HÜSEYN B. MANSUR…Hallac-ı Mansur… İbn Teymiye
Hallac Hakkında Eleştiri
Tercüme:
Prof. Dr. Mikail BAYRAM
SUNUŞ
Geçmişte
yaşamış bazı tarihi şahsiyetler var ki, ölümlerinin üzerinden asırlar geçmiş
olmasına rağmen insanlar o kişiler hakkında iki ayrı ve biribirine zıd görüşte
ola gelmişlerdir. Böyle bir kişiliğe sahip olanlardan biri de ünlü mutasavvıf
ve şair Hüseyn b. Mansur el- Hallacdır.
Tam
adı Ebu’l-Leys Hüseyn b. Mansur el- Hallac el- Beyzavî’dir. Hicrî 244 (858M.)
yılında Beyza’da doğdu. Ecdadı Zerdüştî
idiler. Hicri 260-284 (874-897M) yılları arasında aralarında Cüneyd-i
Bağdadî’nin de bulunduğu dönemin ünlü mutasavvıflarından ders aldı. Daha sonra
onlardan ayrıldı. Fars, Horasan, Maveraünnehr’in muhtelif şehirlerinde dolaştı.
Bir ara Hindistan’a gitti. 296H. Yılında ( 907 M) Mekke’ye geldi. Oradan Basra
ve Bağdad’a döndü. Orada etrafında talebeler topladı. Kısa zamanda ünü
Bağdad’ın İlmî ve fikrî çevrelerinde duyuldu. Muhalifleri onun sihirbazlıkla
meşgul olduğunu, sihirbazlıkla insanları yoldan çıkardığını, itikatlarını bozduğunu
öne sürdüler ve onu tutuklattılar. Tutuklu iken de faaliyetlerini sürdürüyordu.
Karmatîlerin lideri Cennâbî ile ilişki içindeydi. Bu yüzden hicrî 309
yılında mahkemeye sevk edildi. Sonunda idama mahkum edildi. Hicri 309 yılının
ilkbaharında ( 26 Mart 922 M. ) idam edilirken de önce çarmıha çekilmiş, sonra
cesedi yakılarak külleri Dicle’ye atılmıştır.
Hüseyn
b. Mansur el- Hallac’ın tutuklanması ve mahkumiyetinin asıl sebebi Karmatî
propagandacısı olması, hululiyye inancına sahip olarak Allah’ın kendisine hulûl
ettiği iddiasında bulunması olmuştur. Basra körfezi çevresinde kurulan Şii
Karmatî devleti lideri Cennabî’nin arkadaşı olarak Bağdad'ta Cennabî lehinde
misyonerlik faaliyetleri ile siyasîlerin gazabını üstüne çekmiştir. Fakat onu
mahkeme eden kadılar (hakimler) ve ilim adamları onun öğretilerinin şer’a (
kanunlara) muhalif olduğu gerekçesi ile idamına hükmetmişlerdir.
Hüseyn
b. Mansur el- Hallac’ın idam edilmesinden sonra tasavvufi çevreler onun haksız
olarak öldürüldüğünü, mazlum ve şehit olduğunu, onu idam eden kadıların onun
sahip olduğu yüksek fikirlerine akıl erdiremediklerini iddia etmişlerdir.
Dolayısıyla bu çevreler Hallacm büyük bir kahraman olduğuna hükmetmişlerdir.
Dinin toplumsal yapı ve düzeni korumayla ilgili kanun ve kurallarına bağlı
olanlar Hallacm faaliyet ve öğretilerinin dinin ve toplumun düzenini bozmaya
yönelik olduğunu, toplumsal yapıyı, huzur ve güveni korumak adına onun ölüm ile
cezalandırılmasının yerinde ve gerekli olduğunu savunmuşlardır. Tasavvufa
meyyal Sünnî çevreler ise, Hallac’ın manevî sarhoşluk(sekr) halinde şer’a
(kanunlara) muhalif sözler söylediğini, fiiller, işlediğini, bu yüzden dinî
sorumluluğu bulunmadığını, fakat toplumun düzen ve güvenini korumakla görevli
olan kadıların da onu idam etmekle şer’a uygun bir iş gördüklerini ve isabetli
hareket ettiklerini iddia etmişlerdir. Yani Hallac şarhoşluk halinde söylediği
söz ve öğretilerinden dolayı dinî bir sorumluluğu bulunmadığı bu söz ve
fiillerden ötürü idama müstehak olduğunu kabul etmişlerdir. Böylece Hallac’ı ve
muhaliflerini dinî sorumluluktan beri kılmışlardır.
Bu
eserin esası, ünlü Hanbeli müctehid Takiyü’d-din Ahmed ibn Teymiye’nin(
728/1327) “el- Hallac hel kâne sıddikan ev zındikan “ sorusuna cevap olarak
yazdığı fetva niteliğindeki risaledir.
Bu
risalede ibn Teymiye, Hüseyn b. Mansur el- Hallac hakkındaki görüş ve kanaatini
temellendirmek ve delillendirmek için onun hakkında tarihî ve dinî bilgiler de
vermektedir. Bu bakımdan risaleyi tercüme ederken İbn Teymiye’nin iddia ve
görüşlerinin ve kendisinden önceki eserlere yaptığı göndermelerin kaynakları
dipnotlar halinde göstermeyi uygun gördük. Böylece bu küçük risalenin daha
inandırıcı olmasını sağlamaya çalıştık. Ayrıca İbn Teymiye’nin görmediği ve
kullanmadığı iki önemli kaynakta Hallac hakkında çok önemli bulduğum bilgilerin
de burada yer alması için o eserlerdeki Hallac hakkında verilen bilgileri de
tercüme ederek risalenin sonuna ekledik. Bu iki eserden biri ünlü filozof,
astronom ve matematikçi Ebu Reyhan el- Beyrunî’nin “ Asarü'l- bakiye” sidir.
Diğeri de Beyrunî gibi Gazneliler devri bilgini olan Ebu'l Maali Muhammed
Fakih-i Belhî nin “ Beyanü’l- edyan” adlı eseridir.
Aslında
Hüseyn b. Mansur el-Hallac olayı İslâm Kültürü ile İran Kültürü'nün tanışması
safhasında meydana gelen çatışmaların bir parçasıdır. Bir başka ifade ile Sami
kültürü ile Ari Kültürü’nün uyumsuzluğundan doğan pek çok problemlerden bir
tanesidir.Mansur el-Hallac İran Kültürünün derinliklerinden gelen bir kültür ve
fikir adamıdır. Bu kültürel kimliğini
siyasî, dinî ve sosyal boyutta ortaya koymaktadır. Şakik-i Belhî, Bayezid-i
Bestamî ve daha başkaları bu kültürel ortamdan gelen insanlardır. Bunlara karşı
olan Cüneyd el- Bağdadî, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları İslâmiyetle birlikte
İran Kültür muhitine gelen Samî Kültürü’nün temsilcileriydi. Dolayısıyla Mansur
el-Hallac’ın yargılanmasının böyle bir siyasî ve kütürel boyutu bulunmaktadır.
İbn Teymiye bu konuyu ele alırken sadece tarihi bir vakıanın meydana geliş
biçimini tesbite çalışmakta ve bu vakıayı İslâmî ölçülerle değerlendirmeye tabi
tutmaktadır. Bu itibarla bu risalede Mansur el- Hallacın idam edilmesi olayının
kültürel derinliği, arka plânı bulunmamaktadır. Vakıa eski İslâm bilginleri ve
araştırıcılar da bu konuyu böyle bir boyutta ele almış değiller. Biz de bu
olayın yalnız tarihî ve dinî boyutunu açıklamak amacıyla bu risaleyi halkımızın
istifadesine sunuyoruz.
Bu
çalışma aslında bir makale olarak hazırlanmıştı. Fakat Hüseyn b. Mansur
el-Hallac ve onun sahip olduğu dinî-tasavvufî meşrebi hakkında açıklayıcı
bilgiler verme gereği duyulduğu için konu etrafında yan bilgiler de çalışma
içinde yer aldı ve hacmi büyüdü. Böylece bu çalışmayı müstakil bir kitapçık
halinde yayınlamayı uygun gördüm.
Temmuz
2003
Prof.
Dr. Mikail BAYRAM
HULULİYYE FELSEFESİ
Hulûl
felsefesi eskiden beri mutasavvıflar arasında büyük bir ilgi görmüştür. Bir çok
ünlü mutasavvıfların “Hulûliyye" mezhebine mensup oldukları görülmektedir
. Tasavvuf tarihinde en etkileyici Hulûliyeci hiç Şüphesiz Hüseyn b. Mansur el-
Hallac (309H – 921 H) dır.
Bu
felsefe Allah'ın varlıkların ve insanın suretine girdiği inancına
dayanmaktadır. Bazı Hristiyan mezheplerde Cenab-ı Allah’ın Hz. İsa'ya hulûl
ettiği yani Hz. İsa suretine girdiği kabul edilmektedir. Hz. İsa’nın ilahlığı
da buradan gelmektedir. Hüseyn b. Mansur el- Hallac ve Beyazıd el Bestamî gibi
mutasavvıfların bu inançta oldukları görülmektedir. Hüseyn b. Mansur el-
Hallac’ın o çok meşhur olmuş “Ene’l- Hak”(Ben Allâhım) sözü bu felsefenin
ifadesidir. Yani Allah’ın kendisine hulûl etmiş olduğunu ve varlığının Allah’la
özdeş hale geldiğini iddia etmektedir.. Beyazid-i Bestamî de “ Mâ fi cübbetî
sivâllah” (cübbemde Allah’dan gayri nesne yoktur.) sözü ile bu inancı başka bir
şekilde ifade etmektedir.
Anadolu
Selçukluları devrinin ünlü mutasavvıf ve şairi Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin hocası olan Şems-i Tebrizî’nin de coşkulu bir
hulûliyyeci mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır.
Şems-i
Tebrizî 1244(642) yılında Konya’ya gelince Mevlânâ, henüz 15 yaşında olan Kimya
Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems-i Tebrizî’ye
nikahladı. Bu sırada Şems 60-65 yaşlarındaydı. Oysa Kimya Hatun Mevlânâ’nın
oğlu Alaü’d-din Çelebiyi seviyordu. Alaü’d-din Çelebide ona âşıktı. Onlar
evlenmeyi düşünüyorlardı. Alaü’d-din Çelebi zaman zaman babasının yanına gitme
bahanesiyle Şems ve Kimya Hatun un oturdukları hücrenin önünden geçiyor ve
Kimya Hatun’a görünüyordu. Hatta bir defasında Şems, Alaü’d-din Çelebi’nin
önünü keserek: “ Hey delikanlı, bir daha buradan geçersen ayağını kırarım” diyerek
tehdit etmişti. Şems’in öldürülmesine sebep olan olaylardan biri de budur.[
Sipehsalar “ Menakıb-ı Hazret-i Hüdavendigâr" trc. M. Buharî, İst. 1332,
s. 178; Sultan Veled İbtida-nâme, trc. A. Gölpınarlı, Ankara 1976 s. 61-64. ] İşte
bu yüzden Şemsle nikahlanan Kimya Hatun sık sık Şems’i terk ediyor, izini
kaybettiriyordu. Sonra arayıp Kimya Hatun u bulup Şems’e getiriyorlardı.
Mevlânâ Celâlü’d-din-i Rumî ve
etrafındakiler hakkında anekdotlar derleyen Mevlevi yazar Ahmed Eflakî “
Menakıbü’l- ârifîn” adlı eserinde anlattığına göre bir gün Kimya Hatun Şems’i
terk etmişti. Şems’in canı sıkkındı. Mevlânâ ,Şemsi teselli etmek, can
sıkıntısını gidermek amacıyla onun hücresine gider. Kapıyı aralayınca Şems
Kimya Hatun ile sevişmekte olduğunu görür hemen kapıyı çeker. Biraz zaman
geçer. Mevlânâ tekrar Şems’in hücresine gider. İçeri girince Şems’in yalnız
oturduğunu görür. Şems’e sorar: “Üstad az önce geldim. Kimya Hatun ile
aşk-bazî (aşk oyunu) halindeydiniz. Kimya nerede?” diye sor ar. Şems de
ona: “O senin gördüğün Cenab-ı Allah idi. Cenab-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir
kuluyum ki, Kimya Hatun suretinde bana geldi. Onunla aşk-bazî halindeydik” der.
[Menakibu’l-ârifin, nşr. T.Yazıcı, Ankara 1980, II, s. 637-38.]
İşte
Şems’in bu ifadesi onun Hulûl akidesinde olduğunu göstermektedir. O bu sözü ile
Cenab-ı Allah’ın Kimya Hatun süretine girdiğini yani Cenab-ı Allah’ın Kimya
Hatun’a hulûl ettiğini ifade etmiş olmaktadır. Şems bu Hulûl felsefesi ile
Mevlânâ’yı etkilemiş ve onu kendisine bağlamıştır. Şem-i Tebrizî de Hulûl
felsefesi ile ilgili derin bir birikim olduğu söylenebilir. Ünlü Pakistanlı
şair Muhammed İkbal de, Mevlânâ’nın Hulûlî görüşlere sahip olduğunu örnekler
vererek açıklamaktadır. Mevlânâ da ünlü eseri “ Mesnevi” nin Mukaddime’sinde,
Mesnevî’nin alemlerin Rabbı Allah katından indirildiği iddiasında bulunur. Bu
iddiası onun Hulûl inancında olduğunu göstermektedir. Demek oluyor ki Mevlânâ,
Allah’ın kendisine hulûl ettiğini ve Allah’ın kendisinde konuştuğuna inanmakta
ve Mesnevî’nin böyle meydana geldiğini savunmaktadır [Mevlânâ bu fikrini,
“Mesnevî”nin birinci defterine yazdığı önsözde şöyle ifade etmektedir: Bu
Mesnevi adlı kitaptır. O, dinin aslının aslının aslıdır Temiz olanlardan başkası ona dokunamaz, âlemlerin Rabbi
tarafından indirilmiştir”. Mesnevî’deki bir beytte de Mesnevi için şöyle
denmektedir.: “ Bu ne müneccimlik ve ne remil işidir. Doğruyu Allah : biliyor
ki, bu Allah’ın vahyidir. ]
.
Aksi halde Mevlânâ’nın bu sözünü izah etmek mümkün değildir.
Hulûlî
fikirler genel olarak mistik ; şiir için zengin malzeme ihtiva eder. Bu düşüncede
olan âşık, sevgilisinin değişik ve cazip görüntüleri ile buluşur. Bundan dolayı
Şemsin hulûlî fikirleri bir anda Mevlânâ’yı cezbetmiş, dünyasını değiştirmiş ve
onda şafak doğmasına vesile olmuştur. Şems ile tanışmadan önce hiç şiir
yazmadığı halde Şems ile tanışınca şiir dünyasına adım atmış ve şâir olarak
temayüz etmiştir. Şair olarak Mevlânâ’daki o zengin ve yüksek hayal gücünün
kaynağı buraya dayan-maktadır. Şemsin bu hulûli fikirlerinin Mevlânâ’nın
yaradılışından kaynaklanan özel kabiliyeti ile buluşması onu şiir dünyasına
götürmüştür.
Şems-i
Tebrizî’nin Konya’da öldürülmesinden sonra Mevlânâ bu hocasını kaybetmiş
olmaktan büyük üzüntü duymuştur. Şems bir kalenderi derviş olarak tanınmış
kalenderi şeyhi Şeyh Cemaleddin Savî(1232) ile irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır.
Şam’a yerleşmiş olan Şeyh Cemaleddin Savî pek çok talebe yetiştirmiştir.
Şems’in ölümünden sonra Mevlânâ’nm Şam’a bir sefer yaptığını biliyoruz. Hiç
şüphesiz Mevlânâ bu Şam seferini, Cemaleddin Savî’nin Şam’daki talebeleri ile
ilgi kurmak amacıyla düzenlenmiştir. Mevlânâ Şam’a gittiği günlerde orada Hulûl
felsefesinin en tanınmış şahsiyeti Ali Harirî (680/1281) hayattaydı. Mevlânâ
onunla görüşmüş olmalıdır. Eflaki’nln bir vesile ile Ali Harirî'den bahsetmesi
Mevlânâ ve çevresinin onu tanıdıklarını gösteriyor. Mevlânâ bir ara oğlu Sultan
Veled i de Şam’a gönderilmiştir.
Hulûlî
fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şems-i Tebrizî’den sonra Anadolu’da
faaliyet göstermekteydiler. Ebu Bekr-i Niksârî , Şam’dan gelen Şeyh Osman-ı
Rumî bunlardandır. Mevlânâ’nın bunlarla ilgisi devam etmiştir. XV. ve XVI.
yüzyıllarda Şems-i Tebrizî’ye bağlı olmalarından dolayı : kendilerine “
Şemsîler” denilen dervişler Anadolu’da yaygın idiler. ; Abdulvâhid Çelebi 920
(1514 )yılında ; telif ettiği “ Menakıb-ı Hace-i Cihan ve Netice-i Cân” adlı
eserde onları anlatmaktadır. Mansur el-Hallac’m Anadoludaki tasavvuf! zümreler
üzerinde derin bir etkisi görülmektedir. Bu etki, Şems-i Tebrizî ve Mevlânâ
Celâlü’d-din- i Rumi gibi İran Kültürü muhitinde ve etkisinde yetişmiş olan
mutasavvıflar vasıtası ile Anadolu’da derin bir etki yaratmıştır. Selçuklular
zamanında Anadolu’da faaliyet gösteren ve kendilerine Cavlakî denilen Kalenderi
dervişler ‘Hulülî’ inançtaydılar. Bu itibarla Anadolu’nun kültürel
yapılanmasında bu inanışın derin etkisi bulunmuştur. Bugün hâlâ bazı dinî
zümreler arasında bu inanç devam etmektedir. Özellikle Nusayrîler arasında bu
inanış biçimi canlılığını korumaktadır.
İşte
burada tercümesini sunduğumuz İbn Teymiye tarafından kaleme alınan risale
yukarıda kısaca izah edilen ‘Hulûliyye’ Felsefesi’ne reddiyedir. Dinler tarihi
açısından olduğu kadar, Tasavvuf Tarihi açısından da önemi haiz bulunduğu için
tercümesine gayret edildi.
İBN TEYMİYYE HÜSEYN B. MANSUR EL- HALLAC
Prof. Dr. Mikail BAYRAM
Hüseyn B. Mansur El-Hallac Sıddik mi, Yoksa Zındık miydi ?
Sual: Alimlerin ileri
gelenleri (R. A.) Hüseyn b. Mansur el-Hallac hakkında ne diyorlar. O bir sıddik
mi, yoksa bir zındik miydi? Allah’tan korkan, Allah dostu ve Rahmani halleri
bulunan bir ermiş kişi mi. yoksa sihirbaz ve şarlatan biri miydi? Acaba
Müslüman alimlerin onayı ile sabit olan zındıklığından dolayı mı, yoksa mazlum
olarak mı öldürüldü? Lütfen bize bu konuda fetva veriniz; istifade edelim.
Cevap: Şeyhü’l-İslam
Ebu'l-Abbas Takiyü’d-Din Ahmed b. Abdu’I-Halim b. Abdü’s-Selam İbn Teymiye
(K.R.) alemlerin rabbı olan Allah’a hamd ederek cevap verdi:
Hallac Bir Zındık İdi
Hallac,
hem kendi ikrarı, hem reddi ile sabit olan zındıklığından ötürü öldürülmüştür.
Kafi olarak ispat edilen bu durum, Müslüman alimlerin ittifakı ile
öldürülmesini gerekli kılmıştır. Onun haksız olarak öldürüldüğünü söyleyenler
ya inkarcı münafık yahut sapık cahil kimselerdir.
Öldürülmesini
gerektiren şeyler, ondan duyulan ve yayılan küfr cinsinden sözlerdir. Birçok
sözlerinden bazıları öncelikle öldürülmesine sebep teşkil etmiştir. Allah’tan
korkan ermiş bir kişi değildir. Ancak kendisine mahsus bir kısmı şeytani,
bazısı nefsani bazıları da şöyle yada böyle şeriata uygun düşebilecek ibadet ve
riyazetleri ve tasavvufi halleri vardı.
Hallac’dan Bazı Haberler
Hindistan’a
giderek orada çeşitli sihir oyunları öğrendi
ve sihir hakkında tanınmış bir eserin de yazarıdır. Bu eser bu gün de
mevcuttur. Yalancı harikuladelikleri ve şeytani sözleri bulunmaktadır.
İlim
adamları onun hakkında pek çok haberleri eserlerine almışlardır.
İbn
Ali el-Hutabi gibi onun zamanında
yaşayan birçok ilim adamları onun hayatını yazmışlardır. Bu zat, “Bağdat
Tarihi” adlı eserinde onu anlatmıştır, el- Hafız Ebu Bekr el-Hatib el-Bagdadi
de “Tarihu Bağdad” adlı eserinde el- Hallac’a geniş yer vermiştir . Keza Ebu
Yusuf el-Kazvini onun hakkındaki ha-berleri bir ciltlik bir eserde toplamıştır
. Ebu’l-Ferec İbnü'l-Cevzi, bu konuda “Reful-lücac fi ahbari’l-Hallac” adlı bir
eser yazmıştır . Ayrıca “el- Muntazam” adlı eserinde de el-Hallac’a geniş yer
vermiştir .
Ebu
Abdu’r-Rahman es-Sülemi, “Tabakatü’s-sofiye” adlı eserinde pek çok
mutasavvıfların Hallac’ı kınadıklarını, onu red edip sofi ve bir tarikat şeyhi
olarak kabul etmediklerini ve ona hücum ettiklerini yazmaktadır . Onu red eden
ve ona hücum edenlerden biri de Ebu’l-Kasım el-Cüneyd’dir . Cüneyd el-Bağdadi
hayatta iken Hallac henüz öldürülmemişti. Hallac, Cüneyd’in ölümünden sonra
öldürüldü. Cüneyd 298 (910) da vefat etti*
. Mansur ise 300 yılından sonra öldürülmüştür.
Hallac’ı
deveye binmiş olarak Bağdad’a getirdikleri zaman “bu Karmati misyoneridir.” diye
tanıtıyorlardı . Sonraları bir süre tutuklandı.
Hatta
sözlerinde küfür ve zındıklık ile ilgili sözler tesbit edildi. Kendisi bu
sözlerin küfür olduğunu itiraf etmiştir.Bir eserinde şöyle demiştir: “Hacca gidemeyen bir kimse
bulunduğu yerde bir ev yapsa, o evi Kabe’yi tavaf eder gibi tavaf edip otuz
yetime belirttiği ölçüde sadakada bulunsa Hacc ibadetini yerine getirmiş olur.”
Kendisine: “Bu sözü sen mi söyledin?” diye sorulduğunda “evet” diyerek itiraf
etmiştir. Bu görüşü nereden aldığı kendisine sorulunca Hasan el-Basri'nin
“Kitabü’s- Salat” adlı eserinden aldığını söylemiştir. Onu sorgulayan Kadı Ebu
Ömer, “Yalan söylüyorsun ey zındık! Ben bu kitabı okudum, orada böyle
bir şey yoktur.” dedi. Devrin veziri ondan duyduklarına şahitlik etmelerini
ve hakkında gereken fetvayı vermelerini ilim adamlarından talebetti. Onlar da
fetvalarını verdiler ve katlinin vacib olduğunda ittifak ettiler.
Mahkemesi
sırasında tövbe etmiş olabilir diye ilim adamları, onun zındıklığı hakkında iki
ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Çünkü tövbesinde samimi olduğu açık seçik
bilinmediğinden, “tövbesi kabul edilip öldürülür mü, öldürülmez mi?"
mes’elesi ortaya çıkmaktadır. Bir kısım ilim adamları tövbesinin kabul
edileceği ve öldürülemeyeceği yönünde fetva vermişlerdir. Alimlerin çoğu da
tövbesinin kabul edilemeyeceği ve öldürülmesi gerektiği yönünde fetva
vermişlerdir. Zira eğer tövbesinde samimi idi ise bu dünyada kendisine ölüm
cezası uygulanır ama öbür dünyada Cenab-ı Allah onu mükafatlandırır.
Uygulanan ceza onun temizlenmesine vesile olur. Hırsız ve zâninin de
mahkeme sırasında tövbe etmelerinin hükmü de aynıdır. Her halükarda ceza
uygulamasına gidilir. Ancak eğer tövbelerinde sadık ve samimi iseler, Ahiret
günü bu tövbeleri günahlarının kefaretidir, yalancıktan tövbe etmiş iseler
uygulanan ceza suçlarının karşılığıdır.
Dolayısıyla
eğer Hallac da kendisine ölüm cezası uygulandığı sırada gönülden tövbe etmiş
ise bu tövbesinden dolayı Cenab-ı Allah kendisini mükafatlandıracaklar. Eğer
yalandan tövbe etmiş ise kâfir olarak ölmüş olur.
Öldürüldüğü
zaman kendisinden hiçbir keramet sadır olmamışür. Yere akan kanının yerde Allah
yazdığını veya öldürülünce Dicle suyunun kesildiğini
söyleyenler yalancıdır. Bu tür sözleri
nakledenler ancak cahil ve münafıklardır. İslam düşmanları ve zındıklar bu tür
haberleri uydurmuşlardır. Hatta bu kimseler “Muhammed b. Abdullah’ın şeriatı
Allah’ın velilerini öldürüyor” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Bir çok
peygamberler ve yakınlan öldürülmüşlerdir. Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’in pek çok ashabı ve tabiinden ve salih insanlardan öldürülenlerin
sayısını ancak Cenab-ı Allah bilir. Üstelik bunlar kafir, inkarcı ve zalimlerin
kılıçlarıyla öldürüldüler. Hiçbirinin kanı yerde Allah’ın adını yazmamıştır.
Kaldı ki, kan necistir. Onunla yüce Allah’ın adını yazmak caiz değildir. Acaba Hallac
bunların hepsinden daha mı hayırlı bir kişiydi? Onun kanı, onların kanından
daha temiz miydi?
Öldürüleceği
zaman feveran gösterdi, tövbe etti. Fakat tövbesi kabul edilmedi211. Eğer
yaşasaydı pek çok cahiller fitne çıkaracaklardı. Çünkü bir takım şeytani
halleri, sihir oyunları ve şarlatanlıkları vardı. Bu yüzden şeytani hallere,
sihirbazlık oyunlarına değer verenler onu ta'zim ediyorlardı. Fakat Hallac'ın
halini çok iyi bilen Allah dostu alimlerden hiçbiri onu ta’zim etmemişlerdir.
Kuşeyri’nin “er-Risale” adlı eserinde hoş bulduğu bazı sözlerini naklettiği
halde mutasavvıflar arasına onu almamıştır
. Şeyh Ebu Ya'kub en- Nehrcuri kızını onunla evlendirmişti. Onun zındık
biri olduğunu öğrenince kızını ondan ayırdı . Amr b. Osman diyor ki: Bir defasında Hallacla beraberdim.
Kur’an-ı Kerim okuyan birini dinledi ve sonra “Ben de şu Kur’an gibi bir
eser yazabilir ve onun gibi söz söyleyebilirim." diyordu. Hallac'ın bu
iddiasından dolayı Amr b. Osman onun kafir olduğuna hükmetmiştir .
Hallac
her seviyeden insanları celbedecek ve kendisine hayran bırakacak şeyler
sergiliyordu. Bu yüzden Sünni Müslümanlara göre o Sünni, Şiilere göre o Şii
mezhebindendir. Kâh zahid kılığına girer, kâh asker kılığına girerdi .
Bazı
hariku'l-adelikler sergilerdi. Şöyle ki: Bazı arkadaşlarını önceden meyve ve
helva sakladığı çölde bir yere gönderirdi. Sonra halktan bir cemaati alıp oraya
yakın bir yere getirir ve onlara “Bu çöl ortasında ne istiyorsanız size
getireyim.” derdi. İçlerinden biri meyve veya bir tatlı isteyince, ‘‘Bekleyin!”
der ve oraya gider, önceden hazırlanan ve saklanan helva ve meyveyi getirirdi.
Tabii orada bulunanlar bu durumu onun bir kerameti olarak değerlendirirlerdi .
Hallac,
simyacıydı. Bazen Şeytanlar ona hizmet ediyorlardı. Bu Şeytanlar Abu Kubeys
Dağı’nda onunla beraber oluyorlardı ve kendisinden helva talep ediyorlardı. O
da bulundukları yerin yakınlarında bir yere giderek tabak içinde onlara helva
getirirdi. İşin iç yüzü araştırılınca, bu helvanın Yemen’de Helvacılar
Çarşısı’ndan çalınmış olduğu ve Şeytanlar tarafından oraya götürüldüğü ortaya
çıkarılmıştır .
Şeytanî
Halleri Olanlarda Bazı Haberler
Şeytani
halleri bulunan Hallac’tan başka kişiler de ortaya çıkmışlardır. Zamanımızda ve
başka zamanlarda yaşamış pek çok bu türden kişileri biliyor ve tanıyoruz.
Nitekim böyle bir şahıs şu anda Dımaşk’ta bulunuyor. Şeytan, onu Salihiyye Bağı
çevresinden alıp Dımaşk çevresindeki köylere götürüyor. Havadan gelerek içinde
insanların bulunduğu evlerin çatısına inmekte ve insanların gözü önünde içeriye
girmektedir. Geceleyin Babu’s-sağir’e (Küçük Kapı) gelir ve oradan geçerek şeytan arkadaşı ile
birlikte şehre girer. En sapık insanlardandır .
Böyle
bir adam da Şevbek’te Şahide denilen
köydeydi. İnsanların gözü önünde havada uçar, dağlara inerdi. Şeytanı onu
gezdiriyordu. Yol keserdi. Böyleleri genel olarak sapık şeyhlerdi. Ebu’l-Mucip
adında birine de “el-Bavşi" deniyordu . Gece karanlığında kendisine çadır
kuruyorlardı. Sac üstünde ekmek pişiriyorlardı. Allah’ı zikretme-dikleri gibi
içlerinde Allah'ı zikr eden biri de bulunmuyor ve Allah’ı zikre vesile
olabilecek bir kitapları da yoktu. Sonra bu el-Bavşi gözler önünde havaya
yükselir, yanındaki şeytanla konuşması, şeytanın ona söylediği sözleri
duyu-lurdu. Kim gülse veya ekmek çalsa, def çalınırdı, kimin çaldığı
görünmezdi. Ona sorulan soruların cevabını şeytan kendisine bildiriyordu. Soru
soranlara kendisine sığır, at gibi şeyler adayıp, üzerinde Allah’ın adını
anmadan onları kesmelerini emrederdi. Bunu yerine getirince dilekleri,
hacetleri yerine gelirdi.
Bir
başka şeyh vardı. Bizzat kendisi bana söyledi. Kadınlara tasallutta bulunur
"havarat" denilen küçük çocuklar üzerinde livata fi’lini
gerçekleştirirmiş. İki gözünün arasında iki beyaz benek bulunan siyah bir köpek
bana gelmekte ve bana: “Falan oğlu falan kimse sana bir bağışta bulundu, yarın
onu sana getireceğiz, senin için ben onun dileğini yerine getirdim.” der.
Böylece bu şahsa o bağış getirilir. İşte bu Müslüman olmayan şeyh bu mükâşefeye
mazhar oluyor.
Gene
bu şeyh: “Benden bir harikü'lade olarak lavanta çiçeği istenince bir an
kendimden geçerim. Kendime gelince lavantayı ya elimde veya ağzıma konmuş
olarak buluyorum. Bunu kimin koyduğunu bilmiyorum. Yürüdüğüm zaman önümde,
üstünde bir nur bulunan siyah bir sütun bulunur.” diyor. Bu şeyh tövbe edip,
oruç tutup, namaz kılınca, haramlardan sakınınca o siyah köpek yok oldu,
harikü’l- adelikler ve lavanta çiçeği vs.de yok oldu.
Bir
diğer şeyhin de emrinde şeytanları vardı. Bu şeytanlarını bazı insanlara
musallat eder ve onları sara hastalığına uğratırlardı. Saraya tutulmuşların
sahipleri şeyhe gelir, adamlarının kurtarılmasını ondan talep ederlerdi.
Şeytanlarını gönderir ve o saralıdan onları uzaklaştır irdi. Sonunda o şeyhe
çok miktarda para verirlerdi. Bazen cinler ona başkalarından çaldıkları para ve
yiyecek getirirlerdi. Hatta bu şeyh bazı kimselerin küplerde muhafaza ettikleri
incirleri şeytanlarından talep eder, onlar da bu inciri ona getirirlerdi. Küp
sahipleri bir bakarlardı ki küp ye incir gitmiş.
Bir
diğeri de ilim ve kıraat ile uğraşırdı. Şeytanlar buna geliyorlar ve kendisine:
“Biz seni namazdan muaf kıldık, ne dilersen sana getirelim.” diyorlar.
Gerçekten de ona helva ve meyve getiriyorlardı. Nihayet sünnete bağlı arif
şeyhlerin yanında bulundu, tövbe etti. Hatta bu şeytanlara kapılan adam
helvaları çalınanların helvalarının parasını ödedi.
Aslında
kitap ve sünnetin bulunanların keşif ve etki alıcı şeytani ve nefsani
hallerdir. Böyleleri, kendilerine, kendilerinde bu tür haller olmasa bile
kendilerini yalancılık ve sahtekarlığa dayanan halleri bulunanlara benzetmeye
çalışırlar. Bütün şeytani hal sahipleri, şeytani halleri olan veya sahtekâr
güruhudurlar. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Şeytanların kime
indiğini size haber vereyim mi? Onlar günahkâr ve iftiracıların hepsine iner.”
(Şuara Suresi, 221-222)
İşte
Hallac böylelerinin önderidir. Hem şeytani hal ve hem sahtekarlık onda
bulunuyordu. Bu durumda olan pek çok kişiler vardır. Böylelerinin önderi de
putlara tapan müşrik şeyhlerdir. Müşrik Arapların kahinleri ve sihirbazları,
Hintliler ve Türkler arasında bulunan sihirbazlar ve murtazlar böyledir.
Öldükten sonra geri geldiğine ve kendileriyle konuşup, borçlarım ödediğine,
va’adlerini yerine getirdiğine, tavsiyelerde bulunduğuna, hayattaki şekil ve
suretiyle yanlarına geldiğine inananlar şeytanlardır. O ölenlerin şekil ve
suretlere girerek gelmekte ve onu görenler ölülerin geri geldiğini sanmakta ve
inanmaktalar.
Belli
bir şeyhten medet dileyen bir çok müridler: “Ey falan efendim! veya “Ey falan
şeyh dileğimi kabul et! diyerek yakarışta bulununca o şeyh kendilerine
görünmekte ve: “Senin dileğini yerine getiriyorum, kalbini temiz tut” diyerek
onlara hitap eder ve dilediklerini yerine getirir, problemlerini halleder. İşte
bunu yapan da gene şeytandır. Mürid ondan medet dileyerek Allah’a ortak koşunca
şeytan o şeyhin suretinde o kişiye gelmektedir.
Buna
benzer birçok olaylar biliyorum. Bazı arkadaşlarım anlattılar. Başlarına gelen
felâketlerden dolayı benden yardım dileğinde bulunmuşlardır. Bunlardan biri
Ermenilerden korkuyormuş, bir diğeri Moğollardan korkuyormuş. Gıyabımda benden
meded dilemişler ve uçarak onlara gelmiş ve onları korktuklarından
kurtarmışımBunu bana anlattıklarında böyle bir olayı yaşamadığımı, herhangi bir
problemlerini de halletmediğimi de bildir* dim. Bu ancak Allah’a ortak koşmalarından
dolayı şeytan benim suretimde kendine görünmesidir
Bu
ve buna benzer pek çok olaylar, arkadaşınız olan şeyhlerle müritieri fasında
meydana gelmiştir. Müritierden biri Allah Teâlâ
yerine şeyhinden yardım dileyince, şeyhinin kendisine geldiğini ve
kendisine yardımda bulunduğunu görür. O şeyhe bu durum sorulunca böyle bir
şeyden haberi olmadığını söylemektedir. Böylece bu gelenin şeytan olduğu
anlaşılmaktadır.
Arkadaşlara
anlatmıştım. İnandığı iki şeyhten meded dileyince bu iki şeyh havadan gelerek
kendisine: “Bize olan inancım sağlam tut. Biz senin imdadına yetişir ve seni
koruruz.” dediklerini anlatınca ona: “Peki bu olayda bir hariku’l-adelik var
mı?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Hayır. Hiçbir harikü’ladelik yoktur.” Bu olay
gelenlerin iki şeytan olduğuna delalet etmektedir. Bu Şeytanlar insanlara haber
verirler, problemler naklederler, doğru şeyler söyledikleri gibi çoğunlukla
söyledikleri yalan çıkar. Cinlerin kahinlere bir ta-kım haberler verdikleri
gibi...Bu bakımdan cinlerin verdikleri haberlerden kaynaklanan keşiflere
dayananlar daima yalanları doğrularından fazla çıkmaktadır. Nitekim denilen bir şeyh
vardı. Tövbe ettir ve yeniden İslâmlaşmasını sağladık. Daha önce “cin” bir
arkadaşı vardı. Bu “cin”in adı “Anter”di. Bazı şeyleri ona bildiriyordu.
Söyledikleri bazen doğru çıkar, bazen yalan çıkardı. Kendisine, Allah’ı bırakıp
şeytana kulluk ettiği anlatılınca itiraf ederek: “Ey Anter! Seni tesbih
ediyorum. Çünkü sen ancak kötülük ilahısın.” dedi ve bu meşhur olaydan sonra
tövbe etti.
Şeriatın
kılıcı ile böyle kimselerden öldürülenler vardır. Nitekim, 15 senesinde bizde
de böyle bir kişi öldürüldü. Bu adamın şeytanlardan bir arkadaşı vardı. Bazen
yalan bazen doğru çıkan haberler getiriyordu. Bilgin ve yönticilerden bir gurup
onun sırrını keşfetnıek için kendisini takip ettiler. Cenab-ı Allah foyasını
ortaya çıkardı, bu adam bazen “Ben Allah’ın resulüyüm.” Derdi, fakat
davranışları peygamberlere uygun değildi. “Allah’ın resulü bana geliyor ve bana
şöyle şöyle diyor.’’ dediği ve Allah resulüne iftira ve küfür olan şeyler
söylediğine şahitlikte bulunuldu. Bunun üzerine devlet yetkililerine bu adamın,
kahinler cinsinden bir adam olduğunu, şeytanın kendisine geldiğini, kendisine
geldiğini söylediği zatın özellikleri ve sıfatlarını peygamberimize (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) uymadığını, yalancı bir surette göründüğünü bildirdi.
Pek
çok kimseler şeytanın bu adamı aldattığını ona küfür olan fiiller işlettiğini,
haber verdiği şeylerde yalan söylediğini bildirmişleridir. Fakat kendisine bir
suretin göründüğü haberi yalan değildi ve gerçekten bir suret ona görünüyormuş.
İtikatça kafir idi. Böyle bir peygamber olmaz tabii. İşte bunun gibi daha
niceleri var. Böylelerinin şeytanın muradına göre hareket etmelerinden dolayı
kendilerinde bir takım kabiliyyetler teşekkül eder. Allah’tan ve resulünden ve
mu’mince davranışlardan uzaklaştıkça şeytana yakınlık elde ederler. Havada
uçarlar. Şeytan da onlara arkadaşlık eder. Karşılarında bulunanları
medyunlaştırırlar. Bunu yapan da şeytanlardır. Bunlardan bazıları yiyecek
hazırlar, sofra kurar, ibriği havaya tutup suyla doldurur. Bütün bunları
şeytanlar yapmaktadır. Genel olarak cahil insanlar da bu yapılanları, Allah’tan
korkan Allah dostlarının gösterdikleri kerametlerden ayırt edemeyerek yanılgıya
düşerler. Oysa bunlar tamamen sihirbaz ve kahinlerin sergiledikleri şeylerden
ibarettir.
Rahmani
hallerle nefsani halleri birbirinden ayıramayanlar hak ile batılı birbiriyle
karıştırırlar. Keza kalbi Allah’ın nuru ile nurlanmayan, iman aydınlığı ile
aydınlanmayan, Kur’an-ı Kerim’e tabi olmayanlar da hak ve doğru olan yolla
batıl ve yanlışı birbirinden tefrik edemezler. Gerçekle hayali birbirinden
ayıramayacağı gibi Yemameli Müseyleme’nin ve diğer yalancıların durumu ile
peygamberlerin hali arasındaki farkı da göremez. Oysa bunlar yalancılardır.
Hz. Peygamberin Deccallar ve Büyük Deccal Hakkında Verdiği Haberler
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Aranızda kendilerini peygamber olarak
takdim eden otuz yalancı Deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz .”
Deccalar’ın
en büyüğü Büyük Deccal’in fitnesidir ki Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)
tarafından öldürülecektir . Cenab-ı Allah, Adem'den kıyametin koptuğu ana kadar
Büyük Deccal’in fitnesinden daha büyük bir fitne yaratmamıştır. Müslümanların
namazlarında bu Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınmaları emredilmiştir .
Gökyüzüne emrederek yağmur yağdıracağı, yere emrederek nebat bitireceği rivayet
edilmiştir . O bir mu’min kişiyi öldürdükten sonra ona “Kalk!” deyince o kişi
dirilip kalkar ve ona derki: “Ben senin rabbınım.” Bunun üzerine o mu’min. ona
"Yalan söylüyorsun. Sen Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin haber
verdiği tek gözlü yalancısın. Allah senin basiretini artırmıştır.” deyince,
Deccal onu tekrar öldürür.
Üçüncü
defa da öldürmek ister ama kendine boyun eğdiremez. O, İlahlık davası
gütmektedir.
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem böyle iddiada bulunanların foyasını ortaya çıkaran
üç belirtiyi açıklamıştır.
1- Deccal tek gözlüdür. Oysa Rabb’ım bundan
münezzehtir.
2- İki kaşının arasında “Kafir” yazılıdır.
Okumayı bilsin, bilmesin her mu’min o yazıyı okuyabilir'.
3- Hiç kimse ölmeden önce yaratanı göremez.
Oysa Deccal kendisini yaratıcı olarak takdim etmektedir .
Bu
söylenenler Büyük Deccal ile ilgilidir. Büyük Deccal’den başka Deccaller de
var. Bunlardan bazısı peygamberlik iddiasında bulunur. Nitekim Allah Resulü,
“Ahir zamanda yalancı Deccaller gelecektir. Sizin ve atalarınızın duymadığı
yalanlar söylerler. Onlardan sakının onlardan sakının.” buyurmuşlardır.
Hallac da Bir Deccal
İdi
Hiç
şüphe yok ki Hallac da Deccallardan biridir. Ancak öldürülmeden önce
"tövbe etti mi. etmedi mi?" diye sorulabilir. Onu Cenab-ı Allah
bilir. Bilinmeyen bir hususta bir şey söylemek doğru olmaz. Fakat küfür olan
sözler söylemiştir ve bu sözler Müslümanların ittifakı ile öldürülmesini
gerekll kılmıştır. En doğru bilgi Allah’a aittir.
EBU REYHAN MUHAMMED EL-BEYRUNİ’YE GÖRE EL-HALLAC
Ebu
Reyhan Muhammed el Beyrunî İslâm dünyasının yetiştirdiği en ünlü matamatikci,
astronom ve filozoftur. Miladî 973 yılında Harezm'de doğdu. 1048 yılında
Gazne’de vefat etti. Ömrünün ilk dönemlerini Harezm'de geçirdi. Daha sonra
Mazenderan’da hüküm sü-ren Kabus-ı Vişumgir'in yanma gitti. “Asaru'l-Bakiyye"
adlı eserini bu hükümdara sundu. Sonra tekrar memleketi Harezm’e döndü. Gazneli
Mahmud Harezm’e düzenlediği seferde Beyrunî'yi tanıdı. Onu beraberinde Gazne’ye
götürdü. Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerine katıldı. Hindi! filozof ve din
bilginleriyle tanıştı. Onlarla bilgi alışve-rişlerinde bulundu. “ Tahkik
mâli’l- Hind’ adlı eserini telif etti. Beyrunî’nin astronomi ve matematiğe dair
çok önemli eserleri vardır. En ünlü eseri Gazneli Mahmud’un oğlu Sultan Mesud’a
sunduğu el- Kanunu’l- Mes’ûdî ' adlı eserindir.
Asaru’l-
Bilad adlı eserinde Hüseyin b. Mansur el- Hallac hakkmdaki tespitlerini aşağıda
sunuyoruz
HALLACIN HURUCU:
Müseyleme’den
sonra Hüseyn b. Mansur el-Hallac adında bir zat ortaya çıktı. Başlangıçta halkı
Mehdi’ye bağlanmaya da’vet ediyordu. Onun Deylemdekl Talekan şehrinden
çıkacağını söylüyordu. Bu yüzden Hallac'ı yakalayıp Bağdad’a götürdüler ve
hapse attılar. Bir hile ile kuşun kafesten uçtuğu gibi kaçtı.
Bu
adam aslında bir şarlatan idi. Kimle karşılaşırsa itikadını ona açardı ve onu
kendine çekmeye çalışırdı. Sonra şu iddiayı öne sürdü: Ruhü'l-Kudus (Hz. İsa)
nın kendisine hulul ettiğini ve varlığının İlahlaştığını iddia etmeye başladı.
Dost ve arkadaşlarına mektublar yazarak bu hüviyetini onlara şu unvanlarla
açıklıyordu. İlk ve ezeli HU (o), parlayan ışık, asıl varlık, bütün hüccetlerin
(belgelerin) en mükemmel belgesi, Rablerin Rabbı. bulutları yaratan, ışık saçan
kandil, daima muzaffer olan Tur'un Rabbı olan kişi gibi sıfatlarla kendisini
anıyordu .
Bağlıları
ona yazdıkları mektublarda, ona şöyle hitab ediyorlardı: “Ey İlah! Her türlü
kusurdan arınmış ve maddi varlıktan beri, Ey herşeyin özü, lezzetlerin son
noktası. Ey Azim! Ey Yüce! Şehadet ederiz ki kadim yaratıcı ve varlığı
aydınlatan sensin. Her yer ve ortamda ayrı bir surette tecelli etmişsindir.
Bizim zamanımızda da Hüseyn b. Mansur olarak zuhur ettin. Senin en küçük kulun
sana muhtacdır. Sana sığınmış ve sana yöneliyor. El açmış senin affını umuyor.
Ey her kusur ve ayıbı gören!"
Hüseyn
b. Mansur, kendi davası ve inencı hakkında bir çok eserler yazdı. Bunlardan
bazıları şunlardır: “Kitabu Cem’il-ekber ve'l-asğar”, “Tasinu l-ezel” ve
“Kitabu nurin aslen”. Halife el- Muktedir Billah hicri 301 (913-914) yılında
onu tamdı. Ona sopa attırdı. El ve ayakların parçalayıp attılar, neticede
cesedini yakıp külünü Dicle’ye döktüler. Bütün işkencelere rağmen onu hiç
konuşturamadılar. İşkencelerden hiç mi hiç rahatsızlık duymadı. Yüzünü bile
ekşitmedi.
Ona
bağlı olan bir gurup insanlar hala mevcutturlar. İnsanları Mehdi’ye yöneltmeye
çalışıyorlar. Beklenen Mehdi’nin Talikan’dan zuhur edeceğine inanıyorlar.
Ta’rif ettikleri Mehdi, efsane kitaplarında sözü edilen Mehdi’nin aynısıdır.
İddia edildiğine göre bu Mehdi çıkınca dünyayı adaletle dolduracak, zulüm ve
haksızlıkları bertaraf edecektir. Gene bu efsanevi kitapların bir kısmında
Mehdi’nin Muhammed b. Ali olduğu kabul ediliyor. Bu Muhammed Mehdi’nin ölmeyip
blu zamana kadar da’vete devam ettiğini iddia ediyorlar. Muhtar es-Sekafi, bu
Muhammed Hanefiyye adına da’vette bulunmuş ve onun Mehdi olduğunu bildirmiştir.
Günümüzde de onu bekleyenler var. Bu kimseler Mehdi’nin sağ olduğunu, Razavi
Dağı’nda saklanmış olduğuna inanıyorlar. Aynı bunlar gibi Ümeyye Oğulları da
Süfyani’nin çıkacağına inanıyorlar. Gene bu efsanevi kitaplarda Decca’in
İsfahan’dan çıkacağı yazılıdır. Fakat astrologlar Deccal’in Yezdgerd’den 466
yıl sonra Retail Adaşımdan çıkacağını iddia etmişleridir. Incil’de de Deccal,
“Antichriste" olarak geçmekte ve onun belirtileri, özellikleri ta’rif edilmiştir.
Hıristiyan keşişler eserlerinde ve İncil yorumlarında bu konuda çok şeyler
yazmışlardır .
FAKİH-İ BELHİ’YE GÖRE EL-HALLAC
Ebu'l-
Meali Muhammed Fakih-i Belhî, Gazneliler devri bilginlerindendir. Doğum tarihi
bilnmemektedir. Hicrî 481 (1088 M.) yılında vefat etmiştir. Behli olan bu zatın
hayatı hakkında çok az bilgi bize ulaşmıştır.Biricik eseri “Beyanül- edyân”
dinler tarihine dair ilk Farsça eserlerden sayılır. Bu eser asırlarca meçhul
kalmıştır. Yakın geçmişte İran'da Abbas İkbal tarafından tanıtılmış ve
yayınlanmıştır .
Fakih-i
Belhî’nin “ Beyanu’l- edyan” (s. 125-130) da yer alan Hallac hakkıdaki
görüşlerini tercüme ederek burada sunuyoruz.
HÜSEYN B. MANSUR B. MUHAMMED EL-HALLAC’IN HABERLERİ
Harun
Abdu’l-Aziz el-Küttab el- Uraci’nin kaleme aldığı risalede Hüseyin b.Mansur
hakkında şunları okudum: Fars bölgesindeki Beyza’dandı. Babası Beyza’da bir
sanatkar idi. Saffariler hükümdarı Amr b.Leys ondan haraç talep etti. Ona uygun
olmayan bir cevap verince Amr b.Leys onu öldürdü. Dedesi de Mecusi idi ve
Mecusi olarak öldü.
Hüseyin
Mansur da bir müddet Hallaclık'(yün atıcılığı) yaptı. Daha sonra hanikah
hizmetine yöneldi ve Ebu’l- Edyan-ı Sufi’ye talebe oldu. Mekke’de sufi duaları
öğrendi. Sonunda Amr b.Osman-ı Mekki ile aralarında kavga çıktı. Amr ona sövdü,
onu dövdü ve Mekke valisine şikayet etti. Hüseyin Hallac oradan kaçtı ve
Hindistan’a gitti.
Altı
yıl orada kaldı. Orada yoga, sihirbazlık, göz boyamacılık öğrendi ve
kimyagerlik yapmaya başladı.
Elli
kişi ile kafa kafaya verdiler. Bu kafadarların her birine sufl elbisesi
giydirdi. Ellerine bir baston verdi ve zekat toplattırdı. Basra'ya geldi.
Arkadaşları ile zahitlik, fakirlik ve dilencilik yaptı. Sehl b.Abdullah-ı
Tüsteri’nin bir kısım sözlerini öğrendi ve halka öğüt vermeye başladı. Nihayet
Basra’nın iki güçlü adamı Muhammed el-Cullab el-Basri ile İbn Ahmed b.Abdillah
b.Umran'm bir talebesi ona mürit oldular. Bu ikisi de güçlü ve zengin
adamlardı. Güç ve servetleriyle Hallac’a destek oldular. Hallac da inancını
açığa vurdu: "Her
kim yaşayışında üstün ahlak ile donanır ve nefsinin istek ve arzularını
bastırıp buna dayanırsa melekler derecesine yükselir ve zamanla beşeriyyet
(insani) özelliklerden sıyrılıp ruhani bir varlık olur. İşte o zaman Allah’ın
ruhu kendisine girer (hulul eder). Meryem oğlu İsa’ya hulul ettiği gibi".
Bir takım sihir ve şarlatanlıkları halka göstermeye başladı. Sonra kendisini
Mehdi olarak ilan etti. Pek çok insanlar onun peşinden giderek fitne
çıkardılar. Bu işleri 301/913 yılında öldürülmesine sebep oldu. Çok büyük
iddialarda bulundu. Davranışlarının çoğu Şerlat’a uygun idi.
Abdullah
Muhammed el-İsfahani anlatıyor: Hüseyin Hallac İsfahan'a geldi. Sekiz fersah
şehrin dışında yakınlarıyla beraber karargah kurdu. Geniş, güzel ve hoş bir
yere yerleştiler. Burada gösterilere başladı. İsfahan ileri gelenlerine
mektuplar yazarak onları huzuruna davet etti. Yanına gelenlere, “Allah sizin
yanı başınıza gelmiş bulunuyor” diyordu. Pek çok halk ona bağlandılar.
İsfahan’ın ileri gelenlerinden biri onu görmeye geldi ve kendisini dinledi.
Ona, “keramet ve delillerinden birini bana göster” dedi.
Hallac
ona, “pek çok delil ve kerametlerim var, şimdi onlardan birini sana göstereyim”
dedi. Yanında bulunan hizmetçilerinden birine "Bana besili bir oğlak
getir” dedi. Hizmetçi de gitti, benekli bir oğlak aldı getirdi. Oğlağı o adamın
gözü önünde kestiler, derisini yüzdüler. Gene seyredenlerin gözü önünde orada
bulunan tandırı yakmalarını emretti. O oğlağı tandıra koydular ve tandırı
kapattılar. Aradan bir zaman geçti. O İsfahanlı kalktı, tandırın üstünü açtı,
tandırı görünce şaşkına döndü, aklı başından gitti. Kendine gelince Hallac
gülerek ona, “Ne oldu” diye sordu. Adam, “O oğlağı, o tandırın içinde bir
kenarında önündeki yeşil otları yerken görüyorum”, dedi. Sonra Hallacın yanma
geldi. O şaşkın halde iken aklı başına gelince Hallac ona şöyle dedi: "A
canım sen o oğlağı gördün mü?”. O zat da, “Evet, gördüm” deyince, “Sakın
aldanmayasın, bu bir hile ve göz boyamadır”, dedi.
Hallac,
o İsfahan'ımın elini tuttu, onu kendi karargahına bitişik olan evine götürdü.
Ona tandırın dibinden bir geçit bulunduğunu ve kesilip soyulan oğlak tandıra
sarkıtılıp üstü örtülünce öbür tarafta bulunan adamları tandırın dibindeki
geçitten o kesilip soyulan oğlağı aldıktan sonra tandırın dibine yeşil otlar
koyup o oğlağın renk ve şeklinde başka bir oğlağı getirip oraya koyduklarını,
sonra da tandırın dibindeki o geçidi kapattıklarını gösterdi. İşte bu yaramaz
adam bütün bunları Isfahani’ye gösterdi. Isfahani’nin böylece şaşkınlığı zail
olup aklı başına geldi.
Bir
başka gün İsfahan’da Hallac bir damdan diğerine uçarak geçti. Bu hileyi de
Hindistan’da öğrenmişti. Hintlilerde adettir. Huzeyran ağacını veya kargıyı
tıraş edip inceltiyor, Çin ipeğini elde ettikleri çıtalara yapıştırıp kuş
kanadına benzer kanatlar yapıyorlar. Bu kanatları koltuklarından vücutlarına
monte ediyor, rüzgarlı bir günde koltuklarına monte ettikleri o kanatlan açarak
uçmayı başarıyorlar. Bu uygulama orada yaygın olarak var. Nitekim Mutasım
zamanında bir adam Samerra minaresinden aşağıya uçtu. Bu en yüksek minareden
aşağıya uçtuğu halde adama hiçbir şey olmadı.
Bu
Hallac’ın bir defasında da yalın ayak ateş üzerinde raks ettiğini naklederler.
Bunun hilesi de talk (amyant)tır. Bu talk denilen maddeyi kırmızı toprak ve
sirke ile karıştırıp elde edilen maddeye ateş etki etmez. Biz de bunu birçok
defalar uygulamışızdır.
Merv’li
katip Ebu’LHasan anlatıyor: Bir gün Hallac’a; “Seninle ne kadar candan dost
ve arkadaş olduğumuzu biliyorsun. Yıllardır sana inanan ve güvenen bir
arkadaşınım. Kerametlerinden birini bana göstermeni istiyorum”, dedim. Olur
dedi ve bir gece belirledi. O gece bir sohbet toplantısı oldu. Çeşitli yemekler
de hazırlamıştı. Yemek yen-dikten sonra şarap geldi. Birkaç kadeh aldıktan
sonra kendisinden aldığım va’di hatırlatmak için “Hür insan verdiği sözü yerine
getirir”, dedim. Hallac da bana. “Huri ğılmanları bizzat görmek istermisin?”
dedi. Ben de, “Elbet, niçin istemeyeyim?”, dedim. O zaman yüksek sesle bir
haykırdı ve ellerini birbirine vurdu. O anda evin köşesinde sanki yer yarıldı
ve oradan iki cariye peyda oldu. O cariyelerden daha güzel birini görmemiştim.
Yeşil ipek bir elbise giymiş oldukları halde bir müddet orada durdular.
Şaşkınlık
içinde onlara bakıyor ve şarap içiyordum. Sarhoş olunca Hallac'a dedim:
“Bunların bize cilve yapmalarını ve bizimle konuşmalarını söyle ki, neşemiz
artsın”. O anda Hallac bana haykırdı ve "Meğer iyi ve sadık bir dost
değilmişsin. Görmüyor musun, senin için neler yaptım. Bilmiyor musun ki, ruhani
kişiliğe sahip insan, maddi alem hakkında söz söyleme yetkisine sahip
değildir”, dedi. Öfkelendi, öfke ile ellerini birbirine vurdu ve haykırdı. O
anda o iki kız gözden kayboldu. Bir süre hayretler içinde kaldım. Arkadaşlar
dağıldılar. Sarhoş idik. Nihayet ben ve Hallac yalnız kaldık.
Kendisine
dedim ki: “Biliyorsun ben seni çok iyi tanıyorum. Bu yaptıklarının hepsi hile
ve göz boyamadır. Bu dostluğumuza binaen o iki güzel cariyeyi nasıl ortaya
çıkardığını bana anlat”. Hallac gülerek şöyle dedi: “Senden hiçbir şey
saklamam, ama bir şartım var, sırrımı ifşa etmemen gerek”. Kendisine söz
verdim. Beni bir başka eve götürdü. Orada iki kocaman tosbağa vardı. Bu iki
tosbağa o kız suretlerinin ayakları altına monte edilmişti. Tosbağalar hareket
ettikçe o suretler de ayağa kalkıp hareket ediyordu.
Nihayet
bu Huseyn-i Hallac Bağdad’da yakılarak öldürüldü. Külleri Dicle nehrine atıldı.
BİBLİYOGRAFYA
Abdu’l-Kahir
el Bağdadî, eLFark beyne’l-Jirak, neşr. M. Zahid el Kevserî Kahire 1367/1948.
Ahmed
b. Hanbel, Müsned, neşr, Ahmed Şakır, Kahire 1365-1374.
Ali
İbnü’l-Enceb es-Sai, Ahbarü’l Hallac, Paris, 1936.
Bakıllani,
el-Beyan ani’l-fark bey-ne’l-mucizat ve’l-keramat ve’l-kehanet ve’s-sihr,
Beyrut 1958.
Buhari,
Muhammed bin İsmail, Sahih, Kahire 1314.
Darımı,
ebu Said, er-Red ala’l- Cehmiye, Leiden 1960.
Camî,
Nuru’din-i Abdu’r-rahman, Nafahatü’l-üns min hazaraü’l-kuds, Neşr. M. Abıdî,
Tehran-1370.
Ebu’l-Ma’âlî
Muhammed b.Ni’met-i Alevî-1 Fakîh-i Belhî, Beyânu’l-Edyân, Telıran 1376.
Ebu
Nasr es- Sarrac, Kitabu 1-Luma’ Fi’t- Tasavvuf, nşr. R.A. Nicholson, Leiden
1914.
Eflaki,
Ahmed. Menakibu'l-Arifin, nşr. T. Yazıcı, Ankara 1959-1961, I-II.
el-Hansârî,
Mirza Muhammed, Ravzatü’l-Cennat fi Ahvali’!- ülema ve's- saadat . Tahran 1367.
Hucviri.Ebü'l-Hasan
Ali b.Osman, Keşfü’l- mahcub.Neşr. V. Jokofsky, Tehran-1373.
el-Münavl.
Abdurrauf. el- Kevakibü’d-derari. Kahire ( Tarihsiz).
Ez-
Zahabî, Duvelu’l-İslam fi’t- Tarih, Haydarabad 1364.
ez-Zahabi.
el Hafız, el-İber. Kuveyt 1960.
ez-Zirikli.
Hayrüddin. el-Alam, Kahire 1373- 1378.
Feridüddin
Attar. Tezkiretü’l-Evliya, Tahran 1370.
Hatib
el Bağdadî, Tarihu Bağdat, Kahire 1349/1931.
Hucviri.
Ebu' Hasan Ali, Keşfûl- Mahcûb, neşr. V. Jokofsyky, Tehran 1338
îbn
Ebi Ya’la, Tabakatü’l-hanablle, nşr. Muhammed Hamid el Fakiy, Kahire (
Tarihsiz)
İbn
Hallikan, Vefeyatü'l-A'yan, Kahire 1367/1948.
İbn
Kesir. el-Bidaye ve'n-nihaye, Beyrut 1999. I-XI.
İbn
Macce, Sünen, nşr. M. Fuad Abdu’l-Baki, Mısır 1373/1954.
İbn
Receb, el -Zeyl ala Tabakati'l- Hanabile, nşr. Muhammed Hamid el- Fakıy. Kahire
1382/1952.
İbn
Tağriberdi, en-Nücumu’z- Zahire fi Mulûki Mısra ve’I- Kahire (Daru’l Kütübü’l-
Mısriyye)
İbn
Teymiye, Takiyyüddin Ahmed, Mu’cemu'l-feteva, nşr. Muhammed bin Abdirrahman,
Suuduyye 1398. I- XXXVI.
İbn
Teymiye. Cami'ur-Resail.nşr. M.Reşad Salim, Kahire-1389/1969, I.
İbnu’l
Esir, Ali bin Muhammed el- Lübab fi tehzibi’I- ensâb. Kahire 1357- 1369.
İbnü’l
Hacer, el Askalanî, Lisanü’l- mizan, Haydarabad 1329.
İbnü'l-Cevzi,
Ebu Abdu'r-rahman , el-Muntazam Fi’t-tarih, Haydarabat 1357, VI.
İbnü’l-
Cevzi, Telbisu İblis, Lübnan (Tarihsiz)
İbnü’l-Esir,
el-Kamil fi’t-tarih, Beyrut 1385/1965.
İhnü'l-Fakih,
Muhtasara Kitabi’l- Büldan, Leiden 1302.
İbnü’l-İmad,
Şezaratü’z-Zeheb, Beyrut ( Tarihsiz).
İbnü’n-Nedim,
el-Fihrist, Beyrut 1978
İmam
Müslim bin el Haccac, Sa-hih,İstanbul 1329-1333.
Kazvini,
Asarü’l-Bilad, Beyrut 1389/ 1969.
İkbal,
Muhammed, Seyr-i Felsefe der İran, Tehran-1354.
—Kitabü’l-Uyun
ve’l-Hadayık, IV, (Dımaşk 1972).
Makrizi,
Takiyüddin Ahmed, Hutat, Lübnan (Mektebetu İrfan tab’ı).
Mevlânâ,
Celâlü’d-Din-i Rumi, Mesnevi, nşr. R. Nicholson, Tehran-1376, I- VI.
Sipeh-salar,
Feridun b. Ahmed, Menakib-i Hz. Hudavendigar, Tere. Mithat Bahari, İstanbul
1331.
Sultan
Veled, İbtida-name, Tere. A. Gölpınarh, Ankara 1976.
Sülemi,
Ebu Abadurahman, “Tabakatü’s-sofiye, nşr. Nuruddin Şeribe, Kahire 1372/1953.
Şa’rani,
Abdu’l-vahhab et-Tabakatü’l-kübra, Mısır ( Tarihsiz).
Taha
Abdu’l-Baki • es- Surur, “el- Hallac Şehidü’t-tasavvufi’l-İslami, Kahire 1961.
Yafii’,
Mir’atü’l-Cinan, Haydarabad 1337.
Yakut
el Hamavî, Mücemü’l-Buldan, ( Beyrut 1397/1977) I-VI
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar