EZOTERİZM
Hzl: Cihangir
GENER
İnsanoğlu, zekâ pırıltılarını ilk göstermeye
başladığı günden bu yana nereden geldiğini, ne olduğunu ve nereye gideceğini
sürekli düşünmüş, cevabı bulduğunu zannettiği anda, bulduğu bu kutsal cevap
için, başka bir kutsal cevaba inananlarla savaşmış, onları öldürmekten
çekinmemiştir. Kitleler
bu kutsal cevaplara, diğer bir deyişle dinlere, konulan kurallar çerçevesinde
bağnazca bağlanırken, kutsal cevabın gerçek anlamını kendilerine saklayan ilk
Ezoterik öğretinin yaratıcısı rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri
ile bu cevabı anlayamayacaklarını düşünerek bir sırlar sistemi
oluşturmuşlardır.
Ezoterik-Batıni sırların, sadece bu sırları elde
etmeye hak kazanan belli bir zümreye verilmesi, bu doktrinin hem zayıf yanını
hem de, bugüne kadar ulaşıp günümüz uygarlığının oluşmasında büyük rol oynamış
güçlü yanını aynı anda içinde barındırır. Öğretilerin ancak belli bir eğitim ve
bireysel gelişiminden sonra sırlarını ortaya koyması, kitlelerden kopuk
doktrinler olarak kalmasına neden olmuştur. Öte yandan, sırların semboller
dili bünyesinde son derece iyi saklaması ve sembollere her çağda gelişen
uygarlık doğrultusunda farklı anlamlar yüklenebilinmesi, tüm insanlık tarihi
boyunca bu sırları saklayarak günümüze kadar ulaştıran kardeşlik örgütlerinin
varolmasını mümkün kılmıştır.
Bu sırlar
nelerdir?
Günümüz uygarlığının oluşumunda büyük etkisi olan
ve çağımızın laik bir akıl çağı olmasını sağlayan bu doktrinin içeriği nedir?
Ezoterik-Batıni
doktrinler felsefesi alanda Panteizm olarak ifade edilir. Tek tanrılı dinlerde
yaradan-yaradılan ikilemi var-iken Panteizmde bu ikilem yoktur. Varolan herşey
tanrıdan sudûr etmiştir ve onunla özdeştir.
Evren ve tanrı birdir. Tanrı
yaradan değil, varolandır ve evrenin toplamıdır. Önsuz ve sonsuz olan tanrı,
makrokozmos’da da, mikrokozmos’da da bulunur. Tanrısal nurun bir cüzü olan ruh hiçbir zaman, ölmez
ve yegane amacı ayrıldığı ana kaynağa, yani tanrıya dönmektir. Bunun da tek
yolu, evrensel bir yasa olan evrim, yani tekamüldür.;
Aslolan ruh ve ruhun tekâmülüdür. Madde onun
kullanıp attığı, bir üst düzeye geçme aracı ve zaman içerisindeki varoluşunun
ifadesidir. Tanrısal fışkırmanın neticesinde başlayan ve ancak ona dönüş ile
son bulacak olan yaşamda insan, tanrısal varoluşun bilinen en üst düzeydeki
ifadesidir. Ruh-can-beden üçlüsünü
barındıran insan, mikrokozmosdur. Mikrokozmos, baba-ana ve oğul veya, öz-cevher
ve hayat’ı kapsayan makrokozmos’un, yani tanrının özdeşidir.
Ruhun tekamülünü, yani çıktığı ana kaynağa
dönmesini sağlayan evrensel yasa, yeniden doğuş yasasıdır. En alt
düzeydeki, varoluşun ifadesi olan cansız varlıklardan, en üst düzeydeki Kamil
İnsana kadar ruhun ulaşmasını sağlayan yeniden doğuş zinciri ancak ruhun
mükemmelliğe ulaşması ve tanrıya, dönmesi ile kırılabilmektedir.
Evren tanrı ile özdeş olduğu ve tanrıdan başka
hiçbir varoluş bulunmadığı için, iyilik ve kötülük kavramları da tanrının
ifadeleridir. Ancak, aslolan sevgidir, iyiliktir. Tanrısal fışkırmanın bilmen
en üst düzey ifadesi olan insan, iyi ve kötünün savaştığı alandır. Asıl olan
iyilik olduğu, evrenin tümü sevgi üzerine kurulu bulunduğu için, ancak iyi bir
insanın ruhu, kâmil insana dönüşebilir ve tanrı ile bütünleşebilir. Yaşamı
boyunca iyi olmayanlar bulundukları düzeyde yeniden doğarlar. Kötü davranan
insan ise, yeniden doğuş yasası uyarınca tekâmülün insandan bir önceki aşaması
olan hayvansal varlığa, geri döner. Ne tür bir hayvan olarak doğacağı, bir
önceki yaşamındaki tavırlarına bağlıdır.
Tekâmül yasası nedir ve nasıl
işler?
Tanrısal fışkırmanın, veya bilimsel deyimi ile
büyük patlamanın (Big Bang) neticesinde, cansızlar âlemi meydana gelmiştir.
Evrenin fiziki kuralları içerisinde zaman içinde güneş sistemleri oluşmuş ve en
azından bir gezegende, bizim dünyamızda, yaşamın ortaya çıkması için gerekli
koşullar bir araya gelmiştir. Bu başka sistemlerde, başka yaşam tarzlarının
olmadığı anlamına gelmez. Zaten, tanrısal püskürmenin yegâne hedefinin sadece
insanoğlunu meydana getirmek olduğunu iddia etmek, sadece insana has
bencilliğin bir göstergesi olur. Bilim adamları da bugün, milyonlarca başka
gezegende daha, başka canlıların bulunabileceklerini en azından teorik olarak kabul etmektedirler. Ancak bugünkü teknolojimiz bu teoriyi
doğrulamaya henüz yeterli değildir. Bu nedenle, ruhun tanrısal nura
ulaşmasındaki son durağı kâmil insan mıdır, yoksa başka bir yerde daha üstün
nitelikli ve tanrıya daha yakın başka varlıklar bulunmakta mıdır, bilemiyoruz. Zaten,
böyle varlıklar var ise, kamil insanın bunlardan biri halinde yeniden doğması
doğaldır. Artık bundan sonrası da, o varlığı ilgilendiren bir meseledir. Bu
nedenle kitabımız, kâmil insana kadarki tekamül
ile sınırlı kalmak zorundadır.
Yapılan bilimsel araştırmalar, cansız varlıklar
olarak kabul edilen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın
yapı taşları olan "rna ve "dna" moleküllerine dönüştüklerini
göstermiştir. Bu moleküller tek hücreli ilk canlıları, bu canlılar da zaman içerisinde, daha karmaşık yapılı diğer
canlıları meydana getirmiştir. İlk kez Darwin ile bilimsel bir izaha kavuşan
bu tekamül yasasının son aşamaları,
memeli hayvanlar, maymun türleri ve son olarak da insandır.'
Peki, tanrının bu tekâmül yasasını harekete
geçirmekteki amacı nedir?
Bu soruya tek tanrılı dinler Ezoterik doktrinler farklı cevaplar
vermektedir. Tek tanrılı dinler, her şeyi bilen ve tek yaratıcı
olan tanrının, kendisine tapınılması ihtiyacı içinde olduğu için evreni
yarattığını iddia etmektedirler. Ancak, hiçbir şeye muhtaç olmayan tanrının
niçin tapınılma ihtiyacı duyduğuna ve böyle bir ihtiyaç içinde olsa daha niçin
sadece kendisine tapacak kulları değil de tüm evreni yaratmış olduğuna mantıklı
bir cevap getirememektedirler. "
Ezoterik doktrinler ise, tanrının
tek amacının kendisini daha iyi tanımak olduğunu öne sürmektedir. Tanrı, kendi bünyesinde ki sonsuz
varlıkların varoluş ve yaşayış deneyimleri ile kendi niteliklerinin bilincine
daha çok varmakta ve daha yüksek bir bilince ulaşmaktadır!' Tanrının kendini
tanıma sureci içindeki birincil kaynağı engin tecrübesi ve düşünce kapasitesi
ile, insanın en üst düzeydeki temsilcisi olan kâmil insandır.: Bu aşamada
şunu da belirtmekte fayda vardır; Tanrısal bir sudûr olan insan, dolayısıyla
tanrının bir ifadesidir. Bu nedenle, insan tanrıdır, ya da.. “ben
tanrıyım" demek doğrudur Ancak, tanrı insan değildir,
Tanrı, tüm varlıkların, evrenin
tümü olduğu için, insan tanrıdır demek ne denli doğru ise, tanrı insandır demek
de o denli yanlıştır.
Ezoterik doktrinlere göre, tanrısal bilincin
artmasının en öncelikli aracı kâmil insan olduğu için, yegane hedef kamil
insanlar yetiştirmek olmalıdır. Kamil insanları yetiştirmek ise, ancak üst düzeyde
bir öğretiyi algılayabilecek, seçilmiş insanların eğitilmesi ile mümkündür.
İşte bu kâmil insanları yetiştirmek için binlerce yıldan bu yana çeşitli örgütler
kurulmuş ve bir sırlar sistemi oluşturulmuştur.
Bu öğretinin kullandığı dil “semboller dili" olagelmiş ve
bu sembollerin, simgesel anlatımlarından imkanlarından yararlanılarak hemen her
kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa
aktarılması mümkün olmuştur.
Sembollerin dili ile öğretisini inisiyelerine
kuşaktan kuşağa aktaran, hakkında bilgi bulabildiğimiz ilk Kardeşlik örgütü "Naacal
kardeşliği" dir. Bu örgüt, insanlığın ilk bilinen büyük uygarlığının
beşiği olan ve günümüzden 12.000 yıl önce sulara gömülen pasifikteki (Mu)
kıtasında kurulmuş bulunan yönetici rahipler örgütüdür. (1)
Kaynakça
1- Churchvvard
James, The Children of MU (MU’nun Çocukları). Londra 1931.
Sh:11-14
Mısır’da büyük bir gizlilik perdesi altında
saklanan tek tanrı öğretisi hiçbir zaman kitlelere mal olmamış ve sadece
inisiye edilmiş rahiplerin tekelinde kalmıştır. [İnisiyasyon (Süluk) kimi
ansiklopedilerde bireyin spiritüel gelişimi için, ‘spiritüel tesir’i alıp
aktarabilen bir üstadın sert ve sürekli kontrolü altında, bir düzen ve disiplin
içinde, sınavlara dayalı tarzda, metodlu olarak eğitimi şeklinde
tanımlanmaktadır. İnisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latincede “bir yere girme,
iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium” sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan
“süluk” kelimesi de, “iplik, sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden
gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci
(inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur.
İnisiyasyonu tamamlamamış olanlara inisiye denmez.]
Bu durum, biraz öğretinin yapısından
kaynaklanmışsa da, biraz da tarihi gelişmeler gizliliği zorunlu hale getirmiştir.
Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her
yerinde dinlerde büyük bir yozlaşma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı
dinlerin ortaya çıktığı, eski sembollerin her birinin putlaştırıldığı
görülmektedir. Bu yozlaşmadan, kadim Uygur İmparatorluğunun önde gelen eğitim
merkezlerinden Babil gibi, Mısır da kurtulamamıştır.
Babil’de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak
Mu’nun ışığı uzun zaman önce yok olmuştu ve rahipler, kitleler üzerindeki
güçlerini daha da artırmak için dini yozlaşmaya çanak tutmuşlardı. Ancak durum
Mısır’da daha farklıydı. Mısır’daki okul Mu’ya değil, Atlantis’e dayalıydı ve
öğretiyi bu ülkeye, Naacallere kıyasla çok daha yeni olan Osiris’in bir müridi,
Hermes getirmişti. Peki ama ne oldu? Hermes rahipleri ile tek tanrılı din
öğretisinin hâkim olduğu Mısır’da bu ekol niçin geriledi? Bunun cevabını Mı ve
Atlantis arasındaki savaşta aramak gerekiyor.
Tufandan uzun zaman önce Atlantis’liler Nil
deltasında bir koloni kurunca, Mu’lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi
olan bu ülkenin tamamen Atlantis eline geçmesini engellemek için Güney Mısır’da
bir başka koloni kurdular.
Tufan öncesinde bu iki koloni arasında savaş,
taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmaksızın devam etti. Ana kıtaların
batmasına rağmen bu koloniler arasındaki savaş, bölgenin tufandan fazlaca
etkilenmemesinden olacak, Firavun Menes (M.O. 5.000) dönemine kadar devam etti.
Savaş, dini yozlaşmanın daha yoğun yaşandığı güneydeki krallığın galibiyeti ile
sona erdi (1). Tanrı Ptah’a ve yanısıra pekçok ikincil tanrıya inanan Güney
Mısır dini, tüm ülkenin resmi dini olarak kabul edildi. Hermes rahipleri
yeraltına çekildiler ve öğretilerini de gizli olarak sürdürme kararı aldılar.
Herşeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris,
İsis ve Horus üçlemesi ile Hermes’i unutmadı. Zaman içerisinde bunların her biri ayrı birer tanrı
ya da tanrıça olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye
kadar Kuzey Mısır’da yönetici firavunlara, Osiris’in oğlu Horus ünvanı sadece
bir sembol olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları
kendilerinde bir ilahi güç görmeye, birer tanrı olduklarına inanmaya
başladılar.
Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris
dini rahiplerince inisiye edilmiş olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis
(M.Ö. 1353 - 1335) karşı çıktı. Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton
Dini" (2) adını verdiği tek tanrılı bir din oluşturmaya çalıştı. Ancak
gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye yetmedi ve bu yobaz
rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden ameliyat ettiler.
Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu döneminde
nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok tanrıcılar
tarafından öldürüldü. Mısır’ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da Osiris
dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeşlik örgütü faaliyetlerini büyük bir gizlilik
altında yürütmek durumunda kaldı.
İşte Hz. Musa aleyhisselâm da, bu
üç kat sır perdesinin altına saklanmış olan tek tanrıya inanan kardeşlik
örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Hz. Musa aleyhisselâmın eski tek tanrılı inancı ihya etmesi ve meydana
çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da İslamiyet’in doğması ile
dünya, anlatımları biraz daha karışık ve amaçları daha farklı da olsa, yeniden
tek tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça benimsendiği bir yer haline geldi.
Hz. Musa aleyhisselâmın ortaya koyduğu öğretinin
en büyük özelliği, tanrı fikrini semboller vasıtasıyla değil, kitlelere
doğrudan anlatmaya çalışmasıydı. Sombollerin cahil insanlar veya çıkara
rahipler tarafından gerçek anlamlarından saptırıldığını ve putlaştırıldıklarını
gören Hz. Musa aleyhisselâm, farklı bir yaklaşımı denemek istedi. Soyut
tanrı kavramına kitleleri inandırmak için Hz. Musa aleyhisselâm, insanların bu
tanrıdan korkmalarını sağlamak zorundaydı. Tek yaratıcıya inanan ve ibadet
edenlerin ödüllendirileceğini, inanmayanların ve kötülük edenlerin ise
cezalandırılacaklarını söyleyen Hz. Musa aleyhisselâm, tanrı eliyle
cezalandırma yöntemini kendisi uyguladı. Alıştıkları gibi bir sembol
vasıtasıyla tanrıya tapımma geri dönmeye çalışan İbranileri Hz. Musa
aleyhisselâm ve yandaşları tamamen kılıçtan geçirmekten çekinmediler.
Hz. Musa aleyhisselâmın kimliğine ve öğretisinin
Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini kabul eden kavimin, İbranilerin
nereden geldiklerini ve Hz. Musa aleyhisselâm ile yollarının nasıl kesiştiğini
görmemiz gerekiyor (4).
İbraniler, Mezopotamya’da ve özellikle de Harran
ovasında yaşayan bir kavimdi.
Göçebe krallıklar şeklinde örgütlenen ve Asur
devletine bağımlı olan İbraniler, Saabi dinine bağlıydılar. Tek tanrılı inancın
yozlaşmış bir biçimi olan bu din, kadim Babil okulu öğretisinin halk arasında
yayılmış şeklinden başka bir- şey değildi.
İbranilerin bir bölümü, ülkelerinde yaşanan
kuraklık ve diğer kavimlerin topraklarını istila etmeleri nedeniyle göç etmek
zorunda kaldılar ve kralları İbrahim komutasında Mısır’a kadar gittiler. İbrahim’in, yeni vatanının yöneticilerine hoş görünmek
amacıyla oğullarına, tanrıça İsis’e ithafen "İshak" ve
"İsmail" adları verdiği öne sürülmekte.
Ayrıca, bir diğer İbrani büyüğü olan Yakub’un,
üzerinde tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği merdivenin, Babil’in ünlü kulesine
ve "Ziggurat" adı verilen mabetlerine atıftan başka birşey olmadığı,
bunun da İbranilerin, Asur kökenli olduklarının bir ispatı olduğu iddia
edilmekte.
Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi
inancına ilerde değinmek üzere, Hz. Musa aleyhisselâma geri dönelim.
Tevrat’ın, bir Yahudi kadının oğlu
olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2. Ramses’in öz yeğeni olan Hz. Musa
aleyhisselâm (5), Ezoterik öğretiyi ve tek tanrı inancını
Osiris rahiplerinden almış bir üstaddı. Tek tanrı inancının geniş kitlelere
benimsetilmesi yanlısı olan Hz. Musa aleyhisselâm, bunu denemiş olan 4.
Amenofis’in başına gelenleri biliyordu. Çok tanrılı yaşama alışmış olan Mısır
halkına ve çok tanrılı din sayesinde yaşamlarını sürdüren rahipler sınıfına
fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Hz. Musa aleyhisselâm, bu
düşüncelerini yaşama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar Mısır’da
tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbraniler olduğunu gördü. İbraniler,
Mısır’a geldikten sonra, çeşitli mabet ve diğer yapıların inşasında
çalıştırılmışlar ve zamanla taşçı ustâlarını barındıran Mısırlı loncalarda
çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Lonca sistemini İbraniler, göç ettikleri ülkelere
de götürdüler ve ortadoğuda bu sistemin yayılmasında etken oldular.
Son derece iyi yetişmiş olması ve
Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir kişiliğe sahip bulunması Hz.
Musa aleyhisselâmın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin göstergesidir. Osiris
rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Hz. Musa aleyhisselâm’yı inisiye ederek
yönetim çevresinde güçlenmeye çalıştıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâm, firavuna
yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir görev
olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği’ ne getirilmiştir (6).
Hz. Musa aleyhisselâma verilen bu görev onun
ancak Başrahiplerin elde edebileceği sırlara ulaşmasını sağlamıştır. Bu
görevini yürütürken, bir yandan da İbraniler ile diyalogunu güçlendiren Hz.
Musa aleyhisselâmın bu kavimle olan yakınlığı firavunu korkutmuştur. Hz. Musa
aleyhisselâmın kendisine İbranilerden bir ordu kuracağı ve tahtta hak iddia
edeceği kuşkusuna kapılan 2. Ramses, Hz. Musa aleyhisselâm İbraniler’le
birlikte Sina’ya çekilmek üzere harekete geçtiği zaman arkalarından askerlerini
bu sebeple göndermiştir. Halbuki, Hz. Musa aleyhisselâm ve yandaşlarım Mısır’dan
kaçmaya zorlayan sebep, Hz. Musa aleyhisselâmın tahta göz dikmesi değil,
bambaşka bir olaydı.
İbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karşı
elinden geldiğince koruyan Hz. Musa aleyhisselâm, bir gün, bir İbrani’nin
Mısır’lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya müdahale etmiş ve
itiş— kakış sırasında Hz. Musa aleyhisselâm, Mısır’lı görevliyi öldürmüştü (7).
Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kişi, kim olursa olsun
mabetten kovulur ve yargılanırdı.
Mısır’da kendisine bir gelecek kalmadığını gören
Hz. Musa aleyhisselâm, yandaşı İbranilere birlikte Sina’ya çekildi. Hz. Musa
aleyhisselâm burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini
birleştirerek, "On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini
attı. Ancak, on temel başlık altında yazılan bu eserde Hz. Musa
aleyhisselâmın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği sembolleri içeren
Hiyoroglif dildi.
Hz. Musa
aleyhisselâmın kullandığı bu dili İbraniler’in çok büyük bir bölümü
bilmemektedir. Musevi dininin handikapı da burada başlar. Çünkü, anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık
ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece inisiye edilmiş özel yol
mensupları bilebilir ve Hz. Musa aleyhisselâmın yandaşları arasındaki bu
kişilerin sayıları son derece azdır. Bu anlatım tarzı, sıradan insanlar için
hiçbir ifade taşımamaktadır. Örneğin,
Musevilerin tanrıya verdikleri ad olan "Yehova", köken olarak
"Y", "H" ve "V" harflerinden meydana gelmektedir
ve Ezoterik doktrindeki, tanrının eril ifadesi olan "Yod" ile dişil
ifadesi olan "Eve"in yani Osiris ile İsis’in birleşimidir (8).
Bu durum, ileriki yüzyıllarda Museviliğin biçim değiştirmesine ve dinin içine
birçok efsanenin karışmasına yol açmıştır.
Hz. Musa aleyhisselâm, aldığı eğitim nedeniyle
başka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye edilmişler anlayabilirdi. Nitekim, Hz. Musa aleyhisselâma inananlar arasında çok
küçük bir azınlık olan inisiye edilmişler, diğerlerinden farklı bir yol
izlediler ve Tevrat’ın Ezoterik yorumu "Kabbala" üzerinde çalışarak,
diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar.
Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline
tercüme edilen Tekvin, ilk anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil
tutsaklığı sırasında Arami dilinde yeniden derlenen Tevrat’da orijinale biraz
daha yaklaşıldıysa da, yer yer anlaşılmayan bölümlerin yerine, farklı
inançlardan gelen kimi efsaneler yerleştirildi. Tevrat’ın yeniden derlenmesi
zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil tutsaklığı sırasında "Caldi” adı
verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin,
Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi hakkında daha gerçekçi görüşlere sahip
olmaları neticesinde ortaya çıkmıştı.
Ancak Hz. Musa
aleyhisselâmın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve İbraniler tarafından
hiç bilinmiyordu.
Hz. Musa aleyhisselâm’dan 800 yıl sonra Tevrat’ı yeniden yazan kaideli
rahiplerin başı Ezra, varoluşu dahi yanlış algılamış ve tanrının, kendisinden
sudûr edilen değil, tüm âlemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuş ve Tevrat’a da
böylece geçirmiştir. Bunun neticesinde birlik
ortadan kalkmış ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din
oturtulmuştur. O güne kadar tanrının birliğini savunan tek tanrılı inanç
temellerinden değişmiş ve amaç insanların tanrıya ulaşması çabasından, birer
kul olan yaradılmışların ödül olarak cennete gitmelerine dönüşmüştür. Benzeri
bir yanlış yorumlama da tanrının cinsiyeti konusunda ortaya çıkmış, o güne
kadar hem eril, hem de dişil yanlarının varlığı kabul edilen tanrıya Ezra
tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuştur. Bunun neticesinde, hem
Yahudilikte hem de onun etkisindeki İslamiyette kadın daima ikinci plana
itilmiştir. Ezra’nın
Tevratı’ndaki, diğer birçok efsane gibi kitaba sonradan eklenmiş olan Adem ile
Havva efsanesinde Havva’nın, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması, kadının
doğrudan tanrıdan değil, tanrı tarafından topraktan yaratılmış erkekten geldiği
düşüncesini doğurmuş ve kadınların toplum içinde tamimiyle ikinci sınıf
yaratığa dönüşmeleri ve erkek tahakkümmüne girmeleri sağlanmıştır.
Efsanelerin ve batıl inançların gerçek bilginin
eksikliği yüzünden tek tanrılı dinlerin bünyelerine girmesi, bu öğretilerin
doğmalaşmalarına, giderek son derece tutuculaşmalarına ve tamamiyle
akılcılıktan uzaklaşmalarına yol açmıştır.
Tek tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve
Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha sonra ortaya çıkan yaratancı dinlerin
ortodoks inanırları arasındaki amansız çatışma da bu tarihten sonra
başlamıştır. Bu çatışma, Yahudilerin Kabbalacıları, Katolik kilisesinin
Ezoterik inançlı Şövalyeleri, Sünni Müslümanların da Mutasavvıfları sapkın
olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Bu yöndeki tavır da, papalığın
Templierleri yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların "Enel
Hak" diyen Hallaç El Mansur’un derisini yüzmelerine, İsmaililer ve Babailer
gibi Batıni görüşü savunanları daima ezmeye çalışmalarına neden olmuştur. Ancak
bu konular, daha sonraki bölümlerin anlatıları olacağı için şimdi Yahudileri
incelemeye devam edelim.
Hz. Musa aleyhisselâmdan sonra Yahudiler ancak
Hz. Davud döneminde güçlü bir krallık kurabildiler. Mitolojide Hz. Davud’un dev
Goliat’ı yenmesi şeklinde ifade edilen olay, Hz. Davud’un idaresindeki Yahudi
kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer kavimleri yenmesine ve
vaadedilen topraklarda krallığım oluşturmasına bir atıfdır. Hz. Davud, krallığı
ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli şey olan tek tanrılı din
inancını da pekiştirmek istemiş ve başkenti Kudüs’de bu tek tanrı için çok
görkemli bir mabed yapılmasını emretmişti (9).
Bu mabedi yaparken Yahudiler, Mısır’daki 400
yıllık yaşamları sırasında öğrenmiş oldukları taşçılık ve. duvarcılık sanatını
konuşturdular. Bu denli büyük bir mabedin yapımı için zorunlu olan örgütlenmeyi
de Mısır meslek loncalarını kopya ederek sağladılar. Mabedin yapımı için
hazırlıklar hızla sürerken Hz. Davud öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Kadın
ve içkiye düşkünlüğüyle tanınan Hz. Süleyman (10), mabedin yapımıyla çok ilgili
değildi. O nedenle de çevresinde inşaatın başına geçirilebilecek yetenekli bir
insan aradı. Aradığı insanı da Sur kentinde buldu: "Hiram"...
Hiram’ın bir inisiye ya da tek tanrılı inancın
bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son derece yetenekli bir örgütleyici
ve bronz işçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin yapımında binlerce kişi
çalışıyordu. Çeşitli meslek dallarının loncaları, çıraklar, kalfalar ve ustalar
şeklinde üç dereceli olarak örgütlenmişlerdi ve sorumluluk da ustalar arasında
pay edilmişti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu. Binlerce insanın
hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı.
Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar
ancak belli bir süre eğitildikten sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok
yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu. Hiram,
bu sistemi biraz daha geliştirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için,
aynı mesleki sırları gibi, her derece salikınin hayatı pahasına saklayacağı
birer parola verdi. Bu sistem işlerin hızlanmasını sağladıysa da,
Hiram’ın sonunu da hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız
yere yüksek ücret alanların bu yolu kapanmıştı. Haksız kazanca alışmışlardan
bir grup kalfa Hiram’dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu korkup eylemden vazgeçti. İçlerinden
sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıştırıp parolayı zorla almaya çalıştılar. Hiram
parolayı vermeyi reddedince de onu öldürdüler.
İşler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen
Hiram’ın yerine başkasını buldu ve mabet bitirildi. Mabetin yapısı, burasının
Mısır’daki tek tanrı mabetlerinin daha basit de olsa, bir benzeri olduğunu
ortaya koymaktadır (11). Kapının girişinde iki
sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneş, ay sembollerinin varlığı,
yerin siyah ve beyaz taşlarla kaplanması, sunak ya da mikap taşının bulunması
bu mabedin, Mısır’dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir.
Dinle ve
mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir tanrıya mı,
yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaşamını
sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman’ın ölümünden bir süre
sonra, M.Ö. 587’de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede yaşayanların önemlice bir bölümü
işgalciler tarafından köle olarak kullanılmak üzere Babil’e götürüldü. Tapınak
işgalciler tarafından yıkıldı (12).
Yahudiler Babil’de 50 yıl yaşadılar. Babil’de
Sümerlerden kalma Ezoterik inanışlar yozlaşmış biçimde süregeliyordu. Tek
tanrılı din yerini çok tanrılı inanışa bırakmış, eski sembolik öğretilerin
hepsi birer efsane haline gelmişti. Babil okulu,
çok tanrılı dine, inisiasyon yöntemi ile "Caldi" rahibi
yetiştiriyordu. Yahudi toplumuyla birlikte Babil’e getirilen Museviler
inisiasyonun yabancısı değildiler. Lonca sistemleri tamamıyle inisiasyona
dayalıydı. Bu nedenle ne Babil yöneticileri ne de Yahudilerin kendileri bu
okula devam etmekte mahzur görmediler. Böylece Yahudi din adamları, ne denli
yozlaşmış olursa olsun, Ezoterizmi ve Hz. Musa
aleyhisselâmın Ezoterik öğretisinde ne demek istediğini daha iyi anladılar.
Ancak Tevrat’a getirdikleri yeni yorumda pekçok efsanenin öğretiye karışmasına
da neden oldular.
Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros’un
Babil’i işgali (M.Ö. 530) ile son
buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları
için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın okluğu
anlaşılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin Zerdüşt dinindeki yorumunu
bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini
belirtmektedirler.
Kudüs’e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli
olmasa da, Kyros’un sağladığı maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına
başladılar. Mabed yapılırken Yahudi rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Hz.
Musa aleyhisselâmın on emrinin yazılı hale getirilmesi gerektiğine, aksi
takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine karar verdiler.
Böylece Ezra ve arkadaşları, daha önce değindiğimiz Tevrat’ın yazımı işlemine
başladılar. Kutsal kitaba Babil’de öğrenilen bir sürü efsanenin
sokuşturulmasına çok küçük bir grup karşı çıktı ancak seslerini yeterince duyuramadılar.
Bu grup Hz. Musa aleyhisselâmın eserini, Mısır hiyeroglif diliyle üç kat sır
perdesi altında yazdığım ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye
ettiği 70 kişilik bir gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar"
denilen bu küçük grup ve onların inanırları bir şiire sonra Yahudi toplumundan
tamamen tecrit edildiler ve sapkın olarak nitelendirildiler. Peki bu
Kabbalacılar kimlerdi ve Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi neydi? (13).
Osiris Mabedinde inisiye edilmiş olan Hz. Musa
aleyhisselâm, yeni dini de Osiris dini üzerine inşa etmiş, Saabi inançlarından
da bir ölçüde faydalanmıştı. Ancak Osiris dininin gerçek sırları sadece inisiye
edilen ve belli bir eğitimden geçen kişilerin anlayabileceği nitelikte olduğu
için Hz. Musa aleyhisselâm da öğretisini müridlerine anlatabilmek maksadıyla
nispeten basitleştirmiş, basitleştiremediğini de semboller kullanarak anlatmaya
çalışmıştı. İşte Ezra’nın anlayamadığı ve değiştirerek Hz. Musa aleyhisselâm
dininin bambaşka bir hüviyete dönüşmesine neden olduğu semboller bunlardı. Hz.
Musa aleyhisselâm, öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının
yok olup gitmemesi için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en
uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini
tamamladı ve sırların gerçek manalarını öğretti. Onlara, İbrani dilinde
"kabul edilmişler" anlamında Kabbalacılar ismini verdi.
Kabbala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler
sırasında Yahuda çölünde kalan grupa Esseniler adı verilir. Ancak bu konu
ilerde inceleneceği için Kabbala öğretisine geri dönelim.
Oldukça uzun bir süre Hz. Musa aleyhisselâmın
gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri arasında yayan
Kabbalacılar, yaşadıkları yerlerin İsmaililer tarafından işgal edilmesinden
sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli sufi
tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalacılar da ortamın özgürlüğünden
yararlanarak, öğretilerini basılı bale gelirdiler. Kabbalaların en önemli
iki eseri M.S. 1200’Ierde İspanya’da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde
ortaya çıkan bu eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi.
Bazı araştırmacılar İslami Tasavvuf hareketinin Kabbala’nın da kökeni olduğunu
öne sürmektedir. Ancak tam aksine, İslami Tasavvufu yaratan kaynakların
başında, Mısır Hermetik inançları, Yunan Pisagor-Eflatun felsefesi kadar,
Kabbala felsefesi de gelmektedir.
Kabbala’nın önde gelen kitabı Seferitsire’ye (14)
göre Evren, çeşitli elemanların aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür
etmiştir. Bu elemanların ilki, tanrının ışıksal varlığı olan Ateş’dir. İkinci
eleman bu yüce ışıktan çıkan Ruh’dur ve sembolü Hava’dır. Üçüncüsü Su’dur ve
havadan doğan su Oksijen ve Hidrojen’in bileşimidir. Bu sembolün Ezoterik
anlamı, suyun yaşamı bünyesinde barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateşin
katılaşmış türevi olan Toprak’dır. Seferitsire, dünyanın oluşumunda bu dört
temel elemanın yanısıra, altı yan gücün de kullanıldığından bahsetmektedir.
Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve batı ile iki kutup, yani aşağı ve
yukarı yönlerdir.
Tüm evren yüce varlıktan sudûr etmiştir, halen
onun içinde yüzmektedir ve herşey sonunda ona geri dönecektir. İşte bu nedenle
tüm varlıklar birdir ve tüm insanlar kardeştir.
Kabbalacılar tanrı için, insanın idrakinin dışında anlamına gelen "En-Soph"
kelimesini kullanmışlardır. Tanrının önsüz ve sonrasız olduğunu ifade eden bu
kelimenin Mısır kökenli olduğu ve Yunanca’da "akıl ve hikmet"
anlamına gelen "Sophus" kelimesiyle aynı kökten geldiği
sanılmaktadır.
Kabbalacıların diğer önemli eseri Zohar’da aynı
Ezoterik anlatı daha da geliştirilmiştir. Zohar’a göre, yaşamın üzerine kurulu
olduğu tüm sistemin amacı, tanrıdan bir parça olan ruhun tekamül ederek yine
ona dönmesidir. Ancak kamil insanın, yani "Adam
Kamon"un tanrıya ulaşması mümkündür. Her devirde mutlaka bir
veya birkaç Adam Kamon bulunmuştur.
Adam Kamon olmak bireylerin sürdürdüğü yaşam
tarzına bağlıdır. Evrende en güçlü yasa tekâmül yasasıdır. Ama bir diğer yasa
daha vardır; o da varlıkların kendi iradeleri ile hareket edebilmeleri
yasasıdır. Bu nedenle bir insanın Adam Kamon haline gelebilmesi kendisine
bağlıdır. Ancak hiçkimse bir tek yaşam içinde kâmil insan olamaz. Ölümsüz olan
ruh, bedenden bedene geçerek, mükemmeli arar. Mükemmeli, yani ilahi sırrı,
ancak layık ise bulabilir.
Kabbalacılar, bir yandan İslam, diğer yandan da Hristiyan dünyasındaki
Ezoterik öğreti ekollerini etkilemişlerdir. Avrupa Yahudileri arasında Kabbala inancı, Haddisimler
ile su yüzüne çıkmıştır. Halen günümüzde varlığını sürdüren Kabbalacılığın
bu halka inmiş şeklinin din kitaplarında, Panteist inançlar açıkça
gözlemlenebilmektedir.
Kaynakça
1- SANTESSON
Hans Stephan - "Batık Ülke MU Uygarlığı” - RM Yayınlan - İstanbul 1989 -
Sf. 92
2- İNAN
Afet - "Eski Mısır Tarihi" - İstanbul 1956 - Sf. 108
3- SCHURE
Edouard - "Büyük İnisiyeler" - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 221
4- HOOKE
Sanıuel Heiy - "Ortadoğu Mitolojisi" - İmge Yayınları Ankara 1991 - Sf. 122
5- SCHURE
E. -İe- Sf. 229
6- SCHURE
E. -İe-Sf. 233
7- SCHURE
E. -İe- Sf. 235
8- SCHURE
E. -İe- Sf. 246
9- Büyük
Dinler ve Mezhepler Ansiklopedisi - İstanbul 1964 - Sf. 172
10- DE
NERVAL Gerard - "Doğuya Seyahat" - Kültür ve Turizm Bakanlığı
Ya-yınları - Ankara 1984 - Sf. 97
11- ÖRS
Hayrullah - "Hz. Musa aleyhisselâm ve Yahudilik" - Remzi Kitabevi
İstanbul 1966 - Sf. 232
12- ÖRS
Hayrullah -İe- Sf. 265
13- ÖRS
Hayrullah -İe- Sf. 338
14- Türk
Mason Dergisi - Sayı 21 - İstanbul 1956 - Sf. 1095
Sh: 39-50
İsâ aleyhisselâmın doğduğu sırada, o
gün bilinen dünyanın büyük bir bölümü Roma İmparatorluğunun egemenliği
altındaydı. Dinsel açıdan çok tanrılı inanç sistemini kabul eden Romalılar,
kendi tanrılarına karşı hoş görülü olunması halinde, işgal ettikleri toprakların
halklarının inancına karışmıyorlardı. Bu sistem, birbirinden farklı birçok
inancı imparatorluk bünyesinde barındırmakta son derece faydalıydı.
İnançlarında özgür bırakılan kavimler yönetimin başına büyük dertler
açmıyorlardı. Bir tek istisna dışında; Yahudiler.
Yahudiler son derece katıydılar.
Onlara göre bir tek tanrı vardı ve onun dışında başka tanrılar olduğunu
söylemek en büyük günahtı. İşte bu tutum, Romalılarca kendi tanrılarının aşağılanması
olarak görüldü ve büyük tepki doğurdu. Öyle ki, Roma yöneticileri Yahudileri
dinsizlikle suçladılar ye imparator Septim Severus, Yahudiliği, yani
kendilerince dinsizliği yasaklayan bir emir yayınladı. Roma lejyonları Yahudi
halkın üzerine gönderildi. Baskı artırıldı. Yahudilik gibi daha sonraki
yıllarda tek tanrı inancını savunan Hristiyanlık da aynı suçlamadan kurtulamadı.
Ta ki, imparatorluğunu yıkılmaktan kurtarmak için Hrıstiyanlığı seçen Bizans
imparatoru Constantin dönemine kadar.
İşte İsâ aleyhisselâm böyle bir
ortamda dünyaya geldi. Roma baskılarından yılmış olan Yahudi halkı kurtuluşu
mucizelerde arıyor ve kendilerine Tevrat’da geleceği bildirilen kurtarıcı
Mesih’i dört gözle bekliyordu.
İsâ aleyhisselâm, Hz. Musa
aleyhisselâmın öğretisinin Ezoterik yönünü yüzyıllardır bünyesinde barındıran
Esenniler arasında dünyaya geldi. Yahudilikteki dinsel yozlaşmadan uzak
kalabilmek için Esenniler Yehuda çölündeki Kumran’a çekilmişlerdi. İsâ
aleyhisselâmın bir Esenni olduğu, doğduğu tarih olduğu iddia edilen 25 aralık
gününden de bellidir. Bu tarih, Esennilerin Elohim adına düzenledikleri kutsal
ayin günüdür.
Esenniler üç dereceli bir inisiasyon
örgütü oluşturmuşlardı (1). Bu örgütün kurallarına göre Esenniler arasında
doğan ya da dışardan Esenniler’e katılmak isteyen kişiler uzunca süre gözetim
altında tutulurlar ve layık görülürlerse özel bir törenle örgüte alınırlardı. Toplulukta doğup layık görülmeyenler
örgüte alınmazlar ve ancak topluluğun ayak işlerini yapmalarına izin verilirdi.
Örgüte kabul edilen kişi iki yılını çömez olarak geçirirdi. İkinci derece’de de
aynı süre geçerliydi. Müridin "İsrail’in kutsal seçkini" ya da "Işığın oğlu" adı verilen üçüncü dereceye geçmesi ancak
bu sürelerin sonucunda göstereceği yeteneğe bağlıydı. İkinci derecede bekleme
süresinin uzatılması mümkündü.
Esenniler, tarikat sırlarını açıklamamak
üzere ketumiyet yemini ederlerdi. Ruhun ölümsüzlüğüne, insanın tekâmülüne, tüm
insanların kardeşliğine ve iyilik yapmanın en önemli ilke olduğuna inanan
Esenniler, günlük yaşam sırasında yemin etmeyi en büyük suç olarak görürlerdi.
Ayinlerde temizlik esastı. İnsan sevgisinin ön plana çıkarılması, yalandan
nefret edilmesi, mülkiyetin ortaklığı Esenniler’in başlıca özellikleriydi.
Kabul töreninde yeni üye, kendisine verilecek sırları ifşa etmeyeceğine
dair ölümüne yemin ederdi. İşte Esenniler’in Hz. İsâ aleyhisselâmı
reddetmelerinin arkasında, bu yemine uymamış olması yatmaktadır.
Esenni öğretisi, derecelerle ilintili
olarak üç aşamalı verilirdi. Bu öğreti, Hz. Musa aleyhisselâmın Ezoterik
doktrininden başka bir şey değildi. Esenniler genelde bekâr yaşayan insanlardı
ve İsâ aleyhisselâmda bu geleneği bozmadı. Esenniler arasında en üst dereceye
kadar çıkan İsâ, kişiliği gereği bununla yetinmedi ve daha fazla şey öğrenmek
istedi. Ancak Mısır Okulu artık yoktu. Bunun
üzerine İsâ aleyhisselâm da, bilgisini artırmak için Ezoterik öğretinin bir
başka kaynağına, Tibet’e yöneldi. Hindistan üzerinden Tibet’e giden İsâ
aleyhisselâm, burada yaklaşık 10 yıl kaldı ve Ezoterik öğretinin yanısıra doğu
bilimleri hakkında da en üst düzeyde bilgi sahibi oldu (2). İsâ bu bilgilerini, Hristiyan
dünyasının mucize diye adlandırdığı olaylarda ortaya koydu.
James Churchward, İsâ
aleyhisselâmın Tibet’te bulunduğu yıllar ile ilgili bilgiler veriyor.
Kendisini Naacaller hakkında aydınlatan rahip Rishi, İsâ aleyhisselâmın Tibet
rahipleri arasında da en üst dereceye kadar çıkmış olduğunu söyledi. Churchward’a göre İsâ, Tibet’te Naacal dilini öğrendi ve
ilk tek tanrılı dini, Mu Dini’ni ana kaynağından gördü. İngiliz araştırmacı,
İsâ aleyhisselâmın ölürken söylediği son sözlerinin Naacal dilini bildiğini
ispat ettiğini öne sürüyor. İsâ aleyhisselâmın son sözleri, "Eli, eli lama
sabachtani" (allahım, allahım beni niçin bıraktın) olmuştu. Churchward bu sözlerin yanlış
anlaşıldığını, İsâ aleyhisselâmın gerçekte, ortadoğuda hiçkimsenin anlamasına
imkan olmayan Naacal dilinde, “Hele, hele lamat zabacta ni" (tükeniyorum,
tükeniyorum yüzümü karanlıklar kaplıyor) dediğini iddia ediyor (3). Churchward’a göre İsâ aleyhisselâmın
öğretisine sembol olarak seçtiği Haç da Mu kökenlidir. Naacaller’in bu kutsal
sembolünü İsâ da kullanmıştır.
Tibet’ten ülkesine dönen İsâ,
öğretisinin geniş kitlelere ulaşmasını ve tüm Yahudi halkının kurtuluşunun bu
yolla olmasını tasarlıyordu. Halkın mesih beklentisini değerlendiren İsâ aleyhisselâm,
kendisini tanrının oğlu olarak tanıttı. Ezoterik doktrin uyarınca İsâ
aleyhisselâm, kamil bir insandı ve tanrıyla bir olmuştu. İşte onun kullandığı
"Tanrının Oğlu" sembolü, bu gerçeğin ifadesiydi.
İsâ aleyhisselâm, öğretisini cümleler
haline getirilmiş sembollerle, mesellerle geniş halk kitlelerine sundu çünkü
halkın bu öğretiyi başka türlü benimsemeyeceğini iyi biliyordu. Sevginin ve
kardeşliğin ön plana çıkarıldığı İsâ öğretisindeki Ezoterik içerik, Yuanna
İncili’nde de görülmektedir. "Kimse yeniden doğmadıkça tanrı katını
göremez" veya, "herkes
sudan ve ruhtan doğmuştur" gibi cümleler, Yuanna İncili’nin Ezoterik
içerikli cümlelerinden sadece ikisidir. (Yuanna 3/2-5)
Sen Jan tarafından yazılan bu İncil,
doktrinin iç yüzünü, Ezoterik yönünü ortaya koymaktadır. Bu nedenle Yuanna
İncili, Ezoterik öğreti yanlısı şövalye tarikatlarınca kabul edilen yegane
İncil olmuştur. Malta şövalyelerinin bir diğer adı, Sen Jan şövalyeleridir. Protestanlar’ın benimsediği, Mason
olan Hrıstiyanların üzerine yemin ettikleri İncil hep Yuanna İncilidir (4).
Hristiyanlıktaki Baba-Oğul ve Kutsal
Ruh üçlemesi, tanrının üçlü niteliğinden başka birşey değildir. Ancak, bu kutsal üçleme gibi birçok
kavramın daha, cahil halkın anlayabilmesi için son derece basite indirgenmiş
olması, öğretinin aslından çok şey yitirmesine ve zamanla da bünyesine birçok
efsane ve hurafelerin girmesine neden olmuştur. İsâ öğretisinin Ezoterik içeriği bugün pekçok
Hristiyan tarafından bilinmemektedir. Ancak, iyilik, doğruluk,
güzellik gibi kavramlarla, insanların kardeşliği gibi duyguların geniş
kitlelerce kabul görmesini sağlayarak Hrisliyanlık, Ezoterik öğretinin bu
anlatılarının evrenselleşmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İsâ aleyhisselâmın Yahudi ruhban
sınıfınca sapkınlıkla suçlanması ve İsâ yandaşlarının gücünden çekinen Roma’nın
bu durumu fırsat bilerek onu çarmıha gererek öldürülmesinden sonra
Hristiyanlık uzunca bir süre bocaladı. Yandaşları sürekli takip edildi ve öldürüldü.
İşte bu aşama’da Roma’lı
Hristiyanlar, kendileri gibi kardeşlik, doğruluk, iyilik gibi mefhumları
savunmakta olan Collegia mensupları ile karşılaştılar. Hristiyanlar, çok
tanrıcı Collegia mensuplarının tanrılarını birer aziz olarak kabul ederken,
Collegia üyeleri arasındaki kardeşlik bağlan da bu yeni gelenlerin birliklerinde
getirdikleri inançlar doğrultusunda kuvvedendi. Hristiyanlar, Collegia’larda
kendilerine sığınacak yerler buldular ve varlıklarını sürdürebildiler. Batı
Roma imparatorluğu barbar akınları sonucunda yıkılınca, bu örgüt Doğu Roma
imparatorluğunda varlığını sürdürdü. Bizans’da Collegialar’ın himayesinde
varlığını devam ettiren Hristiyanlar, bu güçlü örgütlenme sayesinde dinlerini
resmi devlet dini olarak kabul ettirebildiler. İmparator Constantin, aleyhinde
girişimlerde bulunan çok tanrıcı unsurlara karşı denge sağlamak amacıyla
Hristiyanları ve dolayısıyla Collegia örgütünü yanına çekmeye karar verdi.
Constantin, M.S. 313 yılında Milan fermanını yayınlayarak, önce Hrisliyanların
inançlarında özgür olduklarını kabul etli. Sonra da Hrisliyanlığı devlet dini
olarak ilan etti ve çok tanrıcılığı yasakladı.
Collegia mensupları, Roma
İmparatorluğu içinde, sanallarını rahatça ortaya koymaları için heryerde
dolaşmalarına izin verilen hür insanlardı. Avrupa’nın, Roma imparatorluğu
dışında kalan bölgelerinde dahi, yapı işleri için Collcgia’cılar özellikle
aranıyorlardı. Ancak bir süre sonra Avrupa’da derebeylik sistemi ortaya çıktı
ve bu hür sanatkârların dahi birer serf durumuna düşmeleri söz konusu oldu.
İşte o zaman, Collegialar manastırlara iltihak ettiler ve din adamlarına
tanınan haklardan faydalanabilmek için, inşaatçı rahiplerden kurulu olan
manastır dernekleri "Gildeleri" oluşturdular (5). Ancak bu noktada
tarihte geriye dönmek ve ortadoğuda çıkan yeni bir dinin, İslamiyet’in Ezoterik
doktrin tarihi üzerindeki yerini incelemek gerekmektedir.
Kaynakça
1- SCHURE
douard - "Büyük İnisiyeler" - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 605
2- SANTESSON
Hans Stephan - "Batık Ülke Mu Uygarlığı" - RM Yayınları - İstanbul
1989- Sf. 187
3- Santesson
H.S. -İe- Sf. 137
4- Nauodon
Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk" - Varlık Yayınlan İstanbul
1968 - Sf. 122
5- Naudon
Paul -İe- Sf. 28
Sh: 68-72
Mutasavvıflar, bunların Türkler arasındaki
temsilcileri ve Batıni doktrinin günümüz Türkleri arasındaki izleyicileri olan
Aleviler ve Bektaşiler’e geçmeden önce, Orta Asya ile Anadoludaki inanç
sistemlerini irdelememiz gerekmektedir.
İslamiyet’in yayılma yıllarında Anadolu’da ve
Mezopotamya’da Batıni doktrinden kaynaklanan Saabilik inancı hüküm sürmekteydi
(1). Anadolunun Bizans yönetimindeki topraklarında Hristiyanlık ön plandaysa
da, özellikle Doğu Anadolu’da, Fırat çevresinde Saabiler çoğunluktaydı.
Saabilik çok eskilere, kadim Uygur imparatorluğuna kadar dayanan Babil okulu
öğretisinin halka malolmuş şekliydi. Tüm tek tanrılı dinlere şu ya da bu
şekilde kaynaklık etmiş olan Saabilik, Büyük İskender’in bu toprakları fethi
sırasında Pisagorculukla tanışmış ve Saabi öğretisi yeni bir ivme kazanmıştı.
Pisagoryen öğreti, Saabiler arasında zaten var olan Batıni inançların
yenilenmesine ve her iki akımın birleşerek, İsmaililik denilen müessesenin
oluşmasında rol oynamıştır.
Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz Şamanizm gibi,
ilk tek tanrılı din olan Mu dininin, yüce tanrının sembolü olarak kabul etliği
Güneşi, tanrının kendisi yerine koymuş bir Güneş Kültüdür. Saabiler başta Güneş
olmak üzere yedi yıldız’a tapınırlardı. Bunlar, en yüce tanrı olan Güneş
tanrısı "Şamaş", onun eşi olarak kabul edilen Ay tanrıçası
"Sin", Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrıçası
"İştar", Mars tanrısı "Nergal", Jüpiter tanrısı
"Marduk" ve Satürn tanrıçası "Ninutra" idi.
Saabiler bu tanrı ve tanrıçaların yanısıra,
Hermes’i Pisagor’u, Orfeyi de birer yarı tanrı olarak görüyorlardı (2).
Kuran’da tek tanrılı dinler arasında Saabilik de
sayılmaktadır (3). Bunun nedeni, Kuranın birçok
söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri
ziyaret etme yani hac gibi ibadet tarzlarının yanısıra, her namaz öncesi abdest
alma gibi adetler hep Saabi kökenlidir. Saabilikte, yedi gezegenin her
biri için, günde yedi kez namaz kılınırken bu sayı İslamiyette beşe
indirilmiştir. Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi
geleneği İslamiyetten önce Saabiler arasında görülmektedir.
Halife Memun döneminde Müslüman işgalciler
Harran’da Saabilerle karşılaşmışlar ancak, diğer güneş kültü inanırlarının
hepsini putperest diye nitelendirerek, İslamiyeti kabule zorlamışlarken
Saabilere, Hristiyan ve Yahudilere tanındığı gibi, belli bir miktar para
vermeleri karşılığında kendi inanç sistemleri içinde kalmaları hakkı
verilmiştir.
Saabilik’te, her gezegen için hergün namaz
kılınmasının yanı- sıra, haftanın günlerinin herbiri, bir gezegene özel ayinler
düzenlenmesi için ayrılmıştır. Pazar günleri Güneş ayinlerine, Pazartesi Ay
ayinlerine, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs ve Cumartesileri
de Satürn ayinlerine ayrılmıştır. Latince kaynaklı batı dillerinde günlerin
isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka birşey değildir. Örneğin
Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi "Monday" Ay günü ve
Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür.
Bu tapınım şekli, İskender işgali döneminde
Pisagoryen öğreti ile karşılaşılınca bir nebze değişmiş ve Saabilik, bir yüce
varlık ve onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline
dönüşmüştür. Aynı dönemde hava, su, toprak, ateş gibi dört temel elemana,
cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna, yüce
varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batıni inanç biçimleri
de Saabiliğe yerleşmiştir. Saabiler için artık, Azimun, Hermes, Örfe ve Pisagor
ulu tanrı ile bir olmayı başarmış yüce ruhlar, yarı tanrılardır.
Saabilik’te de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır.
Saabiler, kendilerinden olmayanlara sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaşmış bir devamı
niteliğinde olan günümüz Yezidiliğinde aynı sır saklama prensibi olduğu gibi
korunmakta ve yabancılar topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır.
Saabilerin sır ayinleri, gezegenlere ithaf
edilmiş mabetlerin altındaki salonlarda yapılırdı. Bu salonlar, önce aslına
tapınılan, Pisagoryen etkileşimden sonra birer sembol haline dönüşmüş olan
gezegenlerin heykelleri ile doluydu. Saabiliğin bir kolu da Yemen’de
bulunmaktaydı. Tarih içinde, İbrani Saabilerin Mısır’a göç etmeleri gibi,
Saabilerin bir kolu da Yemen’e gitmişti. Yahudi kralı Süleyman’ın
karşılaştığı ve aşık olduğu Saba Melikesi Belkıs bu Yemen Saabilerinin
kraliçelerinden birisiydi. Ku-ran’da da bu Yemen inanışına değinilmekte ve
onlardan "Tek tanrı inanırları" olarak bahsedilmektedir. İslamiyet üzerinde
öğretileriyle etkili olan da büyük bir ihtimalle Saabiliğin bu koludur.
Bir yandan Mısır İskenderiye Okulu kökenli
sufilerin görüşlerine, diğer yandan da Saabiliğe dayanan İsmaililik, Batıni
inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken olmuştur. İsmaililik Şamanist
Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır çünkü Şamanizm’de Batıni bir yön
zaten vardır.
Türkistan’a ve Türk mutasavvıflarına geçmeden
önce, İslam dünyasında büyük etkiler yapmış bazı sufileri incelemek gerekir.
Bu sufilerin başında "Enel Hak" (Ben
Tanrıyım) diyen ve bu sözünden geri dönmediği için Sünni ortodoks yöneticiler
tarafından derisi yüzülerek öldürülen Hallac-ı Mansur gelmektedir (4). M.S. 850’lerde dünyaya gelen Mansur, M.S.
922’de, Halife Muktedir’in emri ile Bağdat’da öldürüldü. Mansur,
insan-tanrı-evren üçlemesini içeren varlık birliğini savunuyordu. Gençliğinde
Kahire’de bulunan Mansur, burada İskenderiye okulu ardılları ile tanıştı ve
onların görüşlerini benimsedi. Daha sonra tüm Türkistan’ı dolaştı ve buradaki
Sufi tekkelerinde görüşlerini yaydı. Mansur’a göre, gerçek olan
"Bir"di. Çokluk, bu "bir"in değişik biçim ve nitelikteki
yansımalarıydı. Evren ve insan "bir" in dışında değil içindeydi ve
onunla özdeşti. Bu nedenle insanın "Enel Hak" demesi doğruydu. İnsan
tanrıydı, tanrıdan bir cüzdü. Ancak tanrı insan değildi, tüm evrenin bütünüydü.
Mansur’a göre evren yaratılmamış, bir ışık ve sevgi yumağı olan tanrıdan fışkırmıştı.
Onun kullandığı "Işk" kelimesi, hem tanrısal nuru hem de tanrısal
sevgiyi birlikte içinde barındırmaktadır.
Tüm dinlerin ileri sürdüğü yaradılış, varoluşun
yanlış yorumlanmış bir biçimidir. Gerçeği kavrama gücünden yoksun olanlar, tüm
varlıkların tanrıdan ayrı birer birim olduğunu öne sürerler. Bunun bir yanılgı
olduğunu anlamak ancak sezgi ile mümkündür ki, her birey kendi içine dönerek bu
sezgi gücünü ortaya çıkarabilir. Bu içe kapanış sonucu önce tanrısal sevgi
uyanır, sonra da gönülde tanrısal nur açık seçik görülür. İşte gerçek sır,
tanrıyı gönülde görmektir.
"Kendini
bilen tanrıyı bilir, kendini seven tanrıyı sever” diyen Mansur Sünni otoritelerce sapkın olarak
tanımlanmış ve düşüncelerinden vazgeçmesi için önce kamçılanmış, sonra derisi
yüzülmüş ve en sonunda da Sünni inanırlar tarafından taşlanarak öldürülmüştür.
Mansur’un inancı uğuruna ölümü seçmesi sufiler
arasında derin izler bırakmış ve onun ölümü ile sufı akım içine kapanacağına,
şahlanmıştır.
Özellikle Anadolu suflleri üzerindeki etkisi
bakımından önemli olan bir başka İslam filozofu da Feriduddin Attar’dır (5).
M.S. 1119’da Nişapur’da doğan ve 1193’de aynı
yerde ölen Attar’ın önemi, Batıni görüşleri içeren "Mazhar’ül
Acaib" adlı bir eser bırakmış olmasıdır. Bu eseri nedeniyle
dönemin yetkililerince putperestlikle suçlanan Attar, öldürülme tehlikesi
altında ülkesinden bir süre için ayrıldı. Yöneticilerin değişmesinden
faydalanan Attar Nişapur’a geri döndü ve öğretisini yaymaya devam etti.
"Vahdet-i Vücud" (varlık birliği) kavramının sufiler arasında
yaygınlaşmasında son derece etkili bir rol oynamış olan Attar’a göre varolmak,
yüce bir nur olan tanrıdan fışkırmak, görüş alanına çıkmaktır. Oluş, tanrıdan
çıkış ve yine ona dönüştür. Tanrısal ışık, en yüceden en aşağı kata doğru
basamak basamak görüş alanına çıkar. Bu basamaklar değişik nitelikli varlık
türlerini oluşturur. Varoluş, yoktan yaradılış anlamına gelmez. Görünme-yenden
görünür duruma geçme eylemini belirtir. İnsan tanrı ile özdeştir, tanrısal bir
varlıktır. Varlık türleri içinde tanrıya en yakın olanı insandır ve bu
nitelikleriyle de varlık birliğinin, "Vahdet-i Vücud"un merkezidir.
Bireysel irade, topyekün iradenin bir cüzüdür.
Ruh ölümsüzdür. Tanrıdan gelmiş ve ona geri
dönecektir. Beden ise, ruhun yeryüzündeki aracı durumundadır. Ruh, tekamülü ve
tanrıya ulaşması için ne kadar bedene ihtiyacı varsa, o kadarını eskitecektir.
Attar, ünlü eseri Mazhar-ül Acaib’de, "tanrı görünmeyen durumda iken, kendisine olan
sevgisi yüzünden görünür olmak istedi. Böylece tanrısal südur başladı ve tüm
varlık türleri oluştu. Sevgi, bu oluşun kaynağıdır, ilk nedenidir" demektedir.
Attar da, diğer Bâtıni doktrin yanlıları gibi,
ruhun çeşitli aşamalardan geçerek olgunlaştığını ve en sonunda kâmil insan
olarak tanrıya kavuştuğunu savunmaktadır. Attar’ın bu görüşleri Anadolu
mutasavvıfları Yunus Emre ve Mevlana’yı derinden etkilemiştir.
Bâtıni görüşün geniş kitlelerce tanınmasına ve
sevilmesine ön ayak olan bir başka sufı de, düşüncelerini şiire döken ve
rubaileri nesilden nesile halen söylenmekte olan Ömer Hayyam’ dır (6).
Hayyam, İran’ın o dönemde ışık kaynağı olan
Nişapur’da M.S. 1050 yılında doğdu. Sanatkar ruhlu Hayyam, diğer sufilerden
daha farklı bir yaşam seçti. Şaraba düşkünlüğüyle tanınan ve sufı tekkeleri
yerine şaraphaneleri ziyaret eden Hayyam, Türk illerini, Semerkant ve İsfahan’ı
gezdi. Hayyam’ın cebir dalında çalışmaları olduysa da görüşlerini günümüze
şiirleri yani rubailer ile ulaştırdı.
Hayyam’ın dörtlükler şeklinde yazdığı bazı
rubaileri peşpeşe sıralarsak başka söze gerek kalmayacak:
"Yaşamın sırlarını bileydin,
Ölümün sırlarını da çözerdin.
Bugün aklın var birşey bildiğin
yok,
Yarın akılsız neyi bileceksin?
**
Bu dünyadan başka dünya yok, arama.
Senden benden başka düşünen yok,
arama.
Vazgeç ötelerden, yorma kendini.
O var sandığın şey yok mu, o yok,
arama.
**
Kimi dinde imanda buldu yolu,
Kimi akıl, bilim yolunu tuttu.
Derken bir ses geldi
karanlıklardan;
"Gafiller, doğru yol ne odur
ne bu"...
**
Hep arar dururdum dünyaya geleli,
Alın yazısını, cenneti, cehennemi.
Hocanı kesti attı sağlam
bilgisiyle;
"Alın yazısı, cennet, cehennem
sende" dedi.
**
Biz aşka tapanlarız, Müslüman
değil,
Cılız karıncalarız, Süleyman değil.
Biz eskiler giyen benzi soluklarız,
Pazarda sırma salan bezirgân değil.
**
Ben kendiliğimden var değilim bu
varlığımla,
Kendim çıkmış değilim elbet bu
karanlık yola.
Bir başka varlıktan gelmiş bendeki
varlık.
Ben dediğin kim ola, nerede, ne
zaman var ola?
**
Güneşi balçıkla sıvamak elimde
değil,
Erdiğim sırları söylemek elimde
değil.
Aklım düşüncenin derin
denizlerinden,
Bir inci çıkardı ki, delmek elimde
değil.
**
Yetmişiki millet, bir o kadar da
din.
Tek kaygısı seni sevmek benim
milletimin.
Kafirlik, Müslümanlık neymiş,
sevap, günah ne?
Maksat sensin, araya dolambaçlar
girmesin.
**
Dün özledim de seni coştum birden bire,
Çıktını senin yerin dedikleri
göklere.
Bir ses yükseldi ta yukardan,
yıldızlardan;
"Gafil" dedi, "Bizde
sandığın tanrı sende".
M.S. 1122’de ölen Hayyam’ın düşünceleri hakkında
başka birşey söylemeye gerek yoktur.
Sh:83-88
Batıni doktrinler tarihi açısından önem taşıyan
bir başka mutasavvıf, kendisinden sonrakilerin yönünü çizmiş olan Türk sufisi
Ahmet Yesevi’dir. Yesevi’nin yaşamına ve görüşlerine geçmeden önce, Orta Asya
Türklerinin, İslamiyetin yayılma yıllarındaki durumlarına ve inançlarına göz
atmak gerekir.
Kadim Uygur imparatorluğunun mirasçıları olan
Orta Asya Türkleri, bir Güneş Kültü olan Şaman dinine bağlıydılar (7). Naacal
öğretisinin binlerce sene içindeki bozulmuş bir ifadesi olan Şaman dinine göre,
Türkler, aynı tanrının eril ve dişil ifadeleri olan Güneş ve Ay’dan
doğmuşlardır. Şamanizm’in rahipleri Şamanlar, Güneş ve Ay tapınım törenlerinde
kırmızı külah giyerler, kopuz çalarlar ve dans ederlerdi. Benzeri uygulama,
Şamanist Türklerin devamı olan Anadolu Alevilerinde ve ayrıca Mevlevilerde de
görülmektedir.
Şaman olabilmek, uzun bir inisiyatik yolu takip
etmeyi gerektirirdi. Şaman adayları özel törenlerle rahipliğe kabul edilir ve
ancak göksel sırları aldıktan sonra Şaman sıfatını kazanabilirlerdi. Şamanizme
göre evrende her şeyin bir ruhu, canı vardı. Dağlar, göller, ırmaklar ormanlar
hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık yüklenirdi. Güneş ve Ay,
onların ortaya çıkmasına sebep olan en büyük tanrının Kara Han’ın oğlu olan gök
tanrı "Ülgen"in birer sembolüydü (8). Şamanlar, gök tanrı Ülgen’e
ulaşabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaşmaya çalışırlardı. Şaman deyimi
de rahiplerin bu hallerinden gelmekteydi ve "kendinden geçmiş
kişi" anlamındaydı.
Gök tanrıyı akılla algılamak mümkün değildi. Onun
için Güneş ve Ay’ın, tanrı Ülgen’in temsilcileri olarak saygı görmeleri, onlara
tapınılması gerekliydi. İnsan ile doğa arasındaki ilişkilere, insan ile insan
arasındaki ilişkiler kadar özen göstermek gerekirdi çünkü bir taş, ağaç ya da
nehrin ruhu, bir insanın ruhundan daha aşağı değildi.
Eski bir Türk destanı olan "Oğuz Kaan
Destanında, Türklerin doğuşu efsanesi şöyle anlatılmaktadır: (9)
"Oğuz Kaan, tanrı Ülgen’e yakarırken, gökten
bir ışık belirdi. Bu göksel ışığın ortasında bir kız vardı. Bu kız Oğuz’a üç
çocuk doğurdu. Adlarını Güneş, Ay ve Yıldız koydular." Bunlar, gökten yere
inen ruhu remzetmek üzere, ucu aşağı dönük bir üçgenle sembolize edilmiştir.
"Daha sonra, Oğuz Kaan ormanda dolaşırken,
bir ağaç kovuğundan bir başka kız çıktı. Bu kızdan da üç çocuğu oldu. Bunlara
da gök, dağ ve deniz adlarını verdiler. Bu altı çocuktan Türk nesli doğdu”.
Destanın ikinci bölümünde yer alan ağaç kovuğundan çıkan kız doğanın,
dolayısıyla evrenin sembolüdür. Ondan doğan üç çocuk da, gök Havanın, dağ
Toprağın ve deniz de Suyun sembolüdürler ve bu üç çocuğun simgesi de, ruhun
gökyüzüne, yani tanrıya döneceğini gösteren ucu yukarı bakan üçgendir. Her iki
üçgenin birleşimi, eski bir Mu simgesi olan altı köşeli yıldızı, tanrısal
adalet yıldızını verir.
Tüm bu ipuçları, Orta Asya Türklerinin tek
tanrılı bir inanış olarak kabul edilebilecek "Gök Tanrı” dinine
inandıklarını göstermektedir. Ülgen’in altındaki tanrılar ancak, ikincil
dereceli tanrılardır. Buna karşın, bu tek tanrı inancı Müslümanları tatmin
etmemiştir. Zaten İslam Peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem,
kendisi Türkleri tanımamasına rağmen, onları düşman ilan etmiştir. "Kıtal-üt
Türk" başlığı taşıyan bir hadisinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem, Türklerle savaşmanın özel bir anlamı olduğunu, kıyametin ancak,
Müslümanların Türkleri öldürmelerinden sonra kopabileceğini söylemiştir (40).
Buhari’nin, "Es Sahih Kitabül Cihad” adını taşıyan, peygamber hadislerini
derleyen eserinde Hz. Muhammed’in, "geniş yüzlü, küçük gözlü, basık
burunlu, yüzleri kalkan gibi Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz"
dediği belirtilmektedir. Bu hadis uyarınca Arap orduları Türk topraklarına
girmiş ve kafir "Türklerle öldürüşmüşlerdir". Ancak, kıyamet
kopmamış, netice Türklerin Müslümanlığı kabulü olmuştur.
Emeviler yönetimi sırasında Türkistan’a giren
Arap orduları son derece ırkçı davranmışlar ve onların bu tutumu Türk halkının
büyük tepkisine yol açmıştır (11). İki ulus arasında çok uzun süren kanlı
savaşlar meydana gelmiştir. Kentlerde yaşayan Türk halkı, işgalci Arapların
bazı vergi muhafiyetleri tanıması neticesinde ve yoğun baskılar altında daha
çabuk İslamiyete geçerken, göçebelerin Şamanlıktan kopmaları ve Müslüman
olmaları daha uzun bir süreç almıştır. Sonunda kabul ettikleri Müslümanlık da,
sadece görünürde Müslümanlık olmuştur.
Arapların zengin Orta Asya kentlerini işgali M.S.
630’larda başladı. Özellikle Halife 2. Yezid döneminde Türk hakanı Su-Lu’nun
Arap ordularına yenilmesi, Müslümanlığın Türk topraklarına bir daha
çıkmamacasına yerleşmeye başlamasına yol açtı (12). Araplar, Orta Asya
Türklerinden bir bölümünü, köle asker olarak kullanmak üzere ülkelerine
götürdüler. Arapların bu tutumu hiç de ummadıkları bir neticeye yol açtı. Büyük
bir Türk göçü başladı ve zaman içerisinde, Arap egemenliğindeki toprakların
tamamı Türklerin yönetimine geçti. Araplar için geçen yüzyılın sonuna kadar
bitmeyecek Türk egemenliği başlamış oldu.
Türklerin, Emevilerin getirdiği sömürgeci
İslamiyete direnmeleri, iki ulus arasında kanlı savaşlara ve düşmanlığa yol
açtı. Bu kuvvetli direncin altında, eski inançlarını koruma isteğinin
yanısıra, Emeviler’in aşırı Arap milliyetçiliği gütmeleri de yatıyordu.
Türkleri, yok edilmesi gereken ırk, kendilerini de üstün ırk olarak gören
Emeviler, ırkçı politikalarını işgal ettikleri tüm Arap olmayan kentlerde
sergilediler. Bir İran veya
Türkistan kentinde yerli halkın Arap işgalcilerle aynı kaldırımda yürümeleri
bile yasaktı (13). Bir Arabın
geldiğini gören yerli, kaldırım değiştirmek zorundaydı. Emeviler için kendileri
efendi, diğer uluslar köleydi. Arap olmayanlar, Arap kadınları ile
evlenemezdi. Aksine davrananların kellesi uçurulurdu.
Emevi devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan
Abbasiler, Emevileri desteklemiş olan Arap unsurlara güvenemezlerdi. Onun için
sırtlarını paralı Türk askerlerine dayamak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk,
Abbasiler’in, İslamiyeti kabul etmeleri koşuluyla tüm milletleri Araplara eşit
saymaları ödününü getirdi.
Bu arada meydana gelen bir olay, Türk-Arap
yakınlaşmasına ve daha çok sayıda Türk’ün İslamiyeti kabulüne yardımcı oldu.
Orta Asya’da Çin-Türk rekabeti yüzyıllardır sürmekteydi ve M.S. 700’lerde Çin,
Batı Türkistan’ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar
geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler,
Abbasi’lerden yardım istediler. Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk
kuvvetleri Talas meydan savaşında Çin’lileri yendi ve Batı Türkistan Çin’in
elinden kurtarıldı.
Abbasi Halifelerinin paralı Türk askerlerinden
meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı ve bu talep
önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu. 9. yüzyılda Türkler, Horasan ve
civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan’da hâkimiyet kurabilmek
için bölgeye yerleşen Türkler, Müslümanlığa geçmek durumunda kaldılar. Çünkü,
Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri, başka bir dinden olanları
aralarına kabul etmiyorlardı. Türkler, kitleler halinde Müslümanlığa
geçiyorlardı. Ancak çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha yakın
olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece
örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler.
Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle bir dönemde
dünyaya geldi (14). Horasan ve civarında, İsmaili Dai’lerinin yanısıra, yine
aynı mezhebe bağlı Fütüvvet örgütü de son derece yaygındı. Kendisi de, inisiye
edilmiş bir İsmaili Dai’si olan Yesevi, Horasan İsmaili tekkesinin şeyhi
konumuna yükseldi. Yesevi müridleri halk arasında Horasan erenleri ya da
"Baba Erenler" olarak tanındılar (15). Diğer İsmaili dergâhlarında
olduğu gibi Horasan tekkesinde de müridlerin, şeyhin emirlerine kesinlikle
uymaları, sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa gelmek için
öğreticilerini sabırla dinlemeleri, sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru
olmaları ve ser verip sır vermemeleri beklenirdi.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Daisi
idiyse de, kendi tekkesinde bazı değişiklikler yaptı. Mesela, altı aşamalı olan
öğretiyi, Fütüvvet teşkilatlarını örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Yesevi
müridinin şeyh ünvanı alabilmesi için bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa
ulaşması şarttı. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
1- Tövbe
edenler,
2- -Bilginler,
3- Zahidler,
4- Sabirler
(Sabredenler),
5- Salihler
(Kurtulanlar),
6- Raziler,
7- Şakirdler
(Öğrenciler),
8- Muhibler
(İstekliler),
9- Arifler
(Gönül Erenleri) (16).
Her biri birer derece niteliğinde olan bu
aşamaların maliklerine verilen adlar dahi, Yesevi’nin aslen bir İsmaili
olduğunun göstergesidir.
Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi,
tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekamülünü sağlayarak tanrı ile bir olmaktır.
Yesevi’ye göre bunun yegâne yöntemi içe kapanmaktır. Yüce tanrıyı us ile
anlamanın imkânı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle,
kendinde var olan tanrıyı içinde aramalıdır.
İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı,
tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca
kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. İçe kapanışla
sağlanan derin sezgi, ruhu tanrıya ulaştıran sevginin uyanmasına olanak sağlar.
İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği
kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada kâmil insan artık tanrıyla bir
olmuştur.
Yesevilik içe kapanma yöntemini Şamanist din
adamlarından aldı ve bunu Batıniliğe uyguladı. Bu nedenle tarikat, Şamanizme
bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı gelmedi ve İslamın katı kurallarından
kaçmak için çare arayan Türkler kurtuluşu Yesevilik’te buldular. Ancak göçebe
halk, İsmaililik, Yesevilik ve Fütüvvet aracılığıyla Aleviliği seçerken,
kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sünni görüşü tercih
ettiler. Türk yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin
yöntemlerinin kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar
sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında
tutulmasını ve kurumlaşmasını sağlayanların başında Selçuklular gelmektedir.
Daha önce de görüldüğü gibi Bağdat Hilafeti
Mutezile ve İsmaili hareketlerinin baskısı altındaydı. Selçuklular güçlenip,
Gazzelileri ve Bizans kuvvetlerini yenince Abbasi halifesi Kaim, İsmaili
baskısından kurtulmak için Selçuklu Sultanı Tuğrul’a bir çağrı gönderdi. Tuğrul
kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri M.S. 1055’de Bağdat’a girdi. Ebu Hamid El
Gazali gibi ünlü sufilerin de aralarında bulunduğu Bağdat kardeşliğine,
Mütezile’ye büyük bir darbe indirildi. İsmaili Daileri ve Sufiler kenti terk
etmeye zorlandı. Kadiri mezhebinin kurucusu Abdülkadir Geylâni kaddesellâhü
sırrahu’l azîz de Bağdat’tan ayrılmak zorunda kalan sufilerdendir.
Bu arada, Türk illerinde başlayan Moğol akınları,
Türklerin büyük dalgalar halinde batıya göç etmelerine neden oldu. Türkmenlerle
birlikte, Türk illerinde yaygın olan İsmaili Daileri de batıya göç ettiler.
Türkmenlerin büyük çoğunluğu Selçuklu yöneticiler tarafından, Bizans
ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında tampon oluşturmaları için
Anadolu topraklarına yerleştirildiler. Ancak, Sünni inançlı Selçuklular ile
Alevi inançlı Türkmenler arasında hiçbir zaman yakınlık sağlanamadı. Bu Türk
toplulukları her zaman Selçuklu yöneticileri için kuşku uyandıran, yer yer
korkulan topluluklar oldu. Alevilerin doğal müttefiki İsmaililer ise, Selçuklu
devletini yıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İsmaililiğin son
kalesi olan Alamut’tan Hasan Sabbah fedaileri, Selçuklu yöneticlerine ve
dönemin diğer önde gelen Sünni liderlerine karşı suikastlerini sürdürüyorlardı
(17). Alamut kalesi, 1256 yılına kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam
etti. Bu tarihte, Hülagü Han komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve
fedailerin büyük bölümünü kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen İsmaililer,
Anadolu’daki yandaşlarının yanına sığındılar ve İsmaililik önemli bir güç
olmaktan çıktı.
Türklerin Anadolu topraklarına yoğun biçimde ayak
basmalarından sadece 45 yıl sonra tüm ülke neredeyse tamamen Türk kontrolü
altına geçti. Anadolunun doğusundan batısına bu Türk istilası sırasında eski
Anadolu halklarından en küçük bir tepki dahi doğmadı (18). Aksine eskiler, yeni
gelenlere adeta yer gösterdi. Bu nasıl mümkün oldu?
Eskiler, Anadolu çok tanrıcılığı ve Apollon dini,
Pisagor ve Saabilik öğretileriyle yoğrulmuştu. En büyük korkuları Sünni müslüman
işgaliydi. Yeni gelenler de, her ne kadar Müslümanız diyorlardıysa da,
İslamiyetle pek alakaları yoktu. Eski ve yeniler inanç bakımından birbirlerine
oldukça yakındılar. Yerli halklar, Türkmenler ile uyuşabileceklerini gördüler. Ayrıca
bazı tarihçiler, Anadolu’da yaşamakta olanların arasında, çok önceleri bu
topraklara gelmiş Türklerin de bulunduğunu belirtmektedirler. Türklerin bir
kolu olan İskitlerin M.Ö. 4 binlerde Anadolu topraklarına yerleştikleri, ayrıca
kadim Uygur imparatorluğunun bir kolu olan Sümerler’in de aslen Türk oldukları
sanılmaktadır (19). Bu eski Türk boylarının varlığı, yeni Türklerin kolayca
kabulünde bir etken olmuştur. Nitekim aradan 100 yıl dahi geçmeden Moğollar da,
güçlü ordularının ardından Anadolu’ya girmelerine karşın, Anadolu halkları
tarafından kesinlikle kabul görmemişler ve büyük bir kısmı geri dönmek zorunda
kalırken, çok azı Türkmenler arasında asimile olarak bu topraklara
yerleşebilmişlerdir.
Bu gelişmelerin sonucunda, haçlı seferleri ile
birlikte Anadolunun adı "Turchia" (Türk eli) olarak telafuz edilmeye
başlandı.
Türkmen göçerler özgürlüklerine son derece
düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir çoban dahi
eşit ve kardeşti. Kadınları, erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar,
İslamın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı. Bu tutumu, bir Türkmen ozanı olan
Künci şöyle dile getirmişti: "Arifler namus-ı ırzın vermez; Tesettür ne demek akıl
ermez"...
Ancak, Selçukluların Türkmenlere geniş bir
özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı
görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği
sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu baskılardan bunalan Türkmenlerin
karşısında, Moğol akınları sonucu yıkılmış Büyük Selçuklular yerine, daha zayıf
olan Anadolu Selçukluları kalmıştı. Sürekli Moğol akınları şehirlerdeki ticari
hayatı felce uğratmış, Türkistan’a yayılması ile Ahilik adını alan Fütüvvet
kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı. Ahi kelimesi, Arapça’da
"Kardeş" anlamına gelmektedir.
İşte bu ortamda, 2. Gıyasettin Keykubat’ın
sultanlığı sırasında Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı sultana karşı
isyana çağırdı (20). Horasan’dan Amasya’ya göç etmiş bulunan Baba İlyas’ın
çağrısı kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu.
Yesevi tarikatının en üst derecesi olan
"Baba"lığa ulaşmış İlyas’a göre, gerçek olan bu dünyaydı. Yaşamdan
sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya da cezalandırma yoktu. "Şeriat’ın
saçma hükümlerine uymaya gerek yok" diyen İlyas, toplumda kadın-erkek
ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların eşit olduğunu ancak sultanların bu
eşitliği kuvvete dayanarak bozduklarını söylüyordu.
Batıni doktrinin tüm kurumlarına, ruhun
ölümsüzlüğüne ve tekamülüne, yeniden doğuşa ve son durağın tanrıyla birleşmek
olduğuna inanan İlyas, "Herkes eşittir. Ancak, ruhunu geliştirme
yolundaki tarikat erenleri tanrıya daha yakındır" demekteydi..
Baba İlyas’m isyan çağrısına koşan göçmenlerin
başında, yine bir başka Yesevi Baba’sı olan, Baba İshak bulunuyordu. Baba İshak’ın
çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler, İsmaililer, Saabi inanırları ve
Ahiler’den binlerce kişi toplandı. İshak komutasındaki bu kuvvet bir çok kere,
üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yendi. Baba İlyas bu sırada Amasya’da
Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu. İshak kuvvetleri onu kurtarmak üzere Amasya’ya
yönelince Selçuklular Baba İlyas’ı öldürdüler. İlyas’ın ölümünden bir süre
sonra da, Selçuklular yeni bir ordu kurarak, İshak kuvvetlerini yendiler ve
neredeyse hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer
İsyanı" olarak geçmiş olan halk ayaklanması bastırıldı (21).
Babailer İsyanı her ne kadar yenilgiyle
sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum olarak Anadolu’da ne denli yaygın ve
yerleşmiş olduğunu da ortaya koydu. Daha sonraki yüzyıllarda, Selçukluların
devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti ele
geçirmesi ile Sünni İslam dünyasının lideri konumuna yükseldiler. Buna
karşın Osmanlı İmparatorluğunda da Alevi isyanları hiç eksik olmadı. 1519’da
Yozgat’daki Babai tekkesinin şeyhi Baba CelaPin ayaklanması ile başlayan Celali
isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü Şeyh Bedrettin ayaklanması da Osmanlıları
sarsan bir başka Batıni ayaklanmasıydı.
Babailer isyanının ardından, sağ kalabilen
İsmaili ve Yesevi dervişlerinin büyük bölümü, Hacı Bektaşi Veli önderliğinde
biraraya gelerek, Bektaşilik tarikatini kurdular. Bektaşilik böylece, Alevi
inancın örgütlenmiş biçimi olarak ortaya çıktı (22).
Alevilik öğretisi dört ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, tüm
varlıkların tanrıdan südur ettiğine inanmak, İkincisi kamil insan teorisi,
üçüncüsü Ali aşkı ve sonuncusu da Şeriatın reddidir (23).
Aleviler, "Herşeyin tanrının bir parçası olduğunu
bilirseniz, şeriat tarafından yasaklanan şeylerden vaz geçmeye, örneğin içki içme
yasağına uymaya gerek yoktur" derler. Alevilere
göre bugün kullanılan Kuran gerçek Kuran değildir. Hz. Muhammed’in Kuranı,
Halife Osman döneminde Osman ve yandaşlarınca, kendi çıkarları doğrultusunda
değiştirilmiştir.
Anadolu Alevileri ile İran Şiileri,
birbirlerinden çok farklı inanç sistemlerine sahip olan iki ayrı topluluktur.
Her iki mezhebin Ali yandaşı olmaları, onların daima aynı kapta bulundukları
iddiasıyla ele alınmalarına yol açmıştır. Ancak, Zerdüşt dininin etkisinde
kalan ve bu dinden bazı bölümleri İslami inanç sistemine sokan Şiilerin, zaman
içinde şeriatın büyük bir bölümünü kabul etmiş olmalarına karşın, Batıni
doktrin yanlısı Aleviler şeriatı hiçbir zaman kabul etmemişlerdir.
Aleviler ve Bektaşiler Türkçeyi tapınım dili
olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu’da Türk dilinin kullanılmasını,
bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçeye bağlı kalmaları
sayesinde Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da önlenmiştir.
Alevilik, Tanrı-Muhammed-Ali üçlemesine inanır. Bu inanış, tanrı-doğa-insan birliğini kapsayan
üçlemenin bir tür devamıdır. Alevilikte kadın, Sünniliğin tam aksine,
kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır, dini
törenlerde dahi başını örtmez. Bu törenlerde kadınlar ve erkekler birlikte dans
ederler ve hatta, topluluğa saygı kuralını gözetmek koşuluyla içki dahi
içebilirler.
Aleviler tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre
tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların
eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, kamil
insanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin tanrısal kabul edilerek
doğmalaştırılmasına, bazı parçalan alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi
belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar.
Aleviler tarihin her döneminde dünya üzerinde 300
dolayında kamil insanın yaşadığına, bugün de üç aşağı beş yukarı aynı sayıda
kamil insanın yeryüzünde bulunduğuna inanmaktadırlar. Alevilikte en önemli
Bâtıni inanç, sudûr teorisi ve kâmil insan inançlarıdır. Bu konular kitap
boyunca birkaç kez ele alınmış olmasına rağmen, Alevilerin düşünce yapısını
daha iyi anlayabilmek için, onların bu teorileri yorumlayış tarzını incelemek
yararlı olacaktır.
Alevilere göre tanrısal südur şöyle gerçekleşmiştir:
"Tanrı ilk aşamada kendi bilincinde değildi.
Kendisini seven ve bilme ihtiyacı içinde olan tanrı, üst düzeyde bir bilince
ulaşmak için kendisiyle yabancılaştı. Özünden hiçbir şey kaybetmeksizin tüm
evren, bir ışık ve sevgi yumağı olan tanrıdan fışkırdı.
İkinci aşamada tanrının kişiliğinin üç farklı
yönü ortaya çıktı. Hermes rahipleri bu üçlemeye Osiris, İsis ve Horus derken
Hristiyanlar, Baba-Oğul ve Kutsal ruh olarak kabul ettiler. Aleviler ise, daha önce gördüğümüz gibi üçlemeyi
Allah-Muhammed-Ali diye adlandırdılar.
Üçüncü aşamada Aklı Evvel ortaya çıktı. Aklı
Evvel, tüm evreni ve bu arada dünyayı kaostan kurtarıp düzenli bir forma sokan
kutsal güçler bütünüydü ve niteliğinden dolayı ona, "evreni inşa eden
usta" da denilmekteydi.
Âdem, yeryüzünde vücut bulan tanrısal yansımaydı.
Yani mikro kozmostu. Tanrının kendisini bilmesi için insana, özellikle de kâmil
insana ihtiyacı vardı. Çünkü, tanrısal nur ile birleştiğinde deneyimlerinden,
düşüncelerinden faydalanarak tanrısal bilincin artmasını sağlayacak yegane
varlık kamil insandı.
Aleviler, kâmil insan hedefine ulaşmak için
tanrıdan fışkıran ruhların gelişmek zorunda olduklarına inanmaktadırlar.
Sudûrun ilk sonucu olarak mineraller oluşmuştur. Devrin ileriye doğru devam
etmesi gerekmektedir. Minerallerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar meydana
çıkmış ve hayvanların en üst basamağındaki maymundan da insan türemiştir.
Ruhun, kâmil insan hedefine ulaşana kadar devamlı beden değiştirdiğine,
insanların yeryüzündeki yaşamlarının kamil insan hedefine ulaşmak için yegane
yol olduğuna, bu nedenle de insanların iyi ve dürüst olmaları gerektiğine de
inanılmaktadır.
Alevi inancına göre tanrısal nura ulaşmadan önce
her ruh şu 14 aşamayı geçmek zorundadır:
1- Cansız
maddelerin ruhu,
2- Bitkilerin
ruhu,
3- Hayvanların
ruhu,
4- Şeytanların
ruhu,
5- Cinlerin
ruhu,
6- İnanmayanların
ruhu,
7- İnananların
ruhu,
8- Dindarların
ruhu,
9- Ermişlerin
ruhu,
10- Evliyaların
ruhu,
11- Peygamberlerin
ruhu,
12- Meleklerin
ruhu,
13- Evrensel
ruh,
14- Evrensel
Hikmet (24).
Alevilerin Ali ve 12 imam inancı konumuzun
dışındadır. Ancak Alevilerin Ali’ye bir birey olarak değil, tanrısal kelam
olarak inandıklarını belirtmekle yetinelim ve bu kurumun örgütlenmiş biçimi
olan Bektaşiliği ve kurucusu Hacı Bektaşi Veli’yi inceleyelim.
Sh: 89-99
Hacı Bektaşi Veli, 1210 yılında Horasan’da doğdu
(25). Burada Yesevi tarikatine katılan ve "Baba"lığa kadar yükselen
Veli, 1240 yılında diğer Yesevi Babaları ve İsmaili Daileri ile birlikte
Anadolu’ya geldi. Burada yakın dostu Baba İlyas’ın yanına gitti ve Amasya’ya
yerleşti. Babailer isyasının arka plandaki örgütleyicilerinden olduğu sanılan
Veli, fazla deşifre olmaması sayesinde büyük katliamdan kurtuldu. Anadolu’nun
birçok yerini dolaşan Veli, sonunda Kırşehir’in Sulucakaracahöyük bucağına
yerleşti ve Yeseviliğin devamı niteliğinde olan Bektaşîliği yaymaya başladı.
Babailer isyanından sağ kurtulan Yeseviler ve İsmaililer kısa sürede Hacı
Bektaş etrafında toplandılar. 1217’de aynı yerde öldüğünde çevresinde binlerce
müridi vardı.
"Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar
arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve
kardeşliği sağlamak içindir" diyen Hacı Bektaşi Veli, bu görüşlerini Velayetname
adlı eserinde ortaya koydu.
Bektaşîliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin
oluşturduğu "Evren-Tanrı-İnsan" birliğini kavramaktır. İnsan bir
sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk
basamağı kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir. "Kendini seven
tanrıyı da sever"...(26)
Bektaşîlikteki (Melâmilik) tanrı sevgisinin en
güzel ifadelerinden birisi, şu ünlü dörtlükte ortaya konulmuştur:
"Şakirdleri taş yonarlar.
Yonup üstada sunarlar.
Çalabın adın anarlar
O taşın her paresinde"... (Hacı Bayram Veli)
Diğer Batıni ekollerde olduğu gibi Bektaşilikte
de ruh ölümsüzdür. Ruh gövdeye sonradan girmiştir ve geldiği tanrısal kaynağa
geri dönecektir. Ruh gövdeye sadece dirilik sağlamakla kalmaz, anlayış,
hatırlama, bilme, tanıma, düşünme ve akıletme gibi yetilerin de kaynağıdır.
İnsan, yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır.
Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten
uzak durmak ve yüreğini doğa, insan ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani
bedenler amaç için sadece birer vasıtadır. Bu nedenle insanları kadın-erkek
diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına veya ırklarına bakarak küçük görmek
yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir. Tüm dinler
insanları olgunlaştırmak, barış ve kardeşliği yaymak içindir. Oysa zamanla
dinlerin bu anlamları değiştirilmiş, ve katı, çekilmez kurallar getirilerek
insanların yaşamları kısıtlanmış, kendilerini geliştirme imkanlarının önüne set
çekilmiştir. Gerçek yasaklar, şeriatın öngördükleri değil, tarikatın temel
ilkelerine aykırı davranmaktır.
Bektaşilik, evrenin, tanrının sureti olduğunu,
insanın da yeryüzünün tanrısı konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı insanın
içinde olduğundan, tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem
özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın düşüncelerini kendisi
üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi
gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini
sağlayacak ve birey, kâmil insan konumuna ulaşabilecektir. Kamil insanda tanrı,
bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır. Ancak kâmil
insanlar tanrıya dönebilir ve onun tarafından öeümsenir.
Bektaşîlikte
ketumiyet esastır. Bektaşilerin
törenleri halka açık değildir. Gizli,
özel ritüelleri vardır ve bunlardaki "Bektaşi Sırrı" büyük bir
özenle korunur. Ritüeller açısından Vilayetname’nin özel önemi vardır. Ancak
Bektaşîliğin son biçimi ile kurumlaşması, M.S. 1500’lerde, dönemin bektaşi
şeyhi Balım Sultan tarafından yapılan bazı düzenlemeler neticesinde mümkün
olmuştur.
Bir Bektaşi müridi öğretiyi ancak bir mürşidin
yardımı ile anlayabilir. Mürşidin (rehberin) varlığı kesinlikle zorunludur. Bu
nedenle yeni giren mürid’in mürşidine mutlak itaati, ona tamamiyle teslim
olması son derece doğaldır. Tarikatin sembollerinin ve pratiklerinin
anlaşılması ancak onunla mümkün olur.
Bektaşi öğretisi mürid’in yaşadığı toplum içinde
öğrendikleriyle çok ters olduğu ve özellikle de şeriat öğretileriyle son derece
uyumsuz bulunduğu için yeni gireni olası bir şoktan korumak amacıyla rehberlik
sistemine büyük önem verilmiştir. Mürşid üç sıfat ile tanımlanabilir; Mürebbi,
öğretmen ve eğitici. Diğer bir deyişle şeyhin temsilcisi, öğretmen üstad ve
ruhsal yaşam sanatında örnek alınacak kişi. Mürşidin varlığı ile, Bektaşilik
sırrı yaşanan bir olgu haline gelir. Müridden beklenen yegane şey zihnini
sürekli açık tutarak, öğrenmesi ve öğrendiklerini en büyük sır olarak
saklamasıdır.
Hacı Bektaş, tanrıdan varolan insanları dört
grupta toplar. Bunlar tanrıya ulaşma konusunda farklı yöntemler uygulayan
insanlardır. Birinci grupta, gerçeği tanrıya ibadette arayan sofu kişiler
vardır ve dünya üzerindeki insanların oldukça önemli bir bölümü bu gruptandır.
İkinci grupla tarikatın yolunu uygulayan ancak
sofuluktan kurtulamayanlar, üçüncü grupta tanrı hakkındaki sırları bilme
ayrıcalığına sahip ermişler ve nihayet sonuncu grupta da tanrı ile birleşmiş
olanlar yer alır. İşte Bektaşîlikteki bu dörtlü inanç biçimine, "Dört Kapı
Öğretisi" denilmektedir. Bir Bektaşi, bu dört kapıdan geçmeden kâmil insan
olamaz.
İlk kapı, ortodoks dinsel yasaların öğretildiği
Şeriat Kapısı’dır. Bunu, tarikatın gizli pratik ve sembollerinin verildiği
Tarikat Kapısı ve mistik tanrı biliminin öğretildiği Marifet Kapısı izler.
Bektaşi için gerçek ancak dördüncü kapı olan Hakikat Kapısı ile gözler önüne
serilir.
Dört kapının her biri on basamaktan oluşmaktadır
ve kişi derviş olmak niyetindeyse, bu basamakları tırmanmak zorundadır.
Şeriat kapısında İslam dininin temel ilkeleri,
Aleviliğin genel koşulları ile "Allah-Muhammed-Ali" üçlemesinin
gizemi öğretilir. Bu kapının (derecenin) müridlerine "Beloğlu" ya da
"Aşık" denir. Aşık henüz nasip almamış kişidir. Şeriat kapısının 10
basamağı şöyle sıralanır:
1- İman
etmek,
2- Kuran
öğrenmek,
3- Namaz,
oruç, zekat, haç gibi zorunlu görevleri yerine getirmek (bu zorunluluklar bir
sonraki kapıda kalkar)
4- Dürüst
davranmak,
5- Evlenmek,
6- Cinsel
yaşamdaki yasaklan bilmek,
7- Muhammed’e
ve onun cemaatine uymak,
8- Herkese
şevkatli davranmak,
9- Her
türlü temizlik kaidesine uymak,
10- Emirler
ve yasaklara itaat etmek.
Şeriat kapısı koşullarını tam olarak uygulayan ve
mürşidinin de onayı ile ikinci dereceye, Tarikat Kapısı’na geçen müride verilen
ünvan artık "Yol Oğlu" ya da seven bir dost anlamına gelen
"Muhip"tir. Bir Muhip ilk iş olarak Pir’e bağlılık yemini etmek ve
bundan önceki tüm günahları için tövbe etmek zorundadır. Bundan sonra Muhip,
Mürşidi tarafından tarikat kuralları hakkında eğitilir ve bu kuralları
anladığım, kabul ettiğini göstermek üzere saçlarını kestirerek, giysilerini
sadeleştirir. Bu kapının dördüncü basamağını çok sıkı bir çalışma ve disiplin
terbiyesi, beşinci basamağını da mürşide ve tüm kardeşlere hizmet oluşturur.
Altıncı basamakta muhip alçak gönüllü davranmak ve tanrıdan korktuğunu ihsas
etmek durumundadır. Yedinci basamakta, tanrı korkusundan ona sığınarak kurtulan
muhip için daha sonraki aşama, dikkatli ve ölçülü davranmayı öğrenmektir.
Dokuzuncu basamakta maneviyat ve sevgi üzerine, bilgisini yoğunlaştıran muhip
son basamakta sevginin tanrısal yönünü tanımakta ve bir üst dereceye geçmeye
hak kazanmaktadır. Görüldüğü gibi, İslam şeriatına uyma zorunluluğu daha ikinci
derecede sona ermektedir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları bu derecede
yapılan törenlere "İkrar ayini" ya da "Ayin’i Cem" adı
verilir.
Üçüncü derece, Marifet Kapısıdır. Derece
saliklerine "Derviş" adı verilir. Marifet Kapısı töreninin adı
"Vakfı Vücut" törenidir. Dereceyi almak için bazen on yıl dahi
bekleyen Derviş’e bu törende tarikatın resmi tacı giydirilir.
Marifet kapısında insanın, tanrının, evrenin
gizemleri, değerleri ve anlamları üzerinde durulur. Doktrinin önde gelen
öğretisi olan "Birlik Yasası"nın gizemine varılır.
Dervişin bu kapıda aşması gereken on basamak
şöyle sıralanır:
1- Ahlaki
davranış disiplini,
2- Hoşgörülü
ve alçak gönüllü olmak,
3- Kendini
kontrol etmek ve sürekli özeleştiride bulunmak,
4- Sabırlı
olmayı bilmek,
5- Cinsel
yaşamda temiz ve disiplinli olmak,
6- Herkese
karşı cömert davranmak,
7- Kibirli
olmamak,
8- Batıni
bilimin ayrıntılarını incelemek,
9- Batıni
bilimi uygulama aşamasına sokmak,
10- Kendini
tanımak ve bilmek.
Kendisini tanıyan ve kendisini, dolayısıyla da
tanrıyı bilen kişi Bektaşi öğretisinin de son aşamasına geçmeye hak kazanmış
kişidir. Bektaşîliğin son derecesi, Yesevilikte olduğu gibi, kâmil insan
derecesi de denilebilecek, "Baba" unvanının elde edildiği
"Hakikat Kapısı"dır. Hakikat Kapısı’na özel bir törenle eriştirilen
Baba, mürşıd olma hakkını da elde eder. Bektaşi tekkelerinin yöneticileri
Baba’lar arasından tayin edilir. Bektaşi Babaları’nın da on görevi vardır:
1- Toprak
ile bir olduğunu kavramak,
2- Diğer
inanç biçimlerine hoşgörülü olmak,
3- Doğayı
ve doğal dengeyi bozacak eylemlerden kaçınmak,
4- Dünyayı
tanımak ve dünya ile varlık birliğini kavramak,
5- Tanrının
yüceliği önünde eğilmek,
6- Dereceye
ait sırları yalnızca diğer Baba’lar ile tartışmak ve dışarı sır vermemek,
7- Tanrıyı
ruhsal varlığı içinde hissetmek,
8- Tanrısal
nuru görmek,
9- Tanrıya,
tanrısal nur içinde erimek amacıyla yakınlaşmak ve
10- Tanrıyla
bir olmak. İşte bu aşamada Bektaşi Babası tanrısal bir varlıktır, kâmil
insandır (27).
Bektaşilerin en önemli düsturu, "Gelme gelme, gelir isen dönme"dir.
Bu düsturdan da anlaşılacağı gibi, tarikate girecek kişi son derece sıkı
biçimde denetlenir. Bir kez
üye olundumu da tarikatten çıkmak söz konusu değildir. Bektaşiler
birbirlerini tanımak için özel cümleler, işaretler ve semboller kullanırlar.
Bektaşiler için Hallac-ı Mansur çok önemli bir
kamil insandır. Enel Hak ilkesi için yaşamım feda etmekten çekinmeyen Mansur’a
Bektaşiler borçlarını, törenlerin yapıldığı salonun tam ortasında bulunan
bölüme "Dar-ı Mansur” adını vererek ödemeye çalışmışlardır.
Bektaşilik özellikle, yanına çekmeyi başardığı
Yeniçerilerin askeri gücü sayesinde Sünni Osmanlı yönelimine dahi direnebilmiş,
Yeniçerilerden çekinen Sünni Halifesi Osmanlı hükümdarları Bektaşi tekkelerine
dokunamamışlardır (28).
Yeniçeriler, Osmanlılar tarafından işgal edilen
Hristiyan topraklarından toplanan çocuklardan kurulu bir ordudur. Bu Hristiyan
kökenleri nedeniyle, katı ortodoks Sünni inançlara bağlanmak yerine,
Bektaşiler’in özgür inançlı ve sadece görünüşte Müslüman sistemini kabul
etmişlerdir. Osmanlı ordusunun bel kemiğini oluşturan bu kuvvet sayesinde
Bektaşiler, Sultan Yavuz Selim döneminde Osmanlılar’ın Sünni İslam dünyasının
liderliğini ele geçirmiş olmalarına karşın, varlıklarını sürdürebilmişler ve
yer yer de etkili olmayı başarmışlardır. Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması
ve tüm Yeniçerilerin öldürülmelerini takip eden dönemde Bektaşilere de büyük
darbeler indirilmiş ve tarikat neredeyse Anadolu’dan tamamiyle silinmiştir (29).
Sünnilerin bu yoketme dalgasından sadece, bir
bakıma Osiris Mabedi ve İskenderiye Okulu’nun da devamı sayılabilecek,
Mısır’daki "Kaygusuz Tekkesi" kurtulabildi. O yıllarda Mısır’ın İstanbul’dan bağımsızlığını
nispeten almış olması sayesinde Osmanlı yönetiminin şiddet kampanyacından
kurtulan Kaygusuz Tekkesinde halen çok değerli tarihi eserler korunmaktadır.
Osmanlı topraklarındaki Bektaşiler, tekkelerinin
büyük bölümü harap edilmiş olmasına karşın, iyi örgütlenmişlikleri ve toplum
arasında kendilerini destekleyen önemli bir Alevi kitlesinin bulunması
sayesinde çabuk toparlandılar ve çok daha zor koşullar altında da olsa
faaliyetlerini sürdürdüler.
Yaklaşık 700 yıl Sünni yönetimin baskısı altında yaşayan Aleviler ve Bektaşiler,
Mustafa Kemal ile birlikte bu baskılardan kurtulma şansı doğunca, buna dört
elle sarıldılar. Atatürk, Kurtuluş savaşı sırasında bir yandan
İttihat ve Terakki cemiyetinin ardılları olan Türk subaylarınca, diğer yandan
da Bektaşi ve Alevilerce desteklendi. Atatürk, milli
mücadeleyi başlatmadan hemen önce, 1919 yılının 25 Aralık’ında Hacı Bektaş
dergahını ziyaret ederek, Bektaşi ve Alevilerin desteğini istedi. İnançları bakımından laik sisteme zaten
yüzyıllardır yatkın olan Aleviler, Kuvayı Milliye’ye tam güçleri ile destek
verdiler (30). Bunun da ötesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde Atatürk’ün
önde gelen destekleyicileri Alevi Milletvekilleriydi. Onların lehteki oyları
sayesinde Hilafetin kaldırılması mümkün oldu.
Sh: 100-106
Bâtıni doktrinin Anadolu’daki bir diğer
kurumlaşması da Ahilik örgütü vasıtasıyla meydana gelmiştir. Daha önce
görüldüğü gibi eski Mısır loncalarının devamı niteliğindeki İsmaili Fütüvvet
örgütü Türkler arasında Orta Asya’da yaygınlaşmış ve "Ahilik" adını almıştı.
Anadolu’ya Yesevi dervişleri ve İsmaili Dai’leri ile birlikte gelen Ahiler,
meslek örgütü mensubu olmaları nedeniyle kırsal alanlardan ziyade, şehirlere
yerleştiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmanın yanısıra, giriş-davranış
töreleri ve sırlan olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir
güç haline gelmelerini, Horasan erenlerinden olan Ahi Evren Veli sağlamıştır
(31). Ahi Evren’in şeyhliği altında 13. yüzyıl başlarında Ankara’da yeniden
yapılanan Ahilik teşkilatı kısa sürede tüm Selçuklu şehirlerine yayılmış ve
Babailer İsyanı sırasında Batınilere elden gelen tüm yardımı yapmıştı. Ahiler,
daha sonraki dönemlerde de kendilerine en yakın kişiler olarak Alevileri,
Bektaşileri ve Mevlevileri gördüler. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler
oldukça önemli bir rol oynadı. Bazı kaynaklar, devletin kurucusu olan Osman
Gazi’nin, oğul Orhan Gazi’nin ve 3. Sultan Birinci Murad’ın Ahi teşkilatı üyesi
olduklarını belirtmektedir. Ancak Osmanlı devleti genişlemeye ve imparatorluğa
dönüşmeye başlayınca sultanlar, kendilerinden önceki Türk yöneticilerinin
yolunu seçmiş ve kitleleri yönetmekte yöneticilere çok daha fazla imkân
sağlayan Sünni tarikatlara girmişlerdir.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların kesin
eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından
küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Ahiliğe girecek olanlarda belli
nitelikler aranır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından
önerilmesi zorunludur. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde iyi
tanınmayanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler (kasaplar),
hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamaz. Kasapların insan
öldürenler ile aynı kategoriye konulması Batıni inançtan kaynaklanmaktadır.
Örgüte giriş, diğer Batıni tarikatler gibi, özel
bir tören ile olur. Törende adaya kuşak bağlanır ve tüm insanlara karşı sevgi
dolu, saygılı olması, doğruluk ve yiğitlikten ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık, sonsuz itaat ve ketumiyet
istenir. Dinsizler örgüte kesin giremez ancak, sofuların da Ahiler arasında
yeri yoktur. Ahilik’te de bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması,
sadakat, dostluk, hoşgörü, yasaklara uyma gibi vasıfların verildiği aşamalardan
geçilir. Bu vasıflara sahip olmanın dışında Ahiliğin önde gelen altı ilkesi
şunlardır:
1- Elini
açık tut,
2- Sofranı
açık tut,
3- Kapını
açık tut,
4- Gözünü
bağlı tut,
5- Beline
sahip ol,
6- Diline
sahip ol.
Ahilik’te üç aşamalı ve 9 dereceli bir inisiasyon
sistemi uygulanır. Birinci aşama olan Şeriat kapısında müride mesleki bilgiler,
Kuran bilgisi, okuma yazma, Türkçe, matematik ile örgütün anayasası niteliğinde
olan Fütüvvetname öğretilir. İkinci aşama olan Tarikat kapısında mesleki bilgi
en üst düzeye ulaştırılır, tasavvuf bilgisi, müzik, Arapça ve Farsça üzerine
eğilim yapılır. Bu aşamada mürid ayrıca askeri eğitim de alır. Şeyh mertebesine
erişilen üçüncü aşama, Marifet kapısıdır. Bu aşamada müridden tanrıya inanması,
benliğini öldürmesi, ululara hizmet etmesi ve cehalet karşısında susması
istenir. Ahilik anayasasına göre ancak bunların tamamlanmasından sonra Hakikale
ulaşılması, insanın kemale ermesi mümkün olur. Takipçisi olduğu Fütüvvet gibi
Ahilik dc 9 dereceli bir sisteme dayanır. Her kapı üç dereceyi içerir. Bu dereceler
şöyle sıralanır:
1- Yiğit,
2- Yamak,
3- Çırak,
4- Kalfa,
5- Usta,
6- Ahi,
7- Halife,
8- Şeyh,
9- Şeyh
ül Meşayıh.
Ahiler yalnızca ekonomik bir örgütlenmeyi değil,
Ortaçağ Avrupasının şövalye tarikatleri gibi dini-askeri bir örgütlenmeyi de
gerçekleştirmişlerdi. Örgüte kabul edilen müride, bir profesyonel asker kadar
değilse bile, kendisini savunmayı bilecek kadar silah kullanma sanatı
öğretiliyordu. Bu gelenek, Mısır’da ilk kurulan Fatimi Fütüvvet örgütünden bu
yana devam etmekteydi.
Selçuklular döneminde, sultanların düzenli
orduları dışında ülkedeki en güçlü silahlı örgüt, genç kalfa ve ustalardan
oluşan Ahi müfrezeleriydi. Moğol istilaları sırasında sultan kuvvetlerinin
yenilip kaçtığı sırada pekçok kenti Ahi müfrezeleri savunmuştu.
Kendilerini paralı askerler vasıtısıyla koruyan
beyler, emirler bile Ahilerden çekinirlerdi. Moğolların kesin zaferinden sonra,
valilerin ve beylerin kentlerden kaçmaları üzerine, onların görevlerini de
Ahiler yürütmüşlerdi. Bu dönemde, Selçukluların güçlü veziri Pervane dahi,
Ahilerin gücü karşısında boyun eğmiştir.
Sh: 106-108
Varlığını ve ününü bir ölçüde Ahilerin destek ve
yardımlarına borçlu olan, dönemin ünlü bir sufisi, Mevlana Celaleddin Rumi’dir
(32). Celaleddin de diğer birçok Türk mutasavvıfı gibi Horasan’da doğdu ve
Anadolu’ya göç etti. 1207’de Horasan’da doğdu, 1273’de Konya’da vefat etti. İlk
derslerini, kendisine "bilginler sultanı" sıfatı layık görülen
babası, ünlü mutasavvıf Bahaeddin Veled’den aldı.
İkinci hocası, babasından el almış olan Seyyid
Burhaneddin Tirmızi oldu. Batıni doktrin ile iç içe büyüyen Celaleddin, bir
İsmaili daisi ve Ahi yoldaşı olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca, yavaş yavaş
kendi ekolüyle ortaya çıktı (33).
Celaleddin Rumi’nin en önemli özelliği, onun
bugün dahi birçok meslisde anılmasını sağlayan, Batıni doktrini şiirlerle
anlatma yöntemidir. Şiirlerinin yer aldığı ünlü eseri Mesnevi’de Celaleddin
tanrı, insan, evren, ruh, sevgi, ölüm ve ölümsüzlük gibi konulara sıkça yer
vermiştir (34).
Mevlana Rumcayı çok iyi okuyup, yazabiliyordu.
Eflatun’un tüm yapıtlarını kendi dilinde okudu. Ayrıca, Konya’daki Rum ortodoks
kilisesi rahipleriyle, Eflatun ve görüşleri üzerine pek- çok tartışmada
bulundu. Tasavvufun ve Batıni inancın Yunan kökeni hakkında böylesine
derinlemesine inceleme yapan Celaleddin, şiirlerinde tasavvuf sanatının
doruğuna ulaştı:
"Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü
sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka birşey
değildir"...(35)
Celaleddin tanrıya ulaşmak için insandaki en
büyük gücün aşk olduğu fikrini daima savundu. Celaleddin’e göre varolan
herşeyin kökeni aşktır. Bir bitki, bir hayvan da sevebilir. Ancak, hem
bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem belleği ile sevebilen yegane
varlık insandır. Aşk, ışıktır, nurdur, "Işk"tır. O, bir kadına
duyulan aşkı ulular. Çünkü, bir başkasını seven kişi kendisini, tüm insanlığı,
evreni ve tanrıyı seviyor demektir. İşte aşkların en güzeli bu bilince
ulaşıldığı zaman başlayan "Hakikat Aşkı''dır. Mevlana’nın döne döne
yaptığı raks, tüm dünya ile aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak
uydurmaktır. Ellerinin birinin gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar
durumda olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktan başka birşey
değildir.
Ruh tanrıdan fışkırmadır,
ölümsüzdür. Gövdeden önce de vardı, gövdeden sonra da var
olacaktır. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içindedir.
"Ney"den çıkan ses, ruhun acı dolu, yakınmalı özlemini ifade eden
sestir. Ölüm, gövdeyi meydana getiren elemanların çözülmesi, ruhun
kurtulmasıdır.
Dinler, içindeki çelişkiler ile tanrısal varlıkla
bağdaşmayacak kurumlardır. Mevlana haç için;
"Ey Hacca gidenler, nereye
böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne,
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun, gönlünüzse suretsiz suretini
onun,
Hacı da sizsiniz, Kabe de, Ev
sahibi de" demekten kendini alamamıştır.
Tanrı önsüz sonsuzdur. Salt ışık, salt us, salt
ruhtur. Mevlana için;
"Hep odur var olan da, yok
olan da.
Odur kaynağı acının da, kıvancın
da.
Yok görecek göz sende, yoksa
görürdün.
Yalnız o var baştan aşağı senin
varlığında"...
Evren, tanrının engin varlık alanıdır. Evreni
yöneten sevgidir. Bu sevgiyi gönül gözü ile görebilen kişi kendini bilir,
tanrıyı bilir "Hak ile hak olur". Onun dizeleriyle, "Ey
tanrıyı arayan, Aradığın sensin"...
Celaleddin Rumi, bütün insanların kardeşliğine
inanırdı. O ünlü çağrısı,
"Gel ne olursan ol, gel.
İster 'tanrı tanımaz, ister ateşe
tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol.
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı
değil,
Gel ne olursan ol, gel",
dizeleri kardeşlik inancının en güzel
göstergesidir.
Dünya tüm insanların barış içinde yaşamaları
gereken bir yerdir. Bütün insanlar özdeştir. Önemli olan insanların, insanlığın
tekamülüdür. Celaleddin’in bu düşüncesinin insanları nasıl etkilediği ölümünde
de görülmüş ve cenazesine Mevlevilerin ve Ahilerin yanısıra, Müslümanlar,
Hristiyanlar ve Yahudiler de katılmıştır.
Mevlana, kadına büyük değer vermekteydi. Fihi Ma
Fih adlı eserinde, sofu Müslümanlara bu konuda ders verirken, "Sizler
kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış
olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı
uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu
hiçbir şekilde etkileyemezsin.
Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından
üstün olduklarını sananlar. Cahiller kabadır. Sevgi ve güleryüz nedir
bilmezler. Bunlar hayvani niteliklerdir. Ancak hayvan erkekler kadından
üstündür. Seven erkek ise, kadınla eşittir" demektedir.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin Şemsettin Tebrizi ile
karşılaşması hayatında bir dönüm noktası oldu. Bir İsmaili Daisi iken, Moğol
istilası ile İsmaililer’in dağılması üzerine İran’dan ayrılan ve Anadolu’ya,
Ahiler’in yanına gelen ve bir Ahi yoldaşı olan Tebrizi, Ahiler arasında kendi
engin bilgisini paylaşabilecek nitelikte kimseyi bulamayınca, çoktandır ününü
duyduğu Mevlana Celaleddin’in yanına Konya’ya gitti (36).
Tebrizi’nin Batıni düşüncelerindeki berraklık ve
dar kafalılığın her türlüsüne karşı çılgınca mücadele etme azmi Mevlana’yı
etkilerken, Mevlana’nın tanrı ve insan sevgisi de Tebrizi’yi aynı oranda
etkiledi. Hakikatin gerçek sırrına erebilen insanların az bulunabildiği bir
ortamda iki kâmil insanın biraraya gelmesi, yüzyıllar boyunca sürecek bir
Bâtıni ekolün de doğmasına yol açtı. Her ikisi de birbirlerinde kendilerini
buldular. Karşısındakinin birer tanrısal sevgili olduğunu gördüler. Ayrılmaz
bir ikili oluşturmaları yobaz kafalarca maksatlı olarak yanlış yorumlandı.
Yoğun dedikodular, üzerlerinde husumet bulutları toplanmasına neden oldu. Halkın
tepkisinden korkan Tebrizi Konya’dan birkaç kez ayrıldıysa da, Mevlana’nın
yoğun ısrarları üzerine geri dönmek zorunda kaldı. Tebrizi’nin korktuğu sonunda
başına geldi ve fesat çevrelerince doldurulan Mevlana’nın küçük oğlu,
Tebrizi’yi öldürdü.
Bu durum Mevlana’yı çok sarstı. Ancak bir süre
sonra bir başka kamil insanla, Ahi şeyhi Sadreddin ile karşılaşınca kendini
toplayabildi. Sadreddin kamil insan mevkiine Ahilik’de ulaşmıştı. Tebrizi gibi
arkası zayıf birisi değildi. Selçuklu başkenti Konya Ahilerinin şeyhiydi. Selçuklu
yönetimi dahi onun gücünden çekinirdi. Tebrizi hakkında çıkartılan dedikodular,
Sadreddin hakkında çıkartılamadı. Celaleddin’in Sadreddin ile yakın dostluğu
sayesinde bütün Ahi teşkilatı Mevlanayı izledi ve ona uydu.
Moğol istilaları döneminde,
"Senin küfrüne karşı iman da neymiş?
Zümrüdü Anka huzurunda bir sinek.
At için eğer neyse, O'dur din için de iman,
Ama neylesin alı, yolu Aşk olan" diyerek, gerçek gücün dinde değil halkın
kendisinde olduğunu belirtti ve halka büyük moral kaynağı oldu.
Mevlana’nın öğrencilerine
"Kitap-el Esrar" (Sır Katipleri) denirdi. Bu öğrenciler arasında her kesimden Müslümanlar,
Yahudiler, Hristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler, Türkler
bulunmaktaydı. O güne kadar, bu denli farklı din ve milletten insanları mürid
edinen bir başka ekol olmamıştı. Mevlana’nın şiirleri ve söylevleri işte bu
öğrencileri, sır katipleri tarafından derlendi ve bugünlere ulaştırıldı.
Mevlana’nın
kendi tekkesi dışında en huzur bulduğu ortam, Sille’deki "Bilge Eflatun
Manastırı" ydı. Ünlü sufı bu manastırda bazen haftalarca kalırdı.
Celaleddin, kehanette bulunur gibi, "Tanrı tanığımdır, şiirlerim doğudan batıya tüm
dünyayı dolaşacak. Tapınaklarda, şölenlerde, toplantılarda her dilden okunacak,
söylenecek" demişti.
Celaleddin’in ölümünden sonra büyük oğlu Sultan
Veled, babasının ekolünü kurumlaştırdı. Tarikat üyelerine, Mevlana’nın yazın
dili olarak kullandığı Farsça’da "Dönen" anlamına gelen Mevlevi
denildi. Ancak, kullanılan dilin Farsça, öğretinin de zor kavranır olması nedeniyle
Mevlevilik hep aydın çevrelerinde sınırlı kaldı ve halka inemedi.
Sh: 108-112
Batıni doktrini halka kendi dilinde
anlatan ve sevdiren, bu anlamda da Mevlana’nın gerçek varisi olduğu
söylenebilecek kişi Yunus Emre oldu (37).
Baba İlyas, Hacı Bektaşi Veli, Ahi
Evren, Celaleddin Rumi ve Yunus Emre’nin aynı dönemin, aynı koşulların
insanları olmaları tesadüf değildir. Nitekim daha sonraki yüzyıllarda, ana
kaynak değişmemesine rağmen düşünce yapısı değiştiği için Türkler arasından bu
denli etkili düşünürler çıkmamıştır.
Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’ı tanıdığı
bilinmektedir. Yine Hacı Bektaş, Mevlana’yı yüz yüze tanımamış olmasına rağmen
düşüncelerini dikkatle izlemiştir. Bazı kaynaklar, Şemsettin Tebrizi’nin
Konya’ya gitmeden önce bir süre Hacı Bektaş’ın yanında kaldığını ve onun bir
müridi olduğunu öne sürmektedirler. Bu kaynaklara göre Tebrizi, Mevlana’nın
düşüncelerini etkilemek üzere Hacı Bektaş tarafından görevlendirilmiş ve
Konya’ya gönderilmiştir.
Aynı dönemin bir diğer dehası Yunus
Emre de, Mevlana’nın ölümünden kısa bir süre önce Konya’ya gelmiş ve ondan ders
almıştır. Yunus Emre;
"Mevlana sohbetinde,
Saz ile işaret oldu.
Arif maniye daldı,
Çünbiledür ferişte" Derken, Celaleddin Rumi’nin
derslerine katıldığını belirtmektedir.
Ayrıca Yunus,
"Mevlana hiidavendigar bize
nazar kılalı,
Anın görklü nazarı gönlümüz
aynasıdır" diyerek,
üstadına olan saygısını ve gönül birliğini dile getirmiştir.
Yunus Emre 1245 yılında Ankara
yakınlarındaki Sarıköy’de doğdu. Yunus Emre Horasan’da doğmamıştı ama doğduğu
köyde yaşayanların hepsi, Horasan’dan göç eden, Yesevi tarikatına bağlı
kişilerdi. Bazı kaynaklar bu köyün "Hacı İsmail Cemaati"
olduğunu, dolayısıyla köylülerin Türkmen İsmaililer olduğunu öne sürmektedir.
Yunus Emre’nin babasının ismi olarak yakıştırılan İsmail adı da, İsmaili
inancına bir atıf olarak verilmiş olabilir (38).
İsmaili olmasa dahi, Yesevi
inançlarıyla büyüyen Yunus gençliğinde, tasaıvvuf ilmi öğrenmek amacıyla
dönemin en ünlü sufi büyüğü Hacı Bektaş’m yanına gitti. Ancak çok yaşlanmış
olan Hacı Bektaş, Yunus’u, kendisi gibi bir Yesevi Babası ve Bektaşi olan
"Baba Tapduk"un, diğer adıyla Tapduk Emre’nin yanma gönderdi.
Baba Tapduk, Hacı Bektaş’m halifesi
Sarı Saltuk’tan el almıştır. Sarı Saltuk yandaşları ile birlikte Dobruca’ya
göç edince Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin şeyhliklerine Barak Baba ve Tapduk
Emre getirilmişlerdir. Tapduk’un yanında 30 yıl geçiren Yunus, Hakikat
Kapısından aynı dergahta geçtiğini şöyle dile getirmektedir:
"Vardığımız illere,
Şol safa gönüllere,
Baba Tapduk manasın,
Saçtık Elhamdülillah.
Tapduk’un tapısında,
Kul olduk kapısında.
Yunus miskin çiğ idik,
Pişdik Elhamdülillah "...
Yunus’un büyüklüğü, diğer Bektaşi
erenleri gibi şiirlerinde Türkçeyi kullanması ancak bunu son derece maharetle,
halkın anlayacağı kadar basit bir dille gerçekleştirmesindedir. Yunus Emre,
şiir dili kullanarak halka en derin felsefi konuları bile anlatabilmiş, felsefesinin
yüzyıllar boyunca sevilmesini ve dilden dile söylenmesini sağlamış ve ayrıca,
bu yolla ana dilinin, Türkçe’nin yok olup gitmesini engellemiştir. Onun şiiri
Batıni doktrinin Öztürkçe ile anlatımıdır. Şiirleri ölümünden 70 yıl sonra derlenmiş
ve "Divan” adı altında yayımlanmıştır. Ölümü konusunda bazı çelişkiler
vardır. Kimileri onun doğal yoldan öldüğünü bildirirken, kimileri de, bir dini
tartışma, hatta ayaklanma sırasında öldürüldüğünü iddia etmektedir.
Yunus, Tapduk Emre’nin yanında dört kapıdan
geçerek, kamil bir insan haline geldi. Önce Şeriat kapısında tüm dinlerin
içeriğini öğrendi. Yunus bunu, "Dört kitabın manasın, okudum hasıl
ettim" şeklinde ifade eder.
Mantık, felsefe, Yunan filozoflarının
yapıtları, Arapça ve Farsça, Tapduk tekkesinde öğrendiği diğer bilimlerdir.
Yunus, devrinin mümkün olabilecek en iyi eğitimini almıştır. Onun, "ne
elif okudum, ne cim" demesi, Bâtıni bilimin yanında zahiri olanlara değer
vermemesinden kaynaklanmaktadır.
Yunus için Aşk, ya da onun tercih
ettiği deyimle "Işk" herşeydir. Tanrı Işk’tır, Doğa Işk’tır. İnsan
Işk’tır. Yaşam ve ölüm, yokluk ve varlık hep Işk’ın eserleridir (39).
"Kitap hod Işk kitabıdır,
Bu okunan varak nedir?" diye gerçek kitabın Işk olduğuna,
diğer tüm kutsal kitapların gereksizliğine dikkat çeken Yunus, tanrıyı hem
seven, hem sevilen hem de sevginin (Işk’ın) kendisi olarak görmektedir. Ona
göre, kendisi Işk olan tanrı, aşık ve maşuk olması sıfatıyla tüm varlıkları,
evreni ortaya çıkarmıştır. Bütün varlıklar gibi, insan benliği de tanrısal
aşkın yansımasıdır. Varoluş, ilahi aşkın dalga dalga yayılıp, genişlemesinden
başka birşey değildir ve sürgit devam etmektedir. Nitekim Astronomlar, evrenin
devamlı büyümekte olduğunu günümüz teknolojisi ile de doğrulamaktadırlar.
Diğer sufıler gibi Yunus da, gerçek
aşk sayesinde insanın giderek tanrıya yaklaştığını ve sonuçta tanrıyı kendi
içinde bulacağını savunmaktadır. İnsan, tanrıyı kendi içinde görmesi ile tekamül
etmiş olur. Ruhun ölmezliğine inanan Yunus, şu çok ünlü dizeleriyle ruhun daima
çıktığı ana kaynağa dönme çabası için- de olduğunu dile getirmiştir.
"Işkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yananın dünü günü,
Bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim.
Işkın ile avunurum.
Bana seni gerek seni.
Işkın aşıklar öldürür,
Işk denizine daldırır.
Tecelliyle doldurur.
Bana seni gerek seni.
Işkın şarabından içem,
Mecnun olup dağa düşem,
Şensin dün ü gün endişem.
Bana seni gerek seni.
Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağını anda çağıra,
Bana seni gerek seni.
Yunus durur benim adını,
Gün geçtikçe artar oldum.
İki cihanda maksudum,
Bana seni gerek seni."
İnsan-evren-tanrı birliğine inanan ve
var olanın yalnızca tanrı olduğunu söyleyen Yunus, çeşitliliğin sadece
görüntüden ibaret olduğunu, tanrısal sudûr neticesinde ortaya çıkan evren ile
insan’ın yapılarının, ilkelerinin özdeşliğini belirtir. Bu düşünce Yunus
Emre’nin şu dizelerinde dile gelmiştir:
"Ay oldum aleme doğdum,
Bulut oldum göğe yağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim"...
"Nur olup güneşe (Işka)
ulaşmak’’... İşte Yunus’un
da gerçek hedefi budur. Ölüm yoktur, yüce kaynağa dönüş vardır. Onun deyişi
ile,
"İkiliği terk et,
Birlik makamın tut.
Canlar canın bulursun,
Birlik içinde"...
Yunus Emre, yetiştiği tekkenin
öğretilerine uyarak, tanrısal imanda üç derece kabul eder. Bunlardan ilki ve en
alt dereceli olanı "İlm-el Yakin İman"dır. Akıl ve ilim yoluyla
oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır ve âlimlerin imanı bu türdendir. İkinci derece
iman, "Ayn-el Yakin İman"dır. Yeri kalptir. Hakikatin nurunu henüz
görmemiş olan dervişler bu tür imana sahiptir.
Üçüncü ve en yüksek dereceli iman
ise, "Hakk-el Yakin İman"dır. Ruhsal sezgi gücüyle elde edilir.
Sadece Kamil insanlara has imandır. Dinin imanla hiç ilgisi yoktur Yunus için.
O:
"Din ü millet sorar isen,
Aşıklara din ne hacet.
Aşık kişi harap olur,
Işk bilmez din, diyanet" der.
Yunus için dinsel ibadetler
gereksizdir. Hatta, tanrıya ulaşmayı engelledikleri için zararlıdır bile;
Oruç, namaz, gusulü hac hicaptır
aşıklara,
Aşık ondan münehhez halis heves
içinde.
Ey aşıklar, ey aşıklar Işk mezhebi
dindir bana,
Gördü gözüm dost yüzünü yas kamu
düğündür bana.
Oruç, namaz, zekat, hacc cünnü
cinayettir,
Fakir bundan azaddır, hassı heves
içinde"...
Yunus Emre, gerçeğin dinde veya onun
kurallarında değil insanın kendini bilmesinde yattığını savunur. O,
"İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmez isen,
Ya nice okumaktır" diyerek, özellikle Kuran hıfzedenlere
çatmıştır. Yunus,
"Dört kitabın manasın,
Okudum hasıl ettim.
Işka gelince gördüm,
Bir uzun hece imiş" diyerek, tüm dinlerin Bâtıni doktrin
karşısında ne denli zayıf olduklarına işaret etmiştir.
Yunus Emre sadece bağnazlığa ve
yobazlara karşı çıkmakla yetinmemiştir. O, tanrı tanımazları da Bâtıni doktrini
öğrenmeye davet etmiştir:
"İnanmayan gel sineme,
Dost adını söyle, çağır.
Kefen donum pare kılıp,
Toprağımdan duru gelem” diyen Yunus, beden yok olsa dahi
ruhun her seferinde geri geleceğini, doğru yoldaysa bu geri gelişlerin her
seferinde ruhun daha da arınmış olacağını belirtmiştir (40).
Türk dilinin yanısıra, Türk şiir
sanatı da, büyük ölçüde Alevi-Bektaşi ozanlar ile günümüze ulaşmıştır. Yunus ve
Hacı Bek- taş gibi devlerin yanısıra, onların ardılları niteliğinde olan Kara-
coğlan, Pir Sultan Abdal gibi ozanların öz dillerine sıkıca sarılmaları
sayesinde Türkçe günümüz Türkiye’sinin resmi dili olabilmiştir.
Bu kısa hatırlatmadan sonra Anadolu
Batıniliğinin gelişimini noktalayalım ve bu doktrinin batı dünyasındaki
yansımalarına göz atalım.
Kaynakça
1- Dursun
Turan, "Din Bu” - Kaynak Yayınları - İstanbul 1991 Cilt 2 Sf. 125.
2- SEVER
Erol, "Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni" - Berfin Yayınları - İstanbul
1993 - Sf. 33
3- Dursun
T. -ie- Cilt 2, Sf. 23
4- EYÜBOĞLU
İsmet Zeki - "Tasavvuf - Tarikatlar - Mezhepler Tarihi" - Der
Yayınları - İstanbul 1990- Sf. 116
5- Eyüboğlu
İ.Z. -ie- Sf. 130
6- Eyüboğlu
Sebahattin - "Hayyam - Bütün Dörtlükler" - Cem Yayınevi - İstanbul
1991 - Sf. 73
7- Dursun
T. -ie- Cilt 2 Sf. 17
8- URAZ
Murat - "Türk Mitolojisi” - Mitologya Yayınları İstanbul 1992- Sf. 125
9- Uraz
M. -ie- Sf. 298
10- Dursun
T. -ie- Cilt 3, Sf. 101
11- ARSEL
İlhan, - "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" - İnkilap Yayınları-
İstanbul 1990 - Sf. 62
12- KÖPRÜLÜ
Fuad - "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınlan - Ankara 1984 - Sf. 13
13- ARSEL
İ. -ie- Sf. 64
14- KÖPRÜLÜ
F. -ie- Sf. 61
15- OCAK
Mehmet Yaşar - “Babailer İsyanı” - Dergah Yayınlan İstanbul 1980 Sf. 52
16- Eyüboğlu
İ.Z. -ie- Sf. 277
17- Eyüboğlu
İ.Z. -ie- Sf. 343
18- DİERL
Anton Josef - "Anadolu Aleviliği” - Ant Yayınaları İstanbul 1991 Sf. 39
19- Uraz
M. -ie- Sf. 13
20 Çamuroğlu Reha - "Tarih,
Heterodoksi ve Babailer” - Metis Yayınları İstanbul 1990 - Sf. 153
21- Ocak
A.Y.-ie-Sf. 133
22- BİRGE
John Kingsley - "Bektaşilik Tarihi" - Ant Yayınları İstanbul 1991 -
Sf. 48
23- ZELYUT
Rıza - Öz Kaynaklarına Göre Alevilik" - Yön Yayıncılık - İstanbul 1992 -
Sf. 27
24- Dierl
AJ. -ie- Sf. 83
25- Eyüboğlu
İ.Z. -ie- Sf. 182
26- Birge J.K.-ie-Sf. 109
27- SEZGİN
Abdülkadir - "Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik" Sezgin Neşriyat -
İstanbul 1991 - Sf. 155
28- Birge
J.K. -ie- Sf. 85
29- Birge
J.K. -ie- Sf. 97
30- Şener
Cemal - “Alevilik Olayı" - Yön Yayınları - İstanbul 1989 - Sf. 135
31- FİŞ
Radi - "Bir Mutasavvıf, Bir Ahi Hümanisti, Celaleddin Rumi Mevlana" -
Yön Yayınları - İstanbul 1990 - Sf. 218
32- Eyüboğlu
İ.Z. -ie- Sf. 240
33- Dierl
A.J. -ie- Sf. 47
34- Mevlana
Celaleddin Rumi - "Mesnevi" - Devlet Kitapları İstanbul 1973
35- Fiş
R. -ie- Sf. 85
36- Fiş
R. -ie- Sf. 178
37- GÖLPINARLI
Abdülbaki - "Yunus Emre" - Varlık Yayınları İstanbul 1971 Sf. 8
38- ERGÜVEN
Abdullah Rıza - "Yunus Emre" - Yaba Yayınları Ankara 1982 - Sf. 29
39- BAYRAKDAR
Mehmet - "Yunus Emre ve Aşk Felsefesi” - Türkiye İş Bankası Yayınları -
Ankara 1991 - Sf. 21
40- Bayrakdar
M. -ie- Sf. 59
Sh: 113- 119
İtalya’da Eflatun Akademisinin önderliğindeki
akademisyenlerin Yunan klasiklerini gün yüzüne çıkarması tüm yaşamda ve
özellikle de bilim ve sanatda yeni bir atılımı beraberinde getirdi. Önde
gelen temsilcilerinden birisinin Dante olduğu Ezoterik öğreti, yepyeni bir
dönemin başlamasını sağladı. Bu dönem adını dahi Ezoterik öğretiden aldı;
Rönesans. "Yeniden Doğuş" anlamına
gelen Rönesans düşünürlerinin en büyük hedefi, Yunan- Roma uygarlığı ile
Hristiyanlık arasında bir iletişim, bir ilişki kurmak ve iki uygarlığı aynı
potada eriterek yepyeni bir dünya kurmaktı (1).
Bizans’dan İtalya’ya göç edenlerin beraberinde
getirdikleri Yunanca eserler ile İtalyan manastırlarındaki Roma eserlerinin
anlaşılır bir dille İtalyancaya çevrilmesi, ulusal bir edebiyat ve tarih anlayışının
doğmasına yol açtı. Aynı dönemde Latince İncil de İtalyanca’ya çevrildi ve eski
uygarlıklar ve Hristiyanlık arasında bir süreklilik olduğu ispat edilmeye
çalışıldı. Bu arada matbaanın icad edilmiş olması, kitapların çok daha fazla
sayıda basılmasını ve daha çok kişinin bunları okumasını sağladı. Böylece yeni
düşünceler pekçok ortamda tartışılmaya başlandı ve bu tartışmalar sonucunda da
yeni fikirlerin doğmasına imkân yaratıldı. Toplumdan ziyade birey ön plana
çıktı ve giderek insani değerler, bütün diğer değerlerin üstünde tutulmaya
başlandı.
Ezoterik doktrinin binlerce yıldan bu yana
savunageldiği bu görüşleri kapsayan felsefi akıma "Hümanizm" adı
verildi. Petrarca ve Boccaccio gibi Ezoterik düşünürler insanın evrenin
merkezinde bulunduğunu, dünyanın insan ruhunu geliştirmek için bir araç
olduğunu, ruhun hedefinin tanrıya ulaşmak olduğunu, kısacası Ezoterik öğretinin
içeriğini kapsayan eserler yazdılar. Aynı konulan, kimisi Eflatun Akademisinin,
kimisi diğer kardeş akademilerin üyeleri olan, Manetti, Erasmus, Mirandola,
Monteign gibi düşünürler de işlediler. İnsanın üstünlüğü ve saygınlığı üzerine
çeşitli yapıtlar ortaya koyan bu filozoflar, insanın yeryüzünde ve daha sonraki
yaşamında kaderini belirleyecek yegâne şeyin tanrısal aşk olduğunu, insan ile
tanrı arasında bozulmaz bir birlik olduğunu ifade etmekten kaçınmadılar.
Ezoterik doktrinin böyle açıkça ortaya konulması,
Rönesans şiir ve sanat eserlerini yaratan hayal gücünün de aynı biçimde
serbestçe kendisine yol bulmasını sağladı. Boccaccio, şiir ve dinin
birbirlerini tamamladıkları iddiasıyla, kutsal kitabın aslında şiirsel bir
dille ele alınmış olduğunu öne sürdü. Bu ve benzeri girişimler neticesinde, din
dışı konuları işleyen şair ve yazarlar da, yaratıcılık vasıfları nedeniyle
kutsal bir saygınlık kazandılar ve diledikleri konularda daha rahat çalışma
olanağı buldular.
Hümanizm akımı ile insana, insan olmaktan gurur
duyması öğretildi. Bu düşünce tarzı, Ezoterik öğretiyi bünyesinde barındıran
Masonluk ile tüm Avrupa’ya kısa sürede yayıldı. Öğretinin güzellik arayışı tüm
sanat dallarına yayıldı ve mükemmelliklerine bugün dahi ulaşılamayan yüzlerce
eser doğdu. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Rafaello gibi üstadlarla Rönesans
doruk noktasına ulaştı.
Tüm bu gelişmelerin neticesinde ortaçağın durağan
düşünce sistemi yıkıldı. Yerine, akılcılığı ön plana çıkaran pozitif düşünce
geldi. Rönesans felsefi bakımdan akılla inancı uzlaştıran bir sentez oldu.
Hümanizm ve Rönesans’ın etkileri, 15. yüzyıldan
itibaren, genişleyerek 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu akımların giderek kendi
çıkarlarını zedelediğini ve kurulu düzene darbe indirdiğini gören Papalık, 18.
yüzyıldan itibaren özgür düşünceye karşı savaş açtı. Bilime büyük darbeler
indirildi. Galile Galileo, "yazılı hükümlere aykırı bir öğretiden yana çok
etkili kanıtlar taşıyan bir kitap yazdığı" için Engizisyon mahkemesinde
yargılandı ve sapkınlık içinde olduğu gerekçesiyle afaroz ve hapis edildi.
Fransa’da Protestanların Katolikler ile barış
içinde yaşamalarını öngören Nantes Fermam yürürlülükten kaldırıldı. 1757’de
yayınlanan bir kraliyet fermanı ile dine saldıran, otoriteye karşı gelen tüm
yazar ve yayıncıların ölüm cezasına çarptırılacakları duyuruldu (2).
Bu karardan on yıl sonra, sadece dini hoşgörüyü
savunan Marmontel, "deizm ve ateizm gibi her çeşit suçu kışkırtıcı
öğretilerin yansıra, Katolik kilisesinin temellerini sarsabilecek her türlü
akımın bastırılması" gerekçesiyle ölüme mahkum edildi. Bu karar
özellikle Ezoterik doktrini mahkum etmek için alınmış bir karardı. Ancak
Ortaçağ artık bitmişti ve kilisenin karşısında suskun kitleler değil, dev
düşünürler vardı. Protestan liderler Calas ve Sirven’in Papalıkça mahkum
edilmeleri üzerine Voltaire, kilisenin adaletsizliğine karşı büyük bir kampanya
başlattı. Toplumda derin yankılar uyandıran kampanya sonucunda Katolik kilisesi
Protestan liderleri serbest bıraktı ve Protestanlara eski itibarları iade
edildi.
Buna karşılık Papalık, Denis Diderot’un, adaleti
doğruda, güzelde ve iyide arayan Ezoterik eseri Ansiklopedi’nin yakılmasına
karar verdi. Voltaire Bastil’de kapatıldı. Hakkında tutuklama kararı çıkan
Rousseau kurtuluşu kaçmakta buldu. Holbach’ın ''L’esprif'i (ruh), Felsefe
Sözlüğü de yakılan eserler arasındaydı.
Engizisyon, karşısındaki filozofları sindirmek
için sık sık şiddete başvurdu. Şövalye La Barre’in, ayin alayını selamlamamak
ve Felsefe Sözlüğü gibi sakıncalı eserleri okumakla suçlanıp ölüme mahkûm
edilmesi, dilinin koparılarak başının kesilmesi, cesedinin yakılması umulanın
tam aksine filozofların birlik oluşturarak tepkilerini göstermelerine yol açtı.
Voltaire, Papa için ”ezelim alçağı" derken, Montesquieu gibi
ağırbaşlılığıyla ünlü bir adam dahi, "Papa, alışıldığı için karşısında
boyun kırılan, modası geçmiş bir puttur" demekten kendisini alamadı
(3).
1738’de Papalığın Masonları afaroz etmesi üzerine
Voltaire, 80 yaşında olmasına karşın, kilise aleyhtarı kampanyalarda kendisine
büyük destek sağlayan ve kendisiyle aynı inançları paylaşan bu insanlara bu kez
kendisi destek vermek için Masonluğa girdi.
Voltaire, "Hoşgörü üstüne" adlı
yapıtında, tüm insan haklarını ve bunun uzantısı olan hoşgörme hakkını
savunurken, herkesin inançlarında özgür olduğunu, tüm insanların dinleri ne
olursan olsun, kardeş olduklarını savundu. "Bir Türk, bir Çinli, bir
Yahudi kardeşim mi oluyor böylece?" diye soran Voltaire, kendi
sorusuna kendisi cevap veriyordu; "Elbette. Hepimiz aynı babanın,
tanrının çocukları değil miyiz?”...
Voltaire gibi Diderot, Montesquieu, Lafayette,
Boucher, Danton ve Pastoren de dönemin ünlü Masonlarıydı. Bu kadar ünlü filozof ve bilimadamının bir çatı
altında biraraya gelmiş olmaları, Masonluğun dine karşı laik akımı ne denli
desteklediğinin bir göstergesidir. Masonluğun, Papalığa karşı olan tutumu, Roma
kilisesinin de Kardeşlik örgütü üyelerini mahkum etmesine neden oldu. Masonluğu
mahkûm eden ilk emir Papa 12. Clemens tarafından 1738’de yayınlandı. Bu
tarihten itibaren 13 değişik papa, 1884’e kadar, Masonları afaroz eden ve
Masonluğu yasaklayan emirnameler yayınladılar. Papa 12. Clemens, 28 Nisan 1738
tarihli emrinde, hiçkimsenin Masonluğa veya benzeri bir örgüte üye olmamasını
duyurdu ve üyelerin afaroz edileceğini açıkladı. Ardından gelen Papalar da, 13.
Leo’ya kadar Masonluğu lanetleyen ve üyeler üzerindeki afarozu her seferinde
yineleyen emirnamelerini yayınlamayı sürdürdüler (4).
Papa Clemens, Masonluğu mahkum ederken, bu
müessesenin tüm dünyaya fenalıklar getireceği gibi anlamsız suçlamaların
yanısıra, değişik din ve mezheplerdeki kişilerin biraraya gelmelerinin önüne
geçilmez tehlikeler doğuracağı gibi ancak bağnaz bir kafa yapısının ürünleri
olabilecek suçlamalarda bulunuyordu. Clemens’in en önemli gerekçesi de, "kendilerince
malum olan doğru ve makul sebepler" idi.
Papalar ve Katolik devletlerin kralları,
Masonların birbirlerine ketumiyet yemini ile bağlı olmalarından ve toplantılarının
gizli yapılmasından endişe duyuyorlardı. Bu endişelerinin yersiz olmadığını
tarihi gelişmeler ortaya koydu.
Fransa’da büyük devrimin gerçekleştirilmesi ve
sistemin giderek laikleştirilmesinde, İtalya’da Papalığın etkinliğine son
verilmesi, milli birliğin sağlanması ve yine sistemin laikleştirilmesinde hep
Masonlar en önemli rolü oynadı.
Devlet yönetiminin Papalığın ve Katolik
kilisesinin etkisi altından çıkartılmasında dönüm noktası olan kararlardan
birisi 1714 yılında İngiltere’de alındı. Bir yasa çıkartılarak, herhangi bir
Katolik hükümdarın İngiltere tahtına çıkması yasaklandı. Böylece İngiltere,
Roma’nın yoğun baskılarından kurtulmayı başardı. Yeni kanunla ortaya çıkan bu
özgür ortam Masonların kendilerini güvencede hissetmelerini sağladı ve onlar da
dış dünyaya kapılarını daha çok açtılar. Bu tarihte Templierler ve diğer
şövalye örgütü üyeleri, Rose Croix’lar, Royal Society yandaşları Mason
localarına üye bulunuyorlardı. Bunlara, asli meslekleri Duvarcılık olmadığı ve
örgüte sonradan katıldıkları için "Kabul Edilmiş Mason" (Accepted
Mason) denilmekteydi.
Öte yandan dünyadaki teknolojik gelişmeler
Masonluğun Operatif kolunu olumsuz etkilemekteydi. İnşaat yapımı ile ilgili
daha önce birer sır olarak saklanan bilgiler, giderek sır olmaktan çıktılar ve
okullarda okutulan bilim dallarının konuları haline geldiler. Bu durum,
adlarına sonradan "Operatif Mason" denilen inşaat ustalarına,
okul mezunu ve örgüt üyesi olmayan yeni rakiplerin çıkmasına neden oldu.
Zamanla bu ustalar iş bulmakta zorlanır oldular. Operatif Masonların son büyük
faaliyetleri Londra’da oldu. 1666 yılında Londra’da meydana gelen büyük
yangın sonrası inşaat sektörünün canlanması ile tüm Avrupa kıtasındaki Mason
ustalara iş bulma imkanı doğdu. Ancak şehrin yeniden imarından sonra yine
yapılacak iş kalmadı ve Masonluğun el emeğine dayalı Operatif kolu giderek yok
olmaya başladı. Bu aşamada devreye Kabul Edilmiş Masonlar girdi. Locaların
fikri çalışmalarına katılan bu Masonlar önceleri azınlıktaydılarsa da, giderek
sayıca çoğaldılar. Mesailerinin kol işçiliğine değil, kafa işçiliğine yani
fikri çalışmaya dayanması nedeniyle kendilerine "Spekülatif
Masonlar" adını uygun gören Kabul Edilmiş Masonlar, 1703 yılında bir
karar yayınlayarak, bundan böyle Masonluk ayrıcalıklarının yalnızca yapı
işçilerine özgü olmayacağını, dileyen herkesin localara üye olarak bu
ayrıcalıklardan yararlanabileceğini duyurdular.
İngiltere’de Protestanlığın ağır basması ve
Katolik kilisesinin baskılarının yok olmasından sonra Anglikan Masonlar,
locaların düzenliliği hakkında karar verebilecek ve yeni localar açabilecek
yüksek bir merci kurmaya karar verdiler. Böylece 1717 yılında dört Londra
locası, İngiltere Büyük Locası’nı kurdular (5).
Büyük Loca’nın yeni yasasım, bir Protestan rahibi
olan James Anderson yazdı. Bu yasanın yazılmasına bir başka Protestan rahip,
Desagulier de yardımcı oldu. Royal Society üyesi olan bu rahip, ünlü bilgin
Newton ile de yakm arkadaştı. Anderson Yasaları adıyla anılan bu yasanın ilk
bölümünde, "Bir Mason,
taşıdığı sıfatlar nedeniyle ahlak kurallarına boyun eğmek zorundadır ve hiçbir
zaman bir Tanrıtanımaz (Ateist) ya da Dinsiz (Deist) olamaz" denilmektedir.
1815 yılında İngiltere’de yeni bir Büyük Loca
Yasası yayınlandı ve tanrı ve din hakkındaki ilk bölüm şöyle değiştirildi;
"Sıfatı dolayısıyla bir Mason ahlak
kurallarına uymakla görevlidir. Eğer mesleği iyi anlamışsa, hiçbir zaman bir
tanrıtanımaz ya da dinsiz olmayacaktır. Tanrının herşeyi insanlardan daha başka
türlü gördüğünü o, herkesten daha iyi anlamak durumundadır. Çünkü insan dış
görünüşü görür, tanrı ise gönülleri. Bir insan, dini tapınış tarzı ne olursa
olsun tarikatten çıkarılmaz. Yeter ki, yerle göğün yüce mimarına inansın ve
ahlakın kutsal görevlerini yerine getirsin" (6).
Bu yasa ile, Hristiyanların yanısıra Yahudi ve
Müslümanların da örgüte katılmaları mümkün oldu. Böylece Masonluk, özgür düşüncenin filizlendiği
her ülkede varlığını gösterdi ve tüm dünyaya yayıldı.
17. yüzyılda Masonluk, Fransa, İtalya, İspanya ve
Almanya’da Katolik kilisesinin yoğun baskıları ile teknolojik ilerlemenin
getirdiği işsizlik gibi nedenlerle son derece zayıflamış bulunuyordu. İngiltere
ve İskoçya’da ise durum daha farklıydı. Her iki ülkede de Kabul Edilmiş
Masonların fazlalığı örgütün varlığını ve gücünü sürdürmesini sağlamıştı. 1649
yılında İngiltere kralı I. Charles’ın kafasının kesilerek idam edilmesinden
sonra, dul eşi kraliçe Henrietta doğduğu ülke olan Fransa’ya döndü. Kısa bir
süre sonra çok sayıda İskoç soylusu da onun yanına geldi. Bu soyluların büyük
bölümü Kabul Edilmiş Masondu (7). Bunlar, Stuart hanedanının İngiltere tahtını
yeniden eline geçirmesi için faaliyetlerini, Fransa’da kurdukları Mason
localarında gerçekleştirdiler. Bu locaların bir kısmı askeri nitelikliydi ve
Stuartların İngiltere tahtına dönüş şansı kalmayınca bu askeri localar Fransız
ordusuna katıldılar. Böylece Fransız ordusunda Masonluk yayılmaya başladı.
Askeri İskoç localarının yanısıra sivil localar da, Fransa’da önceden varolan
localar ile birleşerek, mesleğin tüm ülkede yayılmasını sağladılar. Eski
geleneklere ve yüzlerce yıldır uygulanagelen ritüellere dayanan bu Masonluğa, Avrupa
kıtasındaki yeni yayıcılarına atfen, "İskoç Masonluğu" denildi.
İngiltere’de 1717’den itibaren uygulanmaya başlanan Masonluk üç derece
üzerinden çalışmaktaydı. Buna karşılık İskoç Masonluğunda derece sayısı 25’di.
Bir diğer farklılık da, İngiliz Masonluğu yanlısı localar, İngiltere Büyük
Locasından berat alarak, düzen içinde kurulurken, İskoç locaları eski
gelenekler uyarınca, herhangi bir merciye dayanmadan, kendiliğinden
kuruluyorlardı.
İngiltere Büyük Locası’na karşılık Fransız
locaları aynı statüde bir merciye kavuşmak için 1736 yılında Fransız Büyük
Locası ayarında, "Grand Orient" adını verdikleri bir üst
kuruluş oluşturdular. Fransa’da, bu bağımsız Fransız kuruluşunun yanısıra,
İngiltere Büyük Locası’ndan berat alan bir Fransız Büyük Locası da kuruldu.
İskoç Masonluğu 1761 yılında Amerika’da yayılmaya
başladı. Bu kıtada İskoç Riti’ne sekiz derece daha ilave edildi ve tüm dünyanın
da kabulü ile İskoç Riti Masonluğu 33 derece olarak benimsendi (8).
O dönemde, Masonluğun kökenleri hakkında en
önemli konuşma, Şövalye Ramsay tarafından gerçekleştirildi. Bir İskoç soylusu
olan ve Stuartlarla birlikte Fransa’ya geçen Ramsay, 1737 yılında Grand
Orient’de, Masonluğun geçmişi hakkında aydınlatıcı bir konuşma yaptı.
Masonluğun Templierler’e dayandığını ve onların sayesinde kardeşlik örgütünün
tüm Avrupa’ya yayılmış olduğunu söyleyen Ramsay, "Tarikatımızın
kökleri, Kudüs Sen Jan Şovalyelerindedir. O gün bu gündür localarımız Sen Jan
Locaları adını taşırlar" dedi. Ramsay, ünlü konuşması sırasında,
birçok Avrupa ülkesinde gerilemiş olan Masonluğun, Templierler sayesinde
İskoçya’da canlılığını korumuş olduğunu da hatırlattı.
Fransız devrimi öncesi Masonluk bu ülkede son
derece yaygınlaşmış durumdaydı. Birçok aristokratın yanısıra, burjuva önde
gelenleri ve fikir adamları da locaları devam etmekteydiler. Localarda
yürütülen fikri çalışmalar sayesinde, Masonluğun temel ilkeleri olan insanların
özgürlüğü, kardeşliği ve eşitliği, Fransız ihtilalinin de bayrağı haline
geldiler. Devrimin fikir babaları Bailly, Talleyrand, Brissot, La Fayette,
Mirabeau, Condorcet birer Masondular. Bazı kaynaklar Danton ve Robespier’in de
Mason olduklarını savunmaktadır. 1789 ihtilalinde Masonluğun örgüt olarak bir
etkinliği görülmediyse de, ihtilalin oluşumu için ana kadrolar dahi localarda
hazırlanmıştı (9). Devrimciler, locaların gizliliği içinde biraraya gelerek,
ihtilalin alt yapısını oluşturdular. Ayrıca, localarda yapılan aralıksız
laiklik propagandası da, insanları dini her türlü reformu gerçekleştirmeye
hazırladı. Nitekim 1793’de, ülkedeki tüm kilise ve tapınakların kapatılması,
bütün dini inançların önlenmesi gibi aşırı bir karar dahi alınabildi. Kilise
açılmasını isteyenlerin tutuklanması, rahiplerin her türlü kamu görev ve
haklarından men edilmesi öngörüldüyse de, Danton ve Robespier’in girişimleri
ile bu sert tedbirlerden vaz geçildi. İnanç özgürlüğüne karşı her türlü şiddet
hareketinin ve baskının yasaklanması ile yetinildi. 1794’de devrim konvansiyonu
devletle kiliseyi ayırdı. Bir yıl sonra, isteyenlerin kiliselerden fayadalanabilmeleri,
dileyenlerin de her türlü dini ibadetten uzak yaşayabilmelerini öngören inanç
özgürlüğü kanuna bağlandı.
Fransa’da Katolik kilisesi karşıtı güçlü lobi,
devrim sonrasında gelen direktuvarlık dönemi boyunca da etkinliğini sürdürdü.
Bu dönemde Jakobinler’in kiliseye ağır bastıkları görüldü. Napolyon’un gelişi
ile durum tersine döndü. Katolikler imparatorluk süresince ağırlıklarını
hissettirdiler. İmparatorluk sonrasında ise, taraflar arasındaki mücadele,
herhangi birisinin kesin üstünlüğü olmaksızın sürüp gitti. Bu arada Mason
localarındaki Katoliklerin sayısı giderek azaldı. 1877 yılında Grand Orient,
locaların "Evrenin Ulu Mimarı" onuruna çalışmaları
zorunluluğunu kaldırdığını açıkladı. Bu karar üzerine İngiltere Büyük Locası,
Fransız Grand Orient’i ile tüm ilişkilerini derhal kesti ve bu kuruluşu düzenli
olarak tanımadığını dünyaya duyurdu. Böylece Fransız Masonluğu, evrensel Mason
topluluğu ile ayrı düşmüş oldu (10).
Fransız Masonluğunun 1877 kararında, 1848
devriminin etkisi büyük olmuştur. 3. Napolyon’un düşüşünden sonra kurulan
üçüncü cumhuriyette ülkeyi yönelenlerin büyük çoğunluğu Masondur ve Katolik
kilisesinin baskılarından bıkıp usanmış durumdadırlar. Fransa’da basın
özgürlüğü Masonlar sayesinde mümkün olur. Victor Hugo, cumhuriyet parlementosunda
verdiği ünlü söylevinde tüm gücüyle ruhban smfına yüklenir ve, "Yıldızların
düşmediğini söylediği için Prinelli’yi dövdürten, kanın vücutta dolaştığım
ispatladığı için Harvey’e işkence eden onlardır. Galile’yi, Kristof Colomb’u
zindana attıran, Pascal’ı, Monteigne’i, Molier’i din ve ahlak adına afaroz eden
onlardır. Fransa’nın üçyüz yıldır yaydığı büyük ışık onları rahatsız ediyor. O
ışık akıldan müteşekkildir. Gerçek mümin benim ey rahipler, sizler
dinsizsiniz" der.
İşte Fransız Masonları, bu ruh hali içinde,
aralarına Deisl inançta olanların da katılmasını sağlamak amacıyla, Evrenin Ulu
Mimarı’na inanma zaruretini kaldıran bir kararı onaylamışlar ve Ezoterik
öğretiye ters düşmüşlerdir.
Tüm bu çabalara karşın Fransa’da ilköğretimin
laikleştirilmesi ancak 1879’da mümkün oldu. Kilise’nin öğretim yapması 1904’de
yasaklandı ve devlet ile din işleri de 1905’de ayrılabildi. Nihayet 1907’de de
laik yasaların dokunulmazlığı kanuna bağlandı.
İtalya’da Masonluk, Fransa’dakine benzer bir yol
izledi. Dante’nin, Boccacio’nun ve diğer Ezoterik doktrin yanlısı düşünürlerin
yurdu İtalya’da, sırlar öğretisi, bir geleneksel miras olarak Pisagor’dan bu
yana varlığını sürdürüyordu. Ancak, Katolik kilisesinin merkezinin Roma olması
dolayısıyla Papalığın yoğun baskıları kendisini en çok İtalya’da hissettirdi.
Rönesans’ın beşiği olan bu ülkede 17. yüzyıla gelindiğinde Masonluk neredeyse
tamamen silinmiş durumdaydı. Masonluğun canlanışı, Fransa’da olduğu gibi
İtalya’da da Stuart hanedanı yandaşlarının bu ülkeye gelmeleri ile başladı.
İskoç Ritme bağlı ilk loca bu yüzyılın ikinci yarısı içinde kuruldu. Geleneksel
alt yapısı hazır olan
Masonluk İtalya’da hızla yayıldı ve Katolik
kilisesinin karşısındaki doğal yerini aldı (11).
İtalya üzerinde 1713 yılına kadar süren İspanyol
egemenliği Katolik kilisesinin güçlenmesini, Engizisyonun kurumlaşmasını ve
Rönesans’ın hızını yitirmesini sağlamıştı. Avusturya ve Fransa hakimiyetlerinin
ardından 1814 yılında, Napolyon’un devrilmesi üzerine İtalyan devletleri
yeniden ortaya çıktılar. Napoli krallığı, Sardunya krallığı ve Papalık devleti
bağımsızlaştı. Ancak Toscana, Parma ve Modena Avusturya’ya bağlı hanedanlar
tarafından, Lombardia-Venedik krallığı da doğrudan Avusturya tarafından
yönetiliyordu. Trentino, İstria ve Trieste gibi İtalyan topraklan ise,
Avusturya İmparatorluğu topraklarına dahil edilmişti.
Avusturya işgaline ve müdahalesine karşı İtalyan
aydınlarının kurduğu Carboneria teşkilatı ile ülkede oldukça güçlenmiş bulunan
Masonlar bir ittifak meydana getirdiler ve İtalya’nın birliği ve bağımsızlığı
için mücadeleye başladılar. Bu mücadele 1848 yılına kadar sürdü. Papalık,
karşısındakilerin özgür düşünceli ve laik olduklarının, kendi emirlerini
kesinlikle dinlemeyeceklerinin bilinciyle İtalyan Birliği fikrinin karşısında
yer aldı. Papaların en büyük korkusu, egemenlikleri altında bulunan son
toprakların da ellerinden gitmesiydi.
Papalığın yoğun baskılarının yanısıra, Avusturya
orduları ile yapılan savaşlar neticesinde Carboneria teşkilatı giderek
zayıfladı ve 1831 yılında yokoldu. Örgüt mensuplarından hayatta kalanlar, dava
arkadaşları olan Masonlara katıldılar ve bundan sonra birlik için kiliseye
karşı mücadeleyi tek başına Masonlar verdi.
1848’de Paris’deki Şubat devrimi, yine aynı yıl
Viyana’daki Mart devrimi İtalya’da da ulusal birlik devriminin başlamasına yol
açtı. Birlik için savaşlar 1861 yılma kadar devam etti. Bu tarihte, Fransa
himayesindeki Roma-Papa devleti toprakları hariç tüm İtalyan devletleri
birleştirildi ve İtalya krallığı doğdu.
Garibaldi, Cavour, Emanuel I, Mazzini gibi birlik
için savaşan liderler hep Mason’dular. Bu aydınlar, birleşmeye karşı çıkan
kilisenin karşısına Masonluk ilkeleri ile çıktılar. 1786’da, Papanın da desteği
ile Avusturya kraliçesi Maria Teresa İtalya’da Masonluğu yasaklamaya kalkıştı.
Ancak bu ülkede Masonluk geleneğinin temelleri çok derindeydi. Pisagor
Akademisi, Roma Collegiaları, Gilde’ler, ilk Mason locaları, Eflatun Akademisi,
Rönesans hep bu topraklarda doğmuştu. Bu nedenle Masonluk, Katoliklerin
yoğunluğuna rağmen halk arasında da belli bir sempatiyle karşılanıyor ve milli
duygulara hitap etmeleri yüzünden de büyük destek buluyordu. Fransız
Masonlarının da yardımı ile Avusturya kraliçesinin girişimi başarısız kaldı.
1848 yılında Papa 9. Pius, İtalya’nın
bağımsızlığı için Avusturya’ya-savaş ilanını reddedince, Masonlar Roma’da bir
ayaklanma başlattılar. Papa Roma’dan kaçmak zorunda kaldı. Ancak Fransız
kuvvetlerinin Roma’yı ele geçirmelerinden sonra Pius kente geri dönebildi. 1870
yılında Fransa, Almanya ile savaşa girişince Fransız kuvvetleri Roma’dan
çekildi. O tarihte kurulmuş bulunan İtalyan krallığına ait birlikler kente
girdi. Roma’nın kraliyet birliklerince alınması üzerine Papa Vatikan şehri
surlarının arkasına çekildi ancak, yenilgiyi içine sindiremedi ve Masonluğu
lanetleme kampanyasını sürdürdü. Pius’dan sonra Papalığa gelen 10. Leo da, yeni
rejimi onaylamadığını göstermek için İtalya Katoliklerine kraliyet parlamentosu
seçimlerine katılmalarım yasakladı. Ancak, bu karar neticesinde Katoliklerin
politik zeminde hiçbir etkinlikleri kalmamış oldu.
İtalyan birliğini sağlayan ve iktidarı ellerine
alan Masonlar, başta laik bir devlet sistemi olmak üzere birçok alanda Masonik
inançları yaşama uyguladılar. Örneğin, ilk demokratik ceza kanunu olarak
kabul edilen İtalyan Ceza Kanunu’nu hazırlayan Zanardelli bir Masondu ve hayata
geçirdiği kanun birçok Masonik ilkeyi kapsıyordu. Zanardelli, bu kanunla
dinler arasında hiçbir ayrım gözetmeyerek din özgürlüğünü kabul etmesinin
yanısıra, bu özgürlüğe karşı çıkacakların da cezalandırılmalarım öngörmüştür.
Amerika Birleşik Devletleri’nde
Masonluk, kuruluş gününden itibaren etkili olmuştur. Bağımsızlık için mücadele eden liderlerin ve Amerika
anayasasına imza atanların neredeyse tamamı Masondur. Bugüne kadar işbaşına
gelen Başkanların büyük çoğunluğu da Masondur ve Mason olmak büyük bir onur ve
sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Bu ülkede halen, her eyalette birer
tane olmak üzere 50 Büyük Loca ve 4 milyona yakın Mason bulunmaktadır. Masonluk
bu ülkede o denli yaygındır ki, Iowa eyaletinde bir kentin adı dahi "Mason
City" dir. Bu ülkeyle ilgili bir diğer ilginç Masonik bilgi de, astronot
Edwin Aldrin’in Ay’a bir Masonik plaket yerleştirmiş olmasıdır. Aldrin 1969
yılında, Masonluğun evrenselliğinin sembolü olarak, Teksas Büyük Locası tarafından
hazırlanmış ve Ay’ın bu locanın Juridiksiyonu içine alındığını belirten bir
levhayı dünyanın uydusuna bırakmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da Masonlar oldukça önemli rol oynamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ilk Mason
locasının kuruluş yılı olarak 1738 tarihi verilmektedir. Bu tarihten, ilk
ulusal Yüksek Şura’nın kuruluş yılı olan 1909’a kadar Osmanlı topraklarında
yabancı Büyük Loca veya Yüksek Şura’lara bağlı 23 locanın çeşitli dönemlerde
faaliyette bulundukları bilinmektedir. Yabancı obediyanslara bağlı bu
localarda, başta Sultan 5. Murat olmak üzere, şehzade Nurettin ve Kemalettin
efendiler, Namık Kemal, Mithat Paşa, Fuat Paşa, Talat Paşa, Ahmet Vefik Paşa
gibi ünlü kişiler ve sadrazamlar Masonluğa katılmışlardır (12). Başta Mithat
Paşa olmak üzere bu kişilerin yoğun çabalan sonucunda 1876’da Meşruti idare
kurulmuştur. Ancak Sultan Abdülhamid, iki yıl sonra, 1878 yılında meclisi
feshederek Meşrutiyeti yürürlülükten kaldırmış, önde gelen liderlerini, bu
arada Mason ileri gelenlerini sürgün etmiştir.
Padişahın mutlak egemenliğine karşı çıkan
aydınlar, 1899 yılından itibaren yurt içinde ve yurt dışında örgütlenerek, Jön
Türkler adı altında muhalefete başladılar. Masonların gücünü arkasına alarak
tahta çıkmış olan Abdülhamid, tüm yetkileri eline almasının hemen ardından tam
bir Mason düşmanı kesildi. Masonları dinsizlik ve tanrıtanımazlıkla suçlama
konusunda Katolik kilisesi ile özdeşleşen Abdülhamid yine de yönetimi süresinde
Mason localarının faaliyet göstermelerine ses çıkartmadı. Bunda iki neden etken
olmuştu. Öncelikle Sultan Abdülhamid çok kuşkucu ve kurnaz bir kişiliğe sahipti
ve Mason localarını kapatması halinde tüm Masonların yeraltına çekilerek,
kendisi aleyhinde daha yoğun çaba harcayabileceklerini hesaplamıştı. Bunun
yerine locaların açık kalmasını ve hafiyeleri vasıtasıyla sürekli denetim
altında olmalarını sağladı. Abdülhamid’in bu yöntemi özellikle İstanbul’da son
derece etkili oldu ve İstanbul Masonları istibdat dönemi boyunca hiçbir varlık
gösteremediler. İkincil olarak Osmanlı yönelimi ekonomik açıdan dışa tamamıyla
bağımlı hale gelmişti. Abdülhamid, Mason localarını kapatması halinde, yabancı
ülkeler Masonlarının büyük baskıları altında kalabileceğini, bunun da alınacak
ekonomik yardımları etkileyeceğini hesaplamıştı (13).
İstanbul Masonlarının pasifliğine karşın, Balkan
yarımadasında ve özellikle de Makedonya’da Mason locaları son derece etkili bir
konumdaydılar.
Balkanlar’daki karışık durum ve ulusal nitelikli
ayaklanmalar nedeniyle Sultan’ın hükmü Makedonya’da geçmiyordu. İttihat ve
Terakki Cemiyeti adı altında Makedonya’da biraraya gelen Jön Türkler,
Fransız devrimcileri ve İtalyan birlikçilerini örnek alarak, toplantılarını
Mason localarında yapmayı, gizliliklerinin korunması açısından daha uygun
buldular. İttihat ve Terakki’nin öngördüğü program ile Masonik ilkeler arasında
bir noktaya kadar uyum olması, birleşmeyi daha kolaylaştırdı. İttihat
Terakki’nin önde gelenleri, başta Talat Paşa olmak üzere localarda
örgütlendiler ve yönetime karşı yürütecekleri stratejiyi sapladılar (14).
İttihat ve Terakki liderlerinin en yoğun biçimde
üyesi oldukları loca, Selanik’te çalışmakta olan, İtalyan Obediyansına bağlı
Makedonya Rizorta (Yeniden Doğan Makedonya) locasıydı. Kurucusu, Voltaire’ci, özgür düşünceli bir Yahudi olan
Baruh Kohen’di. Yahudiler, diğer Balkan milletlerinin aksine, Osmanlı uyruğunda
kalmayı kendi çıkarları açısından daha uygun buldukları için, Türk aydınları
ile birlikte çalışıyorlardı. Bu nedenle de, Makedonya Rizorta
locasında İttihat Terakki üyelerinin yanısıra, çok sayıda Yahudi de vardı.
Yahudi Masonların İttihat Terakki’çilerle bu
denli yakın olmaları, dinci çevrelerin tepkisine yol açtı ve Masonluğun Yahudi
amaçlarına hizmet etmekte olduğu gibi ciddiyetten uzak bir iddia öne sürüldü.
Musevi dininde kullanılan bazı sembollerin, aynı kökenden alınmış olması
sebebiyle Masonlukta’da kullanılıyor olması, bu çevreler için yeterli bir
kanıttı.
Böylece, İslamiyet’in Sünni kolu ile Hristiyan
Katolikleri Masonluğu suçlama kampanyasında aynı noktaya gelmiş oldular.
Osmanlı Masonları ile Batıni doktrinlerin bir
diğer savunucuları olan Bektaşiler arasında Abdülhamid döneminde gözle görülür
bir dayanışma vardı. Selanik’teki Masonlar toplantıları için Bektaşi
tekkelerinden yararlanırlarken, Tevfik Bey gibi bir Bektaşi Babası da
Masonluğa katılarak, iki örgüt arasındaki iletişimi sağladı (15).
İttihat ve Terakki, ordu subayları arasında hızla
yaygınlaştı. İttihatçılarla yakın temas içinde olan Mustafa Kemal’in de
Selanik’te bir Mason locasına katılmış olduğu ancak, devamsızlık nedeniyle bir
süre sonra üyelikten çıktığı sanılmaktadır. İttihat Terakki’nin yoğun
çabaları neticesinde Sultan Abdülhamid, 1908 yılında Meşrutiyeti yeniden ilan
etmek zorunda kaldı. Cemiyet, aynı yıl yapılan seçimlerde mecliste büyük
çoğunluğu sağladı. Buna karşılık dinciler bir yıl sonra, 1909’da İstanbul’da
bir ayaklanma başlattılar. Ayaklanmayı bastırmak için Selanik Hareket Ordusu
birlikleri İstanbul’a girdi ve dinci çevrelerle sıkı ilişkide bulunan
Abdülhamid tahttan indirildi. Bu arada, aynı yıl ilk ulusal Mason Yüksek Şurası
kuruldu ve ülkedeki bütün localar bu Yüksek Şuıa’ya bağlandı (16).
1. Dünya Savaşı sonrasında imparatorluğun dağılma
süreci içerisinde Mustafa Kemal Paşa tarafından başlatılan Kurtuluş savaşında
İttihat Terakkicilerin, cemiyet olarak önemli bir fonksiyonları olmadı. Ancak,
savaşın başındaki Kuvayı Milliyeci lider kadro, İttihat Terakki ve Mason
ocaklarında yetişmiş kişilerdi ve aynı inancı paylaşıyorlardı; Özgürlük.
Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisi ilk Başbakanı Rauf Orbay, yine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
başbakanlarından Ali Fethi Okyar, General Kazım Karabekir, General Kazım
Özalp, Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri Şükrü Kaya, ilk
hükümetin İçişleri Bakanı General Refet Bele, yine Atatürk dönemi
Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, bir diğer İçişleri bakanı Mehmet
Cemil Uybadın, Türkiye’nin ilk Washington Büyükelçisi Muhtar Tahsin ve
Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Milletvekili Cevat Abbas Gürür’ün
birer Mason olmaları, Masonik inançların Kurtuluş savaşı ve sonrasında kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nde ne denli etkin olduğunu göstermektedir. Atatürk ve kadrosu, Rönesans ve Reform neticesinde
Hristiyan dünyasında gerçekleştirilen aydınlanmayı bir Müslüman ülkede,
Türkiye’de gerçekleştiren ve laik sistemi başarıyla uygulamaya koyan ilk kadro
olmuşlardır. Saltanat ve Hilafet kaldırılmış, Türkiye çağdaş uygarlığı ve
gerçek demokrasiyi yakalayabilen yegâne Müslüman ülke konumuna ulaşmıştır. Masonluk
bugün, özgür düşünceye dayalı diğer demokrasilerde olduğu gibi Türkiye’de de
laik ve demokratik sistemi korumak için üzerine düşeni yapmaktadır.
Kaynakça
1- BAYET
Albert - "Dine Karşı Düşünce Tarihi" - Broy Yayınları İstanbul 1991 -
Sf. 45
2- Bayet
A. -ie- Sf. 74
3- Bayet
A. -ie- Sf. 65
4- ÜLKÜ
Faruk, YAZICIOĞLU A. Semih - "Dünyada ve Türkiye’de Masonluk" - Başak
Yayınevi - İstanbul 1965 - Sf. 55
5- NAUDON
Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk" - Varlık Yayınları - İstanbul
1968 - Sf. 50
6- Naudon
P. -ie- Sf. 52
7- BOUCHER
Jules, NAUDON Paul - "Masonluk Bu Meçhul" - Okat Yayınevi - İstanbul
1966 - Sf. 21
8- Naudon
P. -ie- Sf. 76
9- Ülkü
F. -Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 47
10- Naudon
P. -ie- Sf. 95
11- Ülkü
F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 43
12- SOYSAL
İlhami - "Türkiye’de ve Dünyada Masonluk ve Masonlar" - Der Yayınları
- İstanbul 1978 - Sf. 382
13- KOLOĞLU
Orhan - "İttihatçılar ve Masonlar" - Gür Yayınları İstanbul 1991 -
Sf. 72
14- Koloğlu
O. -ie- Sf. 26
15- Koloğlu
O. -ie- Sf. 41
16- Ülkü
F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 294
Sh: 139-153
Ezoterik doktrin Masonluk’da daha 1. derece olan
Çırak derecesinde inisiyelere verilmeye başlanır. Locanın yöneticisi olan
Üstadı Muhterem toplantıyı açarken, "Bir Mason arasıra günlük hayatın
kaygılarından uzaklaşmalı ve düşünceye dalmalıdır. İşte o zaman düşüncelerimiz,
Evrenin Ulu Mimarı dediğimiz Yüce Varlığa doğru yükselmeye başlar. Dileriz ki,
o Yüce Varlıkla aramızdaki mesafeyi daha çabuk aşabilmek için ortak
çalışmalarımız bize yeni kuvvetler versin" der. Bu açıklamadan da
görüldüğü gibi Masonlukta hedef hakikate varmak, Yüce Varlığa erişmektir.
Locanın doğusunda, Üstadı Muhterem kürsüsü
arkasında bir Güneş, bir Ay ve her ikisinin ortasında da Üçgen içinde bir Göz
sembolü bulunmaktadır. Naacal ve Hermes öğretilerinde gördüğümüz gibi Güneş,
tanrının eril sembolü, Ay da dişil sembolüdür. Üçgen içindeki göz ise, tanrının
gözünün daima insanlar üzerinde olduğunu remzetmektedir. Diğer Ezoterik
ekollerde olduğu gibi Masonlukta da başkan, yani Üstadı Muhterem, tanrısal
iradenin loca içerisindeki ifadesidir. Bu nedenle kendisine mutlak itaat
zaruridir. Üstadı Muhterem, güneşin doğuşuna atfen, doğuda oturur. Bir loca
sembolik olarak, güneşin ilk ışıklarının ortaya çıktığı, yani tanrısal
aydınlanmanın var olabildiği anda çalışmalarına başlar.
Masonlar, tüm insanlık için bir ülkü mabedi
yapmak amacıyla çalışırlar. Masonluğun bu görevi ancak tüm insanların mükemmele
ulaşmaları ile son bulacaktır. Masonlara göre tanrının insanlara verdiği en
büyük vasıf Akıldır. İnsanlar akıllarını kullanarak İyiyi, Doğruyu ve Güzeli
aramakla yükümlüdür. Mason mabedi üç sütun üzerinde ayakta durmaktadır.
Bunlar, Akıl, Kuvvet ve Güzelliktir. Çalışmalar sona erdirilirken
kardeşlerin en büyük dileği Kardeşlik Sevgisi’nin tüm dünyaya yayılmasıdır.
Masonluğa giriş töreni de, Ezoterik doktrin
yanlılarının kendi örgütlerine girişte asırlardan bu yana kullandıkları
yöntemlerin- bir sentezi durumundadır. Aday önce hertarafı kapalı bir hücreye
alınmakta ve düşünceleriyle başbaşa bırakılmaktadır. Bu odada, eski
Simyacıların ve Şövalyelerin kullandıkları "Vitriol" kelimesi dikkati çeker (1).
Aday daha sonra, gözleri bağlanarak törenin
yapılacağı mabede götürülür ve burada Dante’nin İlahi Komedisinde anlattığı
gibi üç sembolik yolculuk yaptırılır (2). Yolculuk başlamadan önce adaya
tanrıya inanıp inanmadığı sorulur. Aday ancak tanrıya olan inancını teyid
ederse törene devam edebilir. Aksi halde, geri çevrilir. Zaten adayın tanrıya
inancı, kabulü için doldurduğu istek formunda da araştırılmış ve tanrıya inanan
bir insan olduğunun görülmesi üzerine merasime davet edilmiştir.
Mabetdeki ilk yolculuk oldukça zordur ve sonunda
aday Su sınavına tabi tutulur. Daha kolay olan ikinci yolculuğun sonunda Ateş
sınavı, çok kolay olan üçüncü yolculuğun sonunda da Toprak sınavı vardır. Eski
çağlarda son derece çetin olan bu sınavlar, uygarlığın gelişimi doğrultusunda
giderek kolaylaşmış ve günümüzde sembolik birer konuma gelmişlerdir.
Yolculuklardan sonra adaya, yok olmak veya ölümün ötesine geçmenin ken-di
elinde olduğu hatırlatılır ve kendisine verilecek tüm sırları saklı tutacağına
dair yemin ettirilir. Ketumiyet yemini her derecede yinelenmektedir. Yemin,
Evrenin Ulu Mimarı’nın adını anarak ve Kutsal Kitaplar üzerine el konularak
yapılır. Daha sonra adayın gözlerindeki bağ açılır ve hakikatin nurunu
görür. O artık bir Çırak Masondur.
Mabedin
ortasında bulunan yemin kürsüsünün üzerinde her üç semavi dinin, Yahudilik,
Hristiyanlık ve Müslümanlığın Kutsal Kitapları bulunur. Her üç kitabın varlığı, Masonluk için dinler
arasındaki ikincil farklılıkların öneminin olmadığını, yegane gerçeğin tanrının
varlığına inanmak olduğunu gösterir. Kitaplar çalışma sırasınca açık tutulur.
Bu da, tüm dinlere karşı Masonluğun hoşgörüsünün ifadesidir. Üstadı Muhterem,
çalışma başlarken, Hakikatin Nurunun çalışmaları aydınladığını ifade eder.
Kutsal kitapların varlığı, hangi dinden olurlarsa
olsunlar Masonların tek tanrıya inandıklarını gösterir (3).
Locanın görevlilerinden Hatip, yeni Çırağa
hitaben yaptığı ilk konuşmada, görevinin her türlü noksanlık ve kusurlardan
kurtulmak olduğunu, bunu başarmak için Masonluğun kendisine yardımcı olacağını
belirtir. Birey daima kendini kontrol etmeli ve bu sayede doğruya, iyiye ve
güzele yönelerek sürekli tekâmül etmelidir.
İnisiasyon töreninin amacı yeni üyede içsel
sezgiyi uyandırmak ve bilgilenmek için çaba harcaması gerektiğini göstermektir.
A. Makey’in belirttiği gibi, Masonluk üyelerinin zihinlerinde var olan ışığı
ortaya çıkarmak amacındadır. Bu nedenle Masonlar kendilerini, "Işığın Çocukları"
olarak da nitelendirirler (4).
Yeni Çırağa adım adım verilen öğretide Semboller
Dili kullanılır. Bu çok eski ve evrensel öğretim yöntemi sayesinde, sembollere
her çağda, çağın gerektirdiği anlamların yüklenebilmesi ile Ezoterik doktrin
hiçbir zaman çağdaşlıktan ve akılcılıktan uzaklaşmamıştır.
inisiasyon töreni Masonun tanrıya ulaşmasındaki
ilk adımdır. Masonluğun hedefi üyelerini tekâmül ettirmektir. Ancak bu tekamül,
her bireyin kendi kapasitesi ile sınırlıdır. Eski bir deyişle, Masonluk bir
denizdir ancak her Mason ondan, kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su
alabilir.
Sen Jan, "Tanrı senin içindedir"
der. Nitekim Hristiyan Masonlar yeminlerini Sen Jan’ın İncili Yoanna üzerine
yaparlar. Hristiyan dünyasında ayrıca, ilk üç derece localarına "Sen Jan
locaları" da denilmektedir. 1742 yılında yayınlanan bir kitapta, yabancı
bir Masonu tanımak için sorulan "Nereden geliyorsun?" sorusuna
verilen cevabın, "Sen Jan Locasından" şeklinde olduğu görülmektedir.
Daha önce ifade edildiği gibi Yoanna İncili İsâ aleyhisselâmın öğretisinin
Ezoterik yönünü bünyesinde barındırmaktadır (5). Masonluk da, Hristiyan
Ezoterizminde belirtildiği gibi, tanrının insanın içinde bulunduğuna
inanmaktadır. İnsanın tanrıyla özdeşliğin savunan Masonluk, insan, tanrı, evren
birliğine de inanmaktadır ve bu inancı doğrultusunda Masonluğun evrensel olduğu
belirtilmektedir. Bireyin tüm insanlıkla ve evrenle kaynaşması, aralarındaki
ortak bağı, sevgi bağını bulmasını sağlar ve bu sevgi, Evrenin Ulu Mimarına
ulaşmanın yegâne yoludur. Kendisi de bir Mason olan Goethe, bu duyguyu şöyle
dile getir-mektedir:
"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Tanrı...
İsim gürültüden başka birşey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir
sistir”...
Masonlukta üstün tutulan, Tanrının Yüceliği
ilkesidir. Bu nedenle insanlar arasında din farkı gözetilmez. Yüce varlığa
inanmak ancak dinlerin bünyelerindeki her türlü doğmadan uzak kalmak, Mason
olmak için aranan şartlardandır.
1924 yılında New York’da yapılan bir Büyük Loca
toplantısında, tanrının tekliği ve tüm insanların tanrısı olduğu, kutsal
kitapların Masonlar için sadece birer ışık olduğu açıklanmıştır. Ruhun
ölmezliği inancının vurgulandığı bu açıklamada, bir Masonun en önemli görevinin
tanrıyı ve insanı sevmek olduğu belirtilmiştir. Masonluk, bedenin ölüp, ruhun
canlı kaldığı inancını savunmaktadır ve Mason olmak isteyenlere, tıpkı tanrıya
olan inancı gibi, Ruhun Ölmezliğine inanıp inanmadığı da sorulur. Bu inançta
olmayanlar da derneğe alınmaz.
1875 yılında Lozan’da yapılan bir Uluslararası
Masonik toplantıda, Masonik doktrinin bir üstün kuvvetin varlığını tanımayı
kapsadığı, bu varlığın "Evrenin Ulu Mimarı" adı altında ilan edildiği
ve ayrıca Masonluğun bir Kardeşlik Örgütü olduğu duyurulmuştur.
Evrenin Ulu Mimarı adının ikinci derecede, yani
Kalfalıkta kullanılan ifadesi, "Evrenin Ulu Geometri Üstadı"dır; Bu
ifade tarzı da Ezoterik öğreti yanlılarının binlerce yıldan bu yana
kullandıkları tanrısal "Geometri Üstadlığı" vasfı ile uyum
içerisindedir.
Çıraklıktan Kalfalığa geçiş töreninde Kalfa
adayından, tam ve kusursuz bir eser yaratması istenir. Üstadı Muhterem, "Bu
öyle bir eser olsun ki, adalet ve sevginin timsali olsun. Tüm insanlık ona
sığınabilsin" der. Şaşıran kalfa adayına bu eserin kendisi, yani insan
olduğu öğretilir. Bu ifade, tanrının insanın içinde var olduğunun anlatımından
başka bir şey değildir.
Masonluğun en önemli sembollerinden birisi, beş
köşeli yıldızdır. Naacallerden bu yana Hermes ve Pisagor’un da kullandığını
gördüğümüz bu sembolün Masonluktaki remzi de insandır. Ancak Masonluk bu
yıldızın ortasına "G"
harfi ilave etmiştir. Yıldız, insanın kendisini, "G" harfi ise, ilahi prensibi
yani tanrıyı simgeler. Diğer bir deyişle tanrı insanın içindedir. Yıldız
içerisine ilk kez Birleşik Amerika’da yerleştirilen "G" harfinin, İngilizce’de tanrı
anlamına gelen "God"dan
ya da "Yüce Geometri
Üstadı”ndan türetildiği sanılmaktadır. Ortasında "G" harfi
bulunan bir diğer sembol de, belki de dünyada en çok tanınmış Masonik sembol
olan Gönye ve Pergel’dir.
Gönye Tanrısal adaleti, Pergel ise sonsuzu kavrayabilecek açı olanağı ile
evreni simgelemektedir. İkisinin birlikteliği aynı zamanda Kamil İnsan’ı da
remzeder.
Üçüncü derece olan Üstadlığa yükseliş töreni,
ruhun ölümsüzlüğüne olan inanca ayrılmıştır. Bu törende sembol olarak, Süleyman
Mabedi’ni inşa eden büyük mimar Hiram kullanılır. Hi- ram bir Yahudi değildir.
Yani dinin doğmatik yönünden uzaktır. Ancak, Yüce bir varlığa da inanmakta ve
onun adına mabet inşa etmektedir. Hiram’ın Üstadlık sırlarını vermemek uğruna
ölümü tercih etmesi, ketumiyet yemininin ne denli önemli olduğunu
göstermektedir. Bu derecedeki törende adayın sembolik olarak ölümü ve yeniden
doğuşu canlandırılır ve bireysel çalışmaların insan ömrü ile sınırlı olduğuna,
tüm insanların ortak çabası olan düşüncelerin ise ölümsüzlüğüne dikkat çekilir.
Bu derecede tanrının ifadesi "Yücelerin Yücesi" şeklindedir.
Bu deyimi tanrıyı anarken kullanan Pisagor, kemale ermiş birçok Yüce insanın
bulunduğunu, bu nedenle tanrının ancak, "Yücelerin Yücesi" olarak
adlandırılabileceğini savunmuştu. Bu ifade tara dahi, Pisagor’un Ezoterik
öğretisi ile Masonik Ezoterik öğreti arasındaki yakın ilişkiyi, bağlantıyı
ispatlamaktadır.
Masonluğa göre, doğumdan ölüme uzanan yolculuğun
amacı Tekamül olmalıdır. Tekamül yolunda bilmin akıl ve hikmete destek olduğu,
bu nedenle de Masonluğun daima akılcılık ve bilimsellikten yana olduğu da
vurgulanır.
Daha yukarı derecelerde Ezoterik öğretinin
inisiyeye adım adım verilmesine devam edilir. Ünlü Mason yazar Paul Naudon, Masonik
dereceleri şöyle sınıflandırır: İlk üç derecede inisiyelere Ezoterik ilk
adımlar attırılır ve ayrıca kendilerine hakim olmaları öğretilir. 4. dereceden
18. dereceye kadar olan derecelerde üyeler Evreni tanır ve sevgi yoluyla
evrenselleşme hedefi kendilerine gösterilir. 19. dereceden 30. dereceye kadar
ise, insanın önce evrenle, sonra tanrı ile özdeşleşmesi yolları öğretilir.
Bundan sonraki üç derece, sadece idari derecelerdir (6).
Tekâmül ya da olgunlaşma dereceleri adı verilen
ilk üç derecenin üzerindeki yukarı derecelere devam edip etmemek her Masonun
özgür iradesine bağlıdır. İlk üç derecede öğretinin genel bir özeti verildiği
için Tekâmül derecelerine, doktrini daha yakından tanımak isteyen Masonlar
devam etmektedir.
Masonluk, tabiat üstü kuvvetleri ve mucizeleri
reddeder, aklın uygun koşullar altında, dışardan gelecek her türlü engellemeye
karşın Tekâmül edeceğini savunur. Akıl, tekâmülün birincil aracıdır. Tekâmülün
amacı ise, hakikati aramaktır. İnsanoğlunun bulabileceği en son hakikat evrenin
varoluşu ve yaşamın sırlarının açılımıdır. Ancak, bu sırlara ulaşabilmek için
sadece akıl yeterli değildir. Akıl insanı bir noktaya kadar olgunlaştırabilir.
Bu noktadan itibaren, sezgi işe başlar çünkü bazı şeyleri izahta akıl yetersiz
kalmıştır. Böylece, diyebiliriz ki, ruhun gerçek tekâmülünün ve tanrıya
ulaşabilmesinin en önemli aracı, Aklın rehberliğindeki Sezgi gücüdür. İnsan,
tanrıya ulaşma yolunda büyük bir aleve dönüşebilecek kıvılcımı kendi varlığı
içinde saklamaktadır. Önemli olan bu kıvılcımın ortaya çıkartılmasıdır. Bu da
ancak, uygun yönde verilecek bir eğitimin yanısıra, sezgi gücüyle mümkündür.
Masonluk, eski çağlardan bu yana dini ve siyasi
her türlü yobazlığa, putlara karşı çıkmıştır ve her türlü doğmayı yıkmak en
önemli görevleri arasındadır. Dar görüşlü yobaz insanlar evrensel zekâya ancak
tanrının sahip olduğu inancındadırlar. Bu zekânın aslında, insanlık tarihi
boyunca tek tek bütün insanların zekâlarının birleşmesiyle üretildiğini
anlayamazlar. Masonluğun doğmalara karşı çıkmakta kullandığı en güçlü silahlar,
bilimin rehberliğinde akılcılık ile fikir ve inanç hürriyeti ve hoşgörüdür.
Masonluk, tüm dinlere karşı hoşgörülü davranırken, üyelerinin fikir ve inanç
hürriyetlerini kısıtlamamak ve hiçbir yere ulaşmayacak gereksiz tartışmalardan
kaçınmak için localarda dini ve siyasi tartışmalar yapılmasını yasaklamıştır.
Masonik düşünceye göre evrende hiçbir şeyin sonu
veya başlangıcı yoktur. Herşey sürekli bir gelişme ve değişim içindedir. Bu
durum evrene hakim olan evrim ve hareket kanunları ile açıklanabilir. Evren, bu
kanunlar çerçevesinde sürekli bir devinim ve büyüme içerisindedir. İnsan
Evrenin bir parçasıdır ve sadece onda hakikati kavrayacak yetenek vardır. Masonluk, yoktan var edici tanrı
fikrini kabul etmez. Tanrı, Nur’dur, Ruh’dur, Hakikat’tir, Adalet’tir,
Çalışma’dır ve Aşk’tır. Tanrı önsüz ve
sonsuzdur. Hakikatin merkezidir ve kendisinden çıkmış olan tüm ruhların çekim
kaynağıdır. Bütün ruhlar ölümsüzdür ve
tanrıya ulaşmak için sürekli gayret içindedir. Çevremizi saran uzayın, zamanın
ve yaşamın sonsuzluğu ile tanrının sonsuzluğu aslında aynı şeylerdir.
Evren, tanrı ile özdeştir. Mikrokozmosta da,
Makrokozmosta da o vardır. İnsanoğlu, ulaşabildiği en küçükte de, en büyükte de
daima onu görmektedir. Cansız varlıklar, belirli koşulların biraraya gelmesi
ile canlı varlıklara dönüşür. Mikroorganizmalar basit hayvanlara, bu hayvanlar
daha gelişmişlere ve memelilere, son aşamalar olarak maymun türlerine ve
nihayet zincirin son halkası olan İnsan’a ulaşır. Yaşamın en belirgin özelliği olan
Zeka, en basit hayvanlarda bile görünse dahi, en üst düzeydeki ifadesine insan
ile ulaşır. İnsan, düşünebilen ve belli sonuçlara ulaşarak, ulaştığı bu
sonuçları kendisinden sonraki nesillere aktarabilen yegâne yaratıktır.
Çevresindeki olağanüstü düzenin bir tesadüf olamayacağını düşünen insan,
aklının ve sezgisinin yardımı ile tanrının varlığını kavrayabilmiştir.
Ancak, tanrı kavramı çoğu zaman yozlaştırılmış,
tanrının sevgi olduğu unutularak, ona korkuyla yaklaşılması öğretilmiştir.
Tanrı ile alışverişte bulunduklarını iddia edenler tarafından o, korkulacak bir
varlık haline getirilmiştir. Bu yöndeki öğretiler, birçok doğmanın oluşmasına,
akıl ve hikmetin yerini yobazlık ve karanlığa bırakmasına neden olmuştur. İşte
bu nedenle Masonların önemli görevlerinden birisi de, felsefe ve dinler
tarihini incelemek ve hakikatin kendisinde olduğu iddiasında olanlara karşı,
gerçek hakikati ortaya koymaktır. Varlık sebeplerini mucizeler üzerine
kuranlara karşı Masonluk, dinler tarihinin aslında insanlık tarihi olduğunu,
her dinin kendisinden öncekilerden etkilendiğini ve hepsinin ortak bir temele
dayandığını savunur (7).
Kendisinden önceki tüm Ezoterik ekoller gibi
Masonluk da, evreni oluşturan dört temel elemanın Ateş, Su, Hava ve Toprak
olduğu görüşünü benimser. Masonluk için, zaman içindeki kuvvet, zaman dışındaki
tanrının ispatıdır. Evrende her an kuvvetten madde doğduğu gibi, madde de
kuvvete, yani enerjiye dönüşmektedir. Doğa, ateşle kıvamlaşmakta ve
olgunlaşmaktadır.
Yedi sayısının Masonlukta özel bir önemi vardır.
Pisagor ekolünde olduğu gibi, Masonlukta da, yedi kollu şamdanla sembolize
edilen bu sayı, yedi gezegeni veya evrenin yedi temel unsurunu remzetmektedir.
Yedi gezegenin herbirine Masonluk simgesel birer
anlam yüklemiştir. Gezegenlerin herbiri, tanrısal inancın, umudun, şefkatin,
iradenin, ihtiyatın, namusun ve adaletin sembolüdür. Ayrıca, 7 sayısının, yedi
doğal renk ve yedi nota ile ilahi iradenin de ifadesi olduğu belirtilmektedir.
Bir diğer Masonik sembol 3 sayısı ve
üçlemelerdir. Masonluk’ta herşey adeta 3 sayısı ve üçlemeler üzerine inşa
edilmiş gibidir. Masonluk için 3. derece olan Üstad derecesi en önemli
derecedir ve öğretinin bütün sırları bu derecede gizlidir. Bu nedenle Üstadlığa
ulaşan bir Mason olgunluğa da ulaşmış demektir. Daha önce de belirtildiği gibi,
sadece daha ayrıntılı bir inceleme yapmak ve öğretiyi daha derinlemesine
incelemek isteyen Masonlar yukarı derecelere devam edebilirler. Bu bir
zorunluluk değildir.
Bir loca üç temel sütun üzerinde yükselir.
Bunlar, güzellik, kuvvet ve akıl sütunlarıdır. Yemin masasının üstünde Gönye,
Pergel ve Kutsal Kitaplar bir üçleme oluşturur. Locayı Üstadı Muhterem ve onun
iki yardımcısı, yani üç kişi yönetir. Locada mutlak iradeyi temsil eden Üstadı
Muhteremin sembolü, hemen arkasındaki üçlü ışıktır. Yine doğuda, ay, güneş ve
üçgen içindeki göz sembolleri de bir diğer üçlemeyi oluşturur.
Pisagor öğretisinde 10 sayısı mükemmelliğin, yani
tanrı ile özdeşleşmiş Kamil İnsan’ın sembolüdür. Masonlukta da, inisiyeyi mükemmelliğe ulaştıran,
öğretinin en üst düzey sırları üçün on katı olan 30. derecede verilir. Ayrıca
Masonluktaki en üst derece 33. derecedir ve her Yüksek Şura’da sadece 33 kişiye
bu derece verilmektedir.
3 sayısı ve üçleme, Masonlukta daha birçok yerde
kullanılmaktadır. Buna bir örnek olarak Masonik Alfabeyi verebiliriz. Alfabe ve
anahtarı şöyledir: (8)
ABD Güney Jüridiksiyonu Yüksek Şurası Hakim Büyük
Amirlerinden Albert Pike, "Masonluğun bütün savı, ruhun sonsuz tanrı
varlığının bir kıvılcımı olduğu ve onun yüzünden insanın ölümsüz olduğudur.
İnsanda, tanrısal nesnenin insani nesne ile birleşmiş olduğu söylenebilir"
demektedir. Hermes de binlerce yıl önce, "İnsan varoluşun aynası ve
özetidir. Aşağıda olan da yukarıda olan gibidir. Evren ise, büyük çapta bir
insandır. İşle birlik mucizesi budur” dememiş miydi?
Kaynakça
1- BOUCHER
Jules - Naudon Paul - "Masonluk Bu Meçhul” - Okat Yayınevi - İstanbul 1966
- Sf. 123
2- ERMAN
Sahir- "Dante ve İlahi Komedyanın Ezoterik Yorumu" Yenilik Basımevi -
İstanbul 1977 - Sf. 11
3- ÜLKÜ
Faruk, YAZICIOĞLU A. Semih - "Dünyada ve Türkiye’de Masonluk" - Başak
Yayınevi - İstanbul 1965 - Sf. 129
4- NAUDON
Paul - "Tarihte ve Günümüzde Masonluk” - Varlık Yayınları - İstanbul 1968
- Sf. 139
5- Naudon
P. -ie- Sf. 121
6- Ülkü
F. - Yazıcıoğlu A.S. -ie- Sf. 190
7- Naudon
P. -ie- Sf. 150
8- Boucher
J. - Naudon P. -ie- Sf. 170
Sh: 154-163
Kaynak: Cihangir GENER, Ezoterik-Batıni
Doktrinler, Tarihî Gece Yayınları,
Birinci Baskı: Haziran 1994, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar