Print Friendly and PDF

HALLÂC-I MANSUR'UN YARGILANMA SÜRECİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bunlarada Bakarsınız

 

  [1]

The Prosecution Process of Mansour Hallaj: A Revaluation

Hazırlayan: AKİF DURSUN

Öz

Hallâc-ı Mansur, daha yaşadığı çağda tartışma konusu olan güçlü bir sûfî şahsiyettir. Döneminde sûfîler arasında etkili olduğu gibi halk kitleleri arasında da etkili olmuş­tur. Sözleri ve davranışları dönemin uleması ile mutasavvıfları arasında tartışmaya yol açarken, dönemin olayları nedeniyle teyakkuzda olan devlet erkânı arasında da hu­zursuzluğa neden olmuş; bu sebeple H. 301 yılında tutuklanmış, yargılanmış, sekiz yıl hapiste ve gözetim altında tutulmuş, H. 309 yılında da devrin veziri Hamid b. Abbas tarafından yeniden mahkeme kurularak başkanlığını Malikî Kadı Ebû Ömer’in yaptığı bir heyet tarafından idama mahkûm edilmiştir. Hallâc idam edildikten sonra hakkındaki tartışmalar bitmediği gibi daha da artmıştır. Daha sonra gelen fakihlerin çoğunluğu idam kararını doğru bulmuş; sûfîler ise haksız bulmuştur. Bununla birlikte idam kararını haklı bulmayan fakihler olduğu gibi, idam kararını doğru bulan sûfîler ,de vardır. idam kararını doğru bulan fakihler, Hallâc’ın sözlerini de değerlendirmek­le birlikte, büyük oranda yargılayan mahkeme heyetinin fakihlerden oluşmasına ve onların bu husustaki oybirliğine, ayrıca dönemin fakihlerinin bu karara itiraz etme­yişlerine atıfta bulunmuşlardır. Bu makalede Hallâc’ın hayat hikâyesine değinildikten sonra özellikle mahkeme süreci ve hakkında söylenenler olabildiğince nesnel şekilde aktarılarak, yargılama süreci ve verilen hüküm hakkında değerlendirme yapılmıştır.

Anahtar Kelimeler; Hallâc, ene’l-hak, hulûl, zındık, Ebû Ömer.

Giriş

Hallâc-ı Mansur, daha yaşadığı çağda tartışma konusu olmuş, idam edildikten sonra hakkındaki tartışmalar bitmeyip artmış, özellikle fa- kihler ile sûfîler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Sûfîler Hallâc’ı bir aşk şehidi olarak değerlendirmişler, hakkında menkıbeler üretmişler; dönemin fakihlerinin aldığı idam kararını destekleyen fakihler ise onun küfrünü ve zındıklığını ispat etmeye çalışmışlardır. Beşinci yüz­yıldan itibaren yazılan sûfî kaynaklarının çoğunluğunda ölüm sebebi olarak “ene’l-hak” demesi gösterilmiş, daha sonra bu söz üzerine bir edebiyat oluşmuştur.

Hallâc hakkında yazılan eserlerin çok büyük kısmı tasavvuf kay­naklarıdır. Tasavvuf eserleri haricinde daha çok itikad kitaplarında ve sapık fırkaları anlatan kitaplarda değinilmiştir. Fıkıh kitaplarında Hallâc konusu nadiren gündeme gelmiş, yargılanma süreci ise bizim ulaştığımız kaynaklara göre hiç değerlendirilmemiştir. Yargılanma süreci detaylarıyla tarih ve teracim kitaplarında anlatılmış, bunların bir bölümü tarafsız bir anlatımı benimserken, çoğunda Hallâc hakkında verilen hükmü olumlayıcı bir dil kullanılmıştır.

Biz bu araştırmamızda, Hallâc’ın yaşadığı döneme en yakın za­manlarda kaleme alınmış tarih kitaplarını esas alarak[2] Hallâc’ı idama götüren süreci, yargılanmasını, lehinde ve aleyhinde söylenenleri ortaya koymaya ve buna göre yargılanma sürecini, idam kararının gerekçesini ve hakkında verilen hükmü fıkıh penceresinden değer­lendirmeye gayret edeceğiz.

1.   Ana hatlarıyla Hallâc’ın Hayatı

Hallâc’ın tam adı Hüseyin b. Mansur el-Hallâc, künyesi Ebu’l- Muğîs’tir. Ebû Abdullah olduğu da söylenmiştir. Dedesi Mahammâ[3] isminde İran Beyda’dan Mecûsî birisidir.[4] Pamuk çırpıcı manasına gelen Hallâc lakabını alması hususunda üç rivayet vardır: Birincisi, insanların gönüllerindeki sırlara muttali olduğu, pamuk çırpan kişinin pamuğun özünü çıkardığı gibi konuşmanın özünü çıkardığı için bu unvanı almıştır. İkincisi, Hallâc, Vasıt’ta bir Hallacın (pamuk çırpıcı­sının) işyerinde iken oranın sahibini bir yere göndermiş, bu kişi dön­düğünde, çok olmasına rağmen, işyerindeki bütün ham pamukların çırpıldığını görünce ona Hallâc ismini vermiştir.[5] Üçüncüsü ise babası hallaç (pamuk çırpıcısı) olduğu için bu ismi almıştır.[6]

Kaynakların küçük oğlu Hamd’in rivayetini temel alarak aktar­dıklarına göre Hallâc, h. 244 yılında Beyda’nın Tûr bölgesinde doğ­muştur. İlk kaynaklarda açıkça yazılmasa bile Massignon ve onu ta­kip eden diğer yazarlara göre babası pamuk çırpıcılığı ile uğraşan bir esnaftır. Daha Hallâc küçük yaşta iken ekonomik sıkıntılar sebebiyle Vasıt’a göç etmiştir.[7] Vasıt’ın halkının çoğu Hanbelî’dir, hadisçileri ve hafızlarıyla meşhurdur. Hallâc, 14 veya 16 yaşına kadar Kur’an eği­timi ve diğer temel eğitimlerini burada almıştır.[8] Buradan Tüster’e geçerek, iki yıl işarî tefsirin ilk temsilcilerinden Sehl et-Tüsterî’nin (ö. 283/896) öğrencisi olmuştur. Tüster’de iken ilk seyahatini 18 yaşında iken Basra’ya yapmış, burada Amr b. Osman el-Mekkî’ye (ö. 297/910) bağlanmış, ondan hırka giymiştir. Şeyhi olarak kabul edilen Amr b. Osman el-Mekkî’nin yanında 18 ay kalmış; bu süreçte Ebû Ya’kub Akta’ adlı bir sûfînin Ümmü Hüseyin adında kızı ile evlenmiştir. Bu evliliğini şeyhi Amr b. Osman el-Mekkî onaylamamış; bu evlilik se­bebiyle kayınpederiyle şeyhi arasında şiddetli husumet oluşmuştur. Hallâc bu durumu Cüneyd’e arz ederek ne yapması gerektiğini so­runca Cüneyd ona sabretmesini ve iki tarafı da idare etmesini tavsiye etmiştir.

Amr Mekkî sebebiyle Basra’dan ayrıldıktan sonra, Bağdat’a gitmiş ve Cüneyd’in talebesi olmuş, ancak bir süre sonra onunla da araları açılmıştır. Burada Şiblî ile de tanışmıştır. Sürur’a göre bu sırada ken­dine has bir metot geliştirmiş ve okul açmıştır.[9]

Bir süre sonra h. 270’de ilk haccını yapmak üzere Hicaz’a git­miş, burada bir sene kadar kalmış, bu sürede ağır bir riyazet yapmış- tır[10]. Hallâc, daha sonra bir grup sûfî ile birlikte Bağdat’a dönerek Cüneyd’in sohbetlerine devam etmiş, bu sırada sorduğu bazı sorulara Cüneyd cevap vermemiş, Hallâc’ın sorularında iddia sahibi olduğunu söyleyince, Hallâc ondan uzaklaşmış ve ailesini alarak Tüster’e dön­müştür. Aralarında bir yıla yakın kaldığı Tüster halkı Hallâc’a çok büyük ilgi göstermiş, bu da oradaki pek çok kişinin kıskançlığını cel- betmiştir.

Hallâc, h. 274-279 arasında beş yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrılmış, Horasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kir­man bölgelerini dolaşmış, sonra Fars’a dönüp sohbet halkaları kur­muş, halka vaazlar vermiş, onları Allah’a davet edip onlar için eserler yazmıştır. Fars’ta ona Ebû Abdullah ez-Zâhid lakabını vermişlerdir. Ardından Ahvaz’a geçmiş, ailesini de buraya getirtmiştir. Ahvaz’da meclis kurup vaazlar vermeye başlayan Hallâc, halkın ve toplumun ileri gelenlerinin büyük teveccühüne mazhar olmuş, burada kendisine Hallâc-ı Esrâr ismi verilmiştir. Kısa bir müddet Basra’ya gidip gelmiş, daha sonra ailesini Ahvaz’da bırakarak çok sayıda (400) müridiyle bir­likte 281/894 yılında ikinci defa hac yapmak üzere Mekke’ye gitmiş­tir. Bu yolculukta sûfîlere mahsus yamalı elbise (murakka’) giymiştir.

Bu süreçte şeyhi Amr b. Osman el-Mekkî’nin, Huzistan bölgesi­ne aleyhine mektuplar gönderdiği, bunun üzerine ondan giydiği sûfî hırkasını çıkararak, (asker elbisesi kabul edilen) kaba giydiği nakle­dilmiştir. Bunun hangi tarihte olduğu belli değildir; ancak Huzistan eyaletine bağlı Tüster veya Ahvaz’da iken olmalıdır.

Mekke’de kendisini kıskanan sûfî Ebû Ya’kub en-Nehrecûrî (ö. 330/941) onun aleyhinde konuşmuştur. Hac dönüşü Basra’da bir ay kaldıktan sonra Ahvaz’a gelen Hallâc, öğrencisi ve saray bürok­ratlarından Ebu Abdullah Hamd b. Abdurrahman el-Kunnâî’nin davetiyle,[11] ailesini ve buranın ileri gelenlerinden bir grubu yanına alarak Bağdat’a geçmiş, burada bir veya iki sene kaldıktan sonra küfür ve şirk beldelerini Allah’ın dinine davet etmek için mânevî bir işaret aldığını söyleyerek ailesini müridlerinden birine emanet edip deniz yoluyla Hindistan’a gitmiştir.[12]

Hindistan’a Hallâc ile aynı gemide giden birinin aktardığına göre Hallâc’a “niçin Hindistan’a geldiğini” sormuş; o da, “sihir öğrenmek ve halkı Allah’a davet etmek için” demiştir. Geminin yanaştığı sahil­de bir kulübedeki yaşlı bir kişinin yanına giden Hallâc, “burada sihir öğreten birini biliyor musunuz?” diye adama sorunca, adam elindeki bir top ipi yukarı fırlatıp ip düz hale gelmiş; adam ipe tırmanıp yu­karı çıkıp aşağı inince, “böyle bir şey mi istiyorsun” diye sormuştur. Nakleden “sonra Hallâc’dan ayrıldım, daha sonra Bağdat’a dönene ka­dar görmedim” diyor.[13] Bu sihir işini bir kadının gösterdiği, Hallâc’ın “Hindistan’a bu kadın için geldiğini” söylediği de rivayet edilmiştir.[14]

Hindistan’la başlayan ve beş yıl süren (h. 284-289) bu ikinci yol­culuğunda Horasan (Tâlekân), Mâverâünnehir, Türkistan, Maçin (Turfan ve Keşmir)’i dolaşmış, buralarda insanları Allah’a davet etmiş, gezdiği yerlerdeki halklar için eserler yazmıştır. Geri döndüğünde Hindistan’dan mektup yazanların “el-muğîs”, Maçin ve Türkistan’dan yazanların “el-mukît”, Horasan’dan yazanların “el-mümeyyiz”, Fars’tan yazanların “Ebû Abdillah ez-zâhid”, Huzistan’dan yazanla­rın “eş-Şeyh Hallâcu’l-Esrâr” yazdıkları; Bağdat’ta “el-mustalem”, Basra’da “el-muhayyer” unvanı ile anıldığı aktarılmıştır. Bu seyahat­ten dönünce aleyhindeki faaliyetler de tekrar başlamıştır.[15]

289’da Bağdat’a dönmüş, 290’da üçüncü haccı için Mekke’ye git­miş ve burada iki yıl kalmıştır.[16] Bağdat’a dönünce bir yer satın alarak buraya ev (dergâh) yaptıran Hallâc’da bir değişikliğin oluştuğu göz­lemlenmiştir. Sadece kendisinden çıkan bir manaya insanları çağır­maya başlayan Hallâc’ın sözleri ve davranışları halk ve ulemâ arasında yeni bir huzursuzluk meydana getirmiş, bunun üzerine zamanındaki Zahirî âlimlerin reisi konumundaki Muhammed b. Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 297/910)[17] öncülüğünde bir grup âlim Hallâc’ın aleyhinde bir faa­liyet başlatmıştır. Halifenin hacibi Nasr el-Kuşûrî sebebiyle Hallâc ile halifenin veziri Ali b. İsa arasında, yine Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî[18] ve sûfiyyenin bazı ileri gelenleri ile arasında da çeşitli sıkıntılar oluşmuş­tur. Bazıları onun sihirbaz veya deli olduğunu ileri sürerken bazıları da kerâmet sahibi, sorulara cevap veren bir velî olduğunu söylemiş- lerdir.[19]

Yaşar Nuri Öztürk’e göre Hallâc üçüncü haccından sonra Bağdat’a dönünce siyasî faaliyetlere başlamıştır.[20] Bu süreçte saray mabeynci- si Nasr el-Kuşûrî ve halifenin annesi Türk asıllı Şağab’ın, Hallâc’ın bağlılarından olduğu söylenmiştir. Öztürk’e göre faaliyetleri önce Cüneyd-i Bağdâdî ve ekibi arasında huzursuzluğa neden olmuş, aley­hindeki faaliyetlerin başını fakih Muhammed b. Davud ez-Zahirî çekmiştir. Siyasette ilk taciz, arası Nasr el-Kuşûrî ile bozuk olan bir vezirden gelmiştir. Öztürk, Hallâc karşıtlarının “Hallâc, halifeyi indi­rip onun yerine geçmeyi planlıyor” dedikodusunu çıkardıklarını iddia etmektedir.[21]

Bu sebeple hakkında takibat başlatılınca Bağdat’tan Ahvaz’a kaç­mış, Sus’ta bir yıl saklanmış, burada h. 300 senesinde Sûs emiri Ali b. Ahmed er-Râsibî tarafından tutuklanarak yargılanmak üzere Bağdat’a gönderilmiştir. Yanında kayınbiraderi de vardır.[22]

Massignon’dan alarak, İbnü’l-Mu’tez’in[23] darbe ile hilafete gelme­sini destekleyenlerden birinin Hallâc olduğunu iddia eden Sürur, bu hilafetin bir gün sürmesinin ardından, Muktedir’in tekrar hilafeti ele geçirmesi ile idareyi ele alan vezir İbnü’l-Furat’ın Hallâc hakkındaki ilk takibatı başlattığını, onun da bunun üzerine Sus’a kaçarak üç yıl Hanbelî dostlarının evinde saklandığını, buradan bir ihbarla yakalana­rak Bağdat’a getirildiğini söylemektedir.[24]

2.    Hallâc’ın Yargılanması

Hallâc, ilk olarak h. 301 (m. 913) yılında Bağdat’ta yargılanmış, Karamita[25] davetçilerinden olduğu söylenince de hapse konmuştur. İbnü’l-Cevzî’nin kaydına göre ise rububiyet iddiasındadır. Karamita davetçisi olma, ilahlık ve hulul iddiasında bulunma suçlamaları ile ka­dıların huzuruna çıkarılmış, sorguya Vezir Ali b. İsa da katılmış ancak kadılar mahkûm edecek bir delil olmadığını söylemişlerdir. Yine de Vezir, herhalde hem Hallâc’a hem de başkalarına gözdağı için, onu polis teşkilatının doğu ve batı kapısında canlı olarak çarmıha gererek “işte bu Karamita davetçilerinden biridir” diye ilan ettirmiş, sonra da halifenin yanında hapsetmiştir. [26] Mahkemenin bir heyetle yapılma­sı, Vezirin yargılamada bulunması ve kadıların mahkûm edecek delil olmadığını söylemelerine rağmen ceza vermesi bu mahkemenin bir Mezalim mahkemesi olduğunu göstermektedir.

Hapsedilmesine rağmen Hallâc, kaynaklarca bağlısı olduğu söyle­nen mabeynci Nasr el-Kuşûrî ile Halife Muktedir’in annesi Seyyide Şagab sayesinde bir süre sonra rahat hareket etmeye başlamış, gözetim altında yazmaya, irşada ve faaliyetlerine devam etmiştir.[27]

Hatib Bağdâdî’nin aktardığına göre Abbasî Halifesi Muktedir Billah’ın Ali b. İsa’dan sonraki veziri Hamid b. Abbas’a, Hallâc’ın saray çevresinde etkinlik kazandığı bilgisi ulaşmış; saray hizmetçilerinden birisi Hallâc’ın ölüleri dirilttiğini, kendisine cinlerin hizmet ettiğini ve istediği şeyleri kendisine getirdiğini söylemiştir. Bu arada âlimlerden ve tasavvufla da ilgisi olan Ebu Ali el-Evâricî, vezir Ali b. Hüseyin’e saray kâtiplerinden Muhammed b. Ali el-Kunnâî’nin Hallâc’a ibadet ettiğini ve insanları ona çağırdığını söylemiş; bunun üzerine Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali el-Kunnâî’nin evine baskın yaparak ora­da Hallâc’ın yazdığı çeşitli yazılar ve defterler bulmuştur. el-Kunnâî de Hallâc’ın müridi olduğunu itiraf etmiştir.

Bu gelişmeler üzerine Vezir halifeden Hallâc’ın kendisine teslim edilmesini istemiş ancak saray hacibi Nasr el-Kuşûrî buna engel ol­muştur. Bunun üzerine Vezir Hamid, Hallâc’ı bir yerde ikamete mec­bur etmiş, her gün meclisine gidip açığını aramıştır. Bu arada Hallâc, kelime-i şehadet, tevhid ve İslam’ın şiarlarından başka bir şey gös­termemiştir. Vezir Hamid, müritlerinden tespit edebildiklerinin evine baskın yaptırmış, bu baskınlarda çeşitli yazılar ve mektuplar bulmuş­lar, Türkistan’a gönderilen iki davetçisinin adını tespit etmişlerdir. Davetçilerine yazdıkları mektupların şifreli olduğu söylenmiştir.[28]

Vezir Hamid b. Abbas, uzun bir uğraştan sonra Hallâc’ı yargı­lamak üzere bir mahkeme kurdurmuştur. Mahkemenin reisi ünlü Malikî kadısı Ebu Ömer Muhammed b. Yusuf el-Hammâdî el-Ezdî (ö. 320/932), üyeleri Hanefî kadılar Ebû Cafer Muhammed b. Ahmed b. Buhlûl el-Enbârî et-Tenûhî (ö. 318/930), Ebû Hüseyin Ömer b. Malik eş-Şeybânî (ö. 339/951)’dir.

Öztürk’e göre Hamid b. Abbas, zındığın tevbesi kabul edilir görü­şünde olan Şafiîler arasından bir kadı ile Hallâc’a muhabbet besleyen Hanbelîler arasından bir kadının tayin edilmesini kasıtlı olarak engel­lemiştir.[29]

Hamid b. Abbas, Hallâc’ın ilahlık iddiasında bulunduğuna, bir topluluğun onun ulûhiyetine inandığına dair delil toplamak için çok uğraşmıştır. Sonunda Hallâc’ın müridi ve onun davetçileri olduğunu söyleyen birkaç kişiden bu yönde bir itiraf almıştır.[30] Onlar Hallâc’ın ölüleri dirilttiğini söylemişlerdir. Hamid b. Abbas bu kişileri Hallâc’la yüzleştirdiğinde Hallâc dediklerinin hepsini inkâr etmiş, onları ya­lanlamış ve “Ben Rablik ve peygamberlik iddia etmekten Allah’a sı­ğınırım. Ben Allah’a ibadet eden, çokça namaz kılıp oruç tutan ve hayır yapan bir adamım. Bundan başkasını da bilmiyorum” demiştir.[31] Kadılar ve fakihler bu şahitliklerle Hallâc’ın katline hükmedilemeye- ceğini, bunun için delil veya ikrar gerektiğini söylemişlerdir.[32]

Mahkeme günlerce sürmüştür. Vezir Hamid b. Abbas bu süreçte yalancı şahitler temin etmiş, ancak bunların şehadetleri mahkeme he­yeti tarafından yeterli bulunmamıştır. Lehinde şahitlik yapanları ise Vezir yalancılıkla itham edip tehdit etmiştir.[33]

Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Vezir Hamid b. Abbas, Hallâc’ı idam edebilmek için zoraki delil toplamış gözükmektedir. Adamların­dan birinde bir çömlek ve şişe bulunduğu, çömlekte Hallâc’ın dışkısı, şişede de sidiğinin olduğu gibi şeyler de aktarılmıştır. Ancak bunların hiçbirini Hallâc’ın kabul etmediği, yaptığı takibatlarda, söylediği söz­lerde yahut ele geçirdiği yazılarda şeriata aykırı bir şey bulamadığı, tek delil olarak hacla ilgili rivayet olduğu ve fakihlerden idamı için bir şey alamayınca, Kadı Ebû Ömer’in biraz da boş bulunarak “yalan söylüyorsun ey kanı helal!” sözünün üzerine gidip, tehditle Ebû Ömer ve orada bulunan fakihlerden yazı alıp bunu halife Muktedir Billah’a gönderdiği nakledilmiştir. Halife iki gün geçip kararı onaylamayınca, Vezir telaşa düşmüş, Halife’ye olay çok büyüdüğü için eğer kararı onaylamazsa halk arasında kargaşa çıkacağını söylemiş, bunun üzerine Muktedir idamı onaylamış ve idam için önce 1000 değnek vurulma­sını, sonra el ayağının kesilmesini, sonra da başının kesilip cesedinin yakılmasını, başının da sergilenmesini emretmiştir. Bunlar yapıldıktan sonra başı Bağdat’ta iki gün sergilenip sonra Horasan’a gönderilmiş, orada çeşitli yerlerde dolaştırılmıştır.[34] Aktarıldığına göre dövülürken ne ah etmiş ne de af dilemiştir.[35]

Sürur’un Massignon’dan aktardığına göre de Hanefi kadı İbn Buhlûl idamı engellemek istemiştir. Orada hazır bulunanlardan 84 kişi kararı imzalamıştır.[36] Bu sayı doğru ise mahkemenin büyük bir topluluk huzurunda halka açık yapıldığı anlaşılmaktadır.

Arîb b. Sa‘d’ın anlatımına göre, Kadı Ebû Ömer, haccın yerine ge­çecek amelle ilgili sözünü nereden aldığını sormuş; Hallâc, Hasen el- Basrî’nin “Kitabu’l-İhlas’ından” deyince, Ebû Ömer, “Yalan söyledin ey kanı helal kişi” diye hitap etmiş, bunu duyan Vezir Hamid hemen bunu yazması için kâğıt, divit getirttirip Kadı’ya dayanamayacağı ka­dar baskı yapmış ve idam kararını çıkarttırmıştır. Hallâc’ın idam hük­mü çıkacağını anlayınca, “benim kanım helal olmaz, İslam’ın mubah kılmadığını siz mubah kılmayın, kitaplarıma bakın orada ehlisünnet harici bir şey yok” demesi de durumu değiştirmemiştir.[37]

Aynısını anlatan İbn Miskeveyh, açık bir şekilde Vezir’in “Yalan söyledin ey kanı helal kişi” sözü üzerine çok baskı yaptığını, Ebû Ömer’in bu baskıya direnemediğini yazmıştır.[38]

Öztürk’e göre Hallâc’ın bu hapis sürecinde mabeynci Nasr el- Kuşûrî ve Seyyide Şagab sayesinde rahat hareket etmesi, saray çevre­sinde etkinliğini artırması vezir Hamid b. Abbas’ı harekete geçirmiş ve onun yaptığı planlarla idama giden süreç başlamıştır.[39]

Sürur’a göre, Hallâc, döneminde gördüğü itikadi yanlışları, bu meyanda Şiileri, Mutezile’yi korkusuzca tenkit ettiği gibi; Nastûriyye okulundan çıkmış, içlerinde mülhidlik kalmış vezirleri, sefahete dalmış saray erkânına da açıkça hücum etmiştir. Siyasî mücadele için mek­tuplar yazmış, bu mektuplarında ferdî hürriyet, toplum hukuku, mali hususlar hakkında görüşlerini belirtmiştir. Bu mektupların en meş­hurları vezirlerden arkadaşı olan üç kişiye, Hüseyin b. Hamdan, Ali b. İsa ve Nasr el-Kuşûrî’ye gönderdikleridir.[40] Sürur, hakkında çıkarılan iddiaların çoğunluğunun hasetten ve siyasî muhalefetten kaynaklan­dığını iddia etmektedir.[41]

Hatib Bağdadî’nin aktardığına göre, Vezir Hamid b. Abbas, Hallâc’ı idam etmek için yargılama yapmak istediğinde, itikadını yazılı olarak vermesini istemiş, Hallâc itikadını yazıp verince, vezir bunu Bağdat fakihlerine sunmuş, onlar bunu kabul etmediklerini söy­lemişler; ancak Ebu’l Abbas b. Ata’nın bu itikadı tasvip ettiği vezire söylenince vezir İbn Ata’yı çağırıp bunu sormuş, o da aynı itikadda olduğunu, hatta bu itikadda olmayanın itikadın olmadığını söylemesi üzerine ona işkence yapıp hapsetmiş, İbn Ata’ bu işkenceden yedi gün sonra ölmüştür.[42]

Sürur bu işkencenin Bağdat âlimlerine gözdağı verilmek üzere ya­pıldığı kanaatindedir.[43]

Bu arada Hallâc’ın idam sebebi hususunda daha sonraki zaman­larda yaygınlaşan bir farklılığa işaret etmek gerekir. İlk kaynaklarda, Hallâc’ın idam sebebi olarak, ulûhiyet iddiası, haccın farklı tarifi gibi şeyler söylenmiş ama hiçbirinde “Ene’l-hak” demesi gösterilmemiştir. Hatta bu sözü söylediği bile kaydedilmemiştir. Ancak sonraki kay­naklarda bu yaygınlaşmıştır. Muhtemelen, Abdülkahir Bağdadî, el- Fark beyne’l-Firak kitabında bu sözü nakletmiş, Gazzâlî bu sözün üze­rinde çok durmuş, ondan sonra bu söz yaygınlaşmıştır. Aslında, bu söz Hallâc’ın Kitabu’t-Tavasin adlı kitabının bir bölümünde geçer ve muhtemelen bu kaynaktan alınmıştır.[44]

Şöyle diyor: “Eğer Allah’ı tanımıyorsanız eserini tanıyınız, işte o eser benim, ben Hakkım, çünkü ebediyen Hak ile Hakkım.”[45]

3.    Hallâc’ın İlmi

Hallâc’ın ilmî yönü hususunda kaynaklarda fazla bilgi bulunma­maktadır. Süleyman Uludağ, Hatib’e dayanarak, “Hallâc, doğum yeri olan Tûr’dan halkı Hanbelîlerden oluşan ve hafızlarıyla tanınan Vâsıt’a gitti. Burada on iki yaşında hıfzını tamamladı”[46] demekte an­cak Tarihu Bağdad’da bu rivayet bulunmamaktadır. Bununla birlikte Bakara, Âl-i İmran gibi surelerin tamamını okuyarak[47] veya iki rekâtta Kur’an’ı hatmederek namaz kıldığına dair rivayetler, Kur’an’ı ezber­lediğini göstermektedir.

Massignon’a göre, 5-14 yaşları (H. 249- 258) veya 9-14 yaşları (h. 253-258) arasında Vasıt’ta eğitim almıştır. Massignon, bu eğitimin temel dinî bilgiler üzerine olduğunu, temel hadis eğitimi aldığını, Kur’an’ı öğrendiği ve Kur’an’ın onu çok etkilediğini (kalbi ile ona bağlandığını) söylemektedir.[48]

Massignon, Hallâc’ın bu esnada Kur’an’ı ezberlediğini de söyle­mektedir. Vasıt’ta hadis meclisleri olmasına rağmen bunlara katıldı­ğının belli olmadığını, kendisinden bu manada hiç hadis nakledilme- diğini, muhtemelen kendi usulüne göre aktardığı hadisleri Tüster’de Sehl’den aldığını söylemektedir.[49]

Tâhâ Abdülbâkî Sürur, Hallâc’ın babasının Hallâc’ın doğumundan bir müddet sonra ekonomik sıkıntılar nedeniyle Tur’dan Vasıt’a gitti­ğini söylemekte, Büyük bir ticaret, ilim ve fikir merkezi olan Vasıt’ta Hanbelîlerin Kur’an ve hadis okulları olduğunu, Hallâc’ın burada 10 yaşında hıfzını tamamladığını, daha küçük yaşta ibadete düşkün ol­duğunu, asrının ilimleri olan fıkıh, hadis, tefsir, tevhidi, hikmet ve tasavvuftan bilgiler öğrendiğini iddia etmektedir.[50]

Ahbâru’l-Hallâc’a bir mukaddime yazan Ekrem Antakî de Hallâc’ın babasının pamuk çırpıcısı olduğunu, dokuma yerlerini dolaşarak Vasıt’a kadar gittiğini, Hallâc’ın burada meşhur bir Kur’an medrese­sinde çocuklarla birlikte Kur’an, kıraat ve kavaid dersi aldığını; sonra Tüster’e giderek ilk ruhânî (işarî) Kur’an tefsiri yolunu açan Sehl b. Abdillah et-Tüsterî’ye iki yıl talebelik ettiğini söylemektedir.[51]

Yukarıda geçtiği üzere zahirî ilim kabul edilen ilimlerde belli bir konumda olan ve bu hususa çok dikkat eden Amr b. Osman el-Mekkî[52] ile Cüneyd el-Bağdâdî’ye talebelik etmiştir. İbn Hafîf’in hakkında, “Hallâc rabbâni bir âlimdir”[53] İbn Süreyc’in ise, “Ben onu Kur’an ha­fızı ve onu bilen, fıkıhta mahir, hadisi, haberleri ve sünneti bilen... biri olarak görüyorum” dediği nakledilmiştir.[54] İbn Hafif, mutasavvıf olduğu için şehadeti kuvvetli kabul edilmese de eğer rivayet doğru ise fakih İbn Süreyc’in şehadeti Hallâc’ın ilmi için kuvvetli bir şehadettir. Kendisinden yapılan bir rivayette de Hallâc, “tüm mezheplerin en zor ve en şiddetli hükümlerini alarak ona göre amel ettiğini”[55] söylemiş­tir. Bu rivayet doğru ise dört mezhebin en azından ibadetlerle ilgili hükümlerini bildiğini gösterir. Buna karşılık Ebû Bekir es-Sûlî[56] (ö. 335)’den şöyle nakledilmiştir:

“Hallâc ile karşılaştım ve onunla bir müddet oturdum. Onu, cahil ancak bilgelik, ğabî (aptal) ama belağat, facir ancak zahitlik taslayan biri olarak gördüm. Ancak zahiri, ibadet ehli sûfî görünümündey­di. Gittiği beldenin halkının itizal düşüncesinde olduğunu görürse mutezilî görünür, imamiye mezhebinde olduğunu görürse imami- ye olur, eğer ilim ehli olduğunu yani ehlisünnet olduklarını görürse sünnî olurdu. Hafif hareketli, gözbağcı biriydi. Tıpla uğraştı, kimya ile ilgilendi. Cehaletinin yanında habis (içi pis) biriydi de... Beldeden beldeye gezerdi.”[57]

Yine İbnü’l-Cevzî’nin, Ebû Bekir es-Sûlî (ö. 335)’den aktardığına göre, kadılar sorgularken onun Kur’an’dan veya başka şeyden (yani hadis ve fıkıhtan) doğru düzgün bir şey bilmediği görülmüştür.[58] Bu­nun haricinde Vezir Ali b. İsa’nın ilk 301 yılında sorguya çektiğinde Hallâc’ın, fıkıh, hadis, ahbar, şiir, lügat bir şey bilmediğini görünce, “biz sana temizliği ve farzları öğretiriz. Bu senin için ne olduğunu bilmediğin şeyleri yazmaktan iyidir” dediği de nakledilmiştir.[59]

Ebû Bekir es-Sûlî’nin ifadesi kendi içinde çelişkilidir. Çünkü eğer her gittiği beldenin itikadî düşüncesine göre şekil alıyor, yani Mutezilî, imamiye veya sünnî görünebiliyorsa bunları asgaride bildiğini göste­rir. Tıp ve kimya ile uğraşması da belli bir akıl ve ilim seviyesinde olduğunu gösterir. Belagatinin iyi olduğuna da günümüze kadar ge­len risale ve şiirleri şahittir. Hatib, “Hallâc’ın, ibaresi güzel, konuşması tatlı, sûfi yolu üzere şiirleri vardı”[60] demektedir. “Kur’an’dan bir şey bilmediği” iddiasını da kendisinden nakledilen Kur’an’la ilgili sözler, özellikle Tavâsin adlı risalesi boşa çıkarmaktadır.

Vezir Ali b. İsa’dan nakledilen söz de abartılı gözükmektedir. Ön­celikle şiir ve lügat bilmediği iddiasını kendisinden nakledilen söz ve eserler doğrulamadığı gibi, temizlik ve farzları bilmeyecek kadar ca­hil olması da dönemin ruhuna uygun değildir. Küçük yaştan itibaren ilim ortamlarında bulunan, insanları davet için çeşitli beldelere giden birinin temizlik ve farzları bilmemesi çok zordur. Hem Ebû Bekir es- Sûlî’nin hem de Vezir Ali b. İsa’nın Hallâc’ı yargılayan hatta idam eden bir devletin görevlileri olmaları onların bu husustaki şehadetlerine göl­ge düşürmektedir. Ayrıca Ali b. İsa’nın daha sonra Hallâc’ın sempati­zanlarından olması bu naklin sıhhatine de gölge düşürmektedir.

Nakillere göre Hallâc’ın çok sayıda kitap ve risalesi vardır ve bu ki­taplar dönemin kitapçılarında çoğaltılarak satılmaktadır. Hatib’in ak­tardığına göre idam kararından sonra dönemin kitapçıları çağırılarak, Hallâc’ın kitaplarını almayacaklarına ve satmayacaklarına dair yemin ettirilmiştir.[61] Buna rağmen Hucvirî 50 civarında risalesini gördüğü­nü söylemektedir. Bunların bir bölümünün ona aidiyeti şüpheli olsa bile ona ait çok sayıda eser olduğu anlaşılmaktadır. Bu kadar eser ya­zan ve halk üzerinde hatta ilim ehli üzerinde etkisi olan birinin cahil olduğunun, şer’î ilimleri ve dil ilimlerini bilmediğini iddia etmenin biraz zorlama olduğu kanaatindeyiz.

Ancak ilmî seviyesinin ne düzeyde olduğu çok net değildir. Özel­likle Tavâsin’i incelendiğinde Kur’an’a ve siyere vâkıf olduğu anla­şılmaktadır. Arapçasının iyi düzeyde olduğu da bellidir. Tevhid hu­susundaki sözleri kelamı az çok bildiğini, yaşantısı ve sözleri de en azından kendi yaşantısını düzenleyecek ve kendisine tâbi olanlara öğ­retecek kadar fıkıh bildiğini gösterir.

İlginç olan Hallâc’ın akaid/kelam alanına giren konularda itham edilmesine rağmen fıkhın alanına giren konularda itham edilmemesi hatta bu hususta çok titiz olmasıdır. Bu durum iki türlü yorumlana­bilir. İyi niyetli yorumlanırsa, şer’î hükümlere bağlılığı onun iyi bir Müslüman olduğunu gösterir ve akaid/kelam alanında itham edildiği sözlerinde zahirî manasını kastetmediği, onunla başka manalar kas­tettiğini gösterir. Kötü niyetli yorumlanırsa, aslında itikadı bozuktur ve bunu örtmek için zahirî hükümlere aşırı titizlik göstermektedir. Nitekim lehinde olanlar birinci yorumu, aleyhinde olanlar da ikinci yorumu benimsemiştir.

4.    Hallâc Hakkında Görüşler

Hallâc hakkında hem fakihler hem de sûfîler ihtilafa düşmüştür.[62] Uludağ’ın tasnifine göre İslâm âlimleri Hallâc hakkında dört gruba ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı Hallâc’ı haklı bulmuş, savunmuş, görüşlerini paylaşmış; bir kısmı onu kâfir ve zındık sayarak şiddetle reddetmiş; başka bir grup mâzur görmüş, kendisine acımış; dördüncü grup da bir hüküm vermekten kaçınarak sükût etmeyi tercih etmiştir.[63]

Kaynaklarda nakledildiğine göre daha yaşadığı dönemden itibaren sûfîler arasında onu kabul edenler olmuş bunlar, ism-i a’zamı bilirdi demişler; onu sûfî olarak kabul etmeyenler olmuş bunlar da, dışı ile içi bir değildi demişlerdir[64]. Önde gelen sûfilerden Abbas b. Ata’ el- Bağdâdî, Muhammed b. Hanîf el-Şirâzî, İbrahim b. Muhammed en- Nasrâbâdî en-Nisabûrî onu kabul etmişler, halinin doğru olduğunu söyleyip sözlerini toplamışlardır. Yine sûfîler arasında onun yaptık­larını gözbağcılık (illüzyon) olarak kabul edenler, akidesini zındıklık görenler vardır.[65]

Hucvirî’nin aktardığına göre, Amr b. Osman, Ebû Yakup Nehrecorî, Ebû Yakup Akta’, Ali b. Sehl Isfehânî gibi sûfîler Hallâc’ı reddetmişler; Cüneyd, Şiblî, Cerirî, Husrî’nin içinde olduğu bir grup da onun hakkında tevakkuf etmişlerdir.[66] Ancak tevakkuf ettiğini söy­lediği Cüneyd’in Hallâc’ın aleyhinde konuştuğu[67], Şiblî’nin ise “Ben ve Hallâc biriz. Ancak o açığa vurdu, ben gizledim” dediği nakledil­miştir[68]. Aleyhinde olan sûfîlerden Amr el-Mekkî, muhalefet nedeni olarak Hallâc’ın, Kur’an’ın bir benzerini söyleyebileceği iddiasında bulunduğunu söylemiştir.[69]

Hucvirî, Kuşeyrî’nin, “onu Allah’a havale ederiz. Onda buldu­ğumuz Hakk’tan nişan ve deliller miktarınca kendine tazim ederiz” dediğini naklederek, zahirci bazı adamların Hallâc’ı reddedip, kâfir, zındık dediklerini, hallerini günaha, hilebazlığa ve sihirbazlığa nis­pet ettiklerini söyleyerek bunu reddetmekte ve bunların mülhid Ha- san b. Mansur Hallâc ile Hüseyin b. Mansur Hallâc’ı karıştırdıklarını söylemektedir.[70] O dönemde iki Hallâc olduğunu söyleyen tek kişi Hucvirî’dir. Attar muhtemelen ondan alarak, “bazıları demişler ki...” diyerek bunu nakletmiştir.[71] Başka bir kaynakta bu rivayet bulunma­maktadır.

Hucvirî, Hallâc’ın şeyhler tarafından reddedilme sebebi olarak da Sehl b. Tüster’in müridi iken izin almadan Amr b. Osman’a bağlan­ması, sonra da yine izin almadan Cüneyd’e intisap etmesini göster­miştir. Muamele ve davranış yönüyle terk edildiğini esasta terk edil­mediğini söylemektedir.[72] Tabii bu görüş tartışmaya açıktır. Hallâc’ın döneminde tarikatların daha kurumlaşmadığı, sûfîlerin birden fazla şeyhin sohbetinde bulunduğu dikkate alınırsa bu görüş zayıf kalmak­tadır.

Hallâc’a ait 50 parça eseri Bağdat, Huzistan, Faris ve Horasan’da gördüğünü söyleyen Hucvirî, Hallâc’ın sözlerini, haline mağlup bir meczubun sözleri olarak değerlendirir. Ayrıca halinin düzgünlüğü sebebiyle ona atfedilen olağanüstü hallerin sihir değil keramet oldu­ğunu söylemiştir.[73]

Bunlar haricinde Ebû Nasr es-Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hâce Ab­dullah Herevî, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, Gazzâlî, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük mutasavvıflardan aktarılan sözler Hallâc’ı sûfî olarak gör­düklerine ve onunla ilgili suçlamalara katılmadıklarını göstermekte­dir.[74] Sülemî, Tabakâfında Hallâc’a yer vermiş ancak dikkatli bir dil kullanmıştır. Hallâc’dan aktardığı sözlerde akaide ters bir söz yoktur.[75] Bu da onun da Hallâc hakkındaki suçlamalara katılmadığını göster­mektedir. Her ne kadar Âlûsî (ö. 1317), Sülemî’nin, Târihu’s -sûfiyye kitabında Hallâc için, “kafir, habis, (perdeyi) yırtmıştır” dediğini iddia etmekteyse[76] de Tabakâftaki ifadeler bunu doğrulamamaktadır.

Kelâbâzî’nin şeyhi Hallâc’ın müridi Ebû Kasım Fars b. İsa Bağdâdî’dir. Sünnî tasavvufun temsilcilerinden kabul edilen ve tasav­vuf hakkında ilk sistematik eseri kaleme alan Kelâbâzî, Hallâc’ı red­detmediği gibi ondan, “Büyüklerden biri” diye bahseder ve eserinde Ebu’l-Muğîs adıyla ondan alıntılarda bulunur. Herhalde dönemindeki ilim çevrelerini ürkütmemek için Hallâc ve Hüseyin b. Mansur isim­lerini kullanmaz. Ayrıca sûfilerin adını sayarken Hallâc’a yer verme- miştir.[77] Kuşeyrî, Hallâc’dan çok sayıda alıntıda bulunmuş ancak bi­yografisini verdiği şeyhler arasında saymamıştır. Abdülkadir Geylânî, “Hallâc tökezledi ancak tökezleyince elinden kimse tutmadı. Zamanı­mızda olsa idi biz onun elinden tutardık” demiştir.[78]

Fakihlere gelince, zamanındaki Zahirî mezhebinden hadisçi fakih- lerden Davud ez-Zâhirî’nin oğlu Muhammed, daha sonraki hadisçi fakihlerden Hanbelî mezhebinden İbnü’l-Cevzî şiddetli aleyhinde bulunanlardandır. Muhammed b. Davud ez-Zâhirî’nin, “Hallâc’ın söyledikleri sünnetin zıddı” dediği aktarılmıştır.[79]

Massignon’un aktarmasına göre Muhammed b. Davud ez-Zahirî (ö. 297) haricindeki zahirî âlimler de Hallâc karşıtıdır. Şafiilerin reisi Ahmed b. Süreyc (ö. 306) Hallâc’ın hapsine karşıdır ve onun hak­kında tevakkuf etmektedir. Onu takip eden Şafiiler tevakkuf görüşü­ne katılmakla birlikte dönemin iki Şafii kadısı Muhâmilî (ö. 320) ve İstahrî (ö. 328) muhtemelen aynı görüşte değillerdir. İbn Ata olmak üzere Bağdat’taki Hanbelîlerin bir kısmı Hallâc’ı desteklerken, başta Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah (ö. 293) olmak üzere bazı Hanbelî âlimler kuşku ile bakmaktadırlar. Hanefi Kadı ve kârilerden Ömer b. el-Üşnânî (ö. 339) Hallâc’ın mahkûm edilmesinde ön ayak olanlardan iken yine Hanefî kadısı İbn İshak b. Bühlul et-Tenûhî, h. 309 yargı­lamasında kurtarmaya çalışanlardandır.[80]

İbn Süreyc, Hallâc için, “bu adam ilmini hangi ilhamla aldığını bilmediğim biridir. Bu sebeple hakkında bir hüküm veremem” de­mektedir. Massignon, bu sözü ile İbn Süreyc’in Hallâc’ı samimi bir mümin gördüğünü ifade ettiğini söylemektedir. Vezir Ali b. İsa vezir­likte kaldığı müddetçe hayranı olduğu İbn Süreyc’in görüşüne göre hareket etmiş ve Hallâc idam edilmemiştir.[81]

Kitabında sihrin bölümlerini anlatan Hanefî âlimi Cessas (ö. 370), Hallâc’ın gösterdiği harikaların çoğunluğunun başka insanlarla anla­şarak olduğunu söylemiştir.[82] Bu ifadesi onun Hallâc hakkında olumlu düşünmediğini göstermektedir.

Kadı Ebû Bekir b. Arabî (ö. 543),[83] Ebû Bekir et-Turtûşî’nin (ö. 520),[84] Gazzâlî eleştirisini aktarmıştır. Gazzâlî’yi şiddetle eleştiren Ebû Bekir et-Turtûşî, onun büyük bir ilim adamı iken bu yoldan sapıp tasavvufa merak sardığını, onu da tam anlamadığı için görüşlerine Karmatîlerin görüşlerini, felsefecilerin görüşlerini, bu arada Hallâc’ın rumuzlarını da kattığını söylemektedir.[85] Bu ifadeler de Turtûşî’nin Hallâc’a olumsuz baktığını göstermektedir ki Malikî âlimler genel itibariyle Hallâc hakkında olumsuz fikir beyan etmişlerdir. Bunda Hallâc’ı mahkûm eden mahkemenin başkanının Malikî olmasının te­siri olmalıdır.

Devrinde Hanbeli âlimlerinin ileri gelenlerinden Ebu’l-Vefa Ali b. Akîl’in (ö. 513), Hallâc’ı savunduğu ve onu yücelttiği aktarılmış­tır.[86] Hatta bu görüşü ve Mutezile hakkındaki görüşleri sebebiyle Hanbelîlerin saldırısına uğramış, öldürülmekten sultanın yanına sığı­narak kurtulmuştur.[87] Beş yıl sonra bir topluluk huzurunda Mutezile ve Hallâc hakkındaki görüşlerinden tevbe ettiğini belirten bir metin okumuş ve bunu imzalamış[88] da bu sayede öldürülmekten kurtulmuş­tur. Bununla birlikte Hallâc hakkındaki görüşlerinin değişmediği ifa­de edilmiştir.[89]

İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis’te, Hallâc’ın Amr b. Osman’ın hak­kında söylediği, Kur’an’ın benzerini yazabileceğini iddia ettiği ve Semerrâ’nın kızının aktardığı sözleri aldıktan sonra şöyle demektedir: “Zamanının uleması Hallâc’ın katlinde icma etmiştir. Bunu ilk söy­leyen Kadı Ebû Ömer’dir. Huzurundaki diğer âlimler buna katılmış, sadece Kadı Ebu’l-Abbas ibn Süreyc sükût etmiştir.”[90]

İbnü’l-Cevzî, başta İbrahim b. Muhammed el-Nasrâbâdî olmak üzere zamanındaki sûfilerden Hallâc’ı savunanlara yüklenmiş[91]; bir ayeti tefsirine mahza küfür demiş[92], ondan keramet olarak aktarılan şeylerin birer aldatmaca ve hile olduğunu söylemiştir[93].

İbnü’l-Cevzî’nin anlatımına göre Vezir Hamid b. Abbas, Hallâc’ın yazılarında tarif ettiği şekilde üç gün oruç tutanın Ramazan orucun­dan, tarif ettiği şekilde sabaha kadar iki rekât namaz kılanın ömür boyu namazdan, tarif ettiği şekilde evinde hacca benzer işler yapıp fakirlere sadaka verenin hacdan muaf olacağının yazıldığını tespit et­mişti. Bunu nereden aldığını sordular. O da el-Hasen el-Basrî’nin Sü- nen’inden dedi. Vezir Hamid, “sen bu yazıdakilerini din olarak kabul ediyor musun?” diye sordu. Hallâc, “evet, bunun içindekilerini Allah din olarak belirlemiş” dedi. Kadı Ebû Ömer, “yalan söylüyorsun, ey kanı helal diyerek” katlinin caiz olduğuna dair yazı yazdı, huzurunda­ki fakihler de bunu imzaladı.[94]

İbnü’l-Cevzî’nin anlatımında diğer anlatımlara göre bazı eksiklik­ler ve fazlalıklar vardır. Hem Arîb b. Sa’d’da hem de Hatib’de Ebû Ömer’in “ey kanı helal” sözünü bir kızgınlıkla söylediği, Vezir bunu yaz deyince, telaşlanıp yazmak istemediği, ancak vezirin baskısı ile yazmak zorunda kaldığı, diğer fakihlerin de zorla imzaladığı anlatılır­ken, bunlar İbnü’l-Cevzî’de yoktur. Hacla ilgili rivayet dışındaki na­maz ve oruçla ilgili rivayetler ile bunları Hallâc’ın kabul ettiği rivayeti diğerlerinde yoktur. Sanki İbnü’l-Cevzî, Hallâc’ın lehine gördüğü ri­vayetleri kitabına kasten almamış gibidir.

İbnü’l-Cevzî, Ebû Ömer ibn Hayyûye’den, Hallâc’ın idamı sıra­sında müritlerine “30 gün sonra geri döneceğini” söylediğini aktar­dıktan sonra bunun sahih bir rivayet olduğunu iddia etmiş ve Hallâc için, “yalancı bir adamdı, ölene kadar insanların akıllarıyla alay etti” demiştir. [95]

Hadisçi ve tarihçi İbn Kesir (ö. 774) de aleyhinde olanlardandır. Şöyle demektedir:

“Öldürülmesinden beri insanlar Hallâc hakkında farklı fikirlerde­dir. Birden fazla kişiden fukaha ve imamların öldürülmesi üzerinde icma ettiği, kâfir olarak öldürüldüğü hikâye olunmuştur. Bunlara göre Hallâc, kâfir, (uyduran) yalancı, içi dışı farklı, gözbağcı birisi idi. Sûfîlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ancak sûfîlerden bir grup, onun sözlerini güzel görmüştür. Bunları Hallâc’ın zahiri aldatmış, onun batınına ve sözlerinin içyüzüne muttali olamamışlardır. Çünkü ilk başlarda onun işi kendini ibadet verme, bu yolda şaşkınlığa düşme ve süluk üzere idi. Ancak onun bir ilmi olduğunu, işini ve halini takva ve Allah’ın rızası üzerine kurduğunu söylemek mümkün değildir. İfsat ettikleri ıslah ettiklerinden fazladır. Hallâc’ın işine hulul ve ittihad gir­miş bu sebeple bozguncu ve saptırıcılardan olmuştur. Bir başka yön­den, onun halleri çeşitli şekillerde oluyor ve çeşitli beldelere gidiyor­du. O bütün bu hallerinde ve beldelerde insanlara, kendisinin Allah’a davet edenlerden olduğunu izhar ediyordu. Onun Hindistan’a gidip sihir öğrendiği sahihtir. “Bununla Allah’a davet ediyorum” derdi.”[96]

İbn Kesir, Hallâc’ın en baştan itibaren hulul düşüncesinde olduğu­nu söyler ve bunu ona ait olduğunu söylediği şiirlerle destekler.

Bunlardan biri şöyledir:

“Benim ruhum senin ruhunla kaynaştı / Tatlı su ile karışan şarap gibi---

Sana bir şey dokunursa bana da dokunur / O zaman her durumda sen bensin.”[97]

İbn Kesir, Hallâc ismini alma rivayetlerinden bir pamuk çırpıcısı­nın çok miktarda pamuğunu çırpmasını kendine hizmet eden şeytan ve cinlere bağlar.[98] İbn Kesir, Hallâc’ın güzel sözleri arasında gör­düğü, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi dört şeyle hülasa edilebilir: Celil’e (Allah’ı) muhabbet, az olana (dünyaya) buğzetmek, indirilene (vahye) uymak, halin değişmesinden korkmak!” sözünü naklettikten sonra: “Ben derim ki: Hallâc son iki makamda hata etmiş, indirilene yani vahye uymamış ve istikamet üzere kalmamış, yanlış yollara gide­rek, bidat ve sapıklıkla halini değiştirmiştir.” demektedir.[99]

İbn Kesir, Bağdat ulemasının Hallâc’ın küfrü ve zındıklığı husu­sunda ittifak ettiği, öldürülmesi ve asılmasının uygunluğu hususunda da icma ettiğini, o zaman Bağdat âlimlerinin tüm dünya demek oldu­ğunu söylemektedir.[100]

Ancak hem ittifak meselesi hem de Bağdat âlimlerinin icmaının tüm dünyadaki âlimlerin icmaı gibi olduğunu söylemesi tartışmaya açıktır.

Bizzat Bağdat’ta Şafii âlimi İbn Süreyc’in, Hanefi Kadısı İbn Bühlûl’ün küfrüne kail olmadıkları, katil fetvası vermedikleri, hatta öldürülme hükmünü verdiği söylenen Malikî Kadısı Ebû Ömer’in hükmü zorla verdiği, ilk kaynaklarda kaydedilmektedir. Massignon’un aktarmasına göre çok sayıda Hanbelî fakih, Şafiîlerden İbn Süreyc’i takip edenler ve Hanefîlerden de bazı âlimler Hallâc’ı suçsuz bulmaktadır.[101]

İbn Kesir de, İbnü’l-Cevzî gibi genel itibariyle aleyhte olan şey­leri yazmış, fakihlerin Hallâc’ın küfrü ve öldürülmesi üzerinde icma ettiğini söylemiş, ancak o da Arib b. Sa’d ve Hatib gibi, Vezirin Kadı Ebû Ömer’e ölüm fetvasını zorla yazdırdığını kaydetmiştir.[102] Yine Şafii kelamcı fakihlerden İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478), Hallâc’ın Irak halkının akaidini bozduğunu söylemiştir.[103]

Malikî âlim Kadı Iyaz ise, Hz. Ali’nin ilahlık iddiasında bulu­nan kişiyi yaktırdığını söyledikten sonra, Abdülmelik b. Mervan’ın Mütenebbi’yi astırdığını, başka halifelerin de benzeri ceza verdiğini ve bunu dönemin âlimlerinin tasvip ettiğini söyleyerek, Hallâc’ın idam cezasında adeta vahşete varan uygulamayı meşrûlaştırmakta, ardından başta Kadiyu’l-Kudat Ebû Ömer olmak üzere zamanının Malikî fakihlerinin, ilahlık iddiasında bulunması, hulul ile ilgili sözleri ve Ene’l-Hak sözü sebebiyle, her ne kadar zahiren şeriata bağlı olsa da Hallâc’ın idamı ve asılması üzerinde ittifak ettiğini, tevbesinin kabul edilmediğini söylemektedir.[104]

Diyarbekrî, Hallâc’ın tezkiyesi babında İbn Şüreyh’in[105], “durumu bize gizli kalan bir kişidir. O sebepten hakkında bir şey demem. Bu Ömer b. Abdülaziz’in kendisine Hz. Ali ile Muaviye sorulduğunda verdiği cevaba benzer. O, “Allah Teâlâ, kılıçlarımızı bu kanlara bu­laşmaktan koruduğu gibi, bizim de dilimizi bu havuza dalmaktan ko­rumamız gerekmez mi?” dermiş. Bunun gibi, hakka da batıla da tevil ihtimali olan sözleri sebebiyle kıble ehlinden hiç kimseyi tekfir etme­melidir. Çünkü birini İslam’dan çıkarmak çok büyük bir şeydir. Buna ancak cahiller koşarlar.” sözünün yeterli olduğunu söylemektedir.[106]

İbrahim b. Şeyban’ın anlattığına göre o Hallâc’ın öldürüldüğü gün İbn Süreyc’e, “Ey Ebû Abbas, şu adamın öldürülmesi ile ilgili fetvaya ne dersin?” diye sormuş, o da: “Herhalde onlar, “Rabbim Allah dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?” (Gafir, 40/28) ayetini unuttular”[107] cevabını; Vasıtî’nin, “Hallâc hakkında ne dersin?” sorusuna da: “Ben onu Kur’an hafızı ve onu bilen, fıkıhta mahir, hadisi, haberleri ve sün­neti bilen; daimi oruç tutan, geceleri ibadet eden, insanlar öğüt verip ağlayan, benim anlamadığım şeyleri konuşan biri olarak görüyorum. Onun küfrüne hükmedemem.” cevabını verdiği nakledilmiştir.[108]

Daha sonraki Hanefî âlimlerden ve Osmanlı ulemâsından Kemalpaşazâde Hallâc’ı savunurken Ebussuûd Efendi idam hükmünü yerinde ve haklı bulmuştur.[109] Hanefî fakihlerinden Aliyyü’l-Kârî (ö. 1014), küfrüne delil getirilen bir sözü tevil ettikten sonra “eğer tevbe- si sahihse şüphesiz saîd yaşadı, şehit olarak öldü. Ancak Tilmisânî’den nakledilen, müritlerine yazdığı çeşitli mektuplarda, “Rabblerin rabbin- den kulu falana” yazdığı, bağlılarının da , “Ey zatların zâtı, lezzetlerin gayesinin sonu, seni sen nasıl diliyorsan öyle tasavvur ediyoruz. Sen şu anda Hüseyin b. Mansur suretinde Mansur’sun. Biz senden ücretimizi istiyor ve rahmetini umuyoruz ey gaybları bilen!” diye yazdıkları sahih­se o zaman, mücmel kalmamış demektir. (Yani küfrüne hükmedilir). Ancak bunu rivayette İbnü’l-Cevzî tek kalmıştır” demektedir.[110]

Yine onun nakline göre keşif ehli birisi kabrini ziyaret etmiş ve kabrinden bir nur çıktığını görmüş. Bu kişi diyor ki: “Ya Rabbi, bu­nunla “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyen firavun arasında ne fark var” dedim. Buna şöyle ilham olundu: “Firavun nefsini gördü bizi kaybetti. Bu ise bizi gördü nefsini kaybetti.”[111] Bu ifadelerden Aliyyü’l-Kârî’nin Hallâc’ın lehinde görüş bildirenlerden olduğu an­laşılmaktadır.

Abdülkahir el-Bağdâdî (ö. 429), Hallâc’ın başlangıçta şatah türü söz­ler söylediğini, bunlarla Bağdat, Horasan’dan Talekan halkını fitneye düşürdüğünü söylemektedir. Ona göre kelamcılar, fakihler ve sûfîler hakkında ihtilaf etmiştir. Kelam gruplarından biri olan Salimiyye’den bir grubun Hallâc’ın görüşlerini kabul ettiğini ve onun hakikati söy­leyen sufilerden saydıklarını söyleyen Abdülkahir el-Bağdâdî, Kadı Ebû Bekir b. Muhammed b. Tayyib el-Eşârî’nin, Hallâc’ın hile ile harikalar gösterdiği kanaatinde olduğunu aktarmıştır.

Fakihlerin de ihtilaf ettiğini söyleyen Abdülkahir el-Bağdâdî’ye göre Ebu’l-Abbas b. Süreyc ölümüne fetva istendiğinde tevakkuf eder­ken Ebû Bekir Muhammed b. Davud öldürülmesine fetva vermiştir. Cüneyd’in yanında “ene’l-hak/ben hakkım” demiş, Cüneyd “ b^Ju o/ ente bi’l-hakk/ sen Hak ilesin” diye düzeltmiştir.[112]

Hallâc’ın nefsini lezzetlerden kesen, gittikçe saflaşan kişilerde beşeriyetten bir şey kalmadığında Hz. İsa’ya hulul ettiği gibi ilahın hulul edeceğini ve yaptığı her şeyin Allah’ın fiili olacağını ve ken­disinin de böyle olduğunu iddia ettiği rivayetini aktaran Abdülkahir el-Bağdâdî’ye göre vezir Hamid b. Abbas’ın istediği fetvayı veren Ebû Bekir Muhammed b. Davud’dur.[113] Diğer fakihler de onun fetvasına katılmışlardır. Abdülkahir bazılarının Hallâc’ın batınının sıhhatine el ve ayakları kesilirken söylediği “Tek olana, tek olanı birlemek yeter” sözünü delil getirdiklerini söylemektedir.[114]

İbnü’l-Hâc, “kulum bana nafilelerle yaklaşır...” hadisinin açıkla­masında şeyhinden nakille Hallâc’a “Allah nerededir” diye sordukla­rında “cübbede” dediğini, muhakkiklerin bunu, cübbede kendisinin hiçbir tasarrufu kalmadığını kastettiğini söylemiştir. Ona göre zama­nının âlimleri ve salihleri, şeriatı korumak, hakkı olmayanların bunu kullanarak konuşmasının önüne geçmek için bu gibi sözleri nedeniy­le Hallâc’ın idamına fetva vermişlerdir.[115]

Demirî (ö. 808) ve Hatib Şirbînî’ye göre, İbn Süreyc’e Hallâc’ın “ene’l-hak” sözü sorulduğunda tevakkuf etmiş, “bu adamın işi bana gizlidir, bir şey diyemem” demiştir. Bununla birlikte Kadı Ebû Ömer, Cüneyd[116] ve zamanındaki fakihler bu sözle küfrüne fetva vermişlerdir. Zamanındakilerin de Hallâc hakkında ihtilaf ettiğini, bazılarının çok tazim ederken bazılarının da küfre nisbet ettiğini söylemektedirler.[117]

Hallâc için en sert ifadeleri kullananlardan biri olan İbn Teymiyye (ö. 728), “Hallâc, sıddık mıdır, zındık mıdır? Allah’tan ittika eden bir veli midir? Hali rahmanî midir yoksa sihir ehlinden göz boyayıcı biri midir? Müslümanların âlimlerinin huzurunda zındık olarak mı öldü­rülmüştür yoksa mazlum olarak mı öldürülmüştür?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:

“Hallâc zındık olarak öldürülmüştür. Bu durum hem kendi ikra­rı hem de başkalarının ikrarı ile sabit olmuştur. Öldürülmesi Müslü­manların ittifakı ile olmuştur. Kim mazlum olarak öldürüldü derse, ya mülhid bir münafık ya da sapıtmış bir cahildir. Söylediği sözlerin sadece bir bölümü bile katlini gerektirir. Allah’ın müttaki velilerinden biri değildir. İbadet, riyazet ve mücahedelerinin bir bölümü şeytanî, bir bölümü nefsânî, bir bölümü de bir yönüyle şeriata uygun bir yö­nüyle değildir. Hak’la batılı karıştırmıştır.”[118] [119]

İbn Teymiyye (ö. 728)’ye göre meşayihin çoğunluğu Hallâc’ı kabul etmemiş ve kendi yollarından kabul etmemiştir. Bağdad’a geldiğinde, hakkında Karamita davetçisi olduğu iddiasında bulunulmuş, bunun üzerine küfür ve zındıklık sözleri bulunana kadar hapsedilmiştir. Ona göre buna delil olan sözlerinden biri hac ile ilgili sözleridir. Kadı Ebû Ömer bunu sorunca Hallâc ikrar etmiş ve Hasen el-Basrî’nin “Kitabu’s- Salat”ındanU9 aldığını söylemiş, Kadı “yalan söylüyorsun zındık, ben o kitabı okudum” deyince vezir bu dediğini yazmasını istemiş, oradakiler de katlinin vacip olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[120]

İbn Teymiyye (ö. 728/1328) de Tarihu Bağdad başta olmak üzere Hallâc hakkında yazılanları okuduğunu aktarmış ancak her nedense İbnü’l-Cevzî gibi lehine olan rivayetlerden kaçınmıştır.

Hallâc eğer yaşasa idi gözbağcılığı ve şeytanî hallerle çok sayıda ca­hili fitneye düşürürdü diyen İbn Teymiyye, Allah’ın âlim velilerinden hiçbirinin onu tazim etmediğini, Risalesinde biyografisine yer verme­mesinden hareketle Kuşeyrî’nin Hallâc’ı meşayihten saymadığını iddia etmektedir.[121] İbn Teymiyye, Hallâc’dan aktarılan olağanüstü hallerin keramet değil, göz boyama ve şeytanın, cinlerin yardımıyla yapılan şeyler olduğu kanaatindedir.[122] Hallâc’ın Hindistan’a sihir öğrenmek için gittiğini iddia eden İbn Teymiyye, onun sihir hakkında bir ki­tap yazdığını ve kendi zamanına kadar geldiğini, içinde şeytanî sözler olduğunu,[123] Hallâc’ın deccallerden biri olduğunda şüphe olmadığını, ölümü sırasında tevbe edip etmediğini bilmediğini söylemektedir.[124]

Hallâc konusunu işlerken vecd ve fena halinde teklifin düşüp düş­meyeceği, yani söylenen şatahat türü sözlerden sorumlu olunup olun­mayacağı hususunu da inceleyen İbn Teymiyye özetle, meşru yolla bu hali yaşayan kişinin sorumlu olmayacağını kabul etmiş, Bayezid-i Bistâmî’ye atfedilen sözlerin hakikatte küfür olduğunu, ancak bun­ların fena halinde, akıl baştan gittiğinde söylendiğini kabul etmenin daha uygun olduğunu söylemiş ve Bayezid’i mazur kabul etmiştir. Ancak bu sözlerin hakikat ehlinin sözlerinden olmadığını, akıl ve temyizin zayıflığından kaynaklandığını da ilave etmiştir.[125]

Bir topluluğun Hallâc’ın da bu gruptan yani vecd ve fena ehlinden olduğunu zannettiklerini söyleyen İbn Teymiyye’nin[126] açıklamala­rından bunu kabul etmediği anlaşılmaktadır. İbn Teymiyye, Hallâc’ın “ene’l-hak” sözünün Allah’tan bir rivayet olduğu, bu sebeple firavu­nun “ben sizin en yüce rabbinizim” sözünden farklı olduğu yorumunu, Mutezile’nin “Kur’an mahlûktur” sözünden daha şerli bulmaktadır.[127]

Hallâc’ı zındık olarak gören İbn Teymiyye, ulemanın tevbesini ız- har eden zındıkın öldürülüp öldürülmeyeceğinde ihtilaf ettiğini, bazı âlimlerin tevbe eden zındığın öldürülemeyeceği görüşünde oldukla­rını ancak çoğunluğun tevbesini ızhar bile etse zındığını öldürüleceği kanaatinde olduğunu söylemiştir. Bunlara göre bu zina edenin veya hırsızın haddi gibidir. Bunlar mahkeme edildikleri sırada tevbe bile etseler had icra edilir. Ona göre eğer zındığın tevbesi sahihse ahirette kendisine fayda verir. Hallâc’ın durumu da aynıdır.[128]

İnsanlardan çoğunun Hallâc’ın fıkhî bir içtihad sonucu idam edildi­ği, aslında bunun hakikate muhalif olduğunu zannetmektedir diyen İbn Teymiyye’ye göre Hallâc, Kur’an’a muaraza yazabileceğini söylemesi, hacla ilgili sözü ve başka küfre müncer sözleri sebebiyle öldürülmüştür ve bu hususta Rasûlullah’ın peygamberliğine şehadet eden Müslüman- lar, âlimleri, abidleri, fakihleri, dervişleri ve sûfîleriyle ittifak etmiştir.[129]

5.    Değerlendirme

Hallâc’ın hayatını, yargılanmasını, kendisinden nakledilen sözleri ve eserlerini incelediğimizde lehinde olanları da aleyhinde olanları da haklı çıkaracak hususlar bulunduğunu görmekteyiz. Aleyhinde olan­lar şu hususları öne sürmüşlerdir:

1-    Hallâc, hulul iddiasındadır. Buna da bir kısmını yukarıda ver­diğimiz çeşitli şiirleri ve sözleri özellikle de “ene’l-hak” sözü delildir.

2-    İnsanları gözbağcılık ve sihirle aldatmaktadır. Bununla ilgili çe­şitli rivayetler aktarılmıştır.

3-    Asıl inancını gizlemektedir. Bu sebeple tebliği için gittiğini söylediği şehirlerdeki kişilerle rumuzlu yazışmaktadır.

4-    İslam’ı yıkmak için çeşitli karışık sözler söylemekte ve ibadetleri iptal edecek şekilde hac, oruç, namaz için tarifler yapmaktadır.

5-    Eğer hakkında iddialar doğru olmasa idi zamanının önemli ka­dıları ve fakihleri idamına onay vermezdi.

Kanaatimizce şu hususlar lehinde olanları haklı çıkarmaktadır:

1-     Aleyhinde olanların nakline göre bile idam hükmü veren ka­dılar bu hükmü Vezir Hamid b. Abbas’ın zoru ile vermiş ve imza­lamıştır. Rivayetlerden Vezirin zorla delil topladığı anlaşılmaktadır. Yargılama esnasında yürütme bir taraf olarak mahkemede bulunmuş ve hâkimlere baskı yapmıştır. Hâlbuki eğer davacı ise davalı ile aynı konumda olmalı ve ona göre davranılmalı idi. Bir diğer husus da Kadı Ebû Ömer’in daha yargılama devam ederken “ihsas-ı rey”de bulun­masıdır. Bunlar yargılamada bağımsızlık, tarafsızlık ve hakkaniyet ka­idelerine dikkat edilmediğini göstermektedir. Bu da verilen hükme gölge düşürmektedir.

Bazı araştırmacılar mahkemenin bir mezalim mahkemesi olduğu­nu söylemişlerdir.[130] Vezir Hamid b. Abbas’ın Halife’den izin istemesi ve süreç de bunu göstermektedir. Ancak Halife Muktedir’in mezalim­le yetkilendirdiği vezirleri Ebu’l-Hasen Ali b. Furat ve Ali b. İsâ’dır.[131] Bu da Hamid b. Abbas’ın talebiyle kurulmuş olsa bile halife tarafından yargılama yetkisinin vezire değil Kadı Ebû Ömer’e verildiği anlaşıl­maktadır. Bu durumda vezirin mahkemede bulunması normal olsa bile bu durum vezirin baskı yapması ve mahkemenin bağımsızlığına ve tarafsızlığına gölge düşürmesi durumunu değiştirmemektedir.

2-    Hicri 301 ile 309 arasında saray çevresinde zorunlu ikamet ve ev hapsine tutulmuş, bu süreçte kendisinden şeriata ters bir şey nakledil­memiş, görülmemiştir.

3-    “Kitaplarıma bakın orada ehlisünnet harici bir şey yok” dediğin­de kimse bunun aleyhinde bir delil getirmemiştir.

4-    Kendi yazdığı risalelerden getirilen tek delil hacla ilgili rivayettir ki bu rivayette de farz olan haccı inkâr ettiğine dair hiçbir şey yoktur.

5-     “Ene’l-Hak” ifadesi yargılaması sırasında gündeme gelmemiştir ve bu söz çok rahat tevil edilebilecek bir sözdür. Kendisinden nakle­dilen buna benzer ifadeler de tevil edilebilecek ifadelerdir.

6-     Karamita’dan olduğu iddiasının gerçek olmadığı da çok nettir. Çünkü ne Karamita’nın hâkim olduğu yerlere gitmiş, ne de onların propagandasını yapmıştır. Belki Karamita’nın bazı fikirlerinden etki­lenmiş olabilir. Ancak bu durum bir kişinin idamını gerektirmez.

7-     İdam edilmeden önce kendisinden nakledilen sözler, idam sıra­sındaki tavrı ve sözleri şeriata uygun sözlerdir. İdamı sırasında oradaki bağlılarına 30 veya 40 gün döneceğini söylediği rivayeti nedense o kadar kalabalık içinden sadece bir kişiden gelmiştir.

8-     Bazı güçlü âlimler küfrüne kail olmuşlar ancak en az onlar kadar hatta onlardan daha güçlü âlimler küfrüne kail olmamış bunların bir kısmı tevakkuf etmiş bir kısmı da Hallâc lehinde görüş bildirmiştir. Böyle durumlarda, bir mümine kâfir dememek için, ihtiyat yolunu tercih edip mümin diyenlerin görüşünü almak uygunudur.

9-     Daha önce ulûhiyet iddiasında bulunmuş olduğu kabul edilse bile, son döneminde en azından zahiren tevbe ettiğinin kabul edil­mesi gerekir. Zahiren de olsa tevbe ettiğinde, zahire göre hükmedil- mesi kaidesince gereğinin yapılması gerekirdi. Kaldı ki, eğer zahiren düzgün gözükse bile en azından öldürülürken gerçek akaidini ortaya koyması gerekirdi. Herhalde bunu fark ettiği için İbnü’l-Cevzî, “ya­lancı bir adamdı, ölene kadar insanların akıllarıyla alay etti” demiştir. Ancak niçin böyle yaptığının bir açıklaması yoktur.

10-     Kendisinden nakledilen tevhidle ilgili sözlerin çoğunluğu[132] ehlisünnet inancına uygundur. Ehlisünnet inancına uymayanlar da tevil edilebilir durumdadır. Ayrıca onun adına sözler de uydurulmuş olabilir. Nitekim kendisi, bağlı olduğunu söyleyenlerin iddialarını ka­bul etmemiş ve kadılar da bu sebeple o kişilerin şehadetleri ile hüküm vermemişlerdir.

Sonuç olarak, Hallâc’ın idamına giden süreç uzun bir süreçtir. H. 301 yılında tutuklanmış, sekiz yıl tutuklu kalmıştır. Bu sürede her ne kadar saray hacibi Nasr el-Kuşûrî ve halife Muktedir’in annesi sebe­biyle kendine bir yer ayrılsa, ziyaretçi kabul etse de daimi bir göze­tim altındadır. Eğer zındıklık faaliyeti varsa bile bu gözetim altında iken bunu sürdürme imkânı yoktur. Kaldı ki bu süreçte kendisinden ehlisünnete mugayir bir söz işitilmediğini aleyhindeki kaynaklar da yazmaktadır. Karmatî veya siyasî hedef gözeten bir grupla bağlantısı olma ihtimali de çok düşük bir ihtimaldir. Kendisinin bu hususta bir sözü bilinmediği gibi, Hallâc bahane edilerek ortaya çıkan bir ayak­lanma da bilinmemektedir. Nitekim ilk yargılama esnasında gündeme gelen bu iddia ikinci yargılamada gündeme gelmemiştir.

İlk yargılamada hakkındaki iddialar idamına yeterli olmaz iken bu uzun gözetim sürecinde ne gibi bir değişiklik olmuştur da idam hükmü çıkmıştır sorusunun kaynaklarda net bir açıklaması yoktur. Hallâc’ın idamına geniş yer ayıran elimizdeki Hallâc dönemine en yakın kaynaklar olan Arib b. Sa’d’ın Sıla'sı, Hatib Bağdâdî’nin Tarih’i, İbn Miskeveyh’in Tecarib’inde[133] aktardıkları idamın siyasî neden­lerle olduğu izlenimini vermektedir. Çünkü Halife Muktedir’in dö­nemi Abbasî hilafetinin zayıfladığı, devletin Zenc isyanından sonra Karmatîlerle uğraştığı bir dönemdir. Bu sebeple toplumda huzur­suzluk çıkarabilecek, ayrı bir grup oluşturabilecek hareketler takip edilmektedir. Vezir Hamid b. Abbas’ın, Halife Muktedir’i, eğer idam kararını onaylamazsa halk arasında kargaşa çıkacağını söyleyerek kor­kutması da siyasî yönü belli etmektedir. Aktarılanlardan anlaşıldığı-

na göre Hallâc’ın coşkun, cezbeli ve cüretli bir yapısı vardır. Bu da halktan insanların rağbetini sağlamakta ancak içinde yer aldığı sûfîler dâhil bazı insanlar arasında da huzursuzluğa yol açmaktadır. Çeşitli şehirlerde davet için dolaşırken çok sayıda insanı başına toplaması dik­kat çekmiş olmalıdır. Bu süreçte söylediği bir kısım sözlerin batınîliğe benzemiş olması da onun ilk tutuklanmasında Karmatîlerle ilişkilen- dirilmesine yol açmış olmalıdır. Herhalde hapsedilmesi de ayrı bir grup oluşturmasına engel olmak maksadıyladır.

Kanaatimizce Hallâc’ın başını asıl olarak saray çevresinde etkinlik kazanması ve başta Vezir Hamid b. Abbas olmak üzere zulme varan uygulamalar yapan idarecilere yaptığı eleştiriler yakmıştır. Saray çev­resinde etkinlik demek, devlete nüfuz etmek ya da en azından saray içindeki çekişmelerde etkin olmak demektir. Hallâc’ın saray çevre­sinde başta Vezir Hamid b. Abbas olmak üzere bazı devlet görevli­leri arasında yeterli güveni kazanamadığı anlaşılmaktadır. Dönemin fakihlerinden de başta zahirî âlimler olmak üzere bazı fakihlerin hatta sûfîlerin aleyhte olması da hakkındaki ithamların devam etmesini te­min etmiş olmalıdır. Saray çevresindeki etkisini kırma imkânı bula­mayan vezir Hamid b. Abbas’ın dönemin ruhuna uygun bir şekilde, sûfî birini dinî bir iddia ile mahkûm etme yolunu araştırmış ve bunu da çeşitli zorlama ile elde etmiş görünmektedir. Belki de siyasî bir id­dia ile yargılama imkânı olmadığı için bu yola başvurmuştur. Ancak dönemin fukahasının önemli kısmının bu karara bir itirazının olma­ması, hatta olumlu bakması Hallâc’ın sözlerinde ve durumunda sıkın­tılı veya tehlikeli hususlar olduğunu kabul ettiklerini göstermektedir.

Abdullah Kartal, Hallâc’ın yargılanıp idam edilmesini, tasavvufun yargılanması ve idam edilmesi; fakihlerin sufilere yönelik açık, sert ve son uyarısı olarak yorumlamıştır.[134] Her ne kadar döneminde çok sayı­da fakihin ona karşı olması yorumu kısmen doğrulasa da biraz abartılı bir hükümdür. Çünkü Hallâc’ın idam kararını daha zamanında kabul etmeyen fakihler bulunmaktadır ve bu idamların devamı gelmemiştir. Hatta Hallâc’ın bağlıları olduğunu söyleyenlere bile özellikle bir takibat yapıldığı bilinmemektedir. Ayrıca dönemden aktarılan rivayetler tasav­vufun yargılanmasını değil de tasavvufa sınır çizme gayretini göster­mektedir. Çünkü sûfîler arasında çok sayıda fakih bulunmaktadır.

İlk kaynakların aktardığı mahkemede idamına sebep gösterilen ri­vayet hacla ilgili sözüdür ki onun bununla hac ibadetini iptal etmek istemediği bellidir. Çünkü kendisinin üç kez hac yaptığı nakledilmiştir. Hac yapmak isteyip de yapamayanlara hac sevabı almak için bir çö­züm göstermektedir. Kendi nakline göre de bunu Hasen el-Basrî’ye ait bir risaleden almıştır. Belki kendisinin okuduğu risalede böyle bir rivayet vardır; Kadı Ebû Ömer’in okuduğu risalede ise böyle bir rivayet bulunmamaktadır. Belki de bu rivayet Hasan el-Basrî’ye atfedilen bir uydurmadır. Böyle bir durumda yapılacak olan ne kastettiğini sormak, yanlış bir yorum yapıyorsa doğrusunu açıklayıp gerekiyorsa tevbesini istemektir. Sadece bununla idam hükmü verilemeyeceği çok açıktır.

Küfrüne delil getirilen sözlerin de tevhide aşırı vurgu yapan söz­lerin de ne kadarının Hallâc’a ait olduğu net olarak belli değildir. Muhtemelen hem aleyhinde olanlar idamı haklı göstermek için; le­hinde olanlar da onun inancının düzgünlüğünü anlatmak için onun söylemediği bazı sözleri ona atfetmişlerdir.[135] Bununla birlikte ona ait olduğu kesin kabul edilen Tavasin kitabı elimizdedir ve bu kitaptaki sözleri, hakkındaki ulûhiyet, hulul vb. iddiaları doğrulamamaktadır. Yukarıda tercümesini verdiğimiz “ene’l-hak” sözünün geçtiği beyitte de bu sözden “Ben Allah’ım” gibi bir ifadenin kastedilmediği açıkça bellidir. Kitapta özellikle şeytanla ilgili, Allah’ın insandaki tecellisi ile ilgili zahiren problemli cümleler yer alsa da[136] bütün olarak bakıldı­ğında Hallâc’ın kulluğunun farkında olduğu, ilahlık iddiasında bulun­madığı net olarak anlaşılmaktadır.[137]

Küfrüne delil getirilen bir sözü kendisine sorulduğunda tevil et­miş; dönemin hadisçi sûfîlerinden İbn Atâ[138], Hallâc’ın bu fikirlerini benimsediğini söylemiş ancak yargılanmamış, idam edilmemiş, bunu yerine Vezir Hâmid b. Abbas’ın zulmüne uğramıştır.[139] Küfre müncer bir sözü varsa bu irtidata girmektedir ve fakihlerin ittifakıyla irtidat eden bir kişiye öncelikle tevbe teklif edilmelidir.[140] İbn Teymiyye bu hükmü bildiğinden Hallâc’ı zındık olarak nitelemiştir. Fakihler ara­sında ihtilaf olmakla birlikte çoğunluk zındığa tevbe teklif edilme­yeceği, mahkemeye getirildikten sonra yapacağı tevbenin de kabul edilmeyeceği kanaatindedir. Yine çoğunluğa göre mahkemeden önce zındığın tevbesi muteberdir.[141] Zındığın çeşitli tarifleri olmasına rağ­men burada kastedilen, müslüman görünüp de İslam’ı yıkmak için uğraşan başka inançta olan kişilerdir.

Yukarıda zikrettiğimiz üzere sekiz yıl gözetimde kalan Hallâc’ın böyle bir faaliyette bulunma ihtimali çok çok düşüktür. Nitekim mah­kemede böyle bir suçlama da yapılmamıştır. Eğer böyle bir durum var ise ilk mahkemede bu kararın verilmesi gerekirdi. İbn Teymiye’nin ima ettiği zındıklığının ilk mahkemede anlaşılmadığı, bu uzun tutuk­luluk süresinde açığa çıktığı iddiası da zayıf bir iddiadır. Çünkü Vezir Hamid b. Abbas’ın küfrüne delil olarak sunduğu deliller ve şahitlikleri mahkeme kabul etmemiş, ancak hacla ilgili sözü itibariyle mahkeme başkanı tarafından “ey kanı helal” ifadesi kullanılmıştır. Hacla ilgili sözün elfaz-ı küfürden kabul edilmesi problemlidir, ancak öyle kabul edilse bile yapılacak olan tevbe teklif etmektir. Başka bir delil olma­dan sadece bununla zındıklığa hükmedilemeyeceği aşikârdır. Zaten Hallâc bu sırada kendisinin ehlisünnet inancı üzere olduğunu özellik­le vurgulamış ancak dinlenmemiştir.

Burada bir de Hallâc’ın idam şekline değinmek yerindedir. Mürted hatta zındık olduğu kabul edilse bile böyle bir ceza verilmesinin fıkıh­ta bir yeri bulunmamaktadır. Kadı Iyaz’ın vahşete varan bu cezaları Hz. Ali’yi delil göstererek meşrulaştırmaya çalışması zayıftır. Önce­likle Hz. Ali’nin kendisine ilah diyen birini yakarak idam etmesi daha sonraki ulema tarafından genel bir kural olarak algılanmamıştır. Ayrı­ca Hz. Ali’nin bu cezası esas alınsa bile 1000 değnek vurmak, ardından el ve ayak kesmek, ardından kelle uçurmanın delili ne olacaktır? İdam cezasının tatbikinde genel kaide insanî ölçülerin dışına çıkılmaması- dır. Bu sebeple idam cezaları, eğer recm cezası ile eşkıyaya (teröristle­re) verilen cezalar gibi nasla belirlenmiş bir ceza değilse, kişiye en az acı verecek şekilde uygulanmalıdır. Ayrıca cenazenin yakılması gibi bir uygulama kabul edilmemiştir. İdam edilen kişinin cenazesi yakın­larına verilir ve defnedilmesine müsaade edilir.[142] Belki de bu sebeple Hallâc’ın şiddetli aleyhinde olanlar bile, Kadı Iyaz haricinde, cezayı meşrulaştıracak sözler söylememişler, sükûtla geçmişlerdir.

Bütün bunları değerlendirdiğimizde Hallâc-ı Mansur’un delil ye­tersizliği sebebiyle hakkındaki suçlamalardan beraatına; bununla bir­likte insanların kafasını karıştıracak sözler söylemekten uzak durması için uyarılmasına karar verilmesinin daha uygun olduğu kanaatinde­yiz. Eğer başka faaliyetlerinden şüphe devam ediyorsa Bağdat’ta zo­runlu ikametine de hükmedilebilirdi.

Bizim bu değerlendirmemiz fıkıh çerçevesinde yaptığımız, yargı­lanmasına dönük bir kanaattir. Bununla Hallâc’ın velî veya hakikate ulaşanlardan olduğunu ifade etmiş bulunmamaktayız. Biz “yalancı idi insanları kandırıyordu”, “hakikate ulaşmıştı; vecd halinde konuşuyor­du” gibi sözlerin sübjektif değerlendirmeler olduğu kanaatindeyiz. Burada, mahkemede zahire ve eldeki delillere göre yargılama yapma ilkesine riayetle bu kanaate vardığımızı belirtmek isteriz. İnsanların iç dünyası Allah’a aittir.

Kaynakça

Akyüz, Vecdi, İslam Hukukunda Yüksek Yargı ve Denetim (Divan-ı Mezâlim), İFAV Yay., İstanbul 1995.

Aliyyü’l-Kârî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Alî b. Sultân Muhammed el-Kârî el- Herevî, Şerhu’ş-Şifâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1421, c. 1-2.

Arîb b. Sa‘d el-Kurtûbî, Sılatü Târîhi’t-Taberî, Leiden 1898.

, Sılatü Târîhi’t-Taberî (Tarihu’t-Taberî içinde), Dâru’t-Türâs, Beyrut 1387, c. 1-11.

Attâr, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm-i Nîsâbûrî, Tezkiretü’l-Evliyâ (Evliya Tezkireleri), trc. Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007.

Cebecioğlu, Ethem, “Hallâc-ı Mansur”, Ank. Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, c. 30, s. 346-347.

Cessas, Ebû Bekir Ahmed b. ‘Alî er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’an, tahk.: Abdüsse- lam Muhammed Ali Şahin, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994, c. 1-3.

Demirî, Ebû’l-Bekâ Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ b. Îsâ el-Kâhirî eş- Şâfiî, en-Necmü’l-vehhâc fî şerhi’l-Minhac, Dâru’l-Minhac, Cidde 2004, c. 1-10.

Diyarbekrî, Kâdî Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen ed-Diyârbekrî, Târîhu’l-hamîs fî ahvâli enfesi nefîs, Dâru Sadr, Beyrut ts., c. 1-2.

Durmuş, İsmail, “İbnü’l-Mu‘tez” DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ib- nul-mutez (01.12.2019).

Ebû Mansûr Abdülkâhir b. Tâhir b. Muhammed et-Temîmî el-Bağdâdî, el- Fark beyne’l-firak ve beyânu firkati’n-nâciye, Dâru’l-Âfâk 1977.

Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî, İhyâu ulûmiddin, Dâru’l-Marife, Beyrut ts., c. 1-4. , el-Vesît, tahk.: Ahmed Mahmud İbrahim - Muhammed Muhammed Tamir, Dâru’s-Selam, Kahire 1417, 1-7.

, Mişkâtü’l-envar, Dâru’l-Kavmiyye, Kahire ts.

Hallâc, Ebu’l-Mugîs el-Hüseyn b. Mansûr el-Beyzâvî, Kitabü’t-Tavâsin, haz.: Rıdvan es-Seh, yy. ts.

Hatib el-Bağdâdî, Ebûbekir Ahmed b. Ali b. Sâbit, Tarihu Bağdad, Dâru’l- Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 2002, c. 1-24.

Hatib Şirbinî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el- Kâhirî, Muğni’l-Muhtâc ilâ ma difeti meânî elfâzi’l-Minhâc, Dâru’l- Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994, c. 1-6.

Hizmetli, Sabri, “Karmatîler”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/karma- tiler (13.10.2019).

Hucvirî, Ebü’l-Hasen Alî b. Osmân b. Ebî Alî el-Cüllâbî el-Hucvîrî, Hakikat Bilgisi (Keşfu’l-Mahcûb), terc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstan­bul 2014.

İbn Abidin, Muhammed Emin b. Umer, Reddü’l-Muhtar ale’d-dürri’l-Muhtar, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1992, c. 1-6.

İbn Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed el-Meâfirî, Kânunu’t-te’vîl, tahk.: Muhammed es-Süleymânî, Beyrut 1986.

İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî eş-Şâfiî, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Dâru’l-Fikr, yy. 1986, c. 1-15.

İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed, Tecaribü’l-ümem ve teâkubu’l- himem, Suruş, Tahran 2000, c. 1-7.

İbn Receb, Ebu’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed b. Abdirrahmân Receb el-Bağdâdî ed-Dımaşkı, ez-Zeyl 'alâ Tabakâti’l-Hanâbile, tahk. Abdurrahman b. Süleyman, Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad 2005, c. 1-5.

İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Ahmed el-Kurtubî el- Endelüsî, el-Beyân ve’t-tahsîl, tahk.: Muhammed Haccî ve diğerleri, Beyrut 1988, c. 1-20.

İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1987, c. 1-6.

, Mecmûu’l-fetâvâ, tahk.: Abdurrahman b. Muhammed b. Kâsım, Me­dine 1995, c. 1-35.

, Ebu’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn Abdisselâm el-Harrânî, Câmiu’r-resâil, tahk.: Muhammed Raşid Sâlim, Dâru’l-Atâ’, Riyad 2001, c. 1-2.

, Minhâcu’s-sünne, tahk.: Muhammed Reşad Salim, Suud 1986, c. 1-9.

İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muham- med el-Bağdâdî, el-Muntazam fî tarihi’l-ümem ve’l-mülûk, Dâru’l- Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1992, c. 1-19.

, Saydu’l-hâtır, haz. Hasen el-Mesâhî Süveydan, Dâru’Kalem, Dımeşk 2004.

, Telbisü’l-iblis, Dâru’l-Fikr, Beyrut 2001.

İbnü’l-Hac, Muhammed b. Muhammed el-Abderî el-Fâsî, el-Medhal, Dâru’t- Turâs, yy. ve ts., c. 1-4.

İbnü’s-Sâî, Ebû Tâlib Tâcüddîn Alî b. Enceb b. Osmân el-Hâzin el-Bağdâdî, Ahbâru’l-Hallâc, tahk. Mevkuf Fevzi el-Cebr, Dâru’t-Talîa el-Cedîde, Dımeşk 1977.

İnce, İrfan, “Ridde”,             DİA,       https://islamansiklopedisi.org.tr/ridde#1

(19.10.2019).

İsferâyînî, Ebu’l-Muzaffer İmâdüddîn Şehfûr (Şâhfûr) b. Tâhir b. Muham­med el-İsfahânî, et-Tebsîr fi’d-dîn ve temyîzi’l-fırkati’n-nâciye 'ani’l- fırakı’l-hâlikîn, tahk.: Kemal Yusuf el-Hût, Lübnan 1983.

Kadı lyaz, Ebu’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî, eş-Şifa bi ta’rîfi hukuki’l-Mustafâ, Dâru’l-Feyha, Amman 1407, c. 1-2.

Kartal, Abdullah, Tasavvufun Oluşumu Şeriat-Hakikat İlişkisi, Emin Yayınları, Bursa 2015.

Kelâbâzî, Ebû Bekr Tâcülislâm Muhammed b. Ebû İshâk İbrâhîm b. Ya‘kûb el-Buhârî, et-Taarruf, Mektebetü’l-Hanci, Kahire 1994.

, Doğuş Devrinde Tasavvuf (et-Taarruf), terc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., 4. Baskı, İstanbul 2014.

El-Kevsec, İshak b. Mansur b. Behram Ebû Ya’kub el-Mervezî, Mesâilu Ah­med b. Hanbel ve İshak b. Râheveyh, Medine 2002, c. 1-9.

Köse, Saffet, “İbn Dâvûd ez-Zâhirî”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ ibn-davud-ez-zahiri (20.10.2019)

Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik el- Kuşeyrî, er-Risâle, Daru’l-Cil, Beyrut 1990, c. 1-2.

Madazlı, Ahmet, “İbn Şüreyh”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn- sureyh (15.10.2019).

Massignon, M. Louis, The Passion of al Hallaj: The Mystic and Martyr of İslam, İngilizceye terc. Herbert Mason, Princeton University Press, New Jersey 1982, c. 1-4.

, İslam’ın Mistik Şehidi Hallâc-ı Mansur’un Çilesi, terc. İsmet Birkan, Ar­dıç Yayınları, Ankara Mayıs 2006.Maşalı, Münteha, “Ölüm Cezası”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/olum-cezasi (19.10.2019).

Nefravî, Ahmed b. Guneym Şihâbuddin en-Nefrâvî, el-Fevâkihu’d-Devvânî, Dâru’l-Fikr, 1995, c. 1-2.

Özen, Şükrü, “İnfaz”,               DİA,        https://islamansiklopedisi.org.tr/infaz

(19.10.2019).

Öztürk, Yaşar Nuri, Enel Hak İsyanı Hallâc-ı Mansur, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2012, 6. Baskı, c. 1-2.

, Hallâc-ı Mansur ve Eseri (Kitâbü’t-Tavâsin), İstanbul 1976.

Serrâc, Ebû Nasr Abdullah b. Alî b. Muhammed es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’, Daru’l-Kütübü’l-Hadisiyye, Mısır 1960.

Sıkıllî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah b. Yunus, el-Câmî’ li-mesâili’l- Müdevvene, Dâru’l-Fikr, 2013, c. 1-26.

Sülemî, Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed Ebû Abdurrahman, Tabakâtü’s-sûfiyye, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998.

Sürûr, Tâhâ Abdülbâkî, el-Hallâc (Şehîdü’t-tasavvufi’l-İslâmî), Dâru’n-Nehdâ, Kahire ts.

Şirâzî, Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-fukahâ, Dâru’r-Raid el- Arabî, Beyrut 1970.

Uludağ, Süleyman, “Amr b. Osmân b. Küreb el-Mekkî”, DİA, c. 3, s. 90.

, “Hallâc-ı Mansur”, DİA, c. 15, s. 377-381.

, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/Hallâc-i- mansur (21.11.2019).

Şâfiî, Muhammed b. İdris, el-Ümm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1990, c. 1-8.

Zehebî, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân et- Türkmânî, Târîhu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-(tabakâtü’l-)meşâhîr ve’l-a'lâm, tahk.: Ömer Abdüsselam et-Tedmirî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1993, c. 1-52.

Zirikli, Hayrettin, el-A‘lâm:kâmûsü terâcim li-eşheri’r-ricâl ve’n-nisâ mine’l- Arab ve’l-müsta‘rebîn ve’l-müsteşrikîn, Dârü’l-İlim li’l-Melâyîn, Beyrut 2002, c. 1-8.



[1]  Bu makale yazarın “Tasavvuf Fıkıh İlişkisi” isimli yayınlanmamış doktora tezi esas alınarak hazırlanmıştır.

[2]  Makalenin yazımı esnasında Türkçe yazılmış makaleler, imkân nisbetinde incelenmiş ancak ilgili makalelerde, konumuzla alakalı bölümler burada aldığımız klasik kaynaklar ile Massigpon’un eserine istinat ettiği için ayrıca kaynak olarak kullanılmamıştır. Bu makalelerin bir kısmı şunlardır: Rıza Bakış, “Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc”, Doğu’dan Batı’ya Düşüncenin Serüveni: Endülüs ve Felsefenin Işrakîli(leşmesi) ği, İnsan Yay., İstanbul 2015, c. 7, s. 55-87; Betül Gürer, “Övgü ve Yergi Bağlamında O, Sûfîlerin Nazarında Hallâc-ı Mansûr” , Atatürk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi ilahiyat Tetkikleri Dergisi (İLTED), 2017, sayı: 47, s. 171-197; Darshan Singh, “Cüneyd ve Hallac’ın Sünnet, Ahvâl ve Makâmât’a Karşı Tutumları”, terc: Ahmet Cahid Haksever, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2000, cilt: II, sayı: 4, s. 231-238. Ayrıca Rıza Bakış’ın “Hallâc’a Göre Varlık ve Dînî Tecrübe” isimli, doktora tezi de (Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri, Temmuz 2010) gözden geçirilmiştir.

[3]  Arapça yazılışı “^^” olup Mahmâ şeklinde okumaya da uygundur. Massignon, Manammâ olarak okumuş, daha sonra bu okunuş takip edilmiştir.

[4]  Hatib el-Bağdâdî, Ebûbekir Ahmed b. Ali b. Sâbit, Tarihu Bağdad, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut 2002, c. 8, s. 112.

[5]  Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîhi’t-Taberî (Tarihu’t-Taherî içinde), Dâru’t-Turas, Beyrut 1387, c. 11, s. 223; Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 114.

[6]  Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 114.

[7]  Tâhâ Abdülbâkî Sürur, el-Hallâc (Şehîdü’t-Tasavvufi’l-İslâmî), Dâru’n-Nehdâ, Kahire, ts., s. 32-33.

[8]  Louis Massignon, The Passion of al Hallaj: The Mystic and Martyr of Islam, İngilizceye trc. Herbert Mason, Princeton University Press, New Jersey 1982, c. 1, s. 58; Süleyman Uludağ, “Hallâc-ı Mansur”, DİA, c. 15, s. 377.

[9]  Sürur, el-Hallâc, s. 37.

[10] Yaşar Nuri Öztürk, Enel Hak İsyanı Hallâc-ı Mansur, Yeni boyut Yayınları, İstanbul 2012, 6. Baskı, c. 1, s. 157-158.

[11] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 175.

[12] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 112-113; Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, https:// islamansiklopedisi.org.tr/Hallâc-i-mansur (21.11.2019).

[13] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 119. Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, https:// islamansiklopedisi.org.tr/Hallâc-i-mansur (21.11.2019).

[14] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Tarîhi’t-Taberî, Leiden 1898, s. 93.

[15] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, 113; Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, https:// islamansiklopedisi.org.tr/Hallâc-i-mansur (21.11.2019).

[16] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 178-180..

[17] Ebû Bekr Muhammed b. Dâvûd b. Alî el-İsfahânî ez-Zâhirî (ö. 297/910). Zahirîliğin kurucusu Davud ez-Zahirî’nin oğlu ve Zahirîliğin ikinci imamı; bkz. Saffet Köse, “İbn Dâvûd Ez-Zâhirî”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-davud-ez-zahiri (20.10.2019)

[18] İbnü’s-Sâî, Ebû Tâlib Tâcüddîn Alî b. Enceb b. Osmân el-Hâzin, Ahbâru’l-Hallâc, tahk.: Mevkuf Fevzi el-Cebr, Dâru’t-Talîa el-Cedîde, Dımeşk 1977, s. 88.

[19] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 113.

[20] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 180-182.

[21] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 187-188.

[22] İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed, Tecaribü’l-ümem ve teâkubu’l-himem, Suruş, Tahran 2000, c. 5, s. 86; Zehebî, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân et-Türkmânî, Târîhu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşâhîr ve’l-alâm, tahk.: Ömer Abdüsselam et-Tedmirî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1993, c. 23, s. 8.

[23] Ebu’l-Abbâs Abdullah b. Muhammed el-Mütezz-Billâh b. Cafer el-Mütevekkil- Alellah el-Abbâsî (ö. 296/908). Edip, münekkit ve şair olarak tanınan İbnü’l-Mû’tez bir günlük halifelik yapmıştır. Geniş bilgi için bkz. İsmail Durmuş, İbnü l-Mu tez , DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-mutez (01.12.2019).

[24] Sürur, el-Hallâc, s. 96-97.

[25] Karmatîler Abbasi devletini uzun süre meşgul etmiş batınî bir harekettir. (Bkz.

Sabri Hizmetli, “Karmatîler”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/karmatiler (13.10.2019).

[26] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târih, s. 101-102; İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî, el-Muntazam fî tarihi’l-ümem ve’l- mülûk, Dâru’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut 1992, c. 13, s. 204-205. İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-Ümem, c. 5, s. 86; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, c. 23, s. 8.

[27] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 197-198.

[28] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târih, s. 90; İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-ümem, c. 5, s. 135-136.

[29] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 203.

[30] Rivayete göre şahitlik yapanlardan biri de Hallâc’ın Semerrâ adında bir arkadaşının kızı idi. Güya Hallâc’ın hizmetine gönderilen bu kız, ilahlık iddiasında bulunduğuna şahitlik etmişti. Ayrıca kız şahit olduğu iki olağanüstü hali de anlatmıştı. Ancak şahitlikten sonra mahkeme sonuçlanana kadar kızın Vezir Hamid in evinde kalması, bunun da Vezir’in tertibi veya baskısı ile olduğu ihtimalini akla getirmektedir. (Rivayet için bkz. Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîh, s. 88-90; İbn, Tecaribü’l-Umem, c. 5, s. 134-135)

[31] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 129.

[32] İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-ümem, c. 5, s. 132

[33] Tâhâ Abdülbâkî Sürur, el-Hallâc, s. 120-123.

[34] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 128-135; İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-ümem, c. 5, s. 138.

[35] İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-ümem, c. 5, s. 139.

[36] Sürur, el-Hallâc, s. 136.

[37] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîh, s. 94.

[38] İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-ümem, c. 5, s. 137-138.

[39] Öztürk, Hallâc-ı Mansur, c. 1, s. 197-198.

[40] Sürur, el-Hallâc, s. 94-95.

[41] Sürur, el-Hallâc, s. 104-105.

[42] Hatib, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 125.

[43] Sürur, el-Hallâc, s. 118.

[44] Hallâc’ın “Ene’l-hak” dediği için idam edildiğine dair en eski rivayetler: Ebû Mansûr Abdülkâhir b. Tâhir b. Muhammed el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-firak ve beyânu firkati’n-nâciye, Dâru’l-Âfâk, yy. 1977, s. 247; Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed1 et-Tûsî, İhyâu ulûmiddin, Dâru’l-Marife, Beyrut, ts., c. 1, s. 36; c. 2, s. 291; c. 3, s. 407;. Mişkâtü’l-envar, Dâru’l-Kavmiyye, Kahire, ts., s. 15, 57, 62; Kadı lyaz, Ebu’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî, eş-Şifa bi ta’rîfi hukuki’l-Mustafâ, Dâru’l-Feyha, Amman 1407, c. 2, s. 632.

[45] Hallâc, Ebu’l-Mugîs el-Hüseyn b. . Mansûr el-Beyzâvî, Kitabü’t-Tavâsin, haz. Rıdvan es-Seh, yy., ts., s. 192; Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansur ve Eseri (Kitâbü’t-Tavâsin), İstanbul 1976, s. 115-116.

[46] Süleyman Uludağ, “Hallâc-ı Mansur”, DİA, c. 15, s. 377. Yaş verilmeden küçük yaşta hafız olduğu bilgisini Yaşar Nuri Öztürk de vermiştir. Bkz. Öztürk, Hallâc-ı Mansur ve Eseri, s. 19. Ancak, her ne kadar dönemin geleneğine uygun olsa da ilk kaynaklarda hafızlığına dair açık bir ibare bulamadım.

[47] İbnü’s-Sâî, AhbâruT-Hallâc, s. 69, 76.

[48] Massignon, The Passion, c. 1, s. 58.

[49] Massignon, The Passion, c. 1, s. 61.

[50] Sürur, el-Hallâc, s. 32-33.

[51] İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 22-23.

[52] Ebû Abdillâh Amr b. Osmân b. Küreb el-Mekkî (ö. 297/910), Üstâdü’s-sûfiyye unvanıyla tanınan ilk devir sûfîlerindendir. Herevî’nin nakline göre, bazı sözlerinden dolayı suçlanıp Mekke den kovulmuş, bunun üzerine Cidde ye gitmiş, Cidde halkı kendisini kadı yapmıştır. Bkz. Süleyman Uludağ, “Amr b. Osmân b. Küreb el- Mekkî”, DİA, c. 3, s. 90.

[53] Sülemî, Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed Ebû Abdurrahman, Tabakâtü’s- sûfiyye, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1998, s. 236; Hatîb, Tarihu Bağdad, 8, 112; Hucvirî, Ebu’l-Hasen Alî b. Osmân b. Ebî Alî el-Cüllâbî, Hakikat Bilgisi (Kefu’l- Mahcûb), trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul Mart 2014, s. 213.

[54] İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 92.

[55] İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 68.

[56] Büyük edebiyatçılardandır. Üç Abbâsî halifesinin nedimliğini yapmıştır. “Ahbâru Hallâc” adında eseri vardır. Sol Tekin’e nisbetle “Sûlî” nisbetini almıştır. Buna göre Türk’tür. (Zirikli, Hayrettin, el-A‘lâm:kâmûsü terâcim li-eşheri’r-ricâl ve’n-nisâ mine’l- Arab ve’l-müsta‘rebîn ve’l-müsteşrikîn, Dârü’l-İlim li’l-Melâyîn, Beyrut 2002, c. 7, s. 136)

[57] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîh, s. 87-92; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, c. 13, s. 202.

[58] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, c. 13, s. 204-205.

[59] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîh, s. 101-102.

[60] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 112.

[61] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 135.

[62] Massignon, Hallâc’ın vefatından 1944 yılına kadar, Hallâc lehine ve aleyhine görüş bildirenler hakkında bir kronoloji yapmıştır. Bkz. M. Louis Massignon, Islamın Mistik Şehidi Hallâc-ı Mansur’un Çilesi, trc.: İsmet Birkan, Ardıç Yayınları, Ankara Mayıs 2006, c. 1, s. 75-93.

[63] Uludağ, “Hallâc-ı Mansur”, c. 15, s. 380.

[64] Arîb b. Sa‘d, Sılatü Târîhi’t-Taberî (Tarihu’t-Taberî içinde), c. 11, s. 223.

[65] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 112.

[66] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 212-213.

[67] Bkz. İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 88.

[68] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 119; Hucvirî, Hakikat Bilgisi, 213.

[69] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 119; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, c. 13, s. 203.

[70] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 213.

[71] Ferîdüddin Attar, _ Tezkiretü’l-Evliyâ (Evliya Tezkireleri), trc.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007, s. 328.

[72] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 213.

[73] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 214.

[74] Uludağ, “Hallâc-ı Mansur”, DİA, c. 15, s. 380. Serrac’ın alıntıları için bkz. Bkz. Serrâc, Ebû Nasr Abdullah b. Alî b. Muhammed et-Tûsî, el-Lüma’, Daru’l-Kütübü’l- Hadisiyye, Mısır 1960, s. 151, 304, 378, 422, 425. Gazzâlî’nin alıntıları için bkz. İhyâ, c. 3, s. 53, c. 4, s. 75, 247, 431.

[75] Sülemî, Tabakât, s. 236-239.

[76] Âlûsî, Ebu’l-Berekât Hayrüddîn Nu‘mân b. Mahmûd el-Âlûsî, Cilâuİ-Ayneyn fî Muhakemeti’l-Ahmedeyn, Matbaatü’l-Medenî, yy. 1981.

[77] Kelâbâzî, Ebû Bekr Tâcülislâm Muhammed b. Ebû İshâk İbrâhîm el-Buhârî, Doğuş Devrinde Tasavvuf (et-Taarruf), trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., 4. Baskı, İstanbul 2014, s. 20-21. Süleyman Uludağın önsözünden. Büyük sûfilerden biri diyerek Hallâc’ın tevhid hakkındaki sözünü aktarmıştır. (Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 64) Vera ve mücahede bölümünü Ebû Muğis dediği Hallâc’a dayanarak anlatmıştır. Belki de bu sebeple bu bölüm fıkha uygun olmayan yerler içermektedir. (Bkz. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 211-214, et-Taarruf, s. 113-115)

[78] Diyarbekrî, Kadî Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen, Târîhu’l-hamîs fî ahvâli enfesi nefîs, Dâru Sadr, Beyrut ts., c. 2, 349.

[79] Hatîb, Tarihu Bağdad, c. 8, s. 126.

[80] Massignon, The Passion, c. 1, s. 246-247.

[81] Massignon, The Passion, c. 1, s. 370-371.

[82] Cessas, Ebû Bekir Ahmed b. ‘Alî er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’an, tahk.: Abdüsselam Muhammed Ali Şahin, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994, c. 1, s. 55.

[83] Ebû Bekr Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed el-Meâfirî (ö. 543/1148); Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden, muhaddis.

[84] Ebû Bekr Muhammed b. Velîd b. Muhammed b. Halef el-Fihrî et-Turtûşî (ö. 520/1126). Maliki fıkıh âlimi ve muhaddis.

[85] Kadı Ebû Bekir b. Arabî, Kânunu’t-Te’vîl, tahk.: Muhammed es-Süleymânî, Beyrut 1986, s. 57.

[86] Sürur, el-Hallâc, s. 217.

[87] Yusuf Şevki Yavuz, “İbn Akıl, Ebü’l-Vefâ”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ ibn-akil-ebul-vefa (01.12.2019).

[88] İbn Receb, Ebu’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed b. Abdirrahmân Receb el-Bağdâdî ed-Dımaşkı, ez-Zeyl 'alâ Tabakâti’l-Hanâbile, tahk.: Abdurrahman b. Süleyman, Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad 2005, c. 1, s. 323.

[89] Yusuf Şevki Yavuz, “İbn Akıl, Ebü’l-Vefâ”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ ibn-akil-ebul-vefa (01.12.2019).

[90] İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis, Dâru’l-Fikr, Beyrut 2001, s. 153-154.

[91] İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis, s. 155.

[92] İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis, s. 294.

[93] İbnü’l-Cevzî, Telbisü’l-iblis, s. 340.

[94] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, c. 13, s. 205.

[95] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, c. 13, s. 206

[96] İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr, el-Bidaye ve’n- nihaye, Dâru’l-Fikr, yy. 1986, c. 11, s. 133

[97] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 133. İslam tarihi boyunca çeşitli sûfi şairlerin buna benzer sözler nakledilmiş ve bunlar uygun şekilde tevil edilmiştir. Bu şiir de tevil edilebilecek bir şiirdir.

[98] Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 133.

[99] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 135.

[100]           İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 139.

[101]           Massignon, The Passion, c. 1, s. 246-247.

[102]           İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 141

[103]           İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 143.

[104]           Kadı Iyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 631-632.

[105] Buradaki ibn Şüreyh, kıraat âlimi aynı zamanda Malikî fıkhına vakıf olan Ebû Abdillâh Muhammed b. Şüreyh er-Ruaynî el-İşbîlî (ö. 476/1084) olmalıdır. Hakkında bilgi için bkz. Ahmet Madazlı, İbn Şüreyh , DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn- sureyh (15.10.2019). Belki de İbn Süreyc (ö. 306) yanlışlıkla İbn Şüreyh yazılmıştır. Çünkü Demirî (ö. 808) ve Hatib Şirbînî, İbn Süreyc’in “bu adamın işi bana gizlidir, bir şey diyemem” dediğini nakletmiştir. Bkz. Demirî, Ebû’l-Bekâ Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ b. Isâ el-Kâhirî eş-Şâfiî, en-Necmü’l-vehhâc fî şerhi’l-Minhac, Dâru’l-Minhac, Cidde, 2004, c. 9, s. 78; Hatib Şirbinî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el-Kâhirî, Muğni’l-Muhtâc ilâ marifeti meânî elfâzi’l- Minhâc, Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1994, c. 5, s. 428.

[106]           Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, c. 2, s. 348-349.

[107] İbn Süreyc’in h. 306 yılında vefat ettiği kaydedilmiştir. (Hatib, Tarihu Bağdad, c. 5, s. 46; Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şirâzî, Tabakâtü’l-fukahâ, Dâru’r-Raid el-Arabî, Beyrut 1970, s. 109) Buna göre Hallâc’ın idamında bulunma imkânı yoktur. İbnü’l- Cevzî dâhil çok kişi İbn Süreyc’in Hallâc’ın idamına karşı çıktığını kaydetmiştir. Buna göre ya ölüm tarihinde bir hata vardır ya da idam edildiği tarihten önce de özellikle Vezirler bu talepte bulunmuş ancak İbn Süreyc karşı çıkmıştır. İkinci ihtimal daha güçlüdür. Çünkü Hallâc h. 301 yılından beri takibattadır. Bu süreçte özellikle Vezir Hamid b. Abbas’ın idam için uğraştığı bilinmektedir. Belki de İbn Süreyc’in muhalefeti nedeniyle daha önce idam edilememiş, ancak onun vefatından sonra bu gerçekleşebilmiştir. Buna göre İbrahim b. Şeyban rivayetinde problem vardır

[108]           İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 92.

[109]           Uludağ, “Hallâc-ı Mansur”, c. 15, s. 380.

[110]           Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1421, c. 2, s. 535.

[111]           Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, c. 2, s. 534-535.

[112]           Abdülkahir el-Bağdâdî, el-Fark, s. 246-248.

[113] Bu durum tarihen mümkün değildir. Çünkü Muhammed b. Davud h. 297 yılında vefat etmiştir. Her ne kadar Hallâc’ın aleyhinde olsa bile Hallâc’ın ilk yargılanmasında bile hayatta değildir. Belki onun talebelerinden biri böyle bir fetva vermiş olabilir. Abdülkahir Bağdâdî’nin anlatımında bir insicam yoktur. Rivayetleri karıştırmıştır.

[114]           Abdülkahir el-Bağdâdî, el-Fark, s. 248-249;. Ayrıca bkz. Ebu’l-Muzaffer İmâdüddîn

Şehfûr (Şâhfûr) b. Tâhir b. Muhammed el-İsfahânî el-İsferâyînî, et-Tebsîr fi’d-din ve temyîzi’l-fırkati’n-nâciye ‘ani’l-fırakı’l-hâlikîn, tahk.: Kemal Yusuf el-Hût, Lübnan 1983, s. 132-134; Abdülkahir’i aynen nakletmiştir.

[115] İbnü’l-Hac, Muhammed b. Muhammed el-Abderî el-Fâsî, el-Medhal, Dâru’t-Turâs, yy. ts., c. 1, s. 21.

[116] Cüneyd-i Bağdâdî’nin vefat tarihi h. 297 yılıdır. Hallâc’ın iki yargılanmasına da şahit olmamıştır. Küfrüne fetva verdiği de bilinmemektedir.

[117]           Demirî, en-Necmü’l-vehhâc, c. 9, s. 78; Hatib Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, c. 5, s. 428.

[118] İbn Teymiyye, Ebu’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn Abdisselâm el-Harrânî, el-Fetâvâ’l-kübrâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1987, c. 3, s. 480.

[119]           Yukarıda geçtiği üzere diğerkaynaklar bunu “Kitabu’l-İhlas” şeklinde kaydetmişlerdir.

1       p >       1          O       7                                           >               J         >

Bu hata olsa gerektir.

[120]           İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, c. 3, s. 481.

[121] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, tahk.: Abdurrahman b. Muhammed b. Kâsım, Medine 1995, c. 35, s. 111.

[122]           İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, c. 3, s. 482-483.

[123] İbn Teymiyye, Câmiu’r-resâil, tahk.: Muhammed Raşid Sâlim, Dâru’l-Atâ’, Riyad 2001, c. 1, s. 188.

[124]           İbn Teymiyye, Câmiu’r-resâil, c. 1, s. 199.

[125]           İbn Teymiyye, Minhâcu’s-sünne, tahk.: Muhammed Reşad Salim, Suud 1986, c. 5, s. 357-358; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, c. 8, s. 312-313.

[126]           İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, c. 8, s. 313-317.

[127]           İbn Teymiyye, Câmiu’r-resâil, c. 1, s. 158.

[128]           İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, c. 3, s. 481.

[129]           İbn Teymiyye, Mecmûu’l-fetâvâ, c. 8, s. 316.

[130] Vecdi Akyüz, İslam Hukukunda Yüksek Yargı ve Denetim (Divan-ı Mezâlim), İFAV Yay, İstanbul 1995, s. 107-108.

[131]           Akyüz, İslam Hukukunda Yüksek Yargı, s. 84.

[132] Bir kısmı için Bkz. İbnü’s-Sâî, Ahbâru’l-Hallâc, s. 67-68, 72, s. 77, 81, 87; Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik, er-Risâle, Daru’l- Cîl, Beyrut 1990, c. 1, s. 30.

[133] Üsluplarından bu üç yazarın da Hallâc’ın idamını haklı bulanlardan olduğu anlaşılmaktadır.

[134] Abdullah Kartal, Tasavvufun Oluşumu Şeriat ve Hakikat İlişkisi, Emin Yayınları, Bursa 2015, s.138.

[135]           Mesela bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 134.

[136]           Mesela bkz. Hallâc, Kitabü’t -Tavasin, s. 189-194; tercümesi, s. 109-116.

[137]           Bu hususta bkz. Hallâc, Kitabü’t - Tavasin, s. 209.

[138] Ahmed b. Muhammed b. Atâ, sûfîlerin ileri gelenlerindendir. H. 309 yılında Vezir Hamid’in işkence ettirmesi sebebiyle ölmüştür. Hadis râvisidir. (Bkz. ibn Kesir, el- Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 144)

[139]           İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 11, s. 139.

[140]           Bkz. İrfan İnce, “Ridde”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ridde#1 (19.10.2019).

[141]           Ayrıntılar için bkz. eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris, el-Ümm, Beyrut 1990, c. 1, s. 295;

el-Kevsec, İshak b. Mansur Ebû Ya’kub el-Mervezî, Mesâilu Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râheveyh, Medine 2002, c. 7, s. 3723-24; İbn Abidin, Muhammed Emin b. Umer, Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1992, c. 4, s. 235-236; Gazzâlî, el-Vesît, tahk.: Ahmed Mahmud, İbrahim - Muhammed Muhammed Tamir, Dâru’s-Selam, Kahire 1417, c. 6, s. 428; İbn Rüsd el-Cedd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Ahmed el-Kurtubî el-Endelüsî, el-Beyân ve’t-tahsîl, tahk.: Muhammed Haccî ve arkadaşları, Beyrut 1988, c. 16, s. 388, 391; Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah b. Yunus es-Sıkıllî, el-Câmî’ li-mesâili’l-Müdevvene, Dâru’l-Fikr, 2013, c. 22, s. 275; Ahmed b. Guneym Şihâbuddin en-Nefrâvî Mâlikî, el-Fevâkihu’d-Devvânî, Dâru’l-Fikr, 1995, c. 2, s. 199.

[142] Ayrıntılı bilgi için bkz. Şükrü Özen, “İnfaz”, DİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ infaz (19.10.2019).; Münteha Maşalı, “Ölüm Cezası”, DİA, https://islamansiklopedisi. org.tr/olum-cezasi (19.10.2019).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar