Print Friendly and PDF

HÜSEYN B. MANSUR…Hallac-ı Mansur… İbn Teymiye

 

Hallac Hakkında Eleştiri

 

Tercüme: Prof. Dr. Mikail BAYRAM

SUNUŞ

Geçmişte yaşamış bazı tarihi şahsiyetler var ki, ölümlerinin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen insanlar o kişiler hakkında iki ayrı ve biribirine zıd görüşte ola gelmişlerdir. Böyle bir kişiliğe sahip olanlardan biri de ünlü mutasavvıf ve şair Hüseyn b. Mansur el- Hallacdır.

Tam adı Ebu’l-Leys Hüseyn b. Mansur el- Hallac el- Beyzavî’dir. Hicrî 244 (858M.) yılında Beyza’da doğdu.  Ecdadı Zerdüştî idiler. Hicri 260-284 (874-897M) yılları arasında aralarında Cüneyd-i Bağdadî’nin de bulunduğu dönemin ünlü mutasavvıflarından ders aldı. Daha sonra onlardan ayrıldı. Fars, Horasan, Maveraünnehr’in muhtelif şehirlerinde dolaştı. Bir ara Hindistan’a gitti. 296H. Yılında ( 907 M) Mekke’ye geldi. Oradan Basra ve Bağdad’a döndü. Orada etrafında talebeler topladı. Kısa zamanda ünü Bağdad’ın İlmî ve fikrî çevrelerinde duyuldu. Muhalifleri onun sihirbazlıkla meşgul olduğunu, sihirbazlıkla insanları yoldan çıkardığını, itikatlarını bozduğunu öne sürdüler ve onu tutuklattılar. Tutuklu iken de faaliyetlerini sürdürüyordu. Karmatîlerin lideri Cennâbî ile ilişki içindeydi. Bu yüzden hicrî 309 yılında mahkemeye sevk edildi. Sonunda idama mahkum edildi. Hicri 309 yılının ilkbaharında ( 26 Mart 922 M. ) idam edilirken de önce çarmıha çekilmiş, sonra cesedi yakılarak külleri Dicle’ye atılmıştır.

Hüseyn b. Mansur el- Hallac’ın tutuklanması ve mahkumiyetinin asıl sebebi Karmatî propagandacısı olması, hululiyye inancına sahip olarak Allah’ın kendisine hulûl ettiği iddiasında bulunması olmuştur. Basra körfezi çevresinde kurulan Şii Karmatî devleti lideri Cennabî’nin arkadaşı olarak Bağdad'ta Cennabî lehinde misyonerlik faaliyetleri ile siyasîlerin gazabını üstüne çekmiştir. Fakat onu mahkeme eden kadılar (hakimler) ve ilim adamları onun öğretilerinin şer’a ( kanunlara) muhalif olduğu gerekçesi ile idamına hükmetmişlerdir.

Hüseyn b. Mansur el- Hallac’ın idam edilmesinden sonra tasavvufi çevreler onun haksız olarak öldürüldüğünü, mazlum ve şehit olduğunu, onu idam eden kadıların onun sahip olduğu yüksek fikirlerine akıl erdiremediklerini iddia etmişlerdir. Dolayısıyla bu çevreler Hallacm büyük bir kahraman olduğuna hükmetmişlerdir. Dinin toplumsal yapı ve düzeni korumayla ilgili kanun ve kurallarına bağlı olanlar Hallacm faaliyet ve öğretilerinin dinin ve toplumun düzenini bozmaya yönelik olduğunu, toplumsal yapıyı, huzur ve güveni korumak adına onun ölüm ile cezalandırılmasının yerinde ve gerekli olduğunu savunmuşlardır. Tasavvufa meyyal Sünnî çevreler ise, Hallac’ın manevî sarhoşluk(sekr) halinde şer’a (kanunlara) muhalif sözler söylediğini, fiiller, işlediğini, bu yüzden dinî sorumluluğu bulunmadığını, fakat toplumun düzen ve güvenini korumakla görevli olan kadıların da onu idam etmekle şer’a uygun bir iş gördüklerini ve isabetli hareket ettiklerini iddia etmişlerdir. Yani Hallac şarhoşluk halinde söylediği söz ve öğretilerinden dolayı dinî bir sorumluluğu bulunmadığı bu söz ve fiillerden ötürü idama müstehak olduğunu kabul etmişlerdir. Böylece Hallac’ı ve muhaliflerini dinî sorumluluktan beri kılmışlardır.

Bu eserin esası, ünlü Hanbeli müctehid Takiyü’d-din Ahmed ibn Teymiye’nin( 728/1327) “el- Hallac hel kâne sıddikan ev zındikan “ sorusuna cevap olarak yazdığı fetva niteliğindeki risaledir.

Bu risalede ibn Teymiye, Hüseyn b. Mansur el- Hallac hakkındaki görüş ve kanaatini temellendirmek ve delillendirmek için onun hakkında tarihî ve dinî bilgiler de vermektedir. Bu bakımdan risaleyi tercüme ederken İbn Teymiye’nin iddia ve görüşlerinin ve kendisinden önceki eserlere yaptığı göndermelerin kaynakları dipnotlar halinde göstermeyi uygun gördük. Böylece bu küçük risalenin daha inandırıcı olmasını sağlamaya çalıştık. Ayrıca İbn Teymiye’nin görmediği ve kullanmadığı iki önemli kaynakta Hallac hakkında çok önemli bulduğum bilgilerin de burada yer alması için o eserlerdeki Hallac hakkında verilen bilgileri de tercüme ederek risalenin sonuna ekledik. Bu iki eserden biri ünlü filozof, astronom ve matematikçi Ebu Reyhan el- Beyrunî’nin “ Asarü'l- bakiye” sidir. Diğeri de Beyrunî gibi Gazneliler devri bilgini olan Ebu'l Maali Muhammed Fakih-i Belhî nin “ Beyanü’l- edyan” adlı eseridir.

Aslında Hüseyn b. Mansur el-Hallac olayı İslâm Kültürü ile İran Kültürü'nün tanışması safhasında meydana gelen çatışmaların bir parçasıdır. Bir başka ifade ile Sami kültürü ile Ari Kültürü’nün uyumsuzluğundan doğan pek çok problemlerden bir tanesidir.Mansur el-Hallac İran Kültürünün derinliklerinden gelen bir kültür ve fikir  adamıdır. Bu kültürel kimliğini siyasî, dinî ve sosyal boyutta ortaya koymaktadır. Şakik-i Belhî, Bayezid-i Bestamî ve daha başkaları bu kültürel ortamdan gelen insanlardır. Bunlara karşı olan Cüneyd el- Bağdadî, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları İslâmiyetle birlikte İran Kültür muhitine gelen Samî Kültürü’nün temsilcileriydi. Dolayısıyla Mansur el-Hallac’ın yargılanmasının böyle bir siyasî ve kütürel boyutu bulunmaktadır. İbn Teymiye bu konuyu ele alırken sadece tarihi bir vakıanın meydana geliş biçimini tesbite çalışmakta ve bu vakıayı İslâmî ölçülerle değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Bu itibarla bu risalede Mansur el- Hallacın idam edilmesi olayının kültürel derinliği, arka plânı bulunmamaktadır. Vakıa eski İslâm bilginleri ve araştırıcılar da bu konuyu böyle bir boyutta ele almış değiller. Biz de bu olayın yalnız tarihî ve dinî boyutunu açıklamak amacıyla bu risaleyi halkımızın istifadesine sunuyoruz.

Bu çalışma aslında bir makale olarak hazırlanmıştı. Fakat Hüseyn b. Mansur el-Hallac ve onun sahip olduğu dinî-tasavvufî meşrebi hakkında açıklayıcı bilgiler verme gereği duyulduğu için konu etrafında yan bilgiler de çalışma içinde yer aldı ve hacmi büyüdü. Böylece bu çalışmayı müstakil bir kitapçık halinde yayınlamayı uygun gördüm.

Temmuz 2003

Prof. Dr. Mikail BAYRAM

HULULİYYE FELSEFESİ

Hulûl felsefesi eskiden beri mutasavvıflar arasında büyük bir ilgi görmüştür. Bir çok ünlü mutasavvıfların “Hulûliyye" mezhebine mensup oldukları görülmektedir . Tasavvuf tarihinde en etkileyici Hulûliyeci hiç Şüphesiz Hüseyn b. Mansur el- Hallac (309H – 921 H) dır.

Bu felsefe Allah'ın varlıkların ve insanın suretine girdiği inancına dayanmaktadır. Bazı Hristiyan mezheplerde Cenab-ı Allah’ın Hz. İsa'ya hulûl ettiği yani Hz. İsa suretine girdiği kabul edilmektedir. Hz. İsa’nın ilahlığı da buradan gelmektedir. Hüseyn b. Mansur el- Hallac ve Beyazıd el Bestamî gibi mutasavvıfların bu inançta oldukları görülmektedir. Hüseyn b. Mansur el- Hallac’ın o çok meşhur olmuş “Ene’l- Hak”(Ben Allâhım) sözü bu felsefenin ifadesidir. Yani Allah’ın kendisine hulûl etmiş olduğunu ve varlığının Allah’la özdeş hale geldiğini iddia etmektedir.. Beyazid-i Bestamî de “ Mâ fi cübbetî sivâllah” (cübbemde Allah’dan gayri nesne yoktur.) sözü ile bu inancı başka bir şekilde ifade etmektedir.

Anadolu Selçukluları devrinin ünlü mutasavvıf ve şairi Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin hocası olan Şems-i Tebrizî’nin de coşkulu bir hulûliyyeci mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır.

Şems-i Tebrizî 1244(642) yılında Konya’ya gelince Mevlânâ, henüz 15 yaşında olan Kimya Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems-i Tebrizî’ye nikahladı. Bu sırada Şems 60-65 yaşlarındaydı. Oysa Kimya Hatun Mevlânâ’nın oğlu Alaü’d-din Çelebiyi seviyordu. Alaü’d-din Çelebide ona âşıktı. Onlar evlenmeyi düşünüyorlardı. Alaü’d-din Çelebi zaman zaman babasının yanına gitme bahanesiyle Şems ve Kimya Hatun un oturdukları hücrenin önünden geçiyor ve Kimya Hatun’a görünüyordu. Hatta bir defasında Şems, Alaü’d-din Çelebi’nin önünü keserek: “ Hey delikanlı, bir daha buradan geçersen ayağını kırarım” diyerek tehdit etmişti. Şems’in öldürülmesine sebep olan olaylardan biri de budur.[ Sipehsalar “ Menakıb-ı Hazret-i Hüdavendigâr" trc. M. Buharî, İst. 1332, s. 178; Sultan Veled İbtida-nâme, trc. A. Gölpınarlı, Ankara 1976 s. 61-64. ] İşte bu yüzden Şemsle nikahlanan Kimya Hatun sık sık Şems’i terk ediyor, izini kaybettiriyordu. Sonra arayıp Kimya Hatun u bulup Şems’e getiriyorlardı.

Mevlânâ Celâlü’d-din-i Rumî ve etrafındakiler hakkında anekdotlar derleyen Mevlevi yazar Ahmed Eflakî “ Menakıbü’l- ârifîn” adlı eserinde anlattığına göre bir gün Kimya Hatun Şems’i terk etmişti. Şems’in canı sıkkındı. Mevlânâ ,Şemsi teselli etmek, can sıkıntısını gidermek amacıyla onun hücresine gider. Kapıyı aralayınca Şems Kimya Hatun ile sevişmekte olduğunu görür hemen kapıyı çeker. Biraz zaman geçer. Mevlânâ tekrar Şems’in hücresine gider. İçeri girince Şems’in yalnız oturduğunu görür. Şems’e sorar: “Üstad az önce geldim. Kimya Hatun ile aşk-bazî (aşk oyunu) halindeydiniz. Kimya nerede?” diye sor ar. Şems de ona: “O senin gördüğün Cenab-ı Allah idi. Cenab-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki, Kimya Hatun suretinde bana geldi. Onunla aşk-bazî halindeydik” der. [Menakibu’l-ârifin, nşr. T.Yazıcı, Ankara 1980, II, s. 637-38.]

İşte Şems’in bu ifadesi onun Hulûl akidesinde olduğunu göstermektedir. O bu sözü ile Cenab-ı Allah’ın Kimya Hatun süretine girdiğini yani Cenab-ı Allah’ın Kimya Hatun’a hulûl ettiğini ifade etmiş olmaktadır. Şems bu Hulûl felsefesi ile Mevlânâ’yı etkilemiş ve onu kendisine bağlamıştır. Şem-i Tebrizî de Hulûl felsefesi ile ilgili derin bir birikim olduğu söylenebilir. Ünlü Pakistanlı şair Muhammed İkbal de, Mevlânâ’nın Hulûlî görüşlere sahip olduğunu örnekler vererek açıklamaktadır. Mevlânâ da ünlü eseri “ Mesnevi” nin Mukaddime’sinde, Mesnevî’nin alemlerin Rabbı Allah katından indirildiği iddiasında bulunur. Bu iddiası onun Hulûl inancında olduğunu göstermektedir. Demek oluyor ki Mevlânâ, Allah’ın kendisine hulûl ettiğini ve Allah’ın kendisinde konuştuğuna inanmakta ve Mesnevî’nin böyle meydana geldiğini savunmaktadır [Mevlânâ bu fikrini, “Mesnevî”nin birinci defterine yazdığı önsözde şöyle ifade etmektedir: Bu Mesnevi adlı kitaptır. O, dinin aslının aslının aslıdır       Temiz olanlardan başkası ona dokunamaz, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir”. Mesnevî’deki bir beytte de Mesnevi için şöyle denmektedir.: “ Bu ne müneccimlik ve ne remil işidir. Doğruyu Allah : biliyor ki, bu Allah’ın vahyidir. ]

. Aksi halde Mevlânâ’nın bu sözünü izah etmek mümkün değildir.

Hulûlî fikirler genel olarak mistik ; şiir için zengin malzeme ihtiva eder. Bu düşüncede olan âşık, sevgilisinin değişik ve cazip görüntüleri ile buluşur. Bundan dolayı Şemsin hulûlî fikirleri bir anda Mevlânâ’yı cezbetmiş, dünyasını değiştirmiş ve onda şafak doğmasına vesile olmuştur. Şems ile tanışmadan önce hiç şiir yazmadığı halde Şems ile tanışınca şiir dünyasına adım atmış ve şâir olarak temayüz etmiştir. Şair olarak Mevlânâ’daki o zengin ve yüksek hayal gücünün kaynağı buraya dayan-maktadır. Şemsin bu hulûli fikirlerinin Mevlânâ’nın yaradılışından kaynaklanan özel kabiliyeti ile buluşması onu şiir dünyasına götürmüştür.

Şems-i Tebrizî’nin Konya’da öldürülmesinden sonra Mevlânâ bu hocasını kaybetmiş olmaktan büyük üzüntü duymuştur. Şems bir kalenderi derviş olarak tanınmış kalenderi şeyhi Şeyh Cemaleddin Savî(1232) ile irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Şam’a yerleşmiş olan Şeyh Cemaleddin Savî pek çok talebe yetiştirmiştir. Şems’in ölümünden sonra Mevlânâ’nm Şam’a bir sefer yaptığını biliyoruz. Hiç şüphesiz Mevlânâ bu Şam seferini, Cemaleddin Savî’nin Şam’daki talebeleri ile ilgi kurmak amacıyla düzenlenmiştir. Mevlânâ Şam’a gittiği günlerde orada Hulûl felsefesinin en tanınmış şahsiyeti Ali Harirî (680/1281) hayattaydı. Mevlânâ onunla görüşmüş olmalıdır. Eflaki’nln bir vesile ile Ali Harirî'den bahsetmesi Mevlânâ ve çevresinin onu tanıdıklarını gösteriyor. Mevlânâ bir ara oğlu Sultan Veled i de Şam’a gönderilmiştir.

Hulûlî fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şems-i Tebrizî’den sonra Anadolu’da faaliyet göstermekteydiler. Ebu Bekr-i Niksârî , Şam’dan gelen Şeyh Osman-ı Rumî bunlardandır. Mevlânâ’nın bunlarla ilgisi devam etmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Şems-i Tebrizî’ye bağlı olmalarından dolayı : kendilerine “ Şemsîler” denilen dervişler Anadolu’da yaygın idiler. ; Abdulvâhid Çelebi 920 (1514 )yılında ; telif ettiği “ Menakıb-ı Hace-i Cihan ve Netice-i Cân” adlı eserde onları anlatmaktadır. Mansur el-Hallac’m Anadoludaki tasavvuf! zümreler üzerinde derin bir etkisi görülmektedir. Bu etki, Şems-i Tebrizî ve Mevlânâ Celâlü’d-din- i Rumi gibi İran Kültürü muhitinde ve etkisinde yetişmiş olan mutasavvıflar vasıtası ile Anadolu’da derin bir etki yaratmıştır. Selçuklular zamanında Anadolu’da faaliyet gösteren ve kendilerine Cavlakî denilen Kalenderi dervişler ‘Hulülî’ inançtaydılar. Bu itibarla Anadolu’nun kültürel yapılanmasında bu inanışın derin etkisi bulunmuştur. Bugün hâlâ bazı dinî zümreler arasında bu inanç devam etmektedir. Özellikle Nusayrîler arasında bu inanış biçimi canlılığını korumaktadır.

İşte burada tercümesini sunduğumuz İbn Teymiye tarafından kaleme alınan risale yukarıda kısaca izah edilen ‘Hulûliyye’ Felsefesi’ne reddiyedir. Dinler tarihi açısından olduğu kadar, Tasavvuf Tarihi açısından da önemi haiz bulunduğu için tercümesine gayret edildi.

İBN TEYMİYYE HÜSEYN B. MANSUR EL- HALLAC

Prof. Dr. Mikail BAYRAM

Hüseyn B. Mansur El-Hallac Sıddik mi, Yoksa Zındık miydi ?

Sual: Alimlerin ileri gelenleri (R. A.) Hüseyn b. Mansur el-Hallac hakkında ne diyorlar. O bir sıddik mi, yoksa bir zındik miydi? Allah’tan korkan, Allah dostu ve Rahmani halleri bulunan bir ermiş kişi mi. yoksa sihirbaz ve şarlatan biri miydi? Acaba Müslüman alimlerin onayı ile sabit olan zındıklığından dolayı mı, yoksa mazlum olarak mı öldürüldü? Lütfen bize bu konuda fetva veriniz; istifade edelim.

Cevap: Şeyhü’l-İslam Ebu'l-Abbas Takiyü’d-Din Ahmed b. Abdu’I-Halim b. Abdü’s-Selam İbn Teymiye (K.R.) alemlerin rabbı olan Allah’a hamd ederek cevap verdi:

Hallac Bir Zındık İdi

Hallac, hem kendi ikrarı, hem reddi ile sabit olan zındıklığından ötürü öldürülmüştür. Kafi olarak ispat edilen bu durum, Müslüman alimlerin ittifakı ile öldürülmesini gerekli kılmıştır. Onun haksız olarak öldürüldüğünü söyleyenler ya inkarcı münafık yahut sapık cahil kimselerdir.

Öldürülmesini gerektiren şeyler, ondan duyulan ve yayılan küfr cinsinden sözlerdir. Birçok sözlerinden bazıları öncelikle öldürülmesine sebep teşkil etmiştir. Allah’tan korkan ermiş bir kişi değildir. Ancak kendisine mahsus bir kısmı şeytani, bazısı nefsani bazıları da şöyle yada böyle şeriata uygun düşebilecek ibadet ve riyazetleri ve tasavvufi halleri vardı.

Hallac’dan Bazı Haberler

Hindistan’a giderek orada çeşitli sihir oyunları öğrendi  ve sihir hakkında tanınmış bir eserin de yazarıdır. Bu eser bu gün de mevcuttur. Yalancı harikuladelikleri ve şeytani sözleri bulunmaktadır.

İlim adamları onun hakkında pek çok haberleri eserlerine almışlardır.

İbn Ali el-Hutabi  gibi onun zamanında yaşayan birçok ilim adamları onun hayatını yazmışlardır. Bu zat, “Bağdat Tarihi” adlı eserinde onu anlatmıştır, el- Hafız Ebu Bekr el-Hatib el-Bagdadi de “Tarihu Bağdad” adlı eserinde el- Hallac’a geniş yer vermiştir . Keza Ebu Yusuf el-Kazvini onun hakkındaki ha-berleri bir ciltlik bir eserde toplamıştır . Ebu’l-Ferec İbnü'l-Cevzi, bu konuda “Reful-lücac fi ahbari’l-Hallac” adlı bir eser yazmıştır . Ayrıca “el- Muntazam” adlı eserinde de el-Hallac’a geniş yer vermiştir .

Ebu Abdu’r-Rahman es-Sülemi, “Tabakatü’s-sofiye” adlı eserinde pek çok mutasavvıfların Hallac’ı kınadıklarını, onu red edip sofi ve bir tarikat şeyhi olarak kabul etmediklerini ve ona hücum ettiklerini yazmaktadır . Onu red eden ve ona hücum edenlerden biri de Ebu’l-Kasım el-Cüneyd’dir . Cüneyd el-Bağdadi hayatta iken Hallac henüz öldürülmemişti. Hallac, Cüneyd’in ölümünden sonra öldürüldü. Cüneyd 298 (910) da vefat etti*  . Mansur ise 300 yılından sonra öldürülmüştür.

Hallac’ı deveye binmiş olarak Bağdad’a getirdikleri zaman “bu Karmati misyoneridir.” diye tanıtıyorlardı . Sonraları bir süre tutuklandı.

Hatta sözlerinde küfür ve zındıklık ile ilgili sözler tesbit edildi. Kendisi bu sözlerin küfür olduğunu itiraf etmiştir.Bir eserinde şöyle demiştir: “Hacca gidemeyen bir kimse bulunduğu yerde bir ev yapsa, o evi Kabe’yi tavaf eder gibi tavaf edip otuz yetime belirttiği ölçüde sadakada bulunsa Hacc ibadetini yerine getirmiş olur.” Kendisine: “Bu sözü sen mi söyledin?” diye sorulduğunda “evet” diyerek itiraf etmiştir. Bu görüşü nereden aldığı kendisine sorulunca Hasan el-Basri'nin “Kitabü’s- Salat” adlı eserinden aldığını söylemiştir. Onu sorgulayan Kadı Ebu Ömer, “Yalan söylüyorsun ey zındık! Ben bu kitabı okudum, orada böyle bir şey yoktur.” dedi. Devrin veziri ondan duyduklarına şahitlik etmelerini ve hakkında gereken fetvayı vermelerini ilim adamlarından talebetti. Onlar da fetvalarını verdiler ve katlinin vacib olduğunda ittifak ettiler.

Mahkemesi sırasında tövbe etmiş olabilir diye ilim adamları, onun zındıklığı hakkında iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Çünkü tövbesinde samimi olduğu açık seçik bilinmediğinden, “tövbesi kabul edilip öldürülür mü, öldürülmez mi?" mes’elesi ortaya çıkmaktadır. Bir kısım ilim adamları tövbesinin kabul edileceği ve öldürülemeyeceği yönünde fetva vermişlerdir. Alimlerin çoğu da tövbesinin kabul edilemeyeceği ve öldürülmesi gerektiği yönünde fetva vermişlerdir. Zira eğer tövbesinde samimi idi ise bu dünyada kendisine ölüm cezası uygulanır ama öbür dünyada Cenab-ı Allah onu mükafatlandırır. Uygulanan ceza onun temizlenmesine vesile olur. Hırsız ve zâninin de mahkeme sırasında tövbe etmelerinin hükmü de aynıdır. Her halükarda ceza uygulamasına gidilir. Ancak eğer tövbelerinde sadık ve samimi iseler, Ahiret günü bu tövbeleri günahlarının kefaretidir, yalancıktan tövbe etmiş iseler uygulanan ceza suçlarının karşılığıdır.

Dolayısıyla eğer Hallac da kendisine ölüm cezası uygulandığı sırada gönülden tövbe etmiş ise bu tövbesinden dolayı Cenab-ı Allah kendisini mükafatlandıracaklar. Eğer yalandan tövbe etmiş ise kâfir olarak ölmüş olur.

Öldürüldüğü zaman kendisinden hiçbir keramet sadır olmamışür. Yere akan kanının yerde Allah  yazdığını  veya öldürülünce Dicle suyunun kesildiğini söyleyenler  yalancıdır. Bu tür sözleri nakledenler ancak cahil ve münafıklardır. İslam düşmanları ve zındıklar bu tür haberleri uydurmuşlardır. Hatta bu kimseler “Muhammed b. Abdullah’ın şeriatı Allah’ın velilerini öldürüyor” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Bir çok peygamberler ve yakınlan öldürülmüşlerdir. Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in pek çok ashabı ve tabiinden ve salih insanlardan öldürülenlerin sayısını ancak Cenab-ı Allah bilir. Üstelik bunlar kafir, inkarcı ve zalimlerin kılıçlarıyla öldürüldüler. Hiçbirinin kanı yerde Allah’ın adını yazmamıştır. Kaldı ki, kan necistir. Onunla yüce Allah’ın adını yazmak caiz değildir. Acaba Hallac bunların hepsinden daha mı hayırlı bir kişiydi? Onun kanı, onların kanından daha temiz miydi?

Öldürüleceği zaman feveran gösterdi, tövbe etti. Fakat tövbesi kabul edilmedi211. Eğer yaşasaydı pek çok cahiller fitne çıkaracaklardı. Çünkü bir takım şeytani halleri, sihir oyunları ve şarlatanlıkları vardı. Bu yüzden şeytani hallere, sihirbazlık oyunlarına değer verenler onu ta'zim ediyorlardı. Fakat Hallac'ın halini çok iyi bilen Allah dostu alimlerden hiçbiri onu ta’zim etmemişlerdir. Kuşeyri’nin “er-Risale” adlı eserinde hoş bulduğu bazı sözlerini naklettiği halde mutasavvıflar arasına onu almamıştır   . Şeyh Ebu Ya'kub en- Nehrcuri kızını onunla evlendirmişti. Onun zındık biri olduğunu öğrenince kızını ondan ayırdı . Amr b. Osman diyor ki: Bir defasında Hallacla beraberdim. Kur’an-ı Kerim okuyan birini dinledi ve sonra “Ben de şu Kur’an gibi bir eser yazabilir ve onun gibi söz söyleyebilirim." diyordu. Hallac'ın bu iddiasından dolayı Amr b. Osman onun kafir olduğuna hükmetmiştir .

Hallac her seviyeden insanları celbedecek ve kendisine hayran bırakacak şeyler sergiliyordu. Bu yüzden Sünni Müslümanlara göre o Sünni, Şiilere göre o Şii mezhebindendir. Kâh zahid kılığına girer, kâh asker kılığına girerdi .

Bazı hariku'l-adelikler sergilerdi. Şöyle ki: Bazı arkadaşlarını önceden meyve ve helva sakladığı çölde bir yere gönderirdi. Sonra halktan bir cemaati alıp oraya yakın bir yere getirir ve onlara “Bu çöl ortasında ne istiyorsanız size getireyim.” derdi. İçlerinden biri meyve veya bir tatlı isteyince, ‘‘Bekleyin!” der ve oraya gider, önceden hazırlanan ve saklanan helva ve meyveyi getirirdi. Tabii orada bulunanlar bu durumu onun bir kerameti olarak değerlendirirlerdi .

Hallac, simyacıydı. Bazen Şeytanlar ona hizmet ediyorlardı. Bu Şeytanlar Abu Kubeys Dağı’nda onunla beraber oluyorlardı ve kendisinden helva talep ediyorlardı. O da bulundukları yerin yakınlarında bir yere giderek tabak içinde onlara helva getirirdi. İşin iç yüzü araştırılınca, bu helvanın Yemen’de Helvacılar Çarşısı’ndan çalınmış olduğu ve Şeytanlar tarafından oraya götürüldüğü ortaya çıkarılmıştır .

Şeytanî Halleri Olanlarda Bazı Haberler

Şeytani halleri bulunan Hallac’tan başka kişiler de ortaya çıkmışlardır. Zamanımızda ve başka zamanlarda yaşamış pek çok bu türden kişileri biliyor ve tanıyoruz. Nitekim böyle bir şahıs şu anda Dımaşk’ta bulunuyor. Şeytan, onu Salihiyye Bağı çevresinden alıp Dımaşk çevresindeki köylere götürüyor. Havadan gelerek içinde insanların bulunduğu evlerin çatısına inmekte ve insanların gözü önünde içeriye girmektedir. Geceleyin Babu’s-sağir’e (Küçük Kapı) gelir  ve oradan geçerek şeytan arkadaşı ile birlikte şehre girer. En sapık insanlardandır .

Böyle bir adam da Şevbek’te  Şahide denilen köydeydi. İnsanların gözü önünde havada uçar, dağlara inerdi. Şeytanı onu gezdiriyordu. Yol keserdi. Böyleleri genel olarak sapık şeyhlerdi. Ebu’l-Mucip adında birine de “el-Bavşi" deniyordu . Gece karanlığında kendisine çadır kuruyorlardı. Sac üstünde ekmek pişiriyorlardı. Allah’ı zikretme-dikleri gibi içlerinde Allah'ı zikr eden biri de bulunmuyor ve Allah’ı zikre vesile olabilecek bir kitapları da yoktu. Sonra bu el-Bavşi gözler önünde havaya yükselir, yanındaki şeytanla konuşması, şeytanın ona söylediği sözleri duyu-lurdu. Kim gülse veya ekmek çalsa, def çalınırdı, kimin çaldığı görünmezdi. Ona sorulan soruların cevabını şeytan kendisine bildiriyordu. Soru soranlara kendisine sığır, at gibi şeyler adayıp, üzerinde Allah’ın adını anmadan onları kesmelerini emrederdi. Bunu yerine getirince dilekleri, hacetleri yerine gelirdi.

Bir başka şeyh vardı. Bizzat kendisi bana söyledi. Kadınlara tasallutta bulunur "havarat" denilen küçük çocuklar üzerinde livata fi’lini gerçekleştirirmiş. İki gözünün arasında iki beyaz benek bulunan siyah bir köpek bana gelmekte ve bana: “Falan oğlu falan kimse sana bir bağışta bulundu, yarın onu sana getireceğiz, senin için ben onun dileğini yerine getirdim.” der. Böylece bu şahsa o bağış getirilir. İşte bu Müslüman olmayan şeyh bu mükâşefeye mazhar oluyor.

Gene bu şeyh: “Benden bir harikü'lade olarak lavanta çiçeği istenince bir an kendimden geçerim. Kendime gelince lavantayı ya elimde veya ağzıma konmuş olarak buluyorum. Bunu kimin koyduğunu bilmiyorum. Yürüdüğüm zaman önümde, üstünde bir nur bulunan siyah bir sütun bulunur.” diyor. Bu şeyh tövbe edip, oruç tutup, namaz kılınca, haramlardan sakınınca o siyah köpek yok oldu, harikü’l- adelikler ve lavanta çiçeği vs.de yok oldu.

Bir diğer şeyhin de emrinde şeytanları vardı. Bu şeytanlarını bazı insanlara musallat eder ve onları sara hastalığına uğratırlardı. Saraya tutulmuşların sahipleri şeyhe gelir, adamlarının kurtarılmasını ondan talep ederlerdi. Şeytanlarını gönderir ve o saralıdan onları uzaklaştır irdi. Sonunda o şeyhe çok miktarda para verirlerdi. Bazen cinler ona başkalarından çaldıkları para ve yiyecek getirirlerdi. Hatta bu şeyh bazı kimselerin küplerde muhafaza ettikleri incirleri şeytanlarından talep eder, onlar da bu inciri ona getirirlerdi. Küp sahipleri bir bakarlardı ki küp ye incir gitmiş.

Bir diğeri de ilim ve kıraat ile uğraşırdı. Şeytanlar buna geliyorlar ve kendisine: “Biz seni namazdan muaf kıldık, ne dilersen sana getirelim.” diyorlar. Gerçekten de ona helva ve meyve getiriyorlardı. Nihayet sünnete bağlı arif şeyhlerin yanında bulundu, tövbe etti. Hatta bu şeytanlara kapılan adam helvaları çalınanların helvalarının parasını ödedi.

Aslında kitap ve sünnetin bulunanların keşif ve etki alıcı şeytani ve nefsani hallerdir. Böyleleri, kendilerine, kendilerinde bu tür haller olmasa bile kendilerini yalancılık ve sahtekarlığa dayanan halleri bulunanlara benzetmeye çalışırlar. Bütün şeytani hal sahipleri, şeytani halleri olan veya sahtekâr güruhudurlar. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi? Onlar günahkâr ve iftiracıların hepsine iner.” (Şuara Suresi, 221-222)

İşte Hallac böylelerinin önderidir. Hem şeytani hal ve hem sahtekarlık onda bulunuyordu. Bu durumda olan pek çok kişiler vardır. Böylelerinin önderi de putlara tapan müşrik şeyhlerdir. Müşrik Arapların kahinleri ve sihirbazları, Hintliler ve Türkler arasında bulunan sihirbazlar ve murtazlar böyledir. Öldükten sonra geri geldiğine ve kendileriyle konuşup, borçlarım ödediğine, va’adlerini yerine getirdiğine, tavsiyelerde bulunduğuna, hayattaki şekil ve suretiyle yanlarına geldiğine inananlar şeytanlardır. O ölenlerin şekil ve suretlere girerek gelmekte ve onu görenler ölülerin geri geldiğini sanmakta ve inanmaktalar.

Belli bir şeyhten medet dileyen bir çok müridler: “Ey falan efendim! veya “Ey falan şeyh dileğimi kabul et! diyerek yakarışta bulununca o şeyh kendilerine görünmekte ve: “Senin dileğini yerine getiriyorum, kalbini temiz tut” diyerek onlara hitap eder ve dilediklerini yerine getirir, problemlerini halleder. İşte bunu yapan da gene şeytandır. Mürid ondan medet dileyerek Allah’a ortak koşunca şeytan o şeyhin suretinde o kişiye gelmektedir.

Buna benzer birçok olaylar biliyorum. Bazı arkadaşlarım anlattılar. Başlarına gelen felâketlerden dolayı benden yardım dileğinde bulunmuşlardır. Bunlardan biri Ermenilerden korkuyormuş, bir diğeri Moğollardan korkuyormuş. Gıyabımda benden meded dilemişler ve uçarak onlara gelmiş ve onları korktuklarından kurtarmışımBunu bana anlattıklarında böyle bir olayı yaşamadığımı, herhangi bir problemlerini de halletmediğimi de bildir* dim. Bu ancak Allah’a ortak koşmalarından dolayı şeytan benim suretimde kendine görünmesidir

Bu ve buna benzer pek çok olaylar, arkadaşınız olan şeyhlerle müritieri fasında meydana gelmiştir. Müritierden biri Allah Teâlâ  yerine şeyhinden yardım dileyince, şeyhinin kendisine geldiğini ve kendisine yardımda bulunduğunu görür. O şeyhe bu durum sorulunca böyle bir şeyden haberi olmadığını söylemektedir. Böylece bu gelenin şeytan olduğu anlaşılmaktadır.

Arkadaşlara anlatmıştım. İnandığı iki şeyhten meded dileyince bu iki şeyh havadan gelerek kendisine: “Bize olan inancım sağlam tut. Biz senin imdadına yetişir ve seni koruruz.” dediklerini anlatınca ona: “Peki bu olayda bir hariku’l-adelik var mı?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Hayır. Hiçbir harikü’ladelik yoktur.” Bu olay gelenlerin iki şeytan olduğuna delalet etmektedir. Bu Şeytanlar insanlara haber verirler, problemler naklederler, doğru şeyler söyledikleri gibi çoğunlukla söyledikleri yalan çıkar. Cinlerin kahinlere bir ta-kım haberler verdikleri gibi...Bu bakımdan cinlerin verdikleri haberlerden kaynaklanan keşiflere dayananlar daima yalanları doğrularından  fazla çıkmaktadır. Nitekim denilen bir şeyh vardı. Tövbe ettir ve yeniden İslâmlaşmasını sağladık. Daha önce “cin” bir arkadaşı vardı. Bu “cin”in adı “Anter”di. Bazı şeyleri ona bildiriyordu. Söyledikleri bazen doğru çıkar, bazen yalan çıkardı. Kendisine, Allah’ı bırakıp şeytana kulluk ettiği anlatılınca itiraf ederek: “Ey Anter! Seni tesbih ediyorum. Çünkü sen ancak kötülük ilahısın.” dedi ve bu meşhur olaydan sonra tövbe etti.

Şeriatın kılıcı ile böyle kimselerden öldürülenler vardır. Nitekim, 15 senesinde bizde de böyle bir kişi öldürüldü. Bu adamın şeytanlardan bir arkadaşı vardı. Bazen yalan bazen doğru çıkan haberler getiriyordu. Bilgin ve yönticilerden bir gurup onun sırrını keşfetnıek için kendisini takip ettiler. Cenab-ı Allah foyasını ortaya çıkardı, bu adam bazen “Ben Allah’ın resulüyüm.” Derdi, fakat davranışları peygamberlere uygun değildi. “Allah’ın resulü bana geliyor ve bana şöyle şöyle diyor.’’ dediği ve Allah resulüne iftira ve küfür olan şeyler söylediğine şahitlikte bulunuldu. Bunun üzerine devlet yetkililerine bu adamın, kahinler cinsinden bir adam olduğunu, şeytanın kendisine geldiğini, kendisine geldiğini söylediği zatın özellikleri ve sıfatlarını peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uymadığını, yalancı bir surette göründüğünü bildirdi.

Pek çok kimseler şeytanın bu adamı aldattığını ona küfür olan fiiller işlettiğini, haber verdiği şeylerde yalan söylediğini bildirmişleridir. Fakat kendisine bir suretin göründüğü haberi yalan değildi ve gerçekten bir suret ona görünüyormuş. İtikatça kafir idi. Böyle bir peygamber olmaz tabii. İşte bunun gibi daha niceleri var. Böylelerinin şeytanın muradına göre hareket etmelerinden dolayı kendilerinde bir takım kabiliyyetler teşekkül eder. Allah’tan ve resulünden ve mu’mince davranışlardan uzaklaştıkça şeytana yakınlık elde ederler. Havada uçarlar. Şeytan da onlara arkadaşlık eder. Karşılarında bulunanları medyunlaştırırlar. Bunu yapan da şeytanlardır. Bunlardan bazıları yiyecek hazırlar, sofra kurar, ibriği havaya tutup suyla doldurur. Bütün bunları şeytanlar yapmaktadır. Genel olarak cahil insanlar da bu yapılanları, Allah’tan korkan Allah dostlarının gösterdikleri kerametlerden ayırt edemeyerek yanılgıya düşerler. Oysa bunlar tamamen sihirbaz ve kahinlerin sergiledikleri şeylerden ibarettir.

Rahmani hallerle nefsani halleri birbirinden ayıramayanlar hak ile batılı birbiriyle karıştırırlar. Keza kalbi Allah’ın nuru ile nurlanmayan, iman aydınlığı ile aydınlanmayan, Kur’an-ı Kerim’e tabi olmayanlar da hak ve doğru olan yolla batıl ve yanlışı birbirinden tefrik edemezler. Gerçekle hayali birbirinden ayıramayacağı gibi Yemameli Müseyleme’nin ve diğer yalancıların durumu ile peygamberlerin hali arasındaki farkı da göremez. Oysa bunlar yalancılardır.

Hz. Peygamberin Deccallar ve Büyük Deccal Hakkında Verdiği Haberler

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Aranızda kendilerini peygamber olarak takdim eden otuz yalancı Deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz .”

Deccalar’ın en büyüğü Büyük Deccal’in fitnesidir ki Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm) tarafından öldürülecektir . Cenab-ı Allah, Adem'den kıyametin koptuğu ana kadar Büyük Deccal’in fitnesinden daha büyük bir fitne yaratmamıştır. Müslümanların namazlarında bu Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınmaları emredilmiştir . Gökyüzüne emrederek yağmur yağdıracağı, yere emrederek nebat bitireceği rivayet edilmiştir . O bir mu’min kişiyi öldürdükten sonra ona “Kalk!” deyince o kişi dirilip kalkar ve ona derki: “Ben senin rabbınım.” Bunun üzerine o mu’min. ona "Yalan söylüyorsun. Sen Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin haber verdiği tek gözlü yalancısın. Allah senin basiretini artırmıştır.” deyince, Deccal onu tekrar öldürür.

Üçüncü defa da öldürmek ister ama kendine boyun eğdiremez. O, İlahlık davası gütmektedir.

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem böyle iddiada bulunanların foyasını ortaya çıkaran üç belirtiyi açıklamıştır.

1-      Deccal tek gözlüdür. Oysa Rabb’ım bundan münezzehtir.

2-      İki kaşının arasında “Kafir” yazılıdır. Okumayı bilsin, bilmesin her mu’min o yazıyı okuyabilir'.

3-      Hiç kimse ölmeden önce yaratanı göremez. Oysa Deccal kendisini yaratıcı olarak takdim etmektedir   .

Bu söylenenler Büyük Deccal ile ilgilidir. Büyük Deccal’den başka Deccaller de var. Bunlardan bazısı peygamberlik iddiasında bulunur. Nitekim Allah Resulü, “Ahir zamanda yalancı Deccaller gelecektir. Sizin ve atalarınızın duymadığı yalanlar söylerler. Onlardan sakının onlardan sakının.”  buyurmuşlardır.

Hallac da Bir Deccal İdi

Hiç şüphe yok ki Hallac da Deccallardan biridir. Ancak öldürülmeden önce "tövbe etti mi. etmedi mi?" diye sorulabilir. Onu Cenab-ı Allah bilir. Bilinmeyen bir hususta bir şey söylemek doğru olmaz. Fakat küfür olan sözler söylemiştir ve bu sözler Müslümanların ittifakı ile öldürülmesini gerekll kılmıştır. En doğru bilgi Allah’a aittir.

EBU REYHAN MUHAMMED EL-BEYRUNİ’YE GÖRE EL-HALLAC

Ebu Reyhan Muhammed el Beyrunî İslâm dünyasının yetiştirdiği en ünlü matamatikci, astronom ve filozoftur. Miladî 973 yılında Harezm'de doğdu. 1048 yılında Gazne’de vefat etti. Ömrünün ilk dönemlerini Harezm'de geçirdi. Daha sonra Mazenderan’da hüküm sü-ren Kabus-ı Vişumgir'in yanma gitti. “Asaru'l-Bakiyye" adlı eserini bu hükümdara sundu. Sonra tekrar memleketi Harezm’e döndü. Gazneli Mahmud Harezm’e düzenlediği seferde Beyrunî'yi tanıdı. Onu beraberinde Gazne’ye götürdü. Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerine katıldı. Hindi! filozof ve din bilginleriyle tanıştı. Onlarla bilgi alışve-rişlerinde bulundu. “ Tahkik mâli’l- Hind’ adlı eserini telif etti. Beyrunî’nin astronomi ve matematiğe dair çok önemli eserleri vardır. En ünlü eseri Gazneli Mahmud’un oğlu Sultan Mesud’a sunduğu el- Kanunu’l- Mes’ûdî ' adlı eserindir.

Asaru’l- Bilad adlı eserinde Hüseyin b. Mansur el- Hallac hakkmdaki tespitlerini aşağıda sunuyoruz

HALLACIN HURUCU:

Müseyleme’den sonra Hüseyn b. Mansur el-Hallac adında bir zat ortaya çıktı. Başlangıçta halkı Mehdi’ye bağlanmaya da’vet ediyordu. Onun Deylemdekl Talekan şehrinden çıkacağını söylüyordu. Bu yüzden Hallac'ı yakalayıp Bağdad’a götürdüler ve hapse attılar. Bir hile ile kuşun kafesten uçtuğu gibi kaçtı.

Bu adam aslında bir şarlatan idi. Kimle karşılaşırsa itikadını ona açardı ve onu kendine çekmeye çalışırdı. Sonra şu iddiayı öne sürdü: Ruhü'l-Kudus (Hz. İsa) nın kendisine hulul ettiğini ve varlığının İlahlaştığını iddia etmeye başladı. Dost ve arkadaşlarına mektublar yazarak bu hüviyetini onlara şu unvanlarla açıklıyordu. İlk ve ezeli HU (o), parlayan ışık, asıl varlık, bütün hüccetlerin (belgelerin) en mükemmel belgesi, Rablerin Rabbı. bulutları yaratan, ışık saçan kandil, daima muzaffer olan Tur'un Rabbı olan kişi gibi sıfatlarla kendisini anıyordu .

Bağlıları ona yazdıkları mektublarda, ona şöyle hitab ediyorlardı: “Ey İlah! Her türlü kusurdan arınmış ve maddi varlıktan beri, Ey herşeyin özü, lezzetlerin son noktası. Ey Azim! Ey Yüce! Şehadet ederiz ki kadim yaratıcı ve varlığı aydınlatan sensin. Her yer ve ortamda ayrı bir surette tecelli etmişsindir. Bizim zamanımızda da Hüseyn b. Mansur olarak zuhur ettin. Senin en küçük kulun sana muhtacdır. Sana sığınmış ve sana yöneliyor. El açmış senin affını umuyor. Ey her kusur ve ayıbı gören!"

Hüseyn b. Mansur, kendi davası ve inencı hakkında bir çok eserler yazdı. Bunlardan bazıları şunlardır: “Kitabu Cem’il-ekber ve'l-asğar”, “Tasinu l-ezel” ve “Kitabu nurin aslen”. Halife el- Muktedir Billah hicri 301 (913-914) yılında onu tamdı. Ona sopa attırdı. El ve ayakların parçalayıp attılar, neticede cesedini yakıp külünü Dicle’ye döktüler. Bütün işkencelere rağmen onu hiç konuşturamadılar. İşkencelerden hiç mi hiç rahatsızlık duymadı. Yüzünü bile ekşitmedi.

Ona bağlı olan bir gurup insanlar hala mevcutturlar. İnsanları Mehdi’ye yöneltmeye çalışıyorlar. Beklenen Mehdi’nin Talikan’dan zuhur edeceğine inanıyorlar. Ta’rif ettikleri Mehdi, efsane kitaplarında sözü edilen Mehdi’nin aynısıdır. İddia edildiğine göre bu Mehdi çıkınca dünyayı adaletle dolduracak, zulüm ve haksızlıkları bertaraf edecektir. Gene bu efsanevi kitapların bir kısmında Mehdi’nin Muhammed b. Ali olduğu kabul ediliyor. Bu Muhammed Mehdi’nin ölmeyip blu zamana kadar da’vete devam ettiğini iddia ediyorlar. Muhtar es-Sekafi, bu Muhammed Hanefiyye adına da’vette bulunmuş ve onun Mehdi olduğunu bildirmiştir. Günümüzde de onu bekleyenler var. Bu kimseler Mehdi’nin sağ olduğunu, Razavi Dağı’nda saklanmış olduğuna inanıyorlar. Aynı bunlar gibi Ümeyye Oğulları da Süfyani’nin çıkacağına inanıyorlar. Gene bu efsanevi kitaplarda Decca’in İsfahan’dan çıkacağı yazılıdır. Fakat astrologlar Deccal’in Yezdgerd’den 466 yıl sonra Retail Adaşımdan çıkacağını iddia etmişleridir. Incil’de de Deccal, “Antichriste" olarak geçmekte ve onun belirtileri, özellikleri ta’rif edilmiştir. Hıristiyan keşişler eserlerinde ve İncil yorumlarında bu konuda çok şeyler yazmışlardır .

FAKİH-İ BELHİ’YE GÖRE EL-HALLAC

Ebu'l- Meali Muhammed Fakih-i Belhî, Gazneliler devri bilginlerindendir. Doğum tarihi bilnmemektedir. Hicrî 481 (1088 M.) yılında vefat etmiştir. Behli olan bu zatın hayatı hakkında çok az bilgi bize ulaşmıştır.Biricik eseri “Beyanül- edyân” dinler tarihine dair ilk Farsça eserlerden sayılır. Bu eser asırlarca meçhul kalmıştır. Yakın geçmişte İran'da Abbas İkbal tarafından tanıtılmış ve yayınlanmıştır .

Fakih-i Belhî’nin “ Beyanu’l- edyan” (s. 125-130) da yer alan Hallac hakkıdaki görüşlerini tercüme ederek burada sunuyoruz.

HÜSEYN B. MANSUR B. MUHAMMED EL-HALLAC’IN HABERLERİ

Harun Abdu’l-Aziz el-Küttab el- Uraci’nin kaleme aldığı risalede Hüseyin b.Mansur hakkında şunları okudum: Fars bölgesindeki Beyza’dandı. Babası Beyza’da bir sanatkar idi. Saffariler hükümdarı Amr b.Leys ondan haraç talep etti. Ona uygun olmayan bir cevap verince Amr b.Leys onu öldürdü. Dedesi de Mecusi idi ve Mecusi olarak öldü.

Hüseyin Mansur da bir müddet Hallaclık'(yün atıcılığı) yaptı. Daha sonra hanikah hizmetine yöneldi ve Ebu’l- Edyan-ı Sufi’ye talebe oldu. Mekke’de sufi duaları öğrendi. Sonunda Amr b.Osman-ı Mekki ile aralarında kavga çıktı. Amr ona sövdü, onu dövdü ve Mekke valisine şikayet etti. Hüseyin Hallac oradan kaçtı ve Hindistan’a gitti.

Altı yıl orada kaldı. Orada yoga, sihirbazlık, göz boyamacılık öğrendi ve kimyagerlik yapmaya başladı.

Elli kişi ile kafa kafaya verdiler. Bu kafadarların her birine sufl elbisesi giydirdi. Ellerine bir baston verdi ve zekat toplattırdı. Basra'ya geldi. Arkadaşları ile zahitlik, fakirlik ve dilencilik yaptı. Sehl b.Abdullah-ı Tüsteri’nin bir kısım sözlerini öğrendi ve halka öğüt vermeye başladı. Nihayet Basra’nın iki güçlü adamı Muhammed el-Cullab el-Basri ile İbn Ahmed b.Abdillah b.Umran'm bir talebesi ona mürit oldular. Bu ikisi de güçlü ve zengin adamlardı. Güç ve servetleriyle Hallac’a destek oldular. Hallac da inancını açığa vurdu: "Her kim yaşayışında üstün ahlak ile donanır ve nefsinin istek ve arzularını bastırıp buna dayanırsa melekler derecesine yükselir ve zamanla beşeriyyet (insani) özelliklerden sıyrılıp ruhani bir varlık olur. İşte o zaman Allah’ın ruhu kendisine girer (hulul eder). Meryem oğlu İsa’ya hulul ettiği gibi". Bir takım sihir ve şarlatanlıkları halka göstermeye başladı. Sonra kendisini Mehdi olarak ilan etti. Pek çok insanlar onun peşinden giderek fitne çıkardılar. Bu işleri 301/913 yılında öldürülmesine sebep oldu. Çok büyük iddialarda bulundu. Davranışlarının çoğu Şerlat’a uygun idi.

Abdullah Muhammed el-İsfahani anlatıyor: Hüseyin Hallac İsfahan'a geldi. Sekiz fersah şehrin dışında yakınlarıyla beraber karargah kurdu. Geniş, güzel ve hoş bir yere yerleştiler. Burada gösterilere başladı. İsfahan ileri gelenlerine mektuplar yazarak onları huzuruna davet etti. Yanına gelenlere, “Allah sizin yanı başınıza gelmiş bulunuyor” diyordu. Pek çok halk ona bağlandılar. İsfahan’ın ileri gelenlerinden biri onu görmeye geldi ve kendisini dinledi. Ona, “keramet ve delillerinden birini bana göster” dedi.

Hallac ona, “pek çok delil ve kerametlerim var, şimdi onlardan birini sana göstereyim” dedi. Yanında bulunan hizmetçilerinden birine "Bana besili bir oğlak getir” dedi. Hizmetçi de gitti, benekli bir oğlak aldı getirdi. Oğlağı o adamın gözü önünde kestiler, derisini yüzdüler. Gene seyredenlerin gözü önünde orada bulunan tandırı yakmalarını emretti. O oğlağı tandıra koydular ve tandırı kapattılar. Aradan bir zaman geçti. O İsfahanlı kalktı, tandırın üstünü açtı, tandırı görünce şaşkına döndü, aklı başından gitti. Kendine gelince Hallac gülerek ona, “Ne oldu” diye sordu. Adam, “O oğlağı, o tandırın içinde bir kenarında önündeki yeşil otları yerken görüyorum”, dedi. Sonra Hallacın yanma geldi. O şaşkın halde iken aklı başına gelince Hallac ona şöyle dedi: "A canım sen o oğlağı gördün mü?”. O zat da, “Evet, gördüm” deyince, “Sakın aldanmayasın, bu bir hile ve göz boyamadır”, dedi.

Hallac, o İsfahan'ımın elini tuttu, onu kendi karargahına bitişik olan evine götürdü. Ona tandırın dibinden bir geçit bulunduğunu ve kesilip soyulan oğlak tandıra sarkıtılıp üstü örtülünce öbür tarafta bulunan adamları tandırın dibindeki geçitten o kesilip soyulan oğlağı aldıktan sonra tandırın dibine yeşil otlar koyup o oğlağın renk ve şeklinde başka bir oğlağı getirip oraya koyduklarını, sonra da tandırın dibindeki o geçidi kapattıklarını gösterdi. İşte bu yaramaz adam bütün bunları Isfahani’ye gösterdi. Isfahani’nin böylece şaşkınlığı zail olup aklı başına geldi.

Bir başka gün İsfahan’da Hallac bir damdan diğerine uçarak geçti. Bu hileyi de Hindistan’da öğrenmişti. Hintlilerde adettir. Huzeyran ağacını veya kargıyı tıraş edip inceltiyor, Çin ipeğini elde ettikleri çıtalara yapıştırıp kuş kanadına benzer kanatlar yapıyorlar. Bu kanatları koltuklarından vücutlarına monte ediyor, rüzgarlı bir günde koltuklarına monte ettikleri o kanatlan açarak uçmayı başarıyorlar. Bu uygulama orada yaygın olarak var. Nitekim Mutasım zamanında bir adam Samerra minaresinden aşağıya uçtu. Bu en yüksek minareden aşağıya uçtuğu halde adama hiçbir şey olmadı.

Bu Hallac’ın bir defasında da yalın ayak ateş üzerinde raks ettiğini naklederler. Bunun hilesi de talk (amyant)tır. Bu talk denilen maddeyi kırmızı toprak ve sirke ile karıştırıp elde edilen maddeye ateş etki etmez. Biz de bunu birçok defalar uygulamışızdır.

Merv’li katip Ebu’LHasan anlatıyor: Bir gün Hallac’a; “Seninle ne kadar candan dost ve arkadaş olduğumuzu biliyorsun. Yıllardır sana inanan ve güvenen bir arkadaşınım. Kerametlerinden birini bana göstermeni istiyorum”, dedim. Olur dedi ve bir gece belirledi. O gece bir sohbet toplantısı oldu. Çeşitli yemekler de hazırlamıştı. Yemek yen-dikten sonra şarap geldi. Birkaç kadeh aldıktan sonra kendisinden aldığım va’di hatırlatmak için “Hür insan verdiği sözü yerine getirir”, dedim. Hallac da bana. “Huri ğılmanları bizzat görmek istermisin?” dedi. Ben de, “Elbet, niçin istemeyeyim?”, dedim. O zaman yüksek sesle bir haykırdı ve ellerini birbirine vurdu. O anda evin köşesinde sanki yer yarıldı ve oradan iki cariye peyda oldu. O cariyelerden daha güzel birini görmemiştim. Yeşil ipek bir elbise giymiş oldukları halde bir müddet orada durdular.

Şaşkınlık içinde onlara bakıyor ve şarap içiyordum. Sarhoş olunca Hallac'a dedim: “Bunların bize cilve yapmalarını ve bizimle konuşmalarını söyle ki, neşemiz artsın”. O anda Hallac bana haykırdı ve "Meğer iyi ve sadık bir dost değilmişsin. Görmüyor musun, senin için neler yaptım. Bilmiyor musun ki, ruhani kişiliğe sahip insan, maddi alem hakkında söz söyleme yetkisine sahip değildir”, dedi. Öfkelendi, öfke ile ellerini birbirine vurdu ve haykırdı. O anda o iki kız gözden kayboldu. Bir süre hayretler içinde kaldım. Arkadaşlar dağıldılar. Sarhoş idik. Nihayet ben ve Hallac yalnız kaldık.

Kendisine dedim ki: “Biliyorsun ben seni çok iyi tanıyorum. Bu yaptıklarının hepsi hile ve göz boyamadır. Bu dostluğumuza binaen o iki güzel cariyeyi nasıl ortaya çıkardığını bana anlat”. Hallac gülerek şöyle dedi: “Senden hiçbir şey saklamam, ama bir şartım var, sırrımı ifşa etmemen gerek”. Kendisine söz verdim. Beni bir başka eve götürdü. Orada iki kocaman tosbağa vardı. Bu iki tosbağa o kız suretlerinin ayakları altına monte edilmişti. Tosbağalar hareket ettikçe o suretler de ayağa kalkıp hareket ediyordu.

Nihayet bu Huseyn-i Hallac Bağdad’da yakılarak öldürüldü. Külleri Dicle nehrine atıldı.

BİBLİYOGRAFYA

Abdu’l-Kahir el Bağdadî, eLFark beyne’l-Jirak, neşr. M. Zahid el Kevserî Kahire 1367/1948.

Ahmed b. Hanbel, Müsned, neşr, Ahmed Şakır, Kahire 1365-1374.

Ali İbnü’l-Enceb es-Sai, Ahbarü’l Hallac, Paris, 1936.

Bakıllani, el-Beyan ani’l-fark bey-ne’l-mucizat ve’l-keramat ve’l-kehanet ve’s-sihr, Beyrut 1958.

Buhari, Muhammed bin İsmail, Sahih, Kahire 1314.

Darımı, ebu Said, er-Red ala’l- Cehmiye, Leiden 1960.

Camî, Nuru’din-i Abdu’r-rahman, Nafahatü’l-üns min hazaraü’l-kuds, Neşr. M. Abıdî, Tehran-1370.

Ebu’l-Ma’âlî Muhammed b.Ni’met-i Alevî-1 Fakîh-i Belhî, Beyânu’l-Edyân, Telıran 1376.

Ebu Nasr es- Sarrac, Kitabu 1-Luma’ Fi’t- Tasavvuf, nşr. R.A. Nicholson, Leiden 1914.

Eflaki, Ahmed. Menakibu'l-Arifin, nşr. T. Yazıcı, Ankara 1959-1961, I-II.

el-Hansârî, Mirza Muhammed, Ravzatü’l-Cennat fi Ahvali’!- ülema ve's- saadat . Tahran 1367.

Hucviri.Ebü'l-Hasan Ali b.Osman, Keşfü’l- mahcub.Neşr. V. Jokofsky, Tehran-1373.

el-Münavl. Abdurrauf. el- Kevakibü’d-derari. Kahire ( Tarihsiz).

Ez- Zahabî, Duvelu’l-İslam fi’t- Tarih, Haydarabad 1364.

ez-Zahabi. el Hafız, el-İber. Kuveyt 1960.

ez-Zirikli. Hayrüddin. el-Alam, Kahire 1373- 1378.

Feridüddin Attar. Tezkiretü’l-Evliya, Tahran 1370.

Hatib el Bağdadî, Tarihu Bağdat, Kahire 1349/1931.

Hucviri. Ebu' Hasan Ali, Keşfûl- Mahcûb, neşr. V. Jokofsyky, Tehran 1338

îbn Ebi Ya’la, Tabakatü’l-hanablle, nşr. Muhammed Hamid el Fakiy, Kahire ( Tarihsiz)

İbn Hallikan, Vefeyatü'l-A'yan, Kahire 1367/1948.

İbn Kesir. el-Bidaye ve'n-nihaye, Beyrut 1999. I-XI.

İbn Macce, Sünen, nşr. M. Fuad Abdu’l-Baki, Mısır 1373/1954.

İbn Receb, el -Zeyl ala Tabakati'l- Hanabile, nşr. Muhammed Hamid el- Fakıy. Kahire 1382/1952.

İbn Tağriberdi, en-Nücumu’z- Zahire fi Mulûki Mısra ve’I- Kahire (Daru’l Kütübü’l- Mısriyye)

İbn Teymiye, Takiyyüddin Ahmed, Mu’cemu'l-feteva, nşr. Muhammed bin Abdirrahman, Suuduyye 1398. I- XXXVI.

İbn Teymiye. Cami'ur-Resail.nşr. M.Reşad Salim, Kahire-1389/1969, I.

İbnu’l Esir, Ali bin Muhammed el- Lübab fi tehzibi’I- ensâb. Kahire 1357- 1369.

İbnü’l Hacer, el Askalanî, Lisanü’l- mizan, Haydarabad 1329.

İbnü'l-Cevzi, Ebu Abdu'r-rahman , el-Muntazam Fi’t-tarih, Haydarabat 1357, VI.

İbnü’l- Cevzi, Telbisu İblis, Lübnan (Tarihsiz)

İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-tarih, Beyrut 1385/1965.

İhnü'l-Fakih, Muhtasara Kitabi’l- Büldan, Leiden 1302.

İbnü’l-İmad, Şezaratü’z-Zeheb, Beyrut ( Tarihsiz).

İbnü’n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1978

İmam Müslim bin el Haccac, Sa-hih,İstanbul 1329-1333.

Kazvini, Asarü’l-Bilad, Beyrut 1389/ 1969.

İkbal, Muhammed, Seyr-i Felsefe der İran, Tehran-1354.

—Kitabü’l-Uyun ve’l-Hadayık, IV, (Dımaşk 1972).

Makrizi, Takiyüddin Ahmed, Hutat, Lübnan (Mektebetu İrfan tab’ı).

Mevlânâ, Celâlü’d-Din-i Rumi, Mesnevi, nşr. R. Nicholson, Tehran-1376, I- VI.

Sipeh-salar, Feridun b. Ahmed, Menakib-i Hz. Hudavendigar, Tere. Mithat Bahari, İstanbul 1331.

Sultan Veled, İbtida-name, Tere. A. Gölpınarh, Ankara 1976.

Sülemi, Ebu Abadurahman, “Tabakatü’s-sofiye, nşr. Nuruddin Şeribe, Kahire 1372/1953.

Şa’rani, Abdu’l-vahhab et-Tabakatü’l-kübra, Mısır ( Tarihsiz).

Taha Abdu’l-Baki • es- Surur, “el- Hallac Şehidü’t-tasavvufi’l-İslami, Kahire 1961.

Yafii’, Mir’atü’l-Cinan, Haydarabad 1337.

Yakut el Hamavî, Mücemü’l-Buldan, ( Beyrut 1397/1977) I-VI

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar