Namaz Kılmayıp ve Orucu Tutmayıp Hallacın Yolundayız Diyenler Sahtekârdır...
Bir Divan Şairinin Hallac-ı Mansur Yorumu
Hazırlayan:
Kaplan ÜSTÜNER[*]
Şiirlerinde çeşitli kaynaklardan beslenen divan şairleri, ünlü
sufi Hallac-ı Mansur (244/858-309/922)’a karşı da kayıtsız kalamamış, onu da
şiirlerinde konu edinmişlerdir. Hak aşığı Hallac-ı Mansur’un çileli yaşamı,
insanı etkileyen düşünceleri ve hazin sonu şairlerin hayal dünyasını sürekli
meşgul etmiştir. Manzumelerin beyit yahut bentlerinde yer verilen Hallac hakkında
müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bu yazıda ise bölümler halinde yazılan
bir mesnevinin Hallac-ı Mansur’a ayrılan kısmı değerlendirilecektir. Eserin
yazarı Edirneli Kâmî (1059/1649-1136/1724) ilim ve irfan sahibi bir şairdir.
Bağdat’ta kadı olarak bulunduğu sıralarda çalışmamıza konu olan Tuhfetü’z-zevrâ
mesnevisini kaleme almıştır. Şair, eserinde Bağdat’ta medfun velileri
anlatmıştır. Toplam 26 başlık altında 581 beyitten oluşan mesnevi, aruzun
“mefûlü mefâ‘ilün fa‘ûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu çalışmada, bir divan
şairinin Hallac-ı Mansur’a bakış açısının incelenmesiyle, divan şiirinin
beslendiği kaynaklardan birisine kapı aralanması amaçlanmış, eserin Türk kültür
ve düşünce tarihine ne kadar önemli katkılar sağladığının gözler önüne serilmesi
hedeflenmiştir. Bu düşüncelerle Tuhfetü’z-zevrâ mesnevisinin Hallac-ı Mansur’la
ilgili bölümünün beyitleri günümüz Türkçesine çevrilerek açıklaması
yapılmıştır. Edirneli Kâmî eserde Hallac-ı Mansur’u çarpıcı benzetmelerle
tasvir etmiş, hayatından çeşitli kesitler sunmuş, sohbet arkadaşlarını
sıralamış, düşünce dünyasını dile getirmiş ve takva yönünü anlatmıştır. Sufinin
doğduğu ve yaşadığı şehirden söz etmiş fakat ünlü sözü “enelhakk”a yer
vermemiştir. Hallac-ı Mansur hakkında çeşitli görüşlerin farkında olan şair,
sufiye karşı olumlu kanaat sergilemiştir.
Astronomiden coğrafyaya, mitolojiden sosyal hayata kadar geniş bir
yelpazeden beslenen divan şairleri, çileli yaşamı, düşünceleri ve hazin sonu
ile tasavvuf tarihini derinden etkileyen ünlü sufi Hallac-ı Mansur
(244/858-309/922)’a da kayıtsız kalmamış ve şiirlerinde ondan söz etmişlerdir.
Şairler, manzumelerinin beyit veya bentlerinde yer verdikleri Hallac için
müstakil eserler de kaleme almışlardır (Tatcı, 2008). Divan şairlerinin
Hallac’a bakış açılarını ortaya koyacağımız hacimli çalışma[†] için araştırma yaparken bir divanın sonunda bölümler halinde
düzenlenmiş bir mesnevide söz konusu mutasavvıftan bahsedildiğini görünce
heyecanlandık. Beyit boyutunu aşan fakat müstakil bir eser de olmayan Hallac
hakkında derli toplu bilgi ve yorumlar içeren ilgili bölümü notlarla
zenginleştirip açıklamaya karar verdik.
Mesnevinin yazarı Edirneli Kâmî (1059/1649-1136/1724) medrese
tahsili görmüş, çocukluğundan itibaren tasavvufi terbiye almış ve edebiyat
kültürüyle beslenmiş bir divan şairidir. Çeşitli medreselerde müderrislik yapan
Kâmî 1116/1704 yılında Bağdat’a kadı olarak atanmış ve burada iki yıl
kalmıştır. Devrin şair ve tezkire yazarları tarafından takdirle karşılanan,
şairliğinin yanı sıra âlimlik ve münşiliği de övülen Kâmî, rindâne, âşıkâne ve
hikemî şiirler yazmıştır. İlim ve irfanı ile dikkat çeken şair özellikle gazel,
kaside, tarih ve lügazları ile tanınmıştır. Divan, Tuhfetü’z-zevrâ, Behcetü’l-feyhâ,
Fîrûz- nâme, Fetâvâ-yı Kâ’idiyye, Şerh-i Hicv-i Şifâî ve Riyâzü’l-kâsımîn gibi
manzum-mensur birçok eser kaleme almıştır (Yazıcı, 2001: 279-280).
Kâmî, Tuhfetü’z-zevrâ mesnevisinde kadılığı sırasında ziyaret
ettiği Bağdat’taki medfun velileri anlatmıştır. 26 başlık altında 581 beyitten
oluşan eserin bir bölümü (523.-542. beyitleri) Hallac-ı Mansur’a ayrılmıştır.
Aruzun “mefûlü mefâ‘ilün fa‘ûlün” kalıbıyla yazılan eser yayımlanmıştır
(Yazıcı, 1998; Yıldırım, 2000).[‡]
Manzumelerde hakiki âşığın sembolü olarak kullanılan fakat
tasavvuf tarihinde hep tartışıla gelen Hallac-ı Mansur hakkında ilim, irfan
sahibi bir şairin fikirlerinin ortaya konması 18. yüzyıl Türk düşünce tarihini
aydınlatması bakımından son derece önemlidir. Bu sebeple biz de anılan yüzyılda
bir Osmanlı aydınının ünlü sufiye ilişkin tespitlerini içeren beyitlerini
günümüz Türkçesine çevirip açıklayarak Türk düşünce tarihine katkıda bulunmayı
amaçladık. Ayrıca, bu çalışma ile bir divan şairinin Hallac-ı Mansur ile ilgili
bakış açısı -bilindiği kadarıyla- ilk kez incelenip değerlendirilmeye gayret
gösterilecektir.
Edirneli Kâmî’nin Hallac-ı Mansur Yorumu
Sâhib-i Vak’a
Cenâb-ı Mansûr[§] [**]
Kişisel özeliğine uygun olarak özenle seçilen “Sâhib-i Vak’a”
başlığı, mutasavvıfın hayatı boyunca yaşadığı çeşitli olaylara özellikle
asılarak öldürülmesiyle sonuçlanan hazin sona bir göndermedir. Feridüddin Attar
(2002:
169), Mansur’un “kendisine has birtakım
vakaları”ndan söz etmişti. Başlığın bu düşünceye uygun bir görüntü
arz ettiği görülmektedir.
Kültürümüzde daha çok Allah, Peygamber ve bazen de padişahtan söz
edilirken “hazret” anlamında bir saygı ifadesi olarak kullanılan “cenâb”
kelimesi (Yavuz, 1993: 346) Mansur için de tercih edilmiştir. Bu ifade aynı
zamanda mutasavvıfla ilgili olumlu bakışın ipucunu da bize verir.
Asıl adı Hüseyin olan mutasavvıf, İran’da ve bizde daha çok Mansur
şeklinde babasının adıyla anılmıştır. “Allah’ın yardımıyla galip gelen”
anlamındaki “Mansur” adına yer verilirken davasının zafere ulaştığına da işaret
edilir (Uludağ, 1997: 377-381).
1.
Ol cây-ı
ferah-fezâ-yı pür-nûr
Kurbinde anun makâm-ı Mansûr
[Nuruyla gönüllere ferahlık ve sevinç veren Mansur’un makamı,
(Bağdat’ın) yakınındadır.] Evliyanın
hakiki veya sembolik kabir ve türbelerine makam denilmektedir. Kâmî, konuya Hallac’ın
makamının bulunduğu yeri tasvirle başlıyor. Mansur için İslam beldelerinde pek
çok makam yapılmıştır (Uludağ, 2003: 409-410). Bunlardan biri de Bağdat’ta
asıldığı yer üzerinde 437/1045-581/1185 yılları arasında inşa edilendir. Bu
makam zaman geçtikçe önem kazanmış ve Hak şehidi bir velinin türbesi olarak
ziyaret edilmeye başlanmıştır. Kâmî de Bağdat’ta kaldığı süre içinde şehrin
yakınlarında bulunan Mansur’un makamını ziyaret etmiştir. Makamın çevresi adeta
nur ile dolmuştur. Her tarafın manevi ışıkla kaplandığı makam insana ferahlık
ve rahatlık vermekte, kişinin kendisini huzur içinde hissetmesine sebep
olmaktadır.
2.
Hallâc-ı cihân
fedâ-yı ‘uşşâk
Tûfân-ı belâ şeh-per-i âfâk*
[Dünyanın hallacı, âşıkların kurbanı, belâ tufanına maruz kalan,
ufukların uzun kanatlı kuşu...]
Hallac’ın edebi tasvirlerinin yapıldığı beyitte öncelikle dünyanın
hallacı olduğu vurgulanır. Sözlük anlamı “pamuk atan, pamuk işleyen” demek olan
hallac, yünü, pamuğu yay ve tokmak gibi bir araçla kabartma, ditme işini yapan
kişiler için kullanılır. Hallac aynı zamanda mutasavvıfın diğer adıdır. Bu adı
niçin aldığı konusunda çeşitli görüşler vardır. Babasının mesleğinden dolayı
Hallac diye tanındığı belirtilir. Diğer bir görüşe göre ise insanlara İlahi
sırlardan bahsetmesi ve gönüllerdeki sırları pamuk gibi çevirmesi sebebiyle
“Hallâc-ı esrâr” unvanını almıştır. Gösterdiği bir keramet sebebiyle bu adı
aldığını söyleyenler de vardır. Anlatıya göre bir hallacın dükkânına uğramış ve
sahibini bir yere göndermiş. Adamı işinden alıkoyduğunu düşünerek bir parmak
işaretiyle pamukların çekirdeklerini dışarı çıkarmış. Dükkâna dönen kişi kısa
sürede pamuklarının atıldığını
görünce bunu velinin bir kerameti olarak kabul etmiştir. Bu olaydan sonra
Hallac diye anılmıştır. (Feridüddin Attâr, 2002: 171; Uludağ, 1997: 377-381) Kâmî,
Mansur’un fikirlerinin insanları etkilediği ve onların
düşüncelerini hallaç pamuğu gibi yerle bir ettiği kanaatindedir.
İkinci niteleme Hallac’ın “fedâ-yı ‘uşşâk” olduğudur. Anlatılan
bir menkıbeye göre veli, Bağdat’ta halk arasında açık bir şekilde hacda kesilen
kurbanlar gibi Allah yolunda canını feda etmek istediğini haykırıyordu (Uludağ,
1997:
377-381). Bu ifadeyle hem anlatılan menkıbeye gönderme yapılmış hem de velinin hazin
sonuna işaret edilmiştir. Canını Hak uğruna feda eden Mansur gerçek bir
kurbandır. Fedâ kelimesinin bir anlamı da “kurban”dır.
“Tûfân-ı belâ” tasviriyle de Mansur’un maruz kaldığı belalara
telmih yapılır. Belaların yağmur hatta Nuh Peygamber zamanında yağan ve bütün
dünyayı su altında bırakan tufan gibi yağdığı dile getirilir. Yaklaşık elli
şehirden kovulan (Feridüddin Attâr, 2002: 171), 9 yıla yakın değişik
hapishanelerde kalan, her gün sabah bir yerde akşam başka bir yerde bağlanıp
teşhir edilen (Öztürk, 1997: 81-82.),
kırbaçlanan; burnu, kolları ve ayakları
kesildikten sonra idam edilen, başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilen,
gövdesi yakılıp külleri Dicle nehrinin sularına savrulan, kesik başı iki gün
köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırılan
(Uludağ, 1997: 377-381) Mansur’un başına gelen belaların tufana benzetmesi
oldukça dikkat çekici ve anlamlıdır.
“Kuş kanadının en uzun tüyü, büyük kanat” anlamındaki “şeh-per”
kelimesi beyitte Hallac’ı nitelemek için kullanılmıştır (kapalı istiare).
Kuşlar özellikle güneşin batışına yakın vakitlerde uçar. Bu sembolik anlatımda
gurup vaktinin kızıllığı ile Hallac’ın öldürülürken akan kanı arasındaki renk
uyumu aradaki ilgiyi gösterir. Ufukta uçan kuşlar arasında uzun kanatlı olarak
düşünülmesi ise Hallac’ın veliler arasında müstesna bir yere sahip olmasından
kaynaklanmaktadır.
3.
Şehr-i Beyzâ’da
neş’et itdi
[Beyza şehrinde doğdu. (Daha sonra) Bağdat’a gelip yerleşti.]
Mansur’un hayatıyla ilgili iki somut bilginin aktarıldığı beyitte
doğum yerinin Beyzâ , daha sonra gelip yerleştiği yerin ise Bağdat olduğu
söylenmektedir. 244/858 yılında İran’ın Fars eyaletinde bulunan Beyzâ’da
dünyaya gelen (Massignon, 2006: 55) Hallac’ın “Ebü’l-Mugıs el-Hüseyn b. Mansûr
el-Beyzâvî” şeklindeki künyesinde doğduğu şehre atıf vardır. Mutasavvıfın
hayatında Bağdat önemli bir yere sahiptir. Zira Bağdat’ta ünlü sufilerin
sohbetlerine katılmış, bir ev satın almış, hapishanede kalmış ve Bâbüttâk
denilen semtinde hayata gözlerini kapamıştır (Uludağ, 1997: 377-381).
4.
‘Amr-ı Mefckî’nün
oldı müridi
[Hakikat âşıklarının en üstünü (olan Hallac), Amr b. Osman
el-Mekkî’nin müridi oldu.]
İlk devir
sufilerinden olan Amr b. Osman el-Mekkî’ (ö. 297/910) Hallac’ın tasavvufi hayatında önemli bir rol oynamıştır. Mansur’a sufi hırkasını giydiren ve
sülukunu tamamlatan Amr’dır. Meşrepleri farklı olan bu iki sufinin
beraberlikleri kısa sürmüştür. (Öztürk, 1997: 63-64; Uludağ, 1991: 90) Beyitte
ise Hallac, Amr’ın müridi olarak tasvir edilmiştir.
“Dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara aşina
olunması” (Çağrıcı, 1997: 177-178) anlamındaki hakikate âşık olanlar arasında,
Hallac’ın yerine dikkat çekilmiştir. Hakikate âşık birçok gönül eri olmakla
beraber bunlar arasında Mansur’un yeri benzersizdir. Zira İlahî sırlara aşina
olan, Hakk’ın tecellilerini temaşa eden, canını hakikat yolunda seve seve feda
eden Hallac’tır.
5.
Şeh-râh-ı tarîk-ı
Hakk’a râgıb
[Nuri ve Cüneyd ile sohbet arkadaşı (olan Mansur), Hakk’a ulaşan
ana caddede gitme arzusundadır.]
Hallac, Cüneyd-i Bağdâdî (ö.
297/909) ve Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî (ö. 295/908) gibi Bağdat’ın
tanınmış sûfîlerinin sohbetlerine katılmıştır. İlk devir sûfîliğinin en güçlü
temsilcilerinden olan Cüneyd, şer’î hükümlere son derece bağlıdır (Ateş, 1993:
119-121). Bağdat tasavvuf ekolünün en büyük temsilcilerinden olan Nuri ise
“Allah sevgisi” yerine “Allah aşkı” tabirini ilk kez kullanan bir sufidir
(Kara, 1994: 328-330).
İnsanı Hakk’a ulaştıran birçok yol vardır. Bunlardan biri de irfan
ve tasavvuf yoludur. Kâmî, Hallac’ın arzuladığı ve takip ettiği bu yolun, dinin
geniş bir caddesi olduğu düşüncesindedir.
6.
İfrât-ı muhabbet
ile meczûb
Ser-mest-i rahîk-ı
‘aşk-ı mahbûb
[Aşırı sevgi ile kendinden geçmiştir. Sevgilinin aşk şarabının
sarhoşudur.]
Klasik şiirimizde aşk, insanı
kendinden geçirme, aklı baştan alma ve sarhoş etme gibi özellikleriyle şaraba
benzetilmiştir. Âşık sevgiliyi temaşa etmedikçe ayılıp kendine gelemez. Mest
ise aşkın, âşığın varlığına âdeta iliklerine işlercesine hâkim olmasıdır. İlâhî
aşk şarabıyla kendinden geçen âşığa da mest denir. Sevgili, Hak’tır. Cezbe hali
maddî bedeni etkileyen şarabın verdiği sarhoşluğa benzetilir. Cezbeye tutulan
meczup da sarhoş gibidir (Üstüner, 2014: 105-134, 182). Beyitte
aşırı muhabbet ile cezbeye kapılan ve sevgilinin
sunduğu aşk şarabı ile sarhoş olan Hallac’ın hali sembolik kelimelerle tasvir
edilmiştir. Allah sevgisiyle coşup kendinden geçen bir âşık olarak
nitelendirilen Hallac, tasavvufi kaynaklarda da benzer şekilde anlatılmıştır:
“Manada istiğrak halinde bulunan Mansur, tasavvuf yolunun
sermestlerinden, iştiyak sahiplerinden idi.” (Hucvirî, 1996: 253).
“Samimi ve bağrı yanık bir âşık idi.” (Feridüddin Attâr, 2002:
169).
“Hakiki sâdık ve aşık elbette böyle olur. O, sekr ve galebe
(kendinden geçme ve aşırı coşku hali) içindedir.” (Abdurrahman Câmî 2001: 294).
“Abdulkadir
Geyllani (ö. 561/1166),
Hallac’ın durumunu, aşk ve fenafillahın en ileri
mertebesi olarak görür ve Hallac’ı en yükseltici sözlerle över:
Hallac, aşk yolunu boydan boya aştı ve o yoldan sevgi sırrının özünü aldı.”
(Öztürk, 1997: 135-6).
[Manevi yolculuğun nurları ile aydınlanan (Hallac’ın) keramet
göstermesi şüphesizdir.]
Talibin, bir mürşidin gözetiminde yaptığı manevî yolculuğa süluk
denilir (Uludağ, 2010: 127-128). Bu yolculuğun amacı, kişisel arzu ve
isteklerin yok edilerek tam anlamıyla İlâhî iradenin hâkimiyeti altına
girmektir (Üstüner, 2014: 165).
Manevî
yolculuğunu tamamlayanların gönlü nurlanır. Nefsini kötü huylardan
arındırıp iyi huylar kazanan kişi keramet gösterebilir. Bu sıfatlara sahip olan
Hallac’ın da keramet göstermesi kaçınılmazdır. Hallac’ın kerametlerinden bir
iki tanesi şöyle anlatılır:
“Hallac dört yüz sufi ile çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti ama
gıda namına bir şey bulamadılar ve Hüseyin’e:
“Bize kızartılmış kelle lazım!” dediler.
Hallac onlara:
“Oturunuz!” dedi. Sonra elini arkaya attı, her birine bir
kızartılmış kelle ve iki çörek verdi. Böylece onlara dört yüz kızartılmış
kelle, sekiz yüz çörek vermiş oldu. Sonra:
“Bize taze hurma lazım.” dediler.
Hallac kalktı ve:
“Beni bir ağaç gibi sallayınız!” dedi. Onlar da onu ırgaladılar.
Ondan, taze ve yaş hurma yağmaya başladı, bundan doyana kadar yediler. Sonra
yolda sırtını hangi dikene yaslasa o diken taze hurma verirdi.” (Feridüddin
Attâr, 2002: 172).
8.
Lîkin cezebât
içinde şaşmış
[Fakat kendinden geçip heyecana kapılınca şaşmış; telaş denizi
baştan aşmış.]
Cezbe tasavvufta ‘Hakk’ın kulu kendine çekmesi ve aniden yüce
huzuruna yükseltmesi’ demektir. Cezbe sırasında kul ruhuyla hakikatin kaynağına
ulaşır, Allah’tan başka her şeyi unutarak kendinden geçer ve kulluğundan
habersiz hale gelir, vecd ve istiğrak haline girer (Yılmaz, 1993: 504).
Hallac’ın cezbe sırasında hayrete düştüğü ve şaşkınlık içinde kaldığı
anlaşılmaktadır.
“Herhangi bir endişe ve kederden ileri gelen heyecanlı ve
sıkıntılı acele” anlamındaki “telaş” kelimesinin denize benzetilmesiyle sufinin
çektiği çilelerin çokluğu anlatılmıştır. Feridüddin Attar (2002:
169) da Hallac’ın dalgalı deryaya battığını
söylemiştir. “Baştan aşmak”, “pek çok olmak,
pek çoğalmak” anlamında bir deyimdir.
9.
Ba‘zılar ider bu kavli ısgâ
Katline Cüneyd vire fetvâ
10.
İtmişdi Cüneyd o
demde rıhlet*
[Bazıları, “(Hallac’ın) katline Cüneyd fetva verdi.’’ sözünün
doğruluğunu kabul ederler. (Gerçekte ise) Cüneyd o zaman göçmüştü. (Hallac’ın)
şehit olması Cüneyd’in ölümünden on bir sene sonradır.]
Peşi sıra gelen bu beyitlerde Kâmî “Hallac’ın asılmasına Cüneyd’in
fetva verip vermediği” tartışmasını dile getirmiştir.
Konuyla ilgili iki farklı kaynaktan uzunca bir alıntı yapmak
istiyorum:
“Hallac’ın katledilmesi lazım geldiğine dair imamların fetva
verdikleri gün Cüneyd, tasavvuf ehlinin kisvesi içinde idi, fetvaya imza
koymadı, istenen fetvayı yazmadı. Lakin halife ‘Cüneyd’in hattı da lazım.’ diye
emretti. Bunun üzerine malum tarzda sarığını sardı, cübbesini giydi, medreseye
gitti ve ‘Biz zahire göre hükmederiz, yani katl zahir hale göredir, fetva zahir
üzeredir. Lakin batını Huda bilir.’ diye sorulan meselenin fetvasını yazdı.”
(Feridüddin Attâr, 2002: 171).
“Cüneyd-i Bağdadi’nin, Hüseyin Mansur’un katline fetva verdiği
yolundaki kıssaların tamamı uydurmadır. Bu sözlerin tamamıyla uydurma olduğu,
tarihçiler nazarında gayet açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Seyyidüdtaife
Cüneyd’in vefatı, Hüseyin Mansur’un şehadetinden on bir yıl evveldir. Mansur
309/922 senesi Bağdat’ta Bâbû’t-Tâka’da, 24 Zilkade Salı günü şehadet şerbetini
içmişti. Cüneyd ise H. 297/910’da, Cumartesi günü Nîrûz Halîfe’de vefat etti.” (Abdurrahman Câmî, 2001: 290).
Tartışmanın metnin yazıldığı döneme kadar sürdüğü anlaşılmaktadır.
Bazı kişiler Hallac’ın asılmasıyla ilgili Cüneyd’in fetva verdiğine
inanırlarken bazıları bunun tarih bakımında mümkün olmadığı görüşünü
savunmuşlardır. Hallac, Cüneyd’den 11 yıl sonra vefat etmiştir. 11 yıl önce
ölen birinin fetva vermesi ise mümkün değildir.
İkinci beyitte
Hallac’ın şehit olduğu belirtilmiştir. Feridüddin Attar’ın (Attâr, 2002:
169)
da dile getirdiği gibi Hallac “Hakk’ın şehidi” olmuş bir velidir.
“Ölmek” kelimesinin anlamında “yok olmak” da bulunmaktadır. İslam
dinine göre ölüm “yalan dünyadan gerçek dünyaya göçmek” olduğundan (Gölpınarlı,
1977:
134) beyitte “rıhlet/göçme”
sözü kullanılmıştır.
11.
Bir sözle
harem-serâya girmiş
Ber-dâr olmış murâda irmiş
[Bir söz (enelhak) ile asılmış, isteğine erişmiş ve Hakk’a
kavuşmuş.]
“Bir sözle” kastedilen
“enelhak”tır. Hallac’ın bu sözle tanrılık iddia ettiği ileri sürülmüştür.
Hallac’ın “enelhak” dediği doğru olmakla birlikte bu sözle tanrılık iddiasında
bulunduğu hükmü yanlıştır. Onun konuyla ilgili ifadesi tam olarak şu
şekildedir: “Eğer Allah’ı tanımıyorsanız eserini tanıyınız, işte o eser benim,
ben Hakkım, çünkü ebediyen Hak ile Hakkım.” Hallac’ın bu sözleri daima onun
fenâ, sekr ve tevhit hali göz önünde tutularak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu
açıklamalara göre “Ben Hakkım” sözü “ben Hak’tanım” veya “ben bir gerçeğim ve
bâtıl değilim” demektir. Bazılarına göre ise Hallac, bu sözü Allah’tan hikâye
yoluyla söylemiş ve “Allah ‘ben Hakkım’ diyor.” demek istemiştir (Uludağ, 1997:
377-381). “Asılarak idam edilmek” demek olan “ber-dâr olmak” ifadesi Hallac’ın
hazin sonu için kullanılmıştır. Bağdat sokaklarında “öldürün beni” (Massignon,
2006:
64, 359) şeklinde
haykıran Hallac asılarak öldürülmüş, bu
sayede isteği olan Hakk’a kavuşmuştur.
[Bâkî olan Allah’ın yüzü belirince, dünya onun başına dar gelmiş.]
Beka kelimesi tasavvufta “kulun İlâhî tecellileri temaşa etmekle
bâkî olması” demektir. Beka halinde kul, Hakk’ın bütün eşyadaki tecellilerini
görür, sıfatlarıyla sıfatlanır. Bu mertebeye erişen, gönül aynasındaki pasları
temizleyip Hakk’ı müşahede eder (Üstüner, 2014: 183-184). Hallac beka derecesine erişmiş bir velidir ancak
bu yüksek dereceye
yetişemeyenler tarafından çileler çektirilmiş adeta dünya başına
dar edilmiştir. “Dünya başına dar olmak (gelmek)”, “çok sıkılmak, büyük bir
çaresizlik içinde kalmak” anlamında bir deyimdir.
[İşin hakikatine çok zıt olarak (Mansur) hakkında birbirine
uymayan düşünceler ileri sürerler.]
Hallac-ı Mansur tarih boyunca tartışılan, hakkında çok çeşitli ve
birbirine zıt görüşler ileri sürülen bir velidir. Beyitte bu farklı görüşlerin
varlığına dikkat çekilmiştir. Tarihte, İslâm âlimleri Hallac hakkında dört
gruba ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı mutasavvıfı haklı bulmuş, savunmuş ve
görüşlerini paylaşmışlardır. Bir kısım onu zındık sayarak şiddetle
reddetmişlerdir. Başka bir grup ise Hallac’ı mazur görmüş ve kendisine
acımışlardır. Dördüncü grup da bir hüküm vermekten kaçınarak sessiz kalmayı
tercih etmişlerdir (Uludağ, 1997: 377-381).
[(Mansur) akla gelenleri ve gönül aynasına yansıyanları açığa çıkarırdı.]
Hallac mânâ âleminde yaşadıklarını açığa çıkarmış ve gönül
dünyasına yansıyan olağanüstü halleri yazıya dökmüştür (Massignon, 2006:
205-206, 581). Hayatı boyunca hakikat, sır, marifet ve manalarla ilgili zor
anlaşılabilecek birçok eser kaleme almış, hapishanede iken bile boş durmamış,
en önemli eserlerini bu yıllarda yazmıştır. Bağdat’ta hapishanede iken
yazdıklarından “Tavasin” adlı eseri günümüze kadar ulaşmıştır (Feridüddin
Attâr, 2002: 169; Uludağ, 1997: 377-381; Öztürk, 1997: 82).
15.
Bir yemmde görilmedi
o cûşiş
Mukadder-t
beşer degül bu gûşiş*
[O coşkunluk hiçbir denizde görülmedi. Bu çaba insanın takdiri ile
değildir.]
İlk mısrada Mansur’un gönül dünyası sembolik olarak dile
getirilmiştir. “Yemm/deniz” kelimesi ile Hallac, hiçbir denizde görülmeyen
“cûşiş/coşkunluk” ise onun yaşadığı manevi haller için kullanılmıştır (açık
istiare). Yaşanan manevi haller neticesinde Hallac’ın ülkeleri dolaşması,
hapishanede dahi tebliğ görevini terk etmemesi gibi gösterdiği olağanüstü
çabalar (Massignon, 2006: 220-252, 581) insanın takdiri ile olan işler
değildir. İslam inancına göre de insanların yaratılış, yaşayış ve ölümüne
ilişkin kanunlar, hikmetin gereği Allah tarafından takdir edilmiştir (Yavuz,
2001: 58-63).
16.
Bir gömlek ile
haremde dâ’im
Bir yıl ser ü
pâ bürehne kâ’im
[(Hallac) haremde/hacda sürekli bir gömlekle ve baş açık yalınayak
vaziyette ibadet etmektedir.]
Harem, Mekke ve Medine şehirleriyle çevrelerindeki belirli
bölgeler için kullanılan bir kavramdır (Öğüt, 1997: 127-132). Beyitte üç kez
Mekke’ye giden Hallac’ın hacda yaptığı ibadetler ve çektiği çileler
anlatılmaktadır. Mutasavvıfın takva yönü bir kaynakta kısaca şöyle tasvir
edilir:
Mekke’de çilehanesinin avlusunda güneşin altında, yalın ayak, baş
açık bir vaziyette vücudundan süzülen ter yere akardı. Kâbe’nin avlusunda bir
yıl abdest ve tavaf dışında kımıldamadan dururdu. Ne güneşe ne yağmura aldırış
ederdi. Kendisine akşamleyin getirilen ekmek ve sudan sadece dört lokma yer iki
yudum su içerdi (Massignon, 2006: 155-156).
[Dostları elbisesini dikerdi. Gömlekle deri bile kopardı.]
301/913 yılında yakalanarak Bağdat’a getirilen Hallac’ın gözetim
altında tutulduğu sürece yemek ve elbise gibi ihtiyaçları dostları tarafından
karşılanmıştır (Uludağ, 1997: 377-381). Mutasavvıf, çektiği bütün çilelere
karşı sabredip samimiyetle ibadetlerini sürdürmüştür. Gömlekle birlikte derinin
de koptuğunun söylenmesi Mansur’un takvasına işaret etmek içindir. Aynı zamanda
ikinci mısra aşağıda dile getirilen olaya bir göndermedir:
Bir zaman çölde Hallac’ın yanında dört bin kişi vardı. Mekke’ye
kadar giderek sıcak güneşin altında Kâbe’nin karşısında bir sene çıplak olarak
durdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı, derisi değişti ama oradan
kıpırdamadı (Feridüddin Attâr, 2002: 172).
[(Hallac’ın) namazı her gün
bin rekât idi; diğer ibadetleri de sayısızdı.]
Hallac’ın takva ve zühd
yönü bu beyitte de anlatılmaya devam eder. Her gün bin rekât namaz kıldığı ve
diğer ibadetlerinin çok fazla olduğu dile getirilir. Tasavvufi kaynaklarda
mutasavvıfın söz konusu yönüyle ilgili aktarılan bazı rivayetler şöyledir:
“Zindanda iken bir gün bir
gecede bin rekât namaz kılardı.” (Feridüddin Attâr, 2002: 175).
“Bir ay hiçbir şey yiyip
içmeden oruç tutardı.” (Massignon, 2006: 615).
“Mansur yaşadığı sürece
takva ve salah elbisesi içinde bulunmuştu. Güzelce namaz kılmış, birçok vaktini
zikir ve münacatla geçirmişti. Fasılasız oruç tutmuş, düzgün şekilde hamd ü
senalarda bulunmuş, tevhit konusunda latif, hoş ve nükteli sözler söylemişti.”
(Hucvirî, 1996: 255).
“Sürekli ibadetle ve züht ile meşgul olmasına karşın Hallac,
Allah’a karşı görevlerini tamamıyla yerine getirmediğine inanıyordu.”
(Schimmel, 2001: 79).
“İbrahim b. Halvânî, Hallac
ile arasında geçen bir hadiseyi şöyle anlatıyor: Yatsı ile akşam vakti arası
Hallac’a uğradım. Namaz kılıyordu. Evin bir köşesine çekildim. O benim
geldiğimi hissetmemişti. İlk rekatta Bakara suresini, ikinci rekatta Âl-i İmrân
suresini okudu.” (Eraydın, 2001: 254).
19.
Ma‘lûm degül
hakîkat-i hâl
[Halin hakikati belli değildir. (Bundan dolayı Hallac için) iyi
düşünceler beslemeli, (onun hakkında) ileri geri konuşmaktan ve çok sözden
kaçınmalıdır.]
“Hakikat-i hal” ifadesiyle Hallac’ın hayatı boyunca çektiği
çileler, söylediği “enelhak” sözü ve ölümle sonuçlanan hazin son kast
edilmektedir. Bütün bu yaşanan olayların içyüzü kesin olarak bilinmemektedir.
Bundan dolayı Hallac hakkında kötü düşünceden uzak durmalı, ileri geri
konuşmaktan kaçınmalı ve dedikodu etmemelidir. En iyisi onunla ilgili olumlu
kanaat besleyip hüsn-i zanda bulunmaktır.
20.
Kabrin idegör
anun ziyâret
[(Mansur’un) kabrini ziyaret ediniz. O rahmet denizine dalsın.]
Şair, Hallac’ın kabrini ziyaret etmiş ve ziyaret sonucunda bu
metni yazmıştır. Kabir ziyareti ölümü hatırlamak, ölüye rahmet dilemek, ölüler
için duada bulunmak ve bağışlanmayı dilemek gibi amaçlarla Hz. Peygamber
tarafından teşvik edilmiş bir uygulamadır (Şener, 2001: 35-37). Kabrin ziyareti
sırasında Mansur’a dua edilmelidir. Kâmî de bu son beyitte Hallac’ın şefkat ve
merhamet denizinde gark olması için Allah’a dua ve niyazda bulunur.
Bu incelemede ilim irfan sahibi Edirneli Kâmî’nin kadı olarak
bulunduğu sırada Bağdat’ta medfun velileri anlattığı Tuhfetü’z-zevrâ
mesnevisinin Hallac-ı Mansur’la ilgili bölümü açıklanmaya gayret
gösterilmiştir. Bir divan şairinin ünlü sufiye bakış açısı ortaya konarak divan
şiirinin genel anlamda beslendiği kaynaklardan birisinin kapısı aralanmaya
çalışılmıştır.
Kâmî, bu manzumede Hallac’ı çarpıcı benzetmelerle tasvir etmiş,
hayatından çeşitli kesitler sunmuş, düşünce dünyasını dile getirmiş, takva ve
zühd yönünü anlatmıştır. Hakkında farklı görüşlerin bulunduğunu belirterek
Mansur’a karşı olumlu yaklaşılmasını ve hüsn-i zan edilmesini istemiştir.
Velinin ünlü sözü “enelhak”a yer vermemesi ise dikkat çekmiştir.
Divan şairlerinin, yazdıkları eserlerle Türk kültür ve düşünce
tarihine çok önemli katkılar sağladığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
Abdurrahman Câmî.
(2001/ Nefehâtü’l-Üns Evliyâ Menkıbeleri. (Çev. Lâmiî Çelebi, Haz.
Uludağ, Süleyman ve Kara, Mustafa). İstanbul: Marifet Yayınları.
Ateş, Süleyman. (1993). Cüneyd-i Bağdâdî. TDVİA, 8,
119-121.
Çağrıcı, Mustafa. (1997). Hakikat. TDVİA, 15, 177-178.
Eraydın, Selçuk.
(2001). Tasavvuf ve tarikatlar (Altıncı Baskı). İstanbul: M.Ü. İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları.
Feridüddin Attâr.
(2002). Tezkiretü’l-evliyâ. (Çev. Uludağ, Süleyman). İstanbul: Mavi
Yayıncılık.
Gölpınarlı,
Abdülbâkî. (1977). Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri. İstanbul:
İnkılâp ve Aka Yayınları.
Hucvirî. (1996). Keşfu’l-mahcûb
Hakikat Bilgisi (İkinci Baskı). (Çev. Uludağ, Süleyman). İstanbul: Dergâh
Yayınları.
Kara, Mustafa. (1994). Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî. TDVİA, 10,
328-330.
Massignon, M.
Louis. (2006). İslâm’ın Mistik Şehidi Hallâc-ı Mansûr’un Çilesi, La Passion
de Hallâj martyr mystique de I’Islam. (Çev. Birkan, İsmet). Ankara: Ardıç
Yayınları.
Öğüt, Salim. (1997). Harem. TDVİA. 16, 127-132.
Öztürk, Yaşar Nuri.
(1997). Hak ve aşk şehidi Hallâc-ı Mansûr ve eseri (Dördüncü Baskı).
İstanbul: Yeni Boyut Yayınları.
Schimmel,
Annemarie. (2001). İslamın mistik boyutları. (Çev. Kocabıyık, Ergun).
İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Şener, Mehmet. (2001). Kabir. TDVİA. 24, 35-37.
Tatcı, Mustafa.
(2008). Niyâzî-i Kadîm Hallâc-ı Mansûr menâkıbnâmesi. İstanbul: H
Yayınları.
Uludağ, Süleyman. (1991). Amr b. Osman el-Mekkî. TDVİA, 3,
90.
Uludağ, Süleyman. (1997). Hallâc-ı Mansûr. TDVİA, 15,
377-381.
Uludağ, Süleyman. (2003). Makam. TDVİA, 27, 409-410.
Uludağ, Süleyman. (2010). Sülûk. TDVİA, 38, 127-128.
Üstüner, Kaplan.
(2014). Tasavvuf ve klasik şiirimiz (İkinci Baskı). Ankara: Akçağ
Yayınları.
Yavuz, Yusuf Şevki. (1993). Cenâb. TDVİA, 7, 346.
Yavuz, Yusuf Şevki. (2001). Kader. TDVİA, 24, 58-63.
Yazıcı, Gülgün
Erişen. (1998). Edirneli Kâmî ve Divanı. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
e- kitap veri tabanından elde edildi.
Yazıcı, Gülgün. (2001). Kâmî. TDVİA. 24, 279-280.
Yıldırım, Ali.
(2000). Kâmî’nin Tuhfetü’z-zevrâ Adlı Mesnevisi. Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 5, 82-110.
Yılmaz, Hasan Kâmil. (1993). Cezbe. TDVİA. 7, 504.
[*] Doç. Dr., Harran Üniversitesi, e-posta: kaplanustuner@yahoo. com
[†]
“Divan Şiirinde Hallac-ı Mansur” konulu çalışmamız sürmektedir.
[‡] İki yayında farklı şekillerde değerlendirilen birkaç tane kelime
ve yapıya rastladık. Amacımız metin eleştirisi olmadığından beyitlere anlam
verirken daha doğru olduğunu düşündüğümüz biçimi metne alıp diğerini dipnotta
gösterdik.
Bilimsel
neşri yapıldığı için metnimizde çevriyazı alfabesini kullanmadık. Metni koyu
puntolarda yazdık.
Toplam
20 beyitten oluşan metinde kafiye ve redif sıkıntısı çekilmediği ancak vezin
hataları yapıldığını tespit ettik. Vezin kusuruna yol açan heceleri italik
olarak dizdik. Tahkiyevi mesnevilerde konunun daha önemli olması sebebiyle
karşılaşılan teknik problemlere bu eserde de rastladığımızı söyleyebiliriz.
[**] cihân fedâ / belâ şeh-per: cihân-fedâ / belâ-şeh-per (Yazıcı,
1998).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar