet
perîşânım
Niyâz etmekteyim senden şefâat yâ
Resûlallâh
Ömer Nasuhi Bilmen (ö.1971)
Muzâri': Mefûlü fâ'ilâtü mefâ'îlü fâ'ilün
Güçtür hatırlamak sana râm olduğum demi,
Ey her bakışta bir daha ilhâmı râm eden!
Bir yerde, bezm-i cânda mı, dîvân-ı Cem’de mi,
Bir yerde görmüşüm seni dünyâmı görmeden.
Târihi sende başladı âlemde ömrümün.
Kaydetti her geçen güne aşkın bir irtifa;
Her derde panzehir gelen ulvî tebessümün
Bir bir çiçekle kaynamış efsunlu bir şifâ.
Gönlüm ayak sesinde, gözüm merdivendedir
Bir kavmi yok resûle tecelli zamânısın;
En lâyemût eserlerin ilhâmı sendedir,
En muhteşem kasîdelerin kahramânısın!
Ferman sürer seninle bu âlemde hüsn ü ân,
Sensiz kalan gönül, kalan ömrünce yas taşır;
Destan değil, hikâye değil, senden ayrılan,
Ömrün bütün bedîalarından
uzaklaşır! (y.1949)
Faruk Nafiz Çamlıbel (ö.1973)
DER NA‘T-I SULTÂNÜ’L-ENBİYÂ[408]
Remel:
Fe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilün
Ebediyyen sevecek cân onu cânân olarak
Şart-ı peymân olarak, hüccet-i îmân olarak
Tanırım ben yalınız Hazret-i
Fahrü'r-Rusül'ü
Gönül iklîmine şâhenşeh-i zişân olarak
Yeter âyetleri Mevlâ'nın eğer lâzım ise
Rifat-i şânını i'lâmına burhân olarak
Öyle bir menbâ-ı ihsân ü keremdir ki ona
Katre hâlinde giden dönmede ummân olarak
Cah lâzımsa eğer âşık-ı hasretkeşine[409]
Elverir kulluğu her veçhile unvân olarak
Yüz süren südde-i dergâhına, bir zerre
iken
Feyz alıp dönmede hurşîd-i dırahşân
olarak
Koklayan bastığı meymûn ü mübârek hâki
Nefhasından yitirir kendini sekrân
olarak
Kalır Allah, onu hoşnûd kılandan hoşnûd
Afvı kâfidir onun müjde-i gufrân olarak
Yâr-ı gar eyledi Sıddîk'ı seçip hicrette
Nesl-i Hâşim var iken mazhar-i rüchân
olarak
Saldı ün her yana Faruk, ona îmân getirip
Farık-ı hikmet-i mektûme-i Furkân olarak
"Feseyekfîke hümullah" ile Zü’n
Nûreyn'i
Kıldı ma'rüf-i cihan, cami’-i Kur'ân olarak
Buldu şân, yattı firaşında Aliyyü'l-Kerrâr
Şeh-i merdân olarak, Hayder-i meydân olarak
Hatemiyyetle edip kadrini i'lân ebeden
Onu gösterdi Hüda âleme sultân olarak
"Ahmediyyet"le giren çille-i
"mîm"i mecde
"Ehadiyyet"te erer izzete pinhân
olarak
Gösterir Hakk'ı gören gözlere âyine gibi
Rûh-i nevvarı tecellîgeh-i Sübhân olarak
Zâr ü giryân uyuyup, rûyunu rûyâda gören
Uyanır neşve-i dîdar ile handân olarak
Şeb-i mi'râcda sîmâsını seyretti diye
Kapanır yerlere gök secde-i şükrân
olarak
Can atar her gece Rûhü'l-Kudüs, ihrâma
girip
Harem-i muhterem-i kûyuna mihmân olarak
Bir gören bir daha görsem diye, Allah
Allah
Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak
Âteş-i aşkına bin kerre yanıp İbrahîm
Görse eylerdi fedâ kendini kurbân olarak
Tatmayan Kevser-i in'âmını İblîs gibi
Yanacak hasret ü hırman ile atşân olarak
İltifatından uzak düşmesi eyvâh eyvâh
İki dünyâda yeter gafile hüsrân olarak
O’nun anlattığı tevhîd-i hakîki bir gün
Saracak âlemi bir seyl-i hurûşân olarak
Onun öğrettiği irfan inanın kâfidir
Beşerin derd-i derûnîsine dermân olarak
Bize dünyâda emânet bırakıp gittiği dîn
Duracak haşre kadar koskoca bünyân olarak
"Ya Muhammed! Bana kıl merhamet"
avâzı gelir
Her seher sîne-i pür-sûzdan efgân olarak
Bulurum belki deyip yollara düşsem gözüme
Görünür hâr-ı mugaylan bile reyhân olarak
Âdem evlâdının ondan daha mümtâzı Kemâl
Dehre bî-şüphe ayak basmamış insân olarak
Kemal Edip Kürkçüoğlu (ö.1977)
NA‘T[410]
Hezec: Mefâ ’îlün
mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
İçimde sönmeyen aşkınla mestim yâ Resûlallâh
Nazar etmem cihâna meyli kestim yâ Resûlallâh
Perîşan Ekrem’in hâli medet kıl zâhir ü bâtın
Bırakma her iki âlemde destim yâ Resûlallâh
Ekrem Karadeniz (Ö.1981)
KASÎDE DER-NA‘T-İ HAZRET-İ NEBEVÎ[411]
Muzârî: Mefûlü fâ'ilâtü mefâ'ilü fâ'ilün
Nûrun ki etti âlemi rahşân Efendimiz
Yoktur cihanda zulmete imkân Efendimiz
Bî-şek yegâne râh-ı hakîkat şerîatin
Ettik hulûs-i kalb ile îmân Efendimiz
İslâm’dır tefâhürümüz hem gurûrumuz
Âlemde var böyle şeref şân Efendimiz
Kisrâ’nın oldu tâkı zuhûrunla hâksâr
Sönmüştü ol dem âteş-i Îrân Efendimiz
Kemter kulundu hepsi o gün bağlamıştı kemer
Fağfûr u şâh u kayser ü hâkân Efendimiz
Çehren tulû edince Arab’dan kemâl ile
Söndü cemâl-i Yûsuf-ı Ken’ân Efendimiz
Ma‘zûr tut bu âcizi kim cür’et eyledi
Zerreyken oldu şemse senâ-hân Efendimiz
Mümkün mü “Ve ’d-duhâ” var iken medhin eylemek
Çün söylemiş “Le-amrüke” Rahmân
Efendimiz
Bildim dü-âlemin sebebi zât-ı pâkini
“Levlâke” oldu kadrine mîzân
Efendimiz
Dürr-i yetîmsin ki sana Mustafâ denir
Ey on sekiz bin âleme sultan Efendimiz
Doldurdu bunca âlemi rahmet senin için
Sensin çü pîşvâ-yı resûlân Efendimiz
Hulkun senâsın etmeğe bulmaz mecâl dil
Çünkim “azîm”dir dedi Yezdân Efendimiz
Ta’lim eden Hüdâ idi ümmî isen ne var
Oldun ukûle menba-ı irfân Efendimiz
Etmişti ol haberle şehadet şecer şütür
Taşlardı da’vetinle hurûşân Efendimiz
Bir tek işâretin bize rahmet için yeter
Ey bahr-i feyzi katresi ummân Efendimiz
Saklardı cism-i pâkini hep âfitâbdan
Sensin Cenâb-ı Hakk’a çü cânân Efendimiz
Gamzen o dem ki erdi kamer pâre pâredir
Tutmuş onun da gönlünü hicrân Efendimiz
Âb-ı zülâl akıttın elinden gazâ günü
İ’câzın etti Hızır’ı da hayrân Efendimiz
Mi’râcının demek şeb-i “esrâ”da pâyesin
Olmuş değil zebân için âsân Efendimiz
Nâz uykusundan aldı götürmek için seni
Cibrîl bu da’vet ile bulup cân Efendimiz
Kalbin gözüyle gördün o Hâllâk-ı A‘zam’ı
Sendin o şeb “'Ev Ednâ”ya şâyân
Efendimiz
Çün buldu nûr “Sûre-i Ve’n-Necm”den gönül
Olmaz mı hiç Kâbe’ye kurbân Efendimiz
Fahr etse şol kadar ne aceb kim bu
gökyüzü
Bulmuş mu hiç senin gibi mihmân
Efendimiz
Hayrü’l-Beşer’sin aldın o şeb afv
bizlere
Senden erişti ümmete gufrân Efendimiz
Bir bir beyâna var mı sebep mu’cizâtını
Yetmez mi ol makâmda Kur’ân Efendimiz
Vermez çehâr-yâr-ı güzînin misâlini
Beyhüdedir ki devr ede devrân Efendimiz
Onlardı dört esâsı şerât binâsının
Sıddîk ile Ali Ömer Osmân Efendimiz
Çıkmazdı gönülden aslâ Hasenler
muhabbeti
Taht urdı dilde şâh-ı şehidân Efendimiz
Her kim ki hâk-i âl-i abâdan şeref umar
Olsun cihanda şânı firâvân Efendimiz
Cûdun o bahrdir ki bulunmaz nihâyeti
Yoktur atân için dahi pâyân Efendimiz
Senden gelirdi lutf u inâyet sehâ senin
Sensin kerîm ü sâhib-i ihsân Efendimiz
Azdır ne söylesem seni medh eylemek için
Yazmak gerekti defter ü dîvân Efendimiz
Senden şefâat isteyi Fârûk geldi kim
Gözyaşlarında derdi nümâyân Efendimiz
Hiçbir zaman beni eşiğinden ayırma kim
Yalnız kapında var bana dermân Efendimiz
Billâh “elest”ten beri var iştiyâkımız
Diller bu âh u zâr ile giryân Efendimiz
Yâ Mustafâ bırakma bizi böyle bî-nevâ
Bitsin şefâatin ile hüsrân Efendimiz
Medh ü senâ sipâs u salât u selâm sana
Olsun hezâr kerre hezârân Efendimiz
(y.1948)
Faruk Kadri Timurtaş (Ö.1983)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Hak Teâlâ'nın nazargâhı Muhammed Mustafâ
On sekiz bin âlemin şâhı Muhammed
Mustafâ
Ol mübarek parmağıyla bir işaret eyleyip
İki böldü gökteki mâhı Muhammed Mustafâ
Âsumân-ı hefti geçti arşa bastı pâyini
Baş gözüyle gördü Allah'ı Muhammed
Mustafâ
Enbiyânın hâtemidir mürselînin hâtimi
Dahi gösterdi bu râhı Muhammed Mustafâ
Gelmeseydi kimse gelmezdi cihan iklîmine
Mâye-i halk oldu vallâhi Muhammed
Mustafâ
Tâ yigirmi üç sene teblîğ-i ahkâm eyledi
Ümmet etti nice gümrâhı Muhammed Mustafâ
Ey Recâî sen de âh et vechini
görmek için
Ümmet için eyledi âhı Muhammed Mustafâ
Mehmet Recâi (ö.1984)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlün mefûlü mefâ'îlün
Her demde sürülmez bu devrân-ı Resûlallâh
Her demde kurulmaz bu dîvân-ı Resûlallâh
Her dîdeye yüz açmaz her göz o yüze kaçmaz
Her merhaleden geçmez kervân-ı Resûlallâh
Bin yıllık ömür değmez bir lahzasını ânın
Her câna nasîb olmaz ihsân-ı Resûlallâh
Deryâ-yı maârifden dürr al dil-i ârifden
Pür-hikmet-i sârifden der kân-ı Resûlallâh
Erkân-ı Karîbullâh bürhân-ı Karîbullâh
Her şân-ı Karîbullâh hep şân-ı Resûlallâh
Kulluk gele şânına gevher dola kânına
Ere dil ü cânına dermân-ı Resûlallâh
Her emre itâatda her veçhile tâatda
Meydân-ı sadâkatda merdân-ı Resûlallâh
Hulûsî ne devletdir bin lutf u inâyetdir
Olmak ne saâdetdir kurbân-ı Resûlallâh
Osman Hulûsi Efendi (Ö.1990)
Remel:
Fe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilün
Yâ Muhammed! O büyük ismine hayrân olurum.
Yaktığın nûr ile gönlümde hurûşân olurum.
Yâ Muhammed! Ne büyüksün ki, senin nâmını
ben,
Ne zaman yâda getirsem hemen insân olurum.
Yâ Muhammed! Seni sevmek, ne saadet beşere,
Sana âşık olanın hâkine kurbân olurum.
Yâ Muhammed! O kadar çok ki, günahım, ancak
Seni sevmek ile ben nail-i gufrân olurum.
Mazhar olmazsam eğer ben, o senin lûtfuna
ah!
Âkıbet haşre kadar hüzn ile giryân olurum.
Gel de ey bâd-i sabâ! Al, beni uç Yesrib’e
dek
Ki bu sevda ile ben, müktesib-i cân olurum.
“Ümmetimdir” deyiversen şu Rızâ-yı âsî,
Yâ Muhammed! Ben o dem vâsıl-ı cânân olurum.
Ali Rıza Sağman (Ö.1996)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Nuûtun vird-i esmâ vü müsemmâ yâ
Resûlallâh!
Kudûmunla müzeyyen arş-ı a'lâ yâ
Resûlallâh!
Müşerref gözlerin ey nûr-ı a'zam
Rü'yetullâh'la
Bunun, gözlerde cârî feyzi yâ Resûlallâh!
Sen, ol subh-ı tecelligâh-ı nura nûr-i
vahdetsin
Ki, hiç hükmünde kaldı Tûr-i Sinâ yâ Resûlallâh!
Tamamlar ism-i Hâ’sın levha-i düstûr-i
tevhidi
Olunmuş ta ezelden böyle imlâ yâ
Resûlallâh!
Uluvv-i şânını ilân için ehl-i semâvata
Temevvüç eyledi âyât-ı İsrâ yâ Resûlallâh!
Makâm-ı nâs-ı Mahmûd bahş olunmuş zât-ı
vâlâna,
Hemen Sen'sin kelîm-i hâs-ı Mevlâ yâ Resûlallâh!
Vucûd-ı akdesin âlemlere rahmet kılınmıştır.
Gelir dâim nida Yâ-Sîn ü Tâ-Hâ yâ Resûlallâh!
Beşersin süphesiz, amma ki, mâyen, hilkatin başka
Över Hulk-i azîmin, Hakk Teâlâ yâ Resûlallâh!
Değil Asım kulun, Hassan da olsam, vasfa sığmazsın
Seni, kalben temâşâ oldu evlâ yâ Resûlallâh!
Mustafa Âsım Köksal (ö.1998)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Nevâl-i re'fetin rûha gıdadır yâ Resûlallâh
Kemâl-i şefkatin derde devâdır yâ
Resûlallâh
Seni Hakk Rahmeten li'l-Âlemîn
gönderdi bu güne
İnâyet mekremet senden atâdır yâ Resûlallâh
Zihî envâr-ı lâhûtiyye ki zât-ı hümâyûnun
Aceb âyine-i zât-ı Hüdâ'dır yâ Resûlallâh
Şefî'ü'l-Müznibîn sensin Efendim rûz-ı
mahşerde
Şefâat şânına ancak sezâdır yâ Resûlallâh
Gubâr-ı âsitânın ey şeh-i zîbende-i Levlâk
Uyûn-i iştiyâka sürmesâdır yâ Resûlallâh
Yolunda ihtiyâr-i zahmet-i râhî de bir şey
mi
Fedâ-yı nakd-i cân etsem revâdır yâ
Resûlallâh
Mübârek ravza-i pâkine arz-ı ihtiyâcâtım
Sana subh u mesâ cilve-nümâdır yâ Resûlallâh
416..
Ahmet Özer, Türk Edebiyatında
Naatler, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2008, s. 400.
Hemîşe feyz-i rûhâniyyetinden eyler istimdâd
Kulun Hamdî lapında bir gedâdır yâ Resûlallâh
Ahmet Hamdi Serbest (İskilipli) (ö.1999)
Hezec: Mefûlü Mefâ'îlü Mefâ'îlü Fe 'ûlün
Rûhum sana, varlık sana hayrândır
Efendim!..
Bir ben değil, âlem sana hayrândır
Efendim!..
Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i
nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân'dır Efendim!..
Mahşerde nebîler bile senden meded ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahmân'dır Efendim!..
Tâ Arş’a çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını, Kur'ân'dır Efendim!..
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı
zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim!..
Aşkınla buhûrdân gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim!..
Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nûr-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermândır Efendim!..
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rüsül, koğma kapından,
Âsîlere lûtfun, yüce fermândır Efendim!..
Ali Ulvi Kurucu (Ö.2002)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Gönül bezminde uşşâka devâsın yâ
Resûlallâh!
Mürüvvet kânı, hem ehl-i vefasın yâ
Resûlallâh!
Bu âlemler, senin sâyende bulmuştur bu
imkânı,
Habîbullâh, Muhammed Mustafâ'sın yâ Resûlallâh!
Hudâ rahmetle gönderdi Sen'i, herkesten
erhamsın.
Mükerremsin, Nebiyy-i Müctebâsın yâ
Resûlallâh!
Yüce Kur'ân'da ahlâkın, anılmış, medh
edilmiştir,
Hayat iksîrisin hem zî-sehâsın yâ
Resûlallâh!
Kebâir ehlinin hâmîsi Sen'sin rûz-ı
mahşerde.
Kerîmsin, mâden-i cûd u atâsın yâ Resûlallâh!
Kudûmunla şereflendi cihânlar, nûra gark
oldu.
Zuhûrunla bize, lutf u Hudâ'sın yâ
Resûlallâh!
Hatâ, isyân u gafletle alîliz biz şefâat
kıl,
Bi-iznillâh, kamû derde devâsın yâ Resûlallâh!
İlâhî nûra mâkestir Sen'in eşsiz güzel
çehren
Cihânın hüsnüne nûr u ziyâsın yâ
Resûlallâh!
Nebîler hâtemi, mürşid, mübelliğ, muhbir-i
sâdık
Beşîr u hem nezîrsin, gür sadâsın yâ Resûlallâh!
Cihanda Hakk'ı îlân eyliyor her dem ezân
besten.
Kesilmez, eskimez, dinmez nidâsın yâ
Resûlallâh!
Bütün ümmetlerin mahzûn, inâyet kıl,
elinden tut.
Devâsın dillere, rûha gıdâsın yâ
Resûlallâh!
Cemâl-i pâkinin müştâkıyız lutfet,
gedâyız biz,
Medâr-ı izzet-i şâh u gedâsın yâ
Resûlallâh!
Nuri Baş (Ö.2009)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Aman bilmez, zaman bilmez, o sâat yâ Resûlallâh!
Ne iş-güç hayrımız kâfi, ne tâat yâ
Resûlallâh...
Huzûrun sırrı gayrettir buyurdun; yan gelip
yattık,
Huzûr ister mi tembel, olsa râhat yâ Resûlallâh...
Bu cevher-gâha kitlendik, şükür yok, âh
anahtar yok,
Biraz aysak hazîneymiş kanâat yâ Resûlallâh...
Dünüm uçmuş, günüm geçmiş; yarın bomboş
elim, avcum,
Bu fırsattan nasıl ettik ferâgat yâ Resûlallâh?
İzin İslâm'a ibrettir, tezin Kur'ân'a
dâvettir,
Özün insâna en üstün liyâkat yâ Resûlallâh...
Bizim sensiz nasıl yetsin ki mahcûb âhımız
arşa?
Yarın Sen kurtarırsın ver berâat yâ
Resûlallâh!
Nihâî kuşkusuz kurbân olur yüz bulsa Mevlâ'dan,
Yüzüm yok, tek ümîdim var; şefâat yâ Resûlallâh...
Bekir Sıtkı Erdoğan (Ö.2014)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
mefâ ’îlün
Vücudun pertevi nûr-ı Huda’dır yâ
Resûlallâh
Cemâlin mihri rahşân-ı Hudâ’dır yâ
Resûlallâh
Füruğ-ı tal’atından iktibâs-ı nûr için her
dem
Derinde mihr ile meh cebhesâdır yâ
Resûlallâh
Zihî bedr-üd-dücâ kim şu’le-i mihr-i
cebininden
Dil-i zulmetserâ pertevrübâdır yâ
Resûlallâh
Vücud-i rahmet-i mahzın zuhura gelmeden
maksad
Usât-ı ümmete Hakk’tan atâdır yâ Resûlallâh
Niçe bîmar dilânı yek nefeste zinde
eylersin
Makalin âb-ı Hızr-ı canfezâdır yâ
Resûlallâh
Kalemcünbân-ı na’t olmak ne haddi abd-i
nâçizin
Senin meddâh-ı hâsın Kibriyâ’dır yâ
Resûlallâh
Hezâr-âsâ kalem şâh-ı benân-ı fikretim üzre
Nevâlar etse vasfınla becâdır yâ Resûlallâh
Günahkârım siyah rûyum eğer ki rûz-ı mahşerde
Şefi’ olmaz isen hâlim fenâdır yâ Resûlallâh
Meded ol destgîr ü çâresâzı Azmî-i zârın
Garıb ü hâksâr ü bı- nevâdır yâ Resûlallâh
Azmî (ö.19.yüzyıl)
Remel: Fâ'ilâtün
fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün
Rûh-ı pâk-i Mustafa'ya
etmişim cânım fedâ
Zikr et ismin her zaman
eyle ana medh ü senâ
Rûz ı mahşerde bu abd-i
kemteri etme cüdâ
Yâ Resûlallâh şefâat yâ
Habîballâh meded
Rûz u şeb âh eyleyip her
dem niyâz etmekteyiz
Hem selâtı hem selâmı
armağan etmekteyiz
Sen şefî'u'l-mü'minînsin biz günâh
etmekteyiz
Yâ Resûlallâh şefâat yâ
Habîballâh meded
Mu'cizâtın mefharisin
enbiyânın serveri
Sana âşık olanın
firdevs-i a'lâdır yeri
Özüne olsun salâtımız
emvâcı âhiri
Yâ Resûlallâh şefâat yâ
Habîballâh meded
Hâlimiz nola aceb ol gün
ki âlem haşr ola
Cümle muhiller ayâne
cümle sırlar fâş ola
Sen şefâat etmez isen
hâlimiz mişkil ola
Yâ Resûlallâh şefâat yâ
Habîballâh meded
Bende-i Meftûna rahmet et şefâat ma'deni
Enbiyâlar hücresinden ümmete şefkat kânı
Özledim gâyet yürekden ey Muhammed ben seni
Yâ Resûlallâh şefâat yâ Habîballâh meded
Meftûnî (ö.20.yüzyıl)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Rabb'in bu cihan bâğına ihsânı Efendim
Cennet bağının tek gül-i handânı Efendim
Nûrun sarıyor âlemi gündüz-gece her an
Mü'min yüreğin mihr-i dırahşânı Efendim
Âlemlere rahmet diye gönderdi O Rahmân
Binlerce nebînin yüce sultânı Efendim
Dünyâ kaç asırdır o güzel devrine hasret
Özler bu gönül, öylesi devrânı Efendim
Âlem Seferî vuslat için rehberi
Sensin
Mahzun koma yollardaki ihvânı Efendim
Mustafa Nejat Sefercioğlu (d.1943)
NA‘T[423]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ ’îlün
Vakit çok geç, çıkan tek tek âlemet yâ Resûlallâh!
Nasıl endişe duymam, hak kıyâmet yâ Resûlallâh!
Düşer her gün ömürden taş, ziyan olsun mu âşık baş?
Görün rüyada, dinsin yaş, kerem et yâ Resûlallâh!
İbadet az, kabahat çok... Ne etsem tevbeler yetmez,
Tesellî bulduğum, yalnız muhabbet yâ Resûlallâh!
Tanınmaz akrabâ, eş, dost nefis derdiyle mahşerde;
Livâü’l-hamd’e yaslanmak berâet yâ Resûlallâh!
Yolun terk eylemek hicran, Senin feyzindedir vuslat,
Ümîdim çok, biter bir gün bu hasret yâ Resûlallâh!
Bulut üstünde elmas tâç, mekânsız bir mekân mîraç,
Senin sevdâna gönlüm aç, hidâyet yâ Resûlallâh!
Cihan var oldu aşkından, oluş Senden, doğuş Senden;
Senin aşkınla var olmak, ne servet yâ Resûlallâh!
Hem evvel, hem âhirsin, şehadetlerle
zâhirsin,
Yazılmış arşa ismin: Nûr Muhammed yâ
Resûlallâh!
Övülmüş, sevilmişsin, “Habîbimdir” demiş
Allah;
Bu âciz kul umar Senden şefâat yâ
Resûlallâh!
İsmail Âdil Şahin (d.1948)
Remel:
Fe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilâtünfe'ilün
Gül yüzünden yayılan
nûruna hayrân olayım,
Dudağından süzülen müjdeye kurbân olayım.
Sen'sin âlemlere
rahmet bunu Rabbim dilemiş,
Himmet eylersen Efendim, Sana cânân olayım.
Gezdiğin beldeler ey
Sevgili burnumda tüter,
Bastığın yerlere gönlümce gülistân olayım.
Böyle bir sürgüne
dünyâda gönül katlanamaz,
Cism ü cânım Sen'in olsun Sana mihmân olayım.
Medet ey Şah-ı Rusül,
solmada hicranla bağım,
Yanağından kızaran güllere bağbân olayım.
Acı, kıtmîrine bir lâhzacık olsun nazar
et,
Yansın aşkınla gönül âteş-i sûzân
olayım.
Sen'i bir dem görebilsem daha cânım ne diler?
Lâzım olmaz bana artık Sana ben cân olayım.
Âh edip sevgili Sultân'a ulaşsam diyerek,
Kanlı yaşlarla taşan sel gibi giryân olayım.
Sana lâyık değil aslâ sözümün boynu bükük,
Arşa çıksın da figânım Sana destân olayım.
Yusuf Dursun (d.1949)
-Ebced Değeri 92 Olan “Muhammed” İsm-i
Şerifine 92 Beyit-
Hazret-i Peygamber’in Yüce Vasfı Şânında
Remel: Fâ ’ilâtün Fâ ’ilâtün Fâ ’ilâtün Fâ ’ilün
Önce âşık bülbülün kalbinde fermân oldu
aşk,
Sonra Güller Şâhı’nın şevkiyle ilân oldu aşk!..
Duydu hiç yokken, o an, var oldu bin bir
kâinat,
On sekiz bin âlemin tahtında sultân oldu aşk!..
Rûhu, rûhundan cemâlin, aldı bir kutsi
nefes,
Ölse topraktan bedenler, ölmeyen cân oldu aşk!..
Kâkülünden, gamzesinden, oldu zâhir en
güzel,
En güzelden doğdu sevdâ, câna cânân oldu aşk!..
Tüm melekler kaldı âciz sevginin
târifine,
Verdi esmâdan haber, varlıkta insân oldu aşk!..
Tâ ezelden tâ ebed, bir yolculuktur başladı,
Şâhidiz; “Kâlû belâ”dan gözde al kan oldu aşk!..
Terletirken cilveler; yıldız, güneş, ay
damladı,
Döndü etrâfında her gün yâre devrân oldu
aşk!..
İşvekâr oldukça cânan, «ben» denen bir hâl
ile,
Gün yüzünden dâimâ akşam-sabah zan oldu aşk!..
Aklı mağlûb etti, mecnûn etti kirpik
temreni,
Sanki yaydan fırlayan oklarla akrân oldu aşk!..
Çattı kaşlardan duvar, zorlaştı bakmak göz
göze,
N’eylesin cennette Âdem, gönle hicrân oldu aşk!..
Ayrılık, âh ayrılık; dünyâyı zindân eyledi,
Âşığın gönlünde her gün mum ve şamdân oldu aşk!..
Çıktı yangın; nâr-ı gurbet yakmasın, sönsün
diye,
Sönmeden pervâneler, kül etti, volkan oldu aşk!..
N’eylesin, hıçkırdı, gül derdiyle yer-gök
durmadan,
Hem bulutlar, hem pınarlar taştı ummân oldu aşk!..
Testi bayrâm etti bundan, tüm kadehler
doldu hep,
Bir yudum sarhoş ederken kendi mestân oldu aşk!..
Daldı meclis, bir ömür efsâneden efsâneye,
Artık anlatmakla bitmez, dilde destân oldu aşk!..
Her kalem, her hokka, her kâtip, onun
emrindedir,
Yâre dâir söz için tuğrâ çeken şân oldu aşk!..
Dendi aşk ufkunda olmaz başka bir tâcın
işi,
Arş’a dek, her rütbenin üstünde unvân oldu aşk!..
Çünkü mâşûkuydu Hakk’ın Can Muhammed
Mustafâ,
İnciler yağdırdı gökten, çölde nîsân oldu aşk!..
Lâleler yetmez deyip sümbül, karanfil,
yâsemen,
Hem gelincik hem de nergis hem de reyhân oldu aşk!..
Hak katından öyle rahmet oldu Cennet
Goncası,
Yemyeşil bağlar kurup bin bir gülistân oldu aşk!..
Yer ve gökler açtı pancur, Gül için gündüz
gece,
Hem güneşten hem de aydan çifte seyrân oldu aşk!..
Baktı, tekrar baktı, tekrar baktı, tekrar
baktı ve,
Misli aslâ yok deyip, hep baktı hayrân oldu aşk!...
Sonra ashâb oldu candan, her nefes Sıddık
gibi,
Hem Ömer, Osmân, Alî nâmında kurbân oldu
aşk!..
Bir alâmet olsa lâzım, yağdı Hak’tan
mûcize,
Kalbi tam tatmîn için binlerce burhân oldu aşk!..
İsmi, hâs ismiyle Allâh’ın yazılmış yan
yana,
Arş’a müstesnâ şahâdet, arza îmân oldu aşk!..
Vedduhâ, Tâhâ, Elif-Lâm-Mîm’i çöz, Yâsîn
oku,
Her muammâdan sekiz kat ilme irfân oldu aşk!
İşte rahmet! Sardı Peygamber garîbin
gönlünü,
En zayıf idrâk için en güçlü iz’ân oldu aşk!..
Ey Nebî, Sen burda yokken, kardeşin Nûh
ağladı,
Ağlatan küffâr için bir anda tûfân oldu aşk!..
Sen duâ oldun Halîlullâh’a, derhal söndü
nâr,
Ey Habîbullâh o gün, gülzâr-ı Rahmân oldu aşk!..
Oldu hikmet bahçesinden bir güzellik
Yûsuf’u,
Duydu Güller Şâhı kimmiş, bir bezirgân oldu aşk!..
Can verir uğrunda her varlık Züleyhâ’dır Sana,
Göz denen Yâkûb için feryâd-ı Ken’ân oldu aşk!..
Oldu illâ yâri görmek isteyen Mûsâ-yı
Tûr,
Sonra şânından Sen’in, Dâvud, Süleymân oldu aşk!..
Hem Zebûr olmuştu anlatmak için ey Gül,
Sen’i,
Hem de Tevrât oldu, İncîl oldu, Kur’ân oldu aşk!..
Yükselip Allâh’a göz göz Sen ki oldun en
yakın,
Kutlu ardından Sen’in mîrâca kervân oldu aşk!..
Ey tabîbim, hasretindir can yakan tek hastalık,
Başka hiçbir gam-keder yok, çünkü Lokmân oldu aşk!..
Çünkü ey Mutlak Devâ, âlemde Âdem’den
beri,
İçti feyzinden Sen’in her derde dermân oldu aşk!..
Müjdeler saçtın, ümitsizlik boğarken
ruhları,
Tevbekâr oldukça kul, bambaşka gufrân oldu aşk!..
Kâ‘b için hattâ, ne devlet oldu methetmek
Sen’i,
Hem ne devlet, şâirin omzunda kaftân oldu aşk!..
Na‘t elinden buldu derman Bûsirî bir felç
iken,
Böyle ulvî bir şifadan yol ve erkân oldu aşk!..
Lafza sığdırmak ne mümkün mâverâî vasfını,
Şerh için, tefsîr için insâna ihsân oldu aşk!..
Bunca dillerden, lügatlerden, şiirlerden
öte,
Bir de Allâh’ın özel methiyle dîvân oldu aşk!..
Kışta dil dil lâl edip âhir zamân ağlatsa
da,
Sen tebessüm eyledin Ravza’nda handân oldu aşk!..
Ellerinden öpmenin şevkiyle yangın ümmete,
Beş vakit Sen’den su serpen bir şadırvân
oldu aşk!..
Kubbelerden taştı... aşkın her makamından
ezân,
Secdeden yükseldi, câmîlerde eyvân oldu aşk!..
Her gönül, aşkınla ey Gül, bir muazzam Kâbe
ki,
Köşk-i cennetten dahî on kat mutantan oldu aşk...
San’atından hissedardır muhteşem mâmûreler,
Başka hiçbir harcı yoktur, Sen’le umrân oldu aşk!..
Canda aşk olmazsa her şey dilde bomboş lâf
olur,
Çünkü Ahmed mührüdür, gökten hükümrân oldu aşk!..
Var ve yokluk bir izâfettir, bütün varlıklara,
Hakkımızdan pay değil, lutfunla imkân oldu aşk!..
Öyle kıymetlendi ey Öz, bastığın taşlar
bile,
Olduğun yer, inci-cevher doldu, dükkân oldu aşk!..
Meyli hep sonsuzdu ancak Sen ki geldin
burlara,
Geldi derhâl ey Nebî, en önce mihmân oldu aşk!..
Dardı dar dünyâda ilkin, sonra Sen varsın
diye,
En mübârek, en geniş, en canlı meydân oldu aşk!..
Gökte gezgin, yerde seyyah, gezdi tek tek
varlığı,
Her mekândan ayrılıp kalbinde iskân oldu aşk!..
Dün Sen’in nûrunla ey Yâr, âdetâ bir renk
idi,
Şimdi gurbet mevsiminden, onca elvân oldu aşk!..
Tek rüyâmızdın bizim, gördük, uyandık
uykudan,
Hamdülillâh ey Efendim, Sen’de âyân oldu aşk!..
Zor geçitler var diyorduk burda lâkin, çok
şükür,
Merhamet öğrendi Sen’den gönle vicdân oldu aşk!
Durmadan dönmekte dünyâ, ey Ziyâ, sevdâ
ile,
Sohbetinden; dosta yâver, yâre yârân oldu
aşk!..
Sen ne söylersen, ne istersen hemencek cân
atıp,
Önde hizmet etti, her takdîre şâyân oldu aşk!..
Hürmetindendir bu rahmetler bu nîmetler
bütün,
Acze düştük dâimâ minnet ve şükrân oldu aşk!..
Her hümâ çırpar kanat, çevrende, ankâlar
uçar,
Hüdhüd üslûbunda, bülbül tarzı aksân oldu aşk...
Koştu; cânından aziz dost oldu ey Cânan
Sana,
Öyle sonsuz bir muhabbet tattı, ihvân oldu aşk!..
Ektiğin münbit başaklar etti zümrüt her
yeri,
Bin verip her tâneden, eylülde safrân oldu aşk!..
Sundu âşık son hasat vaktinde can
mahsûlünü,
Yâ Rasûlâllah, Sen’in uğrunda harmân oldu aşk!..
Âh Efendim, aktı gözler, öyle çok yaş döktü
ki,
Bağrı çöllerden beter, nemsiz beyâbân oldu aşk!..
Âh Efendim, kimse bilmez mahşerin ahvâli zor,
Orda Sen’den ayrılık korkuttu, giryân oldu aşk!..
Yâ Rasûlâllah şefâat, yâ Habîballah medet,
Yâ Nebiyyallâh aman, hasrette efgan oldu aşk!..
Sen ki etmezsen nazar, nâçâr olur kullar
yarın,
Burda zâten yandı âşık, yandı külhân oldu aşk!..
Ey Nebî, tatmak nasîb olmaz mı vuslat
hazzını?
Biz harâb olduk bu sahrâlarda vîrân oldu
aşk!..
Sen demişsin müjdeler olsun gariplerden
yana,
Sardı her yandan gariplik, bir garîbân oldu aşk!..
Âh Efendim, söylemek her hâli bilmem doğru mu?
Sustuğum an, âh u zârımdan perîşân oldu aşk!..
Ey Süreyyâ, yükselip yerden kavuşsam tam
diye,
Ben buhûr oldum, tamâmen bir buhurdân oldu aşk!..
Her pınâr, ey Gül, kerem kıl, dallarından
çağlasın,
Çağlayan şebnemlerinden bir gülâbdân oldu aşk!..
Kâtip olmak bir şeref, yazdır Efendim
şâire,
Kimse aslâ sanmasın yalnız gazelhân oldu
aşk!..
Aynalar nûrunla parlar, nûru seyrân
ettirir,
Nûra erdirmekte artık, baş danışmân oldu aşk!..
Mor karanlık içre hurşîd oldu aşkın
mü’mine,
Sırt dönen kâfir için nûr içre zindân oldu aşk!..
Tâc edip bilmek ve bildirmekte yüksek
kadrini,
Rûhu çarpık, yan bakan düşmâna düşmân oldu aşk!..
Sen Bedir’deyken, hemen gökten melekler
yağdırıp,
Şirki mağlûb etti, etrâfında kalkan oldu aşk!..
Sen Uhud Harbi’nde zor anlar yaşarken
ağladı,
Fırlayıp meydâna derhal zulme tırpân oldu aşk!..
Çıktı Hendek Harbi, düşman geldi işgal
etmeye,
Anda bir şahlandı, müthiş bir küheylân oldu aşk!..
Hayber’in fethinde tam Haydar kesilmiş bir
emir,
Mekke’nin fethinde meşhur bir kumandân oldu aşk!..
Çok çetin, zor bir Tebük derdiyle ettin imtihân,
Nefsi mağlûp eyleyip emrinde hâkan oldu aşk!..
Yâ Nebî, emrinde, şefkatten fetihler
başladı,
Sevgisiz dünyâ için en mûteber hân oldu aşk!..
Hakk’a her an büktü baş, mensûb olup
ahlâkına,
Nerde bir mâsum ve mazlum duysa biryân oldu aşk!..
Hor-hakirlikten tutup çektin bütün
insanlığı,
Her yetîmin titreyen göğsünde yorgan oldu aşk!..
Bir denî dünyâya tutsak olmasın kullar,
dedin,
Her kulun, âzâd için boynunda urgan oldu aşk!..
Bağlılık Allâh’a ancak bağlı olmaktır
Sana,
İşbu gerçekten sapan isyâna isyân oldu aşk!..
Çok günahkârız, hatâmız çok, Efendim,
rahmet et,
Öyle mahcûbuz ki, bizden fazla pişmân oldu aşk!..
Mûtenâ, hoş bir gönül sunmak için ey Gül
Sana,
Hem dokuz kat gökle hem toprakla yeksân oldu aşk!..
Bastığın sonsuz eşikten yer öpüp geçmek
için,
Her fedâkârlıkta maksat buydu, candan oldu
aşk!..
Bunca sözden yâ Rasûlâllah murâdım ilticâ,
Yoksa hâlâ en güzel vasfında noksân oldu
aşk!..
Zâten âcizdim Efendim, âcizim hâlâ yine,
Gönlü bülbül eyleyip ancak duâhân oldu aşk!..
Başka irfânım ve ilmim yok, garip Seyrî
gibi,
Âşığım, sevdâlıyım, rûhumda mîzân oldu aşk!..
Sen ki doğdun kalbe ey Gül, oldu can-ten
hep fedâ,
Başka bir mânâ değil en tatlı bir ân oldu aşk!..
M. Ali Eşmeli (Seyrî) (d.1969)
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün
Geldin yücelerden bize ey Rahmet-i
Rahhman,
İnsanlığa insanlığı bildirmeye geldin
Fetretle bunalmış ve cehâletle perişân
Dünyanın ağır derdini dindirmeye
geldin...
Kalmıştı karanlıkta cihan, cerbezelerle
Dünyâya ziyâ verdin o nur mucizelerle
Kur'ân ile sünnet ile hak mev'izelerle
En kutlu aziz mesleği sürdürmeye
geldin...
Vaslından uzaklar, ne bozuk
hükmediyorlar!
Gitmiş sanarak nûrunu, mâtem ediyorlar
Hâlâ Sana ey bedr-i münîr;
"Gel" mi diyorlar?
Nur mührünü son zulmete indirmeye
geldin...
Dillerde salat varsa, hayatlarda da
sünnet
Ukbâya dek ümmetlesin ey şâh-ı muhabbet,
Kalbindeki Sen'sin diye Ravza'n bize
cennet,
Dünyamızı firdevse dönüştürmeye geldin...
Geldin başımın tacı, gönül tahtı Sen'indir,
Cennette maiyyet Sen'i gerçek sevenindir
Geldim nice hicranla, kabûlünle sevindir
Hasretle yanan dostu sevindirmeye geldin...
Sen merhametin zirvesi, tüm varlığa rahmet
Gölgen bile düşmez yere vermem diye zahmet
Vuslatta niyâzın; "Ne olur yanmasın ümmet!"
Rahmetle gazap nârını söndürmeye geldin...
Hak aşkı, Sen'in emrin tâat ile mümkün,
Allah'a Habîbi'yle mürâcaat ile mümkün,
Gufrân-ı İlâhî de şefâat ile mümkün
Sen ümmtinin bahtını güldürmeye geldin...
Gösterdin, Efendim bize göklerde hilâli,
Mî'râc ile sundun bize Mevlâ'ya visâli
Tâli'yle diler, ümmetin, ister o cemâli;
Hiç "Lâ" demedin, lutfunla
erdirmeye geldin!
Mustafa Küçükaşçı (d.1978)
LÜTFUNLA GÜNAHKÂRI KAPINDAN UZAK ETME![427]
Hezec: Mefûlü Mefâ'îlü Mefâ'îlü Fe
'ûlün
"Âlemlere Rahmet" dedi Hak,
sırr-ı ezelsin
Aşkınla vücut buldu cihan, Sen'le
yücelsin,
Lütfet şu gönül, aşknı tatsın da
düzelsin;
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
Dâim o güzel yüzde açar türlü çiçekler,
Etrâfını her an dolanır kutlu melekler,
Mücrim de şefâat dilenip affını bekler;
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
Âşıklara önder ve rehber yine Sen'sin,
Ham gönlü alıp göklere yıldızca
serensin,
Yoksullara ikramda ziyâdeyle verensin;
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
Hasretle öten büşbüle mâşuk yine
Sen'sin,
Bir lâhza tebessüm buyur, efgânı da
dinsin,
Sen ümmete ikrâmı ve ihsânı sevensin,
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
Hak'tan dileğim; hüsn ü cemâlin görebilmek,
Aşkınla seherlerde feyizler derebilmek,
Son demde varıp ravzana cânım verebilmek,
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
Gökler kademinden öpebilmek için ağlar,
Mecnun Sana âşık yine sevdân ile
çağlar,
Bir nebze uzak kaldı mı hasret canı dağlar;
Lutfunla günahkârı kapından uzak etme!
İbrahim Hakkı Uzun (d.1979)
EY NEBÎ![428]
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü
fe'ûlün
Her şey Sen'inle doğdu, ki nâm olmuş ey
Nebî!
Hilkat Sen'inle çünkü tamâm olmuş ey
Nebî!
Nûrun cihân içinde nihân olmasın diye,
Gölgen düşürmek arza harâm olmuş ey Nebî!
Âlem sahâbedir Sana; yer, gök, bütün
semâ
Allah'a râm olur, Sana râm olmuş ey
Nebî!
Ömrünce, her nefeste,
her an; Ümmetî demek,
Rahmet dudaklarında kelâm olmuş ey Nebî!
Ümmet mi olmuşuz Sana ey Fahr-i Kâinat?
Binler sefer benim de hatâm olmuş ey
Nebî!
Peygamberim benim... Beni reddetme, al
yine
Milyonların, içinde merâm olmuş ey Nebî!
Susmak zorundayız, nicedir susturulmuşuz
Buğzun bu yerde adı kıyâm olmuş ey Nebî!
İsmin ne kirli ellere kalmış da kalmışız,
Dünyâ yıkılsa gerçi ne gam olmuş ey Nebî!
Yirminci asrın insanıyız, bin günah ile
Affın, bugün yegâne duâm olmuş ey Nebî!
Bir gün şefâatinle, Edîbî kulum
diye,
Meylin, muhayyilemde selâm olmuş ey Nebî!
Recep Yıldız (d.1982)
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün mefâ
’îlün mefâ ’îlün
Selâm olsun salât olsun sana kim yâ Resûlallâh
Devâ-yı aşkın olmazsa helâkim yâ
Resûlallâh
Dokunmazsan yürek yârem sara kim yâ Resûlallâh
Ne hoş cevr ü cefâmızsın gönül içre hafâmızsın
Vefâmızsın, safâmızsın, Muhammed
Mustafâ'mızsın
Doğarken "ümmetî" dersin şefî-i
rûz-ı mahşersin
Makamlardan geçersin rü'yetullâha müyessersin
Tek istimdâdımızsın yâ Resûlallâh tek öndersin
Ne hoş cevr ü cefâmızsın gönül içre hafâmızsın
Vefâmızsın, safâmızsın, Muhammed
Mustafâ'mızsın
Celâlin gördü devrildi sanemler pür-günâh
câmlar
Kusursuz mâh cemâlinden cilâsın aldı endâmlar
Mübârek çeşmedir parmakların âb-ı hayat damlar
Ne hoş cevr ü cefâmızsın gönül içre hafâmızsın
Vefâmızsın, safâmızsın, Muhammed Mustafâ'mızsın
Sen ey Leylâ-yı mutlak ey nebîler şâhı
peygamber
Livâü'l-hamd'in altında nolursun bana da
yer ver
Kovarsan bâb-ı aşkından Kadîrî âcizin
neyler
Ne hoş cevr ü cefâmızsın gönül içre
hafâmızsın
Vefâmızsın, safâmızsın, Muhammed
Mustafâ'mızsın
Abdülkadir Akgündüz
Remel: Fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilâtün fâ ’ilün
Yâ Resûlallâh inâyet kıl, perîşânım bugün
Hasret ü hicrinle vallâh sîne-sûzânım bugün
Nâr-ı aşkınla tutuştum mahz-ı nîrânım bugün
Bû’d-ı sûrîden efendim yanmada cânım bugün
Merhamet kıl al elim mağrûk-i isyânım bugün
Ettiğim ma'siyyete gâyet peşimânım bugün
Âh-ı dil-sûzum işit nolur Hudâ'nın aşkına
Seyf-i Kahhâr ol Aliyyü’l-Murtaza'nın aşkına
“Bid’atün minnî” buyurdun Fâtimâ'nın aşkına
Vaslına erdir, şehîd-i Kerbelâ'nın aşkına
Akl-ü fikrim gitti de meclûb-ı iz'ânım bugün
Bir alîlim, bî-kesim muhtâc-ı dermânım bugün
Gerçi ben mücrimi lâkin senin şânın azîm
Çünkü Mevlâmız buyurdu hem Ra'ufsun, hem Rahîm
Zâtının meddâhıdır billâhi Furkânu’l-Hakim
İftirâkındır bana ateş azâbından elîm
Yâ Ebe’z-Zehrâ meded gûş eyle efgânım bugün
Bir geda hasret-keşim çâk-i girîbânım bugün
Yâ Resûlallâh rahmettir
vücûdun âleme
Bi'setin çün giydirildi
tâc-ı izzet Âdem'e
Gözlerimden kan gelir
hiç uyku girmez dideme
Dest-i irşâdınla lütfen
bir ilâc et sîneme
Merhamet kıl yâ Muhammed
zâr u giryânım bugün
Kıl kerem Allâh için
mahzun-ı hicrânım bugün
Şâhid ol, Mevlâ için
şeksizdir îmânım sana
Cana minnettir ölüm vasl
olsa cânânım sana
Hep fedâ olsun vücûdum
her şeyim cânım sana
Hançer-i aşkınla zebhet
ben de kurbânım sana
Rahmet Allâh aşkına
mahbûb-ı zî-şânım bugün
Gösterip gül-rûyu müzdâd
eyle îkânım bugün
Yok yüzüm ar-ı niyâza
bir günâhkârım fakat
Derdimin dermânısın çün
sendedir cürme berât
Bir nigehin nâr-ı
dûzahdan verir derhâl necât
Nûr-i zâtınla dıraht-ı
kâinât buldu hayât
Bir şifâ sun abd-i
bî-dermana Lokman’ım bugün
Ufkuma bir lahzacık doğ
şems-i tâbânım bugün
Müznibîne mültecâsın ey mürüvvet ma'deni
Neyleyim za'fa düşürdü nefs-i emmârem
beni
Senden özge kim tutar bîçâre vü sergerdeni
Tek tesellim sensin ey esrâr-ı Rabb'in mahzeni
Kıl amân, şâyeste-yi lütfun bu Hikmet bendeni
Tut elim cürmümle geldim işte sultânım
bugün
Bâb-ı afvından ben ümmidvâr-ı ihsânım bugün
Ârif Hikmet Gökoğlu
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Nûr-i Hak pertev-fürûz olmuş cebîninden
senin
Her gönül şûrîde aşk-ı âteşîninden senin
Bildin ey ma’na bilen Allah’ı sen
hakkelyakîn
Feyzidâr oldu cihan halkı yakîninden senin
Bir ilâhî maksadı dîninle te’min eyledin
Kâm-bîn oldu beşer dîn-i mübîninden senin
Bir ilâhî feyz ile ettin zemîne in’itâf
Arş-ı a’lâ ahz-i feyz eyler zemîninden
senin
Kâinâta sa’d-i envârın tecellipâş olur
Şâm- ı Esrâ meznzil-i Mevlâ-karîninden
senin
Pâye-i kudsiyyet olsa hak için sûretpezîr
Fark olunmaz pâye-i izz-i berîninden senin
Cism ü cânı ben nasıl etmem emânet
nâmına
Hak emîn olmuş iken nâm-ı Emîn’inden
senin
Bir hakîkar der-kemîn ettin de ilzâm
eyledin
Bahtiyâr olmaz mı mağlûbun kemîninden
senin
Nâci-i zârın ümîdi bulmaz aslâ
inkıtâ’
Vasf-ı pâk-i Rahmeten li'l-Âlemînden
senin
Naci Paşa (Eldeniz)
Remel: Fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilün
Matlaın nûr-ı Hudâdır yâ Resûlallâh senin
Nûr-ı zâtın âşinâdır yâ Resûlallâh senin
“Sûre-i Nûr”u izârında yazar kilk-i kazâ
Vech-i pâkin Ve ’d-duhâdır yâ
Resûlallâh senin
Kâbe kavseyn kurb-i Ev ednâ
sana halvetserâ
Bir temâşâdır ki seyretti füâd-ı mâreâ
Dedi Allah yâ Habîb’i merhabâ bin hel etâ
Böyle kadrin rûşenâdır yâ Resûlallâh senin
İntihâ yok ey şefâat ma’deni in’âmına
Eyle lûtf ü merhamet bu bende-i nâkâmına
Çünkü Min ba ’d ey Habîb Ahmed
denildi nâmına
Her sözün cilve-nümâdır yâ Resûlallâh senin
Kân-ı şefkat olduğun etti beni ümmidvâr
Ümmeti vâ ümmeti nutkun güvâh-ı mu’teber
Âh çeker boyuna ahker Niyâzî derbeder
Âsitânında gedâdır yâ Resûlallâh senin
Niyâzî (Arapça Hocası)
MEDH-İ RESÛLALLÂH SALLÂLLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM[433]
Hezec: Mefâ ’îlün mefâ ’îlün fe'ûlün
Muhammed âb-ı rûy-ı enbiyâdır
Muhammed nûr-i çeşmi etkıyâdır
Muhammed mürselînin hâtemidir
Kamu nâs-ı mükerrem erkemidir
Muhammeddir eden derde devâlar
Muhammed ümmete eder vefâlar
O’nun meddâhı oldu Hak Teâlâ
O’nun kimdir eden vasfını inşâ
Cihanda Âdem olmaz idi peydâ
Muhammed olmasa âhir hüveydâ
Dedi şânına Hak Levlâk Levlâk
Muhammed olmasa olmazdı eflâk
Bu kıfl-ı hâb-ı tevhîd üzre miftâh
Muhammed nâmıdır kim kıldı fettâh
Hudâ vermiştir O’na dîn-i râsih
Kamu edyân O’nunçün oldu nâsih
Cihan putlar ile pür olmuş iken
Perestân ve şeyâtin dolmuş iken
Dürüldü defter-i küfr-i dalâlet
Muhammed olucak Hak’dan inâyet
Hemîşe çağırırım yâ Muhammed
Zebânım lâfzı oldu nâm-ı Ahmed
Senâyî kuluna lûtf et cihanda
Murâdına erişe în ü anda
Şefî’-i ümmet-i yevm-el-kıyâme
Fe yercû küllina mink-eş-şefâe
Senâyî Efendi
Hezec: Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü
fe'ûlün
Haddim değil ammâ, nideyim cânım Efendim
Mest oldu gönül zâtına sultânım Efendim
Doymam sana, mecnûnun olup Ravzana
varsam
Ömrüm boyu dinmez yine figânım Efendim
Aşkınla yananlar beni ancak bilir, anlar
Kemter kulunum, hüsnüne hayrânım Efendim
Uğrunda sezâdır, oda girsem de revâdır
Bî-misli gıdâdır bana hicrânım Efendim
Pervâne-edâyım, sana bin canla fedâyım
Babında gedâyım, hâk ile yeksânım
Efendim
Âsî ve günahkâr kuluyum gerçi Hüdâ'nın
Lâkin taşacak aşk ile mizânım Efendim
Âşıklara dîdârını görmek nice devlet
Ey Hazret-i Peygamber-i zîşânım Efendim
Şevket Özdemir
Abdülaziz Mecdi Dîvânı: Der.:
Osman Ergin, İstanbul, Gün Basımevi, 1945.
Abdülkadir Gulâmî: Dîvân-ı Gulâmî,
Matbaa-i Âmire, 1874.
AHATLI, Erdinç:
"Hasâisü'n-Nebî", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.XVI,
İstanbul, 1997.
Ahmed Kuddûsî: Dîvân-ı Kuddûsî,
İstanbul, 1905.
Ahmed Refik: Gazavât-ı Celîle-i
Peygamberi, Haz.:Yaşar Çalışkan, İstanbul, 2014.
ALTUNTAŞ, Yunus Emre:
"Naat Geleneği Öldü Mü?", (Çevrimiçi) http://www.haberkultur.-
net-/HD565 0_naat-gel enegi-ol du-mu-. html, 05.06.2014.
AK, Murat: “Na‘tlerin
Tasavvufî Temelleri ve Na‘t Mecmuaları”, Selçuk Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (DT), Konya, 2014, s. 8. ‘
AKAR, Metin: Türk
Edebiyatında Manzum Mirâcnâmeler, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
ve İdarî Bilimler Fakültesi, (DT), Ankara, 1980, s. 207.
AKAY, Hasan:
"Antolojiler: Şiirin Güldesteleri", Türk Dünyası İncelemeleri
Dergisi, S.6,
1996, s. 7-32.
AKGÜN, Mustafa: Hazreti Peygambere Şiirler, Ankara,
Akgün Yayıncılık, 2010, s. 480.
AKIN, Nimetullah:
"Delâ’ilü'n-Nübüvvenin İşlevselliği Üzerine", Usûl: İslâm
Araştırmaları,
S.8, Ankara, Temmuz-Aralık 2007, s. 48-49.
AKKUŞ, Mehmet:
"Edebiyatımızda Regâibiyye ve ve Salâhî'nin Matla‘u'l-Fecr'i", Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.XXXII, Ankara, 1992, s. 133.
AKKUŞ, Mehmet-YILMAZ,
Ali: Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, 3. bs., Ankara, Nasihat
Yayınları, 2006 s. 195.
AKKUŞ, Metin: Klâsik
Türk Şiirinin Anlam Dünyası: Edebî Türler ve Tarzlar, Fenomen
Yay., Erzurum, 2007, s. 181.
AKSOY, Hasan:
"Dursun Fakih", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.X,
İstanbul, 1994, s. 8.
AKSOY, Hasan:
"Mevlid", Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi,
C.XXIX, Ankara, 2004, s. 482.
AKSU, Cemal:
"Hanifin Manzum Kırk Hadis Tercümesi", İlmî Araştırmalar,
İstanbul,
2004, S. 17, s. 18.
AKÜN, Ömer Faruk:
“Tanzimat Edebiyatı Sözü Ne Dereceye Kadar Doğrudur?”, Kubbealtı
Akademi Mecmûası, Yıl 6, S. 3, İstanbul, 1997, s. 22-39.
ALGÜL, Hüseyin:
"Gazve", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XIII,
İstanbul,
1996, s. 489.
ALICI, Mustafa:
"Şefaat", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.XXXVIII,
İstanbul, 2010, s. 411.
Ali Cânip: Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul,
Devlet Matbaası, 1930.
ALKAN, Seval: Gül
Kokulu Mısralar: Na't-ı Şerifler, İstanbul, Zafer Yayınları, 2011, s.
137.
ALVAN, Türkân: Said
Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi (Bir Sanatkâr... Bir Müderris... Bir
Meczûb-ı İlâhî.), İstanbul, FSM Vakıf Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 122-123.
ANDI, M.Fatih:
"Peygamber'i Şiirle Sevmek-IV", İtibar: Aylık Edebiyat ve
Fikriyat Dergisi,
S.26, s. 30.
ANDI, M.Fatih:
"Modern Türk Şiiri ve Peygamber", http://www.sonpeygamber.info/modern-
turk-siiri-ve-peygamber, 04.06.2014.
ALYILMAZ, Semra:
"Mevlit ve Türk Edebiyatında Mevlit Türü", Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 13, Erzurum, 1999, s.
195-202.
ARSLAN, Harun: “Celâlzâde
Mustafa'nın Tercüme-i Me‘âricü'n-Nübüvve Adlı Eseri:
Metin-Sözlük-Özel Adlar Dizini-Esmâ-yı Latîfe”, İstanbul Üniversitesi,
Sosyal Bilimler
Enstitüsü, (DT), İstanbul, 2013, s. 322-323.
ARSLAN, Mehmet: Bursalı İffet Divanı, İstanbul,
Kitabevi, 2005 , s. 90
ATEŞ, Süleyman: Hacı
Muharrem Hilmî Efendi, Dîvân-ı Sırrî, Ankara, Pars Matbaası, s.
153.
AVCI, Seyit:
"Sahih-i Müslim'in 'Kitâbü'l-Fezâil' Bölümüne Göre Hz. Peygamber'in Bazı
Özellikleri", İSTEM, C.X, S.19, s. 12.
BALDEMİR, İsa: “Vefât-ı
Nebî”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (YLT),
İstanbul, 1996.
Bayburtlu Zihnî: Dîvân-ı Zihnî,
İstanbul, Matbaâ-i Süleyman Efendi, 1876.
BİLGEGİL, Kaya: Edebiyat Bilgi ve
Teorileri, Ankara, 1980, s. 268.
BİLGİN, Azmi: Divân-ı Seyyid Nigârî,
İstanbul, Kule Yayınları, 2003, s. 44.
BİLGİN, Zeynep Esra: “Fâ’ik,
Mu‘cizâtü'n-Nebî”: İnceleme-Metin, Uludağ Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), Bursa, 2010, s. 4.
BİLKAN, Ali Fuat:
"Nâbî'nin Mi‘râc-nâmesi", Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi,
S. 1,
İstanbul, 2008, s. 3.
BİLKAN, Ali Fuat:
"Türk Edebiyatında Peygamber Sevgisi Etrafında Gelişen Edebî Türler",
Yağmur Dergisi, S. 15, İzmir, 2002, s. 18.
BİLKAN, Ali Fuat: Nâbî: (Hayatı Sanatı Eserleri),
Ankara, Akçağ, 1999, s. 128-130.
BOZTEPE, Halil Nihad: Âyine-i Devrân,
Orhaniye Matbaası, 1923-4, s. 5-7.
BULGURCU, Kahraman: “Kemalpaşazâde'nin
Hadis İlmindeki Yeri-Kırk Hadisler
Örneği”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), Konya, 2004,
s. 20.
BULUT, Halil İbrahim:
“Mûcize”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXX,
İstanbul, 2006, s. 350.
BURSALI, M.Necati: Allah Resûlünün Mucizeleri,
İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1969
CANATAN, Kadir:
“Gelenekte Kutsal-Peygamber Anlatıları”, Siyer Edebiyat İlişkisi,
İstanbul, Meridyen Kitaplığı, 2010, s. 43.
CANIM, Rıdvan: Divan
Edebiyatında Türler, 3. bsk., Ankara, Grafiker Yayınları, 2012, s.
78.
CEYLAN, Ömür: Hânedânda
Bir Âsî Dâmâd Mahmûd Celâleddin Paşa: Hayatı Edebî
Kişiliği ve Dîvânı, Ankara, Akçağ ;Yayınları, 2003, s. 140-141.
COŞKUN, Vehbi Cem: Terzi
Baba ve Erzincan Şairleri, Balıkesir, Türk Dili Matbaası,
1956, s. 21-22.
ÇAKIR, Müjgan: “Nâyî
Osman Dede: Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Ravzatü'l- İ‘câz fi'l-
Mu‘cizâti'l-Mümtâz”, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,
(DT), İstanbul,
1998.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz: Han Duvarları, İstanbul,
Atlas Kitabevi, 1973, s. 58-59.
ÇELEBİ, İlyas:
“Muhammed”, Mûcizeleri, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.XXX, İstanbul, 2006, s. 446-448.
ÇELEBİOĞLU, Âmil:
"Süleyman Nahîfî'nin Hicretü'n-Nebî Adlı Mesnevîsi", Türklük
Araştırmaları Dergisi, S.2, İstanbul, 1986, s. 54.
ÇELEBİOĞLU, Âmil:
"Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler", Eski Türk Edebiyatı
Araştırmaları, İstanbul, MEB Yayınları, İstanbul, 1998, s. 349.
ÇETİŞLİ, İsmail:
"Na‘t Antolojileri Üzerine", Berceste: Aylık
Kültür-Sanat-debiyat Dergisi,
S. 106, Nisan 2011, s. 25-31.
ÇETİŞLİ, İsmail: Türk
Şiirinde Hz. Peygamber: (1860-2011), Ankara, Akçağ Yayınları,
2012, s. 550-553.
ÇETİN, Nurullah: Yeni
Türk Şiirinde Geleneğin İzleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2012, s.
20.
ÇİÇEKLER, Mustafa:
"Na‘t", Fars Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.XXVIII, İstanbul, 2006, s. 435.
Dağıstanlı Dehrî, Divançe-yi Dehrî, İstanbul,
Nefaset Matbaası, 1910, s. 10.
DEVELLİOĞLU, Ferit: Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami
GÜNEYÇAL, Ankara Aydın Kitabevi Yayınları, 23. Baskı, 2006, s. 809.
DOĞAN, Muhammet Nur:
"İshak Efendi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.XXII, Ankara, 2000, s. 531.
DOĞAN, Muhammet Nur: Lâle
Devri Şairlerinden İshak Efendi'nin Orijinal Bir
Mesnevisi: (Metin-Nesre Çeviri ve Açıklama), İstanbul Üniversitesi Türk
Dili ve Edebiyatı
Dergisi, C.XXVII, İstanbul, 1997, s. 101-168
DURMUŞ, İsmail:
"Muhammed", Arap Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C. 30, İstanbul, 2006, s. 451.
DURMUŞ, İsmail:
“İktibas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XX, İstanbul,
1999, s. 52.
ELMALI, Naci: Erzurumlu
Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi, Ankara, Elmalı Yayınları,
1984, s. 90.
ERASLAN, Kemal:
"Ahmed Yesevî", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.II,
İstanbul, 1989, s. 159-161.
ERGİN, Muharrem: Dede
Korkut Kitabı, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 39. bsk., 2008, s.
203.
ERGÜNEŞ, Hüseyin Şemsi: Şemsî
Divânı, Der.: Muhiddin Ergüneş, Ankara, Varol
Matbaası, 1976, s. 31.
ERSOY, Mehmet Akif: Safahat,
Yay. Haz.: Mustafa Miyasoğlu, İstanbul, Konak Yayınları,
2011, s. 476.
ERTAN, Mehmet Emin: Urfalı Şair Abdi, Şanlıurfa,
Şurkav Yayınları, 1999, s. 57.
ERTEM, Ali: Namık Kemal'in Şiirleri, İstanbul, Yeni
Matbaa, 1957, s. 7-8.
Erzurumlu Emrah, Dîvân-ı Emrah, İstanbul, Matbaâ-i
Şems, s. 52
ESKİN, Şerif: Klasik,
“Modern ve Postmodern Anlatılar Arasında Siyer”, Siyer Edebiyat
İlişkisi, İstanbul, Meridyen Kitaplığı, 2010, s. 23.
EŞMELi, M.Ali: Hilye-i Şerîfe, Yüzakı Yayınları,
İstanbul, 2010.
EZGİ, Suphi: Nazarî-Amelî Türk Mûsikîsi, İstanbul,
1933-53, C.III, s. 54.
Fatin: Dîvân-ı Fatin, İstanbul, İzzet Efendi
Matbaâsı, 1871, s. 2.
FAYDA, Mustafa : “İbn
İshak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XX,
İstanbul, 1999, s. 93-96
GÖKOĞLU, Ârif Hikmet: Gülzâr-ı
Ârifân, Haz.: Muzaffer Ozak, İstanbul, Salah Bilici
Yayınevi, 1969, s. 71-72.
GÜLER, Fatma Turhal: “Vefât-ı
Hazret-i Muhammed Aleyhi's-selâm”, Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü (YLT), İstanbul, 1996, s. 5..
GÜNEŞ, Mustafa: Yozgatlı Hüznî Dîvânı:
İnceleme-Metin, Yozgat, 2000, s. 121.
Günümüz Dilinden Hz.
Peygamber'e Naatlar, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
1991, s. 240.
GÜRBÜZ, Mehmet:
"Şiir Mecmûaları Üzerine Bir Tasnif Denemesi", Eski Türk Edebiyatı
Çalışmaları VII Mecmûa: Osmanlı Edebiyatının Kırkambarı, Haz.: Hatice Aynur
v.d.,
İstanbul, Turkuaz Yayınları, 2012, s. 97-112.
Hâce Muhammed Lütfî: Hulâsatü’l-hakâyık
ve Mektubât-ı Hâce Muhammed Lütfî,
İstanbul, Alvarlı Efe Hazretleri İlim ve Sosyal Hizmetler Vakfı Yayınları,
2013, 6. Basım, s.
96-97.
HACITAHİROĞLU, Abdullah
Öztemiz: Hazreti Peygambere Şiirler Antolojisi, İstanbul,
Yağmur Yayınevi, 1966, s.135.
Hâfız Muhammed
Sebâteddin: Dîvân-ı Hâfız Muhammed Sebâteddin, İstanbul, Mahmut
Bey Matbaâsı, 1891.
Hâfız Ulvî: Dîvân-ı Ulvî, İstanbul, Hacı Mustafa
Matbaâsı, 1873, s. 21.
Hakanî Mehmed Bey: Hilye-i
Saadet, Haz.: İskender Pala, 2. bsk., LM Yayınları, İstanbul,
2002, s.10.
HALICI, Feyzi: Âşık
Şem'î Hayatı ve Şiirleri, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 1982, s. 82-83.
Hammâmizâde İhsan: Dîvân-ı İhsan, İstanbul, Ahmed
İhsan Matbaası, 1928, s. 3-4.
HANİOĞLU, M. Şükrü:
“Batılılaşma”, Giriş, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.V, İstanbul, 1992, s. 148.
HAZER, Dursun: Hz. Peygamber'in Şairleri, İstanbul,
Hitit Yay., 2008, s. 45-175.
Hersekli Ârif Hikmet: Hersekli
Ârif Hikmet Dîvânı, İstanbul, Âsâr-ı Müfîde Kitabhânesi,
1916, s. 87.
Hilmî (Elmastraşzade): Dîvan-ı
Belâgat-Unvân-ı Hilmî, İstanbul, Tabhâne-i Âmire, 1857, s.
3-4.
HUYUGÜZEL, Ömer
Faruk-ÇAĞIN, Şerife: Eşref: Bütün Eserleri, İstanbul, Dergâh
Yayınları, 2006, s. 469.
İmam Nevevi: Kırk
hadis Tercüme ve Şerhleri, Çev: İbrahim Hatiboğlu, İstanbul,
Kahraman Yayınları, 1997.
İNAL, İbnü'l- Emin
Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, Haz.: İbrahim BAŞTUĞ,
C.III, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002, s. 1446.
İNAL, İbnü'l- Emin
Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, Haz.: M.Kayahan Özgül, C.II,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1999, s. 1204.
İNAL, İbnü'l- Emin
Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, Haz.: Müjgân Cunbur, C.I,
Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1999, s. 50.
İrfan Paşa: Mecmu‘â-i İrfan Paşa,
y.y., 1870, s. 6-7
İSEN, Mustafa-v.d.:, Eski
Türk Edebiyatı El Kitabı, 3. bs., Ankara, Grafiker Yayınları,
2005, s. 20-21.
İsmail Hakkı Bursevî: Mi‘râciyye, Haz.: İrfan
Poyraz, Bursa, Sır Yayıncılık, 2007.
İsmail Safâ: Huzmâ Safâ, İstanbul, Âlem Matbaası,
1890, s. 121.
KANAR, Mehmet: Farsça-Türkçe Sözlük, Ankara, Say
Yayınları, 2. Baskı, 2010, s. 1673.
KANDEMİR, M.Yaşar:
"Hadis", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XV,
İstanbul, 2013, s. 27.
KANDEMİR, M.Yaşar:
"Şemâil", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.XXXVIII, İstanbul, 2010, s. 498.
KAPLAN, Mahmut: Neşâtî'nin
Hilye-i Enbiyâsı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 2, Van, 1991, s. 154-166.
KAPLAN, Yıldıray: “Erzurumlu
Kadi Mustafa Darîr'in Kitâb-ı Sîyer-i Nebî'si”, Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006.
KARAARSLAN, Nasuhi Ünal:
" Bârûdî, Mahmud Sâmi Paşa", Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, C.V, İstanbul, 2006, s. 90-91.
KARAGÖZ, İsmail: Dinî
Kavramlar Sözlüğü, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
2010, s. 597.
KARAHAN, Abdülkadir:
"Âşık Edebiyatı", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.III, İstanbul, 1991, s. 550-552.
KARAHAN, Abdülkadir:
"Hadîs-i Erbaîn Nev’inin Doğuşu ve Âmilleri", Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi,
1952, s. 76.
KARAHAN, Abdülkadir:
"Kırk Hadis", Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C.XXV, İstanbul, 2002, s. 470.
KARAHAN, Abdülkadir: İslâm-Türk
Edebiyatında Kırk Hadis, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1991, s. 43.
KARATAŞ, Turan: Ansiklopedik
Edebiyat Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Perşembe
Kitapları Yayınları, 2001, s. 279.
KARATAŞ, Turan:
"Naat Nehri Kuruyor mu?", (Çevrimiçi) http://www.ermenekhaber.com-
/ yazarl ar/turan-karatas/naat-nehri -kuruyor-mu/325/, 05.06.2014.
KASIR, Hasan Ali: Peygamber Şiirleri, İstanbul,
Denge Yayınları, 1997, s. 211.
KAVAZ, İbrahim-ONUR,
M.Naci: Harputlu Rahmî Dîvânı, Ankara, İzzetpaşa Vakfı
Yayınları, 1996, s. 42-44.
KAYA, Bayram Ali: Osman Nevres ve Dîvânı, Ankara,
Akçağ, 2010, s. 511.
KAYA, Mahmut:
"Muhammed b. Said Bûsîrî", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi,
C.VI, İstanbul, 1992, s. 469.
KAZANCI, A.Lütfi:
"Bi‘set", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.VI,
İstanbul,
1992, s. 217.
KEÇECİ, Gülser: Şefâat Yâ Resûlallah, Burhan Yay.,
İstanbul, 2005, s. 18.
KEMİKLİ, Bilal: Şâir
Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyefendi: Hayatı-Eserleri-Şiirleri,
İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2011, s. 86.
KESLER, M.Fatih:
"Kur'ân-ı Kerîm ve Hadislerde Şefaat İnancı", Tasavvuf: İlmî
ve
Akademik Araştırma Dergisi, 2004, C.V, S. 13, s. 123.
KISAKÜREK, Necip Fazıl: Çile,
İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 66. Basım, 2009, s. 397.
KISAKÜREK, Necip Fazıl: Esselâm,
Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1999.
KÖKSAL, M.Asım: Peygamberimiz,
İstanbul, Sufi Kitap Yayınları, 2011.
KÖKSAL, M.Fatih: Mevlid-nâme,
Ankara, TDV Yayınları, 2011.
KÖKSAL, Mustafa Âsım: ‘
çevrimiçi’ http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&
Makale No= d079 s010m1, 12.09.2014.
KÖKTÜRK, Şahin:
"Şefaat-name ve Pir Muhammed'in Şefaatnamesi", Turkish Studies,
Vol.
9/6 Spring, Ankara, 2014, s. 761.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad: Divan
Edebiyatı Antolojisi, Haz. Ahmet Mermer, Ankara, Akçağ
Yayınları, 2006, s. 338-340.
KURNAZ, Cemâl v.d.: Hüseyin
Vassaf: Hayatı-Eserleri ve Şiirlerinden Seçmeler, Ankara,
Akçağ Yayınları, 1999, s. 115-116
KURT, Mustafa: "Şiir Antolojileri", Hece:
Türk Şiiri Özel Sayısı, S. 53/54/55, s. 622.
KUYUMCU, Fehmi: Salih Baba Divânı, Ankara, Gaye
Matbaası, 1979, s. 237.
KÜRKÇÜOĞLU, Kemal Edip: Altınoluk Dergisi, 1986
Kasım, S. 9, s. 13.
KÜRKÇÜOĞLU, Kemal Edip: Osman
Şems Dîvânı'ndan Seçmeler, İstanbul, Kubbealtı
Neşriyâtı, 1996, s. 74-75.
Leblebici Baba: Tuhfetü'l-Uşşâk,
Haz.:Recep Toparlı vd., Erzurum, Fen-Edebiyat Fakültesi
Yayınları, 1990, s. 18.
LEVEND, Agâh Sırrı:
"Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri", Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı Belleten, Ankara, 1972, S. 371, s. 35-36.
LEVEND, Agâh Sırrı: Ali Şîr Nevâî:
Hayatı Sanatı ve Kişiliği, Ankara, C.I, 1965, s. 66.
Leylâ Hanım: Dîvân-ı Leylâ Hanım,
1851.
MACİT, Muhsin: Divan Şiirinde Âhenk Unsurları,
İstanbul, Kapı Yayınları, 2005, s. 79.
MACİT, Muhsin: Gelenekten
Geleceğe: Modern Türk Şiirinde Geleneğin İzleri, İstanbul,
Kapı Yayınları, s. 4.
MAZIOĞLU, Hasibe: Ahmet
Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara, Sevinç Matbaası, 1987, s.
33-34.
Mehmed Arif Kethudâzâde:
Dîvân-ı Kethudâzâde Arif, İstanbul, Tabhâne-i Âmire, 1855, s.
6.
Mustafa Aczi Ağa: Dîvân-ı
Edremîdî Mürid-zâde, İstanbul, Mekteb-i Sanayi Matbaası,
1873 s. 8.
NÂDİ, Tâhir: ‘ çevrimiçi’
http://www.ayvakti.net/ayvakti-oyku/item/bir-mevlid-airi-tahir-
nadi, 17.05.2014.
Nigâr Hanım: Efsûs, İstanbul,
Ahter Matbaası, 1889, C.I, s. 46.
Numan Mâhir Bey: Dîvân, İstanbul,
Matbaâ-i Âmire, s. 13.
OKAY, Orhan:
“Batılılaşma”, Edebiyat, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.V,
İstanbul, 1992, s. 167.
OKÇU, Naci: Şeyh Gâlib Dîvânı, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı, 2011, s. 80-84.
Osman Kemâlî: Divan-ı
Kemâlî’den Aşk Sızıntıları, Haz: Baha Doğramacı, İstanbul, Sinan
Matbaası ve Neşriyat Evi, s. 19.
Örnekleriyle Türkçe
Sözlük: Haz.: Komisyon, Ankara, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,
1996, C.3, s. 1990.
ÖZAYDIN, Abdülkerim:
"Türklerin İslâmiyeti Kabulü", Türkler, C.IV, Ankara, Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, s. 409-410.
ÖZCAN, Nurgül:
"Molla Velî'nin Vefât-ı Nebî'si", Turkish Studies, C.VII, S.
2, Bahar 2012,
s. 839.
ÖZCAN, Nurgül: Murtazâ
Sükûtî Dîvânı: (İnceleme-Metin), İstanbul, Arı Matbaacılık,
2011, s. 106-107.
ÖZDAMAR, Mustafa: Yaman Dede, İstanbul, Kırkkandil
Yayınları, 4.Baskı, 2008, s.94.
ÖZDEMİR, Hikmet: Âdile
Sultan Dîvânı, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Millî Kütüphane
Basımevi, s. 200-201.
ÖZDEMİR, Hikmet-KARATAŞ,
Şahin: Türk Edebiyatından Seçme Naatlar, İstanbul,
Türkiye İlmi İçtimai Hizmetler Vakfı Yayınları, 2010, s. 68.
ÖZDEMİR, Mehmet:
"Siyer Yazıcılığı Üzerine", Milel ve Nihal, C.IV., S.3.,
İstanbul, 2007,
s.130.
ÖZDEMİR, Mehmet:
"Siyer Yazıcılındaki Değişim Üzerine", Çağımızda Sosyal Değişme ve
İslâm: 2002 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzâkereleri, Ankara,
Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 2007, s. 201.
ÖZER, Ahmet: Türk Edebiyatında Naatler, İzmir,
Kaynak Yayınları, 2008, s. 459.
ÖZGÜL, M. Kayahan: Dîvan
Yolu'ndan Pera'ya Selâmetle: Modern Türk Şiirine Doğru,
Ankara, Hece Yayınları, 2006, s. 178.
ÖZGÜL, M. Kayahan: Helvacı-zâde
Muharrem Hasbi Hayatı ve Eserleri, Ankara, Zağnos
Kültür ve Eğitim Vakfı Yayınları, 1998, s. 19-20.
ÖZKAN, Mustafa: Faruk
Kadri Timurtaş: Hayatı-Eserleri-Eserlerinden Seçmeler, Ankara,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2000, s. 100-103.
ÖZSARI, Mustafa: Müstecabizâde İsmet: Bütün
Şiirleri, İstanbul 3F Yayınevi, 2008, s. 143.
ÖZTOPRAK, Nihat: “Türk
Edebiyatında Manzum Siyerler”, Yazılışın 600. Yılında Bir
Kutlu Doğum Şaheseri Uluslararası Mevlid Sempozyumu, Edit.: Bilal
Kemikli-Osman
Çetin, TDV Yayınları, Ankara, 2010, s. 54.
ÖZTOPRAK, Nihat: Klâsik
Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler, Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, (DT), İstanbul, 1993, s. 1-97.
ÖZTÜRK, Ali: "Türk
Edebiyatında Manzum Siyerler", Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı
Sempozyumu, Yay. Haz.: Mahfuz Söylemez, Çorum, İslâmi İlimler Dergisi
Yayınları, 2007,
s. 213.
ÖZTÜRK, Hakan: “Cumhuriyet
Dönemi İslâm Tarihi Çalışmalarında Hz. Muhammed
Tasavvuru (1923-1938)”, Ankara Üniersitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(DT), Ankara, 2011,
s. 13.
ÖZTÜRK, Hakan: “1923-1938
Yılları Arasında Din Derslerinde Okutulan Kitaplarda
Hz. Peygamber Tasavvuru”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
C.XVII, S.1,
Elazığ, 2012.
PALA, İskender:
"Kırk", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXV,
İstanbul,
2002, s. 466.
PARLATIR, İsmail: Fuzûlî Türkçe Divan, Ankara, Akçağ
Yayınları, 2012, s. 51-53.
PARLATIR, İsmail: Şinasi, Ankara, Akçağ Yayınları,
2004, s. 93-94.
PEKOLCAY, Necla-v.d.: İslâmî
Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul,
Bayrak Matbaası, 1994, s. 193.
Recâizâde Mahmud Ekrem: Zemzeme, İstanbul, Garâbet
Matbaası, 1884, III. C. s. 18.
Sahîh-i Buhârî: Çev.: Mehmed Sofuoğlu, C.I,
İstanbul, Ötüken Yayınları, 2004, s. 46.
SARAÇ, M.A.Yekta: Klâsik
Edebiyat Bilgisi: Belâgat, 4. bs., İstanbul, Gökkubbe Yayınları,
2006, s. 274.
Senîh-i Mevlevî: Dîvân-ı Senîh-i Mevlevî, İstanbul,
Takvimhâne-i Âmire Matbaâsı, 1854 s. 3
Sermed: Dîvânı Mehmed Sermed, y.y, t.y, s. 4.
Süleyman Şâdi Efendi: Dîvân-ı
Süleyman Şâdi, İstanbul, Der-saâdet Matbaâsı, 1907, s. 9-10.
ŞAHİN, Mehmet: “Mustafa
Fevzi bin Numan'ın Hayatı Eserleri ve Dinî Edebiyatla İlgili
Şiirleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (YLT), Ankara,
2006, s. 130-131.
Şemseddin Sami: Kâmûs-ı Türkî, İstanbul, Çağrı
Yayınları, 2009, s. 756.
ŞENÖDEYİCİ, Özer-AKDAĞ,
Ahmet: Tırnovalı Râşid Divançesi, Konya, Kömen
Yayınları, 2013, s. 53.
Şeref Hanım: Dîvân-ı Şeref Hanım,
İstanbul, 1875.
Tâhirü'l-Mevlevî: Edebiyat
Lügatı, Neşre Haz.: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi,
İstanbul, 1994, s. 113.
TANSEL, Fevziye
Abdullah: Çocuklar İçin Dînî Şiirler, Ankara, Diyanet Yayınları, 1961,
s.
12-14.
TARIK, Yüksel Murat: Hoş
Sadâ -İlâhîler, Kasideler, Na't-ı Şerifler, Mevlid ve Marşlar,
İstanbul, İlim Yayınları, 1982, s. 190.
Tarih İçinde Hicret
ve Na‘tlar Antolojisi, Haz.: Komisyon, TMKV Yayınları, istanbul,
1982.
TEKELİ, Hamdi:
"Regaib Gecesi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.XXXIV,
İstanbul, 2007, s. 535.
Tirmizî, Kıyamet 11.
TUNCER, Faruk: Kemahlı
İbrahim Hakkı Efendi: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Basın Yayın
Matbaacılık, 1999, s. 49.
ULUDAĞ, Süleyman: İslâm'da
İnanç Konuları ve İtikadî Mezhepler, 4. bsk., Marifet
Yayınları, İstanbul, 1998, s.199.
USLUER, Zekeriya: Süleyman
Nahîfî Hayatı Eserleri ve Hilyetü’l-Envârı, MÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 1994.
UTKU, Nihal Şahin:
"Siyer Yazıcılığı I.Bölüm", 'çevrimiçi' http://www.sonpeygamber.info
10.06.2014, s. 1.
UTKU, Nihal Şahin:
“Siyer Yazıcılığı-III. Bölüm”, (Çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.-
info/ siyer-yaziciligi-iii-bolum-, 16.06.2014.
UTKU, Nihal Şahin:
“Siyer Yazıcılığı-IV.Bölüm”, (Çevrimiçi) http://www.sonpeygamber.-
info/ siyer-yaziciligi-iv-bolum-, 16.06.2014.
UZUN, Mustafa:
"Hilye", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVIII,
İstanbul,
1998, s. 44.
UZUN, Mustafa:
"Mecmua", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXVIII,
s.
265.
UZUN, Mustafa:
"Mi‘râciyye", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.XXX,
İstanbul, 2005, s. 136.
UZUN, Mustafa: "Muhammed", Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, 2006, s. 458.
UZUN, Mustafa: "Regâibiyye", Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C.XXXIV, İstanbul, 2007, s. 536.
UZUN, Mustafa:
“İktibas”, Türk Edebiyatı, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
C.XX, İstanbul, 1999, s. 53.
ÜNAL, İsmail Hakkı:
"İslâm Kültüründe Kırk Hadis Geleneği ve Şeyh Hamîd-i Velî'nin
Hadîs-i Erbaîn Şerhi", Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
1999, C.XXXIX, s.
138.
YALAR, Mehmet:
"İslâmi Arap Şiiri ve Hz. Peygamber" Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. XVIII., S. I, s. 61-88.
YASAV, Oya: Hilyetü'l-Envâr, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü,
1995.
YAVUZ, Kemal:
"Anadolu'da Başlayan Türk Edebiyatında Görülen İlk Miraçnâmeler: Âşık
Paşa ve Miraçnâmesi", İlmî Araştırmalar, S.8, İstanbul, 1999,
s.247.
YAVUZ, Kemal: Âşık Paşa:
Garib-nâme, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2010, C.II, s.
290
YAVUZ, Yusuf Şevki:
"Delâilü'n-Nübüvve", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C.IX, İstanbul, 1994, s. 116.
YEKBAŞ, Hakan:
"Klasik Türk Şiirinde Regâibiyye ve Mehmed Fevzi Efendi'nin
Regâibiyyesi", Ankara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi [TAED],
S.42, Erzurum, 2010, s. 71.
YEKBAŞ, Hakan:
"Receb Vahyî ve Leyle-i Regâib adlı Regâibiyyesi", Uluslararası
Sosyal
Araştırmalar Dergisi, C.IV, Bahar 2011, s. 219.
Yenişehirli Avni Bey: Avni Bey Dîvânı, İstanbul,
Mahmut Bey Matbaâsı, 1888.
YENİTERZİ, Emine:
"Bir Edebî Tür Olarak Na‘tlar", Yazılışının 600. Yılında Bir Kutlu
Doğum Şaheseri Uluslararası Mevlid Sempozyumu, İstanbul, 2010, s. 97.
YENİTERZİ, Emine:
"Divan Şiirinde Hz. Peygamber'in İsim ve Sıfatları-Esmâ-i Nebî", TDV
Kutlu Doğum Haftası II 1-7 Ekim 1990, Ankara, 1992, s. 87.
YENİTERZİ, Emine:
"Türk Edebiyatında Na‘tlar" Kutlu Doğum Haftası II, Ankara,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, s. 113.
YENİTERZİ, Emine: Divan
Şiirinde Na‘t, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993,
s. 284.
YENİTERZİ, Emine: Türk
Edebiyatında Na‘tlar (Antoloji), Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 1993, s. 74-75.
YILDIZ, Recep: Fenâ, İstanbul, Yüzakı Yayıncılık,
2010, s. 86.
YILDIZ, Âlim:
"Regâibiyye ve Üsküdarlı Sâfî'nin Bir Regâibiyyesi", Somuncu Baba
Aylık
İlim Kültür ve Edebiyat Dergisi, S. 90, Malatya, 2008, s. 49.
YILMAZ, Ahmet:
"Türk Edebiyatında Esmâ-i Nebeviyye-i Şerîfe'yi Tadât Geleneği ve
Müstakimzâde'nin Mir’atü's-Safâ İsimli Risâlesi", İSTEM, Yıl 2, S.
4, 2004, s. 162.
YILMAZ, Ahmet:
"Türk Edebiyatında Na‘tî Mahlasını Kullanan Şairler", İSTEM,
S.2, 2003,
s. 77-80.
YILMAZ, Engin: “Gazavat-nâmeler
ve Niyazi'nin Gazavât-ı Nebî'si”, Marmara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (YLT), İstanbul, 1995.
YILMAZ, İsmail: “Kur'an'da
Bi‘set (Peygamber Gönderme) ve Gerekçeleri”, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (YLT), Konya, 2009.
YILMAZ, Musa Kazım:
"Nâbî'nin Hac Menâsikiyle İlgili Duyguları", Şair Nâbî
Sempozyumu, Şanlıurfa, Şanlıurfa Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler
Müdürlüğü, 2009, s.
186.
Yûsuf Hâs Hâcib: Kutadgu Bilig,
Haz.: Mustafa S. Kaçalin, 'çevrimiçi'
ekitap.kulturturizm.gov.tr, 16.10.2014, s. 11.
ZARİFOĞLU, Cahit: Şiirler, İstanbul Beyan Yayınları,
8. bsk, 2011, s. 357
Ziya Paşa: Eş‘âr-ı Ziyâ, İstanbul, 1880, Mihran Matbaası,
s. 2.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar