Print Friendly and PDF

EZOTERİZM


Hzl: Cihangir GENER
İnsanoğlu, zekâ pırıltılarını ilk göstermeye başladığı günden bu yana nereden geldiğini, ne olduğunu ve nereye gideceğini sürekli düşünmüş, cevabı bulduğunu zannettiği anda, bulduğu bu kutsal cevap için, başka bir kutsal cevaba inananlarla savaşmış, onları öldürmekten çekinmemiştir. Kitleler bu kutsal cevaplara, diğer bir deyişle dinlere, konulan kurallar çerçevesinde bağnazca bağlanırken, kutsal cevabın gerçek anlamını kendilerine saklayan ilk Ezoterik öğretinin yaratıcısı rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri ile bu cevabı anlayamayacaklarını düşünerek bir sırlar sistemi oluşturmuşlardır.
Ezoterik-Batıni sırların, sadece bu sırları elde etmeye hak kazanan belli bir zümreye verilmesi, bu doktrinin hem zayıf yanını hem de, bugüne kadar ulaşıp günümüz uygarlığının oluşmasında büyük rol oynamış güçlü yanını aynı anda içinde barındırır. Öğretilerin ancak belli bir eğitim ve bireysel gelişiminden sonra sırlarını ortaya koyması, kitlelerden kopuk doktrinler olarak kalmasına neden olmuştur. Öte yandan, sırların semboller dili bünyesinde son derece iyi saklaması ve sembollere her çağda gelişen uygarlık doğrultusunda farklı anlamlar yüklenebilinmesi, tüm insanlık tarihi boyunca bu sırları saklayarak günümüze kadar ulaştıran kardeşlik örgütlerinin varolmasını mümkün kılmıştır.
Bu sırlar nelerdir?
Günümüz uygarlığının oluşumunda büyük etkisi olan ve çağımızın laik bir akıl çağı olmasını sağlayan bu doktrinin içeriği nedir?
Ezoterik-Batıni doktrinler felsefesi alanda Panteizm olarak ifade edilir. Tek tanrılı dinlerde yaradan-yaradılan ikilemi var-iken Panteizmde bu ikilem yoktur. Varolan herşey tanrıdan sudûr etmiştir ve onunla özdeştir.
Evren ve tanrı birdir. Tanrı yaradan değil, varolandır ve evrenin toplamıdır. Önsuz ve sonsuz olan tanrı, makrokozmos’da da, mikrokozmos’da da bulunur. Tanrısal nurun bir cüzü olan ruh hiçbir zaman, ölmez ve yegane amacı ayrıldığı ana kaynağa, yani tanrıya dönmektir. Bunun da tek yolu, evrensel bir yasa olan evrim, yani tekamüldür.;
Aslolan ruh ve ruhun tekâmülüdür. Madde onun kullanıp attığı, bir üst düzeye geçme aracı ve zaman içerisindeki varoluşunun ifadesidir. Tanrısal fışkırmanın neticesinde başlayan ve ancak ona dönüş ile son bulacak olan yaşamda insan, tanrısal varoluşun bilinen en üst düzeydeki ifadesidir. Ruh-can-beden üçlüsünü barındıran insan, mikrokozmosdur. Mikrokozmos, baba-ana ve oğul veya, öz-cevher ve hayat’ı kapsayan makrokozmos’un, yani tanrının özdeşidir.
Ruhun tekamülünü, yani çıktığı ana kaynağa dönmesini sağlayan evrensel yasa, yeniden doğuş yasasıdır. En alt düzeydeki, varoluşun ifadesi olan cansız varlıklardan, en üst düzeydeki Kamil İnsana kadar ruhun ulaşmasını sağlayan yeniden doğuş zinciri ancak ruhun mükemmelliğe ulaşması ve tanrıya, dönmesi ile kırılabilmektedir.
Evren tanrı ile özdeş olduğu ve tanrıdan başka hiçbir varoluş bulunmadığı için, iyilik ve kötülük kavramları da tanrının ifadeleridir. Ancak, aslolan sevgidir, iyiliktir. Tanrısal fışkırmanın bilmen en üst düzey ifadesi olan insan, iyi ve kötünün savaştığı alandır. Asıl olan iyilik olduğu, evrenin tümü sevgi üzerine kurulu bulunduğu için, ancak iyi bir insanın ruhu, kâmil insana dönüşebilir ve tanrı ile bütünleşebilir. Yaşamı boyunca iyi olmayanlar bulundukları düzeyde yeniden doğarlar. Kötü davranan insan ise, yeniden doğuş yasası uyarınca tekâmülün insandan bir önceki aşaması olan hayvansal varlığa, geri döner. Ne tür bir hayvan olarak doğacağı, bir önceki yaşamındaki tavırlarına bağlıdır.
Tekâmül yasası nedir ve nasıl işler?
Tanrısal fışkırmanın, veya bilimsel deyimi ile büyük patlamanın (Big Bang) neticesinde, cansızlar âlemi meydana gelmiştir. Evrenin fiziki kuralları içerisinde zaman içinde güneş sistemleri oluşmuş ve en azından bir gezegende, bizim dünyamızda, yaşamın ortaya çıkması için gerekli koşullar bir araya gelmiştir. Bu başka sistemlerde, başka yaşam tarzlarının olmadığı anlamına gelmez. Zaten, tanrısal püskürmenin yegâne hedefinin sadece insanoğlunu meydana getirmek olduğunu iddia etmek, sadece insana has bencilliğin bir göstergesi olur. Bilim adamları da bugün, milyonlarca başka gezegende daha, başka canlıların bulunabileceklerini en azından  teorik olarak kabul etmektedirler. Ancak bugünkü teknolojimiz bu teoriyi doğrulamaya henüz yeterli değildir. Bu nedenle, ruhun tanrısal nura ulaşmasındaki son durağı kâmil insan mıdır, yoksa başka bir yerde daha üstün nitelikli ve tanrıya daha yakın başka varlıklar bulunmakta mıdır, bilemiyoruz. Zaten, böyle varlıklar var ise, kamil insanın bunlardan biri halinde yeniden doğması doğaldır. Artık bundan sonrası da, o varlığı ilgilendiren bir meseledir. Bu nedenle kitabımız, kâmil insana kadarki tekamül  ile sınırlı kalmak zorundadır.
Yapılan bilimsel araştırmalar, cansız varlıklar olarak kabul edilen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın yapı taşları olan "rna ve "dna" moleküllerine dönüştüklerini göstermiştir. Bu moleküller tek hücreli ilk canlıları, bu canlılar da  zaman içerisinde, daha karmaşık yapılı diğer canlıları meydana getirmiştir. İlk kez Darwin ile bilimsel bir izaha kavuşan bu  tekamül yasasının son aşamaları, memeli hayvanlar, maymun türleri ve son olarak da insandır.'
Peki, tanrının bu tekâmül yasasını harekete geçirmekteki amacı nedir?
Bu soruya tek tanrılı dinler Ezoterik doktrinler farklı cevaplar vermektedir. Tek tanrılı dinler, her şeyi bilen ve tek yaratıcı olan tanrının, kendisine tapınılması ihtiyacı içinde olduğu için evreni yarattığını iddia etmektedirler. Ancak, hiçbir şeye muhtaç olmayan tanrının niçin tapınılma ihtiyacı duyduğuna ve böyle bir ihtiyaç içinde olsa daha niçin sadece kendisine tapacak kulları değil de tüm evreni yaratmış olduğuna mantıklı bir cevap getirememektedirler. "
Ezoterik doktrinler ise, tanrının tek amacının kendisini daha iyi tanımak olduğunu öne sürmektedir. Tanrı, kendi bünyesinde ki sonsuz varlıkların varoluş ve yaşayış deneyimleri ile kendi niteliklerinin bilincine daha çok varmakta ve daha yüksek bir bilince ulaşmaktadır!' Tanrının kendini tanıma sureci içindeki birincil kaynağı engin tecrübesi ve düşünce kapasitesi ile, insanın en üst düzeydeki temsilcisi olan kâmil insandır.: Bu aşamada şunu da belirtmekte fayda vardır; Tanrısal bir sudûr olan insan, dolayısıyla tanrının bir ifadesidir. Bu nedenle, insan tanrıdır, ya da.. “ben tanrıyım" demek doğrudur Ancak, tanrı insan değildir,
Tanrı, tüm varlıkların, evrenin tümü olduğu için, insan tanrıdır demek ne denli doğru ise, tanrı insandır demek de o denli yanlıştır.
Ezoterik doktrinlere göre, tanrısal bilincin artmasının en öncelikli aracı kâmil insan olduğu için, yegane hedef kamil insanlar yetiştirmek olmalıdır. Kamil insanları yetiştirmek ise, ancak üst düzeyde bir öğretiyi algılayabilecek, seçilmiş insanların eğitilmesi ile mümkündür. İşte bu kâmil insanları yetiştirmek için binlerce yıldan bu yana çeşitli örgütler kurulmuş ve bir sırlar sistemi oluşturulmuştur.
Bu öğretinin kullandığı dil  “semboller dili" olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel anlatımlarından imkanlarından yararlanılarak hemen her kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur.
Sembollerin dili ile öğretisini inisiyelerine kuşaktan kuşağa aktaran, hakkında bilgi bulabildiğimiz ilk Kardeşlik örgütü "Naacal kardeşliği" dir. Bu örgüt, insanlığın ilk bilinen büyük uygarlığının beşiği olan ve günümüzden 12.000 yıl önce sulara gömülen pasifikteki (Mu) kıtasında kurulmuş bulunan yönetici rahipler örgütüdür. (1)
Kaynakça
1-         Churchvvard James, The Children of MU (MU’nun Çocukları). Londra 1931.
Sh:11-14
Mısır’da büyük bir gizlilik perdesi altında saklanan tek tanrı öğretisi hiçbir zaman kitlelere mal olmamış ve sadece inisiye edilmiş rahiplerin tekelinde kalmıştır. [İnisiyasyon (Süluk) kimi ansiklopedilerde bireyin spiritüel gelişimi için, ‘spiritüel tesir’i alıp aktarabilen bir üstadın sert ve sürekli kontrolü altında, bir düzen ve disiplin içinde, sınavlara dayalı tarzda, metodlu olarak eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. İnisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latincede “bir yere girme, iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium” sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan “süluk” kelimesi de, “iplik, sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci (inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur. İnisiyasyonu tamamlamamış olanlara inisiye denmez.]
Bu durum, biraz öğretinin yapısından kaynaklanmışsa da, biraz da tarihi gelişmeler gizliliği zorunlu hale getirmiştir.
Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her yerinde dinlerde büyük bir yozlaşma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, eski sembollerin her birinin putlaştırıldığı görülmektedir. Bu yozlaşmadan, kadim Uygur İmparatorluğunun önde gelen eğitim merkezlerinden Babil gibi, Mısır da kurtulamamıştır.
Babil’de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak Mu’nun ışığı uzun zaman önce yok olmuştu ve rahipler, kitleler üzerindeki güçlerini daha da artırmak için dini yozlaşmaya çanak tutmuşlardı. Ancak durum Mısır’da daha farklıydı. Mısır’daki okul Mu’ya değil, Atlantis’e dayalıydı ve öğretiyi bu ülkeye, Naacallere kıyasla çok daha yeni olan Osiris’in bir müridi, Hermes getirmişti. Peki ama ne oldu? Hermes rahipleri ile tek tanrılı din öğretisinin hâkim olduğu Mısır’da bu ekol niçin geriledi? Bunun cevabını Mı ve Atlantis arasındaki savaşta aramak gerekiyor.
Tufandan uzun zaman önce Atlantis’liler Nil deltasında bir koloni kurunca, Mu’lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi olan bu ülkenin tamamen Atlantis eline geçmesini engellemek için Güney Mısır’da bir başka koloni kurdular.
Tufan öncesinde bu iki koloni arasında savaş, taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmaksızın devam etti. Ana kıtaların batmasına rağmen bu koloniler arasındaki savaş, bölgenin tufandan fazlaca etkilenmemesinden olacak, Firavun Menes (M.O. 5.000) dönemine kadar devam etti. Savaş, dini yozlaşmanın daha yoğun yaşandığı güneydeki krallığın galibiyeti ile sona erdi (1). Tanrı Ptah’a ve yanısıra pekçok ikincil tanrıya inanan Güney Mısır dini, tüm ülkenin resmi dini olarak kabul edildi. Hermes rahipleri yeraltına çekildiler ve öğretilerini de gizli olarak sürdürme kararı aldılar.
Herşeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris, İsis ve Horus üçlemesi ile Hermes’i unutmadı. Zaman içerisinde bunların her biri ayrı birer tanrı ya da tanrıça olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye kadar Kuzey Mısır’da yönetici firavunlara, Osiris’in oğlu Horus ünvanı sadece bir sembol olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları kendilerinde bir ilahi güç görmeye, birer tanrı olduklarına inanmaya başladılar.
Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris dini rahiplerince inisiye edilmiş olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis (M.Ö. 1353 - 1335) karşı çıktı. Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton Dini" (2) adını verdiği tek tanrılı bir din oluşturmaya çalıştı. Ancak gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye yetmedi ve bu yobaz rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden ameliyat ettiler. Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu döneminde nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok tanrıcılar tarafından öldürüldü. Mısır’ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da Osiris dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeşlik örgütü faaliyetlerini büyük bir gizlilik altında yürütmek durumunda kaldı.
İşte Hz. Musa aleyhisselâm da, bu üç kat sır perdesinin altına saklanmış olan tek tanrıya inanan kardeşlik örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Hz. Musa aleyhisselâmın eski tek tanrılı inancı ihya etmesi ve meydana çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da İslamiyet’in doğması ile dünya, anlatımları biraz daha karışık ve amaçları daha farklı da olsa, yeniden tek tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça benimsendiği bir yer haline geldi.
Hz. Musa aleyhisselâmın ortaya koyduğu öğretinin en büyük özelliği, tanrı fikrini semboller vasıtasıyla değil, kitlelere doğrudan anlatmaya çalışmasıydı. Sombollerin cahil insanlar veya çıkara rahipler tarafından gerçek anlamlarından saptırıldığını ve putlaştırıldıklarını gören Hz. Musa aleyhisselâm, farklı bir yaklaşımı denemek istedi. Soyut tanrı kavramına kitleleri inandırmak için Hz. Musa aleyhisselâm, insanların bu tanrıdan korkmalarını sağlamak zorundaydı. Tek yaratıcıya inanan ve ibadet edenlerin ödüllendirileceğini, inanmayanların ve kötülük edenlerin ise cezalandırılacaklarını söyleyen Hz. Musa aleyhisselâm, tanrı eliyle cezalandırma yöntemini kendisi uyguladı. Alıştıkları gibi bir sembol vasıtasıyla tanrıya tapımma geri dönmeye çalışan İbranileri Hz. Musa aleyhisselâm ve yandaşları tamamen kılıçtan geçirmekten çekinmediler.
Hz. Musa aleyhisselâmın kimliğine ve öğretisinin Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini kabul eden kavimin, İbranilerin nereden geldiklerini ve Hz. Musa aleyhisselâm ile yollarının nasıl kesiştiğini görmemiz gerekiyor (4).
İbraniler, Mezopotamya’da ve özellikle de Harran ovasında yaşayan bir kavimdi.
Göçebe krallıklar şeklinde örgütlenen ve Asur devletine bağımlı olan İbraniler, Saabi dinine bağlıydılar. Tek tanrılı inancın yozlaşmış bir biçimi olan bu din, kadim Babil okulu öğretisinin halk arasında yayılmış şeklinden başka bir- şey değildi.
İbranilerin bir bölümü, ülkelerinde yaşanan kuraklık ve diğer kavimlerin topraklarını istila etmeleri nedeniyle göç etmek zorunda kaldılar ve kralları İbrahim komutasında Mısır’a kadar gittiler. İbrahim’in, yeni vatanının yöneticilerine hoş görünmek amacıyla oğullarına, tanrıça İsis’e ithafen "İshak" ve "İsmail" adları verdiği öne sürülmekte.
Ayrıca, bir diğer İbrani büyüğü olan Yakub’un, üzerinde tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği merdivenin, Babil’in ünlü kulesine ve "Ziggurat" adı verilen mabetlerine atıftan başka birşey olmadığı, bunun da İbranilerin, Asur kökenli olduklarının bir ispatı olduğu iddia edilmekte.
Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi inancına ilerde değinmek üzere, Hz. Musa aleyhisselâma geri dönelim.
Tevrat’ın, bir Yahudi kadının oğlu olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2. Ramses’in öz yeğeni olan Hz. Musa aleyhisselâm (5), Ezoterik öğretiyi ve tek tanrı inancını Osiris rahiplerinden almış bir üstaddı. Tek tanrı inancının geniş kitlelere benimsetilmesi yanlısı olan Hz. Musa aleyhisselâm, bunu denemiş olan 4. Amenofis’in başına gelenleri biliyordu. Çok tanrılı yaşama alışmış olan Mısır halkına ve çok tanrılı din sayesinde yaşamlarını sürdüren rahipler sınıfına fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Hz. Musa aleyhisselâm, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar Mısır’da tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbraniler olduğunu gördü. İbraniler, Mısır’a geldikten sonra, çeşitli mabet ve diğer yapıların inşasında çalıştırılmışlar ve zamanla taşçı ustâlarını barındıran Mısırlı loncalarda çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Lonca sistemini İbraniler, göç ettikleri ülkelere de götürdüler ve ortadoğuda bu sistemin yayılmasında etken oldular.
Son derece iyi yetişmiş olması ve Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir kişiliğe sahip bulunması Hz. Musa aleyhisselâmın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin göstergesidir. Osiris rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Hz. Musa aleyhisselâm’yı inisiye ederek yönetim çevresinde güçlenmeye çalıştıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâm, firavuna yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir görev olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği’ ne getirilmiştir (6).
Hz. Musa aleyhisselâma verilen bu görev onun ancak Başrahiplerin elde edebileceği sırlara ulaşmasını sağlamıştır. Bu görevini yürütürken, bir yandan da İbraniler ile diyalogunu güçlendiren Hz. Musa aleyhisselâmın bu kavimle olan yakınlığı firavunu korkutmuştur. Hz. Musa aleyhisselâmın kendisine İbranilerden bir ordu kuracağı ve tahtta hak iddia edeceği kuşkusuna kapılan 2. Ramses, Hz. Musa aleyhisselâm İbraniler’le birlikte Sina’ya çekilmek üzere harekete geçtiği zaman arkalarından askerlerini bu sebeple göndermiştir. Halbuki, Hz. Musa aleyhisselâm ve yandaşlarım Mısır’dan kaçmaya zorlayan sebep, Hz. Musa aleyhisselâmın tahta göz dikmesi değil, bambaşka bir olaydı.
İbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karşı elinden geldiğince koruyan Hz. Musa aleyhisselâm, bir gün, bir İbrani’nin Mısır’lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya müdahale etmiş ve itiş— kakış sırasında Hz. Musa aleyhisselâm, Mısır’lı görevliyi öldürmüştü (7). Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kişi, kim olursa olsun mabetten kovulur ve yargılanırdı.
Mısır’da kendisine bir gelecek kalmadığını gören Hz. Musa aleyhisselâm, yandaşı İbranilere birlikte Sina’ya çekildi. Hz. Musa aleyhisselâm burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini birleştirerek, "On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini attı. Ancak, on temel başlık altında yazılan bu eserde Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği sembolleri içeren Hiyoroglif dildi.
Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı bu dili İbraniler’in çok büyük bir bölümü bilmemektedir. Musevi dininin handikapı da burada başlar. Çünkü, anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece inisiye edilmiş özel yol mensupları bilebilir ve Hz. Musa aleyhisselâmın yandaşları arasındaki bu kişilerin sayıları son derece azdır. Bu anlatım tarzı, sıradan insanlar için hiçbir ifade taşımamaktadır. Örneğin, Musevilerin tanrıya verdikleri ad olan "Yehova", köken olarak "Y", "H" ve "V" harflerinden meydana gelmektedir ve Ezoterik doktrindeki, tanrının eril ifadesi olan "Yod" ile dişil ifadesi olan "Eve"in yani Osiris ile İsis’in birleşimidir (8). Bu durum, ileriki yüzyıllarda Museviliğin biçim değiştirmesine ve dinin içine birçok efsanenin karışmasına yol açmıştır.
Hz. Musa aleyhisselâm, aldığı eğitim nedeniyle başka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye edilmişler anlayabilirdi. Nitekim, Hz. Musa aleyhisselâma inananlar arasında çok küçük bir azınlık olan inisiye edilmişler, diğerlerinden farklı bir yol izlediler ve Tevrat’ın Ezoterik yorumu "Kabbala" üzerinde çalışarak, diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar.
Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline tercüme edilen Tekvin, ilk anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil tutsaklığı sırasında Arami dilinde yeniden derlenen Tevrat’da orijinale biraz daha yaklaşıldıysa da, yer yer anlaşılmayan bölümlerin yerine, farklı inançlardan gelen kimi efsaneler yerleştirildi. Tevrat’ın yeniden derlenmesi zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil tutsaklığı sırasında "Caldi” adı verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin, Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi hakkında daha gerçekçi görüşlere sahip olmaları neticesinde ortaya çıkmıştı.
Ancak Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve İbraniler tarafından hiç bilinmiyordu.
Hz. Musa aleyhisselâm’dan 800 yıl sonra Tevrat’ı yeniden yazan kaideli rahiplerin başı Ezra, varoluşu dahi yanlış algılamış ve tanrının, kendisinden sudûr edilen değil, tüm âlemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuş ve Tevrat’a da böylece geçirmiştir. Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmış ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din oturtulmuştur. O güne kadar tanrının birliğini savunan tek tanrılı inanç temellerinden değişmiş ve amaç insanların tanrıya ulaşması çabasından, birer kul olan yaradılmışların ödül olarak cennete gitmelerine dönüşmüştür. Benzeri bir yanlış yorumlama da tanrının cinsiyeti konusunda ortaya çıkmış, o güne kadar hem eril, hem de dişil yanlarının varlığı kabul edilen tanrıya Ezra tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuştur. Bunun neticesinde, hem Yahudilikte hem de onun etkisindeki İslamiyette kadın daima ikinci plana itilmiştir. Ezra’nın Tevratı’ndaki, diğer birçok efsane gibi kitaba sonradan eklenmiş olan Adem ile Havva efsanesinde Havva’nın, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması, kadının doğrudan tanrıdan değil, tanrı tarafından topraktan yaratılmış erkekten geldiği düşüncesini doğurmuş ve kadınların toplum içinde tamimiyle ikinci sınıf yaratığa dönüşmeleri ve erkek tahakkümmüne girmeleri sağlanmıştır.
Efsanelerin ve batıl inançların gerçek bilginin eksikliği yüzünden tek tanrılı dinlerin bünyelerine girmesi, bu öğretilerin doğmalaşmalarına, giderek son derece tutuculaşmalarına ve tamamiyle akılcılıktan uzaklaşmalarına yol açmıştır.
Tek tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha sonra ortaya çıkan yaratancı dinlerin ortodoks inanırları arasındaki amansız çatışma da bu tarihten sonra başlamıştır. Bu çatışma, Yahudilerin Kabbalacıları, Katolik kilisesinin Ezoterik inançlı Şövalyeleri, Sünni Müslümanların da Mutasavvıfları sapkın olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Bu yöndeki tavır da, papalığın Templierleri yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların "Enel Hak" diyen Hallaç El Mansur’un derisini yüzmelerine, İsmaililer ve Babailer gibi Batıni görüşü savunanları daima ezmeye çalışmalarına neden olmuştur. Ancak bu konular, daha sonraki bölümlerin anlatıları olacağı için şimdi Yahudileri incelemeye devam edelim.
Hz. Musa aleyhisselâmdan sonra Yahudiler ancak Hz. Davud döneminde güçlü bir krallık kurabildiler. Mitolojide Hz. Davud’un dev Goliat’ı yenmesi şeklinde ifade edilen olay, Hz. Davud’un idaresindeki Yahudi kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer kavimleri yenmesine ve vaadedilen topraklarda krallığım oluşturmasına bir atıfdır. Hz. Davud, krallığı ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli şey olan tek tanrılı din inancını da pekiştirmek istemiş ve başkenti Kudüs’de bu tek tanrı için çok görkemli bir mabed yapılmasını emretmişti (9).
Bu mabedi yaparken Yahudiler, Mısır’daki 400 yıllık yaşamları sırasında öğrenmiş oldukları taşçılık ve. duvarcılık sanatını konuşturdular. Bu denli büyük bir mabedin yapımı için zorunlu olan örgütlenmeyi de Mısır meslek loncalarını kopya ederek sağladılar. Mabedin yapımı için hazırlıklar hızla sürerken Hz. Davud öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Kadın ve içkiye düşkünlüğüyle tanınan Hz. Süleyman (10), mabedin yapımıyla çok ilgili değildi. O nedenle de çevresinde inşaatın başına geçirilebilecek yetenekli bir insan aradı. Aradığı insanı da Sur kentinde buldu: "Hiram"...
Hiram’ın bir inisiye ya da tek tanrılı inancın bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son derece yetenekli bir örgütleyici ve bronz işçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin yapımında binlerce kişi çalışıyordu. Çeşitli meslek dallarının loncaları, çıraklar, kalfalar ve ustalar şeklinde üç dereceli olarak örgütlenmişlerdi ve sorumluluk da ustalar arasında pay edilmişti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu. Binlerce insanın hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı.
Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar ancak belli bir süre eğitildikten sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu. Hiram, bu sistemi biraz daha geliştirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için, aynı mesleki sırları gibi, her derece salikınin hayatı pahasına saklayacağı birer parola verdi. Bu sistem işlerin hızlanmasını sağladıysa da, Hiram’ın sonunu da hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız yere yüksek ücret alanların bu yolu kapanmıştı. Haksız kazanca alışmışlardan bir grup kalfa Hiram’dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu korkup eylemden vazgeçti. İçlerinden sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıştırıp parolayı zorla almaya çalıştılar. Hiram parolayı vermeyi reddedince de onu öldürdüler.
İşler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen Hiram’ın yerine başkasını buldu ve mabet bitirildi. Mabetin yapısı, burasının Mısır’daki tek tanrı mabetlerinin daha basit de olsa, bir benzeri olduğunu ortaya koymaktadır (11). Kapının girişinde iki sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneş, ay sembollerinin varlığı, yerin siyah ve beyaz taşlarla kaplanması, sunak ya da mikap taşının bulunması bu mabedin, Mısır’dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir.
Dinle ve mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir tanrıya mı, yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaşamını sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman’ın ölümünden bir süre sonra, M.Ö. 587’de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede yaşayanların önemlice bir bölümü işgalciler tarafından köle olarak kullanılmak üzere Babil’e götürüldü. Tapınak işgalciler tarafından yıkıldı (12).
Yahudiler Babil’de 50 yıl yaşadılar. Babil’de Sümerlerden kalma Ezoterik inanışlar yozlaşmış biçimde süregeliyordu. Tek tanrılı din yerini çok tanrılı inanışa bırakmış, eski sembolik öğretilerin hepsi birer efsane haline gelmişti. Babil okulu, çok tanrılı dine, inisiasyon yöntemi ile "Caldi" rahibi yetiştiriyordu. Yahudi toplumuyla birlikte Babil’e getirilen Museviler inisiasyonun yabancısı değildiler. Lonca sistemleri tamamıyle inisiasyona dayalıydı. Bu nedenle ne Babil yöneticileri ne de Yahudilerin kendileri bu okula devam etmekte mahzur görmediler. Böylece Yahudi din adamları, ne denli yozlaşmış olursa olsun, Ezoterizmi ve Hz. Musa aleyhisselâmın Ezoterik öğretisinde ne demek istediğini daha iyi anladılar. Ancak Tevrat’a getirdikleri yeni yorumda pekçok efsanenin öğretiye karışmasına da neden oldular.
Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros’un Babil’i işgali     (M.Ö. 530) ile son buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın okluğu anlaşılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin Zerdüşt dinindeki yorumunu bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini belirtmektedirler.
Kudüs’e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli olmasa da, Kyros’un sağladığı maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına başladılar. Mabed yapılırken Yahudi rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Hz. Musa aleyhisselâmın on emrinin yazılı hale getirilmesi gerektiğine, aksi takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine karar verdiler. Böylece Ezra ve arkadaşları, daha önce değindiğimiz Tevrat’ın yazımı işlemine başladılar. Kutsal kitaba Babil’de öğrenilen bir sürü efsanenin sokuşturulmasına çok küçük bir grup karşı çıktı ancak seslerini yeterince duyuramadılar. Bu grup Hz. Musa aleyhisselâmın eserini, Mısır hiyeroglif diliyle üç kat sır perdesi altında yazdığım ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye ettiği 70 kişilik bir gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar" denilen bu küçük grup ve onların inanırları bir şiire sonra Yahudi toplumundan tamamen tecrit edildiler ve sapkın olarak nitelendirildiler. Peki bu Kabbalacılar kimlerdi ve Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi neydi? (13).
Osiris Mabedinde inisiye edilmiş olan Hz. Musa aleyhisselâm, yeni dini de Osiris dini üzerine inşa etmiş, Saabi inançlarından da bir ölçüde faydalanmıştı. Ancak Osiris dininin gerçek sırları sadece inisiye edilen ve belli bir eğitimden geçen kişilerin anlayabileceği nitelikte olduğu için Hz. Musa aleyhisselâm da öğretisini müridlerine anlatabilmek maksadıyla nispeten basitleştirmiş, basitleştiremediğini de semboller kullanarak anlatmaya çalışmıştı. İşte Ezra’nın anlayamadığı ve değiştirerek Hz. Musa aleyhisselâm dininin bambaşka bir hüviyete dönüşmesine neden olduğu semboller bunlardı. Hz. Musa aleyhisselâm, öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların gerçek manalarını öğretti. Onlara, İbrani dilinde "kabul edilmişler" anlamında Kabbalacılar ismini verdi.
Kabbala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler sırasında Yahuda çölünde kalan grupa Esseniler adı verilir. Ancak bu konu ilerde inceleneceği için Kabbala öğretisine geri dönelim.
Oldukça uzun bir süre Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri arasında yayan Kabbalacılar, yaşadıkları yerlerin İsmaililer tarafından işgal edilmesinden sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli sufi tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalacılar da ortamın özgürlüğünden yararlanarak, öğretilerini basılı bale gelirdiler. Kabbalaların en önemli iki eseri M.S. 1200’Ierde İspanya’da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde ortaya çıkan bu eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi. Bazı araştırmacılar İslami Tasavvuf hareketinin Kabbala’nın da kökeni olduğunu öne sürmektedir. Ancak tam aksine, İslami Tasavvufu yaratan kaynakların başında, Mısır Hermetik inançları, Yunan Pisagor-Eflatun felsefesi kadar, Kabbala felsefesi de gelmektedir.
Kabbala’nın önde gelen kitabı Seferitsire’ye (14) göre Evren, çeşitli elemanların aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür etmiştir. Bu elemanların ilki, tanrının ışıksal varlığı olan Ateş’dir. İkinci eleman bu yüce ışıktan çıkan Ruh’dur ve sembolü Hava’dır. Üçüncüsü Su’dur ve havadan doğan su Oksijen ve Hidrojen’in bileşimidir. Bu sembolün Ezoterik anlamı, suyun yaşamı bünyesinde barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateşin katılaşmış türevi olan Toprak’dır. Seferitsire, dünyanın oluşumunda bu dört temel elemanın yanısıra, altı yan gücün de kullanıldığından bahsetmektedir. Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve batı ile iki kutup, yani aşağı ve yukarı yönlerdir.
Tüm evren yüce varlıktan sudûr etmiştir, halen onun içinde yüzmektedir ve herşey sonunda ona geri dönecektir. İşte bu nedenle tüm varlıklar birdir ve tüm insanlar kardeştir.
Kabbalacılar tanrı için, insanın idrakinin dışında anlamına gelen "En-Soph" kelimesini kullanmışlardır. Tanrının önsüz ve sonrasız olduğunu ifade eden bu kelimenin Mısır kökenli olduğu ve Yunanca’da "akıl ve hikmet" anlamına gelen "Sophus" kelimesiyle aynı kökten geldiği sanılmaktadır.
Kabbalacıların diğer önemli eseri Zohar’da aynı Ezoterik anlatı daha da geliştirilmiştir. Zohar’a göre, yaşamın üzerine kurulu olduğu tüm sistemin amacı, tanrıdan bir parça olan ruhun tekamül ederek yine ona dönmesidir. Ancak kamil insanın, yani "Adam Kamon"un tanrıya ulaşması mümkündür. Her devirde mutlaka bir veya birkaç Adam Kamon bulunmuştur.
Adam Kamon olmak bireylerin sürdürdüğü yaşam tarzına bağlıdır. Evrende en güçlü yasa tekâmül yasasıdır. Ama bir diğer yasa daha vardır; o da varlıkların kendi iradeleri ile hareket edebilmeleri yasasıdır. Bu nedenle bir insanın Adam Kamon haline gelebilmesi kendisine bağlıdır. Ancak hiçkimse bir tek yaşam içinde kâmil insan olamaz. Ölümsüz olan ruh, bedenden bedene geçerek, mükemmeli arar. Mükemmeli, yani ilahi sırrı, ancak layık ise bulabilir.
Kabbalacılar, bir yandan İslam, diğer yandan da Hristiyan dünyasındaki Ezoterik öğreti ekollerini etkilemişlerdir. Avrupa Yahudileri arasında Kabbala inancı, Haddisimler ile su yüzüne çıkmıştır. Halen günümüzde varlığını sürdüren Kabbalacılığın bu halka inmiş şeklinin din kitaplarında, Panteist inançlar açıkça gözlemlenebilmektedir.
Kaynakça
1-         SANTESSON Hans Stephan - "Batık Ülke MU Uygarlığı” - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 92
2-         İNAN Afet - "Eski Mısır Tarihi" - İstanbul 1956 - Sf. 108
3-         SCHURE Edouard - "Büyük İnisiyeler" - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 221
4-         HOOKE Sanıuel Heiy - "Ortadoğu Mitolojisi" - İmge Yayınları Ankara 1991 -     Sf. 122
5-         SCHURE E. -İe- Sf. 229
6-         SCHURE E. -İe-Sf. 233
7-         SCHURE E. -İe- Sf. 235
8-         SCHURE E. -İe- Sf. 246
9-         Büyük Dinler ve Mezhepler Ansiklopedisi - İstanbul 1964 - Sf. 172
10-       DE NERVAL Gerard - "Doğuya Seyahat" - Kültür ve Turizm Bakanlığı Ya-yınları - Ankara 1984 - Sf. 97
11-       ÖRS Hayrullah - "Hz. Musa aleyhisselâm ve Yahudilik" - Remzi Kitabevi İstanbul 1966 - Sf. 232
12-       ÖRS Hayrullah -İe- Sf. 265
13-       ÖRS Hayrullah -İe- Sf. 338
14-       Türk Mason Dergisi - Sayı 21 - İstanbul 1956 - Sf. 1095
Sh: 39-50

İsâ aleyhisselâmın doğduğu sırada, o gün bilinen dünyanın büyük bir bö­lümü Roma İmparatorluğunun egemenliği altındaydı. Dinsel açı­dan çok tanrılı inanç sistemini kabul eden Romalılar, kendi tan­rılarına karşı hoş görülü olunması halinde, işgal ettikleri toprak­ların halklarının inancına karışmıyorlardı. Bu sistem, birbirin­den farklı birçok inancı imparatorluk bünyesinde barındırmak­ta son derece faydalıydı. İnançlarında özgür bırakılan kavimler yönetimin başına büyük dertler açmıyorlardı. Bir tek istisna dı­şında; Yahudiler.
Yahudiler son derece katıydılar. Onlara göre bir tek tanrı vardı ve onun dışında başka tanrılar olduğunu söylemek en bü­yük günahtı. İşte bu tutum, Romalılarca kendi tanrılarının aşağı­lanması olarak görüldü ve büyük tepki doğurdu. Öyle ki, Roma yöneticileri Yahudileri dinsizlikle suçladılar ye imparator Septim Severus, Yahudiliği, yani kendilerince dinsizliği yasaklayan bir emir yayınladı. Roma lejyonları Yahudi halkın üzerine gön­derildi. Baskı artırıldı. Yahudilik gibi daha sonraki yıllarda tek tanrı inancını savunan Hristiyanlık da aynı suçlamadan kurtula­madı. Ta ki, imparatorluğunu yıkılmaktan kurtarmak için Hrıstiyanlığı seçen Bizans imparatoru Constantin dönemine kadar.
İşte İsâ aleyhisselâm böyle bir ortamda dünyaya geldi. Roma baskıların­dan yılmış olan Yahudi halkı kurtuluşu mucizelerde arıyor ve kendilerine Tevrat’da geleceği bildirilen kurtarıcı Mesih’i dört gözle bekliyordu.
İsâ aleyhisselâm, Hz. Musa aleyhisselâmın öğretisinin Ezoterik yönünü yüzyıllardır bünye­sinde barındıran Esenniler arasında dünyaya geldi. Yahudilikte­ki dinsel yozlaşmadan uzak kalabilmek için Esenniler Yehuda çölündeki Kumran’a çekilmişlerdi. İsâ aleyhisselâmın bir Esenni olduğu, doğduğu tarih olduğu iddia edilen 25 aralık gününden de belli­dir. Bu tarih, Esennilerin Elohim adına düzenledikleri kutsal ayin günüdür.
Esenniler üç dereceli bir inisiasyon örgütü oluşturmuşlardı (1). Bu örgütün kurallarına göre Esenniler arasında doğan ya da dışardan Esenniler’e katılmak isteyen kişiler uzunca süre gö­zetim altında tutulurlar ve layık görülürlerse özel bir törenle ör­güte alınırlardı. Toplulukta doğup layık görülmeyenler örgüte alınmazlar ve ancak topluluğun ayak işlerini yapmalarına izin ve­rilirdi. Örgüte kabul edilen kişi iki yılını çömez olarak geçirirdi. İkinci derece’de de aynı süre geçerliydi. Müridin "İsrail’in kut­sal seçkini" ya da "Işığın oğlu" adı verilen üçüncü dereceye geç­mesi ancak bu sürelerin sonucunda göstereceği yeteneğe bağlıy­dı. İkinci derecede bekleme süresinin uzatılması mümkündü.
Esenniler, tarikat sırlarını açıklamamak üzere ketumiyet ye­mini ederlerdi. Ruhun ölümsüzlüğüne, insanın tekâmülüne, tüm insanların kardeşliğine ve iyilik yapmanın en önemli ilke ol­duğuna inanan Esenniler, günlük yaşam sırasında yemin etmeyi en büyük suç olarak görürlerdi. Ayinlerde temizlik esastı. İnsan sevgisinin ön plana çıkarılması, yalandan nefret edilmesi, mülki­yetin ortaklığı Esenniler’in başlıca özellikleriydi.
Kabul töreninde yeni üye, kendisine verilecek sırları ifşa et­meyeceğine dair ölümüne yemin ederdi. İşte Esenniler’in Hz. İsâ aleyhisselâmı reddetmelerinin arkasında, bu yemine uymamış olması yatmak­tadır.
Esenni öğretisi, derecelerle ilintili olarak üç aşamalı verilir­di. Bu öğreti, Hz. Musa aleyhisselâmın Ezoterik doktrininden başka bir şey de­ğildi. Esenniler genelde bekâr yaşayan insanlardı ve İsâ aleyhisselâmda bu geleneği bozmadı. Esenniler arasında en üst dereceye kadar çı­kan İsâ, kişiliği gereği bununla yetinmedi ve daha fazla şey öğ­renmek istedi. Ancak Mısır Okulu artık yoktu. Bunun üzerine İsâ aleyhisselâm da, bilgisini artırmak için Ezoterik öğretinin bir başka kayna­ğına, Tibet’e yöneldi. Hindistan üzerinden Tibet’e giden İsâ aleyhisselâm, bu­rada yaklaşık 10 yıl kaldı ve Ezoterik öğretinin yanısıra doğu bi­limleri hakkında da en üst düzeyde bilgi sahibi oldu (2). İsâ bu bilgilerini, Hristiyan dünyasının mucize diye adlandırdığı olaylar­da ortaya koydu.
James Churchward, İsâ aleyhisselâmın Tibet’te bulunduğu yıllar ile ilgi­li bilgiler veriyor. Kendisini Naacaller hakkında aydınlatan rahip Rishi, İsâ aleyhisselâmın Tibet rahipleri arasında da en üst dereceye kadar çıkmış olduğunu söyledi. Churchward’a göre İsâ, Tibet’te Naacal dilini öğrendi ve ilk tek tanrılı dini, Mu Dini’ni ana kaynağın­dan gördü. İngiliz araştırmacı, İsâ aleyhisselâmın ölürken söylediği son söz­lerinin Naacal dilini bildiğini ispat ettiğini öne sürüyor. İsâ aleyhisselâmın son sözleri, "Eli, eli lama sabachtani" (allahım, allahım beni ni­çin bıraktın) olmuştu. Churchward bu sözlerin yanlış anlaşıldığı­nı, İsâ aleyhisselâmın gerçekte, ortadoğuda hiçkimsenin anlamasına imkan olmayan Naacal dilinde, “Hele, hele lamat zabacta ni" (tükeni­yorum, tükeniyorum yüzümü karanlıklar kaplıyor) dediğini id­dia ediyor (3). Churchward’a göre İsâ aleyhisselâmın öğretisine sembol ola­rak seçtiği Haç da Mu kökenlidir. Naacaller’in bu kutsal sembo­lünü İsâ da kullanmıştır.
Tibet’ten ülkesine dönen İsâ, öğretisinin geniş kitlelere ulaş­masını ve tüm Yahudi halkının kurtuluşunun bu yolla olmasını tasarlıyordu. Halkın mesih beklentisini değerlendiren İsâ aleyhisselâm, kendi­sini tanrının oğlu olarak tanıttı. Ezoterik doktrin uyarınca İsâ aleyhisselâm, kamil bir insandı ve tanrıyla bir olmuştu. İşte onun kullandığı "Tanrının Oğlu" sembolü, bu gerçeğin ifadesiydi.
İsâ aleyhisselâm, öğretisini cümleler haline getirilmiş sembollerle, mesel­lerle geniş halk kitlelerine sundu çünkü halkın bu öğretiyi başka türlü benimsemeyeceğini iyi biliyordu. Sevginin ve kardeşliğin ön plana çıkarıldığı İsâ öğretisindeki Ezoterik içerik, Yuanna İncili’nde de görülmektedir. "Kimse yeniden doğmadıkça tanrı ka­tını göremez" veya, "herkes sudan ve ruhtan doğmuştur" gibi cümleler, Yuanna İncili’nin Ezoterik içerikli cümlelerinden sa­dece ikisidir. (Yuanna 3/2-5)
Sen Jan tarafından yazılan bu İncil, doktrinin iç yüzünü, Ezo­terik yönünü ortaya koymaktadır. Bu nedenle Yuanna İncili, Ezoterik öğreti yanlısı şövalye tarikatlarınca kabul edilen yega­ne İncil olmuştur. Malta şövalyelerinin bir diğer adı, Sen Jan şö­valyeleridir. Protestanlar’ın benimsediği, Mason olan Hrıstiyanların üzerine yemin ettikleri İncil hep Yuanna İncilidir (4).
Hristiyanlıktaki Baba-Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesi, tanrının üçlü niteliğinden başka birşey değildir. Ancak, bu kutsal üçleme gibi birçok kavramın daha, cahil halkın anlayabilmesi için son derece basite indirgenmiş olması, öğretinin aslından çok şey yi­tirmesine ve zamanla da bünyesine birçok efsane ve hurafelerin girmesine neden olmuştur. İsâ öğretisinin Ezoterik içeriği bu­gün pekçok Hristiyan tarafından bilinmemektedir. Ancak, iyilik, doğruluk, güzellik gibi kavramlarla, insanların kardeşliği gibi duyguların geniş kitlelerce kabul görmesini sağlayarak Hrisliyanlık, Ezoterik öğretinin bu anlatılarının evrenselleşmesinde önem­li bir rol oynamıştır.
İsâ aleyhisselâmın Yahudi ruhban sınıfınca sapkınlıkla suçlanması ve İsâ yandaşlarının gücünden çekinen Roma’nın bu durumu fırsat bi­lerek onu çarmıha gererek öldürülmesinden sonra Hristiyanlık uzunca bir süre bocaladı. Yandaşları sürekli takip edildi ve öldü­rüldü.
İşte bu aşama’da Roma’lı Hristiyanlar, kendileri gibi kardeş­lik, doğruluk, iyilik gibi mefhumları savunmakta olan Collegia mensupları ile karşılaştılar. Hristiyanlar, çok tanrıcı Collegia mensuplarının tanrılarını birer aziz olarak kabul ederken, Colle­gia üyeleri arasındaki kardeşlik bağlan da bu yeni gelenlerin bir­liklerinde getirdikleri inançlar doğrultusunda kuvvedendi. Hristiyanlar, Collegia’larda kendilerine sığınacak yerler buldular ve varlıklarını sürdürebildiler. Batı Roma imparatorluğu barbar akınları sonucunda yıkılınca, bu örgüt Doğu Roma imparatorlu­ğunda varlığını sürdürdü. Bizans’da Collegialar’ın himayesinde varlığını devam ettiren Hristiyanlar, bu güçlü örgütlenme saye­sinde dinlerini resmi devlet dini olarak kabul ettirebildiler. İmparator Constantin, aleyhinde girişimlerde bulunan çok tanrıcı unsurlara karşı denge sağlamak amacıyla Hristiyanları ve dolayı­sıyla Collegia örgütünü yanına çekmeye karar verdi. Constantin, M.S. 313 yılında Milan fermanını yayınlayarak, önce Hrisliyanların inançlarında özgür olduklarını kabul etli. Sonra da Hrisliyanlığı devlet dini olarak ilan etti ve çok tanrıcılığı yasakladı.
Collegia mensupları, Roma İmparatorluğu içinde, sanalları­nı rahatça ortaya koymaları için heryerde dolaşmalarına izin ve­rilen hür insanlardı. Avrupa’nın, Roma imparatorluğu dışında kalan bölgelerinde dahi, yapı işleri için Collcgia’cılar özellikle aranıyorlardı. Ancak bir süre sonra Avrupa’da derebeylik sistemi ortaya çıktı ve bu hür sanatkârların dahi birer serf durumu­na düşmeleri söz konusu oldu. İşte o zaman, Collegialar manas­tırlara iltihak ettiler ve din adamlarına tanınan haklardan fayda­lanabilmek için, inşaatçı rahiplerden kurulu olan manastır der­nekleri "Gildeleri" oluşturdular (5). Ancak bu noktada tarihte geriye dönmek ve ortadoğuda çıkan yeni bir dinin, İslamiyet’in Ezoterik doktrin tarihi üzerindeki yerini incelemek gerekmekte­dir.
Kaynakça                                                           
1-         SCHURE douard - "Büyük İnisiyeler" - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 605
2-         SANTESSON Hans Stephan - "Batık Ülke Mu Uygarlığı" - RM Yayınları - İstanbul 1989- Sf. 187
3-         Santesson H.S. -İe- Sf. 137
4-         Nauodon Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk" - Varlık Yayınlan İstanbul 1968 - Sf. 122
5-         Naudon Paul -İe- Sf. 28
Sh: 68-72
Mutasavvıflar, bunların Türkler arasındaki temsilcileri ve Batıni doktrinin günümüz Türkleri arasındaki izleyicileri olan Aleviler ve Bektaşiler’e geçmeden önce, Orta Asya ile Anadoludaki inanç sistemlerini irdelememiz gerekmektedir.
İslamiyet’in yayılma yıllarında Anadolu’da ve Mezopotamya’da Batıni doktrinden kaynaklanan Saabilik inancı hüküm sürmekteydi (1). Anadolunun Bizans yönetimindeki topraklarında Hristiyanlık ön plandaysa da, özellikle Doğu Anadolu’da, Fırat çevresinde Saabiler çoğunluktaydı. Saabilik çok eskilere, kadim Uygur imparatorluğuna kadar dayanan Babil okulu öğretisinin halka malolmuş şekliydi. Tüm tek tanrılı dinlere şu ya da bu şekilde kaynaklık etmiş olan Saabilik, Büyük İskender’in bu toprakları fethi sırasında Pisagorculukla tanışmış ve Saabi öğretisi yeni bir ivme kazanmıştı. Pisagoryen öğreti, Saabiler arasında zaten var olan Batıni inançların yenilenmesine ve her iki akımın birleşerek, İsmaililik denilen müessesenin oluşmasında rol oynamıştır.
Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz Şamanizm gibi, ilk tek tanrılı din olan Mu dininin, yüce tanrının sembolü olarak kabul etliği Güneşi, tanrının kendisi yerine koymuş bir Güneş Kültüdür. Saabiler başta Güneş olmak üzere yedi yıldız’a tapınırlardı. Bunlar, en yüce tanrı olan Güneş tanrısı "Şamaş", onun eşi olarak kabul edilen Ay tanrıçası "Sin", Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrıçası "İştar", Mars tanrısı "Nergal", Jüpiter tanrısı "Marduk" ve Satürn tanrıçası "Ninutra" idi.
Saabiler bu tanrı ve tanrıçaların yanısıra, Hermes’i Pisagor’u, Orfeyi de birer yarı tanrı olarak görüyorlardı (2).
Kuran’da tek tanrılı dinler arasında Saabilik de sayılmaktadır (3). Bunun nedeni, Kuranın birçok söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme yani hac gibi ibadet tarzlarının yanısıra, her namaz öncesi abdest alma gibi adetler hep Saabi kökenlidir. Saabilikte, yedi gezegenin her biri için, günde yedi kez namaz kılınırken bu sayı İslamiyette beşe indirilmiştir. Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği İslamiyetten önce Saabiler arasında görülmektedir.
Halife Memun döneminde Müslüman işgalciler Harran’da Saabilerle karşılaşmışlar ancak, diğer güneş kültü inanırlarının hepsini putperest diye nitelendirerek, İslamiyeti kabule zorlamışlarken Saabilere, Hristiyan ve Yahudilere tanındığı gibi, belli bir miktar para vermeleri karşılığında kendi inanç sistemleri içinde kalmaları hakkı verilmiştir.
Saabilik’te, her gezegen için hergün namaz kılınmasının yanı- sıra, haftanın günlerinin herbiri, bir gezegene özel ayinler düzenlenmesi için ayrılmıştır. Pazar günleri Güneş ayinlerine, Pazartesi Ay ayinlerine, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs ve Cumartesileri de Satürn ayinlerine ayrılmıştır. Latince kaynaklı batı dillerinde günlerin isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka birşey değildir. Örneğin Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi "Monday" Ay günü ve Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür.
Bu tapınım şekli, İskender işgali döneminde Pisagoryen öğreti ile karşılaşılınca bir nebze değişmiş ve Saabilik, bir yüce varlık ve onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline dönüşmüştür. Aynı dönemde hava, su, toprak, ateş gibi dört temel elemana, cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna, yüce varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batıni inanç biçimleri de Saabiliğe yerleşmiştir. Saabiler için artık, Azimun, Hermes, Örfe ve Pisagor ulu tanrı ile bir olmayı başarmış yüce ruhlar, yarı tanrılardır.
Saabilik’te de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır. Saabiler, kendilerinden olmayanlara sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaşmış bir devamı niteliğinde olan günümüz Yezidiliğinde aynı sır saklama prensibi olduğu gibi korunmakta ve yabancılar topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır.
Saabilerin sır ayinleri, gezegenlere ithaf edilmiş mabetlerin altındaki salonlarda yapılırdı. Bu salonlar, önce aslına tapınılan, Pisagoryen etkileşimden sonra birer sembol haline dönüşmüş olan gezegenlerin heykelleri ile doluydu. Saabiliğin bir kolu da Yemen’de bulunmaktaydı. Tarih içinde, İbrani Saabilerin Mısır’a göç etmeleri gibi, Saabilerin bir kolu da Yemen’e gitmişti. Yahudi kralı Süleyman’ın karşılaştığı ve aşık olduğu Saba Melikesi Belkıs bu Yemen Saabilerinin kraliçelerinden birisiydi. Ku-ran’da da bu Yemen inanışına değinilmekte ve onlardan "Tek tanrı inanırları" olarak bahsedilmektedir. İslamiyet üzerinde öğretileriyle etkili olan da büyük bir ihtimalle Saabiliğin bu koludur.
Bir yandan Mısır İskenderiye Okulu kökenli sufilerin görüşlerine, diğer yandan da Saabiliğe dayanan İsmaililik, Batıni inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken olmuştur. İsmaililik Şamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır çünkü Şamanizm’de Batıni bir yön zaten vardır.
Türkistan’a ve Türk mutasavvıflarına geçmeden önce, İslam dünyasında büyük etkiler yapmış bazı sufileri incelemek gerekir.
Bu sufilerin başında "Enel Hak" (Ben Tanrıyım) diyen ve bu sözünden geri dönmediği için Sünni ortodoks yöneticiler tarafından derisi yüzülerek öldürülen Hallac-ı Mansur gelmektedir (4). M.S. 850’lerde dünyaya gelen Mansur, M.S. 922’de, Halife Muktedir’in emri ile Bağdat’da öldürüldü. Mansur, insan-tanrı-evren üçlemesini içeren varlık birliğini savunuyordu. Gençliğinde Kahire’de bulunan Mansur, burada İskenderiye okulu ardılları ile tanıştı ve onların görüşlerini benimsedi. Daha sonra tüm Türkistan’ı dolaştı ve buradaki Sufi tekkelerinde görüşlerini yaydı. Mansur’a göre, gerçek olan "Bir"di. Çokluk, bu "bir"in değişik biçim ve nitelikteki yansımalarıydı. Evren ve insan "bir" in dışında değil içindeydi ve onunla özdeşti. Bu nedenle insanın "Enel Hak" demesi doğruydu. İnsan tanrıydı, tanrıdan bir cüzdü. Ancak tanrı insan değildi, tüm evrenin bütünüydü. Mansur’a göre evren yaratılmamış, bir ışık ve sevgi yumağı olan tanrıdan fışkırmıştı. Onun kullandığı "Işk" kelimesi, hem tanrısal nuru hem de tanrısal sevgiyi birlikte içinde barındırmaktadır.
Tüm dinlerin ileri sürdüğü yaradılış, varoluşun yanlış yorumlanmış bir biçimidir. Gerçeği kavrama gücünden yoksun olanlar, tüm varlıkların tanrıdan ayrı birer birim olduğunu öne sürerler. Bunun bir yanılgı olduğunu anlamak ancak sezgi ile mümkündür ki, her birey kendi içine dönerek bu sezgi gücünü ortaya çıkarabilir. Bu içe kapanış sonucu önce tanrısal sevgi uyanır, sonra da gönülde tanrısal nur açık seçik görülür. İşte gerçek sır, tanrıyı gönülde görmektir.
"Kendini bilen tanrıyı bilir, kendini seven tanrıyı sever” diyen Mansur Sünni otoritelerce sapkın olarak tanımlanmış ve düşüncelerinden vazgeçmesi için önce kamçılanmış, sonra derisi yüzülmüş ve en sonunda da Sünni inanırlar tarafından taşlanarak öldürülmüştür.
Mansur’un inancı uğuruna ölümü seçmesi sufiler arasında derin izler bırakmış ve onun ölümü ile sufı akım içine kapanacağına, şahlanmıştır.
Özellikle Anadolu suflleri üzerindeki etkisi bakımından önemli olan bir başka İslam filozofu da Feriduddin Attar’dır (5).
M.S. 1119’da Nişapur’da doğan ve 1193’de aynı yerde ölen Attar’ın önemi, Batıni görüşleri içeren "Mazhar’ül Acaib" adlı bir eser bırakmış olmasıdır. Bu eseri nedeniyle dönemin yetkililerince putperestlikle suçlanan Attar, öldürülme tehlikesi altında ülkesinden bir süre için ayrıldı. Yöneticilerin değişmesinden faydalanan Attar Nişapur’a geri döndü ve öğretisini yaymaya devam etti.
"Vahdet-i Vücud" (varlık birliği) kavramının sufiler arasında yaygınlaşmasında son derece etkili bir rol oynamış olan Attar’a göre varolmak, yüce bir nur olan tanrıdan fışkırmak, görüş alanına çıkmaktır. Oluş, tanrıdan çıkış ve yine ona dönüştür. Tanrısal ışık, en yüceden en aşağı kata doğru basamak basamak görüş alanına çıkar. Bu basamaklar değişik nitelikli varlık türlerini oluşturur. Varoluş, yoktan yaradılış anlamına gelmez. Görünme-yenden görünür duruma geçme eylemini belirtir. İnsan tanrı ile özdeştir, tanrısal bir varlıktır. Varlık türleri içinde tanrıya en yakın olanı insandır ve bu nitelikleriyle de varlık birliğinin, "Vahdet-i Vücud"un merkezidir. Bireysel irade, topyekün iradenin bir cüzüdür.
Ruh ölümsüzdür. Tanrıdan gelmiş ve ona geri dönecektir. Beden ise, ruhun yeryüzündeki aracı durumundadır. Ruh, tekamülü ve tanrıya ulaşması için ne kadar bedene ihtiyacı varsa, o kadarını eskitecektir.
Attar, ünlü eseri Mazhar-ül Acaib’de, "tanrı görünmeyen durumda iken, kendisine olan sevgisi yüzünden görünür olmak istedi. Böylece tanrısal südur başladı ve tüm varlık türleri oluştu. Sevgi, bu oluşun kaynağıdır, ilk nedenidir" demektedir.
Attar da, diğer Bâtıni doktrin yanlıları gibi, ruhun çeşitli aşamalardan geçerek olgunlaştığını ve en sonunda kâmil insan olarak tanrıya kavuştuğunu savunmaktadır. Attar’ın bu görüşleri Anadolu mutasavvıfları Yunus Emre ve Mevlana’yı derinden etkilemiştir.
Bâtıni görüşün geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine ön ayak olan bir başka sufı de, düşüncelerini şiire döken ve rubaileri nesilden nesile halen söylenmekte olan Ömer Hayyam’ dır (6).
Hayyam, İran’ın o dönemde ışık kaynağı olan Nişapur’da M.S. 1050 yılında doğdu. Sanatkar ruhlu Hayyam, diğer sufilerden daha farklı bir yaşam seçti. Şaraba düşkünlüğüyle tanınan ve sufı tekkeleri yerine şaraphaneleri ziyaret eden Hayyam, Türk illerini, Semerkant ve İsfahan’ı gezdi. Hayyam’ın cebir dalında çalışmaları olduysa da görüşlerini günümüze şiirleri yani rubailer ile ulaştırdı.
Hayyam’ın dörtlükler şeklinde yazdığı bazı rubaileri peşpeşe sıralarsak başka söze gerek kalmayacak:
"Yaşamın sırlarını bileydin,
Ölümün sırlarını da çözerdin.
Bugün aklın var birşey bildiğin yok,
Yarın akılsız neyi bileceksin?
**
Bu dünyadan başka dünya yok, arama.
Senden benden başka düşünen yok, arama.
Vazgeç ötelerden, yorma kendini.
O var sandığın şey yok mu, o yok, arama.
**
Kimi dinde imanda buldu yolu,
Kimi akıl, bilim yolunu tuttu.
Derken bir ses geldi karanlıklardan;
"Gafiller, doğru yol ne odur ne bu"...
**
Hep arar dururdum dünyaya geleli,
Alın yazısını, cenneti, cehennemi.
Hocanı kesti attı sağlam bilgisiyle;
"Alın yazısı, cennet, cehennem sende" dedi.
**
Biz aşka tapanlarız, Müslüman değil,
Cılız karıncalarız, Süleyman değil.
Biz eskiler giyen benzi soluklarız,
Pazarda sırma salan bezirgân değil.
**
Ben kendiliğimden var değilim bu varlığımla,
Kendim çıkmış değilim elbet bu karanlık yola.
Bir başka varlıktan gelmiş bendeki varlık.
Ben dediğin kim ola, nerede, ne zaman var ola?
**
Güneşi balçıkla sıvamak elimde değil,
Erdiğim sırları söylemek elimde değil.
Aklım düşüncenin derin denizlerinden,
Bir inci çıkardı ki, delmek elimde değil.
**
Yetmişiki millet, bir o kadar da din.
Tek kaygısı seni sevmek benim milletimin.
Kafirlik, Müslümanlık neymiş, sevap, günah ne?
Maksat sensin, araya dolambaçlar girmesin.
**
Dün özledim de seni coştum birden bire,
Çıktını senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukardan, yıldızlardan;
"Gafil" dedi, "Bizde sandığın tanrı sende".
M.S. 1122’de ölen Hayyam’ın düşünceleri hakkında başka birşey söylemeye gerek yoktur.
Sh:83-88
Batıni doktrinler tarihi açısından önem taşıyan bir başka mutasavvıf, kendisinden sonrakilerin yönünü çizmiş olan Türk sufisi Ahmet Yesevi’dir. Yesevi’nin yaşamına ve görüşlerine geçmeden önce, Orta Asya Türklerinin, İslamiyetin yayılma yıllarındaki durumlarına ve inançlarına göz atmak gerekir.
Kadim Uygur imparatorluğunun mirasçıları olan Orta Asya Türkleri, bir Güneş Kültü olan Şaman dinine bağlıydılar (7). Naacal öğretisinin binlerce sene içindeki bozulmuş bir ifadesi olan Şaman dinine göre, Türkler, aynı tanrının eril ve dişil ifadeleri olan Güneş ve Ay’dan doğmuşlardır. Şamanizm’in rahipleri Şamanlar, Güneş ve Ay tapınım törenlerinde kırmızı külah giyerler, kopuz çalarlar ve dans ederlerdi. Benzeri uygulama, Şamanist Türklerin devamı olan Anadolu Alevilerinde ve ayrıca Mevlevilerde de görülmektedir.
Şaman olabilmek, uzun bir inisiyatik yolu takip etmeyi gerektirirdi. Şaman adayları özel törenlerle rahipliğe kabul edilir ve ancak göksel sırları aldıktan sonra Şaman sıfatını kazanabilirlerdi. Şamanizme göre evrende her şeyin bir ruhu, canı vardı. Dağlar, göller, ırmaklar ormanlar hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık yüklenirdi. Güneş ve Ay, onların ortaya çıkmasına sebep olan en büyük tanrının Kara Han’ın oğlu olan gök tanrı "Ülgen"in birer sembolüydü (8). Şamanlar, gök tanrı Ülgen’e ulaşabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaşmaya çalışırlardı. Şaman deyimi de rahiplerin bu hallerinden gelmekteydi ve "kendinden geçmiş kişi" anlamındaydı.
Gök tanrıyı akılla algılamak mümkün değildi. Onun için Güneş ve Ay’ın, tanrı Ülgen’in temsilcileri olarak saygı görmeleri, onlara tapınılması gerekliydi. İnsan ile doğa arasındaki ilişkilere, insan ile insan arasındaki ilişkiler kadar özen göstermek gerekirdi çünkü bir taş, ağaç ya da nehrin ruhu, bir insanın ruhundan daha aşağı değildi.
Eski bir Türk destanı olan "Oğuz Kaan Destanında, Türklerin doğuşu efsanesi şöyle anlatılmaktadır: (9)
"Oğuz Kaan, tanrı Ülgen’e yakarırken, gökten bir ışık belirdi. Bu göksel ışığın ortasında bir kız vardı. Bu kız Oğuz’a üç çocuk doğurdu. Adlarını Güneş, Ay ve Yıldız koydular." Bunlar, gökten yere inen ruhu remzetmek üzere, ucu aşağı dönük bir üçgenle sembolize edilmiştir.
"Daha sonra, Oğuz Kaan ormanda dolaşırken, bir ağaç kovuğundan bir başka kız çıktı. Bu kızdan da üç çocuğu oldu. Bunlara da gök, dağ ve deniz adlarını verdiler. Bu altı çocuktan Türk nesli doğdu”. Destanın ikinci bölümünde yer alan ağaç kovuğundan çıkan kız doğanın, dolayısıyla evrenin sembolüdür. Ondan doğan üç çocuk da, gök Havanın, dağ Toprağın ve deniz de Suyun sembolüdürler ve bu üç çocuğun simgesi de, ruhun gökyüzüne, yani tanrıya döneceğini gösteren ucu yukarı bakan üçgendir. Her iki üçgenin birleşimi, eski bir Mu simgesi olan altı köşeli yıldızı, tanrısal adalet yıldızını verir.
Tüm bu ipuçları, Orta Asya Türklerinin tek tanrılı bir inanış olarak kabul edilebilecek "Gök Tanrı” dinine inandıklarını göstermektedir. Ülgen’in altındaki tanrılar ancak, ikincil dereceli tanrılardır. Buna karşın, bu tek tanrı inancı Müslümanları tatmin etmemiştir. Zaten İslam Peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisi Türkleri tanımamasına rağmen, onları düşman ilan etmiştir. "Kıtal-üt Türk" başlığı taşıyan bir hadisinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Türklerle savaşmanın özel bir anlamı olduğunu, kıyametin ancak, Müslümanların Türkleri öldürmelerinden sonra kopabileceğini söylemiştir (40). Buhari’nin, "Es Sahih Kitabül Cihad” adını taşıyan, peygamber hadislerini derleyen eserinde Hz. Muhammed’in, "geniş yüzlü, küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz" dediği belirtilmektedir. Bu hadis uyarınca Arap orduları Türk topraklarına girmiş ve kafir "Türklerle öldürüşmüşlerdir". Ancak, kıyamet kopmamış, netice Türklerin Müslümanlığı kabulü olmuştur.
Emeviler yönetimi sırasında Türkistan’a giren Arap orduları son derece ırkçı davranmışlar ve onların bu tutumu Türk halkının büyük tepkisine yol açmıştır (11). İki ulus arasında çok uzun süren kanlı savaşlar meydana gelmiştir. Kentlerde yaşayan Türk halkı, işgalci Arapların bazı vergi muhafiyetleri tanıması neticesinde ve yoğun baskılar altında daha çabuk İslamiyete geçerken, göçebelerin Şamanlıktan kopmaları ve Müslüman olmaları daha uzun bir süreç almıştır. Sonunda kabul ettikleri Müslümanlık da, sadece görünürde Müslümanlık olmuştur.
Arapların zengin Orta Asya kentlerini işgali M.S. 630’larda başladı. Özellikle Halife 2. Yezid döneminde Türk hakanı Su-Lu’nun Arap ordularına yenilmesi, Müslümanlığın Türk topraklarına bir daha çıkmamacasına yerleşmeye başlamasına yol açtı (12). Araplar, Orta Asya Türklerinden bir bölümünü, köle asker olarak kullanmak üzere ülkelerine götürdüler. Arapların bu tutumu hiç de ummadıkları bir neticeye yol açtı. Büyük bir Türk göçü başladı ve zaman içerisinde, Arap egemenliğindeki toprakların tamamı Türklerin yönetimine geçti. Araplar için geçen yüzyılın sonuna kadar bitmeyecek Türk egemenliği başlamış oldu.
Türklerin, Emevilerin getirdiği sömürgeci İslamiyete direnmeleri, iki ulus arasında kanlı savaşlara ve düşmanlığa yol açtı. Bu kuvvetli direncin altında, eski inançlarını koruma isteğinin yanısıra, Emeviler’in aşırı Arap milliyetçiliği gütmeleri de yatıyordu. Türkleri, yok edilmesi gereken ırk, kendilerini de üstün ırk olarak gören Emeviler, ırkçı politikalarını işgal ettikleri tüm Arap olmayan kentlerde sergilediler. Bir İran veya Türkistan kentinde yerli halkın Arap işgalcilerle aynı kaldırımda yürümeleri bile yasaktı (13). Bir Arabın geldiğini gören yerli, kaldırım değiştirmek zorundaydı. Emeviler için kendileri efendi, diğer uluslar köleydi. Arap olmayanlar, Arap kadınları ile evlenemezdi. Aksine davrananların kellesi uçurulurdu.
Emevi devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Abbasiler, Emevileri desteklemiş olan Arap unsurlara güvenemezlerdi. Onun için sırtlarını paralı Türk askerlerine dayamak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk, Abbasiler’in, İslamiyeti kabul etmeleri koşuluyla tüm milletleri Araplara eşit saymaları ödününü getirdi.
Bu arada meydana gelen bir olay, Türk-Arap yakınlaşmasına ve daha çok sayıda Türk’ün İslamiyeti kabulüne yardımcı oldu. Orta Asya’da Çin-Türk rekabeti yüzyıllardır sürmekteydi ve M.S. 700’lerde Çin, Batı Türkistan’ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler, Abbasi’lerden yardım istediler. Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk kuvvetleri Talas meydan savaşında Çin’lileri yendi ve Batı Türkistan Çin’in elinden kurtarıldı.
Abbasi Halifelerinin paralı Türk askerlerinden meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı ve bu talep önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu. 9. yüzyılda Türkler, Horasan ve civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan’da hâkimiyet kurabilmek için bölgeye yerleşen Türkler, Müslümanlığa geçmek durumunda kaldılar. Çünkü, Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri, başka bir dinden olanları aralarına kabul etmiyorlardı. Türkler, kitleler halinde Müslümanlığa geçiyorlardı. Ancak çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha yakın olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler.
Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle bir dönemde dünyaya geldi (14). Horasan ve civarında, İsmaili Dai’lerinin yanısıra, yine aynı mezhebe bağlı Fütüvvet örgütü de son derece yaygındı. Kendisi de, inisiye edilmiş bir İsmaili Dai’si olan Yesevi, Horasan İsmaili tekkesinin şeyhi konumuna yükseldi. Yesevi müridleri halk arasında Horasan erenleri ya da "Baba Erenler" olarak tanındılar (15). Diğer İsmaili dergâhlarında olduğu gibi Horasan tekkesinde de müridlerin, şeyhin emirlerine kesinlikle uymaları, sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa gelmek için öğreticilerini sabırla dinlemeleri, sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru olmaları ve ser verip sır vermemeleri beklenirdi.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Daisi idiyse de, kendi tekkesinde bazı değişiklikler yaptı. Mesela, altı aşamalı olan öğretiyi, Fütüvvet teşkilatlarını örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Yesevi müridinin şeyh ünvanı alabilmesi için bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
1-         Tövbe edenler,
2-         -Bilginler,
3-         Zahidler,
4-         Sabirler (Sabredenler),
5-         Salihler (Kurtulanlar),
6-         Raziler,
7-         Şakirdler (Öğrenciler),
8-         Muhibler (İstekliler),
9-         Arifler (Gönül Erenleri) (16).
Her biri birer derece niteliğinde olan bu aşamaların maliklerine verilen adlar dahi, Yesevi’nin aslen bir İsmaili olduğunun göstergesidir.
Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi, tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekamülünü sağlayarak tanrı ile bir olmaktır. Yesevi’ye göre bunun yegâne yöntemi içe kapanmaktır. Yüce tanrıyı us ile anlamanın imkânı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan tanrıyı içinde aramalıdır.
İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı, tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu tanrıya ulaştıran sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada kâmil insan artık tanrıyla bir olmuştur.
Yesevilik içe kapanma yöntemini Şamanist din adamlarından aldı ve bunu Batıniliğe uyguladı. Bu nedenle tarikat, Şamanizme bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı gelmedi ve İslamın katı kurallarından kaçmak için çare arayan Türkler kurtuluşu Yesevilik’te buldular. Ancak göçebe halk, İsmaililik, Yesevilik ve Fütüvvet aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sünni görüşü tercih ettiler. Türk yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında tutulmasını ve kurumlaşmasını sağlayanların başında Selçuklular gelmektedir.
Daha önce de görüldüğü gibi Bağdat Hilafeti Mutezile ve İsmaili hareketlerinin baskısı altındaydı. Selçuklular güçlenip, Gazzelileri ve Bizans kuvvetlerini yenince Abbasi halifesi Kaim, İsmaili baskısından kurtulmak için Selçuklu Sultanı Tuğrul’a bir çağrı gönderdi. Tuğrul kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri M.S. 1055’de Bağdat’a girdi. Ebu Hamid El Gazali gibi ünlü sufilerin de aralarında bulunduğu Bağdat kardeşliğine, Mütezile’ye büyük bir darbe indirildi. İsmaili Daileri ve Sufiler kenti terk etmeye zorlandı. Kadiri mezhebinin kurucusu Abdülkadir Geylâni kaddesellâhü sırrahu’l azîz de Bağdat’tan ayrılmak zorunda kalan sufilerdendir.
Bu arada, Türk illerinde başlayan Moğol akınları, Türklerin büyük dalgalar halinde batıya göç etmelerine neden oldu. Türkmenlerle birlikte, Türk illerinde yaygın olan İsmaili Daileri de batıya göç ettiler. Türkmenlerin büyük çoğunluğu Selçuklu yöneticiler tarafından, Bizans ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında tampon oluşturmaları için Anadolu topraklarına yerleştirildiler. Ancak, Sünni inançlı Selçuklular ile Alevi inançlı Türkmenler arasında hiçbir zaman yakınlık sağlanamadı. Bu Türk toplulukları her zaman Selçuklu yöneticileri için kuşku uyandıran, yer yer korkulan topluluklar oldu. Alevilerin doğal müttefiki İsmaililer ise, Selçuklu devletini yıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İsmaililiğin son kalesi olan Alamut’tan Hasan Sabbah fedaileri, Selçuklu yöneticlerine ve dönemin diğer önde gelen Sünni liderlerine karşı suikastlerini sürdürüyorlardı (17). Alamut kalesi, 1256 yılına kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Bu tarihte, Hülagü Han komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve fedailerin büyük bölümünü kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen İsmaililer, Anadolu’daki yandaşlarının yanına sığındılar ve İsmaililik önemli bir güç olmaktan çıktı.
Türklerin Anadolu topraklarına yoğun biçimde ayak basmalarından sadece 45 yıl sonra tüm ülke neredeyse tamamen Türk kontrolü altına geçti. Anadolunun doğusundan batısına bu Türk istilası sırasında eski Anadolu halklarından en küçük bir tepki dahi doğmadı (18). Aksine eskiler, yeni gelenlere adeta yer gösterdi. Bu nasıl mümkün oldu?
Eskiler, Anadolu çok tanrıcılığı ve Apollon dini, Pisagor ve Saabilik öğretileriyle yoğrulmuştu. En büyük korkuları Sünni müslüman işgaliydi. Yeni gelenler de, her ne kadar Müslümanız diyorlardıysa da, İslamiyetle pek alakaları yoktu. Eski ve yeniler inanç bakımından birbirlerine oldukça yakındılar. Yerli halklar, Türkmenler ile uyuşabileceklerini gördüler. Ayrıca bazı tarihçiler, Anadolu’da yaşamakta olanların arasında, çok önceleri bu topraklara gelmiş Türklerin de bulunduğunu belirtmektedirler. Türklerin bir kolu olan İskitlerin M.Ö. 4 binlerde Anadolu topraklarına yerleştikleri, ayrıca kadim Uygur imparatorluğunun bir kolu olan Sümerler’in de aslen Türk oldukları sanılmaktadır (19). Bu eski Türk boylarının varlığı, yeni Türklerin kolayca kabulünde bir etken olmuştur. Nitekim aradan 100 yıl dahi geçmeden Moğollar da, güçlü ordularının ardından Anadolu’ya girmelerine karşın, Anadolu halkları tarafından kesinlikle kabul görmemişler ve büyük bir kısmı geri dönmek zorunda kalırken, çok azı Türkmenler arasında asimile olarak bu topraklara yerleşebilmişlerdir.
Bu gelişmelerin sonucunda, haçlı seferleri ile birlikte Anadolunun adı "Turchia" (Türk eli) olarak telafuz edilmeye başlandı.
Türkmen göçerler özgürlüklerine son derece düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir çoban dahi eşit ve kardeşti. Kadınları, erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar, İslamın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı. Bu tutumu, bir Türkmen ozanı olan Künci şöyle dile getirmişti: "Arifler namus-ı  ırzın vermez; Tesettür ne demek akıl ermez"...
Ancak, Selçukluların Türkmenlere geniş bir özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu baskılardan bunalan Türkmenlerin karşısında, Moğol akınları sonucu yıkılmış Büyük Selçuklular yerine, daha zayıf olan Anadolu Selçukluları kalmıştı. Sürekli Moğol akınları şehirlerdeki ticari hayatı felce uğratmış, Türkistan’a yayılması ile Ahilik adını alan Fütüvvet kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı. Ahi kelimesi, Arapça’da "Kardeş" anlamına gelmektedir.
İşte bu ortamda, 2. Gıyasettin Keykubat’ın sultanlığı sırasında Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı sultana karşı isyana çağırdı (20). Horasan’dan Amasya’ya göç etmiş bulunan Baba İlyas’ın çağrısı kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu.
Yesevi tarikatının en üst derecesi olan "Baba"lığa ulaşmış İlyas’a göre, gerçek olan bu dünyaydı. Yaşamdan sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya da cezalandırma yoktu. "Şeriat’ın saçma hükümlerine uymaya gerek yok" diyen İlyas, toplumda kadın-erkek ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların eşit olduğunu ancak sultanların bu eşitliği kuvvete dayanarak bozduklarını söylüyordu.
Batıni doktrinin tüm kurumlarına, ruhun ölümsüzlüğüne ve tekamülüne, yeniden doğuşa ve son durağın tanrıyla birleşmek olduğuna inanan İlyas, "Herkes eşittir. Ancak, ruhunu geliştirme yolundaki tarikat erenleri tanrıya daha yakındır" demekteydi..
Baba İlyas’m isyan çağrısına koşan göçmenlerin başında, yine bir başka Yesevi Baba’sı olan, Baba İshak bulunuyordu. Baba İshak’ın çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler, İsmaililer, Saabi inanırları ve Ahiler’den binlerce kişi toplandı. İshak komutasındaki bu kuvvet bir çok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yendi. Baba İlyas bu sırada Amasya’da Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu. İshak kuvvetleri onu kurtarmak üzere Amasya’ya yönelince Selçuklular Baba İlyas’ı öldürdüler. İlyas’ın ölümünden bir süre sonra da, Selçuklular yeni bir ordu kurarak, İshak kuvvetlerini yendiler ve neredeyse hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer İsyanı" olarak geçmiş olan halk ayaklanması bastırıldı (21).
Babailer İsyanı her ne kadar yenilgiyle sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum olarak Anadolu’da ne denli yaygın ve yerleşmiş olduğunu da ortaya koydu. Daha sonraki yüzyıllarda, Selçukluların devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti ele geçirmesi ile Sünni İslam dünyasının lideri konumuna yükseldiler. Buna karşın Osmanlı İmparatorluğunda da Alevi isyanları hiç eksik olmadı. 1519’da Yozgat’daki Babai tekkesinin şeyhi Baba CelaPin ayaklanması ile başlayan Celali isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü Şeyh Bedrettin ayaklanması da Osmanlıları sarsan bir başka Batıni ayaklanmasıydı.
Babailer isyanının ardından, sağ kalabilen İsmaili ve Yesevi dervişlerinin büyük bölümü, Hacı Bektaşi Veli önderliğinde biraraya gelerek, Bektaşilik tarikatini kurdular. Bektaşilik böylece, Alevi inancın örgütlenmiş biçimi olarak ortaya çıktı (22).
Alevilik öğretisi dört ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, tüm varlıkların tanrıdan südur ettiğine inanmak, İkincisi kamil insan teorisi, üçüncüsü Ali aşkı ve sonuncusu da Şeriatın reddidir (23).
Aleviler, "Herşeyin tanrının bir parçası olduğunu bilirseniz, şeriat tarafından yasaklanan şeylerden vaz geçmeye, örneğin içki içme yasağına uymaya gerek yoktur" derler. Alevilere göre bugün kullanılan Kuran gerçek Kuran değildir. Hz. Muhammed’in Kuranı, Halife Osman döneminde Osman ve yandaşlarınca, kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilmiştir.
Anadolu Alevileri ile İran Şiileri, birbirlerinden çok farklı inanç sistemlerine sahip olan iki ayrı topluluktur. Her iki mezhebin Ali yandaşı olmaları, onların daima aynı kapta bulundukları iddiasıyla ele alınmalarına yol açmıştır. Ancak, Zerdüşt dininin etkisinde kalan ve bu dinden bazı bölümleri İslami inanç sistemine sokan Şiilerin, zaman içinde şeriatın büyük bir bölümünü kabul etmiş olmalarına karşın, Batıni doktrin yanlısı Aleviler şeriatı hiçbir zaman kabul etmemişlerdir.
Aleviler ve Bektaşiler Türkçeyi tapınım dili olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu’da Türk dilinin kullanılmasını, bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçeye bağlı kalmaları sayesinde Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da önlenmiştir.
Alevilik, Tanrı-Muhammed-Ali üçlemesine inanır. Bu inanış, tanrı-doğa-insan birliğini kapsayan üçlemenin bir tür devamıdır. Alevilikte kadın, Sünniliğin tam aksine, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır, dini törenlerde dahi başını örtmez. Bu törenlerde kadınlar ve erkekler birlikte dans ederler ve hatta, topluluğa saygı kuralını gözetmek koşuluyla içki dahi içebilirler.
Aleviler tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, kamil insanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin tanrısal kabul edilerek doğmalaştırılmasına, bazı parçalan alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar.
Aleviler tarihin her döneminde dünya üzerinde 300 dolayında kamil insanın yaşadığına, bugün de üç aşağı beş yukarı aynı sayıda kamil insanın yeryüzünde bulunduğuna inanmaktadırlar. Alevilikte en önemli Bâtıni inanç, sudûr teorisi ve kâmil insan inançlarıdır. Bu konular kitap boyunca birkaç kez ele alınmış olmasına rağmen, Alevilerin düşünce yapısını daha iyi anlayabilmek için, onların bu teorileri yorumlayış tarzını incelemek yararlı olacaktır.
Alevilere göre tanrısal südur şöyle gerçekleşmiştir:
"Tanrı ilk aşamada kendi bilincinde değildi. Kendisini seven ve bilme ihtiyacı içinde olan tanrı, üst düzeyde bir bilince ulaşmak için kendisiyle yabancılaştı. Özünden hiçbir şey kaybetmeksizin tüm evren, bir ışık ve sevgi yumağı olan tanrıdan fışkırdı.
İkinci aşamada tanrının kişiliğinin üç farklı yönü ortaya çıktı. Hermes rahipleri bu üçlemeye Osiris, İsis ve Horus derken Hristiyanlar, Baba-Oğul ve Kutsal ruh olarak kabul ettiler. Aleviler ise, daha önce gördüğümüz gibi üçlemeyi Allah-Muhammed-Ali diye adlandırdılar.
Üçüncü aşamada Aklı Evvel ortaya çıktı. Aklı Evvel, tüm evreni ve bu arada dünyayı kaostan kurtarıp düzenli bir forma sokan kutsal güçler bütünüydü ve niteliğinden dolayı ona, "evreni inşa eden usta" da denilmekteydi.
Âdem, yeryüzünde vücut bulan tanrısal yansımaydı. Yani mikro kozmostu. Tanrının kendisini bilmesi için insana, özellikle de kâmil insana ihtiyacı vardı. Çünkü, tanrısal nur ile birleştiğinde deneyimlerinden, düşüncelerinden faydalanarak tanrısal bilincin artmasını sağlayacak yegane varlık kamil insandı.
Aleviler, kâmil insan hedefine ulaşmak için tanrıdan fışkıran ruhların gelişmek zorunda olduklarına inanmaktadırlar. Sudûrun ilk sonucu olarak mineraller oluşmuştur. Devrin ileriye doğru devam etmesi gerekmektedir. Minerallerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar meydana çıkmış ve hayvanların en üst basamağındaki maymundan da insan türemiştir. Ruhun, kâmil insan hedefine ulaşana kadar devamlı beden değiştirdiğine, insanların yeryüzündeki yaşamlarının kamil insan hedefine ulaşmak için yegane yol olduğuna, bu nedenle de insanların iyi ve dürüst olmaları gerektiğine de inanılmaktadır.
Alevi inancına göre tanrısal nura ulaşmadan önce her ruh şu 14 aşamayı geçmek zorundadır:
1-         Cansız maddelerin ruhu,
2-         Bitkilerin ruhu,
3-         Hayvanların ruhu,
4-         Şeytanların ruhu,
5-         Cinlerin ruhu,
6-         İnanmayanların ruhu,
7-         İnananların ruhu,
8-         Dindarların ruhu,
9-         Ermişlerin ruhu,
10-       Evliyaların ruhu,
11-       Peygamberlerin ruhu,
12-       Meleklerin ruhu,
13-       Evrensel ruh,
14-       Evrensel Hikmet (24).
Alevilerin Ali ve 12 imam inancı konumuzun dışındadır. Ancak Alevilerin Ali’ye bir birey olarak değil, tanrısal kelam olarak inandıklarını belirtmekle yetinelim ve bu kurumun örgütlenmiş biçimi olan Bektaşiliği ve kurucusu Hacı Bektaşi Veli’yi inceleyelim.
Sh: 89-99
Hacı Bektaşi Veli, 1210 yılında Horasan’da doğdu (25). Burada Yesevi tarikatine katılan ve "Baba"lığa kadar yükselen Veli, 1240 yılında diğer Yesevi Babaları ve İsmaili Daileri ile birlikte Anadolu’ya geldi. Burada yakın dostu Baba İlyas’ın yanına gitti ve Amasya’ya yerleşti. Babailer isyasının arka plandaki örgütleyicilerinden olduğu sanılan Veli, fazla deşifre olmaması sayesinde büyük katliamdan kurtuldu. Anadolu’nun birçok yerini dolaşan Veli, sonunda Kırşehir’in Sulucakaracahöyük bucağına yerleşti ve Yeseviliğin devamı niteliğinde olan Bektaşîliği yaymaya başladı. Babailer isyanından sağ kurtulan Yeseviler ve İsmaililer kısa sürede Hacı Bektaş etrafında toplandılar. 1217’de aynı yerde öldüğünde çevresinde binlerce müridi vardı.
"Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir" diyen Hacı Bektaşi Veli, bu görüşlerini Velayetname adlı eserinde ortaya koydu.
Bektaşîliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu "Evren-Tanrı-İnsan" birliğini kavramaktır. İnsan bir sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk basamağı kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir. "Kendini seven tanrıyı da sever"...(26)
Bektaşîlikteki (Melâmilik) tanrı sevgisinin en güzel ifadelerinden birisi, şu ünlü dörtlükte ortaya konulmuştur:
"Şakirdleri taş yonarlar.
Yonup üstada sunarlar.
Çalabın adın anarlar
O taşın her paresinde"... (Hacı Bayram Veli)
Diğer Batıni ekollerde olduğu gibi Bektaşilikte de ruh ölümsüzdür. Ruh gövdeye sonradan girmiştir ve geldiği tanrısal kaynağa geri dönecektir. Ruh gövdeye sadece dirilik sağlamakla kalmaz, anlayış, hatırlama, bilme, tanıma, düşünme ve akıletme gibi yetilerin de kaynağıdır.
İnsan, yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve yüreğini doğa, insan ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer vasıtadır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına veya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir. Tüm dinler insanları olgunlaştırmak, barış ve kardeşliği yaymak içindir. Oysa zamanla dinlerin bu anlamları değiştirilmiş, ve katı, çekilmez kurallar getirilerek insanların yaşamları kısıtlanmış, kendilerini geliştirme imkanlarının önüne set çekilmiştir. Gerçek yasaklar, şeriatın öngördükleri değil, tarikatın temel ilkelerine aykırı davranmaktır.
Bektaşilik, evrenin, tanrının sureti olduğunu, insanın da yeryüzünün tanrısı konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı insanın içinde olduğundan, tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın düşüncelerini kendisi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini sağlayacak ve birey, kâmil insan konumuna ulaşabilecektir. Kamil insanda tanrı, bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır. Ancak kâmil insanlar tanrıya dönebilir ve onun tarafından öeümsenir.
Bektaşîlikte ketumiyet esastır. Bektaşilerin törenleri halka açık değildir. Gizli, özel ritüelleri vardır ve bunlardaki "Bektaşi Sırrı" büyük bir özenle korunur. Ritüeller açısından Vilayetname’nin özel önemi vardır. Ancak Bektaşîliğin son biçimi ile kurumlaşması, M.S. 1500’lerde, dönemin bektaşi şeyhi Balım Sultan tarafından yapılan bazı düzenlemeler neticesinde mümkün olmuştur.
Bir Bektaşi müridi öğretiyi ancak bir mürşidin yardımı ile anlayabilir. Mürşidin (rehberin) varlığı kesinlikle zorunludur. Bu nedenle yeni giren mürid’in mürşidine mutlak itaati, ona tamamiyle teslim olması son derece doğaldır. Tarikatin sembollerinin ve pratiklerinin anlaşılması ancak onunla mümkün olur.
Bektaşi öğretisi mürid’in yaşadığı toplum içinde öğrendikleriyle çok ters olduğu ve özellikle de şeriat öğretileriyle son derece uyumsuz bulunduğu için yeni gireni olası bir şoktan korumak amacıyla rehberlik sistemine büyük önem verilmiştir. Mürşid üç sıfat ile tanımlanabilir; Mürebbi, öğretmen ve eğitici. Diğer bir deyişle şeyhin temsilcisi, öğretmen üstad ve ruhsal yaşam sanatında örnek alınacak kişi. Mürşidin varlığı ile, Bektaşilik sırrı yaşanan bir olgu haline gelir. Müridden beklenen yegane şey zihnini sürekli açık tutarak, öğrenmesi ve öğrendiklerini en büyük sır olarak saklamasıdır.
Hacı Bektaş, tanrıdan varolan insanları dört grupta toplar. Bunlar tanrıya ulaşma konusunda farklı yöntemler uygulayan insanlardır. Birinci grupta, gerçeği tanrıya ibadette arayan sofu kişiler vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli bir bölümü bu gruptandır.
İkinci grupla tarikatın yolunu uygulayan ancak sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta tanrı hakkındaki sırları bilme ayrıcalığına sahip ermişler ve nihayet sonuncu grupta da tanrı ile birleşmiş olanlar yer alır. İşte Bektaşîlikteki bu dörtlü inanç biçimine, "Dört Kapı Öğretisi" denilmektedir. Bir Bektaşi, bu dört kapıdan geçmeden kâmil insan olamaz.
İlk kapı, ortodoks dinsel yasaların öğretildiği Şeriat Kapısı’dır. Bunu, tarikatın gizli pratik ve sembollerinin verildiği Tarikat Kapısı ve mistik tanrı biliminin öğretildiği Marifet Kapısı izler. Bektaşi için gerçek ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı ile gözler önüne serilir.
Dört kapının her biri on basamaktan oluşmaktadır ve kişi derviş olmak niyetindeyse, bu basamakları tırmanmak zorundadır.
Şeriat kapısında İslam dininin temel ilkeleri, Aleviliğin genel koşulları ile "Allah-Muhammed-Ali" üçlemesinin gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müridlerine "Beloğlu" ya da "Aşık" denir. Aşık henüz nasip almamış kişidir. Şeriat kapısının 10 basamağı şöyle sıralanır:
1-         İman etmek,
2-         Kuran öğrenmek,
3-         Namaz, oruç, zekat, haç gibi zorunlu görevleri yerine getirmek (bu zorunluluklar bir sonraki kapıda kalkar)
4-         Dürüst davranmak,
5-         Evlenmek,
6-         Cinsel yaşamdaki yasaklan bilmek,
7-         Muhammed’e ve onun cemaatine uymak,
8-         Herkese şevkatli davranmak,
9-         Her türlü temizlik kaidesine uymak,
10-       Emirler ve yasaklara itaat etmek.
Şeriat kapısı koşullarını tam olarak uygulayan ve mürşidinin de onayı ile ikinci dereceye, Tarikat Kapısı’na geçen müride verilen ünvan artık "Yol Oğlu" ya da seven bir dost anlamına gelen "Muhip"tir. Bir Muhip ilk iş olarak Pir’e bağlılık yemini etmek ve bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır. Bundan sonra Muhip, Mürşidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu kuralları anladığım, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini sadeleştirir. Bu kapının dördüncü basamağını çok sıkı bir çalışma ve disiplin terbiyesi, beşinci basamağını da mürşide ve tüm kardeşlere hizmet oluşturur. Altıncı basamakta muhip alçak gönüllü davranmak ve tanrıdan korktuğunu ihsas etmek durumundadır. Yedinci basamakta, tanrı korkusundan ona sığınarak kurtulan muhip için daha sonraki aşama, dikkatli ve ölçülü davranmayı öğrenmektir. Dokuzuncu basamakta maneviyat ve sevgi üzerine, bilgisini yoğunlaştıran muhip son basamakta sevginin tanrısal yönünü tanımakta ve bir üst dereceye geçmeye hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, İslam şeriatına uyma zorunluluğu daha ikinci derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları bu derecede yapılan törenlere "İkrar ayini" ya da "Ayin’i Cem" adı verilir.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece saliklerine "Derviş" adı verilir. Marifet Kapısı töreninin adı "Vakfı Vücut" törenidir. Dereceyi almak için bazen on yıl dahi bekleyen Derviş’e bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir.
Marifet kapısında insanın, tanrının, evrenin gizemleri, değerleri ve anlamları üzerinde durulur. Doktrinin önde gelen öğretisi olan "Birlik Yasası"nın gizemine varılır.
Dervişin bu kapıda aşması gereken on basamak şöyle sıralanır:
1-         Ahlaki davranış disiplini,
2-         Hoşgörülü ve alçak gönüllü olmak,
3-         Kendini kontrol etmek ve sürekli özeleştiride bulunmak,
4-         Sabırlı olmayı bilmek,
5-         Cinsel yaşamda temiz ve disiplinli olmak,
6-         Herkese karşı cömert davranmak,
7-         Kibirli olmamak,
8-         Batıni bilimin ayrıntılarını incelemek,
9-         Batıni bilimi uygulama aşamasına sokmak,
10-       Kendini tanımak ve bilmek.
Kendisini tanıyan ve kendisini, dolayısıyla da tanrıyı bilen kişi Bektaşi öğretisinin de son aşamasına geçmeye hak kazanmış kişidir. Bektaşîliğin son derecesi, Yesevilikte olduğu gibi, kâmil insan derecesi de denilebilecek, "Baba" unvanının elde edildiği "Hakikat Kapısı"dır. Hakikat Kapısı’na özel bir törenle eriştirilen Baba, mürşıd olma hakkını da elde eder. Bektaşi tekkelerinin yöneticileri Baba’lar arasından tayin edilir. Bektaşi Babaları’nın da on görevi vardır:
1-         Toprak ile bir olduğunu kavramak,
2-         Diğer inanç biçimlerine hoşgörülü olmak,
3-         Doğayı ve doğal dengeyi bozacak eylemlerden kaçınmak,
4-         Dünyayı tanımak ve dünya ile varlık birliğini kavramak,
5-         Tanrının yüceliği önünde eğilmek,
6-         Dereceye ait sırları yalnızca diğer Baba’lar ile tartışmak ve dışarı sır vermemek,
7-         Tanrıyı ruhsal varlığı içinde hissetmek,
8-         Tanrısal nuru görmek,
9-         Tanrıya, tanrısal nur içinde erimek amacıyla yakınlaşmak ve
10-       Tanrıyla bir olmak. İşte bu aşamada Bektaşi Babası tanrısal bir varlıktır, kâmil insandır (27).
Bektaşilerin en önemli düsturu, "Gelme gelme, gelir isen dönme"dir. Bu düsturdan da anlaşılacağı gibi, tarikate girecek kişi son derece sıkı biçimde denetlenir. Bir kez üye olundumu da tarikatten çıkmak söz konusu değildir. Bektaşiler birbirlerini tanımak için özel cümleler, işaretler ve semboller kullanırlar.
Bektaşiler için Hallac-ı Mansur çok önemli bir kamil insandır. Enel Hak ilkesi için yaşamım feda etmekten çekinmeyen Mansur’a Bektaşiler borçlarını, törenlerin yapıldığı salonun tam ortasında bulunan bölüme "Dar-ı Mansur” adını vererek ödemeye çalışmışlardır.
Bektaşilik özellikle, yanına çekmeyi başardığı Yeniçerilerin askeri gücü sayesinde Sünni Osmanlı yönelimine dahi direnebilmiş, Yeniçerilerden çekinen Sünni Halifesi Osmanlı hükümdarları Bektaşi tekkelerine dokunamamışlardır (28).
Yeniçeriler, Osmanlılar tarafından işgal edilen Hristiyan topraklarından toplanan çocuklardan kurulu bir ordudur. Bu Hristiyan kökenleri nedeniyle, katı ortodoks Sünni inançlara bağlanmak yerine, Bektaşiler’in özgür inançlı ve sadece görünüşte Müslüman sistemini kabul etmişlerdir. Osmanlı ordusunun bel kemiğini oluşturan bu kuvvet sayesinde Bektaşiler, Sultan Yavuz Selim döneminde Osmanlılar’ın Sünni İslam dünyasının liderliğini ele geçirmiş olmalarına karşın, varlıklarını sürdürebilmişler ve yer yer de etkili olmayı başarmışlardır. Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması ve tüm Yeniçerilerin öldürülmelerini takip eden dönemde Bektaşilere de büyük darbeler indirilmiş ve tarikat neredeyse Anadolu’dan tamamiyle silinmiştir (29). Sünnilerin bu yoketme dalgasından sadece, bir bakıma Osiris Mabedi ve İskenderiye Okulu’nun da devamı sayılabilecek, Mısır’daki "Kaygusuz Tekkesi" kurtulabildi. O yıllarda Mısır’ın İstanbul’dan bağımsızlığını nispeten almış olması sayesinde Osmanlı yönetiminin şiddet kampanyacından kurtulan Kaygusuz Tekkesinde halen çok değerli tarihi eserler korunmaktadır.
Osmanlı topraklarındaki Bektaşiler, tekkelerinin büyük bölümü harap edilmiş olmasına karşın, iyi örgütlenmişlikleri ve toplum arasında kendilerini destekleyen önemli bir Alevi kitlesinin bulunması sayesinde çabuk toparlandılar ve çok daha zor koşullar altında da olsa faaliyetlerini sürdürdüler.
Yaklaşık 700 yıl Sünni yönetimin baskısı altında yaşayan Aleviler ve Bektaşiler, Mustafa Kemal ile birlikte bu baskılardan kurtulma şansı doğunca, buna dört elle sarıldılar. Atatürk, Kurtuluş savaşı sırasında bir yandan İttihat ve Terakki cemiyetinin ardılları olan Türk subaylarınca, diğer yandan da Bektaşi ve Alevilerce desteklendi. Atatürk, milli mücadeleyi başlatmadan hemen önce, 1919 yılının 25 Aralık’ında Hacı Bektaş dergahını ziyaret ederek, Bektaşi ve Alevilerin desteğini istedi. İnançları bakımından laik sisteme zaten yüzyıllardır yatkın olan Aleviler, Kuvayı Milliye’ye tam güçleri ile destek verdiler (30). Bunun da ötesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde Atatürk’ün önde gelen destekleyicileri Alevi Milletvekilleriydi. Onların lehteki oyları sayesinde Hilafetin kaldırılması mümkün oldu.
Sh: 100-106
Bâtıni doktrinin Anadolu’daki bir diğer kurumlaşması da Ahilik örgütü vasıtasıyla meydana gelmiştir. Daha önce görüldüğü gibi eski Mısır loncalarının devamı niteliğindeki İsmaili Fütüvvet örgütü Türkler arasında Orta Asya’da yaygınlaşmış ve "Ahilik" adını almıştı. Anadolu’ya Yesevi dervişleri ve İsmaili Dai’leri ile birlikte gelen Ahiler, meslek örgütü mensubu olmaları nedeniyle kırsal alanlardan ziyade, şehirlere yerleştiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmanın yanısıra, giriş-davranış töreleri ve sırlan olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, Horasan erenlerinden olan Ahi Evren Veli sağlamıştır (31). Ahi Evren’in şeyhliği altında 13. yüzyıl başlarında Ankara’da yeniden yapılanan Ahilik teşkilatı kısa sürede tüm Selçuklu şehirlerine yayılmış ve Babailer İsyanı sırasında Batınilere elden gelen tüm yardımı yapmıştı. Ahiler, daha sonraki dönemlerde de kendilerine en yakın kişiler olarak Alevileri, Bektaşileri ve Mevlevileri gördüler. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynadı. Bazı kaynaklar, devletin kurucusu olan Osman Gazi’nin, oğul Orhan Gazi’nin ve 3. Sultan Birinci Murad’ın Ahi teşkilatı üyesi olduklarını belirtmektedir. Ancak Osmanlı devleti genişlemeye ve imparatorluğa dönüşmeye başlayınca sultanlar, kendilerinden önceki Türk yöneticilerinin yolunu seçmiş ve kitleleri yönetmekte yöneticilere çok daha fazla imkân sağlayan Sünni tarikatlara girmişlerdir.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların kesin eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Ahiliğe girecek olanlarda belli nitelikler aranır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi zorunludur. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde iyi tanınmayanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler (kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamaz. Kasapların insan öldürenler ile aynı kategoriye konulması Batıni inançtan kaynaklanmaktadır.
Örgüte giriş, diğer Batıni tarikatler gibi, özel bir tören ile olur. Törende adaya kuşak bağlanır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluk ve yiğitlikten ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık, sonsuz itaat ve ketumiyet istenir. Dinsizler örgüte kesin giremez ancak, sofuların da Ahiler arasında yeri yoktur. Ahilik’te de bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü, yasaklara uyma gibi vasıfların verildiği aşamalardan geçilir. Bu vasıflara sahip olmanın dışında Ahiliğin önde gelen altı ilkesi şunlardır:
1-         Elini açık tut,
2-         Sofranı açık tut,
3-         Kapını açık tut,
4-         Gözünü bağlı tut,
5-         Beline sahip ol,
6-         Diline sahip ol.
Ahilik’te üç aşamalı ve 9 dereceli bir inisiasyon sistemi uygulanır. Birinci aşama olan Şeriat kapısında müride mesleki bilgiler, Kuran bilgisi, okuma yazma, Türkçe, matematik ile örgütün anayasası niteliğinde olan Fütüvvetname öğretilir. İkinci aşama olan Tarikat kapısında mesleki bilgi en üst düzeye ulaştırılır, tasavvuf bilgisi, müzik, Arapça ve Farsça üzerine eğilim yapılır. Bu aşamada mürid ayrıca askeri eğitim de alır. Şeyh mertebesine erişilen üçüncü aşama, Marifet kapısıdır. Bu aşamada müridden tanrıya inanması, benliğini öldürmesi, ululara hizmet etmesi ve cehalet karşısında susması istenir. Ahilik anayasasına göre ancak bunların tamamlanmasından sonra Hakikale ulaşılması, insanın kemale ermesi mümkün olur. Takipçisi olduğu Fütüvvet gibi Ahilik dc 9 dereceli bir sisteme dayanır. Her kapı üç dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:
1-         Yiğit,
2-         Yamak,
3-         Çırak,
4-         Kalfa,
5-         Usta,
6-         Ahi,
7-         Halife,
8-         Şeyh,
9-         Şeyh ül Meşayıh.
Ahiler yalnızca ekonomik bir örgütlenmeyi değil, Ortaçağ Avrupasının şövalye tarikatleri gibi dini-askeri bir örgütlenmeyi de gerçekleştirmişlerdi. Örgüte kabul edilen müride, bir profesyonel asker kadar değilse bile, kendisini savunmayı bilecek kadar silah kullanma sanatı öğretiliyordu. Bu gelenek, Mısır’da ilk kurulan Fatimi Fütüvvet örgütünden bu yana devam etmekteydi.
Selçuklular döneminde, sultanların düzenli orduları dışında ülkedeki en güçlü silahlı örgüt, genç kalfa ve ustalardan oluşan Ahi müfrezeleriydi. Moğol istilaları sırasında sultan kuvvetlerinin yenilip kaçtığı sırada pekçok kenti Ahi müfrezeleri savunmuştu.
Kendilerini paralı askerler vasıtısıyla koruyan beyler, emirler bile Ahilerden çekinirlerdi. Moğolların kesin zaferinden sonra, valilerin ve beylerin kentlerden kaçmaları üzerine, onların görevlerini de Ahiler yürütmüşlerdi. Bu dönemde, Selçukluların güçlü veziri Pervane dahi, Ahilerin gücü karşısında boyun eğmiştir.
Sh: 106-108
Varlığını ve ününü bir ölçüde Ahilerin destek ve yardımlarına borçlu olan, dönemin ünlü bir sufisi, Mevlana Celaleddin Rumi’dir (32). Celaleddin de diğer birçok Türk mutasavvıfı gibi Horasan’da doğdu ve Anadolu’ya göç etti. 1207’de Horasan’da doğdu, 1273’de Konya’da vefat etti. İlk derslerini, kendisine "bilginler sultanı" sıfatı layık görülen babası, ünlü mutasavvıf Bahaeddin Veled’den aldı.
İkinci hocası, babasından el almış olan Seyyid Burhaneddin Tirmızi oldu. Batıni doktrin ile iç içe büyüyen Celaleddin, bir İsmaili daisi ve Ahi yoldaşı olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca, yavaş yavaş kendi ekolüyle ortaya çıktı (33).
Celaleddin Rumi’nin en önemli özelliği, onun bugün dahi birçok meslisde anılmasını sağlayan, Batıni doktrini şiirlerle anlatma yöntemidir. Şiirlerinin yer aldığı ünlü eseri Mesnevi’de Celaleddin tanrı, insan, evren, ruh, sevgi, ölüm ve ölümsüzlük gibi konulara sıkça yer vermiştir (34).
Mevlana Rumcayı çok iyi okuyup, yazabiliyordu. Eflatun’un tüm yapıtlarını kendi dilinde okudu. Ayrıca, Konya’daki Rum ortodoks kilisesi rahipleriyle, Eflatun ve görüşleri üzerine pek- çok tartışmada bulundu. Tasavvufun ve Batıni inancın Yunan kökeni hakkında böylesine derinlemesine inceleme yapan Celaleddin, şiirlerinde tasavvuf sanatının doruğuna ulaştı:
"Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka birşey değildir"...(35)
Celaleddin tanrıya ulaşmak için insandaki en büyük gücün aşk olduğu fikrini daima savundu. Celaleddin’e göre varolan herşeyin kökeni aşktır. Bir bitki, bir hayvan da sevebilir. Ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem belleği ile sevebilen yegane varlık insandır. Aşk, ışıktır, nurdur, "Işk"tır. O, bir kadına duyulan aşkı ulular. Çünkü, bir başkasını seven kişi kendisini, tüm insanlığı, evreni ve tanrıyı seviyor demektir. İşte aşkların en güzeli bu bilince ulaşıldığı zaman başlayan "Hakikat Aşkı''dır. Mevlana’nın döne döne yaptığı raks, tüm dünya ile aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerinin birinin gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar durumda olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktan başka birşey değildir.
Ruh tanrıdan fışkırmadır, ölümsüzdür. Gövdeden önce de vardı, gövdeden sonra da var olacaktır. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içindedir. "Ney"den çıkan ses, ruhun acı dolu, yakınmalı özlemini ifade eden sestir. Ölüm, gövdeyi meydana getiren elemanların çözülmesi, ruhun kurtulmasıdır.
Dinler, içindeki çelişkiler ile tanrısal varlıkla bağdaşmayacak kurumlardır. Mevlana haç için;
"Ey Hacca gidenler, nereye böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne,
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun, gönlünüzse suretsiz suretini onun,
Hacı da sizsiniz, Kabe de, Ev sahibi de" demekten kendini alamamıştır.
Tanrı önsüz sonsuzdur. Salt ışık, salt us, salt ruhtur. Mevlana için;
"Hep odur var olan da, yok olan da.
Odur kaynağı acının da, kıvancın da.
Yok görecek göz sende, yoksa görürdün.
Yalnız o var baştan aşağı senin varlığında"...
Evren, tanrının engin varlık alanıdır. Evreni yöneten sevgidir. Bu sevgiyi gönül gözü ile görebilen kişi kendini bilir, tanrıyı bilir "Hak ile hak olur". Onun dizeleriyle, "Ey tanrıyı arayan, Aradığın sensin"...
Celaleddin Rumi, bütün insanların kardeşliğine inanırdı. O ünlü çağrısı,
"Gel ne olursan ol, gel.
İster 'tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol.
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel ne olursan ol, gel",
dizeleri kardeşlik inancının en güzel göstergesidir.
Dünya tüm insanların barış içinde yaşamaları gereken bir yerdir. Bütün insanlar özdeştir. Önemli olan insanların, insanlığın tekamülüdür. Celaleddin’in bu düşüncesinin insanları nasıl etkilediği ölümünde de görülmüş ve cenazesine Mevlevilerin ve Ahilerin yanısıra, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler de katılmıştır.
Mevlana, kadına büyük değer vermekteydi. Fihi Ma Fih adlı eserinde, sofu Müslümanlara bu konuda ders verirken, "Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin.
Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından üstün olduklarını sananlar. Cahiller kabadır. Sevgi ve güleryüz nedir bilmezler. Bunlar hayvani niteliklerdir. Ancak hayvan erkekler kadından üstündür. Seven erkek ise, kadınla eşittir" demektedir.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin Şemsettin Tebrizi ile karşılaşması hayatında bir dönüm noktası oldu. Bir İsmaili Daisi iken, Moğol istilası ile İsmaililer’in dağılması üzerine İran’dan ayrılan ve Anadolu’ya, Ahiler’in yanına gelen ve bir Ahi yoldaşı olan Tebrizi, Ahiler arasında kendi engin bilgisini paylaşabilecek nitelikte kimseyi bulamayınca, çoktandır ününü duyduğu Mevlana Celaleddin’in yanına Konya’ya gitti (36).
Tebrizi’nin Batıni düşüncelerindeki berraklık ve dar kafalılığın her türlüsüne karşı çılgınca mücadele etme azmi Mevlana’yı etkilerken, Mevlana’nın tanrı ve insan sevgisi de Tebrizi’yi aynı oranda etkiledi. Hakikatin gerçek sırrına erebilen insanların az bulunabildiği bir ortamda iki kâmil insanın biraraya gelmesi, yüzyıllar boyunca sürecek bir Bâtıni ekolün de doğmasına yol açtı. Her ikisi de birbirlerinde kendilerini buldular. Karşısındakinin birer tanrısal sevgili olduğunu gördüler. Ayrılmaz bir ikili oluşturmaları yobaz kafalarca maksatlı olarak yanlış yorumlandı. Yoğun dedikodular, üzerlerinde husumet bulutları toplanmasına neden oldu. Halkın tepkisinden korkan Tebrizi Konya’dan birkaç kez ayrıldıysa da, Mevlana’nın yoğun ısrarları üzerine geri dönmek zorunda kaldı. Tebrizi’nin korktuğu sonunda başına geldi ve fesat çevrelerince doldurulan Mevlana’nın küçük oğlu, Tebrizi’yi öldürdü.
Bu durum Mevlana’yı çok sarstı. Ancak bir süre sonra bir başka kamil insanla, Ahi şeyhi Sadreddin ile karşılaşınca kendini toplayabildi. Sadreddin kamil insan mevkiine Ahilik’de ulaşmıştı. Tebrizi gibi arkası zayıf birisi değildi. Selçuklu başkenti Konya Ahilerinin şeyhiydi. Selçuklu yönetimi dahi onun gücünden çekinirdi. Tebrizi hakkında çıkartılan dedikodular, Sadreddin hakkında çıkartılamadı. Celaleddin’in Sadreddin ile yakın dostluğu sayesinde bütün Ahi teşkilatı Mevlanayı izledi ve ona uydu.
Moğol istilaları döneminde,
"Senin küfrüne karşı iman da neymiş?
Zümrüdü Anka huzurunda bir sinek.
At için eğer neyse, O'dur din için de iman,
Ama neylesin alı, yolu Aşk olan" diyerek, gerçek gücün dinde değil halkın kendisinde olduğunu belirtti ve halka büyük moral kaynağı oldu.
Mevlana’nın öğrencilerine "Kitap-el Esrar" (Sır Katipleri) denirdi. Bu öğrenciler arasında her kesimden Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler, Türkler bulunmaktaydı. O güne kadar, bu denli farklı din ve milletten insanları mürid edinen bir başka ekol olmamıştı. Mevlana’nın şiirleri ve söylevleri işte bu öğrencileri, sır katipleri tarafından derlendi ve bugünlere ulaştırıldı.
Mevlana’nın kendi tekkesi dışında en huzur bulduğu ortam, Sille’deki "Bilge Eflatun Manastırı" ydı. Ünlü sufı bu manastırda bazen haftalarca kalırdı.
Celaleddin, kehanette bulunur gibi, "Tanrı tanığımdır, şiirlerim doğudan batıya tüm dünyayı dolaşacak. Tapınaklarda, şölenlerde, toplantılarda her dilden okunacak, söylenecek" demişti.
Celaleddin’in ölümünden sonra büyük oğlu Sultan Veled, babasının ekolünü kurumlaştırdı. Tarikat üyelerine, Mevlana’nın yazın dili olarak kullandığı Farsça’da "Dönen" anlamına gelen Mevlevi denildi. Ancak, kullanılan dilin Farsça, öğretinin de zor kavranır olması nedeniyle Mevlevilik hep aydın çevrelerinde sınırlı kaldı ve halka inemedi.
Sh: 108-112
Batıni doktrini halka kendi dilinde anlatan ve sevdiren, bu anlamda da Mevlana’nın gerçek varisi olduğu söylenebilecek ki­şi Yunus Emre oldu (37).
Baba İlyas, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evren, Celaleddin Rumi ve Yunus Emre’nin aynı dönemin, aynı koşulların insanları ol­maları tesadüf değildir. Nitekim daha sonraki yüzyıllarda, ana kaynak değişmemesine rağmen düşünce yapısı değiştiği için Türkler arasından bu denli etkili düşünürler çıkmamıştır.
Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’ı tanıdığı bilinmektedir. Yine Ha­cı Bektaş, Mevlana’yı yüz yüze tanımamış olmasına rağmen dü­şüncelerini dikkatle izlemiştir. Bazı kaynaklar, Şemsettin Tebrizi’nin Konya’ya gitmeden önce bir süre Hacı Bektaş’ın yanında kaldığını ve onun bir müridi olduğunu öne sürmektedirler. Bu kaynaklara göre Tebrizi, Mevlana’nın düşüncelerini etkilemek üzere Hacı Bektaş tarafından görevlendirilmiş ve Konya’ya gönderilmiştir.
Aynı dönemin bir diğer dehası Yunus Emre de, Mevlana’nın ölümünden kısa bir süre önce Konya’ya gelmiş ve ondan ders almıştır. Yunus Emre;
"Mevlana sohbetinde,
Saz ile işaret oldu.
Arif maniye daldı,
Çünbiledür ferişte" Derken, Celaleddin Rumi’nin derslerine katıldığını belirtmektedir.
Ayrıca Yunus,
"Mevlana hiidavendigar bize nazar kılalı,
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır" diyerek, üstadına olan saygısını ve gönül birliğini dile getirmiştir.
Yunus Emre 1245 yılında Ankara yakınlarındaki Sarıköy’de doğdu. Yunus Emre Horasan’da doğmamıştı ama doğduğu köy­de yaşayanların hepsi, Horasan’dan göç eden, Yesevi tarikatına bağlı kişilerdi. Bazı kaynaklar bu köyün "Hacı İsmail Cemaati" olduğunu, dolayısıyla köylülerin Türkmen İsmaililer olduğunu öne sürmektedir. Yunus Emre’nin babasının ismi olarak yakıştırılan İs­mail adı da, İsmaili inancına bir atıf olarak verilmiş olabilir (38).
İsmaili olmasa dahi, Yesevi inançlarıyla büyüyen Yunus gençliğinde, tasaıvvuf ilmi öğrenmek amacıyla dönemin en ünlü sufi büyüğü Hacı Bektaş’m yanına gitti. Ancak çok yaşlanmış olan Hacı Bektaş, Yunus’u, kendisi gibi bir Yesevi Babası ve Bektaşi olan "Baba Tapduk"un, diğer adıyla Tapduk Emre’nin ya­nma gönderdi.
Baba Tapduk, Hacı Bektaş’m halifesi Sarı Saltuk’tan el almış­tır. Sarı Saltuk yandaşları ile birlikte Dobruca’ya göç edince Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin şeyhliklerine Barak Baba ve Tapduk Emre getirilmişlerdir. Tapduk’un yanında 30 yıl geçiren Yunus, Hakikat Kapısından aynı dergahta geçtiğini şöyle dile ge­tirmektedir:
"Vardığımız illere,
Şol safa gönüllere,
Baba Tapduk manasın,
Saçtık Elhamdülillah.
Tapduk’un tapısında,
Kul olduk kapısında.
Yunus miskin çiğ idik,
Pişdik Elhamdülillah "...
Yunus’un büyüklüğü, diğer Bektaşi erenleri gibi şiirlerinde Türkçeyi kullanması ancak bunu son derece maharetle, halkın anlayacağı kadar basit bir dille gerçekleştirmesindedir. Yunus Emre, şiir dili kullanarak halka en derin felsefi konuları bile an­latabilmiş, felsefesinin yüzyıllar boyunca sevilmesini ve dilden di­le söylenmesini sağlamış ve ayrıca, bu yolla ana dilinin, Türk­çe’nin yok olup gitmesini engellemiştir. Onun şiiri Batıni doktri­nin Öztürkçe ile anlatımıdır. Şiirleri ölümünden 70 yıl sonra der­lenmiş ve "Divan” adı altında yayımlanmıştır. Ölümü konusunda bazı çelişkiler vardır. Kimileri onun doğal yoldan öldüğünü bildi­rirken, kimileri de, bir dini tartışma, hatta ayaklanma sırasında öldürüldüğünü iddia etmektedir.
Yunus, Tapduk Emre’nin yanında dört kapıdan geçerek, ka­mil bir insan haline geldi. Önce Şeriat kapısında tüm dinlerin içeriğini öğrendi. Yunus bunu, "Dört kitabın manasın, okudum hasıl ettim" şeklinde ifade eder.
Mantık, felsefe, Yunan filozoflarının yapıtları, Arapça ve Farsça, Tapduk tekkesinde öğrendiği diğer bilimlerdir. Yunus, devrinin mümkün olabilecek en iyi eğitimini almıştır. Onun, "ne elif okudum, ne cim" demesi, Bâtıni bilimin yanında zahiri olan­lara değer vermemesinden kaynaklanmaktadır.
Yunus için Aşk, ya da onun tercih ettiği deyimle "Işk" herşeydir. Tanrı Işk’tır, Doğa Işk’tır. İnsan Işk’tır. Yaşam ve ölüm, yokluk ve varlık hep Işk’ın eserleridir (39).
"Kitap hod Işk kitabıdır,
Bu okunan varak nedir?" diye gerçek kitabın Işk olduğuna, diğer tüm kutsal kitapların gereksizliğine dikkat çeken Yunus, tanrıyı hem seven, hem sevilen hem de sevginin (Işk’ın) kendisi olarak görmektedir. Ona göre, kendisi Işk olan tanrı, aşık ve maşuk olması sıfatıyla tüm varlıkları, evreni ortaya çıkarmıştır. Bütün varlıklar gibi, insan benliği de tanrısal aşkın yansımasıdır. Varoluş, ilahi aşkın dalga dalga yayılıp, genişlemesinden başka birşey değildir ve sürgit devam etmektedir. Nitekim Astronom­lar, evrenin devamlı büyümekte olduğunu günümüz teknolojisi ile de doğrulamaktadırlar.
Diğer sufıler gibi Yunus da, gerçek aşk sayesinde insanın gi­derek tanrıya yaklaştığını ve sonuçta tanrıyı kendi içinde bulaca­ğını savunmaktadır. İnsan, tanrıyı kendi içinde görmesi ile teka­mül etmiş olur. Ruhun ölmezliğine inanan Yunus, şu çok ünlü dizeleriyle ruhun daima çıktığı ana kaynağa dönme çabası için- de olduğunu dile getirmiştir.
"Işkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yananın dünü günü,
Bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim.
Işkın ile avunurum.
Bana seni gerek seni.
Işkın aşıklar öldürür,
Işk denizine daldırır.
Tecelliyle doldurur.
Bana seni gerek seni.
Işkın şarabından içem,
Mecnun olup dağa düşem,
Şensin dün ü gün endişem.
Bana seni gerek seni.
Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağını anda çağıra,
Bana seni gerek seni.
Yunus durur benim adını,
Gün geçtikçe artar oldum.
İki cihanda maksudum,
Bana seni gerek seni."
İnsan-evren-tanrı birliğine inanan ve var olanın yalnızca tan­rı olduğunu söyleyen Yunus, çeşitliliğin sadece görüntüden iba­ret olduğunu, tanrısal sudûr neticesinde ortaya çıkan evren ile insan’ın yapılarının, ilkelerinin özdeşliğini belirtir. Bu düşünce Yunus Emre’nin şu dizelerinde dile gelmiştir:
"Ay oldum aleme doğdum,
Bulut oldum göğe yağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim"...
"Nur olup güneşe (Işka) ulaşmak’’... İşte Yunus’un da gerçek hedefi budur. Ölüm yoktur, yüce kaynağa dönüş vardır. Onun deyişi ile,
"İkiliği terk et,
Birlik makamın tut.
Canlar canın bulursun,
Birlik içinde"...
Yunus Emre, yetiştiği tekkenin öğretilerine uyarak, tanrısal imanda üç derece kabul eder. Bunlardan ilki ve en alt dereceli olanı "İlm-el Yakin İman"dır. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır ve âlimlerin imanı bu türdendir. İkinci dere­ce iman, "Ayn-el Yakin İman"dır. Yeri kalptir. Hakikatin nuru­nu henüz görmemiş olan dervişler bu tür imana sahiptir.
Üçüncü ve en yüksek dereceli iman ise, "Hakk-el Yakin İman"dır. Ruhsal sezgi gücüyle elde edilir. Sadece Kamil insan­lara has imandır. Dinin imanla hiç ilgisi yoktur Yunus için. O:
"Din ü millet sorar isen,
Aşıklara din ne hacet.
Aşık kişi harap olur,
Işk bilmez din, diyanet" der.
Yunus için dinsel ibadetler gereksizdir. Hatta, tanrıya ulaş­mayı engelledikleri için zararlıdır bile;
Oruç, namaz, gusulü hac hicaptır aşıklara,
Aşık ondan münehhez halis heves içinde.
Ey aşıklar, ey aşıklar Işk mezhebi dindir bana,
Gördü gözüm dost yüzünü yas kamu düğündür bana.
Oruç, namaz, zekat, hacc cünnü cinayettir,
Fakir bundan azaddır, hassı heves içinde"...
Yunus Emre, gerçeğin dinde veya onun kurallarında değil in­sanın kendini bilmesinde yattığını savunur. O,
"İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmez isen,
Ya nice okumaktır" diyerek, özellikle Kuran hıfzedenlere çat­mıştır. Yunus,
"Dört kitabın manasın,
Okudum hasıl ettim.
Işka gelince gördüm,
Bir uzun hece imiş" diyerek, tüm dinlerin Bâtıni doktrin kar­şısında ne denli zayıf olduklarına işaret etmiştir.
Yunus Emre sadece bağnazlığa ve yobazlara karşı çıkmakla yetinmemiştir. O, tanrı tanımazları da Bâtıni doktrini öğrenme­ye davet etmiştir:
"İnanmayan gel sineme,
Dost adını söyle, çağır.
Kefen donum pare kılıp,
Toprağımdan duru gelem” diyen Yunus, beden yok olsa dahi ruhun her seferinde geri geleceğini, doğru yoldaysa bu geri gelişle­rin her seferinde ruhun daha da arınmış olacağını belirtmiştir (40).
Türk dilinin yanısıra, Türk şiir sanatı da, büyük ölçüde Alevi-Bektaşi ozanlar ile günümüze ulaşmıştır. Yunus ve Hacı Bek- taş gibi devlerin yanısıra, onların ardılları niteliğinde olan Kara- coğlan, Pir Sultan Abdal gibi ozanların öz dillerine sıkıca sarıl­maları sayesinde Türkçe günümüz Türkiye’sinin resmi dili ola­bilmiştir.
Bu kısa hatırlatmadan sonra Anadolu Batıniliğinin gelişimini noktalayalım ve bu doktrinin batı dünyasındaki yansımalarına göz atalım.
Kaynakça
1-         Dursun Turan, "Din Bu” - Kaynak Yayınları - İstanbul 1991 Cilt 2 Sf. 125.
2-         SEVER Erol, "Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni" - Berfin Yayınları - İstanbul 1993 - Sf. 33
3-         Dursun T. -ie- Cilt 2, Sf. 23
4-         EYÜBOĞLU İsmet Zeki - "Tasavvuf - Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der Yayınları - İstanbul 1990- Sf. 116
5-         Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 130
6-         Eyüboğlu Sebahattin - "Hayyam - Bütün Dörtlükler" - Cem Yayınevi - İstanbul 1991 - Sf. 73
7-         Dursun T. -ie- Cilt 2 Sf. 17
8-         URAZ Murat - "Türk Mitolojisi” - Mitologya Yayınları İstanbul 1992- Sf. 125
9-         Uraz M. -ie- Sf. 298
10-       Dursun T. -ie- Cilt 3, Sf. 101
11-       ARSEL İlhan, - "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" - İnkilap Yayınları- İstanbul 1990 - Sf. 62
12-       KÖPRÜLÜ Fuad - "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan - Ankara 1984 - Sf. 13
13-       ARSEL İ. -ie- Sf. 64
14-       KÖPRÜLÜ F. -ie- Sf. 61
15-       OCAK Mehmet Yaşar - “Babailer İsyanı” - Dergah Yayınlan İstanbul 1980 Sf. 52
16-       Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 277
17-       Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 343
18-       DİERL Anton Josef - "Anadolu Aleviliği” - Ant Yayınaları İstanbul 1991 Sf. 39
19-       Uraz M. -ie- Sf. 13
20 Çamuroğlu Reha - "Tarih, Heterodoksi ve Babailer” - Metis Yayınları İstanbul 1990 - Sf. 153
21-       Ocak A.Y.-ie-Sf. 133
22-       BİRGE John Kingsley - "Bektaşilik Tarihi" - Ant Yayınları İstanbul 1991 - Sf. 48
23-       ZELYUT Rıza - Öz Kaynaklarına Göre Alevilik" - Yön Yayıncılık - İstanbul 1992 - Sf. 27
24-       Dierl AJ. -ie- Sf. 83
25-       Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 182
26-       Birge    J.K.-ie-Sf. 109
27-       SEZGİN Abdülkadir - "Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik" Sezgin Neşriyat - İstanbul 1991 - Sf. 155
28-       Birge J.K. -ie- Sf. 85
29-       Birge J.K. -ie- Sf. 97
30-       Şener Cemal - “Alevilik Olayı" - Yön Yayınları - İstanbul 1989 - Sf. 135
31-       FİŞ Radi - "Bir Mutasavvıf, Bir Ahi Hümanisti, Celaleddin Rumi Mevlana" - Yön Yayınları - İstanbul 1990 - Sf. 218
32-       Eyüboğlu İ.Z. -ie- Sf. 240
33-       Dierl A.J. -ie- Sf. 47
34-       Mevlana Celaleddin Rumi - "Mesnevi" - Devlet Kitapları İstanbul 1973
35-       Fiş R. -ie- Sf. 85
36-       Fiş R. -ie- Sf. 178
37-       GÖLPINARLI Abdülbaki - "Yunus Emre" - Varlık Yayınları İstanbul 1971 Sf. 8
38-       ERGÜVEN Abdullah Rıza - "Yunus Emre" - Yaba Yayınları Ankara 1982 - Sf. 29
39-       BAYRAKDAR Mehmet - "Yunus Emre ve Aşk Felsefesi” - Türkiye İş Bankası Yayınları - Ankara 1991 - Sf. 21
40-       Bayrakdar M. -ie- Sf. 59
Sh: 113- 119
İtalya’da Eflatun Akademisinin önderliğindeki akademisyenlerin Yunan klasiklerini gün yüzüne çıkarması tüm yaşamda ve özellikle de bilim ve sanatda yeni bir atılımı beraberinde getirdi. Önde gelen temsilcilerinden birisinin Dante olduğu Ezoterik öğreti, yepyeni bir dönemin başlamasını sağladı. Bu dönem adını dahi Ezoterik öğretiden aldı; Rönesans. "Yeniden Doğuş" anlamına gelen Rönesans düşünürlerinin en büyük hedefi, Yunan- Roma uygarlığı ile Hristiyanlık arasında bir iletişim, bir ilişki kurmak ve iki uygarlığı aynı potada eriterek yepyeni bir dünya kurmaktı (1).
Bizans’dan İtalya’ya göç edenlerin beraberinde getirdikleri Yunanca eserler ile İtalyan manastırlarındaki Roma eserlerinin anlaşılır bir dille İtalyancaya çevrilmesi, ulusal bir edebiyat ve tarih anlayışının doğmasına yol açtı. Aynı dönemde Latince İncil de İtalyanca’ya çevrildi ve eski uygarlıklar ve Hristiyanlık arasında bir süreklilik olduğu ispat edilmeye çalışıldı. Bu arada matbaanın icad edilmiş olması, kitapların çok daha fazla sayıda basılmasını ve daha çok kişinin bunları okumasını sağladı. Böylece yeni düşünceler pekçok ortamda tartışılmaya başlandı ve bu tartışmalar sonucunda da yeni fikirlerin doğmasına imkân yaratıldı. Toplumdan ziyade birey ön plana çıktı ve giderek insani değerler, bütün diğer değerlerin üstünde tutulmaya başlandı.
Ezoterik doktrinin binlerce yıldan bu yana savunageldiği bu görüşleri kapsayan felsefi akıma "Hümanizm" adı verildi. Petrarca ve Boccaccio gibi Ezoterik düşünürler insanın evrenin merkezinde bulunduğunu, dünyanın insan ruhunu geliştirmek için bir araç olduğunu, ruhun hedefinin tanrıya ulaşmak olduğunu, kısacası Ezoterik öğretinin içeriğini kapsayan eserler yazdılar. Aynı konulan, kimisi Eflatun Akademisinin, kimisi diğer kardeş akademilerin üyeleri olan, Manetti, Erasmus, Mirandola, Monteign gibi düşünürler de işlediler. İnsanın üstünlüğü ve saygınlığı üzerine çeşitli yapıtlar ortaya koyan bu filozoflar, insanın yeryüzünde ve daha sonraki yaşamında kaderini belirleyecek yegâne şeyin tanrısal aşk olduğunu, insan ile tanrı arasında bozulmaz bir birlik olduğunu ifade etmekten kaçınmadılar.
Ezoterik doktrinin böyle açıkça ortaya konulması, Rönesans şiir ve sanat eserlerini yaratan hayal gücünün de aynı biçimde serbestçe kendisine yol bulmasını sağladı. Boccaccio, şiir ve dinin birbirlerini tamamladıkları iddiasıyla, kutsal kitabın aslında şiirsel bir dille ele alınmış olduğunu öne sürdü. Bu ve benzeri girişimler neticesinde, din dışı konuları işleyen şair ve yazarlar da, yaratıcılık vasıfları nedeniyle kutsal bir saygınlık kazandılar ve diledikleri konularda daha rahat çalışma olanağı buldular.
Hümanizm akımı ile insana, insan olmaktan gurur duyması öğretildi. Bu düşünce tarzı, Ezoterik öğretiyi bünyesinde barındıran Masonluk ile tüm Avrupa’ya kısa sürede yayıldı. Öğretinin güzellik arayışı tüm sanat dallarına yayıldı ve mükemmelliklerine bugün dahi ulaşılamayan yüzlerce eser doğdu. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Rafaello gibi üstadlarla Rönesans doruk noktasına ulaştı.
Tüm bu gelişmelerin neticesinde ortaçağın durağan düşünce sistemi yıkıldı. Yerine, akılcılığı ön plana çıkaran pozitif düşünce geldi. Rönesans felsefi bakımdan akılla inancı uzlaştıran bir sentez oldu.
Hümanizm ve Rönesans’ın etkileri, 15. yüzyıldan itibaren, genişleyerek 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu akımların giderek kendi çıkarlarını zedelediğini ve kurulu düzene darbe indirdiğini gören Papalık, 18. yüzyıldan itibaren özgür düşünceye karşı savaş açtı. Bilime büyük darbeler indirildi. Galile Galileo, "yazılı hükümlere aykırı bir öğretiden yana çok etkili kanıtlar taşıyan bir kitap yazdığı" için Engizisyon mahkemesinde yargılandı ve sapkınlık içinde olduğu gerekçesiyle afaroz ve hapis edildi.
Fransa’da Protestanların Katolikler ile barış içinde yaşamalarını öngören Nantes Fermam yürürlülükten kaldırıldı. 1757’de yayınlanan bir kraliyet fermanı ile dine saldıran, otoriteye karşı gelen tüm yazar ve yayıncıların ölüm cezasına çarptırılacakları duyuruldu (2).
Bu karardan on yıl sonra, sadece dini hoşgörüyü savunan Marmontel, "deizm ve ateizm gibi her çeşit suçu kışkırtıcı öğretilerin yansıra, Katolik kilisesinin temellerini sarsabilecek her türlü akımın bastırılması" gerekçesiyle ölüme mahkum edildi. Bu karar özellikle Ezoterik doktrini mahkum etmek için alınmış bir karardı. Ancak Ortaçağ artık bitmişti ve kilisenin karşısında suskun kitleler değil, dev düşünürler vardı. Protestan liderler Calas ve Sirven’in Papalıkça mahkum edilmeleri üzerine Voltaire, kilisenin adaletsizliğine karşı büyük bir kampanya başlattı. Toplumda derin yankılar uyandıran kampanya sonucunda Katolik kilisesi Protestan liderleri serbest bıraktı ve Protestanlara eski itibarları iade edildi.
Buna karşılık Papalık, Denis Diderot’un, adaleti doğruda, güzelde ve iyide arayan Ezoterik eseri Ansiklopedi’nin yakılmasına karar verdi. Voltaire Bastil’de kapatıldı. Hakkında tutuklama kararı çıkan Rousseau kurtuluşu kaçmakta buldu. Holbach’ın ''L’esprif'i (ruh), Felsefe Sözlüğü de yakılan eserler arasındaydı.
Engizisyon, karşısındaki filozofları sindirmek için sık sık şiddete başvurdu. Şövalye La Barre’in, ayin alayını selamlamamak ve Felsefe Sözlüğü gibi sakıncalı eserleri okumakla suçlanıp ölüme mahkûm edilmesi, dilinin koparılarak başının kesilmesi, cesedinin yakılması umulanın tam aksine filozofların birlik oluşturarak tepkilerini göstermelerine yol açtı. Voltaire, Papa için ”ezelim alçağı" derken, Montesquieu gibi ağırbaşlılığıyla ünlü bir adam dahi, "Papa, alışıldığı için karşısında boyun kırılan, modası geçmiş bir puttur" demekten kendisini alamadı (3).
1738’de Papalığın Masonları afaroz etmesi üzerine Voltaire, 80 yaşında olmasına karşın, kilise aleyhtarı kampanyalarda kendisine büyük destek sağlayan ve kendisiyle aynı inançları paylaşan bu insanlara bu kez kendisi destek vermek için Masonluğa girdi.
Voltaire, "Hoşgörü üstüne" adlı yapıtında, tüm insan haklarını ve bunun uzantısı olan hoşgörme hakkını savunurken, herkesin inançlarında özgür olduğunu, tüm insanların dinleri ne olursan olsun, kardeş olduklarını savundu. "Bir Türk, bir Çinli, bir Yahudi kardeşim mi oluyor böylece?" diye soran Voltaire, kendi sorusuna kendisi cevap veriyordu; "Elbette. Hepimiz aynı babanın, tanrının çocukları değil miyiz?”...
Voltaire gibi Diderot, Montesquieu, Lafayette, Boucher, Danton ve Pastoren de dönemin ünlü Masonlarıydı. Bu kadar ünlü filozof ve bilimadamının bir çatı altında biraraya gelmiş olmaları, Masonluğun dine karşı laik akımı ne denli desteklediğinin bir göstergesidir. Masonluğun, Papalığa karşı olan tutumu, Roma kilisesinin de Kardeşlik örgütü üyelerini mahkum etmesine neden oldu. Masonluğu mahkûm eden ilk emir Papa 12. Clemens tarafından 1738’de yayınlandı. Bu tarihten itibaren 13 değişik papa, 1884’e kadar, Masonları afaroz eden ve Masonluğu yasaklayan emirnameler yayınladılar. Papa 12. Clemens, 28 Nisan 1738 tarihli emrinde, hiçkimsenin Masonluğa veya benzeri bir örgüte üye olmamasını duyurdu ve üyelerin afaroz edileceğini açıkladı. Ardından gelen Papalar da, 13. Leo’ya kadar Masonluğu lanetleyen ve üyeler üzerindeki afarozu her seferinde yineleyen emirnamelerini yayınlamayı sürdürdüler (4).
Papa Clemens, Masonluğu mahkum ederken, bu müessesenin tüm dünyaya fenalıklar getireceği gibi anlamsız suçlamaların yanısıra, değişik din ve mezheplerdeki kişilerin biraraya gelmelerinin önüne geçilmez tehlikeler doğuracağı gibi ancak bağnaz bir kafa yapısının ürünleri olabilecek suçlamalarda bulunuyordu. Clemens’in en önemli gerekçesi de, "kendilerince malum olan doğru ve makul sebepler" idi.
Papalar ve Katolik devletlerin kralları, Masonların birbirlerine ketumiyet yemini ile bağlı olmalarından ve toplantılarının gizli yapılmasından endişe duyuyorlardı. Bu endişelerinin yersiz olmadığını tarihi gelişmeler ortaya koydu.
Fransa’da büyük devrimin gerçekleştirilmesi ve sistemin giderek laikleştirilmesinde, İtalya’da Papalığın etkinliğine son verilmesi, milli birliğin sağlanması ve yine sistemin laikleştirilmesinde hep Masonlar en önemli rolü oynadı.
Devlet yönetiminin Papalığın ve Katolik kilisesinin etkisi altından çıkartılmasında dönüm noktası olan kararlardan birisi 1714 yılında İngiltere’de alındı. Bir yasa çıkartılarak, herhangi bir Katolik hükümdarın İngiltere tahtına çıkması yasaklandı. Böylece İngiltere, Roma’nın yoğun baskılarından kurtulmayı başardı. Yeni kanunla ortaya çıkan bu özgür ortam Masonların kendilerini güvencede hissetmelerini sağladı ve onlar da dış dünyaya kapılarını daha çok açtılar. Bu tarihte Templierler ve diğer şövalye örgütü üyeleri, Rose Croix’lar, Royal Society yandaşları Mason localarına üye bulunuyorlardı. Bunlara, asli meslekleri Duvarcılık olmadığı ve örgüte sonradan katıldıkları için "Kabul Edilmiş Mason" (Accepted Mason) denilmekteydi.
Öte yandan dünyadaki teknolojik gelişmeler Masonluğun Operatif kolunu olumsuz etkilemekteydi. İnşaat yapımı ile ilgili daha önce birer sır olarak saklanan bilgiler, giderek sır olmaktan çıktılar ve okullarda okutulan bilim dallarının konuları haline geldiler. Bu durum, adlarına sonradan "Operatif Mason" denilen inşaat ustalarına, okul mezunu ve örgüt üyesi olmayan yeni rakiplerin çıkmasına neden oldu. Zamanla bu ustalar iş bulmakta zorlanır oldular. Operatif Masonların son büyük faaliyetleri Londra’da oldu. 1666 yılında Londra’da meydana gelen büyük yangın sonrası inşaat sektörünün canlanması ile tüm Avrupa kıtasındaki Mason ustalara iş bulma imkanı doğdu. Ancak şehrin yeniden imarından sonra yine yapılacak iş kalmadı ve Masonluğun el emeğine dayalı Operatif kolu giderek yok olmaya başladı. Bu aşamada devreye Kabul Edilmiş Masonlar girdi. Locaların fikri çalışmalarına katılan bu Masonlar önceleri azınlıktaydılarsa da, giderek sayıca çoğaldılar. Mesailerinin kol işçiliğine değil, kafa işçiliğine yani fikri çalışmaya dayanması nedeniyle kendilerine "Spekülatif Masonlar" adını uygun gören Kabul Edilmiş Masonlar, 1703 yılında bir karar yayınlayarak, bundan böyle Masonluk ayrıcalıklarının yalnızca yapı işçilerine özgü olmayacağını, dileyen herkesin localara üye olarak bu ayrıcalıklardan yararlanabileceğini duyurdular.
İngiltere’de Protestanlığın ağır basması ve Katolik kilisesinin baskılarının yok olmasından sonra Anglikan Masonlar, locaların düzenliliği hakkında karar verebilecek ve yeni localar açabilecek yüksek bir merci kurmaya karar verdiler. Böylece 1717 yılında dört Londra locası, İngiltere Büyük Locası’nı kurdular (5).
Büyük Loca’nın yeni yasasım, bir Protestan rahibi olan James Anderson yazdı. Bu yasanın yazılmasına bir başka Protestan rahip, Desagulier de yardımcı oldu. Royal Society üyesi olan bu rahip, ünlü bilgin Newton ile de yakm arkadaştı. Anderson Yasaları adıyla anılan bu yasanın ilk bölümünde, "Bir Mason, taşıdığı sıfatlar nedeniyle ahlak kurallarına boyun eğmek zorundadır ve hiçbir zaman bir Tanrıtanımaz (Ateist) ya da Dinsiz (Deist) olamaz" denilmektedir.
1815 yılında İngiltere’de yeni bir Büyük Loca Yasası yayınlandı ve tanrı ve din hakkındaki ilk bölüm şöyle değiştirildi;
"Sıfatı dolayısıyla bir Mason ahlak kurallarına uymakla görevlidir. Eğer mesleği iyi anlamışsa, hiçbir zaman bir tanrıtanımaz ya da dinsiz olmayacaktır. Tanrının herşeyi insanlardan daha başka türlü gördüğünü o, herkesten daha iyi anlamak durumundadır. Çünkü insan dış görünüşü görür, tanrı ise gönülleri. Bir insan, dini tapınış tarzı ne olursa olsun tarikatten çıkarılmaz. Yeter ki, yerle göğün yüce mimarına inansın ve ahlakın kutsal görevlerini yerine getirsin" (6).
Bu yasa ile, Hristiyanların yanısıra Yahudi ve Müslümanların da örgüte katılmaları mümkün oldu. Böylece Masonluk, özgür düşüncenin filizlendiği her ülkede varlığını gösterdi ve tüm dünyaya yayıldı.
17. yüzyılda Masonluk, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya’da Katolik kilisesinin yoğun baskıları ile teknolojik ilerlemenin getirdiği işsizlik gibi nedenlerle son derece zayıflamış bulunuyordu. İngiltere ve İskoçya’da ise durum daha farklıydı. Her iki ülkede de Kabul Edilmiş Masonların fazlalığı örgütün varlığını ve gücünü sürdürmesini sağlamıştı. 1649 yılında İngiltere kralı I. Charles’ın kafasının kesilerek idam edilmesinden sonra, dul eşi kraliçe Henrietta doğduğu ülke olan Fransa’ya döndü. Kısa bir süre sonra çok sayıda İskoç soylusu da onun yanına geldi. Bu soyluların büyük bölümü Kabul Edilmiş Masondu (7). Bunlar, Stuart hanedanının İngiltere tahtını yeniden eline geçirmesi için faaliyetlerini, Fransa’da kurdukları Mason localarında gerçekleştirdiler. Bu locaların bir kısmı askeri nitelikliydi ve Stuartların İngiltere tahtına dönüş şansı kalmayınca bu askeri localar Fransız ordusuna katıldılar. Böylece Fransız ordusunda Masonluk yayılmaya başladı. Askeri İskoç localarının yanısıra sivil localar da, Fransa’da önceden varolan localar ile birleşerek, mesleğin tüm ülkede yayılmasını sağladılar. Eski geleneklere ve yüzlerce yıldır uygulanagelen ritüellere dayanan bu Masonluğa, Avrupa kıtasındaki yeni yayıcılarına atfen, "İskoç Masonluğu" denildi. İngiltere’de 1717’den itibaren uygulanmaya başlanan Masonluk üç derece üzerinden çalışmaktaydı. Buna karşılık İskoç Masonluğunda derece sayısı 25’di. Bir diğer farklılık da, İngiliz Masonluğu yanlısı localar, İngiltere Büyük Locasından berat alarak, düzen içinde kurulurken, İskoç locaları eski gelenekler uyarınca, herhangi bir merciye dayanmadan, kendiliğinden kuruluyorlardı.
İngiltere Büyük Locası’na karşılık Fransız locaları aynı statüde bir merciye kavuşmak için 1736 yılında Fransız Büyük Locası ayarında, "Grand Orient" adını verdikleri bir üst kuruluş oluşturdular. Fransa’da, bu bağımsız Fransız kuruluşunun yanısıra, İngiltere Büyük Locası’ndan berat alan bir Fransız Büyük Locası da kuruldu.
İskoç Masonluğu 1761 yılında Amerika’da yayılmaya başladı. Bu kıtada İskoç Riti’ne sekiz derece daha ilave edildi ve tüm dünyanın da kabulü ile İskoç Riti Masonluğu 33 derece olarak benimsendi (8).
O dönemde, Masonluğun kökenleri hakkında en önemli konuşma, Şövalye Ramsay tarafından gerçekleştirildi. Bir İskoç soylusu olan ve Stuartlarla birlikte Fransa’ya geçen Ramsay, 1737 yılında Grand Orient’de, Masonluğun geçmişi hakkında aydınlatıcı bir konuşma yaptı. Masonluğun Templierler’e dayandığını ve onların sayesinde kardeşlik örgütünün tüm Avrupa’ya yayılmış olduğunu söyleyen Ramsay, "Tarikatımızın kökleri, Kudüs Sen Jan Şovalyelerindedir. O gün bu gündür localarımız Sen Jan Locaları adını taşırlar" dedi. Ramsay, ünlü konuşması sırasında, birçok Avrupa ülkesinde gerilemiş olan Masonluğun, Templierler sayesinde İskoçya’da canlılığını korumuş olduğunu da hatırlattı.
Fransız devrimi öncesi Masonluk bu ülkede son derece yaygınlaşmış durumdaydı. Birçok aristokratın yanısıra, burjuva önde gelenleri ve fikir adamları da locaları devam etmekteydiler. Localarda yürütülen fikri çalışmalar sayesinde, Masonluğun temel ilkeleri olan insanların özgürlüğü, kardeşliği ve eşitliği, Fransız ihtilalinin de bayrağı haline geldiler. Devrimin fikir babaları Bailly, Talleyrand, Brissot, La Fayette, Mirabeau, Condorcet birer Masondular. Bazı kaynaklar Danton ve Robespier’in de Mason olduklarını savunmaktadır. 1789 ihtilalinde Masonluğun örgüt olarak bir etkinliği görülmediyse de, ihtilalin oluşumu için ana kadrolar dahi localarda hazırlanmıştı (9). Devrimciler, locaların gizliliği içinde biraraya gelerek, ihtilalin alt yapısını oluşturdular. Ayrıca, localarda yapılan aralıksız laiklik propagandası da, insanları dini her türlü reformu gerçekleştirmeye hazırladı. Nitekim 1793’de, ülkedeki tüm kilise ve tapınakların kapatılması, bütün dini inançların önlenmesi gibi aşırı bir karar dahi alınabildi. Kilise açılmasını isteyenlerin tutuklanması, rahiplerin her türlü kamu görev ve haklarından men edilmesi öngörüldüyse de, Danton ve Robespier’in girişimleri ile bu sert tedbirlerden vaz geçildi. İnanç özgürlüğüne karşı her türlü şiddet hareketinin ve baskının yasaklanması ile yetinildi. 1794’de devrim konvansiyonu devletle kiliseyi ayırdı. Bir yıl sonra, isteyenlerin kiliselerden fayadalanabilmeleri, dileyenlerin de her türlü dini ibadetten uzak yaşayabilmelerini öngören inanç özgürlüğü kanuna bağlandı.
Fransa’da Katolik kilisesi karşıtı güçlü lobi, devrim sonrasında gelen direktuvarlık dönemi boyunca da etkinliğini sürdürdü. Bu dönemde Jakobinler’in kiliseye ağır bastıkları görüldü. Napolyon’un gelişi ile durum tersine döndü. Katolikler imparatorluk süresince ağırlıklarını hissettirdiler. İmparatorluk sonrasında ise, taraflar arasındaki mücadele, herhangi birisinin kesin üstünlüğü olmaksızın sürüp gitti. Bu arada Mason localarındaki Katoliklerin sayısı giderek azaldı. 1877 yılında Grand Orient, locaların "Evrenin Ulu Mimarı" onuruna çalışmaları zorunluluğunu kaldırdığını açıkladı. Bu karar üzerine İngiltere Büyük Locası, Fransız Grand Orient’i ile tüm ilişkilerini derhal kesti ve bu kuruluşu düzenli olarak tanımadığını dünyaya duyurdu. Böylece Fransız Masonluğu, evrensel Mason topluluğu ile ayrı düşmüş oldu (10).
Fransız Masonluğunun 1877 kararında, 1848 devriminin etkisi büyük olmuştur. 3. Napolyon’un düşüşünden sonra kurulan üçüncü cumhuriyette ülkeyi yönelenlerin büyük çoğunluğu Masondur ve Katolik kilisesinin baskılarından bıkıp usanmış durumdadırlar. Fransa’da basın özgürlüğü Masonlar sayesinde mümkün olur. Victor Hugo, cumhuriyet parlementosunda verdiği ünlü söylevinde tüm gücüyle ruhban smfına yüklenir ve, "Yıldızların düşmediğini söylediği için Prinelli’yi dövdürten, kanın vücutta dolaştığım ispatladığı için Harvey’e işkence eden onlardır. Galile’yi, Kristof Colomb’u zindana attıran, Pascal’ı, Monteigne’i, Molier’i din ve ahlak adına afaroz eden onlardır. Fransa’nın üçyüz yıldır yaydığı büyük ışık onları rahatsız ediyor. O ışık akıldan müteşekkildir. Gerçek mümin benim ey rahipler, sizler dinsizsiniz" der.
İşte Fransız Masonları, bu ruh hali içinde, aralarına Deisl inançta olanların da katılmasını sağlamak amacıyla, Evrenin Ulu Mimarı’na inanma zaruretini kaldıran bir kararı onaylamışlar ve Ezoterik öğretiye ters düşmüşlerdir.
Tüm bu çabalara karşın Fransa’da ilköğretimin laikleştirilmesi ancak 1879’da mümkün oldu. Kilise’nin öğretim yapması 1904’de yasaklandı ve devlet ile din işleri de 1905’de ayrılabildi. Nihayet 1907’de de laik yasaların dokunulmazlığı kanuna bağlandı.
İtalya’da Masonluk, Fransa’dakine benzer bir yol izledi. Dante’nin, Boccacio’nun ve diğer Ezoterik doktrin yanlısı düşünürlerin yurdu İtalya’da, sırlar öğretisi, bir geleneksel miras olarak Pisagor’dan bu yana varlığını sürdürüyordu. Ancak, Katolik kilisesinin merkezinin Roma olması dolayısıyla Papalığın yoğun baskıları kendisini en çok İtalya’da hissettirdi. Rönesans’ın beşiği olan bu ülkede 17. yüzyıla gelindiğinde Masonluk neredeyse tamamen silinmiş durumdaydı. Masonluğun canlanışı, Fransa’da olduğu gibi İtalya’da da Stuart hanedanı yandaşlarının bu ülkeye gelmeleri ile başladı. İskoç Ritme bağlı ilk loca bu yüzyılın ikinci yarısı içinde kuruldu. Geleneksel alt yapısı hazır olan
Masonluk İtalya’da hızla yayıldı ve Katolik kilisesinin karşısındaki doğal yerini aldı (11).
İtalya üzerinde 1713 yılına kadar süren İspanyol egemenliği Katolik kilisesinin güçlenmesini, Engizisyonun kurumlaşmasını ve Rönesans’ın hızını yitirmesini sağlamıştı. Avusturya ve Fransa hakimiyetlerinin ardından 1814 yılında, Napolyon’un devrilmesi üzerine İtalyan devletleri yeniden ortaya çıktılar. Napoli krallığı, Sardunya krallığı ve Papalık devleti bağımsızlaştı. Ancak Toscana, Parma ve Modena Avusturya’ya bağlı hanedanlar tarafından, Lombardia-Venedik krallığı da doğrudan Avusturya tarafından yönetiliyordu. Trentino, İstria ve Trieste gibi İtalyan topraklan ise, Avusturya İmparatorluğu topraklarına dahil edilmişti.
Avusturya işgaline ve müdahalesine karşı İtalyan aydınlarının kurduğu Carboneria teşkilatı ile ülkede oldukça güçlenmiş bulunan Masonlar bir ittifak meydana getirdiler ve İtalya’nın birliği ve bağımsızlığı için mücadeleye başladılar. Bu mücadele 1848 yılına kadar sürdü. Papalık, karşısındakilerin özgür düşünceli ve laik olduklarının, kendi emirlerini kesinlikle dinlemeyeceklerinin bilinciyle İtalyan Birliği fikrinin karşısında yer aldı. Papaların en büyük korkusu, egemenlikleri altında bulunan son toprakların da ellerinden gitmesiydi.
Papalığın yoğun baskılarının yanısıra, Avusturya orduları ile yapılan savaşlar neticesinde Carboneria teşkilatı giderek zayıfladı ve 1831 yılında yokoldu. Örgüt mensuplarından hayatta kalanlar, dava arkadaşları olan Masonlara katıldılar ve bundan sonra birlik için kiliseye karşı mücadeleyi tek başına Masonlar verdi.
1848’de Paris’deki Şubat devrimi, yine aynı yıl Viyana’daki Mart devrimi İtalya’da da ulusal birlik devriminin başlamasına yol açtı. Birlik için savaşlar 1861 yılma kadar devam etti. Bu tarihte, Fransa himayesindeki Roma-Papa devleti toprakları hariç tüm İtalyan devletleri birleştirildi ve İtalya krallığı doğdu.
Garibaldi, Cavour, Emanuel I, Mazzini gibi birlik için savaşan liderler hep Mason’dular. Bu aydınlar, birleşmeye karşı çıkan kilisenin karşısına Masonluk ilkeleri ile çıktılar. 1786’da, Papanın da desteği ile Avusturya kraliçesi Maria Teresa İtalya’da Masonluğu yasaklamaya kalkıştı. Ancak bu ülkede Masonluk geleneğinin temelleri çok derindeydi. Pisagor Akademisi, Roma Collegiaları, Gilde’ler, ilk Mason locaları, Eflatun Akademisi, Rönesans hep bu topraklarda doğmuştu. Bu nedenle Masonluk, Katoliklerin yoğunluğuna rağmen halk arasında da belli bir sempatiyle karşılanıyor ve milli duygulara hitap etmeleri yüzünden de büyük destek buluyordu. Fransız Masonlarının da yardımı ile Avusturya kraliçesinin girişimi başarısız kaldı.
1848 yılında Papa 9. Pius, İtalya’nın bağımsızlığı için Avusturya’ya-savaş ilanını reddedince, Masonlar Roma’da bir ayaklanma başlattılar. Papa Roma’dan kaçmak zorunda kaldı. Ancak Fransız kuvvetlerinin Roma’yı ele geçirmelerinden sonra Pius kente geri dönebildi. 1870 yılında Fransa, Almanya ile savaşa girişince Fransız kuvvetleri Roma’dan çekildi. O tarihte kurulmuş bulunan İtalyan krallığına ait birlikler kente girdi. Roma’nın kraliyet birliklerince alınması üzerine Papa Vatikan şehri surlarının arkasına çekildi ancak, yenilgiyi içine sindiremedi ve Masonluğu lanetleme kampanyasını sürdürdü. Pius’dan sonra Papalığa gelen 10. Leo da, yeni rejimi onaylamadığını göstermek için İtalya Katoliklerine kraliyet parlamentosu seçimlerine katılmalarım yasakladı. Ancak, bu karar neticesinde Katoliklerin politik zeminde hiçbir etkinlikleri kalmamış oldu.
İtalyan birliğini sağlayan ve iktidarı ellerine alan Masonlar, başta laik bir devlet sistemi olmak üzere birçok alanda Masonik inançları yaşama uyguladılar. Örneğin, ilk demokratik ceza kanunu olarak kabul edilen İtalyan Ceza Kanunu’nu hazırlayan Zanardelli bir Masondu ve hayata geçirdiği kanun birçok Masonik ilkeyi kapsıyordu. Zanardelli, bu kanunla dinler arasında hiçbir ayrım gözetmeyerek din özgürlüğünü kabul etmesinin yanısıra, bu özgürlüğe karşı çıkacakların da cezalandırılmalarım öngörmüştür.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Masonluk, kuruluş gününden itibaren etkili olmuştur. Bağımsızlık için mücadele eden liderlerin ve Amerika anayasasına imza atanların neredeyse tamamı Masondur. Bugüne kadar işbaşına gelen Başkanların büyük çoğunluğu da Masondur ve Mason olmak büyük bir onur ve sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Bu ülkede halen, her eyalette birer tane olmak üzere 50 Büyük Loca ve 4 milyona yakın Mason bulunmaktadır. Masonluk bu ülkede o denli yaygındır ki, Iowa eyaletinde bir kentin adı dahi "Mason City" dir. Bu ülkeyle ilgili bir diğer ilginç Masonik bilgi de, astronot Edwin Aldrin’in Ay’a bir Masonik plaket yerleştirmiş olmasıdır. Aldrin 1969 yılında, Masonluğun evrenselliğinin sembolü olarak, Teksas Büyük Locası tarafından hazırlanmış ve Ay’ın bu locanın Juridiksiyonu içine alındığını belirten bir levhayı dünyanın uydusuna bırakmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da Masonlar oldukça önemli rol oynamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ilk Mason locasının kuruluş yılı olarak 1738 tarihi verilmektedir. Bu tarihten, ilk ulusal Yüksek Şura’nın kuruluş yılı olan 1909’a kadar Osmanlı topraklarında yabancı Büyük Loca veya Yüksek Şura’lara bağlı 23 locanın çeşitli dönemlerde faaliyette bulundukları bilinmektedir. Yabancı obediyanslara bağlı bu localarda, başta Sultan 5. Murat olmak üzere, şehzade Nurettin ve Kemalettin efendiler, Namık Kemal, Mithat Paşa, Fuat Paşa, Talat Paşa, Ahmet Vefik Paşa gibi ünlü kişiler ve sadrazamlar Masonluğa katılmışlardır (12). Başta Mithat Paşa olmak üzere bu kişilerin yoğun çabalan sonucunda 1876’da Meşruti idare kurulmuştur. Ancak Sultan Abdülhamid, iki yıl sonra, 1878 yılında meclisi feshederek Meşrutiyeti yürürlülükten kaldırmış, önde gelen liderlerini, bu arada Mason ileri gelenlerini sürgün etmiştir.
Padişahın mutlak egemenliğine karşı çıkan aydınlar, 1899 yılından itibaren yurt içinde ve yurt dışında örgütlenerek, Jön Türkler adı altında muhalefete başladılar. Masonların gücünü arkasına alarak tahta çıkmış olan Abdülhamid, tüm yetkileri eline almasının hemen ardından tam bir Mason düşmanı kesildi. Masonları dinsizlik ve tanrıtanımazlıkla suçlama konusunda Katolik kilisesi ile özdeşleşen Abdülhamid yine de yönetimi süresinde Mason localarının faaliyet göstermelerine ses çıkartmadı. Bunda iki neden etken olmuştu. Öncelikle Sultan Abdülhamid çok kuşkucu ve kurnaz bir kişiliğe sahipti ve Mason localarını kapatması halinde tüm Masonların yeraltına çekilerek, kendisi aleyhinde daha yoğun çaba harcayabileceklerini hesaplamıştı. Bunun yerine locaların açık kalmasını ve hafiyeleri vasıtasıyla sürekli denetim altında olmalarını sağladı. Abdülhamid’in bu yöntemi özellikle İstanbul’da son derece etkili oldu ve İstanbul Masonları istibdat dönemi boyunca hiçbir varlık gösteremediler. İkincil olarak Osmanlı yönelimi ekonomik açıdan dışa tamamıyla bağımlı hale gelmişti. Abdülhamid, Mason localarını kapatması halinde, yabancı ülkeler Masonlarının büyük baskıları altında kalabileceğini, bunun da alınacak ekonomik yardımları etkileyeceğini hesaplamıştı (13).
İstanbul Masonlarının pasifliğine karşın, Balkan yarımadasında ve özellikle de Makedonya’da Mason locaları son derece etkili bir konumdaydılar.
Balkanlar’daki karışık durum ve ulusal nitelikli ayaklanmalar nedeniyle Sultan’ın hükmü Makedonya’da geçmiyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında Makedonya’da biraraya gelen Jön Türkler, Fransız devrimcileri ve İtalyan birlikçilerini örnek alarak, toplantılarını Mason localarında yapmayı, gizliliklerinin korunması açısından daha uygun buldular. İttihat ve Terakki’nin öngördüğü program ile Masonik ilkeler arasında bir noktaya kadar uyum olması, birleşmeyi daha kolaylaştırdı. İttihat Terakki’nin önde gelenleri, başta Talat Paşa olmak üzere localarda örgütlendiler ve yönetime karşı yürütecekleri stratejiyi sapladılar (14).
İttihat ve Terakki liderlerinin en yoğun biçimde üyesi oldukları loca, Selanik’te çalışmakta olan, İtalyan Obediyansına bağlı Makedonya Rizorta (Yeniden Doğan Makedonya) locasıydı. Kurucusu, Voltaire’ci, özgür düşünceli bir Yahudi olan Baruh Kohen’di. Yahudiler, diğer Balkan milletlerinin aksine, Osmanlı uyruğunda kalmayı kendi çıkarları açısından daha uygun buldukları için, Türk aydınları ile birlikte çalışıyorlardı. Bu nedenle de, Makedonya Rizorta locasında İttihat Terakki üyelerinin yanısıra, çok sayıda Yahudi de vardı.
Yahudi Masonların İttihat Terakki’çilerle bu denli yakın olmaları, dinci çevrelerin tepkisine yol açtı ve Masonluğun Yahudi amaçlarına hizmet etmekte olduğu gibi ciddiyetten uzak bir iddia öne sürüldü. Musevi dininde kullanılan bazı sembollerin, aynı kökenden alınmış olması sebebiyle Masonlukta’da kullanılıyor olması, bu çevreler için yeterli bir kanıttı.
Böylece, İslamiyet’in Sünni kolu ile Hristiyan Katolikleri Masonluğu suçlama kampanyasında aynı noktaya gelmiş oldular.
Osmanlı Masonları ile Batıni doktrinlerin bir diğer savunucuları olan Bektaşiler arasında Abdülhamid döneminde gözle görülür bir dayanışma vardı. Selanik’teki Masonlar toplantıları için Bektaşi tekkelerinden yararlanırlarken, Tevfik Bey gibi bir Bektaşi Babası da Masonluğa katılarak, iki örgüt arasındaki iletişimi sağladı (15).
İttihat ve Terakki, ordu subayları arasında hızla yaygınlaştı. İttihatçılarla yakın temas içinde olan Mustafa Kemal’in de Selanik’te bir Mason locasına katılmış olduğu ancak, devamsızlık nedeniyle bir süre sonra üyelikten çıktığı sanılmaktadır. İttihat Terakki’nin yoğun çabaları neticesinde Sultan Abdülhamid, 1908 yılında Meşrutiyeti yeniden ilan etmek zorunda kaldı. Cemiyet, aynı yıl yapılan seçimlerde mecliste büyük çoğunluğu sağladı. Buna karşılık dinciler bir yıl sonra, 1909’da İstanbul’da bir ayaklanma başlattılar. Ayaklanmayı bastırmak için Selanik Hareket Ordusu birlikleri İstanbul’a girdi ve dinci çevrelerle sıkı ilişkide bulunan Abdülhamid tahttan indirildi. Bu arada, aynı yıl ilk ulusal Mason Yüksek Şurası kuruldu ve ülkedeki bütün localar bu Yüksek Şuıa’ya bağlandı (16).
1. Dünya Savaşı sonrasında imparatorluğun dağılma süreci içerisinde Mustafa Kemal Paşa tarafından başlatılan Kurtuluş savaşında İttihat Terakkicilerin, cemiyet olarak önemli bir fonksiyonları olmadı. Ancak, savaşın başındaki Kuvayı Milliyeci lider kadro, İttihat Terakki ve Mason ocaklarında yetişmiş kişilerdi ve aynı inancı paylaşıyorlardı; Özgürlük.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk Başbakanı Rauf Orbay, yine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başbakanlarından Ali Fethi Okyar, General Kazım Karabekir, General Kazım Özalp, Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri Şükrü Kaya, ilk hükümetin İçişleri Bakanı General Refet Bele, yine Atatürk dönemi Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, bir diğer İçişleri bakanı Mehmet Cemil Uybadın, Türkiye’nin ilk Washington Büyükelçisi Muhtar Tahsin ve Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Milletvekili Cevat Abbas Gürür’ün birer Mason olmaları, Masonik inançların Kurtuluş savaşı ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ne denli etkin olduğunu göstermektedir. Atatürk ve kadrosu, Rönesans ve Reform neticesinde Hristiyan dünyasında gerçekleştirilen aydınlanmayı bir Müslüman ülkede, Türkiye’de gerçekleştiren ve laik sistemi başarıyla uygulamaya koyan ilk kadro olmuşlardır. Saltanat ve Hilafet kaldırılmış, Türkiye çağdaş uygarlığı ve gerçek demokrasiyi yakalayabilen yegâne Müslüman ülke konumuna ulaşmıştır. Masonluk bugün, özgür düşünceye dayalı diğer demokrasilerde olduğu gibi Türkiye’de de laik ve demokratik sistemi korumak için üzerine düşeni yapmaktadır.
Kaynakça
1-         BAYET Albert - "Dine Karşı Düşünce Tarihi" - Broy Yayınları İstanbul 1991 - Sf. 45
2-         Bayet A. -ie- Sf. 74
3-         Bayet A. -ie- Sf. 65
4-         ÜLKÜ Faruk, YAZICIOĞLU A. Semih - "Dünyada ve Türkiye’de Masonluk" - Başak Yayınevi - İstanbul 1965 - Sf. 55
5-         NAUDON Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk" - Varlık Yayınları - İstanbul 1968 - Sf. 50
6-         Naudon P. -ie- Sf. 52
7-         BOUCHER Jules, NAUDON Paul - "Masonluk Bu Meçhul" - Okat Yayınevi - İstanbul 1966 - Sf. 21
8-         Naudon P. -ie- Sf. 76
9-         Ülkü F. -Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 47
10-       Naudon P. -ie- Sf. 95
11-       Ülkü F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 43
12-       SOYSAL İlhami - "Türkiye’de ve Dünyada Masonluk ve Masonlar" - Der Yayınları - İstanbul 1978 - Sf. 382
13-       KOLOĞLU Orhan - "İttihatçılar ve Masonlar" - Gür Yayınları İstanbul 1991 - Sf. 72
14-       Koloğlu O. -ie- Sf. 26
15-       Koloğlu O. -ie- Sf. 41
16-       Ülkü F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 294
Sh: 139-153
Ezoterik doktrin Masonluk’da daha 1. derece olan Çırak derecesinde inisiyelere verilmeye başlanır. Locanın yöneticisi olan Üstadı Muhterem toplantıyı açarken, "Bir Mason arasıra günlük hayatın kaygılarından uzaklaşmalı ve düşünceye dalmalıdır. İşte o zaman düşüncelerimiz, Evrenin Ulu Mimarı dediğimiz Yüce Varlığa doğru yükselmeye başlar. Dileriz ki, o Yüce Varlıkla aramızdaki mesafeyi daha çabuk aşabilmek için ortak çalışmalarımız bize yeni kuvvetler versin" der. Bu açıklamadan da görüldüğü gibi Masonlukta hedef hakikate varmak, Yüce Varlığa erişmektir.
Locanın doğusunda, Üstadı Muhterem kürsüsü arkasında bir Güneş, bir Ay ve her ikisinin ortasında da Üçgen içinde bir Göz sembolü bulunmaktadır. Naacal ve Hermes öğretilerinde gördüğümüz gibi Güneş, tanrının eril sembolü, Ay da dişil sembolüdür. Üçgen içindeki göz ise, tanrının gözünün daima insanlar üzerinde olduğunu remzetmektedir. Diğer Ezoterik ekollerde olduğu gibi Masonlukta da başkan, yani Üstadı Muhterem, tanrısal iradenin loca içerisindeki ifadesidir. Bu nedenle kendisine mutlak itaat zaruridir. Üstadı Muhterem, güneşin doğuşuna atfen, doğuda oturur. Bir loca sembolik olarak, güneşin ilk ışıklarının ortaya çıktığı, yani tanrısal aydınlanmanın var olabildiği anda çalışmalarına başlar.
Masonlar, tüm insanlık için bir ülkü mabedi yapmak amacıyla çalışırlar. Masonluğun bu görevi ancak tüm insanların mükemmele ulaşmaları ile son bulacaktır. Masonlara göre tanrının insanlara verdiği en büyük vasıf Akıldır. İnsanlar akıllarını kullanarak İyiyi, Doğruyu ve Güzeli aramakla yükümlüdür. Mason mabedi üç sütun üzerinde ayakta durmaktadır. Bunlar, Akıl, Kuvvet ve Güzelliktir. Çalışmalar sona erdirilirken kardeşlerin en büyük dileği Kardeşlik Sevgisi’nin tüm dünyaya yayılmasıdır.
Masonluğa giriş töreni de, Ezoterik doktrin yanlılarının kendi örgütlerine girişte asırlardan bu yana kullandıkları yöntemlerin- bir sentezi durumundadır. Aday önce hertarafı kapalı bir hücreye alınmakta ve düşünceleriyle başbaşa bırakılmaktadır. Bu odada, eski Simyacıların ve Şövalyelerin kullandıkları "Vitriol" kelimesi dikkati çeker (1).
Aday daha sonra, gözleri bağlanarak törenin yapılacağı mabede götürülür ve burada Dante’nin İlahi Komedisinde anlattığı gibi üç sembolik yolculuk yaptırılır (2). Yolculuk başlamadan önce adaya tanrıya inanıp inanmadığı sorulur. Aday ancak tanrıya olan inancını teyid ederse törene devam edebilir. Aksi halde, geri çevrilir. Zaten adayın tanrıya inancı, kabulü için doldurduğu istek formunda da araştırılmış ve tanrıya inanan bir insan olduğunun görülmesi üzerine merasime davet edilmiştir.
Mabetdeki ilk yolculuk oldukça zordur ve sonunda aday Su sınavına tabi tutulur. Daha kolay olan ikinci yolculuğun sonunda Ateş sınavı, çok kolay olan üçüncü yolculuğun sonunda da Toprak sınavı vardır. Eski çağlarda son derece çetin olan bu sınavlar, uygarlığın gelişimi doğrultusunda giderek kolaylaşmış ve günümüzde sembolik birer konuma gelmişlerdir. Yolculuklardan sonra adaya, yok olmak veya ölümün ötesine geçmenin ken-di elinde olduğu hatırlatılır ve kendisine verilecek tüm sırları saklı tutacağına dair yemin ettirilir. Ketumiyet yemini her derecede yinelenmektedir. Yemin, Evrenin Ulu Mimarı’nın adını anarak ve Kutsal Kitaplar üzerine el konularak yapılır. Daha sonra adayın gözlerindeki bağ açılır ve hakikatin nurunu görür. O artık bir Çırak Masondur.
Mabedin ortasında bulunan yemin kürsüsünün üzerinde her üç semavi dinin, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın Kutsal Kitapları bulunur. Her üç kitabın varlığı, Masonluk için dinler arasındaki ikincil farklılıkların öneminin olmadığını, yegane gerçeğin tanrının varlığına inanmak olduğunu gösterir. Kitaplar çalışma sırasınca açık tutulur. Bu da, tüm dinlere karşı Masonluğun hoşgörüsünün ifadesidir. Üstadı Muhterem, çalışma başlarken, Hakikatin Nurunun çalışmaları aydınladığını ifade eder.
Kutsal kitapların varlığı, hangi dinden olurlarsa olsunlar Masonların tek tanrıya inandıklarını gösterir (3).
Locanın görevlilerinden Hatip, yeni Çırağa hitaben yaptığı ilk konuşmada, görevinin her türlü noksanlık ve kusurlardan kurtulmak olduğunu, bunu başarmak için Masonluğun kendisine yardımcı olacağını belirtir. Birey daima kendini kontrol etmeli ve bu sayede doğruya, iyiye ve güzele yönelerek sürekli tekâmül etmelidir.
İnisiasyon töreninin amacı yeni üyede içsel sezgiyi uyandırmak ve bilgilenmek için çaba harcaması gerektiğini göstermektir. A. Makey’in belirttiği gibi, Masonluk üyelerinin zihinlerinde var olan ışığı ortaya çıkarmak amacındadır. Bu nedenle Masonlar kendilerini, "Işığın Çocukları" olarak da nitelendirirler (4).
Yeni Çırağa adım adım verilen öğretide Semboller Dili kullanılır. Bu çok eski ve evrensel öğretim yöntemi sayesinde, sembollere her çağda, çağın gerektirdiği anlamların yüklenebilmesi ile Ezoterik doktrin hiçbir zaman çağdaşlıktan ve akılcılıktan uzaklaşmamıştır.
inisiasyon töreni Masonun tanrıya ulaşmasındaki ilk adımdır. Masonluğun hedefi üyelerini tekâmül ettirmektir. Ancak bu tekamül, her bireyin kendi kapasitesi ile sınırlıdır. Eski bir deyişle, Masonluk bir denizdir ancak her Mason ondan, kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su alabilir.
Sen Jan, "Tanrı senin içindedir" der. Nitekim Hristiyan Masonlar yeminlerini Sen Jan’ın İncili Yoanna üzerine yaparlar. Hristiyan dünyasında ayrıca, ilk üç derece localarına "Sen Jan locaları" da denilmektedir. 1742 yılında yayınlanan bir kitapta, yabancı bir Masonu tanımak için sorulan "Nereden geliyorsun?" sorusuna verilen cevabın, "Sen Jan Locasından" şeklinde olduğu görülmektedir. Daha önce ifade edildiği gibi Yoanna İncili İsâ aleyhisselâmın öğretisinin Ezoterik yönünü bünyesinde barındırmaktadır (5). Masonluk da, Hristiyan Ezoterizminde belirtildiği gibi, tanrının insanın içinde bulunduğuna inanmaktadır. İnsanın tanrıyla özdeşliğin savunan Masonluk, insan, tanrı, evren birliğine de inanmaktadır ve bu inancı doğrultusunda Masonluğun evrensel olduğu belirtilmektedir. Bireyin tüm insanlıkla ve evrenle kaynaşması, aralarındaki ortak bağı, sevgi bağını bulmasını sağlar ve bu sevgi, Evrenin Ulu Mimarına ulaşmanın yegâne yoludur. Kendisi de bir Mason olan Goethe, bu duyguyu şöyle dile getir-mektedir:
"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Tanrı...
İsim gürültüden başka birşey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir”...
Masonlukta üstün tutulan, Tanrının Yüceliği ilkesidir. Bu nedenle insanlar arasında din farkı gözetilmez. Yüce varlığa inanmak ancak dinlerin bünyelerindeki her türlü doğmadan uzak kalmak, Mason olmak için aranan şartlardandır.
1924 yılında New York’da yapılan bir Büyük Loca toplantısında, tanrının tekliği ve tüm insanların tanrısı olduğu, kutsal kitapların Masonlar için sadece birer ışık olduğu açıklanmıştır. Ruhun ölmezliği inancının vurgulandığı bu açıklamada, bir Masonun en önemli görevinin tanrıyı ve insanı sevmek olduğu belirtilmiştir. Masonluk, bedenin ölüp, ruhun canlı kaldığı inancını savunmaktadır ve Mason olmak isteyenlere, tıpkı tanrıya olan inancı gibi, Ruhun Ölmezliğine inanıp inanmadığı da sorulur. Bu inançta olmayanlar da derneğe alınmaz.
1875 yılında Lozan’da yapılan bir Uluslararası Masonik toplantıda, Masonik doktrinin bir üstün kuvvetin varlığını tanımayı kapsadığı, bu varlığın "Evrenin Ulu Mimarı" adı altında ilan edildiği ve ayrıca Masonluğun bir Kardeşlik Örgütü olduğu duyurulmuştur.
Evrenin Ulu Mimarı adının ikinci derecede, yani Kalfalıkta kullanılan ifadesi, "Evrenin Ulu Geometri Üstadı"dır; Bu ifade tarzı da Ezoterik öğreti yanlılarının binlerce yıldan bu yana kullandıkları tanrısal "Geometri Üstadlığı" vasfı ile uyum içerisindedir.
Çıraklıktan Kalfalığa geçiş töreninde Kalfa adayından, tam ve kusursuz bir eser yaratması istenir. Üstadı Muhterem, "Bu öyle bir eser olsun ki, adalet ve sevginin timsali olsun. Tüm insanlık ona sığınabilsin" der. Şaşıran kalfa adayına bu eserin kendisi, yani insan olduğu öğretilir. Bu ifade, tanrının insanın içinde var olduğunun anlatımından başka bir şey değildir.
Masonluğun en önemli sembollerinden birisi, beş köşeli yıldızdır. Naacallerden bu yana Hermes ve Pisagor’un da kullandığını gördüğümüz bu sembolün Masonluktaki remzi de insandır. Ancak Masonluk bu yıldızın ortasına "G" harfi ilave etmiştir. Yıldız, insanın kendisini, "G" harfi ise, ilahi prensibi yani tanrıyı simgeler. Diğer bir deyişle tanrı insanın içindedir. Yıldız içerisine ilk kez Birleşik Amerika’da yerleştirilen "G" harfinin, İngilizce’de tanrı anlamına gelen "God"dan ya da "Yüce Geometri Üstadından türetildiği sanılmaktadır. Ortasında "G" harfi bulunan bir diğer sembol de, belki de dünyada en çok tanınmış Masonik sembol olan Gönye ve Pergel’dir. Gönye Tanrısal adaleti, Pergel ise sonsuzu kavrayabilecek açı olanağı ile evreni simgelemektedir. İkisinin birlikteliği aynı zamanda Kamil İnsan’ı da remzeder.
Üçüncü derece olan Üstadlığa yükseliş töreni, ruhun ölümsüzlüğüne olan inanca ayrılmıştır. Bu törende sembol olarak, Süleyman Mabedi’ni inşa eden büyük mimar Hiram kullanılır. Hi- ram bir Yahudi değildir. Yani dinin doğmatik yönünden uzaktır. Ancak, Yüce bir varlığa da inanmakta ve onun adına mabet inşa etmektedir. Hiram’ın Üstadlık sırlarını vermemek uğruna ölümü tercih etmesi, ketumiyet yemininin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bu derecedeki törende adayın sembolik olarak ölümü ve yeniden doğuşu canlandırılır ve bireysel çalışmaların insan ömrü ile sınırlı olduğuna, tüm insanların ortak çabası olan düşüncelerin ise ölümsüzlüğüne dikkat çekilir. Bu derecede tanrının ifadesi "Yücelerin Yücesi" şeklindedir. Bu deyimi tanrıyı anarken kullanan Pisagor, kemale ermiş birçok Yüce insanın bulunduğunu, bu nedenle tanrının ancak, "Yücelerin Yücesi" olarak adlandırılabileceğini savunmuştu. Bu ifade tara dahi, Pisagor’un Ezoterik öğretisi ile Masonik Ezoterik öğreti arasındaki yakın ilişkiyi, bağlantıyı ispatlamaktadır.
Masonluğa göre, doğumdan ölüme uzanan yolculuğun amacı Tekamül olmalıdır. Tekamül yolunda bilmin akıl ve hikmete destek olduğu, bu nedenle de Masonluğun daima akılcılık ve bilimsellikten yana olduğu da vurgulanır.
Daha yukarı derecelerde Ezoterik öğretinin inisiyeye adım adım verilmesine devam edilir. Ünlü Mason yazar Paul Naudon, Masonik dereceleri şöyle sınıflandırır: İlk üç derecede inisiyelere Ezoterik ilk adımlar attırılır ve ayrıca kendilerine hakim olmaları öğretilir. 4. dereceden 18. dereceye kadar olan derecelerde üyeler Evreni tanır ve sevgi yoluyla evrenselleşme hedefi kendilerine gösterilir. 19. dereceden 30. dereceye kadar ise, insanın önce evrenle, sonra tanrı ile özdeşleşmesi yolları öğretilir. Bundan sonraki üç derece, sadece idari derecelerdir (6).
Tekâmül ya da olgunlaşma dereceleri adı verilen ilk üç derecenin üzerindeki yukarı derecelere devam edip etmemek her Masonun özgür iradesine bağlıdır. İlk üç derecede öğretinin genel bir özeti verildiği için Tekâmül derecelerine, doktrini daha yakından tanımak isteyen Masonlar devam etmektedir.
Masonluk, tabiat üstü kuvvetleri ve mucizeleri reddeder, aklın uygun koşullar altında, dışardan gelecek her türlü engellemeye karşın Tekâmül edeceğini savunur. Akıl, tekâmülün birincil aracıdır. Tekâmülün amacı ise, hakikati aramaktır. İnsanoğlunun bulabileceği en son hakikat evrenin varoluşu ve yaşamın sırlarının açılımıdır. Ancak, bu sırlara ulaşabilmek için sadece akıl yeterli değildir. Akıl insanı bir noktaya kadar olgunlaştırabilir. Bu noktadan itibaren, sezgi işe başlar çünkü bazı şeyleri izahta akıl yetersiz kalmıştır. Böylece, diyebiliriz ki, ruhun gerçek tekâmülünün ve tanrıya ulaşabilmesinin en önemli aracı, Aklın rehberliğindeki Sezgi gücüdür. İnsan, tanrıya ulaşma yolunda büyük bir aleve dönüşebilecek kıvılcımı kendi varlığı içinde saklamaktadır. Önemli olan bu kıvılcımın ortaya çıkartılmasıdır. Bu da ancak, uygun yönde verilecek bir eğitimin yanısıra, sezgi gücüyle mümkündür.
Masonluk, eski çağlardan bu yana dini ve siyasi her türlü yobazlığa, putlara karşı çıkmıştır ve her türlü doğmayı yıkmak en önemli görevleri arasındadır. Dar görüşlü yobaz insanlar evrensel zekâya ancak tanrının sahip olduğu inancındadırlar. Bu zekânın aslında, insanlık tarihi boyunca tek tek bütün insanların zekâlarının birleşmesiyle üretildiğini anlayamazlar. Masonluğun doğmalara karşı çıkmakta kullandığı en güçlü silahlar, bilimin rehberliğinde akılcılık ile fikir ve inanç hürriyeti ve hoşgörüdür. Masonluk, tüm dinlere karşı hoşgörülü davranırken, üyelerinin fikir ve inanç hürriyetlerini kısıtlamamak ve hiçbir yere ulaşmayacak gereksiz tartışmalardan kaçınmak için localarda dini ve siyasi tartışmalar yapılmasını yasaklamıştır.
Masonik düşünceye göre evrende hiçbir şeyin sonu veya başlangıcı yoktur. Herşey sürekli bir gelişme ve değişim içindedir. Bu durum evrene hakim olan evrim ve hareket kanunları ile açıklanabilir. Evren, bu kanunlar çerçevesinde sürekli bir devinim ve büyüme içerisindedir. İnsan Evrenin bir parçasıdır ve sadece onda hakikati kavrayacak yetenek vardır. Masonluk, yoktan var edici tanrı fikrini kabul etmez. Tanrı, Nur’dur, Ruh’dur, Hakikat’tir, Adalet’tir, Çalışma’dır ve Aşk’tır. Tanrı önsüz ve sonsuzdur. Hakikatin merkezidir ve kendisinden çıkmış olan tüm ruhların çekim kaynağıdır. Bütün ruhlar ölümsüzdür ve tanrıya ulaşmak için sürekli gayret içindedir. Çevremizi saran uzayın, zamanın ve yaşamın sonsuzluğu ile tanrının sonsuzluğu aslında aynı şeylerdir.
Evren, tanrı ile özdeştir. Mikrokozmosta da, Makrokozmosta da o vardır. İnsanoğlu, ulaşabildiği en küçükte de, en büyükte de daima onu görmektedir. Cansız varlıklar, belirli koşulların biraraya gelmesi ile canlı varlıklara dönüşür. Mikroorganizmalar basit hayvanlara, bu hayvanlar daha gelişmişlere ve memelilere, son aşamalar olarak maymun türlerine ve nihayet zincirin son halkası olan İnsan’a ulaşır. Yaşamın en belirgin özelliği olan Zeka, en basit hayvanlarda bile görünse dahi, en üst düzeydeki ifadesine insan ile ulaşır. İnsan, düşünebilen ve belli sonuçlara ulaşarak, ulaştığı bu sonuçları kendisinden sonraki nesillere aktarabilen yegâne yaratıktır. Çevresindeki olağanüstü düzenin bir tesadüf olamayacağını düşünen insan, aklının ve sezgisinin yardımı ile tanrının varlığını kavrayabilmiştir.
Ancak, tanrı kavramı çoğu zaman yozlaştırılmış, tanrının sevgi olduğu unutularak, ona korkuyla yaklaşılması öğretilmiştir. Tanrı ile alışverişte bulunduklarını iddia edenler tarafından o, korkulacak bir varlık haline getirilmiştir. Bu yöndeki öğretiler, birçok doğmanın oluşmasına, akıl ve hikmetin yerini yobazlık ve karanlığa bırakmasına neden olmuştur. İşte bu nedenle Masonların önemli görevlerinden birisi de, felsefe ve dinler tarihini incelemek ve hakikatin kendisinde olduğu iddiasında olanlara karşı, gerçek hakikati ortaya koymaktır. Varlık sebeplerini mucizeler üzerine kuranlara karşı Masonluk, dinler tarihinin aslında insanlık tarihi olduğunu, her dinin kendisinden öncekilerden etkilendiğini ve hepsinin ortak bir temele dayandığını savunur (7).
Kendisinden önceki tüm Ezoterik ekoller gibi Masonluk da, evreni oluşturan dört temel elemanın Ateş, Su, Hava ve Toprak olduğu görüşünü benimser. Masonluk için, zaman içindeki kuvvet, zaman dışındaki tanrının ispatıdır. Evrende her an kuvvetten madde doğduğu gibi, madde de kuvvete, yani enerjiye dönüşmektedir. Doğa, ateşle kıvamlaşmakta ve olgunlaşmaktadır.
Yedi sayısının Masonlukta özel bir önemi vardır. Pisagor ekolünde olduğu gibi, Masonlukta da, yedi kollu şamdanla sembolize edilen bu sayı, yedi gezegeni veya evrenin yedi temel unsurunu remzetmektedir.
Yedi gezegenin herbirine Masonluk simgesel birer anlam yüklemiştir. Gezegenlerin herbiri, tanrısal inancın, umudun, şefkatin, iradenin, ihtiyatın, namusun ve adaletin sembolüdür. Ayrıca, 7 sayısının, yedi doğal renk ve yedi nota ile ilahi iradenin de ifadesi olduğu belirtilmektedir.
Bir diğer Masonik sembol 3 sayısı ve üçlemelerdir. Masonluk’ta herşey adeta 3 sayısı ve üçlemeler üzerine inşa edilmiş gibidir. Masonluk için 3. derece olan Üstad derecesi en önemli derecedir ve öğretinin bütün sırları bu derecede gizlidir. Bu nedenle Üstadlığa ulaşan bir Mason olgunluğa da ulaşmış demektir. Daha önce de belirtildiği gibi, sadece daha ayrıntılı bir inceleme yapmak ve öğretiyi daha derinlemesine incelemek isteyen Masonlar yukarı derecelere devam edebilirler. Bu bir zorunluluk değildir. 
Bir loca üç temel sütun üzerinde yükselir. Bunlar, güzellik, kuvvet ve akıl sütunlarıdır. Yemin masasının üstünde Gönye, Pergel ve Kutsal Kitaplar bir üçleme oluşturur. Locayı Üstadı Muhterem ve onun iki yardımcısı, yani üç kişi yönetir. Locada mutlak iradeyi temsil eden Üstadı Muhteremin sembolü, hemen arkasındaki üçlü ışıktır. Yine doğuda, ay, güneş ve üçgen içindeki göz sembolleri de bir diğer üçlemeyi oluşturur.
Pisagor öğretisinde 10 sayısı mükemmelliğin, yani tanrı ile özdeşleşmiş Kamil İnsan’ın sembolüdür. Masonlukta da, inisiyeyi mükemmelliğe ulaştıran, öğretinin en üst düzey sırları üçün on katı olan 30. derecede verilir. Ayrıca Masonluktaki en üst derece 33. derecedir ve her Yüksek Şura’da sadece 33 kişiye bu derece verilmektedir.
3 sayısı ve üçleme, Masonlukta daha birçok yerde kullanılmaktadır. Buna bir örnek olarak Masonik Alfabeyi verebiliriz. Alfabe ve anahtarı şöyledir: (8)

ABD Güney Jüridiksiyonu Yüksek Şurası Hakim Büyük Amirlerinden Albert Pike, "Masonluğun bütün savı, ruhun sonsuz tanrı varlığının bir kıvılcımı olduğu ve onun yüzünden insanın ölümsüz olduğudur. İnsanda, tanrısal nesnenin insani nesne ile birleşmiş olduğu söylenebilir" demektedir. Hermes de binlerce yıl önce, "İnsan varoluşun aynası ve özetidir. Aşağıda olan da yukarıda olan gibidir. Evren ise, büyük çapta bir insandır. İşle birlik mucizesi budur” dememiş miydi?


Kaynakça
1-         BOUCHER Jules - Naudon Paul - "Masonluk Bu Meçhul” - Okat Yayınevi - İstanbul 1966 - Sf. 123
2-         ERMAN Sahir- "Dante ve İlahi Komedyanın Ezoterik Yorumu" Yenilik Basımevi - İstanbul 1977 - Sf. 11
3-         ÜLKÜ Faruk, YAZICIOĞLU A. Semih - "Dünyada ve Türkiye’de Masonluk" - Başak Yayınevi - İstanbul 1965 - Sf. 129
4-         NAUDON Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk” - Varlık Yayınları - İstanbul 1968 - Sf. 139
5-         Naudon P. -ie- Sf. 121
6-         Ülkü F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 190
7-         Naudon P. -ie- Sf. 150
8-         Boucher J. - Naudon P. -ie- Sf. 170
Sh: 154-163
Kaynak: Cihangir GENER, Ezoterik-Batıni Doktrinler, Tarihî Gece Yayınları,  Birinci Baskı: Haziran 1994, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar