Print Friendly and PDF

ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ : ŞEYH SAİD İSYANI

Bunlarada Bakarsınız





Hazırlayan: EYÜP ERTÜREN

 

Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin bir dönemine iz bırakan İstiklal Mahkemelerinin ilk kurulma kararı, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından yaklaşık altı ay sonra 18 Eylül 1920 tarihinde alınmıştır. Millî Mücadele’nin tüm hararetiyle devam ettiği ve varoluş mücadelesinin verildiği bir dönemde kurulan ve Millî Mücadele’nin kazanılmasının önünde en önemli sorunlardan birisi olarak karşımıza çıkan asker kaçakları meselesini halletmeyi amaçlayan İstiklal Mahkemeleri, bu süre içerisinde çok önemli vazifeler gördüler.

Millî Mücadele’nin kazanılması ve Cumhuriyet’in ilanına kadar olan süreçte farklı zamanlarda ve farklı şehirlerde kurulan İstiklal Mahkemeleri, olağan üstü yetkilere sahip yargı mekanizmaları olarak çalışmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Anadolu toprakları üzerindeki otoritesini tesis etmesinin en büyük faktörleri arasında yer almıştır. Ancak Fransız İhtilal Mahkemelerini örnek alarak kurulan ve bu açıdan ihtilal mahkemeleri[1] niteliğine sahip olan bu mahkemeler, hiç şüphesiz ideal yargı organları değillerdi. Çünkü olağanüstü ortamın gerekleri doğrultusunda, hukuki olmaktan çok siyasi ve tarihi zorunluluklara dayanarak hareket etmekteydiler.[2]

İstiklal Mahkemeleri Heyeti başlangıçta üç kişiden oluşmaktaydı. Daha sonra dört kişiye çıkarılan heyet üyeleri, milletvekillerinden oluşmaktaydı. Olayların olduğu bölgelere giden ve yargılamaları halka açık bir şekilde yapan mahkemelerin kararları kesindi ve temyizi bulunmamaktaydı. Mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmalarına rağmen Meclis, verilen bazı kararları kanuna aykırı görerek soruşturma açıyor ve mahkemelerin verdiği cezaları iptal edebiliyordu. Ayrıca bir denetim mekanizması olarak, mahkemeler belli aralıklarla faaliyetleri hakkında Meclis’e rapor sunmaktaydılar.[3]

Bunun yanında Mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmasına ve bazı faaliyetlerine yönelik Meclis’te güçlü bir muhalefet de oluşmuştu. Örneğin mahkemelerin asker kaçakları ile ilgili verdiği bazı kararlar eleştirilere neden olmuş, özellikle yakalanamayan asker kaçaklarının evlerinin yakılması, yerlerine aileden yakın bir akrabanın askere alınması veya köy, mahalle halkına ağır para cezalarının verilmesi Meclis’te sert tartışmaların meydana gelmesine neden olmuştu.[4] Ancak mahkemelerin bu tür olumsuz bazı uygulamalarına rağmen ülkede huzur ve güvenliğin sağlanmasında çok önemli işler yapan[5] bu mahkemelerin faaliyetlerine genel anlamda olumlu yaklaşılmaktadır.

Cumhuriyet’in ilanından sonra ise üç tane İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. Bunların ilki hilafet tartışmaları sırasında İstanbul’da kurulan İstanbul İstiklal Mahkemesidir ve iki buçuk ay gibi kısa bir süre faaliyet göstermiştir. Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri ise 1925 yılında meydana Şeyh Said İsyanı sonrasında faaliyete geçirilen İstiklal Mahkemeleridir. Şeyh Said isyanı ve sonrasında kurulan bu mahkemeler yakın tarihimizin en önemli konuları arasında yer almaktadır. İsyan ile birlikte başlayan Takrir-i Sükûn Dönemi ise tartışmaları hala günümüzde devam eden birçok gelişmeye sahne olmuştur.

Millî Mücadele döneminde, bu mücadelenin kazanılmasında önemli katkılar sağlayan İstiklal Mahkemelerinin başka yetkilerle yeniden devreye sokulmasına ve Takrir-i Sükûn Döneminin başlamasına sebep olan Şeyh Said isyanı hakkında temelde tartışma konusu olmuş olan birkaç mesele bulunmaktadır. Farklı kesimlerin kendi açısından bakarak izah etmeye çalıştığı, bazen de kimi yazarların kendi ideolojilerini desteklemek için bilerek olayın bir yönünü ön plana çıkardıkları isyan hakkında, tartışma konusu olmuş olan bu temel meseleler, isyanın niteliğini ortaya çıkarması açısından ayrıca önem teşkil etmektedir.

Bahsedilen meselelerden birincisi, 13 Şubat 1925 tarihinde fitili ateşlenmiş ve daha sonra doğu illerimizin bir kısmını kapsamış olan Şeyh Said İsyanı’nın uzun seneler boyunca yapılmış olan bir hazırlık aşamasından sonra mı başladığı, yoksa meydana gelen bazı siyasi gelişmelerin sonrasında yaşanan toplumsal bir birikimin neticesinde, kendiliğinden gelişen bir hadise mi olduğudur. İkinci mesele ise dış devletlerin isyan da herhangi bir kışkırtmasının veya isyancılara yönelik bir yardımının olup olmadığıdır. Özellikle Millî Mücadele döneminde Doğu Anadolu’da bağımsız bir Kürdistan kurmak için çalışmalar yapmış olan İngiltere’nin ne gibi bir tutum sergilediğidir. Son konu ise biraz da ilk iki mesele doğrultusunda şekillenecek olan isyanın sebep, amaç ve niteliğinin ne olduğudur. Yani başta Şeyh Said olmak üzere isyancılar bağımsız bir Kürt devleti kurmak için mi ayaklanmışlardı, yoksa yapılan inkılâplar karşısında İslami hassasiyetle dini bir kıyam hareketine mi girişmişlerdi. Bu çalışmada hem yukarıda bahsedilen üç mesele ele alınarak Şeyh Said isyanının niteliğinin ne olduğu anlaşılmaya çalışılmış hem de isyan bölgesinde kurulmuş olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin faaliyetleri ve işleyiş biçimi incelenmiştir.

Şunu ifade etmek gerekir ki Şeyh Said İsyanı hakkında birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen, belki de uzun bir süredir bu konudaki arşiv belgelerine sınırlı sayıda araştırmacının erişebilmiş olmasından dolayı, yapılmış olan bu çalışmalar genelde birbirini tekrarlayan ve temelde birkaç kaynaya dayanan çalışmalar niteliğindedir. İsyanın niteliği konusunda yapılan farklı yorumlar bir kenara bırakılırsa, özellikle isyanın hazırlık süreci olarak anlatılan gelişmeler ve Piran hadisesi ile sonrasında yaşanan olaylar belli birkaç esere ve gazete haberlerine dayanılarak anlatılmaktadır.

İlk dönemlerde Behçet Cemal ve Metin Toker’in yazmış olduğu eserler; M. Şerif Fırat, Nuri Dersimi, Kadri Cemil Paşa, Ekrem Cemil Paşa, Ahmed Süreyya Örgeevren, Avni Doğan’ın hatırat niteliğindeki eserleri ve bunların haricinde daha sonraki dönemlerde Ergün Aybars, Martin V. Bruinesse, Robert Olson ve Uğur Mumcu’nun hazırlamış oldukları eserler; her kitap, makale vesaire yazılarda atıf yapılan kaynak kitaplar olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen temel eser olarak kabul edilen bu ve benzeri birkaç eser hakkında yapılacak bir analiz günümüzde bu konu ile ilgili yapılan birçok araştırmada sıkça tekrar edilen bilgilerin kaynağını göstermesi açısından faydalı bir çalışma olacaktır.

“Şark İstiklal Mahkemesi : Şeyh Said İsyanı” isimli bu çalışmada TBMM Şark İstiklal Mahkemesi Fonunu oluşturan, 845 dosya gözden geçirilerek konuya katkı sağlayacağını umduğumuz belgeler üzerinde durulmuştur. Belgelerin bir kısmının tamamen çevirisi alınmış bir kısmı ise konu içerisinde izah edilmiştir.

Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölümde, öncelikle 11 Eylül 1920 tarihi ile 7 Mart 1927 tarihleri arasında, farklı sebepler doğrultusunda ve farklı bölgelerde kurulan İstiklal Mahkemeleri hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Yaklaşık yedi yıllık bir süreyi kapsayan bu dönem, Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi İstiklal Mahkemeleri olarak iki başlık altında incelenmiş ve o dönemde meydana gelen ve konu ile ilgili olan bazı önemli gelişmelerden kısaca bahsedilmiştir. Yine birinci bölümün ikinci kısmında çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden Şeyh Said isyanı ve bu hadise sonrasında kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin kuruluş süreci tarihsel sıra takip edilerek anlatılmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde isyan sonrasında bölgede kurulan ve yaklaşık iki yıl faaliyet gösteren Şark İstiklal Mahkemesi’nin faaliyetleri ve özellikleri üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölümde ise hakkında birçok yorum ve iddia olan Şeyh Said İsyanının niteliği ele alınmıştır. Bu bölümde temel olarak, isyan planlı bir isyan mıydı, herhangi bir dış devletten yardım almış mıydı ve isyanın amacı ne idi sorularına cevap verilmeye çalışılmıştır. Özellikle son iki bölümde, bu konuda daha önce araştırma yapanların fikirlerine yer verilmesinin yanı sıra, mahkeme tutanakları ve arşiv belgelerinin ağırlıklı olarak kullanılmasına özen gösterilmiştir. Bunun yanında belgeler ve fotoğraflar bölümlerinde; tezde kullanılan bazı belgelerin asılları ile çevirilerine ve yargılanan bazı kişiler ile mahkeme heyetinin fotoğraflarına yer verilmiştir.

BİRİNCİ BÖLÜM

İSTİKLAL MAHKEMELERİ, ŞEYH SAİD İSYANI VE ŞARK İSTİKLAL
MAHKEMESİNİN KURULMASI

İstiklal Mahkemeleri

Millî Mücadele Dönemi İstiklal Mahkemeleri ve Bazı Önemli Gelişmeler

Millî Mücadele devam ederken çeteler halinde, soygun ve yağmacılık yapan asker kaçakları, memleketteki otoriteye zarar vererek, ülke düzenin sağlanmasında engel teşkil etmekteydiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla birlikte hem Millî Mücadele’nin başarısı hem de kamu düzeninin sağlanmasının önündeki en önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkan bu asker kaçakları meselesini halletmek amacıyla, 29 Nisan 1920’de 2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıldı. Ancak kanunun dört aylık uygulama sürecinde istenilen sonuç alınamamıştı.[6]

Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri

Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan istenilen neticenin alınamaması üzerine, asker kaçakları meselesini halletmek için olağan üstü mahkemelerin varlığına ihtiyaç duyularak 11 Eylül 1920’de 21 numaralı Firariler Hakkında Kanun çıkarıldı ve bu kanuna dayanarak İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Kurulacak olan mahkemeler asker kaçaklarıyla uğraşacak ve vermiş oldukları kararların temyizi olmayacaktı.[7]

18 Eylül 1920’de Heyet-i Vekile’nin (Bakanlar Kurulu) verdiği teklifle on dört yerde İstiklal Mahkemesi kurulması istendi. Uzun tartışmalardan sonra aynı tarihte, 45 numaralı Meclis kararı ile acil olarak Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu ve Kayseri’de olmak üzere yedi bölgede İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verildi. Ancak 27 Ekim 1920’de Meclis tezkeresiyle Kayseri İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasına gerek olmadığı kararlaştırıldı. Bununla birlikte altı mahkemenin yanında 9 Kasım 1920’de 68 numaralı Meclis kararı ile Diyarbekir’de, 15 Kasım 1920’de de 73 numaralı Meclis kararı ile Pozantı’da birer İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verildi. Böylece birinci dönemde toplam sekiz İstiklal Mahkemesi kurulmuş oldu. Ancak bu mahkemelerden Diyarbekir İstiklal Mahkemesi görevine başlayamadı.[8]

İstiklal Mahkemelerinin kurulma kararının alınmasından kısa bir süre sonra 26 Eylül 1920’de çıkarılan 28 numaralı Kanunla, İstiklal Mahkemelerinin yetkileri genişletilerek mahkemelere asker kaçakları yanında, Hıyanet-i Vataniye Kanunu kapsamında bulunan askeri ve siyasi casusluk suçlarına bakma yetkisi de verilmişti.

Birinci dönem İstiklal Mahkemeleri daha çok asker kaçaklarıyla alakalı davalara bakmakla birlikte; emniyet-i dâhiliyeyi ihlal, bozgunculuk, gasp, soygunculuk, casusluk gibi davalara da bakmışlardır. Diğer mahkemelerden farklı olarak Ankara İstiklal Mahkemesi siyasi ağırlıklı davalara da bakmıştır. Sadrazam Damat Ferit Paşa, Rıza Tevfik, Reşat Halis ve Çerkez Ethem’in gıyaben yargılanmaları; Mustafa Sagir davası, Yeşil Ordu ve Komünist Parti yargılamaları bu siyasi davalar arasındadır.

Mahkemelerin vazifeye başlamasıyla memleket bir derece emniyet ve sükûna kavuşmuş, bakaya ve firariler büyük ölçüde önlenmiş, casusluk ve bozgunculuk yapanlar üzerinde önemli tesirler meydana gelmişti. Dört aylık görevi sonrasında mahkemelerden istenilen sonucun alınması üzerine birinci dönem İstiklal Mahkemeleri -Ankara İstiklal Mahkemesi hariç- 17 Şubat 1921 tarihli 97 numaralı Meclis kararıyla “şimdilik” kaydı düşülerek kapatılmıştır.[9]

Görev süreleri içinde bu sekiz mahkemeye sevk edilen kişi sayısı 31.020’dir. Bunlardan 2.622 kişinin beraat veya adem-i mesuliyetine karar verilmiştir. 337 kişi vicahen, 1.017 kişi müeccelen, 79 kişi ise gıyaben idama mahkûm edilmiş; 572 kişiye kürek ve kalebentlik cezaları, diğer 26.966 kişiye ise çeşitli cezalar verilmiştir.[10] Bu rakamlar içerisine bu dönemde kapatılmayan Ankara İstiklal Mahkemesi’nin ikinci dönemde yaptığı yargılamalar da dâhildir.[11]

İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri

Birinci dönemde kurulmuş olan İstiklal Mahkemelerinin kaldırılmasından kısa bir süre sonra firar, casusluk, soygunculuk gibi suçlar yeniden artmış ve iç emniyet yeniden bozulmaya başlamıştı. İstiklal Mahkemelerinden sonra bu suçlarla Divan-ı Harp ve Bidayet Mahkemelerinin ilgilenmesine rağmen istenilen sonuç alınamamıştı. Bu gelişmeler üzerine 22 Temmuz 1921 tarihli 140 numaralı Meclis kararıyla Konya, Kastamonu ve Samsun olmak üzere üç bölgede İstiklal Mahkemesinin kurulmasına karar verildi. Bu arada 5 Ağustos 1921 tarihinde çıkarılan 144 numaralı Başkumandanlık Kanunu ile Meclis yetkilerini Mustafa Kemal Paşa’ya devretmiş, kurulmuş olan mahkemeler de doğrudan ona bağlanmıştı.

İstiklal Mahkemelerinin doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmasıyla yeni tartışmalar gündeme gelmiş olmakla birlikte, 8 Eylül 1921 tarihli Başkumandanlık tezkeresiyle Yozgat İstiklal Mahkemesi kuruldu. Böylece hâlihazırda görevine devam eden Ankara İstiklal Mahkemesi’yle birlikte, ikinci dönemde toplam beş adet İstiklal Mahkemesi görev yapmıştır. Ayrıca bu tarihten sonra istifa eden mahkeme üyelerinin yerine, yeni üyeleri bizzat Başkumandan Mustafa Kemal Paşa belirlemeye başlamıştı.

İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri yine öncelikli olarak asker kaçakları ve emniyet­i dâhiliye ile alakalı davalara baktı. Bunun yanında Tekâlif-i Milliye emirlerinin uygulanmasında mahkemelerin etkin rolü oldu. Ayrıca Samsun İstiklal Mahkemesi Pontusçulukla ilgili davalara da baktı.

Mustafa Kemal Paşa’ya üç ay süre ile verilmiş olan Başkumandanlık, aralıklarla üç defa uzatılmış, 20 Temmuz 1922’de kabul edilen 245 numaralı kanunla süresiz hale getirilmişti. Ancak bu kanunla Meclis’in yetkilerini şahsi olarak kullanma durumu iptal edildi. Aynı tarihte çıkarılan 271 numaralı Meclis kararıyla, yeni kabul edilen Başkumandanlık Kanunu’na uygun olarak İstiklal Mahkemeleri üyelerinin vazifelerine son verildi.[12] İstiklal Mahkemelerinin Meclis denetiminden uzak bir şekilde çalışmakta olduğunu söyleyen muhalefetin etkisiyle; 31 Temmuz 1922’de İstiklal Mehâkimi Kanunu çıkarılmış ve 1 Ağustos 1922 tarihli 274 numaralı Meclis kararıyla, çıkarılan bu kanuna uygun olarak ikinci dönem İstiklal Mahkemelerinin faaliyetlerine son verilmiştir.

İkinci dönemde Ankara İstiklal Mahkemesi’nin yargılamaları hariç tutulursa, diğer dört mahkemeye görev süreleri içerisinde toplam 28.144 kişi sevk edildi. Bunlardan 9.122 kişinin beraat ve adem-i mesuliyetine karar verildi. 772 kişi vicahen, 1.479 kişi müeccelen, 164 kişi ise gıyaben idama mahkûm edilmiş, 1.214 kişiye kürek ve kalebentlik cezaları verilmiştir. 14.675 kişiye ise çeşitli cezalar verilmiştir.[13]

İstiklal Mehâkimi Kanunu ve Mahkemelerin Düzenlenmesi

Sakarya Savaşı’nın kazanılmasından sonra asker kaçaklarının ve diğer suçların azalması, İstiklal Mahkemelerine ihtiyaç kalmadığı kanaatini ön plana çıkarmış ve bu mahkemelerin kaldırılması gündeme gelmişti. Hükümetin, mahkemelere ihtiyacı olduğunu belirtmesi nedeniyle bu teklifler Meclis tarafından kabul edilmemekteydi. Ancak İstiklal Mahkemelerinin geniş yetkilerle çalışmasından doğan rahatsızlıklar vardı ve muhalefet, mahkemelerle ilgili bazı düzenlemeler yapmak istiyordu.[14]

TBMM’ye Mahkemelerin kaldırılmasıyla ilgili tekliflerin verildiği sırada, Başkumandanlık Kanunu’nda yapılan değişiklikten dolayı Mustafa Kemal Paşa’nın mahkemelere tayin ettiği azaların vazifelerinin son bulduğuna karar verilerek mahkeme üyeleri geri çağırıldı. Ardından özel bir komisyonun hazırladığı 31 Temmuz 1922 tarih ve 249 numaralı İstiklal Mehâkimi Kanunu kabul edildi. Bu kanun ile firariler hakkındaki 11 Eylül 1920 tarihli kanun ve tadilleri ve 26 Eylül 1920 tarihli kanun yürürlükten kaldırılarak, İstiklal Mehâkimi Kanunu yeniden düzenlendi. Buna göre yeni bir mahkemenin kurulması Meclis çoğunluğuna bırakılarak yetki ve görevleri eskiye göre daha belirgin hale getirildi. Ayrıca daha önce temyiz edilme ihtimali olmayan idam kararlarının Meclis’in onayından geçmesi kararlaştırıldı.[15]

İstiklal Mehâkimi Kanunu’ndaki bu değişikliklerin nedeni Mustafa Kemal Paşa’nın giderek artan gücünü frenlemek ve yetkilerini kısıtlamaktı. Çünkü mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmasından ve Başkumandanlık Kanunu’yla birlikte doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmış olmasından dolayı bir rahatsızlık söz konusuydu. Bu kanunun kabulüyle Mustafa Kemal Paşa’nın, Başkumandanlık yetkileri devam etmesine rağmen; kendi başına mahkeme kurma yetkisi elinden alınmış oldu. Bununla birlikte Meclis üyelerinin çoğunluğunun da yeni bir mahkeme kurulmasına karşı çıkmaları neticesinde, yeni mahkemelerin kurulmasına yönelik girişimler sonuç kaldı.[16]

Ergün Aybars, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun bazı maddelerinden dolayı İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarında zaman kaybının yaşandığını ve mahkemelerin “ihtilal mahkemeleri” olma niteliğini kaybettiğini belirtmektedir.[17]

Üçüncü Dönem İstiklal Mahkemeleri

Üçüncü dönem mahkemeleri, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun kabulünden sonra kurulmuştur. Bu dönemde kurulan ilk mahkeme Amasya İstiklal Mahkemesi’dir. Samsun İstiklal Mahkemesi’nin kaldırılmasından sonra bölgede asayişin bozulması ve Rum çetelerinin faaliyetlerinden dolayı, 27 Temmuz 1922 tarihinde Amasya İstiklal Mahkemesi’nin kurulma kararı alınmıştır. Mahkeme göreve başladıktan sonra yaklaşık bir ay faaliyette bulunduktan sonra mahkeme azalarından istifalar olmuş ve yeni aza seçimleri de uzun zaman almıştır. Aza seçimlerinin uzayıp gitmesi üzerine Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey 27 Kasım 1922’de Meclis’te verdiği beyanatta, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin büyük ölçüde azaldığını ve mahkemeye ihtiyaç kalmadığını ifade etmiştir. Bunun üzerine mahkeme fiilen kaldırılmıştır.

Amasya İstiklal Mahkemesi, İstiklal Mehâkimi Kanunu kabul edildikten sonra kurulmuş olan ilk mahkemedir. Yaklaşık bir ay kadar çalışan mahkemenin faaliyetleri hakkında bilgiler azdır. Mahkemenin kuruluş sürecinde muhalefetin sergilediği tavır, mahkemelere karşı olan tepkinin boyutunu göstermesi açısından da ayrı bir öneme sahiptir.[18]

Bu dönemde Memâlik-i Müstahlasa’da yani Batı Anadolu’da Yunan işgalinden kurtarılmış bölgelerde İstiklal Mahkemelerinin kurulması gündeme de gelmişti. Batı Anadolu’da Yunan işgali zamanında, işgalcilerle işbirliği yaparak birtakım yolsuz harekâtta bulunmuş olanlara karşı halk arasında bir intikam duygusu oluşmuştu. Devletin bu kişileri bir an önce cezalandırmaması durumunda bölge halkının intikam duygusuyla hareket etme ihtimali vardı ki bu durum devlet otoritesine zarar verebilirdi. Bu kişileri cezalandırmak için öncelikle bölgede geçici ceza mahkemelerinin kurulması gündeme gelmiş, daha sonra ise bölgeye İstiklal Mahkemelerinin gönderilmesi istenmişti.[19]

Batı Anadolu’da İstiklal Mahkemelerinin kurulması, 27 Eylül 1922’de Meclis gündemine geldi. Ancak Divan-ı Harplerin bu meseleyi çözebileceği görüşü ağır basmaktaydı. 13 Aralık’ta konu tekrardan Meclis gündemine geldi ve İzmir, Bursa ve Eskişehir’de mahkemelerin kurulmasına karar verildi. Bu mahkemelerden İzmir İstiklal Mahkemesi’nin üye seçimlerinin yapılmasına rağmen, mahkemeler kurulamadı. Bundan sonra milletvekillerinin oylamalara bile katılmayacaklarını bildirmeleri üzerine konu tekrardan ele alınmadı.[20]

Cumhuriyet’in ilanından evvel kurulmuş olan son mahkeme, Elcezire İstiklal Mahkemesi’dir. Tüm tedbirlere rağmen asker kaçaklarının önlenememesi ve bu durumun bölgede Misâk-ı Millî’yi gerçekleştirmeye zarar verdiği gerekçesiyle 20 Ocak 1923 tarihinde Elcezire bölgesinde bir İstiklal Mahkemesinin kurulması gündeme geldi. 22 Ocak 1923’te 335 numaralı Meclis kararı ile merkezi Diyarbekir'de bulunmak ve sahası Elcezire Cephesi Mıntıkası olmak ve sırf asker firarileri ile ilgili davalara bakmak üzere bir İstiklal Mahkemesinin kurulmasına karar verildi.[21] Mahkeme 9 Mart 1923’ten 11 Mayıs 1923’e kadar iki ay çalıştı. Çalışmaları sırasında Diyarbekir, Mardin, Siverek, Elaziz ve Malatya’da bulundu. Bu süre içerisinde 90 davayı sonuçlandırdı ve 37 kişiye ceza verdi.[22]

Saltanatın Kaldırılması

Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasının ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi ile İstanbul arasında siyasi iktidarın gerçek sahibinin kim olduğu tartışmaları başlamıştı. Esasen Millî Mücadele, Anadolu’nun bölünmesine karşı antiemperyalist ve birleşik bir hareket olarak başlamıştı. Bu hareket içinde yer alanlarda genel olarak mücadelenin kazanılmasından sonra sultanın yeniden iktidara gelmesi kanaati hâkimdi. Ancak inkılâpçı fikirlere sahip olan ve daha mücadelenin kazanılmasından önce, yapmayı planladığı devrimleri yakın arkadaşına söyleyen Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele döneminde temkinli davranarak sultan-halife konusunu ötelemişti.23

İstanbul Hükümeti, Millî Mücadele’nin kazanılmasında Ankara ve İstanbul hükümetlerinin ortak hareket etmesinin etkili olduğu görüşündeydi. Ayrıca Sadrazam Tevfik Paşa’nın yakında toplanacak olan Lozan Barış Konferansı’na birlikte katılmayı önermesi, siyasi otoriteye ortak olmak istediğini daha net bir şekilde ortaya koymuştu.[23] [24] Bu gelişmeler üzerine zaten zafer ile birlikte güç dengesini kendi lehine çeviren Mustafa Kemal Paşa radikal bir karar alarak 1 Kasım 1922’de Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırarak Saltanata son verdi.[25] Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte 4 Kasım’da İstanbul Hükümeti istifa etti. “Sultan” unvanı alınan Vahdettin 17 Kasım’da ülkeden ayrıldı. Vahdettin’in ülkeden ayrılmasından sonra 18 Kasım’da Abdülmecid Efendi TBMM tarafından halife olarak seçildi. Bu seçimden önce Mustafa Kemal Paşa “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Halifenin herhangi bir biçim, yol ya da araçla iktidara ortak olmasını Türk milleti kabul edemez” diyerek yeni halife ile taraftarlarını uyarmış olmasına rağmen, 1923 yılı başlarında Halife ile Ankara Hükümeti arasında iktidar tartışmaları başlayacaktı.[26]

Hıyanet-i Vataniye Kanununda Yapılan Değişiklik

Saltanat kaldırılırken Halifelik makamı korunmuş, ancak Halifelik makamının hak ve yetkileri belirlenmemişti. Halifelik etrafında büyük tartışmalar meydana gelmiş, Cumhuriyet’in ilanından evvel halifenin devlet başkanı sayılması ve yapılan kanunların halife tarafından onaylanması gerektiği ileri sürülmüştü.[27]

27 Mart 1923’te, Meclis’te tartışmaların sertleştiği bir ortamda Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in, Cumhurbaşkanlığı Özel Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi ile tartışmalar daha da alevlenmişti. Bu gergin ortamda 1 Nisan 1923’te Meclis, kendini feshetme ve seçimleri yenileme kararı aldı. Meclis dağılmadan bir gün önce 15 Nisan 1923’te, 334 ve 335 sayılı kanunlarla Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. ve 8. maddelerinde değişiklikler yapıldı. 1. maddede yapılan değişiklikle saltanatı geri getirmek için yapılacak olan faaliyetler Hıyanet-i Vataniye kapsamına alındı.[28] Bu düzenleme, ileride İstiklal Mahkemelerinin karşı devrimcileri cezalandırmalarında dayanak teşkil edecekti.[29] 8. maddede yapılan değişiklikle de, savaşın bitmesi ve olağanüstü durumun sona ermesinden dolayı mahkeme kararlarına temyiz ve itiraz hakları tanındı.[30]

Cumhuriyet Dönemi İstiklal Mahkemeleri ve Bazı Önemli Gelişmeler

Cumhuriyet’in ilanından İstiklal Mahkemelerinin tekrar kurulmasına kadar olan süreçte bazı önemli gelişmeler meydana geldi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklikten sonra Birinci Meclis kapandı. 23 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı. TBMM’nin ikinci dönemi için yapılan seçimleri birinci grup kazandı ve ikinci gruptan çok az kişi milletvekili seçilebildi. 11 Ağustos 1923’te II. TBMM’nin açılmasının ardından ilk iş olarak Lozan Barış Antlaşması onaylandı. Sonrasında Halk Fırkası kuruldu. Ankara Başkent yapıldı ve Cumhuriyet ilan edildi.

Halk Fırkası’nın Kurulması

Sivas Kongresi’nde “Her türlü parti akımlarından arınmış” olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra ortaya çıkan görüş ayrılıklarıyla birlikte Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına, Meclis’te Birinci Grup oluşturuldu. Ancak bu Grup, I. Meclis’te üstünlüğünü tamamen ele geçirememişti. İkinci grup olarak adlandıran ve “Millî hâkimiyet” ilkesini savunan kesimin muhalefetiyle karşılaşmıştı. Saltanatın kaldırılmasıyla, Birinci Grup partileşme yoluna gitmiş ve Mustafa Kemal 6 Aralık’ta Halk Fırkası’nı kuracağını ilan etmişti. İkinci dönem genel seçimlerine gidilirken Mustafa Kemal Paşa, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi olarak 9 Umde’yi açıklamış ve Grubun, Halk Fırkası’na dönüşeceğini söylemişti. Ancak parti Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra 11 Eylül 1923’te resmi olarak kuruldu.[31] Halk Fırkası’nın kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal Paşa politik durumunu daha da sağlamlaştırmıştı.[32]

2.2. Cumhuriyetin İlanı

Dönem seçimlerinin yapılmasıyla birlikte I. Meclis’teki muhalif grup üyelerinin birçoğu Meclis’e giremedi. Buna rağmen Meclis’te fikir bütünlüğü sağlanamamış ve Halk Fırkası Meclis’e tamamen hâkim duruma gelememişti.[33] Lozan görüşmeleri sırasında Başvekil Rauf Bey ile İsmet Paşa arasında başlayan çekişmenin ardından Fethi Bey Başvekil olmuş ancak Hükümet ile Meclis üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarından dolayı Meclis ve Hükümet arasındaki çatışma devam etmişti. Bunun yanı sıra Hükümet üyelerinin, Meclis tarafından ayrı ayrı belirleniyor olması, Meclis’in Hükümet’e karşı olan müdahalesini kolaylaştırmakta, bu çatışmanın daha da derinleşmesine neden olmaktaydı.

Diğer yandan Ekim ayının sonunda, Meclis İkinci Başkanlığı ve Dâhiliye Vekâleti için yapılacak seçimlerde Hükümetin gösterdiği ve Mustafa Kemal Paşa’nın desteklediği adayların Meclis tarafından reddedilip, bu makamlara, Rauf ve Sabit Beylerin seçilmesi, Halk Fırkası içerisindeki muhalefeti daha net bir şekilde ortaya çıkarmıştı.[34] Ortaya çıkan bu hükümet krizi neticesinde Mustafa Kemal Paşa radikal bir şekilde Meclis Hükümeti Sistemi’nden, bir Kabine Sistemi olan Cumhuriyete geçiş kararını aldı. Mete Tuncay, Mustafa Kemal Paşa’nın yaşanan bu çatışmalara köktenci bir çözüm bulmak için planlı bir şekilde hükümet bunalımı çıkardığını ve neden olarak Meclis Hükümeti Sistemini gösterdiğini söylemektedir. Neticede 28 Ekim 1923’te Çankaya’da yapılan toplantıda Cumhuriyet’in ilan edilmesine karar verildikten sonra, ertesi gün 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.[35]

Cumhuriyet’in ilan edilmesi o dönemde bazı çevreler ve İstanbul basını tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Tepkilerin temelinde Millî Mücadele’nin önde gelen paşalarının olmadığı bir zamanda ve kısa süren Meclis görüşmesi sonrasında 158 Milletvekilinin oybirliği ile bu kararın alınması bulunuyordu. Bu çevreler tarafından Cumhuriyet’in aceleye getirildiği ifade edilmekteydi.[36]

Bunun yanında Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yapılan anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanına normalin ötesinde bazı yetkiler verildiği görüşü hâkimdi. Bu görüşe göre Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Paşa “Ülke iktidarının en yüksek noktasına gelerek devlet başkanlığı, Hükümet ve Meclis’in gerçek başkanlığı, tek parti başkanlığını

kendinde toplamıştır.”[37] Ayrıca bu güç yoğunlaşmasının, muhalefet üzerinde diktatörlüğe doğru bir gidiş korkusu yarattığı, bu yüzden muhalefetin bu otoriterleşmeye karşı “Millî hâkimiyet” fikrini yücelttiği ifade edilmektedir.[38] Bu görüşler bir yana Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte rejim tartışmaları sona ermiş, meşrutiyeti geri getirmek isteyenlerin ve halifeyi devlet başkanı olarak görmek isteyenlerin beklentileri boşa çıkmıştı. Cumhuriyet’in ilk icraatları 31 Ekim’de on yıldır devam eden seferberliğin kaldırılması ve 26 Aralık’ta Cumhuriyet’in ilanı nedeniyle çıkarmış olduğu af kanunu olmuştur. Böylece yeni bir dönemin başlamış olduğu belirtilmişti.[39]

İstanbul İstiklal Mahkemesi

Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilan edilmesi gibi gelişmeler özellikle İstanbul basınının tepkisini çekmiş ve olayların hilafetin kaldırılmasıyla neticeleneceğine dair yazılar yazılmaya başlanmıştı. Ankara, İstanbul basınının bu tutumunu, devrimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydi. Bu sırada Rauf Bey’in halifeyi ziyaret etmesi ve halifenin devlet başkanı sayılabileceği yönündeki beyanları tartışmaları daha da alevlendirdi.

Tartışmaların yaşandığı sırada Hint Müslümanlarının liderlerinden Ağa Han ve Emir Ali’nin halifelik ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a yazdığı mektuplar, ilgililerin eline geçmeden İstanbul basınının eline geçerek 5 Aralık’ta Tanin ve İkdam, 6 Aralık’ta Tevhid-i Efkâr gazetelerinde neşredildi. Mektupta hilafetin dünya Müslümanları için öneminden, Türklerde kalmasının Türkiye’ye güç katacağından ve halifeliğin kaldırılmaması gerektiğinden bahsediliyordu.[40]

8 Aralık 1923 tarihinde konu Meclis gündemine geldi. İsmet Paşa durum hakkında bilgi vererek bu şahısların İngiliz Hükümetinin telkiniyle hareket ettiklerini ve bu mektubu yayınlayanların Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesine göre suç işlediklerini söyleyerek İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi gönderilmesini teklif etti. Yapılan muhalefete karşın 50 numaralı Meclis kararı ile İstanbul’da bir İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verildi.[41] Böylece önce asker kaçakları meselesi ile uğraşan, daha sonra yapılan düzenlemelerle yetkileri genişletilerek iç güvenliği sağlayan İstiklal Mahkemeleri artık daha farklı bir sebeple kurulmuş oluyordu.[42] Mahkeme 10 Aralık 1923 tarihinde yayınladığı beyanname ile Cumhuriyet’in mevcudiyet ve esasatına karşı hareket ve teşebbüse cüret edenleri şiddetle cezalandıracağını bildirdi.[43]

Mahkeme öncelikle Ağa Han ile Emir Ali’nin mektubunu yayınlayan gazetecilerin yargılandığı “Matbuaat Davası” olarak bilinen yargılamaları gerçekleştirdi. Yargılamalar sonunda gazetecilere beraat kararı verildi. Böylece hem yargılamalara karşı halkın tepkisi yatıştırılmış hem de İstanbul basınına gözdağı verilmişti.[44] Diğer önemli yargılamalar da İstanbul Baro Reisi Lütfi Fikri Bey’in davası ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya ve Cumhuriyet’e suikast davasıydı. Meclis, 30 Ocak 1924’te suikast davasının sonuçlandığı tarihten itibaren mahkemenin görevinin bitmesine karar verdi. İstanbul İstiklal Mahkemesi 10 Aralık 1923 ile 5 Şubat 1924 tarihleri arasında yaklaşık iki ay süre ile faaliyetine devam etmiş, bu süre zarfında 17 kişi yargılandı.[45]

Mahkemenin faaliyetinin son bulmasının ardından Mustafa Kemal Paşa, yargılananlarında içinde olduğu gazetecilerle 5 Şubat 1924 tarihinde İzmir’de bir araya gelmiş ve yapacağı reformları anlatarak desteklerini istedi. Ayrıca 13 Şubat 1924 tarihinde çıkarılan bir af kanunu ile İstanbul İstiklal Mahkemesinin cezaya çaptırdığı, içerisinde Lütfi Fikri Bey’in de olduğu üç kişi affedildi.[46]

Halifeliğin Kaldırılması

Millî Mücadele döneminde ve Lozan görüşmeleri sırasında, dış politikada takip edilen denge siyaseti gereği hem Sovyetlerle hem de İslami unsurlarla ilişkilere dikkat edilmişti. Lozan görüşmelerinde anlaşmanın belli bir seviyeye gelmesi ile birlikte bu unsurlara ihtiyaç kalmamış batılılaşma siyaseti benimsenmişti. Ayrıca Cumhuriyet’in ilanından biraz önce rejimin ne olacağı gündeme geldiği sıralarda, hilafetin zararları anlatılmaya başlanmıştı.[47]

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte halifelik makamının konumu ve yetkileri üzerine tartışmalar artarak devam etti. Halifelik makamının gerekliliği ve tarihsel konumu üzerinde yapılan tartışmalar bir kenara bırakılırsa, asıl mesele halifeliğin, Cumhuriyet’e karşı siyasal bir seçenek olarak algılanması ve yeni rejim karşıtlarının halifelik etrafında toplanması olmuştu.[48] Tam da bu tartışmaların yaşandığı esnada daha önce değinmiş olduğumuz Hint Müslümanları önderlerinin halifelik hakkında yazmış oldukları mektupların gazetelerde yayınlanmış olması, olayı daha farklı bir boyuta getirerek halifelik karşıtlarının eline önemli bir koz verdi. Yazılan bu mektuplar ulus devlet olma yolunda ilerleyen yeni Cumhuriyet’i kendi sınırları dışındaki krizlerin içine çekiyor, yapılmak istenen reformların önünde, en önemli engel ve sığınılacak bir merkez olarak halifelik makamının olduğunu Hükümete gösteriyordu.[49]

Bu gelişmelerin gölgesinde 1924 yılı bütçe görüşmelerinde, hilafet bütçesiyle ilgili tartışmaların yapıldığı bir sırada 3 Mart 1924 tarihinde Cumhuriyet’in önündeki siyasal rakip olan halifelik kaldırıldı. Bu tarih aynı zamanda köklü devrimlerin başlangıç tarihi oldu.[50] Lewis’e göre reformcuların önünde geçmişten beri engel olan ulema sınıfına ve onun hiyerarşik örgütüne ezici bir darbe vurulmuştu.[51]

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası)

1924 Anayasası, 20 Nisan 1924’te kabul edilmiş ve 37 yıl boyunca hem tek partili hem de çok partili dönemde uygulanmıştır. Bu anayasa ile birlikte parlamenter sistem kurulmuşsa da o dönemde Meclis üstünlüğü fikrinin devam etmesinden dolayı Meclis hükümeti sisteminin yansımaları anayasada yer almıştır.[52] Özellikle genel kuruldaki görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanının yetkileri konusunda Meclis, encümenin tasarısına büyük oranda direnmiştir. Encümenin tasarısında yer alan Cumhurbaşkanının Meclis’i fesih yetkisi kabul edilmemiş, veto yetkisi yumuşatılmış, yedi yıl olarak teklif edilen görev süresi dört yıl olarak kabul edilmiştir.[53]

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

Birinci Meclis’teki İkinci Grup üyeleri yenilenen seçimlerden sonra Meclis dışında kalmış olmasına rağmen Halk Fırkası Meclis’e tamamen hâkim olamamış, önemli bir muhalefetle karşılaşmıştı. Cumhuriyet ve hilafet tartışmaları çerçevesinde bu muhalefet daha belirgin bir şekilde gün yüzüne çıktı. Özellikle Lozan görüşmeleri sırasında ortaya çıkan fikir ayrılıklarıyla birlikte Millî Mücadele’nin önder kadrosu Halk Fırkası’ndan ayrılarak 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.

Bazı araştırmacılara göre Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Halk Fırkası arasında temelde büyük ideolojik farklar görülmemektedir. Parti programında yer alan “Efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkardır” ifadesi partinin laiklik karşıtı olarak algılanmasına neden olmuştur. Aslında parti cumhuriyet karşıtı ve hilafetçi değildir. Bu dönemde yaşanan olay, kişiler arasındaki siyasi çekişmeler ile tartışmaların ve meydana gelen siyasi devrimlerin etrafında gelişmesinden ibarettir.[54] Yine başka bir görüşe göre İkinci Meclis’te saltanatçılarla cumhuriyetçiler arasında bir çatışma yoktur. Çatışma liberal cumhuriyetçilerle devrimci cumhuriyetçiler arasında olmuştur.[55]

Cumhuriyet Halk Fırkası, yeni partinin kurulmasını İttihat ve Terakki Fırkası’nın canlandırılması olarak ifade etmiş ve sert bir şekilde eleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ise parti kurucularını ihanet ile suçlamış ve bu kişilerin daha önce Birinci Meclis’teki muhalif grup ile gizli ilişkiler içinde bulunarak kendisine karşı bir komplo hazırladıklarını ifade etmiştir.[56] Bu arada meydana gelen Şeyh Said ayaklanması dönüm noktası olmuştur. Parti isyan ile alakalı olduğu ileri sürülerek hükümet tarafından 3 Haziran 1925 yılında kapatılmış, ardından İzmir suikast girişimi üzerine Fırka’nın önder kadrosu siyasal yaşamdan tamamen tasfiye edilmiştir.[57]

Şark İstiklal Mahkemesi

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla birlikte Meclis’te muhalefetin başladığı ve görüş ayrılıklarının derinleştiği bir dönemde 13 Şubat 1925’te Şeyh Said isyanı patlak verdi. İsyan ilk başta kamuoyunda büyük bir yankı uyandırmamış, çabuk bastırılacak küçük bir eşkıyalık hareketi olarak değerlendirilmişti.[58] İsyanın kısa zamanda Diyarbakır, Elazığ ve Genç vilayetlerine yayılması ve daha geniş alanlara yayılma ihtimali bulunmasından dolayı Başvekil Fethi Bey’in verdiği tezkere ile 25 Şubat’ta Şark vilayetlerinin bazılarında bir ay müddetle idare-i örfiye (sıkıyönetim) ilan edildi. Yine aynı gün Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na bir madde eklenerek dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gayelere alet ederek cemiyet kuran veya bu cemiyetlere üye olan ve bu maksatları söz, yazı veya fiilen yayanlar bu kanununun kapsamına alındı.

İsyanı bir karşı devrim olarak değerlendiren İsmet Paşa ve Cumhuriyet Halk Fırkası içerisindeki bir grup, Başvekil Ali Fethi Bey’i pasif kalmakla suçlayarak, sert bir muhalefete başladı. O dönemde Halk Fırkası içinde İsmet Paşa’nın etrafında toplanan radikal grup ile Fethi Bey’in etrafından toplanan ılımlı grup bulunmaktaydı. Fethi Bey radikal grubun aksine isyan karşısında lüzumsuz yere sert tedbirler almak istememiş, alınmak istenen sert tedbirlerin muhalefete karşı bir silah olarak kullanılmasından endişe duymuştu.[59] Yaşanan gelişmeler sonunda 4 Mart 1925’te Ali Fethi Bey Başvekillikten istifa etmek zorunda kaldı. Aynı gün İsmet Paşa Başvekilliğe getirildi. İsmet Paşa hızlı bir şekilde Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkararak, Ankara ve isyan bölgesinde birer İstiklal Mahkemesi kurulmasını Meclis’e kabul ettirdi. Böylece Fethi Bey’in isyana karşı yumuşak davrandığını söyleyen grup, isyana karşı ne derece sert hareket edileceğini göstermişti. Başvekil İsmet Paşa’nın Meclis’e sunduğu teklifte kanunun gerekçesini, memleket dahilinde asayiş ve huzurun sağlanması, kamu düzenini ihlal edecek irtica ve ihtilal hareket ve teşebbüslerine karşı icap eden tedbirlerin alınması ve Cumhuriyet’in nüfuz ve kudretini ve inkılâbın esaslarının güçlendirilmesi olarak izah etmiştir.[60]

Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri 117 numaralı Meclis kararı ile kuruldu. Bu karar ile Şark İstiklal Mahkemesi’ne verdiği idam kararlarını uygulama yetkisi tanınırken, Ankara İstiklal Mahkemesi’nin vereceği idam kararlarının Meclis’in onayından sonra infaz edilmesi kararlaştırıldı. Ancak bir buçuk ay sonra 20 Nisan 1925’te Meclis’in tatil olduğu süre boyunca Ankara İstiklal Mahkemesi’ne de idam kararlarını uygulama yetkisi verildi.

Şark İstiklal Mahkemesi iki yıllık görevinde önemli birçok davaya baktı. Bunların başında mahkemelerin kurulmasının da gerekçesi olan Şeyh Said ve arkadaşlarının davası gelmektedir. Bunun yanında isyanla alakalı görülen Şeyh Eyüp, Dr Fuat, Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir davaları da önemli yargılamalar arasındadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Urfa sorumlusu Yarbay Fethi Bey’in davası ile birlikte, bölgedeki parti şubelerinin kapatılmasına karar verilmiştir. Ayrıca içlerinde Eşref Edip, Velid Ebuzziya, Abdülkadir Kemali, Ahmet Emin, Fevzi Lütfi gibi kişilerin bulunduğu birçok gazeteci de yargılandı.[61] Bunların yanında mahkeme yargılamaları sırasında bölgedeki tekke ve zaviyeleri ruhsatsız cemiyet kapsamına alarak kapattı. Çok geçmeden Ankara İstiklal Mahkemesi’nin de bu yönde kararlar vermesiyle Hükümet durumu genelleyerek 30 Kasım 1925’te tekke ve zaviyeleri kapattı.[62]

Ankara İstiklal Mahkemesi

Ankara İstiklal Mahkemesi, görevinin ilk aylarında başta asker kaçakları olmak üzere birçok davaya bakmıştır. İlk önemli yargılaması Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yargılaması olmuştur. Dini siyasete alet ederek partiye üye kayıt etmek suçuyla tutuklanan Üsküplü Salih Başo ve arkadaşlarının davasıyla birlikte TCF’nin İstanbul’daki merkezi ve şubeleri kapatıldı. Daha sonra mahkemenin, Hükümeti bu konuda uyarması üzerine 3 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Yine Parti’nin İstanbul’daki şubelerinin kapatılmasını eleştiren Tanin yazarı Hüseyin Cahit tutuklanarak Ankara’ya getirildi. Ayrıca birçok gazeteci rejime muhalefet etmek gerekçesiyle tutuklanarak yargılandı. Bunun yanında Vahdettin’i tekrardan tahta çıkarmak amacıyla Tarikat-ı Salahiye adıyla gizli bir örgütün kurulduğu iddia edilerek yargılamalar yapıldı. İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey de bu cemiyetle alakadar olmak suçuyla yargılandı. Komünistlerin davası olarak bilinen ve komünistlik propagandası yaparak iç güvenliği tehdit etmek suçlamasıyla bazı gazeteciler de mahkeme karşısına çıkarıldı.[63]

25 Kasım 1925 tarihinde 671 numaralı Şapka İktisası Hakkında Kanun’un çıkarılması ile birlikte memleket genelinde hükümete karşı bir tepki oluşmuş ve protestolar başlamıştı. Mahkeme bu hareketleri Cumhuriyet’in meşruluğuna karşı ayaklanma teşebbüsleri olarak saydı. Sivas, Tokat, Erzurum, Rize, Giresun ve Ankara’da gezici olarak görev yapan mahkeme, ayaklanma saydığı bu girişimleri sindirdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin bakmış olduğu en önemli davalardan birisi de Millî Mücadele’nin önemli isimlerinin yargılanmış olduğu İzmir Suikastı davası oldu. Mustafa Kemal Paşa’ya tertip edilen suikast girişiminin sonuçsuz kalması sonrasında, zanlılar ve tertiple alakası olduğu iddia edilen ve içinde birçok paşanın da bulunduğu kişiler hakkında yargılamalar yapıldı. Suikast davasının devamı olan İttihatçılar davası ise Ankara’da görüldü. Yargılamalar sonunda her iki davadan toplamda on dokuz kişi idama mahkûm edildi.[64] Ankara İstiklal Mahkemesi görev yaptığı 12 Mart 1925 ile 7 Mart 1927 tarihleri arasında 2436 kişiyi yargılamış, toplamda 240 kişiyi idama mahkûm etmiştir. Asker kaçakları ile ilgili kararlar ile sıkıyönetimin vermiş olduğu idam kararları bu sayıya dâhil değildir.[65]

Farklı tarihlerde altışar aylık uzatmalarla yaklaşık iki yıl görev yapan bu iki mahkeme, 7 Mart 1927 tarihinde Meclis’in aldığı karar ile kapatıldı. Takrir-i Sükûn Kanunu ise 979 numaralı kanun ile 4 Mart 1929 tarihine kadar yürürlükte kaldı, Ancak bu süre içerisinde kullanılmadı. İstiklal Mehâkimi Kanunu ise yirmi iki yıl daha yürürlükte kaldı ve her an kullanılmaya açık tutuldu. Bu kanun da çok partili hayata geçiş döneminde 5384 numaralı kanunla 4 Mayıs 1949 tarihinde yürürlükten kaldırıldı.[66]

Şeyh Said İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi

Piran Olayı ve İsyanın Başlaması

Şeyh Said her sene dedesi Şeyh Ali Sebti’nin kabrini ziyaret etmek üzere ikamet ettiği Hınıs’tan doğum yeri olan Palu’ya gitmekteydi. 1924 yılı Aralık ayında da Hınıs’tan yola çıkan ve yol üzerinde birçok yere uğrayarak halka vaaz ve nasihatlerde bulunan Şeyh Said, kalabalık bir gurup halinde, yaklaşık iki ay sonra kardeşi Abdurrahim’in ikamet ettiği Piran’a geldi. Piran o tarihte Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının bir köyü idi.[67]

Şeyh Said’in maiyetinde bulunan ve onunla birlikte 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’a gelen bazı kanun kaçaklarıyla, onları tutuklamak isteyen jandarmalar arasında çıkan çatışmayla isyanın fitili tutuşmuştur.[68] Piran’da yaşanan hadise ile ilgili bazı eserlerde farklı bilgiler veriliyor olsa da bu anlatılanlar genel olarak Şeyh Said’in yakalanmasından sonra Varto’da alınan ifadesine dayanmaktadır. Onun 16 Nisan 1925’te Varto’da alınan ifadesine göre Piran’da yaşanan hadise şöyle gerçekleşmiştir:

Şeyh Said, Piran’a giderken, onu köyün dışında karşılamaya gelen ahali ile birlikte Piran’a girmiş ve Piran’da yaşayan biraderi Abdurrahim’in hanesine varıp ona misafir olmuştur. Öğle vakti, biraderinin hanesinde oturmakta oldukları sırada, bir zabit (subay) Şeyh Said’in yanına gelerek,“Mehmed Ağa oğlu Bahri” namında bir mahkûmun evinde, dokuz mahkûmun daha gizlendiğini ve bunların teslim olmaları için kendisinin aracı olmasını rica etmiştir. Bunun üzerine Şeyh Said bu kişilere haber göndermiş, fakat bu kişiler, teslim olmayacaklarına dair talak-ı selase ile yemin ettiklerini söyleyerek teslim olmamışlardır. Daha sonra bu kişilerden sekizi serbest bırakılmış ve diğer iki mahkûm jandarmalar tarafından derdest edilmek istenmiştir. Fakat serbest bırakılan sekiz mahkûm daha önce aralarında kararlaştırdıkları üzere sekizi dışarıdan ve diğer iki mahkûm da hapishane içinden iki taraflı ateş açarak jandarmaları dağıtarak firar etmişlerdir.

Şeyh Said ifadesinin bu bölümünde isyan hakkında kendisine hiçbir taraftan telkinat yapılmadığını, bunu sırf kendi düşünce, kanaat ve mefkûresiyle tasarladığını ve mutlak surette hayır meydana getirmek için çalıştığını ifade etmiştir. Ayrıca Piran’da bulunduğu sırada, hükümetin İslam şeriatına aykırı bazı icraatını tenkit ederek “Medreseler kapatıldı. Meşihat ve evkaf lağvolundu. Yani evkaf maarife rabt oldu. Gazetelerde bir takım dinsiz muharrirler mukaddesat-ı diniyeyi tezyif ve peygamberân-ı izâm hazerâtına itâle-i lisan gibi seyyiâta cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bi’n- nefs mücahade edip şeriatın i’lâsına hizmet ederim” şeklinde vaazlarda da bulunduğunu söylemiştir. Şeyh Said, Piran’daki vaazını müteakip artık tasavvur, düşünce ve mefkûresini icra etmeye karar vermiş ve beraberinde silahlı yedi sekiz kişi ile birlikte Piran’dan ikindi vakti harekete geçerek sabaha karşı Hani nahiyesinin Çomayek köyüne gelmiştir.[69]

Şeyh Said aynı hadiseyi 27 Haziran 1925’te mahkemede yaptığı müdafaasında ise şöyle anlatmaktadır:

“....Ale’s-sabah Piran’a taraf gittik. Müstakbiller meyanesinde meğer on kişi mahkûm var imiş, bilmiyordum. Her onu da Bahri bin Mehmed Ağa’nın misafiri olmuşlar ve Piran’da dahi yirmi süvari jandarma ve iki mülazımdan mürekkep bir müfreze var imiş. işbu müfreze mahkûmları görürler veMehmed Ağa hanesini basarlar.Mahkûmlar da talak-ı selase ile yemin edip ki teslim olmayacağız. Haber aldım. Teşvişe düştüm. Bir niza’ çıkmamak için bir iki adam ricacı gönderdim. Bir mülazım geldi. Kıyam ettim. Bir iki defa rica ettimse de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazır etmeyi söyledim.

Hazırladılar, derakap silah sadası açıldı. Galiba bir mecruh Kürdlerden, iki de jandarmalardan vâki oldu. Biz de Piran’dan çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük..”110

Yukarıdaki iki ifadede anlatıldığına göre; Şeyh Said kendi maiyeti arasında olan mahkûmlardan haberdar değildir. Hatta jandarmaların ricası üzerine mahkûmların teslim olması için ricacı olmuş, ancak mahkûmlar teslim olmamışlardır. Herhangi bir anlaşmazlık çıkmaması için çaba harcayan Şeyh Said bundan bir sonuç alamayınca yanına birkaç kişiyi alarak Piran’dan ayrılarak Hınıs’a doğru yola çıkmıştır.

Ancak hadise askeri bir raporda daha farklı anlatılmaktadır. Erganimadeni jandarmalarından Mülazım-ı evvel Hüseyin Hüsnü ve Eğil Takım Kumandanı Mülazım-ı sâni Mustafa Hamdi ve Erganimadeni Merkez Takım Kumandanı Mülazım-ı sâni Tahir Sami tarafından yazılmış olan 20 Şubat 1925 tarihli ortak rapora göre; Piran’a gelen Şeyh Said buradaki müfrezenin silah ve atlarını almak fikriyle hareket etmiş ve maiyetinde bulunan mahkûmlar Şeyh’in emriyle müfrezeye saldırmıştır. Hatta bu raporda isyanın 20 Mart tarihinde yapılmasının planlandığı yazılmıştır. Bahsi geçen raporun ilgili bölümü şu şekildedir:

“Eğil’in Piran karyesinde mahkûm ve asker firarilerinin takibi zamanına müsadif 11 Şubat 341’inci Çarşamba günü Piran’a gelen ve elyevm Hınıs’ta sakin Şeyh Said nam şahsın maiyetinde tahminen üç yüz kişiden ibaret züvvar (ziyaretçiler) ile Piran’a gelen bu şeyh, müfrezenin yedindeki silah ve atlarını almak fikir ve mefsedetini fırsat ganimet bilerek fiilini zâhire ihraç maksadıyla 20 Mart 341’de mevki-i tatbike koymak zamanını unutarak maiyetindeki mahkûmîni müfrezemiz üzerine saldırarak elde edilen mahkûmînin tahliyesiyle hane içerisine saklanan mahkûmînin elde edilmesine mümanaat edilmiş ve bu gâvurları şeyhin emriyle “Sallualâ Muhammed” diyerek üzerimize hücum etmişlerse de dört saat devam eden müsademe neticesinde iki jandarmamızın yaralanmasına, zabitan ve efradımızın at ve eşyalarını ve Piran karakolunun eşya ve defâtirini ifna etmeye sebep olmuş ve Piran’da şeyhin biraderi Abdurrahim nam herifi Piran ve havalisine memur tayin ederek Piran muallimi Fahri nam şahısla civar köy ve kasabalara mektuplaryazarak ‘Şeriat istiyoruz’ perdesi altında ihtilal çıkarmaya sâik oldukları ”71 [70] [71]

İsyanın Yayılması ve İşgaller

13 Şubat 1925 tarihinde yaşanan Piran hadisesi ile birlikte isyan hareketi başladı ve isyancılar hızlı bir şekilde civar yerleşim yerlerini ele geçirdi. İsyan başladıktan sonra 3. Ordu Müfettişliği 14 Şubat’ta isyanla alakalı Genelkurmay Başkanlığı’na bir rapor sundu. Genel Kurmay Başkanlığı hükümetin isyanı bir an önce bastırarak düzeni geri getirmeye karar verdiğini bildirdi. 15/16 Şubat’ta İçişleri Bakanlığı’nın isyanın bastırılmasına dair hazırladığı genel yönerge ile tenkil harekâtını 3. Ordu Müfettişi Kazım Paşa’nın idare edeceği bildirildi ve bunun için 1. Süvari Tümeni görevlendirildi.[72] Ordu birlikleri hazırlıklarını yaparken 16 Şubat’ta Genç vilayetinin merkezi olan Darahini isyancıların eline geçti. Şeyh Said birkaç gün burada kaldı ve burada isyanın cepheleri ile kumandanlarını netleştirdikten sonra 19 Şubat’ta Lice’ye doğru harekete geçti. 21 Şubat’ta Lice isyancıların eline geçti.

Şeyh Said Darahini’de iken Diyarbekir’den Lice’ye gönderilen Yarbay Hüsnü emrindeki müfreze Fis Boğazı’ndan geçerken, Şeyh Said’in kardeşi Mehmed Mehdi ve isyancılar tarafından baskına uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Yarbay Hüseyin emrindeki bir müfreze 19 Şubat’ta Lice’ye gönderildi. 20 Şubat’ta bu müfreze de asilerle girdiği muharebe sonrasında yenilgiye uğrayarak geri çekilirken Yarbay Hüseyin şehit düştü. Ayrıca 3 er şehit olmuş, 2 er yaralanmış, bir jandarma subayı ile 38 er asilere esir düşmüştü. Bu arada karşı saldırıya geçen İbrahim Bey komutasındaki müfreze, Piran ve civar köyleri asilerden tamamen temizlemişti.

Piran, Hani, Lice istikametinde asileri takip için görevlendirilen 1. Süvari Tümeni, 21 Şubat’ta kısa bir çarpışmadan sonra Hani’ye girdi. 22 Şubat’ta asilerin Hani’yi çevirmesi ile müsademe başlamış bir süre sonra asiler çekilmişti. Ancak asileri takibe başlayan tümenin bir kısmının şehirden ayrılması sonrası asiler bir baskınla tekrardan Hani’ye saldırarak oradaki kuvvetleri esir aldılar.[73] Ardından Şeyh Said 26 Şubat sabahı Hani’ye girdi.

Elaziz Cephesinde ise Palu’nun işgali sonrasında Şeyh Şerif komutasındaki asiler 24 Şubat’ta Elaziz’i ele geçirdi. Ancak asilerin şehri yağmalamaya başlaması sonucu halkın direnişi ile karşılaşarak şehri boşaltmak zorunda kaldılar. Muş Cephesinde ise Şeyh Abdullah Muş cephesini tutarak vilayetin irtibatını kesmiş, Varto’yu alarak Erzurum’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Ergani de Piran hadisesinden sonra asilerin eline geçmişti. [74]

Şeyh Said’in Anlatımına Göre İsyanın Gelişimi

Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesine göre, 13 Şubat’ta yaşanan Piran hadisesinden Diyarbekir’in isyancılar tarafından kuşatılma tarihi olan 7 Mart’a kadar isyanın gelişimi şu şekilde olmuştur:

Şeyh Said, Piran’da yaşanan hadiseden sonra, silahlı yedi-sekiz kişi ile birlikte ikindi vakti Piran’dan yola çıkarak sabaha karşı Hani’nin Çomayek köyüne geldi. Şeyh’in ifadesine göre onunla birlikte buraya gelen sekiz kişiden dördü Piçar’ın Botyan aşiretinden Fakih Ahmed, Mahli Haley, Ahmed Salo ve Sabri bin Faro’dur.

Şeyh Said, Çomayek köyünde iken Piran’da verdiği gibi herhangi bir vaazda bulunmadı ve sabahleyin Korha köyüne geçti. Korha’da, Piran’da söylediği gibi ahaliye vaaz ve nasihatte bulunup bir gece kalan Şeyh Said, ertesi gün Genç’in Piçar nahiyesinin Kahkik köyüne gitmek üzere harekete geçti. Kahkik’e giderken, başlarında Ömer Ağa bin Faro’nun bulunduğu Botyan, Abdülhamid bin Fakih Hasan’ın bulunduğu Mıstan, Haydar Ağa bin Ömer Ağa’nın bulunduğu Tavs ve Tavber karyeli Monla Ahmed’in bulunduğu Silvan ahalisi; Şeyh Said’in yanına gelerek ona hitaben “Mademki sen din ve şeriat için çalışıyorsun, biz de canımızla malımızla çalışacağız” diyerek Şeyh’e iltihak ettiler. Ardından Şeyh Said bunlarla beraber Kahkik karyesine girdi.

Şeyh Said burada iken zina, hırsızlık, müskirat istimali (alkol kullanımı), katl ve başka cezaları tertipten ibaret olan ve evvelce vaazında söylediği cihetleri icraya yönelik bazı kararlar aldı. Ayrıca Darahini’ye vardıkları zaman, Darahini’de bulunan ve genelinin Kürt olduklarını bildikleri Jandarmaların kendilerine karşı silah kullanmaları halinde karşılık verileceği, kendi taraflarından ölenlerin şehit sayılacağı, bunun yanında karşı taraftan ölenlerin mühder kabul edilerek, şer’an kısas ve diyet lazım gelmediği hususları kararlaştırıldı.

Şeyh Said, ertesi gün bu aşiretlerle birlikte Darahini üzerine hareket etti. Yolda iken Yahkik ve diğer aşiretlerin geri kalan kısımları da peyderpey gelerek Şeyh Said’e katıldılar. O gün ikindi vakti Çemihini’ye varan Şeyh, Çemihini’de iken Yahkiklerden kırk elli adamın Darahini’ye bir baskın yaparakjandarmalarla müsademe ettiklerini ancak Darahini’yi işgal edemedikleri haberini aldı. İkindi vakti Çemihini’den hareket ederek Darahini’ye yarım saat mesafedeki Kupar köyüne gelen Şeyh Said, burada iken gerek Çemihini’den hareketten evvel, gerek kendi yanında bulunan Kürtler ve gerekse başka taraflardan kendi başlarına giden şahıslar tarafından Darahini’nin işgal edildiğini işitti.

Şeyh Said, Kupar’da iken, maiyetinde Çapakçur’un Yamaç ve Az Aşiretleri olan Şeyh Mustafa zade Şeyh Şerifle görüşerek o gece köyde kalıp ertesi gün Darahini’ye girmeyi ve hükümetin idaresini ele alıp bir kadı, bir müftü, bir inzibat memuru ile yirmi kadar jandarma tayin etmeye karar verdi. Ancak geceleyin Darahini’den gelen Valirli Hüseyin Bey zade Hacı Sadık Bey, Modan karyeli Monla Hasan ve Hacı İsmail Ağa zade Yusuf Ağa, Şeyh Said’in yanına vararak Darahini’yi işgal eden aşiretlerin mal sandığını vesaireyi talan ettiklerini, kendisi hareket etmediği takdirde vaziyetin daha da fenalaşacağını haber verdiler. Bunun üzerine Şeyh Said yüz kadar maiyetiyle birlikte Darahini’ye gelerek Ziraat Bankası’na gitti ve banka sandığını alarak Yusuf Ağa’nın evine naklettirip, banka sandığını talan etmemeleri için nasihatte bulundu.

Şeyh Said sabahleyin ahaliyi toplayarak tekrar vaaz ve nasihatte bulundu ve ardından eski müftü Valirli Hacı İlyas Efendi’yi Darahini’ye müftü olarak tayin etti. Şeyh Said’in ifadesine göre; Hacı İlyas Efendi; Şeyh Said, Darahini’ye geldiği zaman Şeyh’e gelerek tuttukları yolun doğru ve hak olduğunu söyleyen kişidir ve onun bu sözleri müftü olarak atanmasında etkili olmuştur. Bunun yanında Monla Hasan’ı Darahini inzibat memuru olarak tayin eden Şeyh, yirmi kadar jandarma tayinini de inzibat memuru Monla Hasan’a havale etti. Ayrıca Darahini’de şube reisi olan bir binbaşı ile valiyi, valinin odasında nezaret altına alarak mülazım rütbesinde olan iki jandarma zabitini ve diğer memurları serbest bıraktı ve yanına gelen iki jandarma zabiti ile bazı memurlara, harekâtta başarılı olmak şartıyla memuriyet vaadinde bulundu.

Şeyh, Darahini’de iki gece kaldı. Bu esnada başlarında Hacı Sadık Bey olan Zekti aşireti; Hacı Selim bin Şerif Ağa’nın başında bulunduğu Gernus aşireti ve Kupar’da bulunan Şeyh Şerif de maiyeti ile birlikte Darahini’ye gelmişti. Ayrıca Şeyh Said burada iken Çapakçur’un Çan şeyhlerinden Şeyh İbrahim ile Şeyh Hasan’a ve Çapakçur Beylerine Çapakçur’un işgalini ve kasaba halkına da mukavemet göstermemelerini yazdı ve bir süre sonra Çapakçur’un işgal edildiğini duydu. Şeyh Said, Darahini’de bulunduğu üçüncü gün bazı emirler vererek cephe kumandanlıklarına atamalar yaparak; Şeyh Şerife, gelecek askerlere karşı Çapakçur’un Gazik Cephesini müdafaa etme görevini, Melekanlı Şeyh Abdullah’a Girvas ve Muş Cephelerinin muhafazasını, Göynük ağalarına Çapakçur Boğazı’nın üst taraflarının idaresini ve Çan şeyhlerine de Kiğı Boğazı’nı muhafaza etmelerini emretti.

Yanında kalanlarla birlikte Darahini’den ayrılarak Lice’ye doğru hareket eden Şeyh Said, yolda iken Hanili Mustafa Bey ve eski Müftü Salih Efendi’nin içeriden olmak üzere, Serdi köyü ve civar köy halkının hep birlikte Hani’yi işgal ettikleri haberini aldı. Yine aynı gün Lice’ye giderken Hani Nahiye Müdürü, Telgraf Müdürü ve Jandarma Kumandanı Şeyh Said’in nezdine getiridi ve Şeyh Said, Darahini inzibat memuruna bir kâğıt yazarak bu kişilerin orada iaşe edilmelerini söyledi.

Şeyh Said, Lice’ye bir buçuk saat mesafedeki Tilek karyesine geldiğinde, Lice ahalisinden Şeyh Mehmed Şerif namında bir hocanın, Şeyh’in yanına gelerek kendisine: “Bu gece Lice’ye girmeniz gasp ve gârâta ve kıtale sebep verecektir, girmeyiniz.” demesi üzerine Şeyh, bu kişiye istek ve maksatlarını bildirerek, onu Lice’ye geri gönderdi ve kendi fikrine karşı çıkmayan ağa ve beylerin yanına gelerek kendisiyle görüşmelerini ihtar etti. Bunun üzerine eski müftü Abdülhamid Efendi, Sadullah Bey zade Hacı İbrahim Bey, Hüseyin Bey, Hacı Said zade Rüşdü Efendi, Mehmed Bey oğlu Kazım Bey ve Lice eşrafından otuz kadar kişi Şeyh’in yanına geldi ve yapılan görüşme neticesinde Lice’ye girmemeye kararı verildi.

Bu arada meydana gelen olayları haber alan Lice’nin Serdi karyesinde oturan ve Şeyh’in kardeşi olan Şeyh Mehmed Mehdi; Hükümet tarafından Fis Ovası’na sevk edilen süvari alayına taarruz ederek, alayı geri çekilmeye mecbur edip Diyarbekir ovasına uzaklaştırmıştı. Bu haberi alan Şeyh Said, civar köylerden katılan isyancıları da beraberine alarak Karas, Mehmedyan, Tepecik, Sorıl, Şaklat Cephelerini tutmak ve geri çekilen alayı karşılayıp esir etmek maksadıyla harekete geçti. Hareketlerinin birinci günü ikindi zamanı Hizan karyesine gelen Şeyh Said ve asiler; Hizan’da iken süvari, piyade ve topçudan oluşan askerin Lice’ye doğru geldiğini ve bunların henüz Lice’ye ulaşmadıklarını haber alır almaz yukarda adı geçen cepheleri tuttular. Sabaha karşı ateş ve müsademe başladı. Öğleye kadar devam eden muharebe sonrasında, Alay’ı Mehmedyan’dan aşağı olan ovaya doğru geri çekilmeye mecbur eden asiler elli askeri esir edip bir miktar cephane, bomba ve tüfek ele geçirdiler. Ayrıca geri çekilen alayı yarım saat kadar takip ettikten sonra geri dönerek, ele geçirilen cephaneyi alıp geceyi Huri karyesine geçtiler. İsyancılar Huri’de olduğu sırada Piran tarafına Hacı Akif Bey kumandasında bir alayın geldiği duyuldu. Durum sabahleyin Şeyh Said ve Hanili Mustafa Bey’e yazılı olarak bildirildi. Ayrıca Hacı Akif Bey imzasıyla Şeyh Said’e yollanan beyanname ile Piran’ın alındığı, Piran’daki muallim Fahri’nin öldürüldüğü ve kendisinin de teslim olmasının hakkında hayırlı olduğu bildirildi.

gece Hani üzerine adamlarını sevk eden Şeyh, sabahleyin Pendar karyesine gitti. Şeyh oraya vardığında maiyetinin idaresindeki asiler askerlerle müsademe halinde idi. Müsademe akşama kadar devam etti. Çatışma sonunda gece alaturka saat birde alay, mermileriyle beraber dört top bırakarak Diyarbekir’e doğru geri çekildi. Asiler dört beş şahıs kayıp vermelerine rağmen Hani’ye girdiler. Şeyh Said ise müsademe sabahı Hani’ye girdi.

Şeyh Said, aynı sabah Hani’ye bir saat mesafedeki Kaban mıntıkasına ulaşan ve başında Cemil Bey’in bulunduğu alayının üzerine isyancıları sevk etti. Öğleden gecenin saat ikisine kadar devam eden müsademe neticesinde Cemil Bey’le beraber üç yüz dört yüz kadar asker ve on on beş kadar da zabit asiler tarafından esir alındı. Şeyh Said, esir alınan askerlerin tamamını Darahini’ye sevk etti. Şeyh Said, ifadesinde esir alınan bu askerlerin durumu hakkında açıklama yaparak; kendisinin mağlup olması halinde askerlerin zaten kendi hallerinde kalacaklarını ve galip gelmesi halinde ise hepsini serbest bırakacağını söylemiştir.

Siirt’ten askerlerin geldiğini işiten Şeyh Said, karşı tertibat almak üzere gündüzleyin askersiz olarak Lice kasabasına gidip Mehmed Bey zade Kâzım Bey’e misafir olmuş ve bir gece Lice’de kaldı. Burada, Lice ahalisi tarafından kendisine, Siirt’ten gelen askerleri Hazro Köprüsü Boğazı’nda tevkif etme taahhüdü verildi. Ardından Lice jandarma kumandanıyla, kaymakamının Darahini’ye gönderilmelerini emreden Şeyh bunların ricaları üzerine bu kararından vazgeçti.

Lice’den Karaz, Huri, Pirhasan Boğazı’na gelen ve iki gece Karaz’da kalan Şeyh, burada iken, daha önce çarpışarak Mehmedliyan istikametinden Diyarbekir’in şark ovasına geri çekilen alayın tekrar Alibardak köyünde mevki aldığını haber aldı. Hava muhalefeti nedeniyle asiler o gün harekete geçemedi. Asiler ertesi gün Alibardak’a hareket ettiler. Şeyh Said ise asilerin kendisinin bu harbe iştirak etmesini uygun görmemeleri üzerine Piraliyan’a gitti. O gece bir köyde kalarak sabahleyin Alibardak’a taarruz eden asiler, esasen seksen atlı askerden başka mevcudu kalmayan müfreze ile müsademe ederek askerleri geri çekilmeye mecbur bıraktılar ve biraz takipten sonra Alibardak’a geri döndüler. Alibardak’a dönen asilerin büyük kısmı daha sonra kendi başlarına Diyarbekir istikametine doğru harekete geçtiler.

Piraliyan’da bulunan Şeyh Said ise on beş kadar maiyeti ile birlikte Tirikan aşiretini ittifaka dâhil etmek için Piraliyan’dan Hacıdel karyesine geldi ve o gece orada kaldı. Ertesi gün Malanlı Şeyh Mehmed Siraç ile birlikte Reşid Ağa’nın köyüne gelerek bir gece de orada kaldıktan sonra ertesi gün, Eğil beylerini ittifaka davet etmek üzere Reşid Ağa ile beraber Eğil tarafına gitti. Eğil beyleri Şeyh Said’in fikir ve maksadının doğru olduğunu tasdik etmelerine rağmen, ihtiyar olmalarından ve harp görmediklerinden dolayı bilfiil iştirak edemeyeceklerini beyan ettiler. Ancak Eğil beylerinden Sadık Bey zade Mire Bey ve Hamid Bey zade diğer Mire Bey ve Faik Bey zade Mehmed Bey, ittifakı kabul ederek, seksen doksan kişiyle birlikte Şeyh Said’e katıldılar. Daha sonra Şeyh Said kendisine katılan bu kişilerle birlikte Osmaniye istikametine hareket etti.

Şeyh Said Osmaniye’ye varmadan önce, Piran ağaları ile Şeyh Said’den önce Eğil’den harekete geçen Eğil beylerinden Sadık Bey zade Mire Bey ve Kaçar zade Berniş Ağası Tevfik Ağa taraflarından nahiye işgal edilmişti. Şeyh Said de işgalden sonra Osmaniye’ye girdi ve iki gece kaldı. Ardından Diyarbekir’e giden kuvvetlerine yetişmek üzere Şerbeti karyesine geçti. Oradan da Tepe ve Simaki yoluyla Diyarbekir’in doğu mıntıkasındaki kuvvetlerinin nezdine gitti.[75]

Raporlara Göre Bazı Şehirlerin İşgalleri ve Yaşananlar

Darahini’nin İşgali

Genç Valisi İsmail Hakkı Bey 25 Nisan 1925 tarihinde bir rapor hazırlamış ve Genç vilayetinin merkezi olan Darahini’nin işgali hakkında bilgi vermiştir. Bu rapora göre, isyancıların merkezi durumunda olan Darahini’nin işgal süreci şöyle olmuştur:

13-14 Şubat 1925 gecesi alaturka saat 4.30 civarında kasabanın dışındaki Jandarma Bölük Dairesi’yle hapishaneye silah atılması üzerine, Bölük merkezi ve hapishaneden karşılık verilmiş, silah atanların bir kısmı kaçmış bir kısmı da civardaki evlere saklanmıştı. Çatışma üzerine bölge ve bazı evler bir müfreze tarafından abluka altına alındı ve abluka altındaki evlerin araştırılması sonucunda 6 kişi yakalanarak hapishaneye sevk edildi. Durumu Dahiliye Vekâleti ile 7. ve 9. Kolordu Komutanlıklarına bildirmek üzere bir rapor hazırlandı. Ancak telgraf hatlarının kesilmiş olduğunun anlaşılması üzerine rapor gönderilemedi. Bunun üzerine telgraflar dört saat mesafede bulunan Çapakçur telgrafhanesinden çekilmek istenmiş ve iki adam gönderilmişti. Sabahleyin kesilen telgraf hattının tamir edilmesinden sonra 14 Şubat tarihinde Vali İsmail Hakkı Bey, Dahiliye Vekiline son durum hakkında bilgi verirken hatlar tekrar kesildi.

Bu sırada Şeyh Said’in vilayet merkezine gelmekte olduğu haberinin alınması üzerine Şeyh’e bir heyet gönderildi ve vilayet merkezine geldikleri takdirde silahla karşılık verileceği haberi iletildi. Ancak nasihatleri önemsemeyen Şeyh Said beraberinde birçok asi ile beraber, batı tarafından vilayete ilerlemeye devam etti. Bu arada Şeyh Said’in gelmekte olduğunu duyan ve heyecana kapılan memur, esnaf ve ahali de bir yandan nasihatlerle teskin edilmeye çalışılıyordu. Şeyh Said’in şehre batı tarafından yaklaştığı vakitlerde alaturka saat 10 sıralarında kasabanın doğusunda bulunan Diz Çayı’nın karşı yakasında, silahlı silahsız birçok isyancı toplanmıştı. Bu durum karşısında tedbir almak ve birikmekte olan asileri dağıtmak üzere kasaba dışındaki Bölük Dairesi’ne giden Vali, orada isyancılarla birlikte gelmiş olan Fakih Hasan’ı görmüş ve hem onu hem de Mülazım Mihri Bey’i, toplanmakta olan asilerin yanına göndererek dağılmalarını bildirdi. Ancak asi reislerinden Valirli Hacı Sadık ve Girnoslu Hacı Selim, Şeyh Said’i görmeye geldiklerini, onu görmeden gitmeyeceklerini söylediler.

Şehirde toplam 23 jandarma vardı ve bunların bir kısmı Bölük merkezi civarındaki hâkim tepeleri tutmuştu. Ancak vilayet merkezi olan ve altmış haneden oluşan Darahini’nin güney batı tarafındaki sırtlar birçok asi tarafından sarılmış ve bunlar peyderpey vilayet merkezine girmeye başlamıştı.

Bu sırada Diz Çayı’nın karşısında toplanmış olan asiler de çayı geçerek jandarmalarla kuşatılmış olan hapishane ve Bölük merkezinin bir metre açığından geçerek kasabaya doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bunun üzerine Vali, Hacı Sadık ve Hacı Selim’i bölük dairesine çağırdı ve tekrardan dağılmaları yönünde nasihatte bulundu. Ancak bunlar Şeyh’i görmeye geldiklerini ve hükümete karşı bir husumetleri olmadığını söyleyerek kasabaya doğru hareketlerine devam ettiler. Kalabalık, herhangi bir çatışma olmadan kasabaya girdi. Vali İsmail Hakkı Bey, Mülazım Mihri Efendi’yi yanına alarak tekrardan asilerin yanına giderek maksatlarını sordu. Onlar da: “Şeyh’i hapis edeceklerini söylediler, onun için bizi buraya getirdiler” diyerek cevap verdiler.

Bu gelişmelerden ve şehrin bu vaziyeti almasından sonra akşam alaturka saat 12 sıralarında birçok silahlı şahıs Hükümet Konağı’na gelerek toplantı halinde olan Vali ve Jandarma Kumandanını tutukladılar ve bulundukları odanın kapısına nöbetçi koydular. Ayrıca o gece, 14-15 Şubat gecesi, asilerden Botyanlı Sabri ve yanındakiler Vali ve Jandarma Kumandanını katletmek istemişse de Fakih Hasan buna mani oldu. Bunun yanında asiler o gece, Jandarma Bölüğü’ne saldırıp silahlarını aldılar, bölük dairesindeki maliye ve jandarma sandığını kırarak nakitleri gasp, silah ve cephaneyi de yağma ettiler. Hapishane de tahliye edilerek, Askerlik Şubesi yakıldı ve Hükümet Dairesi de yağmalandı. Aynı gece saat 7 sıralarında kasabaya bir çeyrek mesafedeki Kupar köyünde bulunan Şeyh Said, Darahini’ye Yusuf Ağa’nın evine getirildi. Sabah olunca da, akşam açılamayan Ziraat Bankasının kasası, Şeyh’in odasına getirildi ve nakitler gasp edildi.

Darahini’nin işgal altında kaldığı süre içerisinde Vali ve arkadaşları, isyancılar tarafından tekrar öldürülmek istendi. Ancak bu sefer hükümete sadık kalmış olan Piçar Nahiyesi Müdürü Mustafa Bey’in girişimleri ve vilayet merkezinin basılarak kaçırılacakları bahanesinin ileri sürmesiyle Vali ve diğer birkaç esir iki saat mesafedeki Kurik köyüne nakledildi. 15 gün orada kalan esirler daha sonra tekrardan vilayet merkezine getirildiler. Esirlerin katledilmesine yönelik başka girişimler de oldu. 6-7 Nisan gecesi Süvari Alay Kumandanı Cemil ve Jandarma Mülazımı Fehmi de esirlerin arasında bulunduğu sırada, Yusuf adında bir asi ve arkadaşları esirleri Garip köyüne götürmek bahanesiyle katletmek istedi. Ancak olaydan haberdar olan Halk Fırkası Reisi Mehmed Ağa adamlarıyla gelerek esirlerin sevk ve katledilmelerine mani oldu.

Yine asilerin başarısız olup vilayet merkezine döndükleri sırada esirlere herhangi bir suikast yapılmasını önlemek amacıyla 8 Nisan akşamı Fakih Hasan, Mehmed Ağa ile birlikte, esirlerin tutulduğu evin duvarında delik açarak esirleri Mehmed Ağa’nın evine, oradan da Meclis İdare Başkâtibi Mahmud Efendi’nin evine geçirdiler ve bu şekilde esirlerin hayatlarını kurtardılar. 9 Nisan sabahı ise, asilerin bozgun halinde geri çekilerek şehirden kaçmaları sonrasında esirler bulundukları yerlerden dışarı çıkarak esaretten kurtuldular. Ardından Vali ve diğer devlet erkânı 7. Fırka’nın gelişine kadar merkezin muhafazasını temin etmek için mümkün olan tedbirleri almaya çalıştılar. Vali Bey’in esareti toplamda 54 gün sürmüştü.[76]

Hani’nin İşgali

Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali Fehmi Efendi’nin 28 Nisan 1925 tarihli raporuna göre Hani’nin işgali ve yaşananlar şu şekilde gerçekleşmiştir:

İsyandan önce Hani’de, beyler ve şeyhler iki kısma ayrılmıştı. Birinci kısım: Salih ve Mustafa Beylerin reis olduğu Said Bey ailesidir ki bunlar Hani’de isyan hareketinin başlarındandı. Diğer kısım ise: Timur Bey ailesiydi ve liderleri Hamdi Bey’di. Hamdi Bey, İsyan’ın başlangıcında kasabayı terk ederek Hazro beylerine iltica etmiş ve birkaç kişi hariç akrabalarının ekserisi İsyan’a karşı muhalif tavır almıştı.

Piran hadisesinden önce Şeyh Said, Serdi’de iken başta Salih Bey olmak üzere kasabanın ileri gelenleri onu karşılamaya gitmiş ve Hani’ye davet etmişti. İki yüze yakın kişi ile Hani’ye gelen Şeyh Said, Salih Bey’e misafir olmuş, Hamdi ile Mustafa Beyleri barıştırmış ve Şeyh Adem’in tekkesinde ittifak ve ittihada dair vaazda bulunmuştu. Yine Fehmi Bey’in anlatımına göre barıştırma meselesinin olduğu gece Salih Bey’in, evinde İsyan’ın programı çizilmiş ve sabahleyin Şeyh Said ile Piran’a hareket edilmişti.

Piran Hadisesi’nin yaşanmasından sonra Mustafa ve Salih Beyler başta olmak üzere bütün ümera ve meşayihin katılımıyla Camiikebir’de büyük bir kongre yapıldı ve mesele açıkça konuşularak halk cihada davet edildi. Ertesi gün 15 Şubat’ta Şeyh Tahir’in Serdi köyünden gelmesi ile birlikte hükümet dağıtıldı ve asiler asker toplamaya başladı. Bu arada Salih Bey’in evinde kasabanın ileri gelenleri ile birlikte ikinci bir kongre yapılarak din davası ortaya atıldı. Bu toplantıda İbrahim Hoca muhalefet ederek bu hareketin huruc-ı ululemr (hükümete karşı isyan) olduğunu söylemiş, ancak bir akşam öncesinde kasabanın diğer muhalif beylerinin kasabayı terk etmiş olması sebebiyle isyan taraftarı olan grubun sözü üstün gelmiş ve diğerleri onlara tabi olmak zorunda kalmışlardı.

Salih Bey’in başını çektiği, isyan taraftarı olan bu grup bir müddet daha bekledikten sonra Birinci Süvari Fırkası’nın Hani yakınlarında mağlubiyeti akabinde Şeyh Said’in kuvvetleriyle birleşerek halkı cebren isyana katılmaya teşvik etmişlerdi. İştirak etmeyenlerin ise evleri yakıldı ve çeşitli zulümler yapıldı. Hani’nin bu şekilde isyancıların eline geçmesinin ardından kasabada bu durum bir aydan fazla isyancıların lehine gelişti. Ancak Diyarbekir bozgunundan sonra halk uyanmaya ve Şeyh’in halk üzerindeki nüfuzu da kırılmaya başladı. Bundan sonra asiler kaçışmaya başlamış, kaçarken de halkı yağmal amı şlardı.[77]

Palu’nun İşgali

25/2. Alay 8. Bölük Mülazım-ı Evvel Ahmed Şevket Bey’in 29 Nisan 1925 tarihinde Palu vakası hakkında hazırladığı harp raporuna göre Palu’nun işgali ve kurtulması şöyledir:

17. Fırka Liva Kumandanlığı tarafında görevlendirilen ve 25 piyade, iki ağır makinalı tüfek, iki otomatik tüfek olmak üzere toplamda 36 askerden oluşan müfreze 17 Şubat tarihinde Mülazım-ı evvel Ahmet Şevket komutasında Palu’ya gelmişti. Ayrıca Jandarma Yüzbaşı Ahmed Efendi kumandasında 10 süvari ve 10 piyadeden oluşan bir jandarma kuvveti de bu müfreze ile birlikteydi. İsyancıların Çapakçur ve Gökdere istikametinden Palu’ya saldırması ihtimaline binaen 18 Şubat’ta şehirde askerî hazırlıklar yapıldı. Ayrıca Yüzbaşı Ahmet Efendi müfrezesi Gökdere’ye hareket etti. Bu gelişmeden sonra şehirde on dört jandarma kalmıştı ve bunlar da askerî nizamdan uzaktı.

Şubat’ta Şeyh Şerif üç yüz kadar silahlı asi ile birlikte Mirahmed köyüne ulaşmıştı. Bu sırada Gökdere köylerinin de isyana katıldığına dair haberler duyuldu. Aynı gün şaki Yado’nun Palu-Elaziz telgraf hattını keserek 20/21 Şubat akşamı kasabaya baskın yapacağına dair bir istihbarat da alındı. Bunun üzerine Palu Kaymakamı, Jandarma Kumandanı ile Mülazım-ı evvel Şevket Bey’e teyakkuzda olmaları emrini verdi. Beklenildiği gibi 20/21 Şubat akşamı Elaziz-Palu telgraf hattı kesildi. Bunun üzerine kırık hattın tamiri için 15 kişilik bir müfreze 21 Şubat sabahı Palu’dan yola çıkarıldı. Hattı tamir etmek için giden müfreze, hattı tamir edip Palu’ya dönüş yolu üzerinde oldukları sırada, isyancıların akın halinde Palu’ya geldiklerine şahit oldu ve bunun üzerine Gülüşkür istikametine doğru çekildi. Müfreze burada silahlarını cebren almaya teşebbüs eden köylülerle çarpışa çarpışa zayiatsız olarak Elaziz’e gitmek zorunda kaldı. Zaten Jandarma Yüzbaşı Ahmed Efendi’nin müfrezesinin Gökdere’ye gitmesiyle şehirde askerî nizamdan uzak 14jandarma kalmıştı. Şimdi de 15 kişilik müfrezenin Elaziz’e gitmesi ile birlikte Palu’daki askerî güç iyice azalmış oldu. Bunun üzerine merkez kasaba ve civar köylerden milis kuvvetlerle bu açık doldurulmaya çalışıldı.

İsyancılar yaklaşık bin kişi ile 21 Şubat akşamı Çapakçur-Palu yolunu takiben iki koldan saldırıya geçtiler. Başlarında Şeyh Şerif bulunmaktaydı. Altmış kişilik bir grup da şaki Yado kumandasında Sekrat-Palu yoluyla şehre ilerlemekteydi. Bine yakın isyancının Mülazim-ı Evvel Şevket Efendi’nin bulunduğu mevzie hücum etmeleri üzerine, Şevket Efendi ağır makinalı tüfekle ateş emrini verdi. Ancak bunu işiten ahali askerlere “Ateş etmeyiniz. Ellerinde rehinelerimiz var, katlederler. Gelenler düşman değil din kardeşlerimiz” diye bağırdı. O esnada ahaliden “milis” namı altında askerle aynı mevzide olan bazı kişiler, makinalı tüfek cephanelerine ve askerlerin elindeki tüfeklere hücum ederek aldılar. Askerlerin isyancılara karşı koyma imkânı kalmaması üzerine isyancılar iki koldan şehre girerek şehri ele geçirdiler.[78] İşgalin ardından hükümet defterleri tahrip edilerek memurlar tehdit edilmeye başlandı. Asiler iki gün sonra Elaziz’e doğru harekete geçtiler ve birkaç eşkıyayı Palu’da bıraktılar. Bunlar da aynı şekilde şehirde saldırı ve talanı devam ettirdiler.

Palu’nun işgalinden biraz sonra yaşanan Elaziz hezimetinden sonra asiler firar etmeye başladı. Palu’daki asilerin bir kısmının firar etmesi üzerine Palu Kaymakamı Fehmi Bey memurları vazife başına çağırdı. 27 Şubat’ta memurlar dairelere giderek yapılan tahribat hakkında zabıt tuttular. Ancak bu halde uzun sürmedi. İsyancıların tekrardan saldıracakları haberleri üzerine memurlar ne yapacaklarını şaşırarak yine evlerine çekildiler. 21 Şubat’ta işgalin ardından Palu yaklaşık bir ay asilerin elinde kaldı. 4 Nisan tarihinde askerler iki koldan şehre ilerleyerek şehri ele geçirdi. 5 Nisan’da Hükümet Konağı önünde resmigeçitten sonra memurlar yeniden vazifeye başlayabildiler. Ancak isyancılar kasabanın etrafındaki tepelerde mevzi almışlardı. 27 Nisan’a kadar bu şekilde çatışmalar devam etti. Bu tarihten sonra isyancılar mevzi aldıkları tepeleri de boşaltarak geri çekildiler ve Palu tamamen asilerden temizlendi.[79]

Lice’nin İşgali

Piran’da yaşanan jandarma olayından sonra Şeyh Said’in Serdi karyesinde üç yüzü aşkın silahlı kişi ile bulunduğu ve Lice üzerine gelmek fikrinde oldukları, duyulunca halk arasında büyük bir heyecan oluşmuş ve ahali Şeyh Said ve hükümet taraftarları olarak ikiye ayrılmıştı. Gelişmeler üzerine kaza yetkilileri bir toplantı yaptı. Diyarbekir’den bir kuvve-i tedibiyenin hızlı bir şekilde gönderilmesi ihtimaline binaen hazırlık yapılması kararlaştırıldı. Askerî birliğin kazaya gelme haberleri ve yapılan hazırlıklar ahali üzerinde olumlu etki yaptı ve isyancılara karşı birlikte şehri korumak için hükümete müracaatlar başladı. Bu arada Genç’in işgali haberi de alınmıştı.

Ne var ki şehirdeki bu ittifak çok uzun sürmedi. Kasabadaki şeyh taraftarlarının fazla olması ve bunların Şeyh Said’e silah atacak olan kişileri vuracaklarını söylemeleri ve bu arada Genç’in işgal edildiği haberleri şehirdeki muhalif gurubun faaliyetlerini artırmasına neden oldu. Hani’ye gelen Birinci Süvari Fırkası’nın, 22 Şubat günü asilerle girdiği muharebe Lice’den duyulmuş, memur ve hükümet taraftarı olan halkın moralini yükseltmişti. Ancak 22/23 Şubat gecesi top seslerinin kesilmesi sonrasında süvari alayının esir olduğu haberi alındı. Bu gelişme üzerine şehirdeki isyan taraftarları şehri ele geçirerek memurları esir aldı. Ertesi gün 23 Şubat tarihinde ise Şeyh Said şehre girdi.[80]

Asiler Lice’ye beyaz, sarı ve kırmızı renkteki bayrakla girmiş ve dellal vasıtasıyla “Kalkınız cennet kapıları açılmıştır. Tuttuğumuz şeriat ve hakyoludur” diyerek Şeyh Said’e iltihak edilmesini istediler ve Diyarbekir’in alınması için halkı silahlı olarak sevke teşvik ettiler.[81]

Elaziz’in İşgali

Tayyare Binbaşı Tahsin Bey’in, 23 Mayıs 1925 tarihinde Elaziz’in müdafaa ve sükûtu hakkında hazırladığı rapora göre hadise şöyle yaşanmıştır.

Şubat tarihinde Palu’nun işgal edildiği haberi Elaziz’e ulaştığı vakit, Elaziz Liva Kumandanlığında Osman Arif Bey bulunmaktaydı. Palu’da başlarında Şeyh Şerif olmak üzere ve çoğu silahsız yaklaşık 500 asinin bulunduğu haberini alan Osman Arif Bey, bunun üzerine Elaziz’in müdafaası için gerekli olan tedbirleri almaya başladı ve 22 Şubat günü itibari ile bu tedbirleri hemen hemen tamamladı. Osman Arif Bey, 7. Kolordu Kumandanlığından yardımcı bir kuvvet istedi, Erzincan’dan hareket etmiş olan Ester-Suvar Jandarma Taburunun da 22 Şubat gecesi Elaziz’e varmasını emretti. Ayrıca Liva Kumandanlığının elinde bulunan makineli tüfekleri kullanmaları için Çemişgezek’te bulunan 25. Alay’dan dört adet zâbit talep edildi.

Şubat tarihi itibariyle Elaziz’deki mevcut askerî kuvvet şöyle idi;

Seyyar Jandarma Taburu tahminen 130 nefer (yüzde 70’i efrad-ı cedide ve henüz muvasalat etmemişti),

25. Alay 1. Tabur 21 nefer,

Malatya’dan 7. Kolordu mürettep 50 küsur (efrad-ı cedide),

17. Fırka Zabitanının aileleri nezdindeki emirberler 20 adet,

"^■17. Fırka 17. Alay bir kudretli cebel bataryası 4 top,

17. Fırka 17. Alay bir cebel bataryası 4 top (henüz muvasalat etmemişti)

Yukarıda rakamları verilen piyade ve jandarmaların çoğu askeri talimden yoksun askerlerden oluşmaktaydı. Ayrıca efrad-ı cedideye tüfeklerin kullanılması dahi yeni öğretilmişti.

Liva Kumandanı Osman Arif Bey, mevcut nizamiye kuvvetlerinin az olması dolayısıyla elindeki bu kuvveti, şehir halkından oluşturulacak bir kuvvetle takviye etmek çabası içerisinde idi. Bu amaçla eşraftan bazıları ile görüşerek yardımlarını talep etti. Bunlardan biri Beyzade Mehmed Nuri Efendi idi. Osman Bey, Nuri Efendi ile görüşmesinde kaç kişi verebileceğini sormuş Nuri Efendi de kendi sözüyle harekete geçecek kimse olmadığını söyleyerek kumandanın talebini karşılıksız bırakmıştı. Osman Bey daha sonra eşraftan başka kişilerle de görüştü. Ancak bunlardan sadece Yümni Bey ova köylerinden 200 kişi çıkarabileceğini söyledi.[82]

Kumandan Osman Arif Bey, aslında şehrin savunmasına yönelik tedbirlerin tamamlanmasından sonra bir kısım kuvvetle Palu’ya taarruz ederek hadisenin yayılmasına izin vermemek niyetinde idi. Ancak bu düşüncesini gerçekleştirme fırsatı bulamadı. Bunun yanında esasen Elaziz’deki umumi efkar, Vali’nin şahsına olan kin ve nefretten dolayı tamamıyla hükümet aleyhine ve isyancılar lehine seyretmekteydi. Tayyare Binbaşı Tahsin Bey’in belirttiğine göre valinin birçok yolsuzlukları ve kumar, içki gibi halleri hükümet aleyhindeki propagandayı güçlendirmişti.

Şubat tarihinde Elaziz’den Diyarbekir’e 40 mavzer ve cephane taşıyan bir birlik yola çıkarıldı. Tayyare Binbaşı Tahsin Bey de bu birlikle birlikte hareket etti. Tahsin Bey hazırlamış olduğu raporda bu yolculuğu anlatırken; Elaziz’den Kevlek köyüne kadar içinden geçtikleri tüm köy halklarının, başlarında hacılar ve hocalar olmak şartıyla köylerin batı ve güney yönlerindeki çıkışlarında toplanarak isyancıları bekler bir hal içerisinde olduklarını ve kendilerine yabancı nazarla bakarak, verdikleri selamları dahi almadıklarını söylemektedir. Bu birlik Mevri karyesine geldiği zaman köyün muhtarı yanlarında silah taşıyan bu birliği Şeyh Şerife haber verdi. Şeyh Şerif de Yado namındaki eşkıyayı bu birliğin üzerine gönderdi. Pusuya düşen birlik esir düştü. Binbaşı Tahsin Bey ise gece karanlığında Elaziz’e geri kaçmayı başardı.

Tahsin Bey Elaziz’e geldiği sıralarda, isyancılar da Elaziz’e taarruza başlamıştı. Doğudan gelen isyancılara karşı Beyyurdu sırtlarından top atışları yapılmaktaydı. O gün top atışları devam ederken her şey hükümet lehine görünüyordu. Hatta Hüseynik’te bulunan Depo Muhafızları Kumandanlığının tarafındaki isyancılar tamamıyla çekilmişlerdi. Ancak bir süre sonra Beyyurdu sırtındaki bataryanın olduğu yerden avcı taburları çekilmeye ve asiler sırtı ele geçirmeye başladı. Sırtta, topçu ve piyade atışlarının kesilmesinin ardından Hüseynik’teki mukavemet bir süre devam etti, ancak uzun sürmedi. Hem jandarmalar, hem de Vali şehirden kaçtı. Böylece şehir düştü. Osman Arif Bey de isyancılarla çarpışarak şehrin kuzeyine çekildi. Yapılan saldırı esnasında şehir halkı müdafaaya yardım etmemiş, eşraf yardımdan imtina etmişti. Hatta yardım edeceğini söyleyenler de vaatlerini yerine getirmemişti.[83]

Şehrin işgalinden sonra Şeyh Şerif’in adamları şehri yağmalamaya başladı. Halkın buna tahammül edemeyip karşılık vermesi üzerine her iki taraftan yaklaşık kırk elli kişi öldü ve neticede asiler şehirden kovuldu. İsyanın elebaşlarından olan Abdullah Nihat, Dersim kuvve-i tedibiye kumandanı namıyla 22 Mart tarihinde -muhtemelen Şeyh Said’e - yazmış olduğu yazıda Elaziz’in işgaliyle ve yağma ile ilgili şunları söylemektedir: “Geçen defa ahlaksızlık yüzünden altmıştan fazla telefat verip Elaziz’den ricat eden Şeyh Şerif Efendi’nin askeri bu defa Elaziz’e bir intikamfikriyle gitmek istiyor. Bufikirle gidilecek olursa Cenab-ı Hak muvaffakiyet ihsan etmeyeceği gibi ikinci bir ricat ihtimali de mevcuttur. Fazla askeriniz var ise münasip bir kumandan maiyetinde Elaziz’e sevk buyurmanız pek münasiptir.”[84]

Silvan’ın İşgali

Silvan Kaymakamı Abdülvehhab’ın hazırlamış olduğu 1 Mayıs 1925 tarihli raporuna göre Silvan’ın işgali şöyle olmuştur:

İsyan’ın başlaması ile birlikte Silvan’daki hükümet yetkilileri isyanın Silvan bölgesinde yayılmasına karşı önlemler alarak, askerler gelene kadar zaman kazanmaya ve isyanın genişlemesine mani olmaya çalışmıştı. Hükümet bu şekilde faaliyet göstererek yaklaşık 45 günlük bir zaman kazandı. Ayrıca Hükümet yetkilileri bölgede bulunan şeyh ve ağalarla irtibata geçerek onların hükümete bağlılıklarını sağlamaya ve bölgede yapılan propagandaların önünü almaya çalıştı. Hatta Silvan’ın Kamışlı köyünde ikamet eden ve hükümetin dikkatini çeken Şeyh Şemseddin her ihtimale karşı kaza merkezine getirildi.

Şeyh Şemseddin başlangıçta Şeyh Said aleyhinde sözler söylemiş olmasına rağmen, Silvan’ın düşmesinden 10 gün önce köyüne çekilerek kardeşi Şeyh Nuri ile istişare edip yeğeni Fahri ve oğlu Feyzi vasıtasıyla halkı isyana teşvik etmeye başlamıştı. Daha önce hükümete sadakat telgrafları çeken Şeyh Şemseddin, isyan hareketinin başarılı olup olmayacağından emin olmadığından bizzat hareket etmemiş oğlu ve yeğeni vasıtasıyla çalışmalarda bulunmuştu.

İsyanın başlangıcında yalnız Şeyh Şemseddin değil, birçok ağa devlete sadık olduklarını bildirmişti. Ancak isyanın bölgede genişlemesi, Lice jandarmalarının firar ederek Şeyh Said’e katılmaları ve köylere gönderilen jandarmaların silahlarını köylülere kaptırması gibi gelişmeler sonrasında, devlete sadakat telgrafı çeken bu ağalar hanelerine çekildi ve meydan Şeyh Şemseddin’in propagandasına açık hale geldi. Bu sırada Kaymakamlık tarafından, Sıdıkni, Boşat ve civar köylerin de Şeyh Said’e katılacağı anlaşılmıştı. Ancak kazada bu olumsuz gelişmeyi önleyecek yeterince kuvvet bulunmamakta idi. Yine de Kaza Müftüsü Abdurrahman Efendi ile Ali Ağa isyana katılmak üzere olan bu köylere nasihat için gönderildi. Ancak bu nasihatler de fayda etmedi. Sıdıkni, Boşat ve civar köyler Şeyh Said’e iltihak etti. Ayrıca buradan Şeyh Şemseddin’in kaza merkezine gelmesi için kendisine tekrardan yazı yazılmıştı.

Bundan sonra 23 Mart 1925 sabahı alaturka saat 4 civarlarında Silvan’ın kuzey kısmındaki kayalıklardan, kasideler söyleyerek inen isyancılar şehre iki kilometre mesafeye kadar yaklaştılar. Kaza halkı da beyaz bayraklarla isyancıları karşılamaya gittiler ve hükümet dairesini tahrip ederek isyancıların kazaya girmesini kolaylaştırdılar. Bu gelişme üzerine kazayı korumak üzere söz vermiş olan ağaların da bir kısmı kenara çekildi. Hükümet yetkilileri de teslim olmayı kabul etmemişti. Son bir girişimle Sadık Ağa, isyancıların reislerini ikna için yanlarına gitmişse de dönüşünde vurularak şehit edildi. Sadık Ağa’nın şehit edilmesinden sonra isyancılar hükümet yetkililerini esir aldı. Hatta isyancılar Silvan Kaymakamı Abdülvehhap ile iki arkadaşını öldürmek istemelerine rağmen kaza halkından bir hoca buna mani oldu. 23 Mart tarihinde isyancıların eline geçen kaza, 15 Nisan tarihinde 12. Alay’ın şehre gönderilmesi ve üç gün süren muhasara sonunda askerî birliklerin şehre girmesiyle geri alındı ve esirler kurtarıldı.[85]

Gümgüm’ün (Varto) İşgali

25 Mart 1925 tarihli Varto memurlarının tutmuş olduğu rapora göre: İsyancılar 11 Mart Perşembe günü gece saat dokuz sıralarında Gümgüm’e hücum ettiler. Çarpışmalar sonunda isyancıların çokluğu ve kasaba içinden bazılarının da iştirak etmesiyle isyancılar silahlı olarak kasabayı işgal ederek Hükümet Konağı’yla Selim Bey’in evlerinin çatılarına birer bayrak diktiler. Ardından hükümet dairelerini işgal eden asiler dairelerdeki defterleri, eşyaları ve diğer evrakları kısmen yırtmış, kısmen yakmış ve kısmen de evlerine götürmüşlerdi. Ayrıca asiler devlet dairelerine hayvanlarını da bırakmışlar, esir olan zabitlerin ve jandarmaların eşya, nakit ve hayvanlarını almışlar ve memurların evlerine taarruzda bulunmuşlardı. İsyancılar memurlara hakaret ederek Yahudi ve Hristiyan olduklarını söylemişti.[86]

Bu raporun yanında Muş Vali Vekili Sırrı Bey’in Bitlis Divan-ı Harbine yazdığı 16 Mart 1925 tarihli yazıya göre; Varto 12 Mart 1925 gecesi baskınla sükût etti. Baskını yapan Cibranlı Halit’in kardeşleri Ahmet ve Selim’di. Bunlar Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile birlikte halkı isyana teşvik etmişlerdi.[87] Yine Muş vilayetine yazılan başka bir yazıya göre: Şeyh Abdullah, refakatinde 500 kişilik bir kuvvetle 11 Mart Perşembe günü sabaha bir saat kala Gümgüm’e girmiştir.”[88] Gümgüm 25 Mart tarihinde Fırka tarafından geri alınmıştır.

İsyanın Ankara’daki Yankıları

İsyan bölgesinde bu gelişmeler yaşanırken, isyan hakkındaki ilk haberler gazetelerde 16 Şubat 1925 tarihinde yer aldı. Haberlerde Piran’da Şeyh Said adında birisinin jandarma ile müsademeye girerek kaçtığı bildiriliyor ve olay sıradan bir eşkıyalık hareketi olarak yansıtılıyordu.[89] Aynı gün Dahiliye Vekili Cemil Bey, Bakanlar Kurulunu bilgilendirmiş ve olayı bastırılmak üzere olan mahalli bir hareket olarak anlatmıştı. Ancak Cemil Bey’in, olayın tenkili için uçakların kullanılması emri verildiğini söylemesi ve ertesi gün çıkan gazete haberlerinde Ankara mehâfilinin olayda İngiliz parmağı olduğu fikrini taşıdığını yazması olayın basit bir eşkıyalık hareketinden farklı olduğunu göstermişti.[90]

Konu, Dâhiliye Vekâleti bütçesinin görüşüldüğü 18 Şubat tarihinde ilk kez Meclis’in gündemine geldi. Giresun Mebusu Hakkı Tarık Bey, gazetelerde Genç vilayetinin Şeyh Said isminde birisinin elinde olduğuna dair haberler yazdığını söyleyerek Dâhiliye Vekilinden bu konuda izah istedi. Dâhiliye Vekili Cemil Bey ise şöyle cevap vermişti: “Hakkı Tarık Beyefendi matbuatta gördükleri bir hadiseden bahis buyurdular. Hakikaten şubatın on üçüncü günü Ergani vilâyetinin Hınıs ile Delice arasındaki sahasında Şeyh Said namında bir adam biraderleri ve bir kısım maiyetiyle harekât-ı şekavetkârâneye (eşkıyalık hareketi) başlamış,fakat bunu tedmir (yok etmek) için de Hükümetçe gayet şiddetli tedâbir ittihaz edilmiştir. Bu tertibatın temadisiyle bu hareketin olduğu yerde bastırılacağına emniyet hâsıl olmuştur”[91] Cemil Bey, Meclis’te isyanla ilgili yaptığı bu ilk konuşmasında isyanı bir eşkıyalık hareketi olarak tanımlamasına ve kısa sürede bastırılacağını belirtmesine rağmen, o günkü gazetelerde Şeyh Said ve maiyetinin İngilizlerden teşvik ve yardım gördüğü yazmakta idi.[92]

Anlaşılacağı üzere, isyanın başlamasının üzerinden beş gün geçmesine ve asilerin bazı yerleri ele geçirmiş olmasına rağmen, hükümet olaya umumi bir ihtilal olarak yaklaşmamakta, mahalli bir hareket olarak görmeye devam etmekteydi. Bu gelişmelerin yaşandığı sırada Mustafa Kemal Paşa, birkaç ay önce Başvekâletten istifa eden ve istirahat için İstanbul’da bulunan İsmet Paşa’yı 20 Şubat’ta acilen Ankara’ya çağırdı. 21 Şubat’ta Ankara’ya gelen İsmet Paşa’yı Ankara garında Mustafa Kemal Paşa bizzat karşıladı. İkili, Çankaya Köşkü’ne giderek olayı değerlendirdi ve alınacak tedbirleri müzakere etti.[93]

Aynı akşam Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan Başbakan Fethi Bey, Halk Fırkası Başkan Vekili İsmet Paşa ve Meclis Başkanı Kâzım Özalp bazı doğu illerinde sıkıyönetim ilan edilmesine karar vererek, bu konudaki tezkerenin Meclis Başkanlığına gönderilmesi kararını aldılar. Sıkıyönetim ilanı, olayın mahiyetini değiştirmiş ve mahalli bir eşkıyalık hareketi olmadığını kamuoyuna göstermişti.[94] 23 Şubat tarihinde toplanan Halk Fırkası Grup toplantısında hükümet, alınacak tedbirleri gruba bildirdi. Grupta asilerin çok şiddetli bir şekilde cezalandırılması kararı alındı.[95]

İdare-i Örfiye İlanı ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda Yapılan Değişiklik

23 Şubat tarihli Meclis toplantısında; Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van ve Hakkâri vilayetleriyle Erzurum vilayetlerinin Kiğı ve Hınıs kazalarında bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edildiğine dair Başvekâlet tezkeresi okundu. Ancak Başvekil Ali Fethi Bey Meclis’te olmadığı için tezkere hakkındaki izahat ve müzakere ertesi güne ertelendi.[96]

25 Şubat’ta Malatya’nın da idare-i örfiye sahasına dâhil edildiğine dair ikinci bir tezkere okundu.[97] Ardından Meclis’te bulunan Başvekil Ali Fethi Bey, İdare-i Örfiye ilan edilmesine sebep olan isyan hareketi hakkında geniş bir izahat verdi. İsyanın Piran’da başladığı gün olan 13 Şubat tarihinden 25 Şubat tarihine kadar olan gelişmeleri ve alınan askeri tedbirleri anlatan Ali Fethi Bey devamında, isyan hareketinin hangi sebeplerden dolayı ortaya çıktığını, isyancıların üzerinden çıkan vesikalara ve raporlara göre şu şekilde izah etti:

“Elde edilen bu vesaika nazaran ve maktullerin üzerinde bulunmuş olan bir mektuba nazaran, güya Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, o havalide sekiz yüz kişinin katline emir vermiş ve bu katil olunacak zevat arasında Şeyh Sait de bulunmakta imiş. Bu malumatı para mukabilinde elde etmiş ve bundan kurtulmak için zaten muzmer olan, mürettep olan isyanı şimdi yapmaya mecburum, bu isyandan maksadı da şeriatın temininden ibaret bulunuyormuş.

Diğer bir vesikada, alınan raporlardan birinde deniyor ki; hadisepadişahlık, hilafet, şeriat, Abdülhamid'in oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticakâr bir propaganda pûşidesi (örtüsü) altında Kürtçülüktür ve umumi olarak kabul edilebilir. Ancak bu, umumiyet içinde fiiliyat Piran'da vakitsizce infilak ettiği için, kuvvetsiz bulunan Piran, Lice, Genç muhiti havzasına mahsur kalmıştır.”

Ali Fethi Bey’in izahına göre; Kürdistan’da bir hükümet teşkil etmek için iki seneden beri cereyan eden fikir ve sözler bugün uygulamaya konulmuştu ve harici meselelerin halledilmeye başlandığı bir dönemde, dâhilde çıkan bu isyanın asıl birçok sebebi olabilirdi. Ancak asiler tarafından bu asıl sebepler halka söylenmiyordu. Halka “1300 yıldan beri tekâmül eden İslam dininin mahvolduğu ve İslam’ın yeniden ihyası için Cenab-ı Hakk’ın Şeyh Said’i görevlendirdiği” söylenmekteydi. Şeyh Said’in kendine mehdi süsü verdiğinin de vesikalardan anlaşıldığını bildiren Başvekil, olayda kullanılan argümanların Arnavutluk İsyanı ve 31 Mart Olaylarında da kullanıldığını ve isyana karşı alınan askeri tedbirlerin yanında kanuni bazı tedbirlerinde alınması gerektiğini, bu yüzden Meclis’e bir kanun teklifi verileceğini söyledi.

Ali Fethi Bey’in izahından sonra sözü Kâzım Karabekir aldı. Karabekir hükümetin beyanına göre idare-i örfiye ilanının gerekli olduğunu söyledikten sonra, “Bu sınırlı mütegallibenin (zorba takımı, derebeyler), harici teşvikatla bazı emellere nail olmak için, halkı dini tahrik ile idlal ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek, mevcudiyet-i milliyemizi tehlikeye sokanlar her türlü lanete layıktır.” diyerek hükümetin yapacağı kanuni değişikliğe destek verileceğini bildirdi. Ardından yapılan oylama ile Terakkiperver Fırkası’nın da desteğiyle idare-i örfiyenin ilanı kabul edildi.

Şubat tarihinde Ali Fethi Bey’in izahı ve sıkıyönetim ilanının kabul edilmesinden sonra Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesinin değiştirilmesi için Başvekâlet tarafından Meclis’e bir kanun teklifi verilerek müzakerelere geçildi.[98] Kanun değişikliği ile dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasete alet edenler Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kapsamına alınıyordu. Müzakereler uzun sürmedi ve büyük bir tartışma olmadı. Yalnız Karesi Mebusu Vehbi Bey, “Mukaddesat-ı diniyenin” ne olduğunun kayda geçmesini istedi. Buna karşı yine Karesi Mebusu ve daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı olacak olan Ahmed Süreyya Bey “Şer’in tespit ettiği ne ise kanunun kastettiği mukaddesat-ı diniyede bunların heyet-i umumiyesidir” diyerek cevap verdi. Ardından kanun teklifi oylanarak kabul edildi.[99]

Bu tarihten itibaren Anadolu’nun birçok yerinden isyanla ilgili telgraflar Meclis’e gönderilmeye başlanmıştı. 26 Şubat’ta Adana, Cizre ve Malatya’dan gönderilen telgraflar Meclis’te okundu. Telgraflarda “inkılâbı tehlikeye düşürecek irticaî hareketleri kökünden söküp atmak için Hükümet-i Cumhuriyenin ufak bir işaretine intizar edildiği” vurgulanmaktaydı. Meclis’te memnuniyetle karşılanan bu telgraflara Divan-ı Harp Riyaseti’nin uygun bir şekilde cevap yazması da kararlaştırıldı. İlerleyen günlerde Anadolu’nun birçok yerinden gelen benzer telgraflar Meclis’te okunmaya devam etti.[100]

Şubatta Elaziz vilayetinden Dahiliye Vekâleti’ne gönderilen iki mektup da Meclis’te okunarak memnuniyetle karşılanmıştı. Mektuplar isyancıların Elaziz’den çıkarılarak takip edildiğine dairdi. Bu arada söz alan Ergani mebusu İhsan Hamit Bey, isyancıların batıya doğru bir istila hareketine girişmelerine rağmen asıl hedeflerinin Diyarbakır’ı işgal ederek İngilizlerle irtibata geçmek olduğunu bu yüzden buranın savunulması için tedbir alınması gerektiğini söylemişti.[101]

Ancak aynı gün 26 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde Diyarbekir, Malatya ve Ergani’nin asilerin eline geçtiği yazılıydı. Aynı habere göre Diyarbekir ve Ergani valileri esir düşerken Malatya valisi geri çekilmeyi başarmıştı.[102] Aslı olmayan bu haber, 28 Şubat’ta çeşitli yerlerden isyanı kınamak için gönderilen telgrafların Meclis’te okunduğu sırada gündeme geldi. Ergani Mebusu İhsan Hamit Bey bu haberlere değinerek Cumhuriyet gazetesinde çıkan bu yalan neşriyatla ilgili Hükümetin ne tür tedbirlere başvuracağını sordu. Dâhiliye Vekili Cemil Bey de bu tür yayınlar hakkında kanuni takibat yapılması için teşebbüste bulunulduğunu söyledi.[103]

Hükümet Krizi ve Ali Fethi Bey’in Başvekâletten İstifası

Hükümetin isyan hakkında Meclis’i geç bilgilendirmesi rahatsızlıklara sebep olmuştu. Parti içerisindeki bir grup Fethi Bey’in hem isyana bakışını eleştiriyor hem de isyanın bastırılması için almış olduğu tedbirleri hafif görüyordu. Ali Fethi Bey’in isyanı irticai ve mahalli bir olay görmesine karşı parti içerisindeki bir grup; olayı planlı, genel bir karşı devrimin parçası olarak görmekte ve memleket genelinde sert tedbirler alınması taraftarıydı.[104]

Bu görüş ayrılıkları gölgesinde 2 Mart tarihinde yapılan CHF Grup toplantısında bir hükümet krizi ortaya çıktı. O ana kadar isyan bölgesinde ilan edilen idare-i örfiyenin, Hükümet üyelerinin ittifakıyla alındığı biliniyordu. Ancak toplantıda bu kararın dört muhalif oya karşı çoğunlukla alındığı ortaya çıktı. Böylece hükümet üyeleri arasındaki fikir ayrılığı gün yüzüne çıkmış ve tartışmalar yaşanmıştı. Tartışmaların büyümesi ve Ali Fethi Bey’e olan itimadın sarsılması üzerine Mustafa Kemal Paşa toplantıya çağırıldı. Tartışmalar sonunda Başvekâletten çekildiğini bildiren Fethi Bey; daha şiddetli tedbirlerle elini kana sürmek istemediğini, hükümetinin aldığı tedbirlerin yeterli olduğunu, ancak arkadaşlarının bu tedbirleri yeterli bulmadığını söyledi.[105]

Goloğlu, parti içerisindeki köktenci ve şiddet kanadının bu değişiklikle iki amaçları olduğunu söylemektedir. Birisi isyanın daha fazla büyümeden şiddetle bastırılması, diğeri ise Halk Partisi’nin içerisindeki ılımlı kesimin lideri olan Ali Fethi Bey’in bu isyanı bastırarak bir başarı elde etmesi halinde, iktidardan düşürülmesinin zorlaşacak olduğudur.[106] Ali Fethi Bey sadece Halk Fırkası içerisindeki ılımlıların desteğini almamış aynı zamanda isyana karşı gösterdiği tavırla Terakkiperverlerinde desteğini sağlamıştı. Esasen en başında Fethi Bey’in Başvekâlete getirilmesi yeni kurulmuş olan muhalefet partisi karşısında Halk Fırkası’nın çözülmesini önlemeye yönelikti. Ancak Ali Fethi Bey’in başvekilliği döneminde dahi partinin kontrolü kendi elinde değildi. Radikal gruptan olan Recep Peker’in Parti Genel Sekreterliğine devam ettirilmesiyle kontrol İsmet Paşa’nın, dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın elinde bulunmaktaydı.[107]

Ali Fethi Bey, 3 Mart tarihli Meclis görüşmelerinde çok kısa bir açıklama yaptı. Halk Fırkası’nın bir önceki gün yapılan toplantısında, dâhili siyasetten dolayı cereyan eden tartışmalarda hükümetin azınlıkta kaldığını, bu yüzden icra vekilleri heyetinin istifasını Reis-i Cumhur’a takdim ettiğini söyledi.

Bunun üzerine İstanbul mebusu Rauf Bey söz aldı. Ali Fethi Bey’in yeterince açıklayıcı konuşmadığını, birkaç gün önce Fethi Bey’in isyan hakkındaki izah ve alınan tedbirleri Meclis’in uygun bulduğunu söyledikten sonra, bu durumun dâhilde ve hariçte birçok yanlış düşünceyi doğurabileceğini söyleyerek, Meclis’in bu konuda daha fazla aydınlatılmasını istedi. Ancak Fethi Bey tartışmaları uzatmayarak “Başka verecek izahatım yoktur. Siyaset-i dahiliye hakkında cereyan eden müzakere neticesinde fırka hükümeti olmak dolayısıyla,fırkada Hükümet ekalliyette kalmıştır ve bunun üzerine vazifesine devam etmek imkânını göremediğinden Reis-i Cumhura istifanı vermiştir.” demekle yetindi. Fethi Bey yeni hükümet kurulana kadar görevi vekâleten yürütecekti.[108] İsyan karşısında yeteri kadar sert tedbirler almamakla suçlanan Ali Fethi Bey, istifasından bir müddet sonra milletvekilliğinden de istifa ederek Paris’e Büyükelçi görevi ile gitmiştir. Ahmed Süreyya Bey hatıralarında, Fethi Bey’in hadisenin vahim bir ihtilal mahiyetinde olduğunu bir türlü anlayamadığını, ilk gününden itibaren isyanın vaziyetini ve genişleme kabiliyetini anlayan ilk kişinin Mustafa Kemal Paşa olduğunu söylemektedir.[109]

Esasen Ali Fethi Bey başkanlığında kurulmuş olan hükümet henüz üç buçuk aylık bir hükümetti. Halk Fırkası’nın Grup İdare Kurulu’nda yapılan müzakerelerin ardından İsmet Paşa’nın Başvekâletten istifası sonrasında 22 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştu. Bu idare kurulunda yapılan tartışmalar önemlidir ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu kurulda söyledikleri birkaç ay sonra olacakları tarif eder niteliktedir. Esasen Mustafa Kemal Paşa, büyük komplo olarak nitelendirdiği ve memleket genelinde paşaların da içerisinde bulunduğu gizli bir yapılanmanın varlığından şüphe etmekteydi. Millî Mücadele’nin önemli paşalarının ordudan istifa ederek Meclis’e girmelerini de bu yapılanmanın bir adımı olarak değerlendiriyordu.[110] Mustafa Kemal Paşa bu kurulda yaptığı konuşmasında, memleket genelinde menfi tahriklerin son derece arttığından, çok yakında bir ihtilal olabilme ihtimalinden ve Cumhuriyet’in mevcut kanunlarla korunamayacağından bahsetmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın Halk Fırkası Grup İdare Kurulu’nun gizli toplantısında söylediklerini Avni Doğan şu şekilde aktarmaktadır:

“Efendiler! Sizi çok önemli bir meseleye karar vermek için topladım. Memlekette menfi tahrikât son haddini bulmuştur. İstanbul basını, TCF’nin dini siyasete alet eden propagandası şurada burada sinmiş olan mürtecilere cesaret vermektedir. Yer yer Cumhuriyet idaresi aleyhinde ağır isnatlar ve iftiralar yapılmaktadır. ‘Din elden gidiyor, aile hayatımız, binlerceyıllık geleneklerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız’ yolundaki propagandaların tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur. Benim görüşüme göre yakın bir zamanda bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.

Mevcut kanunlar, inkılâplarımızı ve henüz çok taze olan Cumhuriyetimizi korumaktan acizdir. Hele Birinci Türkiye BüyükMilletMeclisi’nin dağılışı sırasında Abdülkadir Kemali Bey’in Meclis’çe kabul olunan ‘Masuniyet-i Şahsiye Kanunu’ icra organının ve emniyet kuvvetlerinin elini kolunu bağlamıştır. Zabıta kuvvetlerimiz, suçlunun yakasına sarılamıyor. Bunu yapabilmek için bir süre kanuni formalitelere lüzum hissediyor. Bu durum fesatçılara cesaret vermektedir.”

“Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız. Bu durumu Başvekil ile inceledik. İsmet İnönü ufukta görünen tehlikeleri önlemek için icra organı ve zabıtayı takviye eden bazı kanuni tedbirlere müracaatın zaruri olduğu

kanaatindedir. Sizleri bunun için topladım. Soruyorum size büyük tedbirler alınmasına taraftar mısınız? Büyük Millet Meclisi bu kanunları kolaylıkla kabul eder mi?”[111]

Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın kurulda yaptığı bu konuşmasına rağmen kurulda bulunanlar iki noktada birleşmişti. Birincisi olağanüstü tedbirlere başvurmanın gerekli olmadığı, ikincisi ise inkılâbı korumak için tedbir almaya gerek olmadığı idi. Çünkü onlara göre, devrimler halk tarafından benimsenmişti. Bu karar üzerine Mustafa Kemal Paşa: “Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor. inşallah ben aldanmışımdır” diyerek İsmet Paşa’nın Başvekâletten istifa ederek Fethi Bey’in kabineyi kuracağını ifade etmişti. Fethi Bey’in kurduğu kabineye İsmet Paşa kabinesinden üç kişi alınmış olmakla birlikte kabine genel anlamda mutedillerden teşkil edilmişti. Ancak parti yönetimi hâlâ İsmet Paşa’nın elindeydi ve bu durum Fethi Bey hükümetinin geçici olduğu yorumlarına sebep olmuştu.[112]

Yukarıda söylediğimiz gibi 22 Kasım 1924’te kurulan Fethi Bey hükümeti uzun sürmedi. Birkaç ay sonra Mustafa Kemal Paşa’nın şüphelendiği ihtilal meydana geldi. mutedil hareket eden Ali Fethi Bey’in Başvekâletten istifası sonrasında Cumhuriyeti korumak için sert tedbirleri alacak olan İsmet Paşa hükümeti kuruldu.

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Kabulü

4 Mart 1925 tarihinde ilk olarak, Reis-i Cumhur’un Meclis’e gönderdiği tezkere ile Ali Fethi Bey’in Başvekâletten istifasının kabul edildiği ve yeni hükümet kurulana kadar vekâleten vazifesine devam edeceği bildirildi. Ardından ikinci bir tezkere ile Başvekâlete İsmet Paşa seçildi. İsmet Paşa hükümetin programını kısaca izah ettikten sonra yeni hükümet güvenoyuna sunuldu. Açılan müzakerede TCF üyelerinden Ali Fuat Paşa söz alarak memleketin hiç ümit edilmedik bir zamanda hükümet buhranı içinde kaldığını, birkaç gün önce Meclis’in Fethi Bey hükümetine güvenoyu verdiğini ve bu değişikliğin nedeninin açıkça münakaşa edilmemesi halinde yeni hükümete güvenoyu veremeyeceklerini söyledi. Ali Fuat Paşa’nın, konuşmasında üzerinde durduğu iki husus vardır. Birisi isyan hadisesinin hükümetin düşmesine sebep olduğunu zannetmenin doğru olmadığıdır. Diğeri ise asileri cezalandırırken, milletin hukuk ve hürriyetini sınırlayacak ve baskı altına alacak tedbirlere başvurulmaması gerektiğidir.

Ali Fuat Paşa’dan sonra tekrardan kürsüye gelen İsmet Paşa, memleketin huzuru için seri ve tesirli tedbirlerin alınması gerektiğini söyledi ve “Memlekette yalnız hadisatın ifnasını (yok etme) değil, bütün memlekette hadisat-ı muhtemeleye karşı behemehal seri ve müessir tedâbir-i mahsusa alacağız” diyerek, yeni hükümetin alacağı tedbirlerin isyan bölgesiyle sınırlı kalmayacağını vurguladı. Ardından yapılan oylama ile 23 redde karşı 153 kabulle hükümet güvenoyu aldı.[113] 4 Mart tarihinde Hükümetin güvenoyu alması ardından İsmet Paşa, Takrir-i Sükûn hakkında kanun tasarısını Meclis’e sundu.[114] Kanun tasarısı Adliye Encümenine sevk edildi ve encümende kısa bir süre görüşüldükten sonra tasarı aynen kabul edilerek acilen müzakereye açıldı. Adliye Encümeni azalarından olan Feridun Fikri Bey ve Osman Nuri Bey bu kanuna muhalif olduklarına dair şerh düşmüşlerdi.

Kanun teklifinin müzakereye açılmasıyla Gümüşhane Mebusu Zeki Bey usule dair söz isteyerek Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 26’ncı maddesine göre idam hükümlerini Meclis’in icra edebileceğini, bu yüzden teklif edilen bu kanunla Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun taban tabana zıt olduğunu ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun bu maddesinin değişmesinden sonra bu kanunun müzakeresine başlanabileceğini söyledi.

Dersim Mebusu ve Adliye encümeni azasından olan Feridun Fikri Bey de bu kanunun körü körüne Meclis’e getirildiğini ifade ederek, kanun teklifinin tamamına karşı çıktı. Feridun Fikri Bey’in üzerinde durduğu birkaç nokta vardı. Birisi bu kanunun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun “Masuniyet-i şahsiye” (kişi dokunulmazlığı) ile alakalı 70. maddesine aykırı olduğuydu. Feridun Fikri Bey’e göre teklif edilen bu kanunla her çeşit siyasi faaliyetler, neşriyat vesaire hürriyetlerle ilgili olan bütün faaliyetler doğrudan doğruya hükümetin takdirine, idaresine ve denetimine bırakılmaktaydı. Ayrıca hükümet müphem birtakım tabirlerle herhangi bir mevhumu irtica kavramı içine dâhil edebilir, hatta insanların zihninden geçen fikirleri bile bunun kapsamına alabilirdi. Feridun Fikri Bey, kanunda geçen huzur, sükûn ve emniyet kelimeleri üzerinde durarak, bunların nereden başlayıp nerede bittiği bilinmeyen mefhumlar olduğunu, dünyada bütün keyfî hükümetlerin bütün yanlış hareketlerini bu mefhumlar üzerinden gerçekleştirdiğini ifade etti ve son olarak cümlelerini şöyle bitirdi: “Heyet-i Celileniz böyle adeta şüphe kanunu mahiyetini tazammun edecek bir suret, bir hareket ve nev’an-ma (bir dereceye kadar) idare-i örfiyeyi bile hafif bıraktıracak bir surette bir harekette bulunmak Teşkilât-ı Esasiye, Cumhuriyet ve Hâkimiyet-i Milliye ruhuna münafidir. Bendeniz bu kanunun heyet-i umumiyesinin reddini teklif ediyorum.”

Kanuna karşı çıkan Kâzım Karabekir Paşa ise kanunla ilgili olarak şunları söyledi: “isyan hadisesine karşı hükümetimizin her türlü kanuni icraatına taraftarız. Fakat muayyen hadise karşısında milletin hukuk-ı tabiiyesini tazyike matuf olacak icraatlara katiyen taraftar değiliz. Huzur-ı âlinize getirilen kanun gayrı vazıh ve elastikidir. Eğer bu kabul edilirse, buna istinaden Teşkilât-ı Esasiye’mizin ruhundan doğan siyasi taazzuvlar ve bunların faaliyetini tahdide veyahut matbuatı tazyike teşebbüs edilirse, halk hâkimiyeti tenkis edilecek demektir. Çünkü artık milletvekillerinin sadaları dahi bu kubbe altından harice çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir şeref değildir” Bununla birlikte Kâzım Paşa, eleştirilerini İstiklal Mahkemelerine de yöneltti. İsyana karşı kanuni icraatlara taraftar olduğunu ancak İstiklal Mahkemelerinin, İstiklal Harbi zamanında yapılması lazım gelen mahkemeler olduğunu, artık tarihe karışmaları gerektiğini ifade etti ve söylerini şöyle bitirdi: “İsmet Paşa Hazretleri eğer İstiklal Mahkemelerini ıslahat aleti zannediyorlarsa pek ziyade yanılıyorlar.”

Teklif edilen kanun hakkında yapılan bu muhalif konuşmalardan sonra, Yozgat ve İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde görev yapmış olan Konya Mebusu Refik Bey; Feridun Fikri Bey ve Kâzım Paşa’ya hitap ederek: “Kanuna muhalefet edenler beyhude telaş ve endişe içerisindedirler. Teşkilât-ı Esasiye ile emniyet altına alınan hukuk-ı amme-i millet ve milletin hâkimiyeti, bu kanunun kabulüyle sıyanet edecektir.” diyerek bu kanun ile hakimiyet-i milliye ve Cumhuriyet’in korunacağını ifade etti.

Rauf Bey de bu kanun teklifine karşı çıktı. Rauf Bey, Genç İsyanı ile Cumhuriyet’in tehlikede olduğunu kabul etmeyerek, Cumhuriyet’in ve hakimiyet-i milliyenin bir takım mütegallibenin (zorba takımı, derebeyler) meydana getirdiği isyan ile yıkılacağına ihtimal vermenin kalbî bir zaaf olacağını ifade etti. Ayrıca İstiklal Muharebeleri zamanında en çetin hadiseler karşısında, Meclis’in Teşkilât-ı Esasiye’ye muhalif bir harekette bulunmadığını, bu hadise karşısında da Kanun-i Esasi’nin ihlal olunmaması gerektiğini söyledi.

Kanuna karşı çıkanlar arasında Sivas Mebusu Halis Turgut Bey de vardı. Halis Turgut Bey, olayı geneli kapsamayan ve Kürtçülük peşinde koşan bir kısım zavallının başlattığı bir hareket olarak tanımlayarak, hadisenin böyle sınırlı bir olayken, vatanın diğer kısımlarına genişler ihtimali ile hareket edilmesini Türk milletinden şüphe etmek anlamına geleceğini söyledi. Devamında “Bir yangın söndürülürken Türk Milletinin hukuk-ı tabiiyeleri tahdit edilmemelidir” dedi. Ayrıca Halis Turgut Bey kanunun iki sene devam edeceğine dair olan maddesini de eleştirmiş ve “Bu hadise daha iki sene mi yaşayacak? Efendiler! Türk milleti hiçbir zaman kendi hayatına, hâkimiyetine taalluk eden bu gibi fesada hiç bir zaman meydan vermeyecek, derhal bastıracaktır.” demişti.

Daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi azalarından olacak olan Bozok Mebusu Avni Bey ise kanun teklifini savunarak şunları söyledi: “Bazı arkadaşlar endişelerini belirterek bu kanunun Teşkilât-ı Esasiye ile bir tezat teşkil ettiğini söylüyorlar. Teşkilât-ı Esasiye’nin hukuk-ı amme faslını kapatacağını söylüyorlar. Hukuk-ı amme denilen şey isyan çıkarmak mıdır, ihtilal midir ki, bu kanun çıkarıldığı zaman bu haklar ihlal olsun, kanun sakıt olsun. Kanun isyana, irticaa,fesada ve nizam-ı ictimaiyi mumil harekâta bir mania teşkil ediyor....Bu milleti sükûna ve huzura götürmek içindir. Adı üzerindedir. Takrir-i Sükûn Kanunu’dur.... Bu namussuzların ve memlekete kundak sokmak isteyenlerin korkacağı bir kanundur.”

Kanuna karşı yapılan eleştirilerin merkezinde çıkarılan kanunun Teşkilât-ı Esasiye’ye aykırı olduğu ve bu kanun ile birçok hürriyetin kısıtlanacağı bulunmaktaydı. Ayrıca isyan karşısında alınacak tedbirlerin isyan sahası olan Genç vilayeti ile sınırlı kalmayacağı endişesi hâkimdi. Bu konuda Muş Mebusu İlyas Sami Bey’in açıklamaları dikkate değerdir. İlyas Bey bu hadisenin Genç’le sınırlı olmadığını anlatırken Şeyh Said’in maceraya atılacak veya siyasi bir fikre alet olarak bu işe kalkışacak bir kişi olmadığını, bin türlü tahrikle ancak yerinden hareket edecek bir kişi olduğunu söylemişti. Ona göre buna “Genç İsyanı” demek irticai mahiyette olan ve umum memleketin afakında görülen asıl fesadı görmemek anlamına geliyordu.

Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey de uzun bir konuşma yaptı. Konuşmasında özellikle İstanbul basınına yüklendi ve hadise üzerinde İstanbul basınının etkilerinden söz etti. Recep Bey, İstanbul basınının yapmış olduğu yayınlarla Türkiye’de devlet, hükümet, Meclis yoktur havası estirerek memlekette devletin nüfuzunu tahrip ettiğini ve bu teşebbüslerin vatanın bir kısmında başarılı olduğunu ifade etti. Ayrıca Takrir-i Sükûn Kanunu’yla ilgili şunları söyledi: “Emniyet-i umumiyeyi masun bulundurmak için, o emniyet-i umumiye sahasında icra-yı tahribat etmekte olan zehirli yılan yuvalarını kanun vasıtasıyla -asla başka vasıta ile değil- vazı-ı kanun olan bu Meclis-i Âli’nin vereceği karar ile ve kuvve-i müeyyidesi olarak vücuda gelecek olan kanun vasıtasıyla tahrip etmek lazım değil midir? Görülecek zehir ve yılan yuvaları tahrip edilmedikçedir ki, ihlâl edileceğinden şikâyet edilen emniyet-i umumiyeye; vatanın ve milletin istiklâl, salâhı, saadet ve istikbali suret-i katiyede tahtı tehlikede bulunmaktadır ....Efendiler! Takip edilmek istenilen ve demin arz ettiğim yılanlar ve zehirli yuvalardır. Mülevves noktalar ve köşelerdir. O köşeleri kanunun kudret ve kuvveti ile dezenfekte ve tathir salâhiyeti olmaksızın bu memleketin idaresini bizim hükümetimiz deruhte etmek mevkiinde değildir.”

Kanunun lehinde konuşan Adliye Vekili Mahmut Esat Bey de kanunu eleştirenlere cevap verdi. Öncelikle Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, Teşkilât-ı Esasiye’ye aykırı olduğunu söyleyen ve Fransa’daki “Şüpheliler Kanununa” benzeten Feridun Fikri Bey’e cevap vererek “Şüpheliler Kanunu’nun mahiyeti başka idi; bu, o kanun değildir. Bu, hükümetin mühim ve müşkül anlarda polis vazifesini tevsi eden bir kanundur. Üst tarafı mahkemelere aittir” dedi. Ardından Kâzım Karabekir ve Rauf Bey’in bu kanunun hangi açıdan Teşkilât­ı Esasiye’ye aykırı olduğunu açıklamalarını istedi ve Kâzım Karabekir’in sözüne “Memleketi anarşi içinde bırakmak da ne Büyük Millet Meclisi’ne ne de onun hükümetine şeref değildir” diyerek karşılık verdi..

Mahmut Bey’in suali sonrasında Rauf Bey kanuna neden karşı olduğunu biraz daha izah ederek şöyle cevap verdi: “Devletin polisi, mehâkimi, jandarması, memurin-i nizamiyesi ile diğer aksamı, ifa-yı vazife edemeyecek bir halde midir ki, orada böyle fevkalâde bir tedabir ittihazına ihtiyaç gördüler? işte nokta-i nazar ihtilâfımız bundan ileri geliyor. Yoksa bu memlekette en ufak birfesat karıştıracak herhangi bir muharrikin, en şiddetli ve kanuni cezaya maruz kalmasını, ben de Mahmut Esat Bey kadar arzu ederim. Fakat arkadaşlar tekrar ediyorum ki, Takrir-i Sükûn Kanunu denilen bu kanunun sükûnsuzluk getireceğinden şüphe ediyorum, endişe ediyorum, (endişe etmeyiniz sesleri) işte maruzatım bu noktadandır.”

Daha sonra kürsüye gelen Başvekil İsmet Paşa: “Kanun, Teşkilât-ı Esasiyenin hududu dâhilinde, memlekette tedabir-i nâfia cümlesinden asarı nafia vücuda getirecek bir kanun mahiyetindedir..İstiklal Mahkemesi de bir vasıtadan ibarettir. Emniyet ve asayişin ve huzur ve sükûnetin muhafazası, milletin her türlü kanunlardan beklediği ilk ve başlıca bir vazifedir ki, bu hususta hiçbir tedbiri ihmal etmemek mecburiyeti katiyesi karşısındayız.” dedikten sonra; Kazım Karabekir’e hitapla: “Yalnız bir şey sorayım; bana ıslahattan bahsederken, bu memlekette ıslahat fikirleri, teceddüt, terakki fikirleri ahlâksızlıktır diye bar bar bağırırken, muhalefet erkânı niçin bir tek kelime söylemediler. (Tasdik ettiler sesleri) (Alkışlar) Şimdi muhalif bir vaziyet alan arkadaşların, söz söylemek lazım geldiği zaman söz söylememeleri bir manayı haizdir” dedi.

İsmet Paşa’nın sözlerine karşı Kâzım Paşa kanuna karşı olma gerekçesini tekrardan şu şekilde izah etti: “işte efendiler! Bizim endişemiz böyle elastiki ve böyle her şeye cezbedilebilir ve istenildiği şekle sokulabilir bir kanunla, hakk-ı hürriyeti tahdit etmemek içindir. Binaenaleyh bu kanunun kabulüyle, matbuat memleketimizde tamamıyla takyit edilmiş olacaktır. (Asla sesleri) inşallah öyle olur ve muhalefet erkânına karşı veyahut herhangi biryerde siyasi taazzuvlara karşı zan ve vehimlerle birçok icraata kıyam edebilmek daima muhtemeldir. Ben şunu arz ederim ki: Bilhassa İsmet Paşa Hazretleri’ne, yirminci asırda zan ve vehimle millet idare edilemez. (Sağdan alkışlar) ”

Kâzım Paşa’nın sözlerinde sonra tekrardan kürsüye gelen Recep Bey, İstanbul basınına yeniden yüklenerek bu kez Kâzım Karabekir ve bazı arkadaşlarının bir zamandan beri İstanbul basınıyla aynı fikirleri, aynı tarzda mütalaa etmekte olduklarını söyledi. Müzakerelerin tamamlanmasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu 122 kabul, 22 ret ile kabul edildi.[115]

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden sonra Hükümetin, bu kanuna dayanarak yaptığı ilk uygulama; 6 Mart tarihinde Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Orak-Çekiç, Sebilürreşat gazete ve mecmualarını kapatmak oldu.[116] 11 Mart tarihli Meclis oturumda Erzurum Mebusu Rüştü Paşa bu gazetelerin neden kapatıldığına dair Dâhiliye Vekili Cemil Bey’e bir soru yöneltti. Rüştü Paşa, kanunların geçmişe dönük olamayacağını söyleyerek bu gazetelerin Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden sonra bu kanuna aykırı hangi hareketlerinden dolayı kapatıldığını sormuştu. Ayrıca hükümetin kendine muhalif ve hoşuna gitmeyen gazeteleri kapatarak ifade ve basın hürriyetini ihlal etmiş olacağını da vurgulamıştı. Cemil Bey ise cevabında kısaca gazetelerin Takrir-i Sükûn Kanunu’na aykırı hareketlerinden dolayı kapatıldığını söyledi.[117]

İstiklal Mahkemelerinin Kurulması ve Mahkeme Heyetinin Seçilmesi

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden hemen sonra bu kez “Harekât-ı askeriye mıntıkasında ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi kurulması hakkında” Başvekâlet tezkeresi okunarak müzakereye geçildi.[118] Bu defa müzakereler çok uzun sürmedi. Muhalif vekillerden Feridun Fikri Bey tezkereye itiraz ederek isyan bölgesinde kurulacak olan mahkemenin, idam kararlarını Meclis’e tasdik ettirmeden infaz etmesinin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu belirtti. Onun itirazına karşı daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi’nin savcılığına seçilecek olan Ahmet Süreyya Bey cevap vererek herhangi bir ayrılığın olmadığını söyledi. Müzakerenin ardından iki İstiklal Mahkemesinin kurulması kabul edildi.[119]

4 Mart 1925’te kurulma kararı verilen İstiklal Mahkemelerinin üye seçimleri 7 Mart’ta yapıldı. Gizli oy sistemi ile yapılan seçimlerde her bir mahkeme için bir reis, bir savcı, biri yedek olmak üzere üç adet üye seçilecekti. 7 Mart’ta yapılan ve 146 kişin katıldığı aza seçimlerinde Şark İstiklal Mahkemesi Reisliğine 126 oy alan Hacim Muhittin Bey (Giresun), Müddei-i Umumiliğine 124 oy alan Ahmet Süreyya Bey (Karesi), Mahkeme Azalıklarına ise 123 oy alan Ali Saib Bey (Kozan), 125 oy alan Avni Bey (Bozok) ve 122 oy alan Lütfi Müfit Bey (Kırşehir) seçildi. Ancak Mahkeme Reisliğine seçilen Hacim Muhittin Bey sağlık sorunlarını sebep göstererek Mahkeme başkanlığından istifa etti ve bu konudaki telgrafı 12 Mart tarihinde Meclis’te okundu. Bu istifanın ardından 16 Mart’ta Mahkeme Reisliği için yeniden seçim yapıldı ve 106 kişinin katıldığı seçim sonrasında Mazhar Müfit Bey 87 oy almasına rağmen nisab-ı müzakere olmadığı için seçim başka bir celseye ertelendi. Ertesi gün yapılan ve 117 kişinin katıldığı seçimde yeniden Mazhar Müfid Bey 97 oy alarak Mahkeme Reisliğine seçildi. Böylece göreve başlayacak olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin ilk üyeleri belirlenmiş oldu. Ancak görev süresi iki yıl devam edecek olan Mahkeme’nin üyeleri zaman içerisinde değişikliğe uğramıştır. Çeşitli zamanlarda Şark İstiklal Mahkemesi Heyetinde görev alan ve bu çalışmanın ikinci bölümünde biyografilerine yer verilen mahkeme üyeleri şunlardır:

Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Reis)

Karesi Mebusu Ahmed Süreyya Bey (Savcı) (Hukukçu)

Kozan Mebusu Ali Saib Bey (Aza-Reis) (Asker)

Bozok Mebusu Avni Doğan Bey (Aza) (Mülkiye Memuru)

Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit Bey (Aza) (Asker)

Hacim Muhittin Bey (Reis) (Mülkiye Memuru)

Erzincan Mebusu Abdülhak Bey (Savcı Muavini) (Asker-Hukukçu)

Kocaeli Mebusu İbrahim Bey (Aza) (Asker)

Asilerin Diyarbekir Saldırısı

Ankara’da bu gelişmeler yaşanırken 7 Mart’ta Diyarbekir asiler tarafında kuşatılmıştı. Asiler şehrin dört kapısından birden saldırıya geçtiler. Şiddetli çarpışmalar sonrasında asilerin bir kısmı şehre girmiş olmasına rağmen 8 Mart sabahında bozguna uğrayarak çekilmek zorunda kaldılar. Bu, isyancıların almış olduğu ilk önemli yenilgi idi.[120] İsyancılar 11 Mart’ta tekrardan Diyarbekir’e saldırmak istemişlerse de başarılı olamadılar. Diyarbekir saldırısı ve sonrasında yaşanan bazı gelişmeler Şeyh Said tarafından şu şekilde anlatılmaktadır:

Osmaniye’nin isyancılar tarafından işgal edilmesinden sonra şehre giren ve iki gece kalan Şeyh Said, Piraliyan’a hareket ederken kendisinden ayrılıp Diyarbekir’in doğusuna giden kuvvetlerinin batısındaki Eğil, Piran ve Deşgevran ahalisinden oluşan kuvvetin yanına yetişmek ve batıdan yapılacak harekâtı idare etmek için Şerbeti karyesine gitti. Oradan da Tepe, Simaki yoluyla doğu mıntıkasındaki kuvvetlerinin yanına geçti. Şeyh Said’in ifadesinde söylediğine göre, doğu ve batı kuvvetleri toplamı üç bin kadardı.

gece Simaki’de iken Diyarbekir’in, dört kapıdan hücum edilerek işgal edilmesi ve hareketin gece alaturka saat sekizde başlaması kararlaştırılmıştı. Ancak acele edilerek müsademe saat ikide başladı. Neticede başarısız olan asiler müsademe sabahı geri çekilmeye mecbur oldular. Saldırıda yüz yirmi kadar asi şehre girmeyi başarmıştı. Bu kişilerin akıbeti hakkında her hangi bir bilgi alamayan Şeyh Said, geri çekilmelerinin ardından isyancılara evlerinde altı gün kalmak üzere izin verdi ve kendisi de Karaz mıntıkasına gelip orada beş altı gün kaldı.

Şeyh Said batı cihetindeki Tilham karyesinde bulunduğu esnada izin verdiği isyancılar sekiz gün sonra tekrar yanına geldiler. İsyancılar o sırada Lice ve Siverek yollarını tutmuşlarsa da Mardin yolu açık olduğundan ve askerler oradan Diyarbekir’e gelmekte olduğundan; Şeyh Said bu yolu tutmak üzere asilerle birlikte Dengecük, Çapar, Toluluk, Sakiri, Hacıleylek, Gözalan, Karakilise köylerine gitti. Burada Siverek tarafından milis ve yüz atlı nizamiye askerinin geldiğini haber almaları üzerine bu cepheye üç yüz kişilik bir kuvvet gönderdi. Yapılan müsademe neticesinde askerleri bozguna uğratan asiler milis Zazalardan seksen esir alarak döndüler. O sırada Çaksor karyesinde bulunan Şeyh Said esirlere vaaz ederek onları terhis etti.

Diyarbekir’den dışarı çıkan askerlerin taarruza başlamaları ve Aşağıtil Dağı’nı tutmaları üzerine asiler Yukarıtil’de dayanamayıp geri çekildiler. Asilerin o gece taarruz için yaptıkları hazırlıklar, havanın muhalefeti dolayısıyla akamete uğradı ve kuvvetlerin köylere dağılması sebebiyle Şeyh Said de oradan çekilerek Karakilise’ye geldi.[121]

Askerî Harekât ve İsyanın Bastırılması

24 Şubat tarihli Meclis görüşmelerinden sonra Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü’nde Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İkinci Başkan General Kazım ve İnönü ile birlikte isyanın bastırılmasına yönelik askerî tenkil planını hazırladı. Plana göre isyan bölgesi kısa süre içinde sarılacak; Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbekir ve Mardin üzerinden askerî birlikler sevk edilerek tenkil planı uygulanacaktı.[122]

23 Şubat’tan itibaren alınmaya başlanan askeri tedbirler sonrasında Şeyh Said 7 Mart Diyarbekir saldırısında ilk önemli mağlubiyetini aldı ve geri çekilmeye başladı. Ancak asilerin diğer cephelerde saldırıları devam etmekteydi. 12 Mart’ta Varto asilerin eline geçti. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza 11 Mart’ta Hınıs’a, Koçuşağı aşireti ise 20 Mart’ta Çemişgezek’e saldırdı, ancak her iki saldırı da başarılı olamadı. Silvan ise 25 Martta asilerin eline geçmişti.[123]

Seferberlik ilanı ile birlikte ordu birlikleri hızlı bir şekilde Erzurum, Mardin, Diyarbekir ve Malatya bölgelerinde yığınak yapmaya devam etmekteydi. Bu arada Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 9 Mart tarihinde yayınladığı beyanname ile hareket ordusunun hazırlıklarını tamamladığını duyurdu. İsyana katılanların şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını söyleyen ve bölge halkını ikaz eden Fevzi Paşa, beyannamede şöyle diyordu:

“Hareket ordumuz hazırlığını ikmal etmiştir. Birkaç güne kadar harekât-ı tedibiyeyi başlatması mukarrerdir. Tedibat gayet seri ve şedid olacaktır. Harekât-ı tedibiye yalnız asiler üzerine tevcih edilecek ve Hükümet-i Cumhuriyeye isyan etmiş olanlara şedid cezalar indirilecektir. Kiğı ahalisi gibi Cumhuriyet ’e sadakatlerini ve asilere muhalefetlerini fiilen izhar ve ispat edecek olan masum halkın bu şedid cezalardan masun kalması matluptur. Bu sebeple isyana fiilen muhalif olan köylerin derhal en yakın mülki ve askeri Cumhuriyet memurlarına müracaat ederek isyanla alakadar olmadıklarını ve gönüllü hizmete hazır bulunduklarını bildirmeleri lazımdır. Düşman parasıyla satın alınmış isyan rüesasının teşvik ve ifsatlarına bilerek kapılmış olan köyler ahalisinin dahi müşevvik ve müfsit isyan rüesasını derdest ve Cumhuriyet hükümetine teslim ettikleri halde bu gibi kandırılmış köyler halkı dahi kendilerini kurtarmış olur. Umumun malumu olmak üzere işbu beyanname mülki ve askeri bilumum Hükümet-i Cumhuriye memurları tarafından dâhilindeki en küçük köylere kadar ve her vasıtaya müracaatla derhal neşir ve ilan edilecektir. Keyfiyetin en uzak köylerin dahi haberdar olabilmesi için üç gün mühlet verilmiştir. Ordunun kati harekâta başlamasından evvel asi ve masum mıntıkaların iyice anlaşılması için işbu beyannamenin iblağ olunduğu mahaller Cumhuriyet’e irtibat ve sadakatlerini fiilen bildiren köyler serian Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine bildirilecektir”[124]

Beyannamede askeri harekâtın masum ahali ile bir alakasının olmadığı ve Cumhuriyet’e sadık olan köylerin bir an evvel hükümete gelerek sadakatlerini bildirmeleri isteniyordu. Yayınlanan bu beyanname tesirini gösterdi ve isyan sahasındaki birçok köy ahalisi hükümete müracaat ederek sadakatlerini bildirmeye başladı. Askeri harekât sırasında buna benzer beyannameler ordu tarafından tekrardan yayınlanmıştır. Bunlara birkaç örnek şöyledir:

Beyanname

Eşkıyanın takip ve tedibi sırasında haksızlık olmamak için Hükümet-i Cumhuriyemize bağlı ve sadık köylerin bir an evvel hükümete gelerek işbu sadakatlerini bildirmelerini Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisimiz Fevzi Paşa Hazretleri emir ve ilan buyurmuşlardır.

işbu emre binaen ben de tekrar diyorum ki hemen en yakın hükümet merkezine veyahut üzerlerine ve civarlarına yürüyen ordu kıtaatımızın kumandanlarına müracaatla sadakatlerini söylemeyen ve köylerinde (...?) olduğu halde haber vermeyen köyler eşkıya ile birleşmiş kabul edilecek ve haklarında asi muamelesi yapılacaktır.

Bunun için işitmedik, haberimiz yoktu gibi özürlerin artık kabul edilemeyeceğini ilan ediyorum.

Üçüncü Ordu Müfettişliği[125]

Beyanname

Harekât-ı askeriyede bulunan kıtaatımız kumandanlarının verdikleri raporlardan bazı köylülerin köylerini boşaltarak çekilmiş oldukları anlaşılıyor.

Hareket-ı askeriyenin ahali-i masume ile bir alakasının olmadığı tekrar tekrar ilan edilmiş,yine böylece bazı köylerin boşaltılması işbu köyler halkının şakilerle beraber olduğunu gösterdiğinden hemen yakılmalarının emir edildiği ve bundan böyle boşalmış görülecek her köyün de yine tamamen yakılacağı ilan olunur.

Üçüncü Ordu Müfettişliği[126]

ilan

Beşinci Kolordu Diyarbekir havalisindeki isyanı tenkil ve asayişi temin maksadıyla Diyarbekir havalisine gelmiş ve fırkalarıyla az zamanda isyanı şimale doğru tardetmiştir. Bimennihilkerim pek yakında bütün usatın teslim olmaları memuldür. Binaenaleyh bugünden itibaren her kimin yedinde silah, cephane, kılıç varsa Lice’ye ve Hani’ye ve sair civardaki kıtaatın en büyük kumandanlarına teslim ederek vesika alacaklardır. Ahalinin katiyen korkmamasını ve hükümete muti olan eşhasın evlat muamelesi göreceğini hatırlatırım. Silahını teslim etmeyen, yollardan gelip geçen asker ve ahaliye bir tek bile silah atan ve telgraf tel ve direklerini bozan köyler derhal ihrak edilerek ahali Divan-ı Harbe verilecektir. Ceza idama kadar gider.

Beşinci kolordu kumandanı

Naci

8 Nisan 341[127]

Yığınakların tamamlamasından sonra 26 Mart 1925 tarihinde ordu birlikleri Varto, Elazığ ve Diyarbekir istikametinden harekete geçti. Amaç asileri Çapakur, Genç ve Lice arasında sıkıştırarak yok etmekti. 31 Mart’ta Hani, 1 Nisan’da Silvan ve Lice, 5 Nisan’da da Palu ve Piran geri alındı. Asiler dağılmış durumda Genç istikametine kaçıyorlardı.[128]

Şeyh Said, Diyarbekir bozgunundan sonra asilerin geri çekilmesini de ifadesinde anlatmıştır. İfadesine göre, Diyarbekir bozgunundan sonra maiyetinde üç yüz kadar asi ile birlikte Karakilise’ye gelen Şeyh Said, bölgeyi tanımamaları, hava muhalefeti ve askerlerin şiddetli saldırıları sonucunda, bu bölgede tutunamayacaklarını anlayarak doğuya geri dönmeye karar verdi. Şeyh Said, maiyetindeki kuvvetleri askerlere karşı dağı tutmak maksadıyla Tilham ve Şehaban köylerine ve oradan da Deveboyun Gediği’ne göndermesine rağmen, isyancılar bozguna uğrayarak Karaz mıntıkasına çekildiler. Bu arada askerler saldırıya devam ederek bu mıntıkada Tilkan aşiretiyle çarpışıp bir süre bekledikten sonra, ertesi gün Tilkan köylerini yakarak Karaz ve Ağviran mıntıkasına geldiler. Asiler ise Ağviran mıntıkasından asker göndermişlerse de yine karşılık gösteremeyerek geri çekildiler.

Askerlerin Hani’ye yaklaştıkları sırada, Hani’ye yakın Kâban karyesinde bulunan Şeyh Said ve asiler, askere karşı cephe tutmak istemiş iseler de asilerin morali bozuk olmasından dolayı başarılı olamayıp Hançök Dağları’na firar etmeye karar verdiler. Askerler baskıya devam ederek Lice’yi aldıktan sonra Şeyh Said ve asilerin bulunduğu dağa yöneldiler. Asiler buna karşı bazı cepheleri tutmuşlarsa da bir sonuç alamadılar ve askerler Gözil Dağı’na geldiler. Şeyh Said ve asiler bu esnada tekrar yine cephe tutmak üzere teşebbüste bulunmuşlarsa da morallerinin bozukluğu sebebiyle teşebbüsleri sonuçsuz kaldı.[129]

Başvekil İsmet Paşa’nın İsyan Hakkında Meclis’i Bilgilendirmesi

İsmet Paşa 7 Nisan tarihinde yani göreve gelmesi ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesinden bir ay sonra, Meclis’te isyanla ilgili bir açıklama yaptı. İzahta öncelikle, asilerin ele geçirmiş oldukları yerlerden ve hükümetin işe başladığı zaman vaziyetin ciddi olduğundan, zan ve vehim üzerine hareket edilmediğinden bahsetti. Daha sonra başlatılmış olan askeri harekâtın henüz tamamlanmadığını, asilerin dağlık mıntıkalara çekildiğini ancak tamamen yok edilmediklerini söyledi. Ayrıca askeri harekâtın bitiminden hemen sonra hem isyan bölgesinde hem de dine dayanarak siyasi aldatmaların yapılmasına müsait olan yerlerde bu tür durumların önüne geçmek için idari ve adli tedbirlerin alınacağını bildirdi.[130]

İstiklal Mahkemesinin İsyan Bölgesine Gitmesi

Şark İstiklal Mahkemesi’nin kurulup üye seçimlerinin yapılması ardından, mahkeme heyetinin hazırlıklarını tamamlayarak görev yeri olan isyan bölgesine doğru hareket etmesi yaklaşık bir ay sürdü. Bu gecikme sebebiyle Başvekil İsmet Paşa 26 Mart’ta Meclis Başkanlığına yazdığı yazı ile Müdafaai-i Milliye Vekâleti’nin ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin İstiklal Mahkemesinin acele olarak harekete geçmesini istediğini bildirmişti. Nihayet mahkeme heyetinin ve görevli memurların bir kısmı 4 Nisan tarihinde Ankara’dan hareket etti. Ali Saib Bey Adana’da, Avni Bey de Konya’da kafileye katılacaklardı. Mahkeme Heyeti 6 Nisan’da Yenice istasyonuna vardı ve burada Adana Valisi tarafından karşılandı. Üç gün Adana’da kalan heyet, burada mahkeme kâtip kadrosunun eksiğini tamamladıktan sonra Adana-Güller-Gaziantep-Birecik-Urfa-Siverek üzerinden Diyarbekir’e gitmeyi kararlaştırdı.

Mahkeme Adana’da bulunduğu sırada, 7 Nisan tarihinde Diyarbekir vilayetine yazı yazarak, iki güne kadar Diyarbekir’e hareket edileceğini, mahkeme heyetinin çalışmaları için hükümet konağında altı odanın hazırlanmasını, muhakeme salonu için mükemmel bir kürsünün inşa edilerek ve diğer gereçlerin hazırlanmasını; hükümet konağında altı odanın bulunmaması halinde bu şartları haiz müstakil bir binanın tedarik edilmesini bildirdi. Bundan başka mahkeme heyetinin ikametleri için Alipınarı Mevkii’nde en az üç odalı üç hanenin kiralanması da talep edildi.[131]

Heyet 10 Nisan’da Adana’dan hareket etti ve aynı gün Gaziantep’e vardı. Bir gece orada kaldıktan sonra Birecik üzerinden 12 Nisan’da Urfa’ya varıldı. Mahkeme Urfa’da iken Mahkeme Savcılığına isyanla ilgili evraklar gelmeye başlamıştı. 12 Nisan 1925’te Urfa Mevki Kumandanlığı’ndan, İsyan Mıntıkası İstiklal Mahkemesi Müddei-i Umumiliği’ne yazılan iki adet yazı ile isyanla alakadar olan kişilerin ismi verilerek mahkemeye sevk edilip edilmeyeceği sorulmuştu. Savcılık ise aynı tarihte cevap vererek dosyaların Diyarbekir’e gönderilmesini istedi.[132]

Urfa’dan hareket eden heyet ve maiyeti aynı gün 12 Nisan’da saat ikide Siverek’e, akşam yedide ise Diyarbekir’e vardı.[133] Savcı aynı gün Meclis’e çektiği telgrafla, mahkeme heyetinin maiyetiyle birlikte Diyarbekir’e ulaştığını ve yarından itibaren vazifeye başlanacağını bildirdi. Bu telgrafa göre mahkeme heyetinin maiyetinde beş kâtip, dört zabıta memuru ve yedi şoför bulunmaktaydı. Mahkeme Reisi Mazhar Müfit de heyetin Diyarbekir’e vardığını ertesi gün Meclis’e çektiği telgrafla bildirdi.

Mahkeme heyeti, 13 Nisan’da İstiklal Mahkemesi için adliye binasında ayrılmış olan yeri görmeye gitti. Ancak Mahkemeye ayrılan binan durumunu beğenmeyen heyet, yakınlarda bulunan hükümet konağını gezerek Mahkemeye tahsis edilmesini istedi. İki gün içerisinde konak muhakeme için hazır hale getirilerek İstiklal Mahkemesine tahsis edildi. Aynı gün 7. Kolordu Kumandanlığı’na yazılan yazı ile “Mahkeme emrinde bulunmak üzere genç ve faal bir zabit kumandası altında, Türk askerlerden oluşan otuz kişilik bir müfrezenin” mahkeme emrine gönderilmesi istendi. Hazırlanan 30 kişilik müfreze 14 Nisan 341 tarihinde mahkeme emrinde göreve başladı.[134]

Mahkemenin Göreve Başlaması ve Yayınlamış Olduğu İlk Beyanname

12 Nisan 1925’te Diyarbekir’e gelen Mahkeme 13 Nisan’da yargı sahası dâhilinde bulunan on dört il ve iki kazada ki bütün halka hitaben bir beyanname yayınladı. Beyannamede suçsuz olanların veya zorla bu cereyana kapılanların mahkemenin adalet ve merhametine mazhar olacağı, ancak İnkılap ve Cumhuriyet’in ruh ve gayesini rencide edenlerin mahkemenin kahhar pençesinden yakasını kurtaramayacağı ilan edilmişti. Yayınlayan beyanname şöyledir:

Beyanname

Temsil Ettiği Büyük Millete

Türk inkılâb-ı meşkûrunun ve Türk Devlet-i Cumhuresinin en âli müessesesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile haiz olduğu mutlak salahiyet-i kazaiyesini (Ergani, Urfa, ... ilahir vilayetleriyle, Erzurum vilayetinin ... ve ..kazalarını) ihtiva eden vasi’ mıntıkada istimal ve icraya mezun Şark istiklal Mahkemesi, kendi daire-i kazası dahilinde bulunan bütün halka ber-vech-i âti hususatı beyan ve tebliğ eder.

İstiklal Mahkemesi devletin kavânin-i esasiyesi ahkâm-ı umumiyesinden mülhem olarak Türk Cumhuriyetini ve Türk Milletinin mutlak emniyet ve refahını idlal edecek veya Cumhuriyet ve inkılâp ruhuna zaaf irasına sebebiyet verecek en küçük fiil ve hareketi ve bu kabil ef’al ve harekâta her ne suretle olursa olsun iştiraki vatan ve millet mefhum-ı mukaddesi muvacehesinde a’zam ve eşna’-ı hıyanet addeder.

İnkılâp ve Cumhuriyet’in ruh ve gayesini rencide edenlerle bu kabil ef’al-i reddiyeyi ictisarda bir beis görmeyenler İstiklal Mahkemesinin mahz-ı kanun ve zat-ı adaletten aldığı kahhar pençesinden tahlis-i giriban edemezler.

Şark İstiklal Mahkemesi şedit fakat çok adil olan inkılâp ve Cumhuriyet kanunlarını tatbik ederken ruh-ı madeleti ve masum halka karşı adaletin en mülayim desatirini bir an için olsun nazardan dûr tutmaz.

Yukarıda yazılan (14) vilayet ve iki kaza dâhilinde bulunan ve bu mıntıka haricinde bulunup veya bundan sonra bu mıntıka haricine çıkıp da Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan bütün Türk vatandaşları emin olmalıdır ki kendi ruhunda vatan ve millete karşı ihanet ve mücrimiyet hissi duymadığı ve her hangi bir cürme mürettip ve âmil veya şerik olmadığı halde cebir ve ikrah veya hile ve desâis ile hah ve nâ-hah bazı cereyanlara kapılmış ve bilahare izhar-ı nedamet etmiş münfail insanlar mahkemenin kanununa müstenit ve ondan müstahrec olan adalet ve merhametine mazhar olacaktır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Şark istiklal Mahkemesi’nin saha-i mesaisini aydınlatan şems-i adalet ve hükümlerinin mesnedi Cumhuriyet kanunlarının sarih ve pür-hayat ahkâmıdır.[135]

Aynı tarihte bu beyannamenin haricinde savcılık tarafından, gerekli makamlara bir tamim (genelge) daha yazılarak Şark İstiklal Mahkemesi’nin bakacağı davaların ne gibi suçlarla sınırlı olduğu açıklanarak, bu tür suçlardan dolayı tutuklu olanların dosyalarıyla birlikte İstiklal Mahkemesi Savcılığına gönderilmesi istendi. Bundan sonra 14 Nisan’da Diyarbekir’deki Divan-ı Harplerden gönderilen bazı evrakların savcılık tarafından alınmasıyla mahkeme fiilen yargılamalarına başladı.[136]

Mahkemenin yargılamalarına başladığı bu tarihlerde önemli gelişmeler de meydana gelmişti. İsyanın baş tertipçisi olarak görülen ve daha önce tutuklanarak Bitlis Divan-ı Harbi tarafından yargılanan Cibranlı Halid, Yusuf Ziya, kardeşi Teğmen Ali Rıza, Faik Bey ve Molla Abdurrahman 14 Nisan’da idam edildi. 15 Nisan’da ise Kürt Teali Cemiyeti eski Reisi Seyyid Abdülkadir İstanbul’da tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbekir’e gönderildi. Ayrıca aynı gün isyanın lideri Şeyh Said, Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde Binbaşı Kasım Bey tarafından tutularak hükümet güçlerine teslim edildi.[137]

Şeyh Said’in Yakalanması

Askeri harekâtın başlamasından sonra isyancılar büyük darbe alarak dağılmışlardı. Bu durum karşısında Şeyh Said orduya karşı koyamayacağını anlamış ve birkaç hizmetçisiyle beraber Menaşküt’e gitmişti. Şeyh Said, orada Şeyh Abdullah, Kasım Bey ve birkaç kişi ile müzakerede bulunarak geri çekilme planı yaptı. Toplantıda Varto istikametinden çekilip Fırat’ı geçerek Muşlu Nuh Bey’in yanına sığınıp duruma göre hareket etmeye karar verildi. Bu karar üzerine harekete geçen ve geri çekilmeye başlayan Şeyh ve yanındakiler Melhemlü köyünün ilerisindeki bir tepeye geldiklerinde tekrar müzakerede bulunarak Nuh Bey’in yanına gitmekten vazgeçtiler. Kaçamayacaklarını anlayan asiler Varto’da Osman Nuri Paşa’ya teslim olmaya karar verdiler. Ancak Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nün önüne geldikleri zaman Şeyh Said teslim olmaktan vazgeçti ve kendi başına kaçmaya karar verdi. Şeyh Said’in bu niyetini anlayan Binbaşı Kasım Bey ve adamları ona mani oldular. Esasen Kasım Bey Osman Nuri Paşa’ya hitaben bir mektup yazarak teslim olacaklarını bildirdi. Bir süre sonra askerler gelerek Şeyh Said ve yanındakilerini teslim alarak önce Çarbuhur’a sonra da Varto’a merkeze Osman Nuri Paşa’nın yanına götürdüler.[138] Böylece 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’da başlayan isyan, Şeyh Said’in 15 Nisan 1925’te Abdurrahmanpaşa Köprüsü üzerinde yakalanması ile son buldu.

Şeyh Said, Savcı Ahmed Süreyya Bey tarafından alınan ifadesinde yakalanmasını şöyle anlatmıştır:

“...Fakih Hasan’ı ric’at zamanı çağırmıştım. O da geldi. Fakat bizimle iki gece kaldı. Biz de ric ’at ediyorduk. Dar ahini ’yi terk ettik. Biz savuştuk. Ona: ‘Sen ne yapacaksın, ben Menaşküt’e doğru gideceğim’ dedim. O da bana ‘Ben teslim olacağım’ dedi. Ben de ‘Eslah odur’ dedim idi. Menaşküt’e gittiğimde fikrimiz Suluk (Muş) Köprüsü’nden savuşup Nuh Bey’in yanına gitmekti. Yahut Varto’dan Murad’ı geçip Hasenanlı Halid Bey’in yanına savuşmayı düşünüyorduk. Kasım Bey de zahirde öyle söylüyordu. Fakat bâtında Osman Nuri Paşa’ya kâğıt yazdığını ve ailesini gönderdiğini sonra kendisinden duymuştum. Bir defa da Muş tarafına gitmeye teşebbüs etmiştik. Karabegan köyüne kadar gittik. Bize kılavuz bulacak olan Mehmed Bey gelmedi. Yağmur vardı, vakit geçti. Gündüz de oldu, Girvas’a döndük. Yağmur çok yağdı, çamur pek çok idi. O gece Girvas’ta kaldık. Sabahısı Ceban’a gittik. Ancak ertesi sabah Ceban’a ulaştık. Oradan da geceyürüdük. Çarburuh tarafına vardık. Asker vardı. Lolan tarafından da görüldük. Onlar Kızılbaş’tır. Hükümete çete yazılmışlardı. Bize arkadan silah sıktılar. Biz ilerledik. Onlar da çok takip etmediler. O gece Ispahiyan köyünde kaldık. Ahalisi kaçmıştı. O gece tekrar kalktık.Melhemlü’ye gittik.Melhemlü, Şeyh Ahmed Asmahi köyüdür. O köyün karşısındaki tepede gündüzü geçirdik. O tepede teslim olmak meselesi zuhur etti. Şeyh Abdullah, ‘Ben teslim olurum, ben yapamam’ dedi. Kasım Bey de teslim olmak fikrinde idi. Ben evvela ‘Teslim olmam’ dedim ve bilahare ben de ‘Teslim olurum’ dedim. Bu niyet üzerine kalktık. Mağrip namazını kılıp Varto üzerine yürüdük ki, oradan altı saat uzaktır. Yolda karanlıkta birbirimizi kaybettik. Ben Abdurrahmanpaşa Köprü’süne geldim ki, henüz şafak ağarmamıştı. Orada kalbime bir şey sünuh etti ki, gidip teslim olmayayım. Vakıa her taraf da askerle tutulmuştu. Orada Kasım Bey bana ulaştı. Bu fikrimi anlayınca bana: ‘Efendi olmaz. Ben Osman Paşa’ya mektup yazdım ki müfreze göndersin, gelip bizi teslim alsın’ Ben ona: ‘Askerler beni öldürsün’ diyordum. O bana: ‘Olmaz’ diyordu ve beni teslime ikna ediyordu. Ve bana: ‘Olur ki affederler, ya sürgün ederler, belki necat yolu bulunur. Bu yolda ise beş dakika geçmeden telef olursun. Nerede ise telef olursun. Müfreze gelir ateş eder’ diyordu. Beni kandırdı, döndük. Müfrezeler geldi. Bizi ilk bulanlar Çarburuh askerleri idi. Çarburuh’a döndürdüler. Bizi orada bir odaya indirdiler, o sırada bizi Paşa telefona istedi, görüşüldü...”19

İsyanın bastırılması için başlatılan askerî harekât sırasında 3. Ordu Müfettişliği tarafından yayınlamış olan beyanname ile Şeyh Said’i canlı teslim edene 1000, ölü olarak teslim edene ise 700 madenî altının mükâfat olarak verileceği; ayrıca Şeyh Said’i teslim eden kişinin isyancılardan olması halinde de, aynı mükâfatla ödüllendirilerek affedileceği ilan edilmişti. 3. Ordu Müfettişliğini yayınladığı beyanname şöyledir;

Beyanname

Masum ahaliyi iğfal ile İslam’ı yekdiğeri aleyhine tahrik eden Şeyh Said’in halkı ızrar ve perişan ederek kuvâ-yı tenkiliye önünden firarla ötede beride saklandığı istihbar kılınan merkum Şeyh’i hayyen derdest edene bin madeni altın, meyyiten getirene yedi yüz madenî altın mükafaten verileceği gibi, bunu hayyen ve meyyiten getirecek olanların Şeyh’in avane ve müştereklerinden olduğu takdirde mev’ud mükafat verilmekle beraber aynı zamanda (...?) maddesi mucibince affolunacağı ilan olunur.

Üçüncü Ordu Müfettişliği[139] [140]

Bu beyanname sonrasında Şeyh Said’i yakalayarak hükümet güçlerine teslim eden kişi Şeyh Said’in akrabalarından olan ve Şeyh, Menaşküte’e geldiği vakit geri çekilme planı hakkında müzakerelerde bulunduğu Binbaşı Kasım Bey olmuştur. Kasım Bey müdafaasında bu yakalanma olayını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Onun anlatımına göre - kısmen günümüz Türkçesiyle- olay şöyle yaşanmıştır;

“Varto’dan ayrıldığımızda Şeyh Abdullah’a teslim olma ve aman dilemenin yegâne çare olduğunu söylerdim. Kendisi de kâni olmuştu. Fakat Zazalar ancak beş yüz asker vardır. Onları da vaktinde esir ederiz diyorlar ve Şeyh’i tehir ediyorlardı. Şeyh Said geldiğinde tedbir değişti. Muş ovasından Murad Köprüsü’ne geçerek Nuh Bey’e katılarak, Muş ve Bitlis’in sükûtunu temin eylemek ve olamazsa İran’a geçerek dertlerine çare aramak fikirleri meydana çıktı. Ve Muş ovasına kadar gidildi. Orada artık bütün mevcudiyetimle bu hareketin imkânsızlığından tafsilat verdim. Köprüden geçmenin mümkün olmadığına ikna edince, geçitten geçmeyi söylediler. Geceleyin geçide gitmeyeceğimi ısrarla söyledim. Tekrar dönüp Girvas karyesine gidildi. Ertesi günü Girvas ’tan Varto ’ya doğru dağdan geçildi. En kolay şekilde geçilecek yolları gösterdiklerinde türlü zorluklar göstererek başka yollara saptırdım. En zor durumlarda kalınca artık Şeyh Said’e karşı da aman dilemek gerektiği işini söyledim ve Nisan’ın on dördüncü günü aman dileme kararlaştırıldı. Akşamüzeri Varto’ya doğru hareket edildi. Hareketimiz geceleyin olduğundan kuvvet pek dağınık bir haldeydi. Yolda Şeyh Said’in tekrar caydığını işittim. Kendisiyle görüştüm ve bir saat konuştuk. Çarbuhur’u geçince artık ilerisinde asker olmadığını ve kurtulacağını ve teslim olmayacağını söyledi. Tam Abdurrahmanpaşa Köprüsü üzerine gelmiştik. Şeyh Said atından inmiş, atlılar da ileride geçiyorlardı. Geçmemesini söyledim, dinlemediler. Biraderim Reşid ve akrabamdan Timur ve Ahmed ve Kargapazarlı Mehmed ve Reşid ile Şerif oğlu Mehmed ve Halid ile hemen ateş açtırdım. Yüze yakın silah atıldığında atlısı tamamen kaçtılar. Şeyh Said’in kısrağı da atlı ile gitmişti. Köprünün güney ayağı yakınında Şeyh Said’i yakaladık. Yeni şafak açılmıştı. Varto’ya teslim olmaya gelmeyeceğini ve istersem kendisini öldürmemi söyledi. Her halde gidileceği cevabını verdim. Osman Paşa’ya bir tezkere yazarak ufacık bir müfreze istedim. Şeyh Said’i Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde tevkif ettiğimden ufacık bir müfrezenin gönderilmesini istirham eylemiş idim. Cevaben aldığım 15 Nisan 341 tarihli emirleri mevcuttur. Şafak vakti bu hadise olmuştu. Güneş doğduktan sonra iki saat orada beklemede kalmıştık. Daha sonra Çarbuhur sırtlarından inen müfreze Paşa’nın selamını tebliğ ederek Çarbuhur’a götürdü. Paşa’nın esasen Varto’dan gönderdiği müfreze on dakika sonra Çarbuhur’da bizi buldu, Paşa emrini verdi.”[141]

Bu iki ifadenin yanında Bitlis Valisi ve 2. Fırka Kumandanının 16 Nisan 1925 tarihli yazısında Şeyh Said’in yakalanması daha farklı olarak şöyle anlatılmaktadır;

“12/13 Nisan gecesi Şark’a gecen asiler her taraftan mahsur kaldıklarını görerek Çarburuh ’un kuzeyinden Şerefeddin dağlarına kaçmak için giderken Çarburuh ’ta müfrezenin ateşiyle karşılanmış ve bir saat devam eden müsademeden soran Melikanlı

Abdullah müfrezeye teslim olmuştur. Diğerleri kaçma teşebbüsünde bulunmuşlarsa da müfrezenin şiddetli ateşiyle Şeyh Said ve yanındakiler teslim alınmıştır. Ayrıca çarpışma esnasında Çarburuh Deresi’nin güneyine geçenyüz kadar asifirar etmiş, müfrezenin takibi sonucunda bunların birçoğu öldürülmüştür.”[142]'2

İlk Yargılamalar ve İlk İdamlar

13 Nisan 1925 tarihinde göreve başlayan Mahkemenin bakmış olduğu ilk davalar Şeyh Eyüp ve Doktor Fuat Bey’in davaları oldu. Doktor Fuat Bey 24 Şubat’ta, Şeyh Eyüp ise 6 Nisan’da Diyarbekir Divan-ı Harbi tarafından tevkif edilmişlerdi. Şark İstiklal Mahkemesi’nin göreve başlamasıyla birlikte bu iki kişinin dosyaları Divan-ı Harp tarafından aidiyet kararı alınarak 14 Nisan’da mahkeme savcılığına gönderildi. Savcı Ahmed Süreyya Bey 15 Nisan’da bu kişiler hakkında iddianame hazırlayıp aynı gün mahkemeye sevk etti. Mahkeme 16 Nisan’da muhakemelerini gerçekleştirdi. Yargılamalar gece saat 12’ye kadar sürdü ve bu iki kişi hakkında idam kararı verdi. Karar 20 Nisan tarihinde sabah saat 9’da infaz edildi.

Bu ve birkaç yargılama daha yapıldıktan sonra verilen kararlar 4 Mayıs tarihli Diyarbekir gazetesinde ilan edilerek halka duyuruldu. Verilen ilanda şunları yazılmıştı: “Halk hâkimiyetine müstenit Türk Devlet-i Cumhuriyesinin Büyük Millet Meclisi’nin salahiyet-i kazaiyesini istimale mezun olan Heyet-i Hakime’nin milletin irade-i nazimesine müstenit olarak ita ettiği mukarrerat-ı adileyi halkın görerek ve işiterek müsterih ve mütenebbih olması beyan ve ilan olunur”[143]

Dört Tezkere ve Meclis’in Tatile Girmesi

20 Nisan 1925 tarihinde Başvekil İsmet Paşa tarafından Meclis’e dört tezkere gönderildi. Bu tezkerelerle, Meclis’in yakın bir zamanda tatile girecek olması dolayısıyla, iki İstiklal Mahkemesinin faaliyetlerinin altı ay, isyan bölgesinde ilan edilmiş olan idare-i örfiyenin ise yedi ay daha uzatılmasına karar verildi. Ayrıca Meclis’in bir daha toplanmasına kadar Ankara İstiklal Mahkemesi’ne idam kararlarını infaz etme yetkisi de verildi. Böylece Şark İstiklal Mahkemesi’nin sahip olduğu idam yetkisine Ankara Mahkemesi de sahip oldu. Kabul edilen dördüncü tezkere ile de Meclis’in tatili esnasında, isyan sahasında teşkilât-ı mülkiyede herhangi bir değişiklik yapma yetkisi hükümete verildi.

Meclis tatile girmeden iki gün önce İsmet Paşa tarafından verilen bu tezkereler hakkında Meclis’te tartışmalar yaşandı. Mahkemelerin kuruluş aşamasına da muhalefet gösteren Feridun Fikri Bey, İstiklal Mahkemelerinin faaliyetlerinin uzatılmasına karşı çıkarak, Mahkemelerin henüz dört buçuk aylık bir faaliyet zamanı olduğunu ve sürenin yeterli geleceğini, bu tür olağanüstü mahkemelerin varlığının uzun süre devam etmesinin memleketin olağan dışı bir hal içinde olduğunu göstereceğini söyledi. Ali Fuat Paşa ise bu dört tezkerenin memleketteki olağanüstü halin devam ettiğini gösterdiğini ve Meclis’in tatile girmeden önce memleketin vaziyeti hakkında izahat vermesi gerektiğini söyledi.

Mahkemelerin süresinin uzatılmasına karşı çıkanlardan birisi de Halis Turgut Bey oldu. Halis Turgut Bey, İstiklal Mahkemelerinin doğrudan Meclis’e bağlı olduğunu; mahkemelerin süresinin uzatılması gerektiği takdirde, mahkeme heyetinin Meclis’e başvurarak bunu yapması gerektiğini söyleyerek, bu teklifin Başvekâlet tarafından yapılmasına karşı çıktı.

Ankara İstiklal Mahkemesi’ne idam yetkisinin verilmesi de tartışma konusu oldu. Feridun Fikri Bey, Takrir-i Sükûn Kanunu tartışmalarında söylediği gibi, bu durumun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu ifade etti. Kâzım Karabekir Paşa da Ankara Mahkemesi’ne idam yetkisinin verilmesini eleştirdi ve şu ana kadar görülen davaların bu idam yetkisine gerek olmadığını gösterdiğini söyledi. Ayrıca şu söyledikleri önemlidir: “Şarktaki hadise, muayyen ve herkes tarafından artık görülebilir ve tel’in edilecek bir vaka olduğu için, orada tatbik edilecek idam hükümleri bilahare bizi müteessir etmeyebilir. Fakat Meclis-i Âlinizin bulunmadığı bir zamanda, Ankara istiklal Mahkemesi’nden geçecek herhangi bir hükm-i idamın icrası, bilahare meyus olsak dahi telafisi imkânı gayr­ı kâbil bulunur.” Buna karşı Adliye Vekili Mahmud Esat Bey isyana sebep olanların yalnız isyan mıntıkasında olmadığını ve her tarafta bulunma ihtimal olduğunu söyledi.

Tezkerelere karşı çıkan Trabzon Mebusu Rahmi Bey ise Adliye vekilinin bu sözü üzerine, isyan sahası dışındaki müsebbiplerin Cumhuriyet’in diğer adli teşkilâtıyla cezalandırılabileceğini; Mahmud Bey’in, bu sözü ile adliye teşkilâtının acz içinde olduğunu itiraf ettiğini söyledi. Bunun üzerine Adliye Vekili’nin verdiği şu cevap önemlidir: “Adliye kanunları tabiî zamanlarda cari olur. Her memlekette fevkalâde hâdiselerin karşısına fevkalâde tedbirlerle çıkılır ve böyle tedbirlerle önüne geçilir. Fevkalâde hâdiseleri tabiî günler için yapılan kanunlara tevdi etmek onun cürümlerini himaye etmek demek olur.”

Tezkereleri savunan Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi Bey’in müzakere esnasında söylediği şu cümleler hadiseye nasıl yaklaşıldığını göstermesi açısından önemlidir: “Yeni Türkiye,yeni bir devreye girmiştir. Onda terbiyeden, ticaretten, her türlüyaşayıştan tutunuz da her şey yenileşecektir. Eğer yenileşmezse eski Türkiye yeni Türkiye'ye galebe çalacaktır bir. Eğer yenileşmezse arkadaşlar, yeni dünya eski Türkiye karşısında imiş gibi daima galebe çalmak namzetliği altında bulunacaktır.... Arkadaşlar! Farz ediniz ki ben, farz ediyorum ki Feridun Fikri Bey’in kanaati doğrudur. Siz defarz ediniz ki, güya bu kanaata hürmetkâr olmak itibariyle Kanun-ı Esasi’ye muhalif olduğu için Ankara istiklâl Mahkemesi’ne idam salâhiyeti vermeyeceğiz. Vermediğiniz takdirde eski Türkiye,yeni Türkiye’ye galebe çalacaktır. O zaman Teşkilât-ı Esasiye nerede kalır? Sonra Paşa Hazretleri’nin ye’sine hak vermemizi farz ettiğimiz takdirde yine istiklâl Mahkemesinin icraatı teahhur eder de eski Türkiye yeni Türkiye’ye galebe çalarsa acaba hangimiz mezardan çıkıp da ye’se düşeceğiz? Binaenaleyh hüküm süren, istifa kanunudur. Acımak yok, bunlar olacaktır. Merhamet yok. Ancak yeni yola doğru giden Türkiye'nin arkasından koşacağız.”[144]

20 Nisan’da kabul edilen bu tezkerelerden sonra Meclis, 22 Nisan’da altı aylığına tatile girdi ve bu süre zarfında hem Ankara hem de Şark İstiklal Mahkemesi idam yetkilerine sahip bir şekilde faaliyetlerine devam etti. Taha Akyol bu tarihten itibaren İstiklal Mahkemelerinin denetimsiz bir infaz aygıtı haline geldiğini ve Millî Mücadele döneminde böyle bir şeyin hayal bile edilemeyeceğini söylemektedir.[145]

Mahkemenin Diyarbekir’deki İlk Faaliyetleri

Şark İstiklal Mahkemesi, yetki sahası içerisindeki bazı şehirlerde gezici olarak görev yapmış olan bir mahkemedir. 12 Nisan’da Diyarbekir’e gelen mahkeme 30 Haziran’a kadar burada kaldı ve bu süre içerisinde toplamda 70 dava dosyasını karara bağlayarak 183 kişi hakkında çeşitli cezalar verdi. Şeyh Eyüp ve Dr. Fuat Bey’in yargılamalarının yanında; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Urfa Kâtibi Fethi Bey, Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir ve Şeyh Said’in yargılanması bu sürede Diyarbekir’de karara bağlanan önemli davalar arasındadır. Mahkeme, bu süre içerisinde yapmış olduğu yargılamalara dair ayrıntılı bilgiler içeren iki adet mesai cetvelini de Meclis’e yollayarak bilgilendirmede bulunmuştur.

17 Haziran’da Savcı tarafından gerekli makamlara yazılan bir yazı ile mahekemenin başka bir şehre nakledileceği bildirildi ve herhangi bir evrak veya şahsın Diyarbekir’e gönderilmemesi istendi. Bunun ardından Diyarbekir’deki son yargılamasını 30 Haziran’da yapan mahkeme bir süre sonra Urfa’ya geçti.

Mahkemenin Urfa’ya Geçmesi ve Faaliyetleri

Diyarbekir’den ayrılacağını duyuran Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Urfa vilayetine yazdığı yazı ile “Önümüzdeki hafta cumartesi Urfa’ya hareket edilecektir” diyerek ve yargılamanın mektep binasında yapılacağını, kürsüye ihtiyaç olmadığını, sandalye ve koltuk hazırlanmasını bildirdi.[146] Mahkeme Temmuz ayı başında Urfa’ya hareket etti ve yaklaşık bir hafta Urfa’da kaldı. Burada iken, daha önce İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve af ile serbest bırakılmış olan ancak isyanla alakalı görülerek Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilen Hoca İbrahim Edhem’in yargılaması yapıldı. Haziran ayına ait olan mesai cetveli de Urfa’dan Meclis’e gönderen Mahkeme bundan başka bir yargılama yapmadı ve 7 Temmuz’da Diyarbekir’e geri döndü.

Mahkemenin Elaziz’e Gitmesi ve Faaliyetleri

Mahkeme Urfa’dan Diyarbekir’e döndükten sonra bir müddet burada kaldı, ardından 11 Temmuz’da Elaziz’e hareket etti. Mahkeme, Elaziz’e hareketinden evvel yazmış olduğu yazı ile 30 Haziran tarihinden itibaren zanlıların Elaziz’e gönderilmesini istedi. Diyarbekir hapishanesinde bulunan ve henüz yargılamaları yapılmayan sanıklar da Elaziz’e sevk edildi.

Elaziz’de İstiklal Mahkemesi duruşma salonu için Erkek Öğretmen Okulu tahsis edildi. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından 18 Temmuz’da yargılamalara başlandı. Bu arada Ali Saib Bey izinli olarak Ankara’da bulunmaktaydı. Elaziz’e dönmek üzere 1 Ağustos’ta Ankara’dan hareket etti. Savcı Ahmed Süreyya Bey ise 3 Ağustos’ta izinli olarak Elaziz’den ayrıldı. Onun yokluğunda mahkeme savcılığını Avni Bey üstlendi.

Mahkeme Elaziz’de bulunduğu zaman zarfında 398 dosyayı karara bağladı. Son kararını 19 Nisan 1926’da veren mahkeme burada yaptığı yargılamalara dair olan 10 adet mesai cetvelini Meclis’e sunarak bilgilendirmede bulundu. Mahkeme Elaziz’de bulunduğu bu süre zarfında mesai cetvellerinin haricinde Başvekâlet ve Meclis’e yazdığı yazılarla da yargılamalar hakkında bilgi vermekteydi. 19 Ekim 1925’de Başvekâlete yazılan yazı ile mahkemede 682 mevkuf (tutuklu), 379 gayr-ı mevkuf (tutuksuz) toplam 1.061 sanığın bulunduğu bildirilerek, izinli olan Savcı Ahmed Süreyya Bey’in, Eylül’ün onuna kadar vazifeye dönmesi istemişti.[147]

Yine Başvekâlete yazılan diğer bir yazıya göre mahkeme, kuruluşundan 7 Mart 1926 tarihine kadar 2.968 maznuna ait 487’si siyasi, 53’ü adi ceza olmak üzere toplamda 540 davaya baktı. Bunlardan 399’u siyasi, 38’i adi olmak üzere toplamda 438 dava evrakı karara bağlandı. Bu dava evrakında 122 vicahi, 65 gıyabi toplamda 187 kişi hakkında idam kararı verilmiş, 621 kişi muhtelif cezalara çarptırılmış, 1780 kişi ise beraat etmiştir.[148] Bunların yanında Mahkeme, Elaziz’deki yargılamalarını bitirdikten sonra 20 Nisan’da Başvekâlete bir yazı yazarak o ana kadar toplamda 3000 kişinin yargılandığını, Diyarbekir’de 500’e yakın kişinin beklediğini ve 50 kişinin de diğer yerlerden geleceğini bildirmişti.[149]

Bu arada Mahkeme Reisliğinde değişiklik yaşandı. 4. yasama yılının başlamasından bir gün sonra Şark İstiklal Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit Bey sağlık sebeplerinden dolağı mahkeme başkanlığından istifa etti. Mahkeme Başkanlığı için ilk seçim 13 Kasım tarihinde yapıldı. 119 kişin katıldığı seçimlerde Hacim Muhittin Bey 114 oy almasına rağmen ekseriyet olmadığı için seçim başka bir güne ertelendi. Ertesi gün 14 Kasım’da yapılan ikinci bir seçimde yine Hacim Muhittin Bey 129 oy alarak Şark İstiklal Mahkemesi Riyasetine seçildi. 16 Nisan’da yola çıkan yeni başkan 24 Nisan’da Elaziz’e gelerek vazifeye başladı.

Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların İsyanla İlgili Beyanatları

22 Nisan tarihinde altı aylığına tatile giren Meclis, 1 Kasım 1925 tarihinde yeni döneme başladı. Mustafa Kemal Paşa 4. Yasama yılının açılış konuşmasında isyan hakkında açıklamalarda da bulunarak isyan hadisesini irticai (gerici), umumi (genel), mürettep (planlı) bir cereyan olarak niteledi ve bu irtica hadisesinin bazı vilayetlerdeki sosyal ve idari hastalıkları göz önüne serdiğini ve bu hastalıkların tedavisine ısrarla devam edileceğini beyan etti. Konuşmanın bir bölümü şöyledir:

“Meclis-i Âli, faaliyetine fasıla verdiği zaman Cumhuriyet Ordusunun, irtica hadisesini tertip ve tesviye etmekle meşgul bulunduğu malumdur. Ordu; Cumhuriyet düşmanlarını süratle ve katiyetle tenkil etmiştir....

isyan hadisesinin; irticai, umumi, mürettep bir cereyan-ı efkâr ve bir silsile-i istihzaratın fiilî bir işareti ve neticesi olduğu bir seneden beri cereyan eden ahval ve hadisat ile bir defa daha sabit olmuştur.

Büyük Millet Meclisi’nin, vaziyetin hâmil olduğu ciddiyet ve ehemmiyeti hakkıyla derpiş (öngörme) ederek ittihaz ettiği tedâbir, vatanın selâmet ve masuniyetini (korunma) ve vatandaşlarının huzur emniyetini temin eylemiştir. Meclis-i Âli müşahadesinde ve tedâbirindeki isabetle tarih-i millimizdeki mevki-i ihtiramını bihakkın teyit eyledi..

irtica hadisesi bazı vilayetlerimizde mevcut ve mahsus olan içtimai ve idari hastalıkları bütün milletin enzar-ı ibretinde tamamen tebarüz ettirmiş ki bir kül olan bu aziz vatanda umum vatandaşların bedenî, malî, mefkûrevi bütün mükellefiyetlerini aynı suhulet ve müsaraatle (acele etme) ifa etmesini temin edinceye kadar müşahede ettiğimiz hastalıkların tedavisinde ısrarla devam mecburiyetindeyiz (bravo sesleri, alkışlar). Bu yolda ittihazı lâzım gelen esaslı ve katî tedbirlerin Büyük Millet Meclisi’ne mütemadi bir surette ve itina ile takip olunacağına millet emin olabilir.”[150]

Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından birkaç gün sonra İsmet Paşa, 9 Kasım tarihinde Meclis’te, devletin genel siyaseti üzerine yaptığı beyanda İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarına değindi. Beyanatında Şark İsyanı’nı “irtica hadisesi” olarak niteleyen İsmet Paşa, İstiklal Mahkemelerinin faaliyetleriyle; memleketin sosyal düzen, huzur ve sükûnunu sağlamak yolunda hayırlı bir tesir icra ettiğini söyledi. Ayrıca memleketin huzurunu sağlamak amacıyla tekke ve zaviyeler ile Terakkiperver Fırkası’nın kapatılması gibi birçok önleyici tedbirleri almak zorunda kaldıklarına değindi. Devamında Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ve bu tedbirlerin alınma amacını şöyle açıklamıştır: “Büyük MilletMeclisinin Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ile ve tedabir-i sairesi ile aldığı vaziyet, milletin yüksek seviye-i medeniyeye varması için ve Cumhuriyet Kanunlarının esaslarını teyit ve tesis etmek için, bir murakabe-i âliye tesis etmesi suretinde tecelli etmiştir.”[151]

İsmet Paşa, 12 Aralık 1925 tarihli Meclis görüşmelerinde de dâhilî ve haricî hadiseler hakkında bir beyanatta bulundu. Beyanatında son zamanlarda Anadolu’nun farklı yerlerinde meydana çıkan ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nin ilgilendiği irtica hadiseleri hakkında bilgi verdi. İsmet Paşa’nın irtica hadiseleri dediği olaylar Şapka Kanunu’ndan sonra Sivas, Giresun, Erzurum ve Rize civarında çıkan hadiselerdi. Ayrıca 7 Aralık’ta Hazro’da askerî birliğe yapılan saldırıdan da bahseden İsmet Paşa, bu hadisenin Cenevre’de Musul meselesinin müzakeresinin başladığı bir sırada olmasına dikkat çekerek, bu hadisenin dış devletlerin tahrik ve teşvikleriyle isyan sahasında yeniden bir isyan parlatmak teşebbüsü mahiyetinden telakki edilebileceğini söyledi. Bunun yanında Hazro’da yaşanan hadise ile Şapka Kanunu sonrasında Anadolu’nun farklı yerlerinde çıkan hadiseler arasında bağlantı kuran İsmet Paşa; Sivas, Giresun, Erzurum, Rize ve Adana gibi irticai hadiselerin ortaya çıktığı yerlerin, Şeyh Said İsyanı’nı bastırmak için seferberlik ilan edilen ve asker sevk edilen yerler olduğunu ve yeni çıkabilecek isyanlara karşı asker sevk edilebilecek bu yerlerin irtica ile zehirlenmek istediğini vurguladı.[152]

Mahkemenin Malatya’ya Gitmesi

Mahkeme Elaziz’de bulunduğu sırada 20 Nisan 1926’da yazdığı yazı ile Elaziz’deki işlerin 19 Nisan’da bittiğini üç dört gün sonra Malatya’ya, dönüşte Diyarbekir’e gidileceğini, Malatya’da bir haftadan fazla iş olmadığını bildirdi. 24 Nisan’da Malatya’ya hareket eden heyet 28 Nisan Çarşamba günü Elaziz’e geri döndü. Mahkeme Malatya’da herhangi bir yargılama yapmadı. Elaziz’e dönüşünde 2 Mayıs’ta 462 numaralı dosyayı karara bağladı.

Mahkemenin İkinci Kez Diyarbekir’e Gitmesi ve Faaliyetleri

Mahkeme 10 Mayıs 1926 Pazartesi günü Diyarbekir’e ulaştı ve yargılamalara 19 Mayıs’ta başlamıştır. Diyarbekir’e bu gelişinde iki ay kalan mahkeme, 83 dava dosyasını karara bağladı ve en son kararını 18 Temmuz’da verdi. Mahkeme tarafından 5 Temmuz’da tüm vilayetlere gönderilen yazı ile buradaki işleri halletmek üzere Elaziz’e gidileceği, bu yüzden bu tarihten itibaren mahkemeye evrak gönderilmemesi istendi.[153]

Mahkeme Diyarbekir’de bulunduğu bu sürede 2 adet mesai cetvelini Meclis’e sunarak yargılamalar hakkında ayrıntılı bilgilendirmede bulundu. Bunun yanında Ahmed Süreyya Bey 19 Temmuz’da 7. Kolordu Komutanlığına yazdığı yazıda Mahkemenin Diyarbekir’de 700’e yakın kişinin muhakemesini tamamladığını ve Mahkeme heyetinin Elaziz’i merkez olarak kabul ederek buraya gideceğini bildirdi. Ayrıca Diyarbekir hapishanesinde İstiklal Mahkemesinin bakacağı 173 kişi olduğunu, bunların toptan veya birkaç posta halinde Elaziz’e gönderilmesini istedi.[154]

Bu arada Şark İstiklal Mahkemesi’nin talebi doğrultusunda, Meclis’te 28 Nisan 1926’da mahkemeye bir savcı yardımcısı seçilme kararı alınmıştı. Seçim 15 Mayıs tarihinde yapıldı ve Erzincan Mebusu Abdülhak Bey Şark İstiklal Mahkemesi Savcı Yardımcısı olarak seçildi. Ayrıca 18 Mayıs 1926 tarihli Meclis toplantısında, Başvekâlet tezkeresi ile 7 Eylül 1926’da bitecek olan İstiklal Mahkemelerinin süresinin altı ay daha uzatılmasına ve idam kararlarını -eskisi gibi- mahkemelerin infaz edebilmesine karar verilmişti. Böylece İstiklal Mahkemesinin süresi üçüncü kez uzatılmış oluyordu. Bununla birlikte bir değişiklik de İstiklal Mehâkimi Kanunu’nda yapıldı. 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan Yeni Ceza Kanunu ile İstiklal Mehâkimi Kanunu’nu uygun hale getirmek için 29 Mayıs 1926’da kanunda bazı değişiklikler yapıldı.

Mahkemenin İkinci Kez Elaziz’e Gitmesi ve Faaliyetleri

5 Temmuz’da Elaziz’e gideceğini bildirmesine rağmen bazı gecikmeler neticesinde 21 Temmuz Çarşamba günü Elaziz’e varan Mahkeme, 25 Temmuz’da yazdığı yazı ile sanık ve evrakların Elaziz’e gönderilmesini istedi. Ahmed Süreyya, 25 Temmuz’da Elaziz Vilayetine yazdığı bu yazı ile mahkemenin faaliyete geçtiğini, Diyarbekir’den 200’e yakın maznunun geleceğini, bu yüzden hapishane binasının teslimini istedi.[155] Ayrıca Adliye Vekâleti’ne yazılan 28 Temmuz 1926 tarihli yazı ile Mahkemenin o tarihe kadar 546 dosyayı karara bağladığı ve 179 kişinin vicahen idama mahkum edilip 1.404 kişinin muhtelif cezalara mahkûm edildiği ve 2.196 kişi hakkında da beraat kararı verildiği bildirildi.[156]

Mahkeme, Elaziz’e bu ikinci ve son gelişinden sonra bir daha yer değiştirmedi. 2 Ağustos 1926 tarihinde yargılamalara başladı ve en son kararını 1 Mart 1927 tarihinde verdi. Burada bulunduğu süre içerisinde 7 adet mesai cetvelini Meclis’e gönderdi. Yargılamaların son bulmasının ardından 1 Mart tarihinde, Mahkemenin son altı aylık faaliyetini içeren bir yazı Meclis’e sunuldu. Buna göre son altı ay içerisinde Savcılıktan 309 iddianame ile 900 maznun mahkemeye sevk edilmiş, bunlardan 28 kişi hakkında vicahen idam kararı verilerek infaz edilmiştir. Ayrıca 436 kişi hakkında çeşitli cezalar verilmiş ve 346 kişinin ise vicahen beraatına karar verilmiştir. Firari 131 maznun hakkında da gıyaben idam kararı verilmiştir.[157]

Mahkemenin Elaziz’de bulunduğu bu süre içerisinde mahkeme üyelerinde bazı değişikler yaşandı. 20 Kasım’da Reis Hacim Muhittin Bey istifa etti. Yerine 6 Aralık’ta Ali Saib Bey seçildi. Ayrıca Kocaeli Mebusu İbrahim Bey’de Ali Saib Bey’den boşalan Mahkeme azalığına seçildi.

İsyan Hakkında Açıklamalar ve Umumi Islahat Vurgusu

Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1926 tarihli 5. Yasama yılı açılış konuşmasında yine “Şark irticaı”na değinerek, Şark irticaının gerektirdiği ıslahat tedbirlerinin isabetle ve başarıyla uygulandığını, bu sayede vatandaşların sosyal ve ekonomik hayatları üzerinde şimdiden tesirleri görüldüğünü ifade etti. Ayrıca Takrir-i Sükûn Kanunu’na da değinerek bu kanunun, umumi ıslahatın anlaşılmasında, tatbikinde ve genel olarak sükûn ve istikrarın sağlanarak devletin nüfuz ve haysiyetini yeniden sağlamasına katkıda bulunduğunu, bir müddet daha uzatılmasının uygun olduğunu söyledi.

Şu cümleler önemlidir: “içtimai bünyemizin hiçbir hâdisesini, hiçbir derdini yarım tedbirlerle uyuşturmak şiarında ve istidadında olmayan Cumhuriyet, tevessül ettiği radikal ıslahatın ilk devrelerini geçirmiş ve günden güne artacak semerelerini iktitaf (toplama) etmek devrine girmiştir. Şiarımızın ve istidadımızın ilham ettiği ve esasen memleket ihtiyaçlarına mutabık olduğu eserleriyle tezahür eden yolumuzda katiyetle yürümek azmindeyiz....

Milletimizin mukadderatına vazıyet ettiğinden beri Büyük Millet Meclisi ’nin şiarı, Heyet-i içtimaiyemizin kaybettiği asırları süratle telâfi etmek ve bu maksatla istihdaf ettiği gayelere emniyet ve sükûnetle varmak için halin icap ettirdiği tedbirleri tereddütsüz ittihaz ve tatbik eylemektir. Büyük Millet Meclisinin son senelerde çizdiği istikametlerden gûnagûn (çeşitli) mugalatalar (yanıltmaca) ve teşvişlerle (karışıklık) milletimizi inhiraf ettirmek isteyenlere karşı, bizzarure vazettiği Takrir-i Sükûn Kanunu bu şiarın âsârındandır. Bu kanunun, ıslahat-ı umumiyenin iyi anlaşılmasına, hüsn-i tatbikine alelumum sükûn ve istikrarın vusulüne ve devlet nüfuz ve haysiyetinin takrir ve teyidine ne derece nâfi olduğu meydandadır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun alelumum fena hareketlere ve suiistimallere karşı hürriyet-i efkâr ve matbuatı asla takyit etmediği müsellemdir. Bu hutut dahilinde tatbik edilmekte bulunan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, milletin hayatı için asıl olan huzur ve emniyetin, ıslahat ve inkılâbâtın müdafaa ve teyidi gibi esasat-ı hayatiye, iktiza ettirirse münasip bir müddet daha idame-i mer'iyyeti, Büyük Millet Meclisi’nce derpiş ve mütalaa edilmeye şayandır’”-5,

İsmet Paşa da birkaç gün sonra yaptığı konuşmada aynı ıslahat vurgusunda bulunmuş ve şunları söylemiştir:

“Bizim dahili politikamız, umumi ıslahatın tatbikatı ile ve millî vahdetin tarsinine (kuvvetlendirme) matuf mesai ile ifade olunabilir. Büyük Millet Meclisi’nin ıslahatı, umumi ve esasi ıslahatı, memleketin her tarafında muvaffakiyetle tatbik olunmuştur. ilk ve çetin devreler geçirilmiştir. Bütün memlekette yepyeni bir nizam, selametle, isabetle teessüs etmiştir. Bu memlekette yüzlerce seneden beri tevessül olunan ıslahat fikirleri niçin yarım kalmış ve niçin akim kalmış?... Tarih, bunu tetkik ederken, sizin muvaffakiyetinizin sırrını hakkiyle kavrayacaktır ümidindeyim. Tevessül ettiğimiz ıslahat, gösteriş yapmak veyahut ahara kendimizi beğendirmek için tevessül olunmuş tedabir mahiyetinde değildir.’”59

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun İki Sene Daha Uzatılması

4 Mart 1925 tarihinde 2 yıl için kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun süresi 4 Mart 1927 tarihinde doluyordu. 2 Mart’ta İsmet Paşa, Meclis’e verdiği tezkere ile bu kanunun iki yıl daha uzatılmasını, ancak Mart’ın 7’sinde süresi dolacak olan İstiklal Mahkemelerinin uzatılmasına gerek olmadığını ifade etti. İsmet Paşa, Mahkemelerin süresinin uzatılmasına gerek olmadığını söylerken, gerektiği durumlarda yine bu mahkemelerin faaliyete geçirilebileceğini de vurgulamıştı. Yapılan teklif sonrasında Takrîr-i Sükûn Kanunu 4 Mart 1929 yılına kadar uzatıldı. Meclis’te kanunla ilgili herhangi bir muhalif konuşma olmamış, oylama da işari olarak yapılmıştı.

İsmet Paşa o gün Meclis’e yaptığı konuşmada Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemelerinin birçok faydalar getirdiğini, bu kanun ve mahkemelerin sayesinde ıslahatların kısa zamanda gerçekleştirildiğini söyledi. İsmet Paşa’nın şu cümleleri önemlidir:

“iki sene evvel karşısında bulunduğumuz hadisatın en mühimi, Şeyh Said isyanı ’yla tebarüz (belirme) eden hareket-i fiiliye değildi. Asıl tehlike memleketin umumi hayatında hâsıl olan teşevvüş (karışıklık) ve tezebzüb (kararsızlık) idi. Bu, memleketin birçok zamanlardan beri hayat-ı siyasesine ârız (gelen) olan başlıca derttir. Memleketin tekâmülâtına ve samimi ıslahatçıların bütün gayretlerine mani olan, asıl engel olan budur ve küçük ihtirasatı işletmeğe alışmış mütereddi münevverlerle, hürriyet-i vicdanı başkalarının vicdanıyatına tecavüz için vasıta addeden siyasetçilerin faaliyetidir....

ittihaz buyurduğunuz tedbir, bizim kanaatimizce, yalnız Şark’ta hâdis olan hareketi değil, memleketin terakkisine ve tekâmülüne başlıca engel olan, nizam-ı içtimaiyedeki teşevvüşü izaleye başlıca medar olmuştur..

Efendiler, Takrir-i Sükûn devrinden ettiğimiz büyük istifadelerden birisi de, asırlardan beri bu memlekette ciddi erbab-ı gayretin tahayyül ve tasavvur ettikleri ıslahatın asgarifedakârlıklarla icra ve tesis olunabilmesidir. Hakikat-i ahvalde büyük ıslahat tedvinat esasen milletin istidat ve kabulüne ve bunu ihtisas eden Büyük Millet Meclisi’nin karar ve tasvibine muallaktır. Böyle olmakla beraber şimdiye kadar erbab-ı gayrete bu yolda büyük mesafe kat etmeye mani olan erbab-ı teşevvüş Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ve istiklâl Mahkemelerinin tesiriylefaaliyetlerinden esaslı surette mahrum kalmışlardır.”[158]

Mahkemenin Görevinin Sona Ermesi

4 Mart 1925’te 117 numaralı Meclis kararı ile 6 ay için kurulmuş olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin süresi; 20 Nisan 1925, 28 Şubat 1926 ve 18 Mayıs 1926 tarihlerinde alınan kararlarla üç defa altışar ay uzatılmıştı. En son alınan kararla mahkemenin süresi 7 Mart 1927 tarihinde doluyordu. Bu süresinin bir daha uzatılmaması üzerine Şark İstiklal Mahkemesi, 7 Mart tarihinden itibaren fiilen faaliyetlerini durdurdu ve bu tarihten sonra mahkemeye gönderilen dosyaları geri iade ederek kabul etmedi.[159] Bundan sonra Meclis’e yazılan yazı ile savcılıktaki tüm belgelerin ait olduğu makamlara gönderildiği ve mevsim şartlarının iyileşmesiyle birlikte tüm heyetin hemen Ankara’ya hareket ederek Meclis’e katılacağı bildirildi.[160] Mahkeme, son olarak 13 Mart 1927 tarihinde yayınladığı beyanname ile 7 Mart 1927 tarihinden itibaren salahiyet-i kazaiyesinin (yargı yetkisi) son bulduğunu ve bu yüzden mahkemeye evrak gönderilmemesini ilan etti.[161]

İKİNCİ BÖLÜM

ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ VE ÖZELLİKLERİ

Mahkeme Heyeti

Mahkeme Üyelerinin Biyografileri

Mazhar Müfit Kansu

1289 (1872) Denizli doğumlu olan Mazhar Müfit Bey’in; babası Süleyman Müfit Bey, annesi Fatıma Gülfem Hanım’dır. Rüşdiye, İdadi ve Mekteb-i Mülkiyeden mezun olduktan sonra, önce Gelibolu, daha sonra Edirne İdadilerinde muallimlik ve müdür muavinliği yaptıktan sonra Edirne vilayetinde Havsa, Çorlu, Uzunköprü ve İskece Kaymakamlıklarında bulundu. Ardından Gümülcine, Lazistan, Karesi Mutasarrıflıkları, Bitlis ve Mamüratü’l-Aziz Valiliklerinde bulunan Mazhar Müfit Bey; Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da bulunduğu sırada yanına gelerek Millî Mücadele’ye iştirak ederek Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Sivas’a geldi. Sivas Kongresinde bulunduktan sonra Heyet-i Temsiliye üyeliğine seçildi ve Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalışmalarda bulundu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Hakkâri Mebusu olarak seçilerek İstanbul’a gitmesinin ardından, İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusanın dağıtılması üzerine firar ederek Ankara’ya geldi ve Büyük Millet Meclisi’ne iltihak etti. Birinci Meclis’te yine Hakkâri Mebusu olan Mazhar Müfit Bey, Sakarya Harbi’nde Meclis namına Kayseri ve Mülhakatı Müfettişliğini üstlenmiş, akabinde Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle kendisine verilen bazı vazifeleri ifa ettikten sonra yine Paşa’nın emriyle Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Niğde İstiklal Mahkemesi azalığında bulundu. Yine Birinci Meclis’te Mebus iken üç ay müddetle Mamüratü’l-Aziz valiliğinde de bulundu. İkinci Meclis’e Denizli mebusu olarak giren Mazhar Müfit Bey, bu dönemde 16 Mart 1925 yılında Şark İstiklal Mahkemesi Reisliğine seçildi ve bu görevi 2 Kasım 1925 tarihine kadar idare etti. Daha sonra III., IV. ve V. Dönem Denizli, VI. ve VII. Dönem Çoruh Milletvekilliği yaptı.[162] Mahkemenin radikal üyelerinden olduğu ve Terakkiperver

üyelerini ve gazetecileri suçlamak için Şeyh Said’in ağzından laf almaya çalıştığı belirtilen Kansu, 12 Kasım 1948 tarihinde öldü.[163]

Ali Saib Ursavaş

1303 (1887) Kerkük doğumlu olan Ali Saib Bey’in; babası Mehmed Emin Bey, annesi Leyla Hanımdır. 1908 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun olarak Mülazım-ı sani rütbesiyle Bağdat’ta 6. Ordu’da askerlik görevine başladı. 1911’da Şam’da bulunan 8. Ordu’ya geçti. Aynı yıl İtalya Harbi nedeniyle gönüllü olarak Bingazi’ye giderek bir sene orada kaldı. 1912’da yine gönüllü olarak Balkan Harbi’ne iştirak etti. 1913 senesinde kendi isteğiyle Jandarma’ya geçerek Beyrut Jandarma Alayı’na tayin edildi. 1915 senesinde Halep Jandarma Alayı’na geçtikten sonra 1917’de Deyrizor Jandarma Alayına Yüzbaşı oldu. 1918’de mütareke sonrasında Kars ve Zülkadriye Jandarma Kumandanlıklarında bulundu. 1919’da ise vekâleten Kozan Jandarma Kumandanlığı’nı yerine getirdi. Ardından Urfa Jandarma Tabur Kumandanlığına tayin edildi. Burada Urfa Havalisi Kuva-yı Milliye Kumandanlığı yaptı. Büyük Millet Meclisi’nin açılması ile birlikte Urfa Mebusu olarak Meclis’e girdi. Millî Mücadele sırasında Konya İstiklal Mahkemesi azalığını yerine getirdi. İkinci Meclis’e Kozan Mebusu olarak giren Ali Saib Bey, Şeyh Said İsyan’ı sonrasında Şark İstiklal Mahkemesi azalığına seçildi. Mahkemenin başından sonuna kadar mahkeme heyetinde görev aldı ve mahkemenin kapanmasına yakın bir dönemde Mahkeme Reisi Hacim Muhittin Bey’in görevinden ayrılması üzerine Mahkeme Başkanlığına seçildi. Bundan sonra III., IV., V. ve VI. Dönem Urfa Milletvekilliği yapan Ali Saib Bey 26 Eylül 1939’da öldü.[164]

Ahmed Süreyya Bey, Ali Saib Bey hakkında “Arkadaş olarak mert ve dostluğuna sadık bir insandı” demesine rağmen sadece Mahkeme Heyetinin değil aynı zamanda Savcılığın her işine ve her muamelesine vakıf olmaya çalıştığını, adeta Şark İstiklal Mahkemesi’nin daimi teftiş ve kontrolünü yapmak ister gibi bir hal ve tavır içinde olduğunu söylemektedir.[165]

Ali Saib Bey mahkemenin en aktif üyeleri arasındadır. Mahkeme’nin başından sonuna kadar aralıksız vazifede kalmıştır. Bazı özellikleri ve yargılamalar sırasında sergilediği tavırlar dolayısıyla Şark İstiklal Mahkemesi üyeleri arasında hakkında en çok tartışma ve iddialar olan kişidir. Mahkeme tutanaklarına bakıldığı zaman Mahkeme Heyeti arasında, sanıklara karşı kullandığı sert tavrı ile ön plana çıkmaktadır. Ali Saib Bey, İstiklal Mahkemesi üyeliğine seçilmeden önce 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu görüşmeleri sırasında Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey’in İstanbul matbuatı hakkında söylediği sözler sonrasında “Allah belalarını versin, kahrolsunlar” diyerek söze girmesi, onun daha sonra sergileyeceği sert tavırları göstermesi açısından önemlidir.[166]

Ankara İstiklal Mahkemesi Azası Kılıç Ali Bey’le yakın arkadaş olan ve Ahmed Süreyya ile yaptığı tartışmaları Kılıç Ali Bey’e bildiren Saib Bey’in, Mahkeme üzerinde nüfuzu olduğu anlaşılmaktadır.[167] Mazhar Müfid Bey’in Mahkeme Reisliğinden ayrılmasından sonra, kendisi gibi Mahkeme azaları olan Lütfi Müfid ve Avni Beyler 3 Kasım 1925’te Mustafa Kemal ve İsmet Paşalara yazdıkları yazı ile Ali Saib Bey’in işleri bilen ve yüksek isabetle çaba sarfeden birisi olduğundan bahsederek Mahkeme Reisliğine seçilmesini istemelerine rağmen Meclis’te Hacim Muhiddin Bey riyasete seçilmişti. Ali Saib Bey ancak Hacim Muhittin Bey’in istifasından sonra Mahkeme’nin görevinin bitmesine birkaç ay kala Mahkeme’nin başkanlığına getirildi.[168]

Şark İstiklal Mahkemesi’nde, gazeteciler davasında yargılanıp beraat eden Eşref Edib’in “eli kanlı cellad”, “kara vicdanlı bir insan kasabı”'[169]'1'1 olarak tanımladığı Ali Saib Bey hakkında anlattıkları dikkat çekicidir. Eşref Edip, mahkemenin hakiki reisinin Ali Saib Bey olduğunu ve Mahkeme tarafından, Ali Saib Bey’in görüş ve düşüncelerinin Ankara’nın görüşü diye telakki edildiğini belirtmektedir.[170] Ayrıca Eşref Edib, Ankara’nın Ali Saib vasıtasıyla mahkemeyi yönlendirdiğini söyleyerek şunları ifade etmektedir: “Mahkemenin iki yüzü var! Bir resmi yüzü, diğeri ise içyüzü. Reis Mazhar Müfid (Kansu) mahkemenin resmi yüzünü idare ediyor. Ali Saib (Ursavaş) ise içyüzünü. Bunun gibi Ankara’nın da iki şifresi var. Biri mahkeme reisliğine mahsus, diğeri Ali Saib (Ursavaş)’ın şahsına. Görünürde Reis, Mazhar Müfid (Kansu), hakikatte mahkemenin diktatörü Ali Saib. Herkes bunu biliyor; mahkeme reisi, azaları, savcısı, kalem memurları, gazeteciler, hatta halk..”™

Ali Saib Bey hakkında ciddi birçok iddia bulunmaktadır. Mahkeme üyeliği sırasında rüşvet karşılığında bazı sanıkları kurtardığı ve mahkeme üyeliği vasfını kullanarak Kozan, Kadirli, Feke, Saimbeyli ahalisini tehdit altında bulundurarak korkuttuğu ve bu yolla hem bölgedeki siyasi rakiplerini sindirdiği, hem de hatırı sayılır bir servet elde ettiği iddia edilmektedir.[171] [172] Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Cemilpaşazade Kadri Bey, yine kendisi gibi Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan ve yapmış olduğu Kürtçülük faaliyetleri birçok kişi tarafından bilinen Cemilpaşazade Ekrem Bey’in yargılama sonunda hapis cezası alarak idamdan kurtulmasını, Ali Saib ve Lütfü Müfid’e rüşvet olarak verilen binlerce kırmızı altın neticesinde olduğunu söylemektedir.[173] Bunun yanında dönemin Van Milletvekili İbrahim Arvas “Elaziz istiklal Mahkemesi’nde kelle müzayedesi yapılıyordu” dedikten sonra beş yüz altına bir kelle alıp satıldığını ve Ali Saib Bey’in Ankara’ya dönerken altmış bin altın ile geldiğini söylemektedir. Arvas, aynı iddiaları Ahmet Süreyya Bey içinde tekrarlamaktadır.[174]

Bu konuda Şark İstiklal Mahkemesi dosyaları arasında dikkat çekici bir belge bulunmaktadır. Belge, Urfa’da bulunan Badilli aşireti reisi Said Bey’i kurtarmak için Ali Saib Bey’in Urfa’ya gelerek 500 madenî altın pazarlığı yaptığına dair olan bir ihbarnamedir. Kırık ve bozuk bir hatla yazılmış olan ve imza yerinde Dündar ismi yazılı olan mektup şöyledir:

Bey Efendi

Ali Saib Bey geçende Urfa’yayalnız gelip gitmesini takiben kulaktan kulağaBadilli Said Bey’in adamlarıyla konuşarak merkumu kurtarmak için beş yüz madenî altın pazarlık ettikleri, buna binaen Said Bey’in dehalet edeceği ahali arasında söylenmiş idi. Öylece de teslim oldu. istiklal Mahkemesinin burada hiçbir işi olmadığı halde mahza Said Bey’in bütün pisliklerini temizlemek için geldiği, Said Bey’in mahrem adamının rivayetine atfen kulaktan kulağa söyleniyor. Fasık-ı mahrum olmanızı Cumhuriyet’in şerefini korumanızı arz eylerim.

Dündar[175]

Mahkeme Reisi Mazhar Müfit Bey, Hamvizade Said Bey’in konağında misafir bulunduğu bir sırada, 4 Temmuz 1925 Cumartesi günü, on beş yaşlarında bir genç, konağın bahçesinde bulunan hizmetçilerden birisinin yanına gelerek Mahkeme reisi Mazhar Müfit Bey’e verilmek üzere bu mektubu vererek oradan uzaklaşmıştır. Ardından mektup Said Bey’e ulaştırılmış o da Ali Saib Bey’e vermiştir. Ali Saib Bey ise mektubu Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığına, Ahmet Süreyya Bey’e vermiştir. Bundan sonra mektubun kim tarafından gönderildiği ile ilgili tahkikat başlamıştır. Yapılan tahkikat sonunda mektubu Urfa’nın Karaburç mahallesinden kasap çırağı Mahmudelbarut oğlu Hüseyin’in getirdiği anlaşılmıştır. Hüseyin ilk başta mektubu getirenin kendisi olduğunu inkâr etmesine rağmen, daha sonra şallı aba giyen bir şahıs tarafından bu mektubun kendisine verildiğini, yakalandığı takdirde de inkâr etmesini tembih ettiğini ayrıca bu iş için para da aldığını itiraf etmiştir. Tahkikatın ilerleyen safhalarında bu mektubu Hüseyin’e veren kişinin Ahmed oğlu Reşid namında birisinin olduğu anlaşılmış, ancak o da bunu inkâr etmiştir.

Ahmed Süreyya Bey, mektubun kırık ve bozuk bir hatla yazılmış olmasına rağmen düzgün bir ifade ile yazılmış olmasının, mektubu yazan kişinin tahsili yerinde düzgün ifadeye muktedir bir şahıs olduğunu gösterdiğini ve bilerek bozuk yazıldığı kanaatinde olduğunu tutmuş olduğu raporda söylemiştir. Ancak dosyada konuyla ilgili herhangi bir belge olmadığı için meselenin nasıl sonuçlandığı ve bu kişiler hakkında ne gibi bir yaptırım uygulandığı bilinmemektedir.

Ömrünün sonlarına doğru Ali Saib Bey’in başından geçen ve Atatürk’ün onu “gönül defterinden silmesine” sebep olan bir diğer önemli olay ise 1935 yılında Atatürk’ü hedef alan bir suikast teşebbüsüne adının karışmasıdır. 1935 yılında yaşanan bu olay yüzünden Ali Saib Bey’in dokunulmazlığı kaldırılarak hâkim karşısına çıkarılmıştır. Ankara Cumhuriyet Savcısı olayı Çerkez Ethem ile Ali Saib Bey’in tertip ettiğini söylemesine rağmen, yapılan yargılamada Ali Saib Bey iddiaları reddetmiş ve sonuçta hakkında beraat kararı verilmiştir.[176]

Lütfi Müfit Özdeş

1290 (1874) İstanbul doğumlu olan Lütfi Müfit Bey’in; babası Nuri Bey, annesi Gülsüm Hanım’dır. 1901’de Mülazım, 1904’te Erkan-ı Harp Yüzbaşısı olarak Erkan-ı Harbiye’den mezun oldu. Mezuniyetinin ardından orduya katılmak için beklerken on arkadaşıyla birlikte bazı “gizli eylemleri” neticesinde hapse girdi. Birkaç hafta sonra serbest kaldı ve Beşinci Ordu merkezi olan Şam’a gönderildi. Burada iki yıllık staj müddetini tamamladıktan sonra Kolağası olarak Ordu Erkan-ı Harbiyesine nakil edildi. 1906’da Halep, 1907’de Selanik’e nakledildi. Meşrutiyette Selanik Harbiyesinde olan Lütfi Müfit Bey, 1909 senesi başında 20. Alay 2 Tabur Kumandanı olarak Köprülü’de bulundu. 31 Mart Hadisesi’nde İstanbul’a gelerek Hurşit Paşa Divan-ı Harbi’nde çalıştı. Altı ay kadar Erkan-ı Harbiye Harita Şubesinde çalıştı. 1910’da Yemen’e Binbaşı olarak gitti. Balkan Harbi’nde Yozgat Fırkası Erkan-ı Harbi olarak çalıştı. 1914’te Erkan-ı Harb-i Umumiye 3. Şubesinde çalıştı ve 7. Alay Kumandanı oldu. Harb-i Umumi’de alayıyla birlikte Birinci Kuvve-i Seferiye olarak İran’a geçti. Dilman ve Çağlayan Harbi’ni yaptı. 1916’da Umum Depo Kıtaatı Müfettişliği Heyet-i Erkan Reisi oldu. 1917’de Galiçya’ya 10. Alay Kumandanı olarak gitti. Aynı yılın sonunda on zabitiyle birlikte Kırım ve havalisinde, oradaki Türklerin teşkilâtına gizlice görevlendirildi. 1921 senesine kadar İstanbul’da kaldı ve İstanbul’daki Karakol Grubu ile ve kısmen Müdafaa-i Milliye Grubuyla çalıştı. Aynı yıl Anadolu’ya geçti ve Sakarya Harbi’nde Yahşihan Menzili Erkan-ı Harp Reisi olarak bulundu. Ardından Konya’da 1. Alay Depo Kumandanlığı’na ve sonrasında Karahisar cephesinde bulunan 135. Alay Kumandanlığı’na nakledildi. Büyük Taarruz’da, alayıyla birlikte Karahisar’a girdi. Başkumandanlık Harbi’nde Yunanlılarla Eşme Muharebesi yaptı. Piyade olarak İzmir’e, 10 Eylül sabahı girdi. Bilahare 57. Alay Liva Kumandanlığı’na tayin edildi. 1923’te emekliye ayrıldı. 1924’de ara seçimle İkinci Meclis’e Kırşehir Mebusu olarak girdi. Şark İsyanı’nın başlamasından sonra Mahkemeye aza oldu. Bundan sonra III., IV. ve V. Dönem Kırşehir Milletvekilliği yaptı ve 18 Nisan 1940 tarihinde öldü.[177]

Okul yıllarından itibaren Mustafa Kemal Paşa ile yakın arkadaş olduğu bilinen Lütfi Müfit Bey, faaliyet süresi boyunca Şark İstiklal Mahkemesi azalığını yerine getirmiştir. Mahkeme Savcısı Ahmed Süreyya Bey ile yaptığı bir tartışmada “Bizim muayyen, millî gayemiz vardır. Ona varmak için ara sıra kanununfevkine de çıkarız” diyen Mahkeme üyesidir.

Ahmet Süreyya Örgeevren

1304 (1888) Balıkesir Sındırgı doğumlu olan Ahmet Süreyya Bey’in; babası Hilmi Bey, annesi Hasibe Hanım’dır. İbtidai ve Rüşdi tahsilini Sındırgı’da, İdadi tahsilini ise Bursa’da yaptı. 1906 senesinde İstanbul Hukuk Mektebine girdi ve 1910’da mezun oldu. Önce Razlık kazası Savcılığına tayin oldu, daha sonra sırasıyla Taşoz, Edremit kazaları Savcılıklarında bulundu. Daha sonra Karaisalı Bidayet Mahkemesi Reisliğine terfi etti. Ardından Hayrabolu Hâkim Münferit Muavinliğine tayin olunan Ahmed Süreyya Bey oradan istifa ederek İzmir’e geldi ve avukatlık yapmaya başladı. 1914 senesinde İhtiyat Zabitan Mektebi’ne giren ve Birinci Mürettip olarak Dördüncü Ordu emrine giden Ahmet Süreyya Bey, umumi seferberlik devam ettiği müddetçe asker olarak çalıştı. Terhis olduktan sonra Almanya’ya gidecek olan hukukçular arasında yer almak için sınava girip kazanmasına rağmen Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine Almanya’ya gidemedi ve akabinde Aydın sancağı Sulh Hâkimliğine tayin edildi. Aydın’da bu görevi yürütürken İzmir’e gelen Ahmet Süreyya Bey, İzmir’in işgal edilmesi ve Yunanlıların izin vermemesi üzerine Aydın’a geri dönemedi ve altı ay kadar İzmir’de kalarak burada hâkimlik yaptı. Daha sonra bir fırsatını bulup Nazilli’ye kaçtı ve bakanlıktan aldığı emir üzerine mahkemesini Söke’ye naklederek bir buçuk sene orada çalıştı. Burada Kuva-yı Milliye teşkilâtına da dâhil oldu. Söke’nin işgal olunması üzerine Muğla’ya geldi ve burada Büyük Taarruz’dan on gün evvel elli neferlik bir müfreze teşkil ederek silahlandırdı. Ardından 4-5 Eylül 1922 tarihinde Söke üzerine yürüyerek Söke’nin geri alınmasında yer aldı. İzmir’in geri alınmasından sonra müfrezesini dağıtarak bir müddet fahri olarak Birinci Kolordu İstihbaratında çalıştı. Bundan sonra tekrardan avukatlık yapmaya başlayan Ahmet Süreyya Bey, 2. Dönem Karesi mebusu olarak TBMM’ye girdi ve Şeyh Said İsyanı’nın başlamasından sonra Şark İstiklal Mahkemesi’ne Savcı olarak seçildi. Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığı görevine başladıktan sonra Mahkeme’nin Diyarbekir’deki ilk dönem yargılamalarını bitirip Elaziz’e geçtiği sırada bir müddet izinli olarak Ankara’ya gitti. Daha sonra tekrardan görevine dönen Ahmet Süreyya Bey, Şark İstiklal Mahkemesi kapanana kadar Mahkeme’nin Savcılık görevini yürüttü. Daha sonra IV. Dönem Aksaray, V., VII. ve VIII. Dönem Balıkesir, VI. Dönem Bitlis Milletvekilliklerinde bulunan Ahmet Süreyya Bey 7 Ağustos 1969 yılında öldü.[178]

Taha Akyol, Ahmet Süreyya Bey’in eskiden liberal-muhalif çizgideyken Şeyh Said isyanı üzerine radikalleştiğini ve inkılâpçı kanada katıldığını, ancak birikimli bir hukukçu olduğunu söylemektedir.[179] Ahmed Süreyya, Şark İstiklal Mahkemesi’nin hukukçu üyesidir ve hatıratında Mahkeme Heyetinden farklı olarak hukuk çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ve bu yüzden Mahkeme üyeleri ile arasında geçen tartışmaları anlatmaktadır. Bunun yanında gazetecilerin İstiklal Mahkemesinde yargılanmasına karşı çıktığını, hatta tutuklanarak Diyarbekir’e getirilen gazetecilerin, kendisinin mahkeme heyetinden farklı düşündüğünü gördükleri zaman biraz müsterih olduklarını söylemektedir.[180] Ancak İstanbul basınını susturmak için İstanbul da bir İstiklal Mahkemesi kurulmasını isteyen kişi de Ahmet Süreyya Bey’dir.[181]

Avni Doğan

1308 (1892) Yozgat doğumlu olan Avni Bey’in babası; Hayrullah Bey, annesi Zehra Hanım’dır. İbtidai tahsilini Yozgat’ta tamamladıktan sonra İstanbul Sultanisinde okuyarak 1909 yılında mezun oldu. Daha sonra Mülkiye-i Şahaneye girerek 1913’de mezun oldu. Aynı yıl Sadaret Mektubi Kalemi Hulefalığına ve dört ay sonra Sadaret Umur-ı Mühimme ve Kalem-i Mahsus Hulefalığına terfi etti. 1914’te İhtiyat Zabit Mülazımı olarak Kafkas, Çanakkale, Medine cephelerinde bulunarak Harb-i Umumi’ye iştirak etti. Terhisinden sonra Adana’da Fransız işgaline karşı Yeni Adana gazetesini çıkardı. Bunun üzerine 1920’de Fransızlar tarafından Adana’dan sürüldü. Aynı yıl önce Boğazlıyan ve daha sonra Ereğli Kaymakamlığına atandı. 1921’de Ereğli Kaymakamlığından istifa ederek ticaretle uğraşmaya başladı. Birkaç ay sonra, seferberliğe iltihak ederek Milli Mücadele’ye iştirak etti. 1923 senesinde Bozok Mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne katıldı. Şark İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasından sonra Mahkeme üyeliğine seçildi. III., IV. ve V. (İstifa: 01.10.1936 Konya Valiliğine atanması nedeniyle) Dönem Yozgat, VI. ve VII. (İstifa: 02.08.1943) Dönem Çankırı, IX. Dönem Yozgat, XI. Dönem Ankara, XII. Dönem Kastamonu Milletvekilliği ve Kurucu Meclis’te Devlet Bakanlığı yaptı. Bu arada Kastamonu, Samsun ve Ankara Valilikleri de yapan Avni Doğan 14 Haziran 1965 yılında öldü.[182]

Şark İstiklal Mahkemesi heyeti teşekkül ettiğinde 31 yaşında Mahkemenin en genç üyesi (yedek üye) olarak heyete katılan Avni Bey, Savcı Ahmet Süreyya Bey’in yokluğunda Mahkeme Savcılığı görevini yerine getirmiştir.

Hacim Muhittin Çarıklı

1297 (1881) Uşak doğumlu olan Hacim Muhittin Bey’in; babası Ahmet Muhittin Bey, annesi Hatice Nâfıa Hanım’dır. 1901’de İzmir Mekteb-i İdadisi’nden, 1904’te Mekteb-i Mülkiye’den mezun oldu. 1907 Temmuz ayına kadar Aydın’da Maiyet Memurluğu yaptı. Ardından İzmir merkez ile Denizli ve Saruhan livalarında da aynı vazifede bulundu. Daha sonra sırasıyla Kula kazası Kaymakam Vekilliği; Burhaniye, Gönen, Bergama, Tavas, Çeşme Kaymakamlıklarında bulundu. Daha sonra 1914 ile 1915 tarihlerinde Aydın Polis Müdüriyetinde bulundu. Ardından yine sırasıyla Akhisar Kaymakamlığı ile Havran ve Karesi Mutasarrıflıklarında bulunduktan sonra İzmir’in işgali üzerine Balıkesir bölgesinde Kuva-yı Millîye’de çalıştı ve Heyet-i Merkeziye Riyasetinde bulundu. İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Karesi Mebusu olarak girdikten sonra İstanbul’un işgali üzerine firar ederek Birinci Büyük Millet Meclisi’ne Karesi Mebusu olarak iştirak etti. İkinci Meclis’e Giresun Mebusu olarak giren Hacim Muhittin Bey, Konya İstiklal Mahkemesi azalığı ve Elcezire İstiklal Mahkemesi Başkanlığını yaptı. Şeyh Said İsyanından sonra kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin başkanlığına seçilmekle birlikte, henüz Mahkeme göreve başlamadan önce sağlık sorunlarını göstererek başkanlıktan istifa etti ve yerine Mazhar Müfit Bey seçildi. Ancak Mazhar Müfit Bey’in istifasından sonra tekrardan 14 Kasım 1925 tarihinde Mahkeme Başkanlığına seçildi, bu görevi bir sene ifa ettikten sonra 20 Kasım 1926’da istifa etti. İkinci Dönem Giresun Milletvekilliğinden başka III. Dönem Giresun, IV., V., VI., VII. ve VIII. Dönem Balıkesir Milletvekilliklerini de yapan Hacim Muhittin Bey 5 Aralık 1965’te öldü.[183]

Abdülhak Fırat

1297 (1881) Erzincan doğumlu olan Abdülhak Bey’in; babası Mehmet Sıdkı Efendi, annesi Aliyye Hanım’dır. 1899 senesinde Mekteb-i Harbiye’ye girdi ve 1901’de Mülazım-ı Sani olarak mezun oldu. Kıtaat-ı redife ve muzaffada, Erkan-ı Harbiye ve Divan-ı Harplerde vazife gördü. 1909 tarihinde İstanbul Hukuk Mektebi’ne girdi ve 1914’te mezun oldu. Yüzbaşı olarak Balkan Harbi’ne iştirak etti. Onuncu Kolordu Erkan-ı Harbiyesi Harekât Şubesi’nde ve Edirne’nin geri alınmasında Sol Cenah Ordusu Üçüncü Mehâkim Şubesi Müdüriyeti’nde bulundu. Harpten sonra Harbiye Nezareti Umur-ı Mehâkim Müdüriyeti Azalığıyla Encümen-i Adliye-i Askeriye Azalığında bulundu. 1915’te Harb-i Umumi’ye iştirak ederek 1918 senesine kadar 151. Alay Üçüncü Tabur Kumandanlığında ve Kırk Sekizinci Fırka Erkan-ı Harbi vekâletinde hizmet ederek çeşitli mevki ve cephelerde bulundu. Harb-i Umumi’den sonra İstanbul Usera Müfettişliği Tahkikat Şubesi Müşavir-i Adliliği’nde ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Dördüncü Kavanin ve Nizamat Şubesi’nde çalıştı. 1921’de Harekât-ı Milli’ye iştirak ederek Millî Mücadele’nin sonuna kadar Müdafaa-i Milliye Vekâleti Umur-ı Mehâkim Müdür Vekâletinde, Birinci ve Yedinci Depo Alaylarının İkinci ve Dördüncü Tabur ve Yirmi Birinci Fırkanın 16. Kafkas Alayının İkinci Tabur Kumandanlıklarında ve aynı alayın Divan-ı Harp Riyasetinde bulundu. Sonrasında tekrardan Müdafaa-i Milliye Vekâleti Umur-ı Mekahim Muavinliğiyle Hukuk Müşavirliği Vekâletinde bulunduğu sırada, İstanbul’un Millî Hükümet’e iltihakı üzerine memuriyetine ek olarak İstanbul İstitlaat Komisyonu Müşavir-i Adliliğini ifa etti. Daha sonra Müdafaa-i Milliye Vekâleti Muhakemat Şubesi Müdürü olarak bulunduğu esnada İkinci Dönemde araseçimle Erzincan Mebusu seçilmesi üzerine Binbaşılıktan emekliye ayrılarak Meclis’e giren Abdülhak Bey, Şark İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasından bir yıl sonra Mahkeme’nin bir Savcı yardımcısına ihtiyaç duyması neticesinde 15 Mayıs 1926 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi’ne Savcı Yardımcısı olarak seçildi ve dokuz ay bu görevde bulundu. Bundan sonra III., IV., V., VI., VII. ve VIII. Dönem Erzincan Milletvekilliklerini de yapan Abdülhak Bey 3 Nisan 1953’te öldü.[184]

İbrahim Tolon

1296 (1878) Karadeniz Ereğlisi doğumlu olan İbrahim Bey’in; babası Hurşit Bey, annesi Fatma Hanım’dır. İbtidai, Askeri Rüşdi ve İdadi tahsillerinden sonra 1899 senesinde Mekteb-i Harbiye’den Piyade Mülazım-ı sanisi olarak mezun oldu. 1903’te Mülazım-ı evvel 1908’de Yüzbaşı, 1916’da Binbaşı ve 1923’te Kaymakam rütbesine terfi etti. Jandarma Zabit Mektebi Müdürlüğü’nden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Kocaeli Mebusu olarak katıldı. İkinci Dönem Kocaeli mebusluğu yaptığı sırada Hacim Muhittin Bey’in Mahkeme Riyasetinden istifası ve yerine Ali Saib Bey’in seçilmesi üzerine 6 Aralık 1926’da Mahkeme üyeliğine seçildi ve bu görevi üç ay yerine getirdi. Bundan sonra III., VI. ve VII. Dönem Kocaeli Milletvekili de yapan İbrahim Bey 2 Aralık 1956’da öldü.[185]

Mahkeme Savcılığı

Şark İstiklal Mahkemesi’nin Savcılık görevini yürüten ilk kişi, bir hukukçu olan Ahmed Süreyya Bey oldu. Ancak onun izinli olduğu bir dönemde, bu görevi Mahkemenin yedek üyesi ve Mülkiye mezunu olan Avni Doğan idare etti. Mahkeme savcılığı yoğun bir mesai ile çalışmaktaydı. Mahkemeye gelen bütün evraklar savcılığın elinden geçiyordu. Savcı, bu yoğun evrak mesaisinin yanında duruşmalarda da bizzat bulunuyordu.

Bu yoğun mesai neticesinde, İstiklal Mahkemesi Savcısının talebi üzerine, 5. Kolordu Kumandanlığı Adli Müfettişi olmakla birlikte 3. Ordu Müfettişi Kâzım Bey’in müşaviri olarak çalışmakta olan Münir Bey, İstiklal Mahkemesi Savcılığına yardımcı olmak amacıyla geçici olarak görevlendirilmişti.[186] Ancak savcılığın yoğunluğunun giderek artması üzerine, gerektiğinde savcının yerine duruşmalara katılabilecek bir savcı yardımcısının varlığına ihtiyaç duyulmuştu. Bu ihtiyacı karşılamak üzere Şark İstiklal Mahkemesi’nin talebi doğrultusunda mahkemeye bir Savcı Yardımcısı seçmek için önce İstiklal Mehâkimi Kanunu düzenlendi, ardından 15 Mayıs 1926 tarihinde Mahkeme için Savcı Muavini seçildi. Savcı Muavinliği görevine seçilen Erzincan Mebusu Abdülhak Bey, aslen asker olmakla birlikte hukuk eğitimi de almıştı.[187]

Savcılığın görev ve yetkileri İstiklal Mehâkimi Kanunu ile düzenlenmişti. Öncelikle İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 6. maddesine göre Savcı’nın Mahkeme kararlarına itiraz hakkı bulunmaktaydı. Şark İstiklal Mahkemesi’nin aldığı kararlara bakıldığında Savcının bu hakkını nadir olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Buna örnek olarak 462 numaralı karara yapılmış olan itiraz gösterilebilir. 2 Mayıs 1926’da Nazimiye Kaymakamı İsmail Hakkı Bey hakkında, vazifede tekâsül ve terahi (tembellik ve ihmal) fiilinden dolayı verilen mahkûmiyet kararına, Savcı Ahmed Süreyya Bey “Ruh-ı madelet (adillik) ve ahkâm-ı kanuniyeye münafi (aykırı)” olduğu gerekçesiyle itiraz etmiştir. Neticede Mahkeme’nin verdiği karar 25 Ekim 1926 tarihinde Meclis’te görüşülmüş ve Kaymakam İsmail Hakkı hakkında verilen cezanın iptaline karar verilmiştir.[188]

Mahkeme Savcılığı ile ilgili bir diğer düzenleme, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 8. Maddesi ile yapılmıştır. Buna göre Mahkeme’nin vasıta-i muhaberesi yani diğer makamlarla haberleşme merkezi olarak Savcılık makamı kabul edilmişti. Ancak bazı makamlar, bazı dosyaları Mahkeme Başkanlığına gönderiyordu. Bu yüzden Savcılık bu makamları uyararak, bu tarz işlemlerin karışıklığa sebebiyet verdiğini bildirmişti.[189]

İstiklal Mahkemesi Savcılığı, yargı sahasında bulunan yerel savcılıklarla birlikte çalışmaktaydı. Yerel savcılıkların görevi, İstiklal Mahkemesinin yetki alanına giren suçlarla ilgili tahkikatı tam bir şekilde yaptıktan sonra fezleke hazırlayarak İstiklal Mahkemesine göndermekti. Yerel savcılıkların men-i muhakeme ve lüzum-ı muhakeme yani soruşturmanın açılması veya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermeye yetkileri yoktu. İstiklal Mahkemesinin bakacağı suçlar hakkında tahkikat ve takibat icrası İstiklal Mahkemesi Savcılığına aitti.[190] Bunun yanında yerel mahkemelerin men-i muhakeme kararı verme yetkisi olmamasına rağmen 14 Ocak 1926 tarihinde Kiğı Müstantikliğinin (Sorgu Hâkimliği) bir mahkûm hakkında verdiği men-i muhakeme kararının İstiklal Mahkemesi Savcılığı tarafından uygun görülerek tasdik edildiği belgelerden anlaşılmaktadır.[191]

Ahmed Süreyya Bey’in yerel savcılıklarla bazı sıkıntılar yaşadığı anlaşılıyor. Savcılık, devamlı bir şekilde, yerel savcılıklardan gönderilen tahkikat evraklarının noksan olduğundan şikâyet etmektedir. Savcı, belirgin bir suçla zanlı olmayan, haklarında tam bir tahkikat yapılmayan ve tahkikat evrakı gönderilmeyen bir kimsenin mahkemeye sevk edilmesini kesinlikle istemiyordu. Hatta 24 Aralık 1925’te Maden Savcılığı’na yazdığı yazı ile evrakların bir daha noksan gönderilmesi halinde, ilgili olan şahıslar hakkında “muamele-i intibahiye” icra edileceğini yazmıştır.[192] Mahkeme, kendisine gönderilen maznunların tahkikatlarının tam olarak yapılmasını ve bu evrakların gönderilmesini istemekte idi. Bu tür işlemleri tamamlanmayan zanlıların gönderilmesi istenmiyordu.

Mahkeme Heyeti Arasındaki Görüş Ayrılıkları

Mahkeme heyeti, birbiriyle uyumlu ve iyi geçinebilmiş bir heyet gibi görünmemektedir. Avni Doğan hatırasında, “istiklal Mahkemesi başkan ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek nasip olmadı ” diyerek bu durumu gözler önüne sermiştir. Heyet daha Diyarbekir’e varmadan kimin otomobili önden gidecek gibi basit bir protokol meselesinden dolayı küfür ve tartışmalar yaşamıştı. Mahkeme Heyeti, dava sonunda karar almak için bir odaya toplandıkları zaman bile çok büyük tartışmalar yaşanıyor, hatta silahlar bile çekiliyordu. [193]

Mahkeme azasından Ali Saib Bey’in Mahkeme’nin tüm işlerine vakıf olmaya çalışması ve Savcılığın yapmış olduğu yazışmalardan bile haberdar olmak istemesinin Ahmed Süreyya Bey’i ciddi anlamda rahatsız etmiş olduğu anlaşılıyor.[194] Öncelikle Mahkeme’nin görev ve yetkileriyle ilgili, heyet arasında ciddi tartışmalar yaşanmış ve bu tartışmalar Ankara ile yapılan yazışmalar ile son bulabilmişti. Ahmed Süreyya Bey, İstiklal Mahkemesinin, İstiklal Mehâkimi Kanunu’ndaki yargılama yetkisiyle sınırlı olduğunda ısrarcı davranmaktaydı. Ancak başta Ali Saib Bey olmak üzere diğer iki aza; Ceza Kanunu’nun bütün madde ve hükümleriyle ilgili fiillerin muhakemelerini yapma taraftarı idiler. Çünkü Ankara İstiklal Mahkemesi öyle yapmaktaydı. Ahmed Süreyya Bey’in hatıratında genişçe anlattığı bu tartışmalar sonrasında Ankara ile yazışmalar yapılmış ve Şark İstiklal Mahkemesi’nin bakacağı suçlarda genişletilmişti.[195]

Benzer durum gazetecilerin yargılanmasında da yaşanmıştı. Gazetecilerin yargılanması meselesinde Mahkeme Heyeti arasında görüş ayrılığı vardı. Ahmed Süreyya Bey gazetecilerin davaya dahil edilmeleri konusunda isteksiz davranmış olmasına rağmen Mahkeme Heyeti, gazetecileri Şeyh Said davasına dahil etmişti. Daha sonra gazetecilerin müstakil olarak yargılandığı davanın savcılığını yapan Avni Doğan ise gazetecilerin cezalandırılması yolunda Mahkeme Heyeti tarafından baskıya maruz kaldığını hatıralarında anlatmıştır.

Mahkemenin Hukuki Dayanakları

Hıyanet-i Vataniye Kanunu

Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından kısa bir süre sonra 29 Nisan 1920 yılında kabul edilen 2 Numaralı kanundur ve İstiklal Mahkemelerinin kuruluş süreci bu kanunun kabulüyle başlamıştır. Millî Mücadele’nin devam ettiği ve Meclis’in Anadolu üzerindeki otoritesini henüz tesis edememiş olduğu süreçte çıkarılan bu kanunla asker kaçaklarının önüne geçerek hem Millî Mücadele’nin başarısı, hem de kamu düzeninin sağlanması amaçlanmıştı. Kanun metni şu şekildedir:

Hiyanet-i Vataniye Kanunu

BirinciMadde - Makam-ı muallâ-yı hilâfet ve saltanatı ve memâlik-i mahrusa-i şahaneyi yed-i ecanipten tahlis ve taarruzatı def maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, hain-i vatan addolunur.

ikinci Madde - Bilfiil hiyanet-i vataniyede bulunanlar salben idam olunur. Fer-an zimedhal olanlar ile müteşebbisleri Kanun-ı Ceza’nın kırk beşinci ve kırk altıncı maddesi mucibince tecziye edilirler.

Üçüncü Madde - Vaiz ve hitabet suretiyle alenen veya ezmene-i muhtelif eşhas-ı muhtelifeyi sırren ve kavlen hıyanet-i vataniye cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki suver ve vesait-i muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikâp eyleyenler muvakkat küreğe konurlar. Tahrikât ve teşvikat sebebiyle madde-i fesat meydana çıkarsa muharrik ve müşevvikler idam olunurlar.

Dördüncü Madde - Hiyanet-i vataniye maznunlarının merci-i muhakemesi ika-ı cürüm edilen mahaldeki Bidayet Ceza Mahkemesi’dir. Ahval-i müstacele ve fevkalâdede maznunun derdest edildiği mahal mahkemesi de icra-yı muhakeme ve ita-yı karara salâhiyettardır.

Beşinci Madde - Hiyanet-i vataniye maznunlarının muhakemesi bidayet ceza mahkemelerinden verilecek gayr-i muvakkat tevkif müzekkeresi üzerine herhalde mevkufen icra edilir.

Altıncı Madde - Zabıta-i adliye memurlarının tanzim edecekleri tahkikat-ı ibtidaiye evrakı daire-i istintaka tevdi olunmaksızın mahallin en büyük mülkiye memuruna ita olunur ve onun tarafından dahi müddei-i umumiler vasıtasıyla yirmi dört saat zarfında mahkemeye verilir.

Yedinci Madde - Hiyanet-i vataniye maznunlarına ait muhakemat, bir sebeb-i mücbir olmadıkça âzami yirmi günde hükme rabt olunacaktır. Bu müddeti bilâ-sebeb-i mücbir tecavüz ettiren mahallî zabıtası ile mahkeme heyeti Kanun-ı Ceza ’nın yüz ikinci maddesi zeyli mucibince cürmünün derecesine göre tecziye edilmek üzere mâfevki mahkemesince muhakemesi bi’l-icra âzami yirmi gün zarfında hükme rabt edilecektir.

Sekizinci Madde- işbu kanuna tevfikan mehâkimden sâdır olacak mukarrerat katî olup Büyük Millet Meclisince ba’de’t-tasdik mahallerinde infaz olunur. Tasdik edilmediği takdirde Meclis’ce ittihaz edilecek karara tevfik-i muamele olunur.

Dokuzuncu Madde - İşbu cerâimin emr-i muhakemesi için mahkemelerce istenilen şahsa, celp ve davete hacet kalmaksızın bilâ-hüküm ihzar müzekkeresi tastır kılınır:

Onuncu Madde - İsyana iştirak etmeyen eşhas hakkında li-garezin isnadatta bulunanlar isnat ettikleri cürmün cezasıyla mücazat olunurlar.

On Birinci Madde - Haklarında gıyaben hüküm sâdır olan eşhas, derdestlerinde işbu kanuna tevfikan yeniden ve vicahen muhakemeleri icra olunur.

On İkinci Madde - İşbu kanun her mahallin idare âmiri tarafından nahiye ve kaza, liva ve vilâyat merkezlerine ve köy heyet-i ihtiyariyeleri, müçtemian celb edilerek ifham ve suret-i tebliği mutazammın heyet-i mezkûre azalarının imzalarını havi zabıt varakaları tutularak idare meclislerince hıfzedilmekle beraber kavaninin neşir ve ilânı hakkındaki kanuna tevfikan ayrıca neşir muamelesi dahi yapılacaktır.

On Üçüncü Madde - İşbu kanunun icra-yı ahkâmına Büyük Millet Meclisi memurdur.

On Dördüncü Madde - İşbu kanun her mahalde tarih-i tebliğ ve ilânından kırk sekiz saat sonra mer'i olacaktır.

29 Nisan 1336 ve 30 Recep 1338

14 maddeden oluşan Hıyanet-i Vataniye Kanunu, kabul edilmesinden sonra Bidayet Mahkemeleri ile Divan-ı Harpler tarafından uygulamış ancak bu iki mahkemenin, ihtilal döneminin olağan üstü koşullarına göre çalışamaması neticesinde Kanun’un dört aylık uygulama süresinde istenilen sonuç alınamadı. Bunun üzerine 11 Eylül 1920’de Firariler Hakkında Kanun kabul edilerek İstiklal Mahkemelerinin kurulması kararlaştırıldı.

Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun bazı maddeleri zaman içerisinde değişikliğe uğramıştır. İlk değişiklikler -saltanatın kaldırılmasından sonra yaşanan gergin ortamda, Meclis’in dağılmasından bir gün önce- 15 Nisan 1923’te 334 ve 335 sayılı kanunlarla Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. ve 8. maddelerinde yapıldı. Kanun’un ilk maddesinde, Büyük Millet Meclisi’nin hilafet, saltanat ve Osmanlı devletini ecnebi elinden kurtarmak maksadıyla teşekkül ettiği ve Meclis’in meşrutiyetine karşı sözle, fiilen ve yazı ile muhalefet edenlerin vatan haini olduğu vurgulanmıştı. Ancak 15 Nisan 1923 tarihinde 1. maddede yapılan değişiklikle “Büyük Millet Meclisi’nin hilafet, saltanat ve Osmanlı devletini ecnebilerin elinden kurtarmak amacıyla teşekkül ettiği”ni ifade eden bölüm çıkarıldı. Bunun yerine saltanatın kaldırılması kanuna muhalefet etmek hıyanet-i vataniye kapsamına alındı. Bu düzenleme ile saltanatı geri getirmek isteyenler ile karşı devrimciler, İstiklal Mahkemelerinde yargılana bilecekti. Değişiklik sonrası birinci madde şu şekildedir:

“Birinci Madde — Hiyanet-i Vataniye Kanununun birinci maddesi ber-veçh-i âti tadil olunmuştur:

Saltanatın ilgasına ve hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisinin gayr-i kabil-i terk ve tecezzi veferağ olmak üzere Türkiye halkının mümessili hakikisi olan BüyükMillet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesinde mündemiç bulunduğuna dair 1 Teşrinisani 1338 tarihli karar hilâfında veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammınkavlen veya tahriren veya fiilen ankasdin muhalefet veya ifsadat veya neşriyatta bulunan kesan haini vatan addolunur.”

8. maddede yapılan değişiklikle ise savaşın bitmiş ve olağan üstü durumun sona ermiş olmasından dolayı mahkeme kararlarına temyiz ve itiraz hakları tanındı.[196] 335 sayılı kanun metni şu şekildedir:

“Birinci Madde — Hiyanet-i Vataniye Kanununun sekizinci maddesi ber-veçh-i âti tadil olunmuştur:

işbu kanuna tevfikan mehâkimden sadır olan mukarrerattan mahkûmiyeti mutazammın olanlar resen ve beraet veya adem-i mesuliyet ile vazife ve salâhiyet gibi mukarrerat müddei-i umumilerin veya alâkadaranın istidalarına binaen Heyet-i temyiziye ceza dairesince mevadd-ı saireye tercihan tetkik olunur. Heyet-i temyiziye ceza dairesi ahkâm ve mukarrerat-ı mezkûreyi vazife ve salâhiyetten ve tahsisatın hükme müessir olacak surette noksanından ve iptal hakkı mucip olacak surette usul-ı muhakemeye adem-i riayetten ve hükmün kanuna muhalefetinden nâşiâdiyen nakız ve o dairede ifa-yi muamele etmek üzere hükmü veren mahkemeye iade eder. Nakız kararlarına karşı ısrar caiz değildir.”

Kanundaki diğer önemli değişiklik, Şeyh Said İsyanı’ndan sonra 25 Şubat 1925 tarihinde 556 numaralı kanunla yapıldı. Bu değişiklikle dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gayelere alet ederek cemiyet kuran veya bu cemiyetlere üye olan ve bu maksatları söz, yazı ile veya fiilen yayanlar, bu kanununun kapsamına alındı. Değişiklik sonrasında birinci madde şu şekli aldı:

“Birinci Madde — Dini veya mukaddesatı diniyeyi siyasi gayelere esas veya alet ittihaz maksadıyla cemiyetler teşkili memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dâhil olanlar haini vatan addolunur. Dini veya mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek şekli devleti tebdil ve tağyir veya emniyet-i devleti ihlâl veya dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali arasına fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müçtemian kavli veya tahriri veyahut fili bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunanlar kezalik haini vatan addolunur.”

2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu 12 Nisan 1991 tarihinde çıkarılan 3713 numaralı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yürürlükten kaldırılmıştır.

Firariler Hakkında Kanun

Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kabulünden sonra, kanun kapsamına giren suçlara Bidayet Mahkemeleri ile Divan-ı Harpler bakmaktaydı. Ancak bu iki mahkeme tarafından kanunun istenilen şekilde uygulanamaması, özellikle Millî Mücadele’nin devam ettiği bir dönemde asker kaçaklarının önüne geçilememesi üzerine, bu meselede kesin sonuçların alınabilmesi için olağan üstü mahkemelerin varlığına ihtiyaç duyularak 11 Eylül 1920’de 21 numaralı Firariler Hakkında Kanun çıkarıldı ve bu Kanun’a dayanarak İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Bu Kanun’a göre kurulacak olan mahkemeler, asker kaçaklarıyla uğraşacak ve vermiş oldukları kararların temyizi olmayacaktı. Kanun’la ayrıca mahkeme heyetinin üç kişiden oluşup üyelerin Meclis içinden seçileceği, mahkemelerin adet ve kurulacağı bölgelerin hükümetin teklifi üzerine Meclis’in tayin edeceği ve bunlardan başka birkaç husus belirlendi.[197] Kanunun tam metni şöyledir:

Firariler Hakkında Kanun

BirinciMadde - Muvazzaf ve gönlü ile hizmet-i askeriyeye dahil olup da firar edenler veya her ne suretle olursa olsun firara sebebiyet verenler vefirari derdest ve sevkinde tekâsül gösterenler ve firarileri ihfa ve iaşe ve ilbas edenler hakkında mülki ve askerî kavaninde mevcut ahkâm ve inde ’l-icab diğer gûna mukarrerat-ı cezaiyeyi müstakilen hüküm ve tenzif etmek üzere Büyük Millet Meclisi azalarından mürekkep (istiklal Mahkemeleri) teşkil olunmuştur.

ikinci Madde - Bu mahkemeler azasının adedi (üç) olup Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyeti ârasıyla intihap ve içlerinden birisi kendileri tarafından reis addolunur.

Üçüncü Madde - İşbu mahkemelerin adedini ve mıntıkalarını Heyet-i Vekilenin teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi tayin eder.

Dördüncü Madde - İstiklal Mahkemelerinin kararları kati olup infazına bi’l-ûmum kuva-yı müsellaha ve gayr-i müsellaha-i devlet memurdur.

Beşinci Madde - İstiklal Mahkemelerinin evâmir ve mukarreratını infaz etmeyenler veya infazda taallül gösterenler işbu mahkemeler tarafından taht-ı muhakemeye alınır.

Altıncı Madde - Her İstiklal Mahkemesi ketebe ve müstahdemin maaşatı şehrî yüz lirayı geçmeyecektir.

Yedinci Madde - Her İstiklal Mahkemesi vazifeye mübadereti anında firari ve bakaya efradının bir müddet-i muayyene zarfında icabetini teminen her türlü vesait-i tebliğiyeye müracaat eder.

Sekizinci Madde - İşbu kanun tarih-i neşrinden muteberdir.

Dokuzuncu Madde - İşbu kanunun icrasına Büyük Millet Meclisi memurdur.

11 Eylül 1336 ve 28 Zilhicce 1338

Bu kanunla birlikte kurulma kararı verilen İstiklal Mahkemelerinin yalnız asker firarileri ve firara ilişkin suçlara bakması kararlaştırılmıştı. Ancak çok geçmeden 26 Eylül 1920’de çıkarılan 28 numaralı Kanunla, İstiklal Mahkemelerinin yetkileri genişletilerek, Mahkemelere asker kaçakları yanında, askeri ve siyasi casusluk suçları ile Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kapsamında bulunan suçlara bakma yetkisi de verildi. 28 numaralı kanun metni şöyledir:

Kumandanların merâtib-i askeriye arasında itaat ve inzibat teminine matuf hukuk ve salâhiyetleri mahfuz kalmak üzere istihlâs ve istiklâl-i vatan ve hilâfet için mücahede eden BüyükMilletMeclisi’nin amal ve makasıdına münafi olarak düşman maksat ve menfaatini terviç yollu teşvikat ve tahrikat ve ifsadatta bulunanlar ve memleketin kuva-yı maddiye ve maneviyesini her ne suretle olursa olsun kesir ve tenkise sâi edenler ve düşman hesabına askerî ve siyasi casusluk edenlerle 29 Nisan 1336 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanununun muhtevi olduğu mevaddan dolayı maznunualeyh bulunanların icra-yı muhakeme ve tenfiz-i hüküm salâhiyeti istiklâl Mahkemeleri teşekkül eden mıntakalarda mehâkim-i mezkûreye verilmiştir. Elyevm bidayet mehâkiminde derdest-i rüyet bulunan mevad İstiklâl Mehâkimine devredilmeyip bidayet mahkemeleri tarafından intaç edilecektir.

26 Eylül 1336 ve 12 Muharrem 1339

Ayrıca 28 Kasım 1920’de kabul edilen 65 numaralı kanun ile bu kanunda bir değişiklik daha yapılarak daha önce üç olarak belirlenen Mahkeme üyelerinin sayısı dörde çıkarıldı.

İstiklal Mahkemeleri belli bir dönem, bu kanun ve eklerinde belirlenen usullere göre yargılamalarını yaptıktan sonra 31 Temmuz 1922 tarihinde çıkarılan ve İstiklal Mahkemelerini yeniden düzenleyen İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun on dördüncü maddesiyle Firariler Hakkındaki Kanun ve ekleri yürürlükten kaldırıldı.

İstiklal Mehâkimi Kanunu

Sakarya Savaşı’nın kazanılmasından sonra askerden firar ve diğer suçların azalması, İstiklal Mahkemelerine ihtiyaç kalmadığı kanaatini ön plana çıkarmış ve Meclis’te Mahkemelerin kaldırılması gündeme gelmişti. Ancak hükümetin mahkemelere ihtiyaç olduğunu belirtmesi üzerine bu teklifler kabul edilmemekteydi. Bununla yanında İstiklal Mahkemelerinin geniş yetkilerle çalışmasından dolayı rahatsızlıklar vardı ve muhalefet, Mahkemelerle ilgili bazı düzenlemeler yapmak istiyordu.[198]

İstiklal Mahkemelerinin kaldırılmasıyla ilgili tekliflerin verildiği sırada, Başkumandanlık Kanunu’nda yapılan değişiklikten dolayı Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın Mahkemelere tayin ettiği azaların vazifelerinin son bulduğuna karar verilerek Mahkeme üyeleri geri çağırıldı. Ardından özel bir komisyonun hazırladığı 31 Temmuz 1922 tarih ve 249 numaralı İstiklal Mehâkimi Kanunu kabul edildi. Bu Kanun ile firariler hakkındaki 11 Eylül 1920 tarihli kanun ve ekleri yürürlükten kaldırılarak, İstiklal Mahkemelerinin çalışma yöntemleri yeniden düzenlendi. Buna göre yeni bir mahkemenin kurulması Meclis çoğunluğuna bırakılarak yetki ve görevleri eskiye göre daha belirgin hale getirildi ve daha önce temyiz edilme ihtimali olmayan idam kararlarının Meclis’in onayından geçmesi kararlaştırıldı.[199] İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun tam metni şöyledir:

istiklal Mehâkimi Kanunu

BirinciMadde - İcra Vekilleri Heyeti’nce gösterilecek lüzum ve BüyükMillet Meclisi’nce ekseriyet-i mutlaka ile verilecek karar üzerine icap eden mahallerde İstiklal Mahkemeleri teşkil olunur.

İkinci Madde - Bu mahkemeler Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyet-i mutlakası ve rey-i hafi ile kendi azası meyanından müntahap bir reis ve iki aza ve bir müddei-i umumiden teşekkül eder. Ancak heyet-i mahkemeye tarî olacak noksanın ikmalini teminen ayrıca bir aza daha intihap olunur.

Üçüncü Madde - İstiklal Mahkemelerinin vezâifi ber-veçh-i âtidir:

Muvazzaf ve gönlü ile hizmet-i askeriyeye dahil olup da firar edenler ve firara sebebiyet verenler ve firari derdest ve sevkinde tekâsül gösterenler ve firarileri bi’l-ihtiyar ihfa ve iaşe ve ilbas edenler hakkında Ceza Kanunnamesi’yle Askerî Kavânininde muayyen ceza-yı hüküm ve esbab-ı muhaffife ve müşeddide mevcut olduğu takdirdeyalnız bu fıkradaki cerâime münhasır olmak üzere tensip edeceği diğer güna mukarreratı ittihaz eylemek;

29 Nisan sene 1336 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun muhtevi olduğu ceraimi;

Devletin emniyeti hariciye ve dahiliyesini ihlâl edenler hakkında Ceza Kanunu’nun birinci babının birinci ve ikinci fasıllarında muharrer cerâimi;

Askerî ve siyasi casusluk ve suikast-i siyasi ve asker ailelerine taarruz ve tecavüz ceraimi;

H) Seferberlikte tedarik-i vesait-i nakliye komisyonlarının suiistimalât ve müsamahatı hakkında Askerî Ceza Kanunu’na müzeyyel 12 Şevval 1332 ve 21 Ağustos

tarihli kanun-ı muvakkatin birinci maddesini muaddil 28 Rebiyülâhır 1332 ve 2 Mart

tarihli kanunda musarrah cerâimi rüyet etmek;

K) ihtilasta bulunan, rüşvet alan bilumum memurin-i mülkiye ve askeriyeyi ve bunlara hangi sınıftan olursa olsun iştirak ve vesatet eyleyenleri;

S) Nüfuz- memuriyetinden istifade ederek halka zülüm ve işkencede bulunan memurin-i mülkiye ve askeriyeyi muhakeme etmek.

Dördüncü Madde - Büyük Millet Meclisi lüzum gördüğü İstiklal Mahkemeleri için üçüncü maddede muharrer vezâiften bir kısmının istisnasına karar verebilir.

Beşinci Madde - İstiklal Mahkemelerinin idamdan gayri hükümleri katî olup infazına, bi’l-umum kuva-yı müselleha ve gayr-i müselleha-i devlet memurdur. İdam hükümleri Büyük Millet Meclisi’nce bi’l-umum mesâile tercihan tetkik ve tasdik olunduktan sonra infaz olunur. Şu kadar ki müstacel ve müstesna hal ve zamanda idam hükümlerinin dahi Meclis’ce tasdik edilmeksizin infazına Meclis kararıyla mezuniyet verilebilir.

Altıncı Madde - İstiklal Mahkemeleri kararlarına bu mahkeme müddei-i umumisinin hakk-ı itirazı vardır. Müddet-i itiraz yevmi tefhimin ferdasından itibaren üç gündür ve itirazı vâki Büyük Millet Meclisi’nce katiyen hallolunur.

Yedinci Madde - İstiklâl Mahkemesi heyetleri her altı ayda bir intihap olunur ve bu müddetin hitamından evvel heyet tamamen veya kısmen Meclis kararıyla tebdil edilebileceği gibi esbab-ı teşkilin zevaliyle faaliyeti dahi tatil olunur

Sekizinci Madde - Müddei-i umumiler işbu kanun ahkâmına tevfikan muttali olacakları cerâim hakkında takibat-ı kanuniyede bulunurlar. Tevkif ve tahliye kararlarında müddei-i umumilerin mütalâası alınmadıkça tevkif ve tahliye yapılamaz, İstiklâl Mahkemelerinin vasıta-i muhabere ve tebliğ ve tebellüğü Müddei-i umumileridir.

İstiklâl Mahkemelerinin mukarreratının infazı hususunda kuvve-i müselleha ve gayr-i müsellehaya Müddei-i umumiler âmirdir.

Dokuzuncu Madde - İstiklal Mahkemelerinin evâmir ve mukarreratını infaz etmeyenler veya infazda taallül gösterenler müddei-i umumilerinin talep ve sevki üzerine aynı mahkemeler tarafından taht-ı muhakemeye alınırlar.

Onuncu Madde - İstiklal Mahkemeleri Askerî Ceza Kanunu’nun yedinci faslındaki hukuk-ı emiriyeden maada hukuk-ı şahsiyeye hükmedemezler.

On Birinci Madde - İstiklal Mehâkimi ile mehâkim-i sair arasında tahaddüs edecek ihtilâfı merci Türkiye Büyük Millet Meclisi Adliye encümenince bilcümle umuru takdimen hallolunur.

On ikinci Madde - Her istiklal Mahkemesi ketebe ve müstahdemin maaşatı asliyesi şehrî yüz lirayı geçmeyecektir.

On Üçüncü Madde - Her istiklal Mahkemesi ayda bir defa Heyet-i Umumiyeye hulâsa-i hüküm ve mesai cetveli göndermeğe mecburdur.

On Dördüncü Madde - Firariler hakkındaki 11 Eylül 1336 tarihli kanun ile İstiklal Mahkemeleri Kanunu’nun birinci maddesine müzeyyel 26 Eylül 1336 tarihli kanun ve firariler hakkındaki 11 Eylül 1336 tarihli kanunun 2’nci maddesini muaddil 6 Rebiyülevvel 1339 ve 28 Teşrinisani 1336 tarihli kanun mülgadır.

On Beşinci Madde - İşbu kanun tarihi neşrinin ferdasından itibaren mer'idir.

On Altıncı Madde - işbu kanun Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur.

31 Temmuz 1338 ve 4 Zilhicce 1340

İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun çıkarılarak, Mahkemelerin işleyişinde yapılan bu değişikliklerin bir nedeni de Mustafa Kemal Paşa’nın giderek artan gücünü frenlemek ve yetkilerini kısıtlamaktı. Çünkü mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmasından ve Başkumandanlık Kanunu’yla birlikte doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmış olmalarından dolayı bir rahatsızlık söz konusuydu.[200] Ergün Aybars bu Kanun’un çıkarılmasıyla birlikte “İstiklal Mahkemelerine ve M. Kemal’e karşı olanların isteği yerine geldi” dedikten sonra bu Kanun’un bazı maddelerinden dolayı İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarında zaman kaybının yaşandığını ve Mahkemelerin, ihtilal mahkemeleri olma niteliğini kaybettiğini vurgulamaktadır.[201]

Şark İstiklal Mahkemesi, 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun birinci maddesine dayanılarak 3 Mart 1925 tarihinde İsmet Paşa’nın Meclis’e sunduğu “Harekât-ı Askeriye Mıntıkasında ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi Teşkili Hakkında” 117 numaralı Meclis kararıyla kurulmuştur. Yine aynı Kanun’un beşinci maddesine göre aciliyetine binaen Mahkeme’ye idam kararlarını uygulama yetkisi verilmiştir.

İstiklal Mahkemelerine dayanak oluşturan İstiklal Mehâkimi Kanunu, Mahkeme’nin faaliyet süreci içerisinde birkaç değişikliğe uğramıştır. İlk olarak 13 Şubat 1926 tarihinde 738 numaralı Kanun’la İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 12 maddesi değiştirildi. Değişiklik Şark İstiklal Mahkemesi’nin talebi üzerine yapıldı. Değişikliğin amacı yoğun çalışma mesaisi içerisinde olan Mahkeme’nin, özellikle de savcılığın işlerini kolaylaştırmaktı. Mahkeme Savcısı hem dosyaları hazırlıyor hem de duruşmalarda hazır bulunuyordu. Bu yoğun mesai karşısında savcının yetersiz kalması üzere Mahkemeye bir savcı muavini seçilmesi ihtiyacı doğmuştu. Yapılan değişiklikle Kanun’a, gerekli olduğu takdirde İstiklal Mahkemelerine bir müddei-i umumi muavini seçebilme maddesi konuldu.

Diğer değişiklik 29 Mayıs 1926 tarihinde 868 numaralı Kanun ile yapıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi üyelerinden olan Afyon Mebusu Ali ve Denizli Mebusu Necip Ali Beylerin vermiş olduğu kanun teklifiyle İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinin C fıkrası değiştirildi. Değişikliğin amacı İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinin C fıkrasında geçen ceza numaralarının 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan yeni Ceza Kanunu’na tatbik edilmesiydi.

7 Mart 1927 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi’nin görev süresi son bulmasına rağmen yirmi iki yıl daha yürürlükte kalan İstiklal Mehâkimi Kanunu ve kanuna yapılan ekler 4 Mayıs 1949 tarihinde 5384 numaralı Kanun ile yürürlükten kaldırıldı.

Takrir-i Sükûn Kanunu

578 numaralı Takrir-i Sükûn Kanunu, Şeyh Said İsyanı sonrasında yaşanan hükümet değişikliği ile birlikte yeni Başvekil İsmet Paşa’nın teklifi ile 4 Mart 1925 tarihinde kabul edildi. İsmet Paşa, Meclis’e sunduğu kanun tasarısında bu Kanun’un amacının, memleket dahilinde emniyet, asayiş, huzur, sükun ve kamu düzenini ihlal edecek irtica ve ihtilal, hareket ve teşebbüslerine karşı gereken tedbirleri alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfuz ve kudretini takviye ve inkılâbın esaslarını sağlamlaştırma ve masum halka zarar verenlerin süratle takip ve cezalandırılması olduğunu söylemişti. Meclis’te büyük tartışmalar sonrasında kabul edilen bu Kanun’la, memleket dahilinde irtica ve isyan hareketlerine, kamu düzenini ve emniyeti ihlal edecek her türlü teşkilât, tahrik, teşebbüs ve neşriyatı hükümetin men etmeye izinli olduğu vurgulanarak bu fiilleri işleyenlerin İstiklal Mahkemelerine gönderilmesi kararı alındı. Kanunun metni şöyledir:

Takriri Sükûn Kanunu

Birinci Madde — irticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlâle bâis bilûmum teşkilât ve tahrika ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle, re'sen ve idareten men'e mezundur.

işbu efal erbabını Hükümet, istiklâl Mahkemesine tevdi edebilir.

ikinci Madde — İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren iki sene müddetle mer'iyü’l- icradır.

Üçüncü Madde —İşbu kanunun tatbikine İcra Vekilleri Heyeti memurdur

8 Şaban 1343 ve 4 Mart 1341

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dönemine damga vuran bu Kanun’un kabulünden sonra Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve memleket dahilinde sert tedbirler alınmıştır. İki yıl için kabul edilen Kanun’un süresi 2 Mart 1927 tarihli 979 numaralı kanunla iki yıl daha uzatılmış ve 4 Mart 1927 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.

Hem kabul edildiği dönemde hem de sonrasında Kanun’la ilgili çok önemli eleştiri ve yorumlar yapılmıştır. Kanun’un kabulü sırasında yapılan tartışmalarda, kanunla birlikte kurulan İstiklal Mahkemelerinin, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğu görüşü ön plana çıkmıştı. Feridun Fikri Bey bu Kanun’u Şüpheliler Kanunu’na benzetmiş; Kâzım Paşa, Kanun’un açık olmayıp elastiki bir kanun olduğunu belirttikten sonra “İstiklal Mahkemeleri şeref değildir” demiş, Rauf Orbay da anayasaya aykırı olduğunu söyleyerek, bu Kanun’un sükûn getirmeyeceğini dile getirmişti.

Bunların yanında bir çok yazar veya araştırmacı tarafından bu Kanun’la ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Shaw kitabında bu Kanun’la “İkiyıl için hükümete diktatörce yetkiler tanındığını” söylemektedir.[202] Kemal Karpat ise: “1925 Takrir-i Sükûn Kanunu TC tarihinde yeni bir devrenin başlangıcı sayılabilir. Nüfuzunu memleketin her köşesine yaymış, teşkilâtlı muhalefeti ortadan kaldırmış olan hükümet bundan böyle bütün kuvveti elinde tutarak iş görebilecek durumdaydı” demiştir.[203] Bernard Lewis “İki yıl için hükümete olağan üstü ve gerçekte diktatörlük yetkileri veren zecri Takrir-i Sükûn Kanunu acele Meclis ’ten geçirildi” demektedir.[204]

Ayrıca bu dönemde yapılan reform ve inkılâpların bu Kanun’un oluşturmuş olduğu elverişli ortamdan istifade edilerek yapıldığı görüşü de ağır basmaktadır. Yine Bernard Lewis bu konuyla ilgili olarak Atatürk’ün “Takrir-i Sükûn Kanunu’nun desteğine dayanan büyük reformcu” olduğunu söylemektedir.[205] Mahkeme üyelerinden olan Avni Doğan aynı konuya değinerek “Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu Kanun etrafında duyulan endişeleri reddederek onun en adil şekilde tatbik edildiğini ve Takrir-i Sükûn Kanunu ’nun devrimlerin yapılmasında büyük rolü olduğunu belirtmiştir” demektedir.[206] Mete Tuncay ise şunları söylemiştir: “Takrir-i Sükûn Kanunu’nun gölgesi altında çeşitli toplumsal düzeltim girişimleriyle bu çizgi sürdürülmüş ve bunlara yurdun türlü yerlerinden yükselen tepkiler istiklal Mahkemeleri aracılığıyla bastır ılm ıştır.'”[207]'9

Mahkemelerde yapılan bazı hukuksuzlukları mazur görerek diğer ülkelerdeki ile kıyaslayarak nispeten hafif telakki eden Kırçak’ın, Takrir-i Sükûn Kanunu hakkındaki yorumu şöyledir: “Yasanın çıkarılışında, yeni kurulmuş bir devleti ayakta tutabilmek için zorunluluk vardı denilebilir. Üstelik dünyanın her ülkesinde gerçekleştirilen rejim değişikliklerinde ister sağ olsun ister sol ister orta yol olsun, sel gibi kan aktığını ve insanların toplama kamplarında çürütüldüğü unutulmamalıdır... İlerici aydınların ezilmesi ve düşünce özgürlüğünün yok edilmesi kolay örtbas edilemeyecek tarihsel bir yanlışlıktır. İrticayı susturmak ile düşünce özgürlüğünü yasaklamak arasında çok büyük ayırım vardır. Takrir-i Sükûn Yasası bu yönüyle toplumun ruhuna yerleşmesi gereken demokrasi havasını uzun bir süre ortadan kaldırmış, egemen sınıfları güçlendirmiştir. ”[208]

Mustafa Kemal Paşa ise Nutuk’ta Takrir-i Sükûn Kanunu ile İstiklal Mahkemelerinin bir baskı unsuru olarak kullanılmadığını dile getirmiştir. Ayrıca şapka inkılâbının kolaylıkla yapılmasında bu kanunun yürürlükte olmasının etkili olduğunu, ancak bu kanun olmasaydı yine bu inkılâpların yapılacağını ifade etmesi dikkat çekicidir. Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamaları şöyledir:

“Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklal Mahkemelerini vasıta-i istibdat olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri telkine çalışanlar oldu.

Biz, fevkalade ittihaz olunan ve fakat kanuni olan tedbirleri hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun fevkine çıkmak için, vasıta olarak kullanmadık. Bilakis, memlekette sükûn ve asayiş tesisi için tatbik ettik. Devletin hayat ve istiklalini, temin için kullandık. Biz, o tedbirleri, milletin medeni ve içtimai inkişafında istifadeli kıldık.

Efendiler! Takrir-i Sükûn Kanunu’nun cari ve İstiklal Mahkemelerinin hal-i faaliyette bulunduğu müddet zarfında yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis ’in ve milletin emniyet ve itimadının, tamamen mahalline masruf olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Memlekette ika edilen, büyük isyan ve suikastlar bertaraf edilerek, temin olunan asayiş ve huzur, elbette, umumca mucib-i memnuniyet olmuştur.

Efendiler, milletimizin başında, cehil, gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün düşmanlığının alamet-i farikası gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle, Türk milletinin, medeni hayat-ı içtimaiyeden, zihniyet itibarıyla da, hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lazıme idi. Bunu, Takrir-i Sükûn Kanunu câri olduğu zamanda yaptık. Bu kanun câri olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat bunda, Kanun’un meriyeti de suhuletbahş oldu denirse, bu, çok doğrudur. Filhakika, Takrir-i Sükûn kanununun meriyeti, bazı mürtecilerin, milleti vâsi mikyasta tesmim etmesine meydan bırakmamıştır...”[209]

Mahkemenin Özellikleri

Yargı Sahası

Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı sahası 23 ve 25 Şubat 1925 tarihli tezkerelerde “Harekât-ı isyaniye sahası” olarak tabir edilen ve idare-i örfiye ilan edilen on dört vilayet ile iki kaymakamlık merkezini kapsamaktadır. Bunlar Muş, Ergani, Elaziz, Genç, Mardin, Diyarbekir, Bitlis, Urfa, Siverek, Siird, Dersim, Malatya, Van, Hakkâri Vilayetleri ile Hınıs ve Kiğı Kaymakamlıklarıdır.

Gezici Mahkeme

Şark istiklal Mahkemesi gezici bir mahkeme idi. Görev alanı içerisinde bazı vilayet merkezlerine uğrayarak yargılamalarını yapmaktaydı. Mahkeme, gideceği şehirlerin valiliklerine, hareketinden yaklaşık on gün kadar önce yazı yazarak mahkemenin geleceğini ve yapılması gereken hazırlıkları bildirmekteydi. Vazifesine ilk olarak Diyarbekir’de başlayan Mahkeme, yargılamalarını daha çok Diyarbekir ve Elaziz’de yaptı. Bunun haricinde Urfa ve Malatya’ya da giden mahkeme, Urfa’da da bir yargılama yapmıştır.

12 Nisan 1925’te Diyarbekir’e gelerek göreve başlayan Mahkeme, 30 Haziran 1925’te 70 numaralı dosyayı karara bağladıktan sonra Temmuz ayı başında Urfa’ya geçmiştir. Yaklaşık bir hafta burada kalmış ve 5 Temmuz 1926’da 71 numaralı dosyayı karara bağlamıştır. 7 Temmuz’da tekrardan Diyarbekir’e gitmiş ve 11 Temmuz’da Diyarbekir’den Elaziz’e hareket etmiştir. Elaziz’de 18 Temmuz’da yargılamalara başlamış ve buradaki en son kararını 19 Nisan 1926 tarihinde vermiştir. Mahkeme Elaziz’de bulunduğu bu ilk görev süresi içerisinde 72 ila 461 numaralı dosyaları karara bağlamıştır. 24 Nisan 1926’da Malatya’ya hareket eden Mahkeme, 28 Nisan’da Elaziz’e geri dönmüştür. Malatya’da bulunduğu süre içerisinde herhangi bir yargılama yapmamıştır. Elaziz’e dönünce 2 Mayıs 1926’da 462 numaralı dosyayı karara bağlamıştır. Ardından 10 Mayıs 1926’da Diyarbekir’e ikinci kez giden Mahkeme 19 Mayıs’ta yargılamalara başlamış ve burada 546 numaralı dosyayı 18 Temmuz 1926 tarihinde karara bağladıktan sonra 21 Temmuz 1926’da Elaziz’e geri dönmüştür. Mahkeme Elaziz’e bu ikinci gelişinden sonra bir daha yer değiştirmemiş ve 7 Mart 1927 tarihinde görev süresi dolana kadar yargılamalarına burada devam etmiştir. Mahkeme, yer değişikliklerine rağmen asıl yargı merkezi olarak Elaziz’i seçmiş ve kararların çoğunu orada vermiştir.[210]

Yargılama Şekli

İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun sekizinci maddesine göre Şark İstiklal Mahkemesi’nin yerel mahkeme ve makamlarla yazışmaları Mahkeme Savcılığı üzerinden yapılmaktaydı. Yerel savcılıklar ve Divan-ı Harpler ve diğer makamlar isyanla alakalı olarak yakaladıkları kişileri yargılanmak üzere İstiklal Mahkemesi Savcılığına bildiriyor, Savcılık bunlarla ilgili ön çalışmayı yapıp kendi yetki alanına giren zanlılarla ilgili iddianameyi hazırladıktan sonra İstiklal Mahkemesi Başkanlığına gönderiyordu. Esasen mahkemenin bir istintak dairesi (sorgu hâkimliği) olmadığı için mahkeme daha çok yerel savcılıklarla çalışıyor ve ön sorgu işlemlerini yerel mahkemeler tarafından yapılıyordu. İstiklal Mahkemesi Savcısı Süreyya Bey, gerekli gördüğü durumda bazı kişilerin ifadelerini de almaktaydı.

Bir kişinin muhakemesi başlamadan önce Usul-ı Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu’nun 248 ve 249’uncu maddeleri gereğince mahkeme heyetinin önüne çıkarılarak; adı, baba adı, yaşı, mesleği sorulup hüviyeti tespit edildikten sonra avukat tutup tutmadığı soruluyor, zanlıların avukat tutmadığını söylemesi halinde avukat tutması bildiriliyordu.

Yargılama, bir başkan ve iki üyeden oluşan Mahkeme Heyeti tarafından yapılmakta idi. Savcı da yargılama esnasında hazır bulunuyordu. Yargılama başladıktan sonra iddianame okunup Savcı tarafından dava ile ilgili açıklama yapılmasının ardından sanık veya sanıkların sorgusuna geçiliyordu. İstiklal Mahkemesindeki bütün yargılamalar aleni olarak ve kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda yapılıyordu. Verilen kararlardan sonra alkışlamalarda olmaktaydı. Kararlar mahkûmların yüzlerine bildiriliyordu.

Yargılamaların gece yarılarına kadar devam ettiği oluyordu. Örneğin Mahkeme’nin ilk yargılaması olan Şeyh Eyüb ve Dr. Fuad’ın yargılamaları gece 12’ye kadar devam etmiş ve aynı gece bu kişilerin idam kararları Meclis’e bildirilmişti.[211] Yargılamalar hem vicahen yani yüz yüze hem de sanıkların gıyabında yapılmakta idi. Gıyabında yargılaması yapılarak hakkında hüküm verilen şahıslar, yakalanmalarının ardından tekrardan hâkim karşısına çıkarılmaktaydılar.

İstiklal Mahkemesinde yargılanan tüm mahkûmların fotoğrafları çekilmekteydi. Dahiliye Vekili Cemil Bey 19 Nisan 1925’te yazdığı yazıda isyanla alakadar bulunan şahısların münferit ya da grup halinde, reislerin ise ikişer parça münferit fotoğraflarının gönderilmesini istemiş, Savcı Ahmed Süreyya Bey de bu fotoğrafların gönderileceğini bildirmişti. Ancak Şark İstiklal Mahkemesi dosyaları içerisinde sanıklara ait pek fotoğraf bulunmamaktadır.[212]

Yargılanmayı bekleyen sanıkların hepsi Diyarbekir veya Elaziz’deki hapishanelerde tutulmuyordu. Civar kaza ve nahiye hapishanelerinde de İstiklal Mahkemesi sanıkları bulunmaktaydı. Muhakeme vakti gelen sanıkların mahkemeye getirilmesi için maznunun bulunduğu yerin savcılığına yazı yazılarak muhakemenin tarihi bildiriliyor ve kişinin muhakeme tarihinde hazır bulunması isteniyordu. Sanığın istenilen tarihte mahkemeye ulaşmasının mümkün olmadığı durumlarda, yerel savcılıkların muhakeme tarihinin değiştirilmesini istediği de oluyordu.[213]

Bir sanığın mahkeme huzuruna çıktıktan sonra muhakemesi çok uzun sürmemekte idi. Bir maznunun sorgusuna geçildiği zaman, daha önce alınmış olan ifadesi var ise öncelikle bu ifadeler okunuyordu. İfadeler oldukça ayrıntılı idi. Bu yüzden bazıları hariç sanıkların Mahkeme tarafından yapılan sorguları çok uzun sürmemekte idi. Bunun yanında sanık hakkında mektup vesaire delillerde mahkemede okunmakta idi. Muhakeme esnasında Savcı da yeri geldiği zaman söz alarak sorular sormakta ve fikirlerini söylemekteydi.

Şunu söylemek gerek ki Mahkeme Heyeti, İsyan’ın amaç ve maksadı konusunda kesin fikre sahip olduğu için, özellikle Şeyh Said davası gibi önemli kişilerin yargılandığı davalarda, üzerinde durduğu birkaç konu oluyordu. Bunlar: “İsyanın amacı ne idi?”, “Önceden tertip edilmiş miydi?”, “Herhangi bir dış bağlantı var mıydı?”, “Diyarbekir’in işgal edilmek istenmesinin amacı ne idi ve buradan herhangi bir yardım alınmış veya şehirden birileriyle irtibata geçilmiş miydi?” Mahkeme zanlılara daha çok bu konular üzerinde yoğunlaşan sorular sormuştur. Bunları sorarken de daha çok isyanla alakalı olan başka kişileri ortaya çıkarmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.

Mahkemenin Baktığı Suçlar

İstiklal Mahkemelerinin hangi suçlara bakacağı 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesiyle belirlenmişti. Ayrıca aynı Kanun’un onuncu maddesinde Mahkemelerin şahsi hukuk davalarına hükmedemeyecekleri yazılıydı.

Şark İstiklal Mahkemesi göreve başladıktan sonra 18 Haziran 1925 tarihinde 103 numara ile yayınladığı beyanname ile İstiklal Mahkemesinin bakacağı suç çeşitlerini ilan etmiştir. Bu beyannamede hem İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinde geçen suçlara hem de Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile Takrir-i Sükûn Kanunu’nda geçen suçlara atıf yapılmıştır.[214]

103 numaralı beyanname şu şekildedir;

istiklal Mahkemelerinin rü’yet edeceği mevadd-ı cürmiyeber-vech-i âtidir.

A:

Muvazzaf ve gönüllü asker olup da firar edenleri

Firara sebebiyet verenleri

Firari derdest ve sevkinde tekâsül gösterenleri

Firarileri ihfa, iaşe ve ilbas edenleri

Haklarında Ceza Kanunnamesiyle, Askeri Kavânin’de muharrer cezayı ve icap ederse kanun haricinde ve münasip görecekleri cezayı tertip ederler.

B:

Hıyanet-i Vataniye Kanunu ’nun 15 Nisan 339 tarihli muaddel birinci maddesinde muharrer ceraimi

Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun muaddel birinci maddesiyle müzeyyel 25 Şubat 341tarihli kanunda musarrah ef’al-i memnuayı

4 Mart 341 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’yla musarrah ef’al-i memnuayı

H:

Kanun-ı Ceza’nın birinci babının birinci ve ikinci fasıllarında muharrer emniyet-i dahiliyeve hariciyeyi ihlal cürmüyle mürettep 48, 49, 50, 51, 52, 53, 54 ve zeyli 55, 56, 57, 58 ve zeyilleri 59, 60 ve zeyli 61,62 ve zeyli 63, 64, 65, 66’ncı maddelerde muharrer mevaddı

Askerî ve siyasi casusluk ve su-i kasd-ı siyasi ve asker ailelerine taarruz ve tecavüz ceraimi Askeri Ceza Kanunu’na müzeyyel 21 Ağustos 330tarihli Kanun-ı Muvakkat’ın birinci maddesine muaddil 2 Mart 331 tarihli kanunda musarrah ceraim

Ihtilasda bulunan, rüşvet alan bilumum memurîn-i mülkiye ve askeriyeyi ve bunlara hangi sınıftan olursa olsun iştirak eyleyenleri

Nüfuz-ı memuriyetten istifade ederek halka zulüm ve işkence eden memurîn-i mülkiyeve askeriyeyi ve bunlara müteferri ahval ve ef’al-i cürmiyeyi takip, tahkik ve muhakeme etmek istiklal Mahkemesince münhasır vazaif-i kanuniyedendir.

Zaman içerisinde bu beyannameye ek olarak iki beyanname daha çıkarılmıştır. Birincisi 3 Ağustos 1925 tarihli tamimdir. Buna göre 103 Numaralı beyannamenin A fıkrasında geçen “Asker firarileri ve firara sebebiyet verenler ve bunları ihfa, iaşe ve ilbas edenleri ve derdestlerinde tekâsül gösterenlerin” İstiklal Mahkemesine gönderilmeyerek Divan-ı Harplere teslim edilmesi istenmiş, hatta bu suçlarla ilgili olup mahkemeye sevk edilen ve yollarda olanların da en yakın Divan-ı Harplere gönderilmesi bildirilmiştir.[215]

İkinci olarak 21 Eylül 1925 tarihinde çıkarılan tamim ile bazı yerel mahkemelerin seneler önce meydana gelmiş ve İsyan ile alakası olmayan suçlara ait dosyaları mahkemeye gönderdiği, bu işlemin İstiklal Mahkemesinin iş yoğunluğunu artırdığı, bu yüzden yalnızca İsyan ile alakalı ve İstiklal Mahkemesi Kanunu’na dâhil olan şahısların mahkemeye sevk edilmesi istenmiştir.[216] Örneğin asayişin ihlaline dair olan davalara bakmak Mahkeme’nin yetkisinde idi ancak bazı makamlar İsyan’dan önceki dönemde işlenmiş olan asayişi ihlal davalarını da İstiklal Mahkemesine göndermekteydi. İstiklal Mahkemesi Savcılığı, bu tür davaları kabul etmeyerek ait olduğu makamlara iade etmekteydi.[217]

Şahsi Hukuk Davaları

İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun onuncu maddesi gereğince, İstiklal Mahkemeleri Askerî Ceza Kanunu’nun yedinci faslındaki hukuk-ı emiriyeden (öşür) başka hukuk-ı şahsiye davalarına bakması men edilmişti. Bu yüzden Mahkeme şahsi hukuka ait olan davaları yargı alanına girmediği gerekçesiyle kabul etmemekte idi.[218]

Bu konuda Ankara ve Şark Mahkemelerinin uygulama farklılığını ve aynı kanuna tabi olan mahkemelerin, aynı hukuk anlayışı ile hareket etmediğini gösteren dikkat çekici bir olay yaşanmıştır. Mevzu Şark İstiklal Mahkemesi’nde idam edilmiş olan Hoca Askeri’nin Mersin’de bir Hıristiyan tüccar nezdinde kalan para ve malları ile ilgilidir.

Hoca Askeri önce Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilerek yargılaması sonucunda idam edilmiştir. Hoca Askeri ticaretle uğraştığı için bir miktar serveti bulunmaktaydı. Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, 16 Haziran 1925’te bir gazetede Hoca Askeri’nin servetiyle ilgili çıkan haber üzerine Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığına yazdığı yazıyla “verese ve eytama” (mirasçılar ve öksüzler) ait hukukun muhafazası için bu konuyu tahkik etmelerini ve bu işin Mahkeme’nin salahiyeti dâhilinde olduğunu bildirmiştir. Şark İstiklal Mahkemesi savcısı Ahmed Süreyya Bey ise karşılık olarak yazdığı yazı ile İstiklal Mahkemelerinin şahsi hukuku ilgilendiren bu tür meseleleri takip etmeye izinli ve mecbur olmadığını söylemiş ve meselenin Dahiliye ve eytam muamelatıyla halledilmesini istemiştir. Ancak Ankara Savcısı konuyla ilgili tekrardan yazı yazarak konunun halledilmesini ve bunun Mahkeme’nin yetkisi dahilinde olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Ahmed Süreyya üslubunu biraz daha sertleştirerek, “istiklal Mahkemesi, onun bunun veresesinin varisi olamaz” diyerek cevap vermiş ve dosya birkaç defa bu şekilde iki Savcılık arasında gidip gelmiştir.

Necib Ali ile Ahmed Süreyya arasında geçen bu yazışmalar, Mahkeme dosyaları arasında yer almaktadır. Bu karşılıklı yazışmalar Ahmet Süreyya Bey’den sonra Mahkeme’nin Savcılığını yapmış olan Avni Doğan’ın da dikkatini çekmiş olacak ki bu belgelerin üzerine “İki Müddei-i Umuminin tarz-ı tefekkürlerini gösterir hoş bir vesikadır” notunu düşmüştür.[219] İki Mahkeme de aynı kanunlara göre yargılama yapmasına rağmen bu tür uygulama farklılıkları olmakta idi. İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Mebuslarda da Mahkemeler farklı uygulamalara gitmiştir. Örneğin Şark İstiklal Mahkemesi, yargılanacak olan Mebusların dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istemesine rağmen Ankara İstiklal Mahkemesi böyle bir uygulamaya ihtiyaç duymamıştır.[220]

İstiklal Mahkemesi İle İlgili Olmayan Yargılamalar

Yukarıda belirtildiği gibi İstiklal Mahkemeleri, isyanla alakalı suçlara bakmakta idi. Ancak isyanla alakası olmayan, adam öldürme ve gasp gibi suçlardan zanlı olan bazı kişilerin İstiklal Mahkemesinde yargılanması bazı sebepler doğrultusunda uygun görülmüştü.

Örneğin: 3. Ordu Müfettişi İzzeddin Bey, İstiklal Mahkemesi Savcılığına yazdığı yazı ile Hizan’da çeşitli cinayetler işleyen, halkı korkutan ve haklarında gıyaben idam kararı verilmiş olan Şeyh Mazhar, Telli Bey ve birkaç kişinin Hizan bölgesinde idam edilmelerinin hükümetin güç ve adaletini, bölge halkı üzerinde daha yüksek tecelli ettireceğini bildirmiş ve bu kişilerin İstiklal Mahkemesine sevk olunarak, orada muhakeme olunmalarını talep etmiştir. Savcı Ahmed Bey ise bu kişilerin işlemiş olduğu suçların katil ve gasp gibi suçlar olduğunu, isyanla alakadar olmadığı gerekçesiyle bu kişilerin İstiklal Mahkemesine sevkinin mümkün olmadığını bildirmekle birlikte belirtilen amacın kabule değer olduğu cihetle bu konuda Bakanlar Kuruluna yazı yazılmasını ve Bakanlar Kurulunun, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun verdiği yetki ile bu tür kişileri İstiklal Mahkemesine sevk edebileceğini bildirmişti. Bu yazışmalar 1926 yılı Mayıs içerisinde yapılmıştır. Daha sonra bu kişilerden Şeyh Mazhar İstiklal Mahkemesine sevk edilmiş ve 9 Ocak 1927 tarihinde hakkında idam kararı verilmiştir.[221]

Bunun yanı sıra İstiklal Mahkemesi dosyalarında bu konu ile ilgili olarak Haralambos isminde bir kişiye ait bazı evraklar dikkat çekmektedir. Haralambos aslen Kayserili olup İstanbul’da ikamet eden ve mütareke yıllarında Divan-ı Harb-i Örfi Müddei- i Umumiliğinde bulunmuş olan bir avukattır. 23 Ağustos 1925 tarihinde İstiklal Mahkemesi savcılığının İstanbul Polis Müdüriyetine yazdığı yazı ile bu kişinin şark isyanı ile alakası olduğu, tahkikatın yapılarak ve tevkif edilerek ilk trenle Elaziz’e gönderilmesi istenmiştir. Bunun üzerine Haralambos 24 Ağustos’ta evrakıyla birlikte Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiştir. Bu şahsa ait İstiklal Mahkemesi evrakında herhangi bir yargılama ve yazışma bulunmamaktadır. İsyanla ne gibi alakası olduğuna dair bir belge de mevcut değildir. Yalnız 31 Ağustos 1925 tarihinde İstanbul Polis Müdüriyetinden yazılan bir istihbarat yazısında bu şahsın Nemrud Mustafa Divan-ı Harbinde vazife yaptığı esnada Şeyhülislam Hayri Efendi’yi bizzat sorgulayıp, işkence yaptığı bildirilmektedir.[222]

Firari Asilerin Teslim Olma ve Yakalanma Şekilleri

Firar etmiş olan isyancıların, özellikle asi reislerinin yakalanması için çeşitli yollara başvurulduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Siirt vilayetinde firar halinde olan bazı asi reisleri (Reşkotan ve Bekiran aşiret reisleri Rızo ve Keleş) ile irtibat halinde olan valilik, firarilerin yakalanması için bölgedeki kişileri aracı yapıyordu. Asi reisleri, aracı olan bu kişilere teslim olacaklarını söylüyor ve hükümetin haklarında ne gibi bir muamele yapacaklarını anlamaya çalışıyorlardı. Yetkililer bu tür “birinci dereceden” şahısları yakalamak ve onları ürkütmemek amacıyla, daha önceden teslim olan “ikici dereceden” bazı isyancıların tutuklanarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmelerini geçici olarak erteliyor ve aileleri ile birlikte belirlenen yerlerde ikamet etmelerine müsaade ediyorlardı.[223]

Bu tür uygulamalar yüzünden farklı olaylarda yaşanmakta idi. Yukarıda bahsedilen konu ile ilgili Siirt vilayetinde meydana gelen dikkat çekici bir olay yaşanmıştır. Fettahpaşazade Kubinli Aziz Bey oğlu Musa ve Cemil Bey oğlu Mehmed Bey adında iki kişi, Garzan Savcısı tarafından, casusluk suçlamasıyla tutuklanarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmek istenmiştir. Ancak 18. Alay Kumandanı ve İdare-i Örfiye Kumandanı Ruşen Bey, Savcının kararını tanımayarak, bu iki kişiyi serbest bıraktırıp kendisinden habersiz hiçbir işlemin yapılmamasını istemiştir. Bu olay üzerine Garzan Savcısı Sabri Bey durumu İstiklal Mahkemesine şikâyet etmiştir. İstiklal Mahkemesi ilk başta Ruşen Bey’in bu uygulamasını gayr-ı kanuni görmüş, Alay Kumandanı’nın bu kişileri teslim etmesini, aksi takdirde kendisinin İstiklal Mahkemesine sevk edileceğini gerekli makamlara yazmıştır. Ardından Siirt valisinin yaptığı tetkikat ile olayın daha farklı olduğu anlaşılmıştır. Vali hazırladığı raporda bu kişilerin Hazo isyanında ve Cemil Çeto’nun yakalanma harekâtında hizmeti geçmiş, istihbarat işlerine bakan ve ayrıca Rızo ve Keleş’in teslim olmaları konusunda aracılık etmekte olan kişiler olduğunu bildirmiştir. Ayrıca Siirt Valisi, Garzan

Hâkimi ve savcısının bu tür müdahaleleriyle bazı askeri harekâtın başarısız olduğunu da raporunda bildirmiştir. Vali, hâkimin Siirtli bir Arap, savcının ise Bitlisli bir Kürt olduğundan ve bu kişilerin kendi emellerine ters olan durumlarda, meseleyi başka hallere sokarak İstiklal Mahkemesini meşgul ettiğini bildirmişti. Neticede yukarıda ismi geçen Musa ve Mehmed’in İstiklal Mahkemesinde yargılanmasına bir sebep olmadığı görülmüş, Garzan hâkim ve savcının görevine ise son verilmiştir.[224]

Bunun yanında Silvan bölgesindeki isyan liderlerinden olan Şeyh Şemseddin de firar halinde iken bu tür bir pazarlık sonrasında teslim olmayı kabul etmişti. Şeyh Said’in yakalanması ise Binbaşı Kasım Bey ile olan muhabereler sonrasında gerçekleştirildiğine daha önce değinilmişti. Ayrıca Şeyh Şerifin yakalanması da yine isyan zamanında isyancılara katılmış olan Jandarma Hamid’in yardımları ile sağlanmıştır. Hamid hakkında hazırlanan fezlekede, onun isyana katıldığının sabit olduğu, ancak Şeyh Şerifin yakalanmasında da yegâne sebebin kendisi olduğu belirtilerek, ordu müfettişliğinin yayınlamış olduğu beyannameden istifade ederek affedilmesinin uygun olacağı söylenmişti. Ancak İstiklal Mahkemesinde Şeyh Şerifi nasıl yakalattığını anlatan Jandarma Hamid idamdan kurtulamamıştır.

Delil ve Kanaat-i Vicdaniye

Taha Akyol, Mahkeme kararlarının, partizan üyeler tarafından, delile göre değil kanaat sistemine göre verildiğini söylemektedir.[225] Şark İstiklal Mahkemesi kararlarına bakıldığında heyetin vicdani kanaatinin önemli olduğu açıktır. Mahkeme bir kişinin beraatına karar vereceği zaman, kişinin suçlu olduğuna veya isyanla alakalı olduğuna dair “kanaat-i vicdaniyeyi temin edecek” bir delil veya emare olmadığından beraatına diyerek kararlarını vermekteydi. Aynı şekilde bir kişinin cezalandırılmasına karar verilirken de, zanlı hakkında yapılan ihbar ve şehadetler ile kanuni delil ve emarelerin sabit olduğu vurgulanarak kişinin suçluluğuna “kanaat-i vicdaniye hâsıl olduğundan” denilerek cezalandırılmasına karar veriliyordu. Bu açıdan bakıldığında mahkemenin kararlarını verirken delil unsurunu kullanmadığını iddia etmek pek mümkün değildir. Ancak burada tartışılması gereken mahkemeye sunulan delillerin sıhhati ve yeterliliği ile şahitlerin ifadelerinin doğruluğudur.

Bir kişinin İstiklal Mahkemesinin sanıkları arasında yer almasında, askerî ve sivil makamların tutmuş oldukları raporlar ile şahitlerin vermiş olduğu ifadeler ve verilen ihbarlar etkili olmaktaydı. Bu rapor ve ihbarlarda o köy veya kasabadan kimlerin silahlı olarak cepheye gitmiş olduğu ve şehirlerde ne gibi propaganda faaliyetlerinde bulundukları yazmaktaydı.

Diğer yandan isyancıların kendi aralarında yapmış oldukları yazışmaların ve mektupların, bir kişinin İsyan’a iştirak ettiğini gösteren en önemli delillerden olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle imzalı olan, İsyan’ın sevk ve idaresinden bahseden mektuplar muhakeme sırasında yeri geldiği zaman sanıklara gösterilmekte ve mahkemede okutulmakta idi. Bu tür açık bir delil olması nedeniyle sanıkların bazıları imzası olan mektupları sahiplenmeyerek inkâr ediyordu. Bir kısmı ise mektupların başkaları tarafından kendi isimleriyle yazıldığını iddia etmekteydiler.

Muhakeme sırasında bir sanığın, başka bir kişi hakkında verdiği ifadeye göre yargılamalar da yapılmakta idi. Örneğin Cemilpaşazelerin Şeyh Said davasında dâhil edilmesi muhakeme esnasında iki sanığın, onlar hakkında duyuma dayanarak verdiği ifade sonrasında olmuştu. Yine gazetecilerin yargılanması Şeyh Said ve Kasım Bey’in ifadelerinin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştı.[226]

Bu konuda dikkat çeken bir dava da eski Ayan üyelerinden ve Kürdistan Teali Cemiyeti eski reisi Seyyid Abdülkadir’in yargılamasıdır. Daha önce ayrıntılarına değinildiği üzere Seyyid Abdülkadir isyanın asıl tertipçilerinden olmak ile suçlanarak İstanbul’da tutuklanmış Diyarbekir’e getirilmiştir. Onun suçlu olduğuna dair ileri sürülen en önemli delil İstanbul Polis Müdüriyeti tarafından hazırlanan raporlar olmuştur. Bu belgeler Seyyid Abdülkadir’in adamı Palulu Sadi’nin İngiliz yetkili sanarak İstanbul Polis Teşkilâtından bir memurla isyan üzerine yaptığı pazarlıklardan bahseden gizli raporlardan oluşmaktaydı. Abdullah Sadi, mahkemede bu görüşmelerin kendisi tarafından yaptığını itiraf etmiş hatta bu görüşmeleri Seyyid Abdülkadir’in bilgisi dahilinde ve onun adına yaptığını iddia etmişti. Sadi, bunun yanında birkaç iddiada daha bulunmasına rağmen, görüşmeleri Seyyid Abdülkadir adına yaptığına dair kendi itirafından başka bir delil bulunmamaktadır ve Seyyid Abdülkadir bu iddiaları mahkemede reddetmiştir. Seyyid Abdülkadir, esas olarak bu raporlara ve Sadi’nin itiraflarına dayanılarak idam edilmiştir. Ergün Aybars mahkemede delil olarak kullanılan bu gizli rapor hakkında şunları söylemektedir: “Bu raporlar, Türk polisinin yaptığı gizli çalışmalar sonucu hazırlanmıştır. Olağan dönemin hukuk mahkemelerinde bu çeşit gizli raporlar delil kabul edilemez. Ancak, İstiklal Mahkemeleri olağanüstü yetkilere sahip inkılâp mahkemeleri olduklarını, olağanüstü tehlikeler içinde, özellikle karşıdevrimi bastırmak için çalıştıklarını göz önüne almak gerekir.”[227]

Bununla birlikte sanıkların mahkemede yaptıkları savunmalara bakıldığı vakit birçoğu, haklarında ihbarname veren kişilerin kendi düşman ve hasımları olduğunu öne sürmüşlerdir. Bunlara bölgede çalışan devlet memurlarının vermiş olduğu ihbarlar da dâhildir. Şark İstiklal Mahkemesi’nde isyancılarla beraber hareket ettiği gerekçesiyle yargılanmış birçok memur da bulunmaktadır. Bu memurlar hakkındaki ihbarların birçoğunu yine aynı yerdeki diğer memurlar vermekteydi. Örneğin Genç Valisi İsmail Hakkı Bey hakkında bölge memurları tarafından verilen olumsuz ihbarları, İsmail Bey’in kendisi bu kişilerle olan husumetine yüklemekteydi. Bu konuda enteresan bir olay da Hanili Mustafa ve Salih Beylerle ilgilidir. Bu kişiler, Mahkeme huzurunda kendi haklarına ihbar veren kişilerin, düşmanları olduğunu söyleyince; Ali Saib Bey, bu tür hakikatlerin hasımlardan çıkacağını söylemişti.

Yerel savcıların sanıklar hakkında hazırlamış olduğu fezlekeler de önemlidir. Mahkemenin genelde bu fezlekelerde belirtilen görüş doğrultusunda kararlarını almış olduğu anlaşılmaktadır. Bu fezlekeler, yapılan ihbarların önüne de geçmekteydi. Örneğin Şeyh Said davasında yargılanan altmış yaşındaki Monla Süleyman hakkında Çapakçur Tapu Memuru, Fahran Nahiye Müdürü, Çapakçur Kaymakamı rapor vermiş ve Şeyh Said ile birlikte gezdiğini ihbar etmişlerdi. Hatta Genç Jandarma Kumandanlığı Monla Süleyman’nın cepheye dahi gittiğini bildirmişti. Ancak bu ihbarlara rağmen tahkik heyetinin İstiklal Mahkemesine gönderdiği fezlekede bu kişinin suçluluğunun anlaşılamamış olduğu yazılmış ve İstiklal Mahkemesi bunu esas alarak bu kişi hakkında beraat kararı vermiştir.

Yine bazı raporlara rağmen hakkında yeteri kadar delil bulunamadığı için beraat eden başka maznunlar vardır. Şeyh Said ile aynı davada yargılanan elli beş yaşındaki rençber Ahmed, askerlerin Rotcan Dağlarında tarama yaptığı bir sırada silahlı olarak yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında tahkikat yapılarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. 19. Alay 1. Bölük tarafından tutulan raporda, bu kişinin İsyan’a iştirak ederek birçok cephede bulunduğu ve yakalandığı zaman kendisine çoban süsü vererek kurtulmaya çalıştığı yazılı olmasına rağmen İstiklal Mahkemesi yeteri kadar delil bulunmadığı gerekçesiyle bu kişi hakkında beraat kararı verilmiştir.

Maznunların Dava Vekili (Avukat) Tutma Hakkı

İstiklal Mahkemeleri ile ilgili tartışma konularından biri de zanlıların avukat tutma hakları olup olmadığı veya bu hakkı kullanıp kullanamadıklarıdır. Taha Akyol, İstiklal Mahkemelerinde hiçbir zaman avukat olmadı demektedir. Bunun yanında bu konuda yazılmış birçok kitapta aynı görüş paylaşılarak İstiklal Mahkemelerinde avukat olmadığı yazmaktadır.[228] Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, sanıkların bu hakkını pek önemsemediği açıktır. İzmir Suikastı davasında yargılanan İzmir Mebusu Şükrü Bey, bir avukat tutacağını söylemesi üzerine, Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya’nın “istiklal Mahkemeleri, dava vekillerinin cambazlığına gelmez.... Avukatlarla falan geçirecek vaktimiz yok” demesi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.[229]

Ancak konumuz olan “Şark İstiklal Mahkemesi’nde” bu durumun biraz daha farklı olduğu anlaşılmaktadır. Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Bey bu konuya çok dikkat ve hürmet gösterildiğini ve sanıkların müdafaa haklarını tamamen serbest olarak kullanabilmelerine büyük ehemmiyet verilerek müdafaalarını yapmak üzere avukat tutabileceklerinin sanıklara her vakit önceden bildirildiğini söylemektedir.[230] Savcının söylediği gibi, Şark İstiklal Mahkemesi’nde sanıklar yargılanmaya başlamadan önce, Usul- i Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu’nun 248. maddesi gereğince Mahkeme Heyeti huzuruna çıkarılarak ön sorguları yapılıp hüviyetleri tespit edildikten sonra, yine aynı Kanun’un 249 ve 350 numaralı maddeleri gereğince her birisine avukat tutup tutmadıkları soruluyor ve tutmamışlar ise avukat tutmaları bildiriliyordu. Buna rağmen mahkeme dosyalarından anlaşıldığına göre, sanıkların geneli avukat tutmamış ve savunmalarını kendileri yapmışlardır. Ancak avukat tutan sanıklar da vardır. Ahmed Süreyya Bey, Şeyh Said davasındaki sanıkların hiçbirisinin avukat tutmadığını söylemesine rağmen, yargılananlar arasında olan Şeyh Şemseddin’in avukat tutmuş olduğu görülmektedir. Şeyh Şemseddin, İzzet Kemaleddin Efendi ve Şekib Hüseyin Hasib Efendi adında iki kişiyi avukat olarak tutmuş, bu kişiler Şeyh Şemseddin’in vekili olduklarını vekâletnameyi mahkemeye ibraz etmişler ve mahkemede bu talebi kabul etmiştir. Zabıtnamede Şeyh Şemseddin’in sorgusu sırasında bu avukatların bir müdahalesi görünmüyor ancak son celsede Şeyh Şemseddin’in savunmasını avukatı İzzet Efendi yapmıştır.[231]

Avukat tutan başka sanıklarda olmuştur.[232] Ancak bazı davaların çok kısa sürmesi ve idamların kısa zaman içinde uygulanmış olması göz önüne alınırsa avukatların ne gibi bir fonksiyonu olduğu tam olarak anlaşılamamaktadır. Örneğin Şark İstiklal Mahkemesi’nin ilk yargılamaları olan Şeyh Eyüb ve Dr Fuat davaları -bu kişilerin mahkemeye sevk edilmeleri de dahil olmak üzere- toplamda birkaç gün sürmüştür.

Kefaletle Tahliye ve Gayr-ı Mevkuf Yargılanma

İstiklal Mahkemesinde yargılanan bazı kişiler, kefalet senedi alınarak gayr-ı mevkuf yani tutuksuz olarak da yargılanmışlardır. Örneğin Kozan’da mevkuf olarak bulunan Çeçenlerden Gül Murad, Reşid ve birkaç kişinin 27 Eylül 1925 tarihinde tutuksuz olarak yargılanmasına karar verilmiş ve 1 Aralık 1925’te mahkemede hazır bulunmaları istenmiştir.[233] Aynı şekilde 14 Kasım 1926’da Mülazım Hüseyin Turgut’un gayr-ı mevkuf yargılanmasına karar verilmiştir. 28 Aralık 1926 tarihinde Emekli Jandarma Yüzbaşısı Fethullah Efendi kefalet senedi alınarak serbest bırakılmış ve tutuksuz olarak yargılanmıştır. Bunların yanında mahkemenin tutuksuz olarak yargılama kararı verdiği başka kişilerde vardır. Ancak bu kararlar daha çok Mahkeme’nin son aylarında verilmiştir.

Küçük Yaştakilerin Yargılanması ve Verilen Cezalar

Şark İstiklal Mahkemesi’nde, küçük yaşta olup isyana iştirak ettiği gerekçesiyle yargılananlar da olmuştur. İsyana iştirak ettiği anlaşılan ancak 15 yaşını geçmeyen zanlılar hakkında Ceza Kanunu’nun 40. maddesi gereğince idam yerine ıslah-ı nefis için hapis cezası verilmiştir. Örneğin Şeyh Said davasında yargılanan, Hasan bin Salih hakkında yapılan tahkikat ve ihbarlar neticesinde İsyan’a silahlı olarak iştirak ettiği sabit görülmüş ve hakkında idam kararı verilmişti. Ancak idam cezası bu madde gereğince 10 sene kürek cezası olarak değiştirilmiştir.

Şeyh Said davasında yargılanan bir diğer sanık, Örfi bin Mahmut’tur. Örfi’nin silahlı olarak asilerin arasında gezdiğine dair rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır. Savcı, onun küçük bir mücrim olduğunu ancak İsyan’a ailesinin arasında karışmış olduğunu ve yaşının da on beşi geçmemiş olduğundan, hakkında verilecek cezada yaşının dikkate alınmasını istemiştir. Örfi ifadesinde yaşını 11 olarak söylemiştir. İhbarnamelerde ise 16 olarak geçmektedir. Örfi hakkında, Ceza Kanunu’nun 45. maddesinin hem-fiillerle yani suç ortaklarıyla ilgili fıkrası gereğince 10 sene kürek cezası verilmiş ancak yaşının on beşi geçmemiş olmasından dolayı Ceza Kanunu’nun 40. maddesi gereğince ıslah-ı nefis için üç sene hapsine karar hükmedilmiştir.

Batı İllerine Yapılan Şevkler

Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak altı aya kadar mahkûm olan kişiler, Dahiliye Vekâleti’nin emri gereğince mahkumiyet müddetlerini mensup oldukları vilayet hapishanelerinde tamamlamaktaydılar. Hakkında tahliye kararı verilenler ise başka bir sebepten dolayı tutuklu değillerse aynı gün tahliye edilmekteydiler.[234] Yargılamanın neticesinde daha uzun süreli kalebent ve kürek gibi cezalara mahkûm edilenler ise cezalarını çekmek üzere Kütahya, Konya, Çorum, Uşak, Kastamonu, Burdur, Isparta gibi Batı illerine sevk edilmekte ve cezalarını tamamladıktan sonra yine aynı şehirde zabtiye nezareti yani kolluk kuvvetlerinin gözetimi altında bulunarak vilayet haricine çıkmalarına izin verilmemekteydi.

Bununla birlikte bazı mahkûmların aileleri de batı illerine sevk edilmekteydi. Batıya sevk edilen mahkûm aileleri iki kısımdır. Bunlardan birincisi: İdare-i Örfiye mıntıkasında isyan sebebiyle idam edilen veya firarda olanların aileleridir. Bunlar 1925 yılı içerisinde Batı’ya sevk edilmişlerdir. Diğer kısım ise: İstiklal Mahkemesi tarafından mahkûm olup cezasını batı illerinde çekmek üzere Batı’ya sevk edilen mahkûmların aileleridir. Bunlarla alakalı yazışmalar 1926 yılında başlamıştır.

Hakkında idam ve ağır ceza verilen kişilerin ailelerinin, intikam fikriyle hareket ederek bölgede gizliden gizliye yeniden karışıklık çıkarma ihtimalinden dolayı, bu ailelerin İsyan bölgesinde ikamet etmeleri uygun görülmemiştir. Bu amaçla Dahiliye Vekâleti, Elaziz Vilayetine yazdığı yazı ile idam ve ağır cezaya mahkum edilenlerin aile fertlerinin miktarını ve bunlardan hangilerinin başka yerlere nakillerinin gerektiğini gösteren cetvellerin hazırlanmasını istemiştir. Ayrıca başka yerlere nakledilecek ailelerden hangilerinin iskân ve iaşelerinin hükümetçe temin edilmesi gerektiği de sorulmuştur.

Bunun yanında Bakanlığın istediği bu cetvelleri gönderen Vali Ali Rıza Bey, cetvelde adı geçen kişilerin çoğunun köy ahalisinden ve “gayrı müdrik” yani birşeyi idrakten yoksun, çiftçi takımından kişiler olup, bu şahısların bölgede yeni bir fesat çıkartmalarını pek mümkün görmediğini ifade ederek, maslahata daha uygun olması için, bu şahıslardan ziyade, isyan ve ihtilale sebebiyet verebilecek, hükümetin nüfuzuna mukavemet edebilecek, öldürülmüş veya firari olan derebey ve ağaların ailelerinin başka yerlere sevk edilmesi gerektiğini Dahiliye Vekâleti’ne bildirmiştir.[235]

Ailelerin Batı’ya sevk edilmesinin başka bir sebebi daha bulunmaktaydı. İstiklal Mahkemeleri tarafından idama mahkûm olanlar, bulundukları yerlerde infaz ediliyordu. Diğer cezalara mahkûm olanlar ise bölgenin vaziyeti dolayısıyla Batı’daki hapishanelere sevk edilmekteydi. Ancak Batı illerine sevk edilen firarilerden bir kısmı yolda firar etmekteydi. Bu kişiler firar ettikten sonra tekrardan ailelerinin bulunduğu Doğu illerine geliyor ve buradaki isyancı çetelere katılıyor, hatta onları ihbar edenleri öldürüyorlardı. Örneğin Zaza Ahmed, Ömer Küşto Bolu’ya sevk edilmiş, ancak Niğde-Ulukışla arasında firar etmiştir. 15 seneye mahkûm olan Şükrü Ağa ise Muğla’ya gönderilmiş ancak yolda Urfa’da iken firar etmiştir. Daha sonra Kâhta’ya geçerek isyan çıkarmaya çalışmıştır. Firar eden bir diğer şahıs ise Süryani cemaatinden Barsum’dur, firar ederek Halep’e gitmiştir.[236] Bu sebeple Savcılık, Başvekâlet’e yazdığı yazı ile bu kişilerin firar sebepleri ne olursa olsun Doğu’ya dönmelerinin temel sebebinin aileleri olduğunu, bu yüzden bunların ailelerinin de Batı’ya sevk edilmesinin, bölgenin sükûn ve selameti açısından uygun olacağını bildirmiştir. Savcılığın tabiri ile bu “cezrî” yani radikal ve köktenci bir tedbir olarak düşünülmüştür. 3. Ordu Müfettişliği de bu teklifi uygun görmekle birlikte, bu tür kişilerin miktarının 6000’i geçeceğinden, bu işin bir kanun, karar ve para meselesi olduğunu söylemiştir. Neticede bunun kararı Başvekâlet’e bırakılmıştır.[237]

Dikkat edilen bir diğer mesele de mahkûmlarla ailelerinin ayrı vilayetlere sevk edilmesiydi. Örneğin Cemil Çeto’nun oğlu Feramuz ve üç arkadaşı Kastamonu Hapishanesine sevk edilmişken, bunların 37 kişiden oluşan aile fertleri Niğde’ye sevk edilmişlerdi. Daha sonra Feramuz ve arkadaşları, ailelerinin bulunduğu Niğde hapishanesine sevklerini istemişlerse de diğer mahkûmlara emsal teşkil edeceği gerekçesiyle Mahkeme tarafından kabul edilmemiştir.[238] Bununla birlikte Mahkeme’nin bu tür talepler arasından mahzur görmediğine izin verdiği de olmuştur. Örneğin 5 Eylül 1926’da rüşvet’ten dolayı 3 sene hapse mahkûm olan ve Elaziz hapishanesinde bulunan Jandarma Halil oğlu Hamdi, cezasının kalan kısmını Tokat Hapishanesinde çekmek için başvurmuş, Mahkeme bir sakınca görmemiş ve talebi karşılamıştır.[239]

Bu iki aile grubundan farklı olarak, Batı’ya sevk edilen bir diğer kesim de İsyan’la alakalı olarak yargılanan ancak haklarında yeterli delil olmadığı için beraat eden şahıslardır. Esasen beraat eden şahıslara beraat ettiklerine dair fotoğraflı vesika verilmekteydi.[240] Bu kişilerden bazılarının Doğu’da ikamet etmeleri sakıncalı görülerek Batı’ya sevk edilmeleri bir zaruriyet olarak görülmüştür. Bu gibi şahısların sevkleriyle ilgili işleri 3. Ordu Müfettişliği yapmıştır. Bu yüzden beraat edenlerin listesi 3. Ordu Müfettişliğine de gönderiliyordu.[241]

Yeni Ceza Kanunu’nun Uygulanması

İstiklal Mahkemesi görevine devam ederken 1 Mart 1926 tarihinde yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilmiş ve yürürlüğe giriş tarihi olarak 1 Temmuz 1926 belirlenmişti. İstiklal Mahkemelerinin görevine devam ettiği dönemde Ceza Kanunu’nun değişmesinin yargılamalarda bazı karışıklıklara neden olma ihtimali vardı. Bu konudaki ilk düzenleme, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nda düzenleme ile başlamıştı. İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun “H” fıkrası, Ceza Kanunu’nun hangi maddelerine bakacağı açıklanıyordu. Karışıklık olmaması için bu fıkra bir kanun teklifi ile yeni Ceza Kanunu’na göre düzenlendi. [242]

Önemli meselelerden birisi de Yeni Ceza Kanunu’nun, İstiklal Mahkemesi mahkûmları için tatbik edilip edilmeyeceğiydi. Adliye Vekâleti; Yeni Ceza Kanunu’nun bütün mahkemelerin mahkûmlarına tatbik edilecek maddelerinin İstiklal Mahkemesi mahkûmları için de tatbik edilmesini istiyordu. Ancak Şark İstiklal Mahkemesi Heyeti, yeni kanunun bazı maddelerinin siyaseten ve bilhassa Şark’ın hususiyeti itibarıyla, İstiklal Mahkemesi mahkûmlarını kapsamasını uygun görmüyordu.

Esasen problem daha çok Eski Ceza Kanunu’nun 13 ve 14. maddelerine göre ceza almış olanların, cezalarının Yeni Ceza Kanunu’na göre değiştirilip değiştirilmeyeceği hakkındaydı. Batı illerinde mahkûmiyetlerini tamamlayan mahkûmlar, Eski Ceza Kanunu’nun 13 ve 14. Maddelerine göre yine batı illerinde süre sınırlaması olmadan zabtiye nezareti altına bulundurulmaktaydılar. Mahkemenin böyle bir karar vermesi, bu mahkûmların cezalarını çektikten sonra bir daha Doğu illerine gelmelerine mani olmak maksadına yönelikti. Bu kişiler hakkında Yeni Ceza Kanunu tatbik edilirse bu kişiler belli bir müddet zabtiye nezareti altında bulundurulacaklar, sonra da serbest kalacaklardı.[243] 1 Temmuz 1926 tarihinde Adliye Vekâletine yazılan yazıda bu konu şu şekilde anlatmaktaydı. “istiklal Mahkemelerinin sebeb-i teşekkülleri siyasi, idari ve bilhassa bazı zaruretlere istinad ettiği gibi, mahkeme hükümlerinde bu ciheti alelekser nazar-ı dikkate almış ve mahkumiyet kararını verirken müddet-i cezaiyelerini Garp cihetlerinde ikmal ve ikmal-i müddetten sonra fimabad ila yevmil vefat o vilayet dahilinde ve zabtiye nezareti altında kalması hususlarını da ayrıca tespit eylemiştir. Şimdi Kanun ’un tatbiki münasebetiyle bunlar serbest bırakıldıkları halde hemen memleketlerine avdet eyleyecekleri ve o halde ise Şark’ta yeniden birtakım vaziyetlerin tahaddüsü pek mümkün olmakla beraber İstiklal Mahkemesinin de nüfuz ve tesirini haleldar eyleyeceğinden hususat-ı mesrude, mahkememiz mahkûmlarına teşmillerinin muvafık olmayacağını...”'[244]

Adliye Vekili Recep Bey, Mahkeme’nin zabtiye nezareti altında bulunanların serbest bırakılmalarındaki sakıncalara yönelik uyarılarını haklı görmekle birlikte, bir yandan da mutlak olan bir kanunun hükümlerinin uygulanma zarureti olduğunu, bu yüzden bu iki noktanın uzlaştırılması gerektiği fikrindeydi. Yapılan yazışmalarda zabtiye nezareti altında bulunanlar dışındaki tüm cezaların yeni Kanun’a göre değiştirilmesinde bir sakınca olmadığına karar verildiği anlaşılmaktadır.[245] Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra Mahkeme’nin görev süresinin bitimine kadar, cezalar hem yeni hem de eski ceza kanununa göre verilmiştir. Yeni ceza kanununun yürürlüğe girmesinden sonra İstiklal Mahkemesi tarafından verilen ilk karar, 521 numara ve 6 Temmuz 1926 tarihli karardır.

Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Siyasal Emirle Hareket

İstiklal Mahkemelerinin kararlarını verirken bağımsız olup olmadıkları veya siyasi iktidarın emriyle hareket edip etmedikleri, en çok tartışılan mevzulardan biri olmuştur.

Bazıları Ankara’dan alınan talimatların ve Gazi Paşa’nın düşüncelerinin kararlara kaynak teşkil ettiğini söylerken bazıları bu tür iddiaların somut delillere dayanmadığını söylemektedirler.[246] İzmir Suikasti Davasında yargılanan Ali Fuat Cebesoy’un hatıralarında anlattığına göre, suikast davasının sonuçlanıp beraat etmesinden bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa ile bir araya gelmiş ve bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’ya “Paşaları senin hatırın için affettirdim” demiştir.[247]

Yapılan yargılamaların ve Mahkeme’nin faaliyetlerinin Ankara tarafından çok yakından takip edildiği, yapılan yazışmalardan anlaşılmaktadır. Mahkeme ile Başvekâlet arasında, günü gününe yapılan yazışmalarla Mahkeme’nin yaptığı her faaliyet Ankara’ya bildirilmekteydi. Bazı kişiler, Başvekâlet tezkeresi ile de Mahkeme’ye sevk ediliyordu. Bunun yanında Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri arasında sıkı bir irtibat bulunuyordu. Yaptıkları faaliyetleri birbirlerine bildirmekteydiler.

Siyasi iktidarın yargılamalara müdahale ettiğine dair verilen en çarpıcı örnek, Şark İstiklal Mahkemesinde, gazetecilerin yargılanmasıdır. Bu davanın savcılığını yürüten Avni Bey, gazeteciler ile ilgili iddianameyi hazırlamadan önce Mahkeme Heyeti tarafından kendisine telkinler başladığını belirttikten sonra, gazetecilerin yargılamaları sırasında kendisine Ankara’dan ikinci derece bazı şahıslar tarafından yapılan telkinleri de şöyle anlatmaktadır: “Beni cesaretlendirmek için Ankara’da ikinci derecedeki bazı zevattan, her gün şifreler alıyorum. Bu şifrelerde gazetecilerin Cumhuriyet ’in ilanından itibaren hükümete karşı aldıkları menfi durum izah olunarak haklarında tatbik edilecek cezanın bana itibar sağlayacağı ifade edilmekte idi.”[248]

“Gazeteciler ve İsyan” bölümünde ayrıntısı verildiği üzere, bu davada yargılanan on gazeteci yargılanmaları sırasında Mustafa Kemal Paşa’ya bir af telgraf yazmışlardı. Bunun sonrasında Mustafa Kemal Paşa’nın mahkeme heyetine gönderdiği telgrafta ise sanıkların hatalarını anladıkları ve bu durumun göz önüne alınmasını istemesi üzerine haklarında beraat kararı verilmişti.

Gazetecilerin yargılanması ile ilgili olarak Mete Tuncay’ın kitabında vermiş olduğu bir belge önemlidir. Tuncay, kitabında yer verdiği bu belge için “istiklal Mahkemelerinin bağımsızlığı ve yasallığı savlarının iç yüzünü ortaya koymaktadır” diyor. Bunun yanında “Bu belge yorum gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde istiklal Mahkemelerinin siyasal iktidarın emriyle hareket ettiklerini gösteriyor” demektedir. [249] Tuncay’ın TTK Arşivi’nde rastladığını söylediği ve Savcı vekili Avni Bey’in Dahiliye Vekili Cemil Bey’e gönderdiği 9 Eylül 1925 tarihli belge Tuncay’ın kitabında aktardığı şekli ile şöyledir:

Dahiliye Vekili Cemil Beyefendi ’ye

Süreyya Bey vazifeye dönmekten çok korktuğu(m) için (?) vukuf ve takdirine çok hürmetkâr olduğum Cemil Bey’e şu satırları yazmayı lüzum gördüm. Gazetecilerin memlekete ika ettikleri zararı en çok idrak edenlerden birisiyim. Ahmed Emin ve rüfekasını buraya celp ve tevkif ettirirken bu hususta hiçbir tereddüt hissetmedim.

Gazi Paşa hazretlerinin gazetecilerin kurtulmaları şayan-ı arzuları tarzındaki şifreli emirleri gelinceye kadar muhakemenin tarz-ı cereyanı da çok iyiydi. Bu emir geldikten sonra hepimizden (içimizden!) bir arkadaş gazetecilere ve Gazi hazretlerinin ulüvvü cenaplarına mazhar olarak beraat edecekleri ve beraattan sonra Fırka lehine sarf-ı mesai için Ankara ’ya gidilerek Reis-i Cumhur hazretleriyle kendilerinin mülakatına delalet olunacağı ihsas olunmuştur.

Bu ihsastan sonra tekrar eski vazifeye (vaziyete!) rücu ile mahkûmiyetleri cihetine gitmeyi mübeccel Gazi hazretleriyle İsmet Paşa hazretlerinin şeref-i zâtileri için tehlikeli görmekteyim. Müşarunileyh hazeratına rüfekamızla [arkadaşlarla] müştereken yazdığımız bir şifrede sarahaten değilse de buna yakın maruzatta bulundum.

Semahat-ı ruhaniye ve temayülat-ı asilanesini çok iyi tanıdığım zat-ı âlilerinden bana yürüyecek doğru yolun iraesini hürmetle rica ederim. İrae buyuracakları tariki bilakaydüşart kabul ettiğimi şimdiden arz ederim efendim.

İstiklal Mahkemesi Müddei-i Umumi Vekili

Bozok Mebusu Avni[250]

Bu yazı, Mustafa Kemal Paşa’nın gazetecilerin affedilmesi için Mahkeme’ye yazdığı yazı ile aynı tarihlidir. Anlaşıldığına göre gazetecilerin affedileceği gazetecilere bildirildikten sonra, affedilmelerinden vazgeçilmiştir ve Avni Bey de bu durumu Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’nın şeref-i zâtileri için tehlikeli görerek ne yapması gerektiğini Dâhiliye Vekili’ne danışmaktadır. Bilindiği üzere dört gün sonra gazeteciler hakkında beraat kararı verilmiştir. Bu belge Mahkeme’ye müdahaleyi net bir şekilde göstermekle birlikte, Şark İstiklal Mahkemesi dosyalarında tarafımızdan yapılan incelemede bu belgeye veya bunun gibi, net bir şekilde Mahkeme kararlarına müdahaleyi gösteren bir evraka rastlanmamıştır.

Ayrıca Mahkeme’de yargılanmış olan gazetecilerden Eşref Edib’in anlatımına göre: Mahkeme’nin asıl başkanı Ali Saib Bey’dir ve Mustafa Kemal Paşa’nın, heyet içerisindeki adamıdır. Mahkeme Heyetinin Ankara ile görüşmek için sahip olduğu şifrenin yanında, Ali Saib Bey’in bir de şahsına ait şifre vardır ve Ankara ile direk temas halindedir.[251]

İstiklal Mahkemesi ve Hukuk

İstiklal Mahkemelerinin yargılamalarında ve aldığı kararlarda hukuka ne kadar riayet ettiği tartışma konusudur. Şüphesiz bu Mahkemeler olağanüstü mahkemelerdi ve belli amaç doğrultusunda hareket etmekteydiler. Dönemin Meclis tutanaklarına da yansıdığı şekilde yüz yıllardan beri engellenmiş olan ıslahatların kısa zamanda yerleşmesinde ve sosyal düzenin tesis edilmesinde etkili olan bu Mahkemeler, geniş ve hatta hukukun üstünde yetkilere sahipti. Bu konuda mahkeme üyelerinden Avni Doğan “istiklal Mahkemelerinin salahiyetleri hudutsuz olduğu kadar, bu salahiyetler kontrolsüz idi” demektedir.[252] Akyol, bu hudutsuz ve kontrolsüz yetkilerin adalet için mi yoksa siyaset için mi kullanıldığı sorusuna, siyaset için kullanıldığı cevabını vermektedir.[253] Aybars da bu Mahkemelerin hukuka göre değil, inkılâp ilkelerine yönelik çalıştığını söylemektedir.

Şark İstiklal Mahkemesi’nin, Adiliye Vekâletine gönderdiği bir yazıda, mahkemenin kararlarını verirken siyasi, idari ve bazı zaruri sebepleri göz önüne aldığı açıkça dile getirilmiştir. Zaten aynı yazıya göre, mahkemenin kurulma nedeni de bu siyasi, idari ve zaruri sebeplere dayanmaktaydı. Yeni Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinin, İstiklal Mahkemesi mahkûmlarına teşmilini siyasi ve bölgesel bazı sebeplerden dolayı uygun görmeyen Şark İstiklal Mahkemesi’nin, 1 Temmuz 1926 tarihli bu yazısının ilgili bölümü şu şekildedir:

“İstiklal Mahkemelerinin sebeb-i teşekkülleri siyasi, idari ve bilhassa bazı zaruretlere istinad ettiği gibi, Mahkeme hükümlerinde bu ciheti alelekser nazar-ı dikkate almış ve mahkûmiyet kararını verirken müddet-i cezaiyelerini Garp cihetlerinde ikmal ve ikmal-i müddetten sonra fimabad ila yevmil vefat o vilayet dâhilinde ve zabtiye nezareti altında kalması hususlarını da ayrıca tespit eylemiştir. Şimdi kanunun tatbiki münasebetiyle bunlar serbest bırakıldıkları halde hemen memleketlerine avdet eyleyecekleri ve o halde ise Şark’ta yeniden bir takım vaziyetlerin tahaddüsü pek mümkün olmakla beraber istiklal Mahkemesinin de nüfuz ve tesirini haleldar eyleyeceğinden hususat-ı mesrude mahkememiz mahkûmlarına teşmillerinin muvafık olmayacağını... 256

Bunların yanı sıra Mahkeme Heyeti arasında ortak bir hukuk anlayışı olmadığı da bilinmektedir. Avni Doğan bunu hatıralarında şöyle anlatıyor: “Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar çekilirdi.”251

Şark İstiklal Mahkemesi’nin bakacağı davalar İstiklal Mehâkimi Kanunu’nda belirtilerek sınırı çizilmişti. Hatta Mahkeme, yargılamalarına başlamadan önce yayınladığı bir beyanname ile de hangi suçlara bakacağını ilan etmişti. Ancak Ahmed Süreyya’nın hatıralarında geniş olarak anlattığı gibi Mahkeme Heyetinin, özellikle azadan Ali Saib Bey’in, Ceza Kanunu’nun ve Askeri Ceza Kanunu’nun bütün madde ve hükümleriyle ilgili fiillerin yargılamalarını yapmak istemesi bazı tartışmalara neden olmuştu. Ahmed Süreyya Bey, savcı olarak bu fikre iştirak etmediğini söylüyor ancak diğerleri hem Takrir-i Sükûn Kanunu’nu, hem de Ankara İstiklal Mahkemesi’nin bu şekilde uygulama yaptığını söyleyerek Mahkemenin yetkisini genişletme fikrinde olduklarını söylüyorlardı. Bu tartışmalar esnasında yine azadan olan Lütfi Müfid Bey’in söylemiş olduğu “Bizim muayyen, millî gayemiz vardır. Ona varmak için, ara sıra kanunun fevkine de çıkarız” sözü Mahkeme’nin bakışını göstermesi açısından önemlidir.[254] [255] [256] Neticede bu tartışmalardan sonra Mahkeme, yayınlamış olduğu beyannamede söylediği suçların dışındaki suçlara da bakmaya başlamıştı.[257] Esasen Lütfi Müfid Bey’in bu sözlerine benzer açıklamaları Adliye Vekili Mahmud Esat Bey, Meclis müzakereleri sırasında dile getirerek şunları söylemişti: “Adliye kanunları tabiî zamanlarda cari olur. Her memlekettefevkalâde hâdiselerin karşısına fevkalâde tedbirlerle çıkılır ve böyle tedbirlerle önüne geçilir. Fevkalâde hâdiseleri tabiî günler için yapılan kanunlara tevdi etmek onun cürümlerini himaye etmek demek olur.”

Mesai Cetvelleri

Şark İstiklal Mahkemesi, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun on üçüncü maddesine göre bakmış olduğu davaların hüküm özetlerini ve mesai cetvellerini her ay Meclis’e göndermek mecburiyetinde idi. Bu bir nevi mahkemenin çalışmalarının Meclis tarafında denetlenmesi anlamına gelmekteydi. Bu mesai cetvellerinde hükme bağlanan sanıkların miktar ve isimleri, nev-i cürüm (suçun türü) ve hülasa-i hüküm (hüküm özeti) ve karar bildirilmekteydi. Bunun yanında bir önceki aydan devreden, o ayda mahkemeye gelen ve bir sonraki aya devreden işler bildiriliyordu.

12 Nisan’da göreve başlayan Şark İstiklal Mahkemesi, bu tarihten itibaren 22 adet mesai cetvelini Meclis’e göndermiştir.[258] 1924 Nisan ayı yargılamalarını gösteren ilk mesai cetveli 14 Mayıs 1924’de Diyarbekir’den, 1927 Ocak ayı yargılamalarını gösteren son mesai cetveli ise 3 Şubat tarihinde Elaziz’den gönderilmiştir. Mahkeme 7 Mart 1927 tarihine kadar görev yapmış olmasına rağmen, en son şubat ayına dair mesai cetveli bulunmamaktadır. Şark İstiklal Mahkemesi’nde verilen karar sayısı 798’dir. Mesai cetvelleri 726 numaralı karara kadar olan kısmı kapsamaktadır. Bunların dışında Mahkeme dosyaları arasında, Mahkeme Savcılığının, Mahkeme’ye göndermiş olduğu iddianame ve talepnameler ile mahkemeye sevk edilen şahıslara dair mahkûm olan ve beraat edenlerin miktarını gösteren 6 adet tablo da bulunmaktadır. Bu altı adet tablo, 1 Eylül 1926 ile 28 Şubat 1927 tarihleri arasını kapsamaktadır.[259]

Yargılanan Kişi Sayısı

En çok tartışma konusu olmuş ve merak edilen meselelerden birisi de Şark İstiklal Mahkemesi’nde kaç kişinin yargılanmış olduğudur. Bu konuda birçok rakamlar verilmiş olmasına rağmen, bunların arasında belgelere dayanan tek rakam Aybars’ın kitabında geçmektedir. O da İstiklal Mahkemesi arşiv belgelerine dayanmaktadır.

Şark İstiklal Mahkemesi, yapmış olduğu yargılamalara dair cetvelleri her ay düzenli olarak Meclis’e göndermiştir. Bu cetvellerde kaç kişinin yargılandığı ve hangi cezaların verildiği görülmektedir. Bunun haricinde farklı tarihlerde farklı sebeplerle Meclis’e, Başvekâlet’e ve diğer makamlara da gönderilen yazılarda yargılama rakamlarına dair bilgiler bulunmaktadır.

Bu belgeler arasında Şark İstiklal Mahkemesi’nin yapmış olduğu yargılamaya dair toplam rakamların verildiği en son belge, 13 Mart 1927 tarihli Savcı Ahmed Süreyya Bey’in TBMM’ye gönderdiği 432 numaralı belgedir. Bu belgeye göre Mahkemenin göreve başladığı 13 Nisan 1925 tarihinden 7 Mart 1927 tarihine kadar olan yargılama rakamları şöyledir: 207 vicahi, 213 gıyabi olmak üzere toplamda 420 idam kararı verilmiştir. 1811 kişi çeşitli cezalarla mahkûm olmuş, 2779 kişi hakkında ise beraat kararı verilmiştir. Yani Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılananların toplam sayısı 5010’dur.[263]

Kaç kişinin yargılandığına dair rakam veren şahıslardan birisi Olson’dur. Onun anlatımına göre 1925 yılının Ağustos ayının sonu itibarıyla, İngiliz İstihbaratının tahminine göre Kürt eşrafından 327 kişiye idam cezası verilmiştir. Ayrıca yine aynı kaynağa göre İstiklal Mahkemesi toplamda 7740 kişiyi tutuklamış ve 660 kişiyi idam etmiştir. [264]

Olson’un İngiliz İstihbaratının tahminlerine dayandırdığı bu bilgiler arşiv belgeleriyle uyuşmamaktadır. Örneğin arşiv belgelerine göre 1925 yılının Ağustos başı itibarıyla mahkemeye 1120 kişi sevk olunmuş bunlardan 357 kişi hakkında hüküm verilmiştir.[265] Yine 7 Mayıs 1926 tarihli Başvekâlet’e yazılan yazıya göre; Mahkeme’nin kurulduğu tarihten 7 Mart 1926 tarihine kadar 2968 maznuna ait 487’si siyasi, 53’ü adi ceraim olmak üzere toplamda 540 dava mahkemeye sevk edilmiş, bunlardan 399’u siyasi, 38’i adi ceraim olmak üzere toplamda 438 dava karara bağlanmıştır. Karara bağlanan bu davalarda 122 kişi vicahi 65 kişi gıyabi olmak üzere 187 kişiye idam, 621 kişiye de muhtelif cezalar verilmiş, 1780 kişi de beraat etmiştir.[266]

Tabii bu rakamlar mahkemede hakkında hüküm verilenlere aittir. İstiklal Mahkemesine sevk edilen ancak Mahkeme’nin kendi yetki alanına girmediği gerekçesiyle yerel mahkemelere sevk ettiği kişilerde vardır. Esasen Şark İstiklal Mahkemesi geniş yetkilere sahip olmasına rağmen, Mahkeme’nin yoğunluğundan dolayı, bir zaman sonra asker kaçaklarına dair davaları yerel mahkemelere sevk etmeye başlamış ve bu tür davalarının İstiklal Mahkemesine gönderilmemesini istemiştir.

Divan-ı Harp Yargılamaları

İstiklal Mahkemelerinde kaç kişinin yargılanmış olduğunu yukarıda söylendi. Ancak bu rakamlara Divan-ı Harplerin yani sıkıyönetim mahkemelerinin vermiş oldukları kararlar dahil değildir. İsyan dolayısıyla bölgede kaç kişinin yargılandığı ve idam edildiğine dair çeşitli rivayetler vardır. Mete Tuncay bu rakamların Takrir-i Sükûn döneminin “devlet terörü” hakkında yeterli fikir veremeyeceğini söylemektedir.[267] Şark İstiklal Mahkemesi faaliyete geçmeden önce bölgede kurulan, onunla birlikte faaliyetlerine devam eden ve Mahkeme’nin kaldırılmasından sonra belli bir müddet daha çalışmaya devam eden Divan-ı Harplerin bölgede yaptığı yargılamalara ilişkin bilgi bulunmamaktadır.

İsyan ile birlikte Doğu illerinde sıkıyönetim ilan edilmesi ve Divan-ı Harplerin teşekkülü 23 Şubat 1925 tarihindedir. Bununla birlikte 31 Mart 1925’te Divan-ı Harplerin idam kararlarını Meclis’e sormadan uygulama kararı alınmıştır.[268] Adliye Vekili Mahmut Esat Bey’in 20 Nisan 1925 tarihli Meclis görüşmelerinde söylediğine göre, o tarih itibariyle İsyan bölgesinde on tane Divan-ı Harp vardır ve hepsi de hüküm vermektedir.[269] Ayrıca Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığı tarafından Meclis’e yazılan 1 Eylül 1925 tarihli yazıya göre isyandan sonra isyan sahasında 7 adet Divan-ı Harp kurulmuş, bunlardan 2 tanesi daha sonra ilga edilmiştir.

Şark İstiklal Mahkemesi 13 Nisan 1925’te faaliyetlerine başlamıştı. Mahkeme, göreve başlamasıyla birlikte bir tamim yayınlayarak isyanla alakalı olarak tamimde belirtilen ceza türlerine ait maznunların İstiklal Mahkemesine sevk edilmesini istemişti. Savcı Ahmed Süreyya Bey, 4 Mayıs 1925 tarihli yazısında İstiklal Mahkemelerinin yetki alanına giren suçların hiçbirinin Divan-ı Harbi Örfilerce muhakemesine başlanılmamasını, başlanılmış olanların ise bulundukları noktada bırakılması istemişti.[270] Bu tamimle birlikte Divan-ı Harplerin, ellerinde İsyan’la alakalı olan davaları İstiklal Mahkemesine göndermeye başladığı anlaşılmaktadır. Ancak bu tamimin yayınlanmasına kadar olan sürede Divan-ı Harplerin isyanla ilgili davalara bakarak idam kararları verdiği bilinmektedir. Örneğin Vakit gazetesinin 20 Nisan 1925 tarihli haberine göre 18 Nisan 1925 tarihinde Divan-ı Harb-i Örfi yapmış olduğu muhakeme neticesinde verdiği karar ile Elaziz’de 23 asi idam edilmiştir.[271] Yine 27 Nisan tarihli habere göre Divan-ı Harb’in yaptığı yargılamalar sonrasında 22 Nisan tarihinde, Şeyh Said’in keramet sahibi olduğunu iddia eden Ahmet Hüsnü sekiz, asayişi ihlal eden Ali on beş sene mahkûm edilmiş, ayrıca asilere katılan bir kişi ile Diyarbekir hücumuna iştirak etmiş olan bir asi idama mahkûm edilmiştir.[272]

İstiklal Mahkemesi, Divan-ı Harplerin elinde bulunan dosyaların kendisine havale edilmesini bildirmesine rağmen, kısa bir süre sonra Mahkeme’nin yoğunluğu nedeniyle seferberlik ilanından sonra firar eden askerlerin Divan-ı Harplere gönderilmesini isteyerek iş yükünü hafifletmeyi de amaçlamıştır. Kısaca, Şark İstiklal Mahkemesi’nin 13 Nisan 1925’de göreve başlamasıyla birlikte Divan-ı Harpler ve İstiklal Mahkemeleri birlikte yargılamalar yapmış, 4 Mayıs tarihindeki tamimden sonra Divan-ı Harpler ellerindeki dosyaları İstiklal Mahkemesine havale etmiş ve bu tarihten sonra 7 Mart 1927 tarihine kadar firariler hariç İsyan’la alakalı tüm yargılamaları İstiklal Mahkemesi yapmıştır. Şark İstiklal Mahkemesi, görevinin bitiminde ise elinde kalan dosyaları Elaziz Havalisi Kumandanlığına teslim etmiştir.

Şark İstiklal Mahkemesi dosyalarında Divan-ı Harplere ve oradan İstiklal Mahkemesine sevk edilenlere dair bazı rakamlar vardır. Mahkeme’nin göreve başlamasından sonra bölgedeki Kolordu Kumandanlıkları tarafından 3. Ordu Müfettişliğine ve Şark İstiklal Mahkemesi’ne yazılan belgelerde, Divan-ı Harplerde kaç kişinin muhakeme edilmekte olduğuna dair bazı rakamlar bulunmaktadır. Şüphesiz rakamlar Divan-ı Harplerde kaç kişinin yargılandığına dair kesin bilgililer çıkarılamaz ancak kısmen fikir verebilir. Unutulmamalıdır ki bu rakamlarda bahsedilenlerin çoğu da İstiklal Mahkemesinin görevine başlamasıyla birlikte İstiklal Mahkemesine sevk edilmişlerdir.

ve 17 Nisan 1925 tarihlerinde Sarıkamış’ta 9. Kolordu Kumandanı Asım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine gönderilen yazılara göre Hınıs Divan-ı Harbi Örfisi 10 Nisan 1925 tarihinde işe başlamıştır ve Hınıs Divan-ı Harbi’nde 17 şahsa ait üç dosya vardır. Mülga Erzurum Divan-ı Harbi’nde ise Hıyanet-i Vataniye suçundan muhakemeleri icra edilmekte olan 19 maznun bulunmaktadır. Bunların beşi Kiğı’dan, sekizi Erzurum’dan gönderilmiştir ve bir kişi de Erzurum’dan tutuklu olarak gelmiştir. Bu maznunlar Hınıs’a gönderilecektir. Ayrıca 15 Nisan 1925’de tutuklanan meşayih ve beylerin soruşturma evrakları tamamlanmak üzeredir.[273]

Nisan 1925 tarihinde Lice’de 5. Kolordu Komutanı Naci Bey tarafından, 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: 5 kişinin tahkikatları yapılarak Divan-ı Harbe sevk edilmiştir. İlk sorguları henüz tamamlanmamış 111 mevkuf vardır. Lice Divan-ı Harbi henüz işe başlamamıştır. Divan-ı Harp, 16 Nisan 1925’te öğleye kadar Lice’ye gelecektir. Divan-ı Harp henüz faaliyete geçmediğinden hiçbir maznun hakkında karar verilmemiş ve infaz da yapılmamıştır.[274]

Nisan 1925 tarihinde Diyarbekir’den 7. Kolordu Komutanı Mirliva (...?) tarafından Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığına yazılan yazıya göre: Diyarbekir Divan-ı Harbi Örfisinde tahkikatı ve muhakemesi devam eden 43 takım evrak vardır. Bu 43 takım evrakta 200’den fazla şahıs bulunmaktadır. Bu şahıslardan bir kişi hakkında vicahen, bir kişi hakkında ise gıyaben idam kararı verilmiş, bir kişinin davası da beraat ile sonuçlanmıştır. 3 kişi İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.[275]Ayrıca daha sonra bu 43 evraktan 22’si İstiklal Mahkemesi savcısının talebiyle 20 Nisan’da İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.

Nisan 1925 tarihinde Elaziz Havali Kumandanı Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Elaziz Divan-ı Harb-i Örfisinde muhakemeleri yapılmakta olan 20 evrakta 175 şahıs vardır. Ayrıca tahkikatı devam eden 23 evrak 183 şahıs bulunmaktadır.[276]

23 Nisan 1925 tarihinde Bitlis’te Bitlis Valisi ve 2. Fırka Kumandanı Kazım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Divan-ı Harb-i Örfi Müstantikliğinde tahkikatı devam eden 8, Divan-ı Harp’te muhakeme edilmekte olan 1 evrak vardır. Bu evraklarda, içerisinde Şeyh Said’in de bulunduğu 100’den fazla zanlı bulunmaktadır. Bu zanlılardan bir kısmı hakkında Hınıs Divan-ı Harbi Örfisi ve bir kısmı hakkında da İstiklal Mahkemesi takibat yürütmektedir. Ayrıca rapora göre şimdiye kadar Divan-ı Harbi Örfi tarafından hıyanet cünha derecesinde 8 evrakın hükümleri tasdik ve infaz edilmiştir.[277]

25 Nisan 1925 tarihinde Sarıkamış’ta 9. Kolordu Kumandanı Asım Bey tarafından

Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre; Hınıs Divan-ı Harb-i Örfisinde görülmekte olan 9 evrak, 67 şahıs vardır. Bunların bir kısmının muhakemelerine başlanmış, bir kısmına ise başlanmamıştır. Bunlardan başka Kiğı’dan Hınıs Divan-ı Harbi’ne gönderilen 24 kişi ilk tahkikat evrakları mevcut olmadığından, sorgu evraklarının tamamlanması için Kiğı’ya yazı yazılmıştır. Ayrıca 2 kişi hakkında da evrak mevcuttur.[278]

1 Mayıs 1925 tarihinde Diyarbekir’den 5. Kolordu Kumandanı Mirliva Naci Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Lice Divan-ı Harb-i Örfisine muhakeme için gönderilen ve henüz hükme bağlanmayan 7 takım evrak ve 17 şahıs vardır. Bu şahıslardan Lice eski Müftüsü Abdülhamid hakkında idam kararı verilmiş, evrakı incelenmiş ve tenfizi emir olunmuştur. Tahkikatı tamamlanan fakat Divan-ı Harbe yeni gönderilmiş olan 3 takım evrak ve 24 şahıs vardır. Ayrıca tahkikatı henüz başlamamış ve Divan-ı Harb’e gönderilmemiş 132 kişi mevcuttur.[279]

8 Mayıs 1925 ve 10 Mayıs 1925 tarihinde Elaziz Havali Kumandanı Mirliva Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine gönderilen yazılara göre; Divan-ı Harbi Örfi’de muhakeme edilmekte olan 40 takım evrakta 330 şahıs vardır. Belgelerde bu kişiler hakkında Müstantik (sorgu hâkimi) tarafından verilen kararlar mevcuttur. Kararlar 24/3/1925 ile 4/5/1925 tarihleri arasında verilmiştir.[280]

8 Mayıs 1925 tarihinde 9. Kolordu Kumandanı Asım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Hınıs Divan-ı Harbi Örfisinde 7 evrak 32 kişi mevcuttur. Bunların dışında 200’den fazla kişi firari ve gayr-ı mevkuftur. Bunlara 10 günlük zaman tanınmış, teslim olmamaları halinde gıyabi olarak muhakemelerine başlanacaktır.[281]

Mayıs 1925 tarihinde Elaziz Havali Kumandanı Mirliva Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Divan-ı Harb-i Örfi’de evvelce arz edilenler hariç, muhakemesi devam etmekte olan 29 takım evrakta 88 şahıs mevcuttur. Haklarında Müstantiklik kararı verilmiştir. Verilen kararlar 10/5/1925 ve 16/5/1925 arasıdır. [282]

23 Mayıs 1925 tarihinde Elaziz Havali Kumandanı Mirliva Nureddin tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan ve bir önceki yazı ek olan belgeye göre: Muhakemesi devam etmekte olan 5 evrak 24 kişi vardır.[283]

Bunların dışında 9. Kolordu Komutanı Mirliva Asım Bey tarafından, İstiklal Mahkemesine yazılan yazıda 8 Temmuz 1925 tarihinde Hınıs Divan-ı Harbinden 153 kişi Elaziz İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiş olduğu ve bunlara yolda Muş vilayetinden de katılacaklar olduğu bildirilmişti.[284] Yine bir belgeye göre 15 Mayıs 26 tarihi itibarıyla Diyarbekir Divan-ı Harbi Örfisinin İstintak dairesinde, Hıyanet-i Vataniye cürmünden haklarında tahkikat devam eden 157 mevkuf, 160 gayr-ı mevkuf maznun bulunmaktaydı.[285]

Divan-ı Harp’ten, İstiklal Mahkemesine sevk esnasında firarların ve ölümlerin yaşandığı da anlaşılıyor. Örneğin; Bağdatlı Abdüllatif bin Mahmud namında kişi Casusluk suçlamasıyla maznun olarak Urfa Divan-ı Harbi tarafından 20 Mayıs 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiş, ancak sevki sırasında firar etmeye çalışmış ve ölü olarak ele geçirilmiştir.[286]

İdamların Uygulanması ve Son Sözler

İstiklal Mahkemesi tarafından verilen idam hükümleri yerel savcılıklar tarafından infaz edilmekteydi. İnfazlar yerel Savcılık, Merkez Kumandanı, Jandarma Kumandanı, Tabip, İstiklal Mahkemesi Muhafız Takım Kumandanı, Hapishane İmamı huzurunda yapılmaktaydı. İnfazların tamamlanması ardından bu kişilerce tutulan, hükmün infazına dair olan “zabıt varakaları” mahkemeye sunulmaktaydı. Bu zabıt varakalarına göre infazlar ilk başlarda kararın verilmesinden 3 veya 4 gün sonra uygulanmış daha sonraları ise kararın verildiği aynı gün veya bir gün sonra infaz edilmeye başlanmıştır. Ayrıca maznunlardan Müslüman olanlara imam tarafından, Gayrimüslim olanlara da bir papaz tarafından dini telkinatta bulunuluyordu. İnfaz tarihi Cuma gününe denk gelenlerin infazı ise ertesi güne ertelenmekteydi. Savcı’nın Mahkeme’nin idam kararlarına itiraz etme hakkı bulunmasına rağmen, bu hakkı kullanmadığı görülmektedir.

İnfazdan önce herkese son bir diyeceği olup olmadığı soruluyordu. Bu konuda Diyabekir’de tutulan infaz zabıt varakaları daha ayrıntılı bilgi vermesine rağmen Elaziz’de tutulan zabıtlarda genelde son sözlere dair bilgi bulunmamaktadır. İstiklal Mahkemesi dosyalarında bulunan “İnfaz zabıt varakaları”nda yazıldığı şekilde bazı idam mahkûmlarının son istekleri ve son sözleri şöyledir.[287]

Şeyh Mehmed Eyüb bin Halid: “.Amentü billah ila âhir okuyarak ve kelime-i şehadet getirerek kader-i ilahi böyle olduğu ve başka bir diyeceği olmadığı.” (Karar No:1)

Dr. Fuad: “.Allah şahid-i âlîdir ki: Şu isyan meselesinde hiçbir su-i medhalim yoktur. Tabii zamanla yani Şeyh Tahir tutulduktan sonra hakikat tavzih edecektir. Eğer benim Şeyh Tahir’le bir alakam bir münasebetim ve iddia olunduğu gibi vechle kendisini evimde misafir ettiğim tahakküm etmezse bana bu idam hükmünü veren heyette eğer his ve vicdan ve insaniyet varsa hayat-ı siyasiyeden ve belki de insanlıktan istifa edeceklerini ümit ederim. Aksi sübut bulursa [ki bir mütehakkildir] demenizi rica ederim. ...” (Karar No:2)

Jandarma Sabri bin Tevfik ve Jandarma Cemil bin Rıza: “...bir diyecekleri olmadığı ve işi Allah’a havale eylediklerini beyan eylemekle.” (Karar No:7)

Mehmed Şerif, Mehmed bin Ahmed, Emin bin Mehmed, Ahmed bin Hüseyin, Mehmed bin Gazanşer, Mehmed Ali, Abdülkerim: “.Allah iman selameti versin bi kusuruz sebep olana Allah bırakmasın ve sebep olanlardan haklarını isteyeceklerini.” (Karar No:19)

Ahmed bin İskender: “...buradaki çocuklarının Piçar köyündeki kızının yanın gitmelerinin ve bin kuruş hayrına sarf olunmasının ve kurban kesilmesinin ve iki ölçek buğday alınmasının...” (Karar No:19)

Ahmed bin Haydar: “...iki ölçek buğday ve bir kurban edilmesinin ailelerine tembih edilmesini.” (Karar No:19)

Seyyid Abdülkadir: “.vasiyetnamesini katib-i adlilikçe tasdik ettirilmiş olduğundan münderecatı vechle muamele ifasını ve hükümet bu hareketiyle Kürtlerle Arapların birleşmesine hizmet etmekte olduğunu.” (Karar No:32)

Seyyid Abdulkadir oğlu Seyyid Mehmed: “.evlad-ı Hüseyin şehit edilerek vak’a-i kerbelaya muntazır edildiğini.”(Karar No:32)

Abdullah Sadi: “.masum ise de Allah’ın takdirine ve mahkemenin kararına razı bulunduğunu ve Hükümet-i Cumhuriye ile bütün millete arz-ı şükran eder olduğunu.” (Karar No:32)

Kemal Fevzi: “.yalnız masumiyetinden bahsettiğini.” (Karar No:32)

Hacı Ahti Mehmed Tevfik: “.yaşasın Kürt mefkûresi.” (Karar No:32)

Hoca Askeri: “.IstanbulMüftülüğünde bulunduğundan terekemde bulunan bir senelik maaşının ailesine verilmesini ve masum olduğundan affını.” (Karar No:32)

Emin bin Ali:“ .katırcı Mehmed Ali oğlu Mehmet’te eşyası bulunduğunu ve bu meyanda bir yirmi beş madenî Mecidiye kıymetinde iki hançeri de bulunduğundan, hükümet tarafından alınmasını beyan eylediği. ” (Karar No:59)

Hüseyin Bey bin İsmail: “.vasiyetini Hapishane Müdürüne verdiğini, başkaca bir diyeceği olmadığı.” (Karar No:64)

Kamil Beyoğlu Abdüllatif: “.Vartolu İsmail Bey, dayısı olduğundan ailesine bakmasının tebliği.” (Karar No:69)

Monla Mahmud bin Reşid: “.cenazesinin ailesi meyanına defni hususunda Dağ kapısında mukim Hacı Paşa’ya tefhimi.” (Karar No:69)

Hanili Mahmud Bey bin Mustafa: “.üç seneye mahkûm bulunan mahdumu Örfinin Adana ’ya gönderilmeyip burada bırakılması için İstiklal Müddei-i Umumisine söylenmesini...” (Karar No:69)

Hanili Mustafa Bey: “.cenazesinin Mehmedbey mahallesinde mukim Şeyh Ömer Efendi hanesinde Gecce(?) ailesine teslimini.” (Karar No:69)

Hanili Said Bey oğlu Salih Bey: “.cenazesinin Hani’ye defni hususunda teşebbüsatta bulunmak üzere Cizreli zade Münir Efendi ’nin hanesinde bulunan hemşiresine söylenmesi.” (Karar No:69)

Şeyh Ömer bin Şeyh Bekir: “.cesedinin Beyaztürbe mahallesinde Şeyh Cafer’in ailesine teslimini.” (Karar No:69)

Timur ağa bin Esad: “.beraat eden Binbaşı Kasım Bey’e cesedinin teslimi ve cevahir hanımın ellerinden ayaklarından öptüğünü ve kendisine helal etmelerini ve kendisi cümlesine helal ettiğini ve Salih Bey mezarını yapmasını ve ailesini bakmasını.” (Karar No:69)

Baba Bey:“ .mezarının yapılması için Mülkiye Hapishane Müdürü’nde on iki Mecidiyesi bulunduğunu.” (Karar No:69)

İbrahim Edhem: “.son hadisede gerek fiilen ve gerek fer’an medhaldar bulunmadığını ancak iyi düşünememesi sebebiyle bazı kimseleri ziyaret etmek için uzak mahallere kadar gittiğini ve yine düşüncesizliği mülabesesiyle görüştüğü her türlü lakırdısını kabul ettiğini ve bazı kimselerden de mektup ve buna mümasil bazı evrak alıp üzerinde taşıdığını beyan ve maahaza kendisi daha çocuk iken bir gün yaptığı hareketle validesini hiddete sevk ve validesi tarafından da kendisine inşallah boynun ipe gelir diye bedduada bulunduğunu ve bu akıbete bu suretle düçar olduğunu ve söylediği lakırdıların diğerlerine ibret olmak üzere matbuatla ilanını gerek mevcut zevatın ve gerekse kendisini bilen ve tanıyan eşhasın haklarını helal etmesinin matbuata ilaveten dercini ve başka diyeceği olmadığını.”(Karar 71)

Mehmed oğlu Reşid: “...kendilerine gadr edildiğini ve Cenab-ı Hak’tan af dilediğini... ” (Karar No:523)

Mahmud oğlu Sadık: “.bu meselede kabahati olmadığı iftiraya uğradığını hükümetten adalet istemiş olduğunu.” (Karar No:523)

Sadun oğlu Hançer: “.bir kabahati olmadığı ve varsa zaten cezasını çekiyor olduğunu ve Cenab-ı Hak’tan iman selameti temenni eylediğini.” (Karar No:523)

Aşiret Reisi Bocolu Timur oğlu Ömer; “.Cenab-ı Hak’tan affını temenniden başka diyeceği olmadığı.” (Karar No:523)

Şemun oğlu Muhtar Yusuf: “.bir diyeceği olmadığını yalnız hapishanede Çavuş oğlu Fetho ile Çaycı Abdo’ya hayrına sarf edilmek üzere iki madenî lira verdiğini.” (Karar No:523)

Ömer oğlu Sadık: “.Cenab-ı Hak’tan affını dilemekten başka bir diyeceği yok. ” (Karar No:523)

Mehmed oğlu Aziz: “.Hükümet-i Cumhuriye’ye malıyla canıyla çalıştığı halde Şırnaklı Abdurrahman’ın iftirasına uğradığını, ondan huzur-ı Ilahi’de davacı olduğunu.” (Karar No:523)

İsa oğlu Halid: “.bir diyeceği olmadığını ve bütün ümmet-i Muhammed’e hakkını helal ettiğini.” (Karar No:523)

Kadir Bezor: “.iki fırka askere erzak verdiğini ve yardım ettiklerini ve asker katletmediğini ve kelime-i tevhidden başka bir diyeceği olmadığını.” (Karar No:543)

Biçar Aşireti Reisi Cemil Çeto: “.Hükümete elden geldiği kadar muavenet ettiğini ve hain-i vatan olmadığını ve kaderi böyle olduğunu ve kelime-i tevhidden başka diyeceği olmadığı.” (Karar No:543)

Şükrü Ağa:“.hakkını sebep olanlardan huzur-ı Ilahi’de isteyeceğini ve kendisini teslim olduğundan Mahkeme haksız yere hüküm ettiğinden Mahkeme’den davacı olduğunu.” (Karar No:544)

Hasenanlı Halid Bey: “.sizden bekleyecek bir ümidim yok. Her bir şeye Allah’ı tevkil ettim.” (Karar No:546)

Mahmud oğulları Derviş ve Mehmed: “...madenî mevcutları olan doksan beş kuruşun valideleri Karasu kerimesi Papo’ya verilmesini ve valideleri tarafından bir kurban kesilmesini ve iskat ve salat-ı teşbih için beş yüz kuruş sarf edilmesini.” (Karar No:623)

Şeyh Emir oğlu Bero: “.yalnız madenî bir lira ile on sekiz mecidiyesini Beşiri Kaymakamlığı vasıtasıyla Azl karyesinde bulunan pederi Şeyh Emir’e verilmesi.” (Karar No:624)

Mahkeme dosyalarındaki son sözler bunlarla sınırlıdır. Burada şunu ilave etmek gerekir ki Garo Sasuni gibi bazı kişilerin kitaplarında başta Şeyh Said olmak üzere birçok mahkûmun idamlarından önce Kürtlük ve Kürdistan üzerine sözler söylediği aktarılmaktadır. Ancak bu bilgilerin gerçeği yansıtması mümkün görünmemektedir. Çünkü Sasuni gibi şahısların kitaplarında aktarılan bu tür sözler, idam edilen şahısların hem Mahkeme’de vermiş oldukları ifadeleriyle ve hem de müdafaalarıyla tamamen çelişmektedir. Mahkeme huzurunda Kürtlük ve İsyan’la alakası olmadığını iddia eden ve son ana kadar affedilmeyi umdukları anlaşılan bu kişilerin bu tür sözler söylemiş olmalarını iddia etmek tutarlı değildir. Ayrıca bu tür sözler söylediklerine dair herhangi bir belge de bulunmamaktadır.[288]

Ayrıca idam edilenlere atfedilen bu tür sözlerin, herhangi bir sebepten dolayı Mahkeme tarafından kayıt altına aldırılmamış olması da mümkün değildir. Çünkü verdiği her kararda, İsyan’ı, bir Kürt ve Kürdistan hareketi olarak tanımlayan ve son söz olarak “Yaşasın Kürt mefkûresi” diyen Hacı Ahti’nin sözlerinin kayda geçmesine müsaade eden Mahkeme Heyeti, diğerlerinin de bu tür sözler söylemeleri halinde, kendi iddiasının gerçekliğine delil olarak bu sözleri kayıta geçirmesi ve kullanması kaçınılmazdı.

Şark İstiklal Mahkemesi Hapishaneleri

Şark İstiklal Mahkemesi gezici bir mahkemedir. Yargılamaları daha çok Diyarbekir ve Elaziz’de yapılmıştır. Mahkeme, Diyarbekir’de bulunduğu sırada askerî hapishaneyi, Elaziz’de bulunduğu zaman zarfında ise daha önce Askerlik Şubesi emrindeki askerlerin bulunduğu eski Ermeni Protestan Kilisesini hapishane olarak kullanmıştır.[289]Ancak hapishane olarak kullanılan kilise binasında, zaman içinde yaşanan yoğunluk ve izdiham neticesinde, İstiklal Mahkemesi’nin talebiyle kilise binasının yanındaki cami de hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştır.[290] İstiklal Mahkemesinde yargılanacak olan şahıslar genel olarak mahkemenin bulunduğu bu iki şehirdeki hapishanelere sevk edilmekteydi. Ancak tüm zanlılar bu iki şehirde tutulmuyordu. Maznunların civar kazaların hapishanelerinde tutulması ve muhakeme sırası gelen mahkûmların celp edilmesi, Mahkeme’nin yapmış olduğu uygulamalar arasındaydı.

Arşiv belgelerinde Diyarbekir’deki hapishane hakkında çok belge olmamakla birlikte, Elaziz’de hapishane olarak kullanılan kilise binası hakkında bazı belgeler bulunmaktadır. Elaziz’de bulunan hapishanenin muhafazasını 5. Fırka’ya ait bir bölük yapmaktaydı. Bir ara bu hapishanenin muhafazasının vilayet jandarması tarafından yapılması gündeme gelmesine rağmen, jandarmanın sayısının yetersizliğinden dolayı bundan vazgeçilerek hem jandarmanın hem de askerin bu işi birlikte yapması, kilise binasını 5. Fırkanın, bitişiğindeki camiyi de vilayet jandarmasının muhafaza etmesi kararlaştırılmıştı.[291] Yapılan yazışmalarda hem hapishanenin fiziki şartlarının hem de tutukluların sağlık durumlarının pekiyi olmadığı anlaşılmaktadır. Tevkifhane Müdürü Osman Nuri İstiklal Mahkemesine yazdığı bir yazıda, tevkifhanenin darlığı yüzünden günden güne hastalıkların arttığı, sabah ve akşam vizitelerini yapmak için bir doktora şiddetle ihtiyaç olduğu bildiriliyordu.[292]

Hapishanenin durumuyla ilgili en geniş bilgiyi veren Elaziz Askeri Hastanesi Tabipleri tarafından tutulan rapordur. Elaziz Havali Kumandanlığının emri ile tevkifhane olarak kullanılan kilise binası ve tutuklular muayene edilmiş, neticede hem tutukluların sağlığı hem de Muhafız Taburu ve şehir halkının, ortaya çıkması muhtemel bulaşıcı bir hastalığa maruz kalamaması için 22 maddelik bir rapor hazırlanmıştır. Bu rapora bakıldığında hem hapishanenin şartları ve hem de tutukluların durumu iyi değildir. Rapora göre, bina içerisinde temizlikten eser yoktur. Tutukluların, yemeklerini kilise binası ile etrafındaki parmaklıklar arasında kendilerinin yapıyor olması bu durumun başlıca nedenidir. Bu yüzden acilen mahkûmlardan aylık toplanıp yemeklerin toplu halde yapılması istenmektedir. Tutukluların da çoğu pis, bitli ve çamaşırları aylarca yıkanmamıştır. Ayrıca bina yetersizdir ve başka bir binaya geçilmelidir. Raporun son kısmındaki tavsiye durumu daha net göstermektedir. Buna göre beraat edenler temizlenmeden şehre bırakılmamalı ve kilise binası boşaltıldıktan sonra 40 gün boş bırakılmalı ve sonra temizlenmelidir. Bu rapor üzerine Havali Kumandanlığı, Mahkeme’ye 13 Mart 1926’da yazı yazarak Vilayet Sıhhiyesince tetkikat yapılması gerektiğini bildirmiştir. Ancak daha sonra hapishanenin durumuyla ilgili ne gibi bir gelişme olduğuna dair bir belge mevcut değildir.[293]

Yine Tevkifhane Müdürü Osman Nuri’nin 24 Temmuz 1925 tarihinde Mahkemeye yazdığı yazıdan anlaşıldığına göre tevkifhane oldukça yetersiz ve kalabalıktır. Onun anlatımına göre tevkifhanenin kapasitesi ancak 200 kişidir. Ancak o an itibariyle Mülkiye Tevkifhanesinde 561 mahpus bulunmaktadır. Bir saat içerisinde de 179 mevkuf Diyarbekir’den gelecektir. Bu, hem barınma hem de güvenlik noktasında sıkıntılar doğurmaktadır. Bu koşullar altında idama mahkûm bir kişi kaçmaya çalışmış, bir onbaşıyı yaralamış ve güçlükle zabtedilmiştir. Osman Nuri’nin bildirdiği bu durum İstiklal Mahkemesi tarafından, Elaziz Havali Kumandanlığına ileterek şartların iyileştirilmesini istemiştir. Ayrıca meydana gelen bu firar teşebbüsünde Muhafız Kıtasının çok uyuşuk hareket etmesinin de neden olduğunu söylemiş ve hapishaneye gönderilen “kıta zabitanın Türk, zeki, cesur ve cevval olmasını ve efradın her halde Türk oğlu Türk ve muallem ve pişkin efrattan terkip buyurulmasını” rica etmiştir.[294] Bu tür problemler Diyarbekir Hapishanesinde de yaşanmaktaydı. Diyarbekir Hapishanesinde uzun müddet duran bazı mahpusların problem çıkarmaları üzerine 3. Ordu Müfettişliği, o sırada Elaziz’de bulunan Mahkeme’ye yazı yazarak hapishanede bulunan bazı kişilerin bir an önce muhakeme edilmesini istemişti. Hatta Mahkeme’nin dönmesinin uzaması halinde bu kişileri Elaziz’e göndermeyi uygun görmüştü.[295]

Bunun yanı sıra Elaziz hapishanesinden firarlarda olmaktaydı. Örneğin 25 Eylül 1926’da idamına hükmedilen Çapakçurlu Mahmud oğlu Mehmed hapishaneden firar ederek yine Çapakçur civarında eşkıyalığa başlamış, hatta iki kişiyi de katletmiştir. Bunun üzerine Hapishane Müdürü, Mahkeme’ye tevkifhanede bir gardiyanın olduğunu ve ikiye çıkarılması gerektiğini, ayrıca tevkifhanenin muhafazasında 20 kişinin olduğunu, bu sayının da 70’e çıkarılması gerektiğini, aksi takdirde yeni firarların olabileceğini bildirmiştir. [296]

Hapishanede ölümlerde gerçekleşiyordu. Keferzili Hasan Molla 18 Haziran 1926’da hapishanede ölmüştü. Doktor raporuna göre lekeli humma 15 gün devam etmiş ve tifodan ölmüştür.[297] Ayrıca 26 Ocak 1926 tarihli bir belgeden anlaşıldığına göre Divan-ı Harb-i Örfi mevkufları ile İstiklal Mahkemesi mevkufları hapishanede karışık halde bulunmaktaydı.[298]

İstiklal Mahkemesi kurulduğundan itibaren hapishanenin müdürlüğünü Osman Nuri yerine getirmiştir. Mahkeme’nin görevinin sonlarına doğru Mahkeme, Millî Müdafaa Vekâleti’ne yazdığı yazı ile Osman Nuri’nin fedakâr bir şekilde bu vazifeyi gördüğünü, hatta idam mahkûmları tarafından yaralandığını bildirmişti. Ayrıca Mahkeme’nin görevi bitince Osman Nuri’nin Elaziz’de kalmasını sakıncalı görmüş, burada kalırsa halkın her türlü tecavüz, fenalık, suikast ve intikamına uğrama ihtimali olduğundan onun 3. Ordu’ya nakli istenmiştir.[299]

Bunlardan ayrı olarak, Mahkeme 17 Mayıs 1341 tarihinde aldığı kararla maznun ve mevkufların ailelerine göndereceği ve onlara gelecek olan mektupların İstanbul’da Polis Müdüriyeti, taşrada ise en büyük mülki memurluklarca açılarak tedkik edileceğini ve sakıncalı bir durum yok ise teslim edilmesini, aksi takdirde Mahkeme’ye gönderilmesini karara bağlamıştı.[300]Ancak Mahkeme dosyalarına bakıldığı zaman bazı mahkûmların idamlarından önce ailelerine yazmış olduğu mektupların hâlâ Mahkeme dosyalarında olduğu görülmektedir. Örneğin idam edilen Ankaralı İbrahim Edhem Hoca’nın ailesine yazmış olduğu mektuplar dosyasında durmaktadır ve gerekli kişilere ulaştırılmadığı anlaşılmaktadır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ŞEYH SAİD DAVASI VE İSYANIN NİTELİĞİ

Şeyh Said Davası

Şeyh Said Kimdir?

1865 Palu doğumlu olan Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud Fevzi, annesi Gule Hanım’dır. Dedesi, Nakşibendi tarikatının Halidiye koluna mensup Palulu Şeyh Ali Sebti’dir. Şeyh Ali Sebti’nin Halid el-Bağdadi’nin ya da onun kardeşi ve halifesi olan Mahmud Sahib’in halifesi olduğu kaydedilmektedir. Şeyh Ali Sebti, Diyarbekir’in Septi köyünden gelerek Palu’nun Kasımiye mahallesine yerleşmiştir. Bir süre sonra Erzurum’un Hınıs ilçesine göç etmiş ve daha sonra Palu’ya geri dönmüştür. Şeyh Ali Sebti’nin ölümünden sonra, oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Mahmud Fevzi, Hınıs’a geri dönmüştür. Şeyh Mahmud’un beş oğlundan birisi olan Şeyh Said, babasının ölümünden sonra ailenin reisi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Piran bölgesine göç eden Şeyh Said, savaş sonrasında tekrardan Hınıs’a yerleşmiştir. Palu ve Hınıs’ta medreseler kuran ve müderrislik yapan Şeyh Said, dini ve sosyal konularda ve aşiretler arası çatışmalarda halkın ilk olarak başvurduğu bir kişi olarak ün kazanmıştır. [301]

Şeyh Said, İstiklal Mahkemesindeki sorgusunda okuduğu medreseler ve aldığı derslerle ilgili şu bilgileri vermiştir:

“Reis MüfidBey: Nerede tahsil ettiniz, Şeyh SaidEfendi?

Şeyh Said: Muş ’ta, Malazgirt’te, Palu’da tahsil ettim.

Reis Müfid Bey: Oralarda nerede tahsil ettiniz, medresede mi okudunuz, kimlerden ders aldınız?

Şeyh Said: Evet, medreselerde okudum. Palu’da Amcam Şeyh Hasanyanında okudum. Muş ’ta Fakı Mehmed Emin Efendi; Malazgirt’te Abdülhakim ve Hınıs’ta da Musa Efendi’nin yanında okudum.

Reis Müfid Bey: Ne okudunuz Şeyh Efendi?

Şeyh Said: Envar,Muharrer, Nahiv, Sarf,Mantık,Meâni, istiare, Beyan, Bediî, Akâid gibi şeyler okudum.

Reis MüfidBey: İstiare buyurdunuz, ne demektir?

Şeyh Said: İstiare müşebbehi terk etmek, istiare masdardır. Sarf sualini sorarsanız.

Reis MüfidBey: Akâid de okudunuz, değil mi?

Şeyh Said: Evet, akâid de okudum.”[302]

Metin Toker; Şeyh Said’in çok zengin bir kişi olduğunu, yanında sadece çoban olarak 120’ye yakın adamının bulunduğunu, her yıl on sürüye yakın koyunu olduğunu ve bunları bizzat Halep’e kadar götürüp satarak oradan mal aldığını yazmaktadır. Ayrıca Hınıs - Halep yolunun Şeyh Said’in nüfuzu altında olduğunu söyleyen Toker, bunun hem Şeyh Said’in geniş bir bölgede yaptığı ticari faaliyetlerden, hem de ailesinin akıllıca ve isabetli bir şekilde yaptığı evliliklerden kaynaklandığını söylemektedir.[303]

Şeyh Said’in, evlilik yoluyla Hamidiye Alayları Kumandanlarından ve Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti’nin kurucularından olan Cibranlı Halid Bey ile akrabalığı bulunmaktaydı. Bununla birlikte isyanda adı geçen önemli birçok kişinin Şeyh Said’in hısım veya akrabası olduğu bilinmektedir. İstiklal Mahkemesi sanıklarından Fakih Hasan ifadesinde bu duruma vurgu yapmıştır. Onun anlatımına göre; Şeyh Said, Şeyh Abdullah’ın kayınpederidir. Şeyh Said’in iki kız kardeşi ve bir kızı Çan şeyhleriyle evlidir. Çan şeyhlerinin bir kız kardeşi Said ile evli ve Ali Rıza’nın annesidir. Çan şeyhinin bir kızı Hacı Sadık Bey’de, iki kızı da Hacı İsmail Ağa’dadır. Yusuf Ağa ise Hacı Sadık Bey’in yeğeni ve damadıdır.[304]

Şeyh Said’in beş erkek kardeşi vardı. Bunların bazıları isyana katılmış, bazıları ise muhalif kalmıştır. Şeyh Said vermiş olduğu ifadede kardeşlerinden Mehmed Mehdi ve Abdurrahim’in kendi müttefiki olduğunu, Şeyh Tahir’in kararsız kaldığını, Hınıs Müftüsü Şeyh Bahaeddin’in kendisine muhalif olduğunu, yine Hınıs’ta bulunan bir diğer kardeşi Ziyaeddin’in fikrini bilmediğini söylemiştir. Ayrıca Şeyh Said’in beşi kız, beşi erkek on çocuğu vardı. Yine kendisinin ifadesine göre erkek çocuklarından Ali Rıza, Gıyaseddin ve Selahaddin isyana iştirak etmişti. Diğerleri ise henüz küçüktü.[305]

Şeyh Said ve Arkadaşlarının Yargılanma Süreci

15 Nisan 1925’te yakalanan Şeyh Said’in ilk ifadesi Varto Müstantikliği (Sorgu Hâkimliği) tarafından 16 Nisan’da alınmıştı. İcra Vekilleri Heyetinin 15 Nisan 1925 tarihli toplantısında Şeyh Said ve arkadaşlarının muhakemelerinin Diyarbekir’de görülmesi kararı alındıktan sonra Şeyh Said ve beraberindeki 39 kişi, 6 Mayıs’ta Diyarbekir’e getirilerek Mülkiye Hapishanesine teslim edildi.[306] Hapishaneye teslim edildiklerinde Şeyh Said’in 250, Şeyh Abdullah’ın 80 ve Binbaşı Kasım Bey’in 96 madenî lirası ayrıca Şeyh Said ve Kasım Bey’in birer altın saati bulunmaktaydı. Bunlar Hapishane tarafından alınmış, daha sonra talepleri üzerine kendilerine iade edilmişti. Şeyh Said, Diyarbekir’e getirildikten sonra Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Bey tarafından 21 Mayıs tarihinde ifadesi tekrar alındı.[307]

Bundan sonra Savcı Ahmed Süreyya, Şeyh Said ve 37 kişi hakkında hazırlamış olduğu 70 numaralı iddianameyi, 23 Mayıs’ta mahkemeye sundu.[308] 25 Mayıs’ta Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na göre, mahkeme heyeti önüne çıkarılan sanıkların hüviyetleri tespit edildi ve muhakeme esnasında kendilerine yardımcı olmak üzere avukat intihap edip etmedikleri soruldu. Hiçbirinin avukat tutmadığı anlaşılınca, avukat tutmaları sanılara bildirildi.[309]

Şeyh Said ve 37 sanığın muhakemesi 26 Mayıs’ta başladı. O gün sorgulara geçilmeden önce, Hacı Mehmed Sadık bin Hüseyin de davaya dâhil edildi. Böylece Şeyh Said davasındaki maznun sayısı 39 oldu. Zabıt Kâtibinin iddianameyi okuması ve Savcı Ahmed Süreyya’nın davanın içeriğini açıklamasının ardından mahkeme heyeti tarafından Şeyh Said’in sorgusuna geçildi. O gün yalnız Şeyh Said’in sorgusu yapıldı. Daha sonra Şeyh Said, Kasım Bey, Şeyh Abdullah, Şeyh İsmail ve Şeyh Şerif hakkında Savcılığın hazırlamış olduğu 21 Mayıs tarihli muvacehenamenin okunmasının ardından; Savcı Ahmed Süreyya söze girerek Şeyh Said’in müdafaasını yaparken kullandığı bazı ifadelere itirazla, Şeyh Said’in daha önce verdiği ifadelerle muhakeme sırasındaki ifadeleri arasında bazı çelişkiler olduğunu söyleyerek Şeyh Said’in hem savcılık hem de Varto Müstantikliği tarafından tutulan ifadelerinin okunmasını istedi. Savcının isteği üzerine bu iki ifade okundu ve ardından Savcı Ahmet Süreyya Bey’in, Şeyh Said’e bazı sorular yöneltmesiyle o gün Şeyh Said’in sorgusu tamamlandı.[310]

26 Mayıs’taki duruşmanın sonunda Savcı’nın talebi doğrultusunda Nakib Bekir Sıdkı Bey, Cemilpaşazade Ekrem Bey, Kadri Bey, Memduh Bey, Cevdet Bey, Muhittin Bey ile Çan Şeyhlerinden Şeyh Hasan ve arkadaşlarının (toplam 14 kişi) davaya dahil edilme kararı alındı. Ayrıca yakalandığı anlaşılan Şeyh Şemseddin’in evrakının Divan-ı Harp’ten getirilmesine karar verilerek dava 30 Mayıs Cumartesi gününe ertelendi.[311]

30 Mayıs Cumartesi günü, önceki celsede muhakemelerinin birleştirilerek yapılmasına karar verilen şahıslar da mahkemeye getirildi. Hüviyetleri tetkik edildikten sonra gerekli kanuni ihtarların yapılması, zabıt kâtibinin haklarındaki iddianameyi okuması ve savcının teşrih-i davada bulunmasından sonra tekrar Şeyh Said’in sorgusuna geçildi. Kısa bir sorgudan sonra dava dosyasında bulunan yüzden fazla mektup ve dava evrakı teker teker okundu. Ardından 8 sanığın (Şeyh Abdullah, Kasım Bey, Şeyh İsmail, Şeyh Abdüllatif, Hacı Halid Bey, Abdülhamit Bey, Kamil Bey, Kasım Bey’in yeğeni Reşid) sorguları tamamlandı ve muhakeme 1 Haziran 341 tarihine ertelendi.[312]

1 Haziran Salı günkü muhakeme Aşiret Süvari Alayı Binbaşı İsmail Efendi’nin sorgusuyla başladı ve toplamda 26 kişinin sorgusu yapıldı. Günün sonunda Savcı’nın talebi doğrultusunda Malazgird Mal Müdürü Şükrü Efendi ve Yüzbaşı Ali Avni Efendi’nin davaya dahil edilmelerine karar verilerek muhakeme 7 Haziran Pazar gününe ertelendi.[313]

7 Haziran Pazar günü muhakemenin başlamasıyla birlikte 48 numaralı kararla; maznunlardan Hanili Mustafa Bey’in zevcesi Kadriye Hanım ve hizmetçisi Hatice Hanım hakkında beraat, yine Mustafa Bey’in kızı Hamide Hanım ile uşağı Hasan hakkında daha önce Divan-ı Harp tarafından men-i muhakeme kararı verilmiş olduğundan tahliye kararları verildi. Bu kararın ardından 8 sanığın daha muhakemesi tamamlandı ve günün sonunda isyanın sebeplerinden biri olduğu gerekçesiyle 5 gazetecinin davaya dahil edilmelerine karar verilerek, muhakeme 8 Haziran Pazartesi gününe ertelendi.[314]

Muhakeme, 8 Haziran Pazartesi günü Demirci oğlu Süleyman’ın sorgusuyla başladı ve toplamda 10 kişinin sorgusu tamamlandı. Günün sonunda Genç Valisi İsmail Hakkı Bey ile Çapakçur Kadısı Ali Rıza Efendi’nin davaya dahil edilmesine karar verilerek muhakeme 9 Haziran tarihine ertelendi.[315]

9 Haziran’da Kaymakam Hüseyin Hilmi Bey’in sorgusuna kaldığı yerden devam edildi. Ardından Liceli Tahir ve İzzet Beyzade Mehmed Bey’in davaya dahil edilmesine karar verilerek onlarında yargılanmasından sonra Hanili Mustafa, Salih Beyler ile Hasan bin Salih’in sorgusu yapıldı ve muhakeme 14 Haziran’a ertelendi.[316]

Haziran’da 10 kişinin sorgusu yapıldı. Sorgusu yapılan kişilerden Binbaşı Kasım Bey’in babası Ahmed Ağa hakkında isyanla alakalı bir belge olmadığından 49 numaralı kararla beraatına karar verildi. Ayrıca Madenli Kadri Efendi ve Monla Mahmud o gün davaya dahil edilerek muhakemeleri yapıldı. Günün sonunda muhakeme 15 Haziran’a ertelendi.[317]

Haziran’da Genç Valisi İsmail Hakkı Bey ve Nahiye Müdürü Tayyib Ali Bey’in sorguları yapılarak muhakeme 19 Haziran gününe ertelendi.[318]

19 Haziran’da ilk olarak Çapakçur Hâkimi Ali Rıza Efendi ile Şeyh Şemseddin’in sorguları yapıldı. Ardından Darahini Müftüsü İlyas Efendi ile Hanili Mustafa Bey’in oğlu Mahmud Bey’in davaya dahil edilmeleri kararının verilmesinden sonra sorguları tamamlandı. Ardından Genç eski Mebusu Hamdi Bey ve Palu Jandarmalarından Mustafa şahit olarak mahkemede dinlendikten sonra Cemilpaşazadelerin sorgusuna geçildi Cemilpaşazade Ekrem, Ömer, Cevdet, Kadri, Memduh ve Muhittin Beylerin sorguları tamamlandıktan sonra Nakib Bekir Bey’in sorgusu yapıldı.

Sorguların tamamlanmasının ardından Savcı söze girerek şimdiye kadar isyanla aslen veya feran zi-medhal (ikinci dereceden fail) olan 74 kişinin muhakemesinin yapıldığını, bunlardan başka bu davaya dahil edilmesine rağmen halen muhakemesi yapılmamış olan kişilerin davalarının ayrılmasını talep etti. Bunun üzerine Mahkeme heyeti tarafından henüz sorgusu yapılmayan Mal Müdürü Şükrü ve gazetecilerin davalarının ayrılmasına karar verildi. Ardından dava evrakının tedkik edilmek üzere Savcılık makamına teslim edilmesine ve sanıkların da son savunmalarını hazırlamaları için mühlet verilmesine karar verilerek muhakeme 20 Haziran’a ertelendi.[319]

20 Haziran’daki duruşma Savcı Bey’in konuşmasıyla başladı. Savcı Ahmed Süreyya Bey isyanın sebeplerini kısaca özetledi ve her bir maznun hakkındaki son mütalaasını sundu. Savcı Bey isimlerini teker teker verdiği bu şahıslardan başta Şeyh Said olmak üzere 53 kişinin isyanın asıl failleri olduğunu ve cezalandırılmalarını talep etti. Ardından Rüştü Efendi’nin adem-i mesuliyetini, 6 kişinin fer’an zi-medhal (ikinci dereceden dahil) olarak mücrimiyetlerini, Vali İsmail Hakkı Bey’in tekasül ve terahi fiilinden dolayı cezalandırılmasını ve geriye kalan diğer kişilerin de haklarında masumiyet kararı verilmesini talep etti. Ardından kimisi sözlü olarak kimisi de yazılı olmak üzere maznunlar son müdafaalarını yapmaya başladı. O gün Şeyh Said başta olmak üzere 61 kişi müdafaasını yaptı ve muhakeme 28 Haziran’a ertelendi.[320]

28 Haziran’da maznunların savunmaları devam etti. 15 kişinin daha savunmasını yapmasının ardından muhakeme son buldu ve mahkeme heyeti, maznunlar hakkında kararını açıkladı. Toplamda 92 kişinin sanık olarak yer aldığı muhakeme sonunda 47 kişi hakkında idam kararı, 9 kişi hakkında da çeşitli cezalar verildi. 30 kişi beraat etti, 6 kişinin dosyası da başka bir zamanda görülmek üzere ayrıldı. Ayrıca mahkemenin yargı sahası içerisinde bulunan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verildi.[321]

Şeyh Said Dosyasında Yargılanalar ve Aldıkları Cezalar

Şeyh Said ile aynı davada maznun olarak toplam 92 kişi yargılandı. Yargılama sonunda 47 kişi idam edilmiş, 9 kişi hakkında çeşitli cezalar verilmiş, 30 kişi de beraat etmiştir. Ayrıca 6 kişinin dosyası da ayrıca görülmek üzere ayrılmıştır. Bu 92 kişin ismi ve aldıkları cezalar şöyledir:

İdam Edilenler

Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Mehmed Said

Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Abdullah

Şeyh Hasan oğlu Şeyh İsmail

Şeyh Hasan oğlu Şeyh Abdüllatif

Hacı Yusuf oğlu Hacı Halid

Halid oğlu Kamil Bey

Hacı Halid oğlu Molla Emin

Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali

Halil oğlu Mehmed Ağa

Halid oğlu Baba Bey

Esat oğlu Timur Ağa

Kamil oğlu Abdüllatif Bey

İbrahim oğlu Mehmed

İbrahim oğlu Süleyman

Selim oğlu Bahri Bey

Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Cemil

Yusuf oğlu Çerkes

Mehmed oğlu Halid

Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Şerif

Hasan oğlu Süleyman

Hüseyin oğlu Ali Badan

Selim oğlu Yusuf

Halil oğlu Molla Cemil

Hacı Süleyman oğlu Fakih Hasan Fehmi Efendi

Hüseyin oğlu Hacı Sadık Bey

Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh İbrahim Efendi

Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh Ali Efendi

Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh Celal Efendi

Ahmed Efendi oğlu Şeyh Hasan Efendi

Demirci Ömer oğlu Süleyman

Rüstem oğlu Ali (Arap Abdi)

Şerif oğlu Süleyman

Şerfi oğlu Hamid

Nadir oğlu Halid Nadir

Mehmed oğlu Tahir

Mehmed oğlu Tahir Efendi

İzzet oğlu Mehmed Bey

Hacı Ali oğlu Mustafa Bey

Şeyh Ali oğlu Şeyh Abdullah

Şeyh Bekir oğlu Şeyh Ömer

Şeyh Mehmed oğlu Şeyh Adem

Said oğlu Salih Bey

Hasan Fahri oğlu Kadri Efendi

Reşid oğlu Molla Mahmud

Şeyh Yusuf oğlu Şeyh Şemseddin

İsmail oğlu Tayyib Ali Bey

Mustafa Bey oğlu Mahmud Bey

Çeşitli Cezalar Alanlar

Sultan oğlu Hüseyin Hilmi Efendi (15 sene kürek)

Süleyman oğlu Abdülmecid Efendi (10 sene kürek)

Maksud oğlu Mehmed Mihri Efendi (10 sene kürek)

Kasım oğlu Ekrem Bey (10 sene kürek)

Yahya Efendi oğlu Ali Avni Efendi (10 sene kürek)

Salih Bey oğlu Hasan (10 sene hapis)

Mahmud Bey oğlu Örfi (3 sene hapis)

İlyas Fevzi oğlu İsmail Hakkı Bey (1 yıl hapis)

Ali Rıza Efendi (Hudud-ı millî haricine çıkarılma)

Beraat Edenler

Ahmed oğlu Kasım Bey

Nadir oğlu Molla Abdülhamid

Ahmed oğlu Reşid

Ali oğlu İsmail

Ahmed oğlu Reşid

Mehmed oğlu Maksud

Mahmud oğlu Hüseyin

Haydar oğlu Nimet

Mehmed oğlu Ahmed

İsmail oğlu Niyazi Efendi

Hasan oğlu Ali

Faris oğlu Mehmed Salih Efendi

Cemilpaşazade Ömer Bey

Cemilpaşazade Cevdet Bey

Cemilpaşazade Kadri Bey

Cemilpaşazade Memduh Bey

Cemilpaşazade Muhittin Bey

Hacı Mesud Efendi oğlu Bekir Sıdkı Bey

Ahmed oğlu Süleyman

İsmail oğlu Ahmed

Süleyman oğlu Rüştü Efendi

Şeyh Yunus kızı Kadriye Hanım

Mustafa kızı Hamide Hanım

Şeyh Ali kızı Hatice Hanım

Yusuf oğlu Hasan

Süleyman oğlu Ahmed Ağa

Ahmed Ağa oğlu Ali

Ahmed Ağa oğlu Cündi

Molla Fethullah oğlu Molla İlyas Efendi

Hacı Sadullah oğlu İbrahim Bey

Davası Ayrılanlar

Şükrü Efendi

Eşref Edib

Velid Ebuzziya

Sadri Edhem

Fevzi Lütfi

Abdülkadir Kemali

Şeyh Said İle Aynı Dosyada Yargılananlar Hakkında Ayrıntılı Bilgiler

Şeyh Said

Şeyh Said ile ilgili daha önce bilgi verildiği için burada tekrar edilmemiştir.

Şeyh Abdullah

Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Abdullah, Genç doğumlu Melekanlı, 38 yaşında, Medrese ve Postnişin, Şeyh Said’in damadı.

İsyan’ın başlamasından sonra Şeyh Said tarafından Girvas ve Muş cephelerine kumandan olarak tayin edildi. Muş ve birkaç cephede kumandanlıklarda bulunmuş olmasına rağmen kendi ifadesinde hiçbir hücuma kumandanlık etmediğini, hem Muş’ta hem de Varto’da halkı yatıştırmak ve isyancıları döndürmek istediğini, Hükümete bazı itirazları olmasına rağmen isyana taraftar olmadığını söylemiştir. Bunun yanında Varto’nun işgalinden sorumlu tutulan Şeyh Abdullah; Varto’yu kendisinin işgal etmediğini, işgalden sekiz saat sonra şehre girdiğini ifade etmiştir.

Kendisinin “kumandan” unvanıyla ismi geçen bazı mektupları inkâr ederek, bu mektupların kendi adına başkaları tarafından yazıldığını, böylece kendisinin de bu işin içine sokulduğunu iddia etse de bazı mektuplar kendisine gösterilince mektupların kendisinin olduğunu kabul etmiş, mektupların cebren yazdırıldığını söylemiştir.[322]

Mahkemede okumuş olduğu müdafaanamesinde de İsyan’ın başından sonuna kadar hükümetin lehine ve isyancıların aleyhine çalıştığını, isyancılar arasında hükümete dehalet kapısını (teslim olmayı) kendisinin açtığını ve böylece Kasım Bey’in Şeyh Said’i tevkif etmesine sebep olduğunu söyledikten sonra, teslim ve tesellüm arasında fark olduğunu söyleyerek mahkemenin karar verirken bu durumu göz önüne almasını istemiştir. İsyana iştirak ve kumandanlık ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri bulunan Şeyh Abdullah hakkında idam kararı verilmiştir.[323]

Binbaşı Kasım Bey

Müteakid Binbaşı Ahmed oğlu Kasım Bey, Cibranlı aşiretinden olup, Varto’nun Kolan karyesindendir. Kasım Bey, Harbiye’den 1897 çıkışlıdır ve 1915 tarihinde binbaşılığa tayin edilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın ilk iki senesinde Mürsel Paşa’nın kumandanı olduğu Süvari Fırkası’nda, çeşitli cephelerde bulunmuştur. 1918’de İran’da Hemedan sınırına yakın bölgede Altıncı Ordu emrinde iken Mondros mütarekesinin imzalanması ile birlikte terhis edilmiştir.[324] İsyan başladığı zaman 41 yaşında olan ve Varto’nun Gümgüm kasabasında oturan Kasım Bey, Şeyh Said’in bacanağıdır. Cibranlı Halid Bey’in bir kardeşi Şeyh Said ile diğer kardeşi de Kasım Bey’le evliydi.[325]

Şeyh Said ile birlikte isyana iştirak suçlamasıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş olan Kasım Bey, 15 Nisan 1925’te Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde Şeyh Said’i tutarak Hükümet güçlerine teslim eden kişidir. Mahkemede, bölgedeki Kürtçülük faaliyetleri, eski Bitlis mebusu Yusuf Ziya ile yaptığı görüşme ve burada öğrendiği Kürdistan İstihlas ve İstiklal Cemiyeti hakkında o ana kadar bilinmeyen birçok bilgiyi açıklamıştır. Bunun yanında Cibranlı Halid Bey ile Şeyh Said’in görüşmesi hakkında da bilgiler veren Kasım Bey, İsyan’ın arkasına İngiliz parmağı ve parası olduğunu söylemiştir.

Esasen, Kasım Bey’in isyana fiilen ve silahlı olarak iştirak ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır. Gümgüm kasabası Muhtarı Mehmed oğlu Sofi, Gümgüm Tapu Memuru Ziya Efendi ve Gümgüm kasabası Heyet-i İhtiyariyesinden Abdullah oğlu Hasan; şahit olarak vermiş oldukları ifadelerinde Kasım Bey’in İsyan hareketine silahlı olarak ve maiyeti ile birlikte iştirak ettiğini ihbar etmişlerdir.[326]

Ayrıca mahkeme dosyasında -muhtemelen- savcılık tarafından tutulmuş olan defterde Kasım Bey’in Şah Hüseyin adında birine yazdığı mektupta şu cümlelerin geçtiği vurgulanmıştır: “Buraya gelenler eşkıya değil, sizi eşkıya Türklerden kurtardı. Bilatehir yerinize geliniz. Bulan (Lolan) ve Hormek rüesası ile birlikte emniyet için hemen Şeyh’in ziyaretinize geliniz” Yine aynı defterde Kasım Bey’in hizmetkârı olan ve onunla birlikte İsyan’a iştirak edip bu sebeple Divan-ı Harp’te yargılanarak idam edilen Ahmed’in vermiş olduğu ifadesinde, efendisi Kasım Bey’le beraber kaçtıklarını, mağlubiyet üzerine teslim olduklarını ve Kasım Bey’in, Şeyh Said’in yakalanmasını kolaylaştırdığını söylediği yazmaktadır.

Savcılık, Kasım Bey’le ilgili kanaatini bu defterde şu şekilde yazmıştı: “Bu Kasım Bey daha bidayet-i Isyan’da biraderleri ve tevabiiyle beraber isyana fiilen ve müsellahan iştirak etmiş ve ilim ve irfanı ve Türk ordusundaki tecâribi hasebiyle müktesebat-ı İlmiyesini usat lehine sarf etmiş ve Şeyh Said ve diğer rüesa-yı usatın düşünemediği tertibatı bu düşünmüş ve aynen tatbik etmiştir. Ahiren dehalet ve Şeyh Said’in derdestine az çok say’ etmesi aleyhlerine teveccüh eden mağlubiyetten nâşidir. Şeyh Said’ten fazla ika-ı mazarrat etmiştir. ” Yani savcılık Kasım Bey’i Şeyh Said kadar suçlu ve İsyan’ın başarısız olacağını anladığı zaman canını kurtarmak için Şeyh Said’i Hükümet’e teslim eden bir asi olarak görmekte idi.[327]

Kasım Bey asilerin arasında bulunmuş, şahit ifadeleri ve raporlara göre de İsyan’a iştirak etmişti. Ancak o, mahkemede verdiği ifadelere göre, daha isyan başlamadan, bölgedeki gelişmeleri hükümete ihbar eden hatta Mustafa Kemal Paşa’yı bizzat bilgilendiren kişidir. İhbarları sayesinde Azadi’nin kurucularının yargılanmasına sebep olmuştur. Müdafaasında “1335 (1919) senesinden beri âmâl ve makâsıd-ı hükümetten başka bir şey ile alakadar değilim ve sadakat ve merbutiyetimden ez-serimu inhiraf etmedim.” diyen Kasım Bey, asilerle birlikte olduğu sürede onların esiri olduğunu ve o süre içerisinde gizlice hükümetin maksadı doğrultusunda çalıştığını ve Şeyh Said’i yakalatarak isyan ateşini söndürdüğünü ifade etmişti. Mumcu’ya göre de, Kasım Bey en başından itibaren, yaptığı ihbarlarla hükümetin bir ajanı idi.[328] Ancak Kasım Bey, en başından itibaren hükümetin ajanı gibi görünse de zaman içerisinde birkaç defa fikir ve tavır değişiklikleri yaşadığı anlaşılıyor.

Örneğin isyandan önce 18 Nisan 1923 yılında Cibranlı Halid, Kasım Bey’e yazdığı mektupta:“1335’te ise ben mutedil sen ise müfrit idin. Şimdi bililtizam fikrime muhalefet ediyorsun” demektedir. Dava dosyasında bulunan ve 1923 yılı içerisinde yazılan beş mektupta Kasım Bey’in Kürtçülük hareketlerine muhalif tavırlar içerisinde olduğu anlaşılıyor. Ancak daha sonra yukarıda bahsedildiği gibi isyana katıldığına dair rapor ve ifadeler vardır. Bu durumda Kasım Bey’in isyan başladıktan sonra isyancılara katıldığı ama isyanın başarısız olacağını anladıktan sonra kendi canını kurtarmak için Şeyh Said’i hükümete teslim etmiş olduğu sonucu ortaya çıkabilir. Bunu destekler nitelikte 16 Mayıs 1925 tarihinde savcı tarafından alınan ifadesinde Kasım Bey şunları söylemiştir: “Ben usattan (isyancılardan) dahi olsam. Yani bir zaman için olsun usata iştirak etmiş bile bulunsam. Hükümetin emir ve arzusuna tebean Şeyh Said’i tutup teslim ettiğim için bizat ve bu hususta bana muavenet eden arkadaşlarımın mazhar-ı muavenet ve aflarını ve hatta mazhar-ı mükafat olmaklığımı talep ve istirham ederim”[329]

Savcı da son mütalaasında Kasım Bey’in gerçekte asilerin arasında bulunmuş olmasına rağmen birçok asinin firar etmesine mani olması ve yine birçok asinin hükümete teslim olması için teşebbüste bulunmasından dolayı beraatını istemişti. Yargılamanın sonunda hem Kasım Bey, hem de Şeyh Said’in yakalanmasında yardımcı olan akrabaları hakkında beraat kararı verilmiştir. Ancak Kasım Bey’le birlikte beraat eden babası ve kardeşleri çok geçmeden yeniden İstiklal Mahkemesinde hâkim karşısına çıktılar. Haklarında yapılan bir ihbar sonrasında, hükümet aleyhinde propaganda yapmak suçlamasıyla ifadeleri alınarak 1 Kasım 1342 tarihinde İstiklal Mahkemesine sevk edilen Kasım Bey’in babası ve kardeşlerinin, Savcı’nın talebi doğrultusunda tutuksuz olarak yargılanmasına karar verilmiş, ardından 4 Mart 1926 tarihinde yapılan muhakemeleri sonrasında 396 numaralı kararla yeniden haklarında beraat kararı verilmiştir.[330]

Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif

Şeyh İsmail Diyarbekir’de post-nişindir. Şeyh Abdüllatif ise onun hem kardeşi hem de mürididir. Aslen Cizreli olan bu iki kardeş Diyarbekir’in Tirmil Karyesinde oturmaktaydılar. Şeyh İsmail 36, Şeyh Abdüllatif 30 yaşındaydı. İki kardeş 15 Nisan’da Şeyh Said’den ayrıldıktan sonra, Abdurrahmanpaşa Köprüsü’ne bir iki saat mesafedeki Çerkes köyünde Çerkesler tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmişlerdi.

Bu iki kardeş Şeyh Said’in Diyarbekir’i aldıktan sonra İngilizlerle irtibata geçeceğini, Cemilpaşazadelerle irtibat halinde olduğunu ve isyanın amacının Kürdistan kurmak olduğunu söylen birkaç sanık arasında yer almaktadırlar. Ancak bunların ifadelerinde bazı çelişkilerin olmasının yanı sıra Şeyh Abdüllatif, mahkemenin ilk günlerinde verdiği bazı ifadeleri daha sonraki günlerde değiştirerek yalan ifadede bulunduğunu söylemişti.

Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif, ifadelerinde İsyan’a katıldıklarını inkâr etmelerine rağmen Şeyh Said bu ikisinin kendilerine iştirak ettiğini, hatta Şeyh İsmail’i Bozan Bey ve Şeyh Eyüp’le görüşmek üzere Karacadağ’a gönderdiğini ve bu iki kardeşin asker getirmek için köylere gittiklerini söylemiştir. İki kardeş bu iddiaları da reddetmiş ve Şeyh İsmail, Şeyh Said’i kendisine iftira etmekle suçlamıştır. Yargılama sonunda İki kardeş hakkında muhakeme sonunda idam kararı alınmıştır.[331]

Hacı Halid

Hacı Yusuf oğlu Hacı Halid, elli iki yaşında, rençber, Boğilan karyesinden.

İfadesinde kerhen isyancılarla beraber olduğunu, asker geldiğinde korkusundan kaçtığını söylemiş ve isyana iştirak ettiğini inkâr etmiştir. Savcılık tarafından tutulan defterde bu şahıs hakkında herhangi bir evrak ve vesikaya tesadüf edilemediği söylenmekle birlikte, bazı şahitlerin bu kişinin isyana iştirak ettiğine dair ifadelerinin olduğu yazmaktadır. Hacı Halid hakkında idam kararı verilmiştir.[332]

Abdülhamid Bey

Nadir oğlu Abdülhamid, elli beş yaşında, aslen Şuşar’ın Kırıkan karyesinden olup Genç’in Melekan karyesinde ikamet etmekteydi.

Abdülhamid Bey ifadesinde İsyan’a iştirak ettiğini kabul etmemiştir. Yakalandıktan sonra 17 Nisan’da Varto’da alınan ifadesinde, bazı aşiret reislerinin Şeyh Abdullah’a hitaben: “Ingilizlere müracaat ediniz” diye söylediğini, ancak Şeyh Abdullah’ın cevaben “Artık zamanı geçmiştir.” diye karşılık verdiğini söylemişti. Ancak mahkemedeki sorgusu sırasında “Böyle bir şeyden haberim yok” demiştir. Bazı sanıklar onun bir müddet asilerle beraber gezdiğini söylemelerine rağmen Abdülhamid Bey hakkında dosyasında herhangi bir evrak bulunmamaktadır. Yargılamanın sonunda İsyan’la alakadar olduğuna dair yeterli delil olmadığından hakkında beraat kararı verilmiştir.[333]

Kâmil Bey

Halid Bey oğlu Kamil Bey, Cibranlı aşiretinden, 58 yaşında, Oğnut’un Kanireş köyünden.

Kâmil Bey ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Ancak başta Şeyh Said olmak üzere birçok maznunun Kamil Bey’in isyana iştirak ettiğine dair ifadeleri vardır. Bunun yanında savcılık tarafından tutulan defterde Kâmil Bey için şunlar yazılıdır: “Kamil Bey’in bulunduğu cephelerden Emirulmücahidin ve vekili Hasan Fakih’e ve sair rüesa ile meşayihe hitaben yazdığı daha birçok harp raporları, mektuplar ve talimatnameler mevcuttur.” Yargılama sonunda hakkında idam kararı verilmiştir.[334]

Kargapazarlı Reşid

Ahmed Ağa oğlu Reşid, otuz yaşında, okuryazar, Genç Vilayetine tabi Oğnut’un Kargapazar karyesinden, evli ve çocuklu, Binbaşı Kasım Bey’in yeğeni.

İfadesinde isyana iştirak etmediğini ancak askerlerin Varto’ya geldiği zaman Hormek aşiretinin köylerine geldiğini ve bu yüzden korkarak kaçtığını, ardında Kasım Bey’e iltihak ederek bir süre Şeyh Said ile birlikte gezdiğini ve Kasım Bey’in emri ile Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde Şeyh’i yakaladığını söylemiştir. Bunun yanında Şeyh Said ise ifadesinde Meneşküt’e geldiği zaman isyan meselesi hakkında bu kişi ile müzakerede bulunduğunu söylemiştir. Ayrıca 25 Mart 1925 tarihli zabıt varakasında Reşid’in isyancılarla birlikte Gümgüm’ün işgaline fiilen iştirak ettiği yazmaktadır. Mahkemedeki yargılamasında da aynı iddialar dile getirilmekle birlikte hakkında beraat kararı verilmiştir.[335]

Binbaşı İsmail Efendi

Ali Ağa oğlu İsmail Bey, eski aşiret süvari binbaşı, 55 yaşında, Cibranlı aşiretinden, Varto’nun Karkarut köyünden

İsmail Efendi ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini söylemektedir. Ancak Şeyh Said ifadesinde onun için “Bizim müttefikimizdir” demiştir. Ayrıca Gümgüm Tapu Memuru Ziya Efendi’nin şehadetinde ve 25 Mart 1925 tarihli zabıt varakasında, İsmail Bey’in isyancılara iltihak edip Gümgüm’ün işgaline fiilen iştirak ettiği yazmaktadır. Bu ifadelere rağmen Savcı; İsmail Bey’in, Binbaşı Kasım Bey’in emri altında çalışmış olduğu sabit olduğundan, beraatını istemiş ve hakkında beraat kararı verilmiştir.[336]

Monla Emin

Hacı Halid oğlu Monla Emin, 30 yaşında, ilim tahsili ile meşgul, aslen Melekan karyeli olup Muş’un Girvas karyesinde ikamet etmekte.

Monla Emin, mahkemede İsyan’a iştirak etmediği yönünde ifadeler vermiş ve müdafaasında: “isyan esnasında birfenalığa meydan vermemek için Şeyh Abdullah ile birlikte çalıştık” demiştir. Ancak 17 Nisan’da, Varto’da yapılan sorgusunda isyana iştirak ettiğine dair ifadesi vardır. Şeyh Said de Meneşküt’e geldiği zaman, vaziyet ve isyan hakkında onunla müzakerede bulunduğunu söylemektedir. Ayrıca Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’ya ait olup Monla Emin’in üzerinden çıkan ve Diyarbekir’in sükûtu ile İngilizlerle muhabereye dair olduğu belirtilen mektubu, Varto’da alınan ifadesinde okumuş olduğunu söylemesine rağmen muhakeme esnasında okuduğunu inkâr etmiştir. Monla Emin hakkında isyana iştirakten idam kararı verilmiştir.[337]

Şeyh Ali

Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali, 70 yaşında, Postnişin, Hacıbey mahallesinden.

Varto’da alınan ifadesinde Şeyh Abdullah’tan mektup aldığını itiraf eden Şeyh Ali, muhakemesi sırasında isyana iştirakini ve Şeyh Abdullah’tan aldığı mektubu inkâr etmiş ve “Benim okumam yok, ifademi okumadan imzaladım.” demiştir. Bununla birlikte Elaziz Belediye Başkanlığı’nın 17 Mayıs 1925 tarihli bir takririnde Şeyh Ali’nin maiyetiyle birlikte Elaziz’in işgalinde bulunduğu ve Belediye sandığını açarak paraları aldığı yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[338]

Mehmed Ağa

Halil oğlu Mehmed Ağa, 28 yaşında, Oğnut’un Kargapazar köyünden, ağavattan.

Mahkemede İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Ancak şahitlerin ifadesi ile Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği sabit görülmüştür. Ayrıca 20 Nisan 1925 tarihli zabıt varakasına göre, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın emri üzerine, Ali Rıza ile birlikte Müfreze Kumandanı Mahmud Bey’in üzerindeki parayı aldığını itiraf etmiştir. Mehmed Ağa hakkında idam kararı verilmiştir.[339]

Baba Bey

Halid Bey oğlu Baba Bey, Cibranlı aşiretinden, 30 yaşında, Aşiret alay kumandanlığı vekilliğinde bulunmuş, Oğnut’un Toklıyan köyünden.

Mahkemede İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Ancak başta Şeyh Said ve Şeyh Abdullah, onun kendileriyle birlikte hareket ettiklerini söylemişlerdir. Şahitlerin ifadeleri, raporlar ve mektuplar da Baba Bey’in Varto’nun işgaline iştirak etmiş olduğu ve isyanın mühim simalarından olduğu yönündedir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[340]

Bazikanlı Reşid

Ahmed Ağa oğlu Reşid, Cibranlı Aşiretinden, otuz altı yaşında, rençber ve alışveriş ile meşgul, Bazikan karyesinden, evli ve çocuklu, Binbaşı Kasım Bey’in kardeşi.

Reşid ifadesinde Şeyh Abdullah’ın ısrar ve zorlamasıyla İsyan’a iştirak ettiğini itiraf etmiştir. Ayrıca Gümgüm İhtiyar Heyetinden Abdullah, verdiği ifadede bu kişinin isyancılara iltihak ederek Gümgüm kasabasının işgaline iştirak ettiğini gördüğünü söylemiştir. Reşid, Mahkemede de aynı şekilde ifade vermiş, zorla isyancılarla birlikte olduğunu söylemiştir. Bunun yanında Varto’ya gidiş sebebini de orayı ele geçirmek için değil, abi olan Kasım Bey’i koruma amacıyla olduğunu söylemiştir. Yargılamasının sonunda hakkında beraat kararı verilmiştir.[341]

Timur Ağa

Esad oğlu Timur Ağa, Cibranlı aşiretinden, 33 yaşında, Varto’nun Diyadin karyesinden, rençber.

Timur Ağa ifadesinde zorla isyancılara katıldığını ve beraberce Gümgüm’ü işgal ettiklerini söylemiştir. Ancak Doktor Faik Ali Bey ve Abdullah oğlu Ali de onun hakkında verdikleri ifadelerinde ve 25 Mart 1925 tarihli zabıt varakasında onun Gümgüm taarruzuna ve işgaline iştirak ettiği ifade edilmektedir. Timur Ağa’nın hakkında idam kararı verilmiştir.[342]

Abdüllatif Bey

Kâmil oğlu Abdüllatif Bey, 33 yaşında, eski Varto Varidat Kâtibi, aslen Muşlu olup, Hınıs doğumlu, Gümgüm kazasında ikamet etmekte.

Abdüllatif Bey, Şeyh Said’in Diyarbekir’i aldıktan sonra İngilizlerle irtibata geçerek, onların yardımıyla bir hükümet kurmak niyetinde olduğunu Zazalardan duyduğu yönünde ifade vermiş, kendisinin de korkudan İsyan’a iştirak ettiğini söylemiştir. Ancak şahitler onun Gümgüm’ün işgaline silahlı olarak iştirak ettiği söylemişlerdir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[343]

Mehmed Bey

İbrahim Bey oğlu Mehmed Bey, Cibranlı aşiretinden, 55 yaşında, rençber, Muş’un Bağlıisa karyesinde ikamet etmekte.

Şeyh Abdullah’ın, kendisini kandırmaya çalıştığını ancak kendisinin iştirak etmediğini iddia etmiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[344]

Süleyman Bey

İbrahim oğlu Süleyman Bey, Cibranlı aşiretinden, 47 yaşında, rençber, Muş’un Bağlıisa karyesinde ikamet etmekte.

İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini, Şeyh Abdullah’ın tehdit ve korkusuyla kaçtığını söylemiştir. Ancak şahit ifadeleri ve zabıt varakalarında Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[345]

Bahri Bey

Selim Bey oğlu Bahri Bey, Cibranlı aşiretinden, 41 yaşında, aşiret mektebinden mezun, Kıdemli Yüzbaşılıktan malulen emekli, Muş’un Sultan karyesinde ikamet etmekte.

İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini, Şeyh Abdullah’ın tehdit ve korkusuyla kaçtığını söylüyor. Ancak şahit ifadeleri ve zabıt varakalarında, Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[346]

Şeyh Cemil

Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Cemil, 33 yaşında, aslen Zorabad karyeli, Varto’nun Tepe karyesinde ikamet etmekte.

İfadesinde isyan’a iştirak etmediğini, bir müfsitliğe kurban gittiğini söylemiştir. Savcılık tarafından tutulan defterde Şeyh Cemil ile ilgili herhangi bir not yazmamaktadır. Yalnız Varto’da alınan ifadesinde, kendisinin İsyan’a iştirak ettiğine dair ihbarların olduğu söylenmiştir. Ancak dosyasında Şeyh Cemil ile ilgili bir belge de yoktur. Muhakeme sırasında Şeyh Abdullah da onun için: “Gümgüm’e neden gelip gittiğini bilmiyorum” demiştir. Yargılama sonunda hakkında idam kararı verilmiştir.[347]

Çerkes

Yusuf oğlu Çerkes, 20 yaşında, Kolhisar karyesinde ikamet etmekte ve altı yedi senedir Şeyh Said’in hizmetkârı, bekâr ve ümmi.

Üç dört senedir Şeyh Said’in hizmetinde bulunan Çerkes, ifadesinde Şeyh Said’in emriyle silahını taşıyıp birlikte gezdiklerini, harbe iştirak etmediğini, daha sonra ise teslim olduğunu söylemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[348]

Maksud

Mehmed oğlu Maksud, 20 yaşında, Hınıs Mezraalı, rençber, bekâr, ümmi, Şeyh Said’in çobanı.

İfadesinde Şeyh Said’in satmış olduğu hayvanların parasını getirdiğinde kendisini bırakmadığını ve beraberinde silahsız olarak gezdiğini söylemiştir. Yargılanmasının sonunda hakkında beraat kararı verilmiştir.[349]

Halid

Mehmed oğlu Halid, Kargapazarlı, 40 yaşında, Rençber.

Mahkemedeki sorgusu çok kısa olan ve hiçbirşey bilmediğini söyleyen Halid, 17 Nisan’da Varto’da alınan ifadesinde Piran’da isyanın başladığını duyduğu zaman silahını alarak şeyhlere katılmak üzere köyünden ayrıldığını, şeyhleri bulamayınca yalnız başına teslim olduğunu söylemişti. Hakkında idam kararı verilmiştir.[350]

Abdülmecid Efendi

Süleyman bin Abdülmecid Efendi, 46 yaşında, Malazgirt Müddei-i Umumisi, aslen Muşlu.

27 Mart 1925 tarihli Malazgird Müddei-i Umumi Vekili, Belediye Reisi Müstantik vs. imzalı zabıt varakasında Abdülmecid Efendi’nin; şaki Süleyman, Ahmed ve rüfekasıyla dostça görüşmekte olduğu ve kazanın asiler tarafından işgalinde isyancılara her türlü kolaylıkta bulunduğu, şaki Halid’in oğlunu evinde misafir ettiği ve Şeyh Ali Rıza’nın alenen Abdülmecid Efendi’ye teşekkür ettiği yazılıdır. Abdülmecid Efendi, hakkındaki iddiaları reddetmiş, bunların Kaymakam Vekili ve Jandarma Bölük Kumandanının iftiraları olduğunu söylemiştir. Ancak Savcı; Abdülmecid Efendi’yi, Şeyh’i hanesinde misafir etmek ve asilere kolaylık sağlamaktan isyanda fer’an zi-medhal görmüştür. Abdülmecid Efendi 10 sene kürek cezasına çarptırılmıştır.[351]

Şeyh Şerif

Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Şerif, 44 yaşında, Elaziz Cephesi Kumandanı, aslen Diyarbekir’in Tilalo karyesinden olup seyyah meşayihten.

Kaymakam rütbesiye milis alayında kumandanlık etmiş ve çeşitli cephelerde bulunmuş olan Şeyh Şerif, 24 Nisan 1925 tarihinde Çapakçur kazasının Palu hududunda bulunan Metan Karyesinde bir mağarada yalnız başına saklandığı sırada 5. Fırka 13. Alay 2. Bölük Kumandanı Yüzbaşı Mustafa Bey tarafından tutuklanmıştır.[352]

Şeyh Şerif muhakemesinde İsyan’a iştirak ettiğini, Emiru’l-mücahidin lakabını kullandığını, Elaziz cephesi kumandanı olduğunu ve diğer suçlamaları kabul etmemiştir. Harput’u kendisinin değil isyancıların işgal ettiğini, Harput Adliye Dairesi’ni de köylülerin yağma ettiğini söylemiştir. Ancak mahkeme sırasında Şeyh Said dâhil bütün maznunlar onun İsyan’ın liderlerinden olduğunu itiraf etmişlerdir. Şeyh Said onu önce Gazik Cephesi Kumandanlığına atadığını, isyanın genişlemesi üzerine Palu ve Elaziz Cephelerinin de kumandanlıklarını da ona verdiğini söylemiştir.

Tüm maznunların ifadelerine ve yazılmış olan mektuplara rağmen Şeyh Şerifin İsyan’la olan alakasını reddetmesi ve yalnızca “isyancılarla teşrik-i mesaide bulundum” demesi Mahkeme Heyetini dahi şaşırtmıştır. Onun bu tutumu üzerine Hâkim, Şeyh Said’e bunu niye reis tayin ettin diye sormuş, o da gülerek “RusHarbi’nde muharebe etmiş, cesur idi, işimize yarar diye kumandan ettim” demiştir.

Binbaşı Kasım Bey ise, Şeyh Şerifin yedi senedir Kürtçülük faaliyetlerinde bulunduğu söylemiştir. Şeyh Şerif bunu da kabul etmemiştir. Palu Jandarma Başçavuşu Mustafa, Şeyh Şerifle arasında geçen konuşmayı mahkemede şu şekilde anlatmıştır: “13 Teşrinisani 41’de idi. Yalnız kaldım. Şeyh gelmiş beni istemiş. Gitmedim. ‘Ben vazifedeyim, gitmem ’ dedim. Tekrar iki adam geldi, reddettim. Üç müsellah geldi, beni cebren götürdüler. Kendisi yüz kişinin ortasında oturuyordu, ben girince elini silahına attı. ‘Sen Türk’sün. Seni Zazaların ayağına kurban edeceğim’ dedi. Elini tuttular. ‘Bana tabi olacaksınız’ dedi. Jandarma olduğumu ve kendisine iltihak edemeyeceğimi izah ettim. Beni biraz dövdüler. Sonra ahaliye: ‘Ben Cumhuriyet’i yakacağım. Beş yüz askerim var. Burhaneddin’i halife yapacağım. Burhaneddin’i Arabistan’dan Acemistan’a getirdim’ dedi. ‘Paşaları keseceğim. Zazaları paşa yapacağım’ dedi. Ben yine itiraz ettim, yine beni dövdüler. ‘Zazaları yedi yaşından yetmiş yaşına kadar paşa yapacağım’ dedi. Bana da dedi ki: ‘Bu köylerden firari filan tutarsan seni köylüler vuracaklar.’ Sonra dedi: ‘Sebeb-i içtimaımı ihbar ederse bunu öldürünüz’ dedi. Beni bırakmadılar. Arkadaşlarımı topladım, başka köylere gittim. Genç’ten Halil namında birisi geldi: ‘Genç’e gittim. Genç valisine istida ettim’ dedi. ‘Şeyhler bizi Ingiliz parasıyla bizi baştan çıkarıyorlar dedik’ dedi.”

Müdafaasında hem Kürtçülük iddialarını hem de Jandarma Mustafa’nın sözlerini kabul etmeyen Şeyh Şerif şunları söylemiştir: “Aslen Kürd isem de lakin bendeniz Türk olarak vatan için çalışmışım. Şu kaç günden beridir ki mahkeme-i âdilenizde cereyan eden muhakemelere bakılınca; bu Kürdçülük meselesi değil şimdi, senelerden beri mürettep olduğu ve rüesâ-yı aşâirin ve bazı zevatın yekdiğerine yazmış oldukları mektupları celselerde okunduğundan anlaşılmıştır. Kulları da bu Kürtçülük gayesini takip etmiş olsa idim her halde bendenizin de ufak bir varakam bulunması icap edeceği tabii idi. Bununla müftehirim ki böyle bir varakam olmadığından aleyhime isnad olunan hıyanet-i vataniyeden masum olduğuma kanaatiniz tamamıyla lâhik olacaktır.” Muhakemesi sonunda Şeyh Şerifin hakkında idam kararı verilmiştir.[353]

Jandarma Süleyman

Hasan oğlu Süleyman, 39 yaşında, Jandarma, Yamaç aşiretinden ve Şenik karyesinden.

Şeyh Şerifin kâtipliğini yaptığı, mektuplarını yazdığı iddialarını reddetmiş; izinli olarak Darahini’den köyüne gitmekte iken Şeyh Şerife denk geldiğini, silahını aldıklarını ve zorla Çapakçur’a götürdüklerini söylemiştir. Ancak maznun ve şahitlerin ifadesi ile İsyan’a iştiraki sabit görülerek hakkında idam kararı verilmiştir.[354]

Ali Badan

Hüseyin oğlu Ali Badan, 40 yaşında, rençber, Yamaç aşiretinden ve Şenik karyesinden.

Şeyh Şerif ile Az aşiretinin tehdidi üzerine İsyan’a iştirak ettiğini ve Şeyh Şerif ile Elaziz’e giderek oradan iki silah, bir at getirdiğini ve sonra onları askere teslim ettiğini söylemiştir. Ancak Çapakçur Kaymakamlığının yazısında Elaziz Cephesine gittiği, silah ve cephane getirdiği yazılıdır. Hakkında idam kararı verilmiştir[355].

Değirmenci Yusuf

Selim oğlu Yusuf, 50 yaşında, Çapakçurlu, Değirmenci.

Varto’da alınan ifadesine göre bazı asilerin tehdidiyle, harp etmek üzere Çapakçur Boğazı’na gitmiş, daha sonra kaçarak teslim olmuştur. Hakkında idam kararı verilmiştir.[356]

Hüseyin

Mahmud oğlu Hüseyin, 37 yaşında, Çapakçurlu, Çapakçur ahalisinden Şükrü Bey’in hizmetçisi.

Mahkemedeki ifadesinde bir başçavuşun kendisine nereli olduğunu sorduğunu “Çapakçurluyum” demesi üzerine kendisini aldığını söyleyen Hüseyin, hakkındaki suçlamaları kabul etmemiştir. Daha önce Çapakçur’da yapılan tahkikat sonrasında hazırlanan fezlekesinde hakkında beraat kararı verilmiş olan Hüseyin hakkında İstiklal Mahkemesinde de beraat kararı verilmiştir.[357]

Monla Cemil

Halil oğlu Monla Cemil, 49 yaşında, Yamaç aşireti reislerinden, Musyan karyesinden, Musyan karyesi imamı ve mektep muallimi.

İfadesinde önce tehdit üzerine isyancılara iştirak ettiğini, daha sonra ise yalandan hasta olup kaçtığını ve cepheye gitmediğini söylemiştir. Ancak Çapakçur Mahkeme Başkâtibi Adli Bey, Çapakçur jandarmalarından Derviş, yine Çapakçur Hâkimi Ali Efendi’nin şahit olarak verdiği ifadelerinde ve bazı raporlarda Monla Cemil’in İsyan’a iştirak ederek bazı cephelerde bulunduğu ifade edilmektedir. Aleyhinde verilen bu ihbarları kabul etmeyen Monla Cemil hakkında idam kararı verilmiştir.[358]

Nimet

Haydar oğlu Nimet, 20 yaşında, Darahini vilayeti Rotçan nahiyesi Ceman karyesinden, Rençber

Askerlerin Rotcan Dağlarında tarama yaptığı sırada silahlı olarak yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında tahkikat yapılarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İsyan’a iştirak etmediğini başka, bir köye öküz almaya gittiğini, kendisini korumak için yanında silahının olduğunu ve sonra asi olarak yakalandığını söyleyen Nimet hakkında beraat kararı verilmiştir.[359]

Ahmed

Mehmed oğlu Ahmed, 55 yaşında, rençber, aslen Pürnekli olup Rotçan’da oturmakta.

Askerlerin Rotcan Dağlarında tarama yaptığı sırada silahlı olarak yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında tahkikat yapılarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. 19. Alay 1. Bölük tarafından tutulan raporda Ahmed’in İsyan’a iştirak ederek birçok cephede bulunduğu, yakalandığı zaman kendisine çoban süsü vererek kurtulmaya çalıştığı yazılmış olmasına rağmen İstiklal Mahkemesindeki yargılamasında hakkında yeteri kadar delil bulunmadığından beraat kararı verilmiştir.[360]

Fakih Hasan

Hacı Süleyman oğlu Fakih Hasan Fehmi, 35 yaşında, Genç vilayetinin Modan karyesinden, Şeyh Said’in Darahini İnzibat Memuru.

Fakih Hasan, Şeyh Said tarafından Darahini inzibat memuru olarak tayin edilmiş ve bu görevi yaklaşık 30 40 gün devam ettirmiştir. Fakih Hasan esasen ilk başta bu görevi istemediğini, daha sonra ahalinin ve memurların ısrarı üzerine bu görevi kabul ettiğini söylemiştir. Hatta Genç merkezinin işgalinden birkaç gün sonra Şeyh Said buradan ayrılmak üzere iken memur ve esnafın bir kısmı Şeyh Said’in yanına giderek can ve mallarının muhafazası için Fakih Hasan’ın inzibat memuru olarak tayin edilmesini istemişlerdir. Fakih Hasan bu görevi yürüttüğü müddet içinde memurları koruyup kolladığına dair vilayet memurlarının yazıları bulunmaktadır.

İsyancılara iştirak etmediğini, Şeyh Said’le aynı fikirde dahi olmadığını, hatta İsyan’dan bir ay evvel, İsyan’ın olacağını gerekli makamlara bildirdiğini söyleyen Fakih Hasan, Darahini’nin ordu tarafından geri alınması üzerine serbest bırakılmıştı. Ancak bilahare Hani Nahiye Müdürü’nün, onun hakkında vermiş olduğu ihbar üzerine tutuklanarak Diyarbekir’e, İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.

Fakih Hasan için Mahkeme’nin tutmuş olduğu notta şunlar yazmaktadır. “isyan’ın bidayetinden müntehasına kadar Fakih Hasan isyan ve ihtilalin merkez ve mihver-i sıkleti olan Genç’te Şeyh Said namına çok çalışmış isyanın muvaffakiyetle neticelenmesi için fevkalade sarf-ı mesai etmiş; harp raporları, talimatları, ilannameleri kendisi yazmış ve imza etmiş ve hadise-i isyaniyenin tevessüüne, devamına var kuvvetiyle sarf-ı mesai eylemiş bir şahıs olduğu evrak-ı dava muhteviyatıyla ayanen mütezahirdir.”

Fakih Hasan aslında isyancılar için değil devlet için çalışıp memurları muhafaza etmiş olduğunu söylemesine rağmen, mahkeme dosyasında kendisinin yazmış olduğu ve isyancılar arasında muhabereyi sağladığına yönelik birçok mektup bulunmaktadır. Hasan, bu mektupların bir kısmını kendisinin yazmadığını iddia etmiştir. Savcı en son iddiasında onun memurlar için yapmış olduğu iyiliklerin affını gerektiremeyeceğini söylemiştir. Fakih Hasan hakkında idam kararı verilmiştir.[361]

Mehmed Mihri Efendi

Maksud oğlu Mehmed Mihri, 31 yaşında, Diyarbekirli, Jandarma Mülazım-ı evveli.

Şeyh Said tarafından mülazım-ı evvel rütbesiyle Darahini’de görevlendirilmiştir. Mihri Efendi herhangi bir görev almadığını ve Şeyh Said ile görüşmediğini söylemesine rağmen; Şeyh Said, yanına gelip elini öptüğünü mahkemede söylemiştir. Bununla birlikte Fakih Hasan, onun kendisinden görev istediğini de mahkemede itiraf etmiştir. Mihri, isyanda fer’an zi-medhal (ikinci dereceden dahil) olmak suçlamasıyla 10 sene kürek cezasına çarptırılmıştır.[362]

Niyazi Efendi

İsmail oğlu Niyazi, 28 yaşında, Genç Sıhhiye Kâtibi, Bitlis Taş mahallesinden.

Niyazi hakkında herhangi bir tahkikat evrakı yoktur. Mahkemede 5 Şubat 1925 tarihli ve Diyarbekir’den Mehmed Salih imzasıyla kendisine gönderilen mektubun İsyan’la bir alakası görülememiş ve hakkında beraat kararı verilmiştir.[363]

Jandarma Ali

Hasan oğlu Ali, 19 yaşında, Liceli, Silvan jandarmalarından.

Ali hakkında herhangi bir tahkikat evrakı yoktur. 5 Şubat 1341 tarihli ve Diyarbekir’den Mehmed Salih imzasıyla Genç Sıhhıye Kâtibi Niyazi Efendi’ye yazılan mektupta, Salih Efendi’nin bir tüfeği bu Ali ile Niyazi’ye gönderdiği yazmaktadır. Mektubun İsyan’la alakası görülememiş ve Jandarma Ali hakkında beraat kararı verilmiştir.[364]

Mehmed Salih Efendi

Faris oğlu Mehmed Salih, 35 yaşında, Bitlis Kızılmescit mahallesinden, Tüccar.

Salih Efendi hakkında herhangi bir tahkikat evrakı yoktur. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[365]

Hacı Sadık Bey

Hüseyin bin Hacı Sadık Bey, 60 yaşında, Genç’in Valir nahiyesinden, rençber.

İsyan’ın kumandanlarından olmak suçlamasıyla tutuklanmış olan Hacı Sadık Bey, ifadesinde hakkındaki iddiaları reddetmiştir. Bir ifadesinde, Şeyh Said’in tüm müracaatına rağmen isyan ve fikrine iştirak etmedim ve korkudan dağa kaçtım demiş, diğer ifadesinde ise cepheye gittiğini ancak silah atmadığını söylemiştir. Ancak Şeyh Said, bu kişinin İsyan’a iştirak ettiğini, Fakih Hasan da Darahini’yi işgal eden kişilerden birinin Hacı Sadık Bey olduğunu söylemişlerdir. Bunun yanında şahitlerin ifadesi ve yazılan raporlara göre de Hacı Sadık Bey’in İsyan’a iştiraki sabit görülmüştür. Mahkeme Reisi’nin tabiriyle Sadık Bey, “Darahini’nin en büyük kumandanıdır.” Hakkında idam kararı verilmiştir.[366]

Cemilpaşazade Ekrem Bey

Kasım oğlu Ekrem, 33 yaşında, rençber, Diyarbekirli.

Şeyh Said isyanın başlamasından yaklaşık on gün sonra Şubatın 25’inde tutuklanmıştır. “Müstakil bir Kürdistan teşkiline çalışmak ve isyanda alakadar olmak” cürmüyle önce Seyyid Abdülkadir ile birlikte yargılanmış, ardından dosyası Şeyh Said davası ile birleştirilmiştir. Ekrem Bey’in Şeyh Said ile aynı fikirde olduğu ve onun ile muhabere halinde olduğuna dair bazı sanıkların ifadeleri bulunmaktadır. Ekrem Bey hakkındaki iddiaları reddetmiştir. “Cemilpaşazadeler ve İsyan” bölümünde hakkında ayrıntılı bilgi verilen Ekrem Bey hakkında 10 sene kürek cezası verilmiştir.[367]

Cemilpaşazade Ömer Bey

Cemil Paşa oğlu Ömer, 35 yaşında, Rençber, Diyarbekir Cumhuriyet Halk Fırkası heyet-i idaresi azasından.

Ömer Bey 26 Şubat 1925 günü İsyan olayı üzerine Merkez Kumandanlığına celp edilmişti. Kürtçülüğü ile bilinen Ömer Bey’in üzerinden İsyan’la alakası tespit edilemeyen iki mektup çıkmıştı. Ancak tevkif edildiği esnada Merkez Kumandanına “Hükümetin hata ettiğini, bütün dahil ve haricin heyecan içerisinde bulunduğunu” söylemişti. Yapılan tahkikat sonrasında Divan-ı Harp Savcısı, Ömer Bey hakkında men’-i muhakeme kararı vermiş olmasına rağmen Divan-ı Harp Reisi bu kararı onaylamamıştır. Ömer Bey’in, tevkifi esnasındaki sözleri “Hükümetin icraatına muhalif surette idare-i kelamda bulunmak” olarak değerlendirilmiş ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile ilgili görülmüştü. Ömer Bey, önce Divan-ı Harb’e, ardından da 13 Nisan’da İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.

İstiklal Mahkemesinde, hakkında yapılan suçlama “isyanın mürettep ve muharrikleri arasında olmak ve Kürtçülükle maruf bulunmak” olan Ömer Bey’in dosyası, Şeyh Said davası ile birleştirilmiştir. Ömer Bey’in mahkemedeki savunması birkaç satırdır ve İsyan’la ilgisi olmadığını söylemiştir.

Divan-ı Harp’teki sorgunda ise 1919 senesinden beri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine dâhil olduğunu ve hâl-i hazırda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Diyarbekir heyet-i idaresi azasından olduğunu söyleyen Ömer Bey, Kürt Cemiyetine üyeliğinin ise Sevr Antlaşması sonrası Ermenistan felaketine karşı hükümetin izni dahilinde olduğunu, Sivas Kongresi’nden sonra da bu cemiyetin varlığına gerek kalmadığından kapandığını söylemişti. Bununla birlikte Merkez Kumandanı’na söylediği sözleri de inkâr etmişti. Ömer Bey’in İstiklal Mahkemesindeki yargılamasının ardından hakkında beraat kararı verilmiştir.[368]

Cemilpaşazade Cevdet, Kadri, Memduh, Muhittin Beyler

Bu dört kişi, 7/8 Mart Diyarbekir hücumu sonrası 7. Kolordu tarafından şüphe üzerine nezarete alınmıştı. Yapılan tahkikat sonrasında haklarında bir kayıt olmadığından yine 7. Kolordu tarafından serbest bırakılmaları istenmişti.

İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya da bu kişilerin hakkında yeterli iddia ve ihbar olmadığı kanaatindeydi. Ancak 5 Mayıs tarihinde İstiklal Mahkemesi Heyeti, Diyarbekir hücumuna iştirak etmekten maznun olan Monla Süleyman oğlu Mahmud’un daha önce vermiş olduğu ifadesine nazaran bu dört kişinin İstiklal Mahkemesine sevk edilmesi kararını aldı. Monla Süleyman oğlu Mahmud 9 Mart’ta verdiği ifadede Cemilpaşaların hükümet nazarından sükûtu dolayısıyla mühim bir inkılâp yapıp yeni bir hükümet teşkilinde mevki kazanmak için Şeyh Said ile müşterek olduklarını zannettiğini söylemişti. Doğrudan Mahkemenin verdiği karar ile tevkif edilen Cemilpaşazadeler, haklarındaki iddiaları reddetmiştir. Mahkemede yargılanmaları çok uzun sürmemiş olan Cemilpaşazadeler hakkında beraat kararı verilmiştir.[369]

Nakib Bekir Sıdkı Bey

Hacı Mustafa Efendi oğlu Nakib Bekir Bey, 35 yaşında, Diyarbekir’in Defterdar mahallesinden, Nakibüleşraftan.

Nakib Bekir Bey hakkında Şeyh Said ile aynı fikirde olduğuna dair ihbarlar yapılmıştır. Ayrıca Hani’nin işgalinden sonra Hanili Mustafa ve Salih Beylerin Bekir Bey’e mektup yazdığı da yapılan ihbarlar arasındadır. Muhakemesinde de aynı iddialar gündeme gelmiş Şeyh Said, Bekir Bey’in şeriat taraftarı olduğunu duyduğunu ancak herhangi bir muhaberesi olmadığını söylemiştir. Aynı şekilde Hanili Salih ve Mustafa Beyler de kendilerinin Bekir Bey’e mektup yazmış olduğuna dair iddiaları reddetmiştir.

Bekir Bey’in hakkında yapılan bir ihbar da Şeyh Said’in sakalına küfür eden Maksud adında birisi ile münakaşaya girmiş olmasıdır. Bekir Bey ifadesinde bu hareketini Şeyh Said’e taraftar olduğu için yapmadığını, Müslüman olan herhangi birinin sakalına küfür etmenin günah olduğu hasebiyle yaptığını söylemiştir. Bu mesele mahkemedeki sorgusunda da gündeme gelmiştir. Mahkemenin baskısı üzerine Bekir Bey, bu kez Şeyh Said’in Müslüman olmasında ısrar etmeyerek bu fikrinden rücu ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Mahkeme Heyeti, Şeyh Said’e: “Bekir Bey senin Müslüman olmadığını anladım diyor” demesi üzerine Şeyh Said de: “Allah bilir Müslüman olup olmadığımı. inşallah Müslüman’ım.” demiştir. Bekir Bey hakkında beraat kararı verilmiştir.[370]

Şeyh İbrahim

Şeyh Halid oğlu Şeyh İbrahim, 53 yaşında, Çan karyesinden, Çapakçur müftüsü, Şeyh Said’in eniştesi.

Kardeşleri ile birlikte Çapakçur’u işgal etmiş, sonrasında Çapakçur Kaymakamlığı yapmıştır. İfadesinde cebir ve tehdid üzerine Şeyh Said’in teklif ettiği vazifeyi kabul ettiğini ve bu şekilde memurların hayatını koruduğunu söylemiştir. Ancak Şeyh Said, İsyan’dan sonra Şeyh İbrahim’in, kendisine katıldığını, ayrıca Çan şeyhlerini Kiğı Boğazı’nı muhafazaya gönderdiğini söylemiştir. Bunların yanı sıra, Şeyh İbrahim’in İsyan’a fiilen iştirak ettiğine dair mektup ve raporlar bulunmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[371]

Şeyh Ali Efendi

Şeyh Halid oğlu Şeyh Ali, 34 yaşında, rençber, Çan karyesinden.

İfadesinde Şeyh Şerifin teklif ve tehdidi üzerine isyancılara iltihak ettiğini, maiyetiyle beraber Elaziz üzerine gidip şehri işgal ettiklerini ve daha sonra şeriat uğrunda çalışacakları halde isyancıların talan yapmaya başladıklarını görünce geri döndüğünü söylemiştir. Başta Şeyh Said olmak üzere diğer maznunların ve şahitlerin ifadeleri ve raporlarla İsyan’a iştirak sabit görülen Şeyh Ali hakkında idam kararı verilmiştir.[372]

Şeyh Celal

Şeyh Halid oğlu Şeyh Celal, 48 yaşında, rençber, Çan karyesinden.

İfadesinde Şeyh Şerifle birlikte Elaziz ve Palu cephelerine harplere gittiğini, sonrada geri döndüğünü kabul etmiştir. Hem maznunların hem de şahitlerin ifadesinde Şeyh Celal’in İsyan’a iştirak ettiği sabit görülmüş ve hakkında idam kararı verilmiştir.[373]

Şeyh Hasan

Şeyh Ahmed oğlu Şeyh Hasan, 70 yaşında, rençber, Çan karyesinden.

İlk ifadesinde maiyetiyle birlikte Kiğı’yı işgal için gittiğini ancak müsademede milislerin şiddetli mukavemeti sonucunda başarılı olamadıklarını söylemiş ve İsyan’a katıldığını kabul etmiştir. Ancak mahkemedeki sorgusunda iddiaları inkar eden Şeyh Hasan hakkında tutulan rapor ve şahitlerin ifadeleri ile İsyan’a iştiraki sabit görülmüş ve hakkında idam kararı verilmiştir.[374]

Demirci Süleyman

Ömer oğlu Süleyman, 55 yaşında, Demirci, Az karyesinden, Az aşireti reisi.

İlk ifadesinde şeyhlerin ve yardımcılarının hükümeti işgal ve memurları vazifeden men etmeleri üzerine korkup kaçtığını, biraderi Mustafa’nın Kiğı cephesinde maktul düştüğünü, birinci muharebeye katılmadığını ancak kendisini “şeriat” diyerek kandırdıklarını ve kendisinin bu maksatla ikinci muharebeye iştirak ettiğini söylemiştir. İstihbarat raporlarında Demirci Süleyman’ın isyana iştirak ettiği ve kardeşinin ölümü üzerine esir memurları öldürme girişiminde bulunduğu, ancak Şeyh İbrahim’in buna mani olduğu yazmaktadır. Bununla birlikte bir diğer raporda hükümet tarafından affedilmek için şaki Yado’yu ele geçirmek istediği ancak başaramadığı, Şeyhlerin iğfaline geldiğini söylediği yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusunda eski ifadesinin bir kısmını inkâr eden Demirci Süleyman hakkında idam kararı verilmiştir.[375]

Arab Abdi

Ali oğlu Arab Abdi, 50 yaşında, rençber, Çevlik karyesinden.

Arab Abdi ilk ifadesinde hakkındaki iddiaları reddetmiş, hatta isyana engel olmaya çalıştığını ancak muvaffak olamadığını söylemiştir. Şahitler ve istihbarat raporlarında Arap Abdi’nin isyana iştirak ettiği, Çapakçur reislerinden olup isyanın başlangıcından itibaren halkı kışkırtarak cephelere kuvvet sevk ettiği yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusunda da iddiaları inkâr eden Arab Abdi, burada Çapakçur kaymakamı Hüseyin Hilmi ile tartışarak onun asilerle muhaberesi olduğunu söylemiştir. Arab Abdi hakkında idam kararı verilmiştir.[376]

Monla Süleyman

Ahmed oğlu Monla Süleyman, 60 yaşında, Çapakçur’un Dereinazik karyesinden.

Süleyman ilk ifadesinde İsyan’a iştirak ve ahaliyi isyana tahrik etmediğini ve aleyhinde söylenen sözlerin garezden dolayı söylendiğini ifade etmiştir. Çapakçur Tapu Memuru, Fahran Nahiye Müdürü ve Çapakçur Kaymakamı’nın vermiş olduğu raporlarda bu şahsın Şeyh Said ile beraber gezdiği bildirilmiştir. Bunun yanında, Genç Jandarma Kumandanlığı 2 Mayıs 1925 tarihli telgrafında bu kişinin cepheye gittiğini bildirmiştir. Bu ihbarlara rağmen tahkik heyetinin hazırlamış olduğu fezlekede “Monla Süleyman’ın cürmü anlaşılamamıştır” yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusu gayet kısa süren Monla Süleyman hakkında beraat kararı verilmiştir.[377]

Süleyman

Şerif oğlu Süleyman, 26 yaşında, rençber, Çapakçur’un Yusufanlı karyesinden.

İlk ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini, askerlerin gelmesinden sonra herkes gibi kendisinin de korkup kaçtığını, sonra ise gelerek teslim olduğunu söylemiştir. Ancak sonraki ifadesinde Az aşireti ile birlikte cepheye gittiğini itiraf etmiş ve kendini şeyhlerin iğfal ettiğini itiraf etmiştir. Hakkındaki raporlar da bu yöndedir. Çapakçur’a vardığında hapishaneyi basarak mahpusları serbest bıraktığına dair rapor bulunmaktadır. Mahkemedeki sorgusu kısa sürmüş, hakkındaki iddiaları reddetmiştir. Süleyman hakkında idam kararı verilmiştir.[378]

Jandarma Hamid

Şerif oğlu Hamid, 24 yaşında, Jandarma, Çapakçur’un Yusufanlı karyesinden, Şerif oğlu Süleyman’ın kardeşi.

İfadesinde cepheye gitmediğini ancak başlangıçta asilerin lehine az çok çalıştığını, bunun da cehaletinden kaynaklandığını söylemiştir. Ayrıca Şeyh Şerifin yakalanmasına sebep olduğunu söyleyen Hamid, bu konuyu teyit eden bir vesikayı Fırka Kumandanından almıştır. Şahitlerin ifadeleri ve raporlarla, Hamid’in İsyan’a iştiraki sabit görülmüştür. Kardeşi Süleyman’la birlikte cepheye gittiği, memurların evini yağmaladığı bildirilmiştir. Bununla birlikte heyet-i tahkika tarafından hazırlanan fezlekede Hamid’in İsyan’a iştirak ettiğinin kesin olduğu ancak Şeyh Şerifin yakalanmasında yegâne sebebin bu şahıs olduğu vurgulanmış ve Ordu Müfettişliğinin yayınlamış olduğu beyannameye göre kanunun 65. maddesinden istifade etmesi uygun görülmüş ve icabının yapılması için Fırka Kumandanlığına sevk edilmiştir. Mahkemedeki sorgusunda aynı mevzu gündeme gelmiş ancak, Savcı Ahmed Süreyya, bu kişinin Şeyh Şerifin yakalanmasında katkıda bulunmuş olmasına rağmen, bir jandarma olarak İsyan’a katılmış olduğu sabit olduğundan idamını istemiş ve hakkında idam kararı verilmiştir.[379]

Halid Doğan

Nadir oğlu Halid Doğan, 35 yaşında, Rençber, Çevlik’ten.

İlk ifadesinde Çanlı Şeyh Ali’nin tehdidi ile Harput cephesine gittiğini, daha sonra Harput’tan kaçmaya mecbur olduğunu ve oradan getirdiği at ve silahı hükümete teslim edip kendisinin de teslim olduğunu söylemiştir. Hakkında tutulan fezleke, rapor ve şahitlerin ifadeleri İsyan’a katıldığı yönündedir. Mahkemede iddiaları reddeden Halid Doğan hakkında idam kararı verilmiştir.[380]

Tahir

Mehmed oğlu Tahir, 27 yaşında, Jandarma-Reçber, Çapakçur’un Kürük karyesinden.

Şahitlerin ifadesine göre Diyarbekir cephesine ve taarruzuna gitmiş, sonra yaralı olarak gelmiştir. Yanında da at ve silah getirmiştir. Hakkındaki iddiaları reddeden Tahir, ilk ifadesinde isyana iştirak etmediğini ve yarasının da kurşun yarası olmadığını söylemiştir. Bununla birlikte yarasını tedavi eden doktora rüşvet vermek istediği anlaşılan Tahir, mahkemede de yarasının kurşun yarası olmadığında ısrar etmiştir. Bunun üzerine mahkemede bir daha muayene edilmiş ve yarasının kurşun yarası olduğu tespit edilmiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[381]

Ahmed

İsmail oğlu Ahmed, 62 yaşında, rençber, Çapakçur’un Velvare karyesinden.

Asi reislerinden Çevlikli Şükrü Bey’e yataklık ederek isyanda fer’an zi-medhal (ikinci dereceden dahil) olmak suçlamasıyla tutuklanmıştır. İfadesinde Şükrü Bey’e yataklık etmediğini ve İsyan’a katılmadığını ancak insaniyet namına Şükrü Bey’in ailesini hanesine kabul ettiğini söylemiştir. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[382]

Rüşdü Efendi

Süleyman oğlu Rüşdü, 34 yaşında, Simsorlu, rençber ve Çapakçur Halk Fırkası reisi.

İfadesinde kendisinin katiyen isyanla alakadar olmadığı gibi isyanın çıkmasından önce böyle bir hadisenin ortaya çıkacağını hissederek gerekli makamlara malumat verdiğini ve isyanın ortaya çıkışından sonra da tenkiline çalıştığını söylemiştir. Rüşdü Bey hakkında Jandarma Kumandanı ve Çapakçur Hâkimi’nin isyancılar arasında bazı cephelerde bulunduğuna dair raporlar bulunmaktadır. Ancak Rüşdü Bey Ankara’ya çekmiş olduğu telgrafın isyancılar tarafından haber alınarak hain ilan edildiğini ve hem kendi hem de ailesinin canını kurtarmak için isyancılar arasında bulunmaya mecbur olduğunu söylemiştir. Ayrıca raporlarda Rüştü Bey’in Çan şeyhlerinin teslim olmasında etkili olduğu da yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusunun ardından Savcı Ahmed Süreyya Bey bu durumu göz önüne alarak Rüşdü Efendi’nin beraatını istemiş ve hakkında beraat kararı verilmiştir.[383]

Hüseyin Hilmi Bey

Sultan oğlu Hüseyin Hilmi Bey, 36 yaşında, aslen Ahlat kazasından, Çapakçur Kaymakamı.

İfadesinde, İsyan başladıktan sonra asilere ve ahaliye nasihatta bulunduğunu ancak tesir edemediğini, merkez kazanın işgalinden sonra ise orada kalıp fedakârlık gösterdiğini söylemişti. Hüseyin Hilmi, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’ya bir mektup yazarak hürmetlerini sunmuş ve tertibat ve tedbir almak için Ali Rıza’yı yanına davet etmiştir. Ayrıca raporlarda Şeyh Abdullah’ın elini öptüğü ona karşı da hürmette bulunduğu yazılıdır. İsyanda fer’an zi-medhal olmak suçuyla tutuklanmış olan Hüseyin Hilmi, Savcı tarafından hazırlanmış olan son iddianamede de aynı suçtan dolayı cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında 15 sene kürek cezası verilmiştir.[384]

Tahir Efendi

Mehmed oğlu Tahir Efendi, 44 yaşında, Lice’nin Kaya mahallesinden, Genç Tahrirat Kalemi Sermüsevvidi.

Tahir Efendi, İsyan’ın amillerinden olmak ve Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan’ın kâtipliğini yapmakla suçlanmıştı. İlk ifadesinde Vali’nin emriyle Şeyh Said’e nasihate gittiğini ancak müsbet bir sonuç alamadığını, işgalden sonra ise cebir ve tazyik ile Fakih Hasan’ın nezdinde istemeyerek hizmet ettiğini, mektup ve talimatnameler yazdığını söylemiştir. Şeyh Said ve Fakih Hasan başta olmak üzere birçok kişi, Tahir Efendi’nin kâtiplik görevini yürüttüğünü ifade etmektedir. Şeyh Said’in dosyasındaki mektuplarının bir kısmını Tahir Efendi yazmıştır. Bunun yanında, vazife gördüğü bu süre içerisinde maaş da almıştır. Ayrıca Şeyh Said’in İngilizlerle muhaberesi olduğunu ve icab ederse İngilizlere muavenet edeceğini Fakih Hasan’dan duyduğunu da söylemiştir. Yargılama sonucunda hakkında idam kararı verilmiştir.[385]

Mehmed Bey

İzzet oğlu Mehmed Bey, 31 yaşında, Çapakçur Garip karyesinden.

İfadesinde İsyan’a iştirak ettiğini inkâr etmiştir. Ancak şahitlerin ifadelerine ve raporlara göre İsyan’a katılmış, cephelerde bulunmuştur. Diyarbekir cephesine gittiği,

dönüşünde otomatik silah ve cephane getirdiği raporlarda yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[386]

Hanili Mustafa Bey

Hacı Ali oğlu Mustafa Bey, 53 yaşında, Hani nahiyesi eşrafından,

Mustafa Bey ifadesinde “Ahkâm-ı diniye ve şer’iyenin temin, tatbik ve infazı ” için Şeyh Said ile beraber hükümet aleyhine kıyam ve isyan ettiğini, isyan hareketini sevk ve idare ettiğini, Diyarbekir ve diğer cephelerde bulunduğunu itiraf etmiştir. Şeyh Said de ifadesinde Mustafa Bey’in başlangıçta İsyan’a katılarak maiyeti ile birlikte Hani’yi işgal ettiğini söylemiştir. Ayrıca raporlarda Mustafa Bey’in müsademede bir zabit ile iki askeri şehit ettiği ve kendisinin de yaralı olarak ele geçirildiği yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[387]

Kadriye Hanım

Şeyh Yunus kızı Kadriye Hanım, Hanili Mustafa Bey’in zevcesi, 50 yaşında.

İsyan hareketine iştirak ve propaganda yapmak suçlamasıyla tutuklanmıştır. Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından yapılan sorguda bunu inkâr etmesine rağmen, şahitlerin ifadeleri olduğu gerekçesiyle muhakeme edilmesine karar verilmiş ve İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın talebi doğrultusunda 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla hakkında beraat kararı verilmiştir.[388]

Hatice Hanım

Ali kızı Hatice Hanım, 40 yaşında, eşi seferberlikte vefat etmiş, Hanili Mustafa Bey’in hizmetçisi.

Hükümet aleyhinde propaganda yapmak ve Diyarbekir’e silah ve cephane sevk etmek suçlamasıyla tutuklanmıştır. 5. Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından yapılan sorguda Hatice Hanım’ın isyancılar arasında dolaştığı ve hükümet aleyhinde bulunduğuna dair şahitlerin ifadeleri olduğu gerekçesiyle muhakeme edilmesine karar verilmiş ve İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın talebi doğrultusunda 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla hakkında beraat kararı verilmiştir.[389]

Hamide Hanım

Hanili Mustafa Bey kızı Hamide Hanım, Salih Bey oğlu Ömer Bey’in zevcesi, 18 yaşında, Hani’de ikamet etmekte.

Hükümet aleyhinde propaganda yapmak suçuyla tutuklanmış, 5. Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından yapılan tahkikatta yeterli delil olmadığından men-i muhakemesine karar verilmişti. Savcı’nın talebi doğrultusunda daha önce men-i muhakeme kararı verilmiş olan Hamide Hanım hakkında 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla tahliye kararı verilmiştir.[390]

Hasan

Yusuf oğlu Hasan, 12 yaşında, Mustafa Bey’in hizmetçisi

İsyan’a iştirak etmek suçlamasıyla tutuklanmıştır. 5. Kolordu Heyet-i Tahkika tarafından yapılan tahkikatta yeterli delil olmadığından men-i muhakemesine karar verilmişti. Savcı’nın talebi doğrultusunda daha önce men-i muhakeme kararı verilmiş olan Hasan hakkında 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla tahliye kararı verilmiştir.[391]

Örfi

Mahmud Bey oğlu Örfi, 11 yaşında (ihbarnamede yaşı 16 olarak bildirilmiş), Hanili Mustafa Bey’in torunu.

Örfi elinde silah ve belinde üç sıra fişek olarak askerlere silah atmak suçlamasıyla tutuklanmıştı. Örfi’nin silahlı olarak gezdiğine dair rapor ve şahitlerin ifadeleri bulunmaktadır. İfadesinde babasıyla birlikte dağlarda gezdiğini, ancak silah atmadığını söyleyen Örfi İstiklal Mahkemesine sevk edilmişti. İstiklal Mahkemesi Savcısı, Örfi’nin küçük bir mücrim olduğunu ancak İsyan’a ailesi arasında karışmışsa da yaşının henüz on beş olmamış olduğundan dolayı, hakkında verilecek hükümde yaşının ve bu durumun dikkate alınmasını talep etmiştir. Mahkeme bunu göz önüne alarak hakkında idam cezasına bedel ıslah-ı nefs için üç sene müddetle hapis kararı verilmiştir.[392]

Şeyh Abdullah

Şeyh Ali oğlu Şeyh Abdullah, 57 yaşında, meşayihten, Hanili nahiyesinden.

İfadesinde İsyan’a katılmadığını, köyünde kimse kalmadığından korkup kaçarak dağlarda silahlı olarak tek başına gezdiğini ve cepheye gitmediğini söylemiştir. Ancak Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey’in şahit olarak verdiği ifadede Şeyh Abdullah’ın, İsyan’dan önce üç seneye mahkûm olarak Lice’ye sevk edildiğini, 14 Şubat tarihinde Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in yardımcılarıyla birlikte postayı basarak iki jandarmayı dağa kaldırdıkları zaman, Şeyh Abdullah’ı dajandarmaların elinden kurtardıklarını, 15 Şubat sabahı isyancılar nahiyeyi bastıklarında Şeyh Abdullah’ın asilerin arasında olduğunu ve Şeyh Abdullah’ın İsyan’a katıldığını bütün Hani halkının bildiğini söylemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[393]

Şeyh Ömer

Şeyh Bekir oğlu Şeyh Ömer, 60 yaşında, Cafer Tayyar Baba Dergâhı Mütevellisi, Hani nahiyesinden.

İfadesinde köyde kimse kalmadığında korkup kaçtığını, dağa çıkıp yalnız gezdiğini sonra da gelerek teslim olduğunu, ayrıca Şeyh Said’in Hani’ye geldiği zaman onu karşılamaya gitmediğini de söylemiştir. 21 Mayıs’ta şahit olarak ifade veren Muallim Zübeyir Efendi, Şeyh Ömer hakkında “Hükümet taraftarı olduğunu efkâr ve harekâtından anladım” demişti. Lice Erkek Mektebi başmuallimi Ali Fehmi Efendi tarafından verilen 28 Nisan tarihli raporda ise Şeyh Ömer’in vaaz ve nasihat yapmak suretiyle halkı İsyan’a teşvik ettiği söylenmiş ve bunun üzerine 5 Kolordu tahkikat heyeti, muhakemesinin yapılmasına karar vermişti. İstiklal Mahkemesindeki yargılamasında hakkındaki iddiaları reddeden Şeyh Ömer hakkında idam kararı verilmiştir.[394]

Şeyh Adem

Şeyh Mehmed oğlu Şeyh Adem, 50 yaşında, Hani nahiyesinden, Hani nahiye azasından.

İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Mustafa Bey ve Halid Bey’in, Şeyh Said tarafından barıştırılması Şeyh Adem’in tekkesinde yapılmıştır. Savcı, Şeyh Adem’in tekkesinin siyasi bir merkez olarak kullanılmasına müsaade ettiğini dile getirmiştir. Yargılamasının ardından hakkında idam kararı verilmiştir.[395]

Hanili Salih Bey

Said oğlu Salih Bey, 55 yaşında, eşraftan, Hani nahiyesinden, Hanili Mustafa Bey’in amcası.

Salih Bey ifadesinde Hükümetin dine karşı gösterdiği ilgisizliğinden dolayı kıyam ve isyan ettiğini, kendine tabi olanlarla birlikte çeşitli cephelere gittiğini ve isyan hareketini idare ettiğini itiraf emiştir. Şeyh Said de Salih Bey’in kendi müşavirlerinden olduğunu söylemiştir. Diğer maznunların ifadeleri ve raporlarla Salih Bey’in İsyan’a iştirak ettiği sabit görülmüştür.

Mahkeme tarafından isyancıların en mühim şahısları arasında görülen Salih Bey isyan’a iştirak ettiğini inkâr etmemiştir. Şeyh Said’in Diyarbekir’e hücum etme niyeti olmamasına rağmen Salih Bey’in uygun görmesi üzerine Diyarbekir hücumu gerçekleştirilmiştir. Ayrıca İsyan’ın tertip edilmediğini, hazırlandığını, Hükümetin Şer’-i şerife aykırı hareketlerinin bu isyanı hazırladığını söylemiştir. İsyanı da “Vahşiyane bir miting” olarak nitelemiştir. Diyabekir’i almak istemelerinin nedeni olarak da buradan hükümete yazılacak bir telgrafın büyük tesiri olacağını düşünmelerini göstermiştir. Bunun yanında Mustafa Bey ve Hamdi Bey’in Şeyh Adem’in tekkesinde Şeyh Said tarafından barıştırılması olayını organize eden Salih Beydir. Bu toplantının hiçbir siyası amacı olmadığını sadece barıştırma maksatlı olduğunu iddia etmiştir. Cemilpaşazadelerle de bir muhaberesi olmadığını söylemiştir. Yargılama sonunda hakkında idam kararı verilmiştir.[396]

Hasan

Hanili Salih Bey oğlu Hasan, 14 yaşında.

İfadesinde başka bir dava yüzünden şahit olarak Maden’e gitmiş olduğunu, dönüşünde Hani’nin işgal edilmiş olduğunu gördüğünü ve ailesinin yanında bulunduğunu ancak hiç silah atmadığını söylemiştir. Hakkında yapılan tahkikat ve ihbarlarla babası Salih Bey’le birlikte silahlı olarak İsyan hareketinde bulunduğu kesin görülmüştür. İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hasan’ın hakkında verilecek cezada yaşının dikkate alınmasını istemiş ve 10 sene kürek cezası verilmiştir.[397]

Ahmed Ağa

Süleyman oğlu Ahmed Ağa, 86 yaşında, Cibranlı aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan karyesinden, Binbaşı Kasım Bey’in babası.

İsyan’a iştirak suçlamasıyla 12. Fırka tarafından diğer maznunlar arasında mahkemeye sevk edilmiş olan Ahmed Ağa’nın, hakkında bir delil olmaması ve yaşı dolayısıyla İsyan’a iştirak etmesi mümkün görülmemiş, muhakeme devam ederken 14 Haziran tarihinde 49 numaralı karar ile hakkında beraat kararı verilmiştir.[398]

^Ali

Ahmed Ağa oğlu Ali, 27 yaşında, Cibranlı aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan karyesinden, Binbaşı Kasım Bey’in kardeşi.

Şeyh Said ifadesinde Meneşküt’e geldiği zaman Ahmed’le de vaziyet ve firar üzerine müzakere ettiğini söylemiştir. Ayrıca bu şahsın silahlı olarak İsyan’a iştirak ettiğine dair bazı şahitlerin ifadeleri vardır. Ali de ilk ifadesinde Zazaların cebir ve tazyikiyle isyancılara katılıp İsyan’a katıldığını söylemiştir. Ancak İstiklal Mahkemesinde bu ifadesi okunduğu zaman bu ifadenin kendisinin olmadığını ve İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[399]

Cündi

Ahmed Ağa oğlu Cündi, Cibranlı aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan karyesinden, Binbaşı Kasım Bey’in küçük kardeşi.

Şeyhlerin ve diğer maznunların bir kısmının ifadesine göre isyancılarla beraber bulunmuş ve İsyan’a iştirak etmiştir. Kendi ifadesinde de zorla ve istemeyerek isyancılara katıldığını söylemiştir. Mahkemedeki sorgusu iki satır olan Cündi, bir şeyden haberi olmadığını söylüyor. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[400]

Madenli Kadri Efendi

Hasan Fahri oğlu Kadri Efendi, 31 yaşında, Bakırmaden’in Arpameydan mahallesinden, rençber ve Meclis-i Umumi azasından.

Kadri Efendi, Şeyh Said’in verdiği görev üzerine Maden inzibat kumandanlığını yapmıştır. Şeyh Said, iyi bir adam olduğu için bu görevi ona verdiğini söylemiştir. Ayrıca Şeyh Said’e yazmış olduğu 20 Mart 1925 tarihli mektupta Şeyh Said’e hürmetlerini bildirerek tuttuğu yolun hak ve doğru olduğunu söylemiştir. Kadri Efendi, Maden işgal edilmeden önce şehri isyancılara karşı savunduğunu ancak işgal sonrası mecburen boyun eğerek şehrin asayişini sağlamak için bu görevi üstlendiğini, aslında kendisinin hükümet taraftarı olduğunu ifade etmiştir. Teşkil etmiş olduğu kuvve-i muaveneden ve yaptığı teşkilât dolayısı ile Kadri Efendi’ye Birinci Süvari Fırka Kumandanlığı tarafından verilmiş 2 Mart tarihli teşekkürname de vardır. Yargılaması sonunda Madenli Kadri Efendi hakkında idam kararı verilmiştir.[401]

Monla Mahmud

Reşid oğlu Monla Mahmud, 65 yaşında, İmam, Bakırmaden’in Piran karyesinden.

Şeyh Abdurrahim tarafından Maden’e vekili olarak gönderdiği yazılıdır. İfadesinde Şeyh Said’in biraderi Abdurrahim’in tazyik ve tehdidi üzerine isyancılar tarafından işgal edilen Maden’de kalıp bu esnada isyancıların tecavüzlerine mani olduğunu ve bu suretle vatan hizmetinde bulunduğunu ifade etmiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[402]

Yüzbaşı Avni Bey

Yahya oğlu Ali Avni, 34 yaşında, Genç vilayeti Jandarma Yüzbaşısı, Elaziz’in Rızaiye mahallesinden

Şeyh Said’in 16/17 Şubat 1925 tarihli Ali Avni Efendi’nin yüzbaşı rütbesiyle vazife ifa edeceğine dair buyuruldusu vardır. Fakih Hasan da bu şahsın yüzbaşı rütbesiyle vazifelendirilerek, yarı maaşla çalışmış olduğunu söylemiştir. Ali Avni Bey vazife aldığını ısrarla inkâr etmiştir. Ancak muhakeme esnasında Şeyh Said, ona vazife verdiğini ve görüştüğünü söylemiştir. Savcı son olarak hazırladığı iddianamesinde Ali Avni Bey’in “Asilere teslim-i nefs eden ve onlardan hizmet vepara kabul eden” bir şahıs olduğu söyleyerek cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında on sene kürek cezası verilmiştir.[403]

Şükrü Efendi

Malazgird Kazası Mal Müdürü.

Abdülmecid Efendi’nin sorgusu sırasında İsyan’la alakadar olduğu gerekçesiyle 1 Haziran tarihinde davaya dâhil edilmiştir. Ancak muhakemesi yapılmadan 9 Haziran’da davası ayrılmıştır.

Eşref Edip Bey, Velid Ebuzziya Bey, Sadri Edhem Bey, Fevzi Lütfi Bey, Abdülkadir Kemali Bey

7 Haziran tarihinde Şeyh Said davasına dahil edilmişlerdir. Ancak muhakemeleri yapılmadan 19 Haziran’da davaları ayrılmıştır.

İsmail Hakkı Bey

İlyas Fevzi oğlu İsmail Hakkı Bey, 53 yaşında, Rizeli, Genç Valisi.

İsmail Hakkı Bey’in, Şeyh Said davası başladıktan sonra yapılan ihbar ve ifadeler üzerine, 8 Haziran tarihli celsede davaya dahil edilmesine karar verildi. Vali hakkındaki iddia İsyan ortaya çıkmasından önce kendisine birçok ikaz ve ihbarların yapıldığı ancak Vali’nin bunlara itibar ve ehemmiyet vermediği yönündedir. Mahallî Savcılığın yazmış olduğu raporda Vali İsmail Hakkı Bey’in adeta kasıt derecesinde atalet ve lakaytlığından bahsedilmektedir.

Vali Bey ifadesinde bir kusurunun olmadığını, Şeyh Said’in maiyetiyle birlikte Palu’ya gelmesini araştırdığını ve her sene mu’tad olarak pederinin kabrini ziyaret için gelmiş olduğunun ortaya çıktığını, bundan başkada şüpheli bir durum olmadığını söylemiştir. Bununla birlikte, isyanla alakalı kendisine hiçbir ihbarın yapılmadığını iddia etmiştir. Savcı son mütalaasında İsyan’ın, Vali Bey’in kendi yetki alanında temerküz etmiş olmasına ve ihbarlara rağmen kusur göstererek İsyan hareketinin yayılmasına istemeyerek sebep olduğunu söyleyerek cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında bir sene hapis cezası verilmiştir

Bir sene hapis ve ömür boyu memuriyetten men cezasına çarptırılan İsmail Hakkı Bey, hapis cezasını yattıktan sonra, 7 Şubat 1927’de Dahiliye Vekili Cemil Bey tarafından başvekâlete yazılan tezkere ile affedilmesi istenmiş ve olay Meclis’in onayından geçmek ve görüşülmek üzere Meclis gündemine alınmış, 26 Mart’ta bu konuyla ilgili görüşme yapılmıştır. Dahiliye Vekâleti’nin teklifi tepki ile karşılanmış ve İsmail Hakkı Bey’in affedilmesine karşı çıkılmıştır. Görüşmelerde Kılıç Ali Bey: “Sonra sıra Çerkez Ethem’e gelecek” diyerek karşı çıkmıştır. Tepkiler sonrasında bu teklif reddedilmiştir. Ancak daha sonra 1 Haziran 1929 tarihinde İsmail Hakkı Bey’in affedilme meselesi tekrardan Meclis’in gündemine gelmiş ve 1474 numaralı kanunun çıkarılmasıyla affedilmiştir[404]

Ali Rıza Efendi

Kazım oğlu Ali Rıza Efendi, 52 yaşında, Çapakçur Bidayet Hâkimi, aslen Bağdatlı.

Şeyh Said maiyetiyle birlikte Çapakçur’a geldiği zaman onu karşılamaya gitmiş ve Şeyh Said’in İsyan hareketi için “Sahabe-i güzinin harekâtına müşabih mahiyettedir. Mübecceldir. Kendisinden muvaffakiyet me’muldür” gibi sözler sarf ederek muhitini tahrik etmek suretiyle isyan hareketinin fer’an zi-medhali olarak görülmüştür. Ayrıca Ali Rıza Efendi, Muallim Mehmed Zeki hakkında 3 ay hapis cezasını veren kişidir. Ali Rıza Efendi ifadesinde Şeyh Said’i karşılama amaçlı gitmediğini, Muallim ile ilgili olarak hazırlanmış olan fezlekelerden yola çıkarak bu cezayı verdiğini söylemiştir. Ali Rıza Efendi’nin yargılanmasının sonunda sınır dışı edilmesine karar verilmiştir.[405]

Tayyib Ali Efendi

İsmail oğlu Tayyib Ali Efendi, 33 yaşında, Mütevellizadelerden, Perhankök Nahiyesi Müdürü.

Şeyh Said, Tayyib Efendi için “Başlangıçta bizim fikirde idi sonra fikrini değiştirdi” demiştir. Fakih Hasan ise Tayyib Efendi’nin, İsyan’ın başlamasından evvel Cibranlı Halid ve şeyhlerle muhaberesi olduğunu, kendisinin bunu Vali’ye söylediğini ama Vali’nin buna aldırış etmediğini söylemiştir. Eski Mebus Hamdi Bey’in de, Tayyib Efendi’nin Kürtçü olduğu ve bu yolda faaliyette bulunduğuna dair ihbarı vardır. Tayyib Ali Efendi, hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddetmiş, kendisinin 339 yılında mebusluğa aday olması ile birlikte Hamdi Bey’in kendi aleyhine döndüğünü ve Kürtçülükle itham etmeye başladığını söylemiştir. Yargılaması sonrasında hakkında idam kararı verilmiştir.[406]

Şeyh Şemseddin

Şeyh Yusuf oğlu Şeyh Şemseddin, 60 yaşında, rençber, aslen Diyarbekirli, Silvan’ın Gündiyan karyesinde oturmakta.

Şeyh Şemseddin ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini bilakis hükümete sadakat ve İsyan’a mukavemet gösterdiğini ve bu yüzden takdirnameler aldığını ancak bilahare korkudan dağa kaçtığını ifade etmiştir. Şeyh Said’in ifadesine göre, kendisi Şeyh Şemseddin’e mektup yazarak kıyamını istemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bunun yanında Şeyh Said, Şeyh Şemseddin’in kendi emir ve iradesi altında olmadığını, doğrudan doğruya kendi başına hareket ettiğini de söylemiştir.

Şeyh Şemseddin, İsyan’ın ilk zamanlarında hükümete bağlılığını göstermiş hatta Kulp kazası ve civarında halkı aydınlatmak ve işrad etmek ile görevlendirilmiştir. Ancak irşad görevini yerine getirmekte iken Lice’nin isyancıların eline geçmesiyle birlikte fikir değiştirmiş, Silvan civarındaki isyan hareketini sevk ve idare etmiş, ordu ile muharebeye dahi girmiştir. Ancak İsyan’ın başarıya ulaşamayacağını anladığı zaman hükümete teslim olmayı tercih etmiştir. Şeyh Şemseddin’in bu tarz hareket ettiğine dair birçok rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır. Şeyh Şemseddin, hakkındaki iddiaları muhakemesi sırasında reddetmiş, kendisinin şeyh olmadığını, İsyan’a katiyen iştirak etmediğini ve Şeyh Said’i de daha önce hiç tanımadığını söylemiştir. Yargılaması sonunda hakkında idam kararı verilmiştir.[407]

İlyas Efendi

Monla Fethullah oğlu Hacı İlyas Efendi, 69 yaşında, Genç Müftüsü, Genç vilayetinin Valir karyesinden.

Hacı İlyas Efendi; Şeyh Said, Darahini’ye geldiği zaman onunla birlikte Vali’yi ziyarete gitmiştir. Şeyh Said’e hitaben tuttuğu yolun doğru ve hak olduğunu beyan ettiğine dair iddialar vardır. Şeyh Said de Genç’i işgal ettikten sonra Hacı İlyas Efendi’yi müftü olarak tayin ettiğini söylemiştir. Buna karşın Hacı İlyas, Şeyh’in fikirlerine katılmadığını, hareketini doğru gördüğüne dair beyanda da bulunmadığını söylemiştir. Savcı, İlyas Efendi’nin Şeyh Said ile konuştuğunun anlaşılmış olmasına rağmen İsyan hareketi ile bir münasebetinin görülmediğini söyleyerek beraatını istemiş, hakkında beraat kararı verilmiştir.[408]

Mahmud Bey

Hanili Mustafa Bey oğlu Mahmud Bey, 36 yaşında, Hanili

Şahitler, Mahmud Bey’in İsyan’dan önce Erzurum’dan çok miktarda silah getirirken yakalandığını ve sonra Kürdistan’ın istiklali için kendilerinin de hazırlanmalarını gerektiğini söylediğini ve propagandada bulunduğunu söylemişlerdir. Mahmud Bey ifadesinde iddiaları reddetmiş, dokuz aydır mevkuf olduğunu, Erzurum’dan getirdiği söylenen silahları da 1917 yılında Urfa meselesinden dolayı Ermeni ve Fransızlara karşı olan harp yüzünden hükümetin emriyle aldığını söylemiş, bunun yanında diğer iddiaları da reddetmiştir. Savcı, Mahmud Bey’in İsyan esnasında Diyarbekir hapishanesinde mevkuf olmasından dolayı isyana fiilen iştirak edemediğini ancak hazırlık safhasında mühim bir rol oynamış olduğunu söyleyerek cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[409]

İbrahim Bey

Liceli Hacı Sadullah oğlu İbrahim Bey, 66 yaşında, Lice’de Camiikebir mahallesinde oturmakta, çiftçi.

İbrahim Bey, İsyan’a iştirak ve Şeyh Said tarafından Lice Kaymakamlığına atanarak bu vazifeyi yerine getirmekle suçlanmıştır. Şeyh Said tarafından İbrahim Bey’e yazılmış olan mektuplar bulunmaktadır. İbrahim Bey ise ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini, Şeyh Said’in kendisine kaymakamlık teklif ettiği halde kendisinin kabul etmediğini söylemiştir. Yargılanmasının sonunda, hakkında beraat kararı verilmiştir.[410]

İsyanın Niteliği

2.1 Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti (Azadi)

Kaynaklarda Şeyh Said İsyanı’nın tertipçisi olarak gizli bir Kürt cemiyetinden bahsedilmekte ve isyanın bu örgüt tarafından yapılan birkaç senelik hazırlığın neticesinde başlatıldığı vurgulanmaktadır. Bu açıdan öncelikle bu örgüt hakkında bazı bilgiler vererek hem isyanda bir rolü olup olmadığını hem de Şeyh Said’in bu örgütle ne tür bir ilişki içerisinde olduğunu değerlendirmek gerekmektedir.

Cemiyet Hakkında Genel Bilgiler

Mahkeme tutanaklarında Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti olarak geçen bu örgüt, birçok kaynakta farklı isimle zikredilmekte, kuruluş tarihi ve kurucuları hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. Örgütle ilgili ilk bilgiler Şeyh Said’in yakalanmasını sağlayan ve onunla birlikte yargılanan Binbaşı Kasım Bey tarafından Şark İstiklal Mahkemesi’ndeki muhakemesi sırasında verilmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki günümüzde yapılmış olan yayınların çoğunda -özellikle yerli yayınlarda- örgüt hakkındaki bilgiler genel olarak aynı kaynaklara dayanmaktadır ve bu kaynakların temelinde de Kasım Bey’in ifadeleri yer almaktadır. Bunun yanında Bruinessen ve Olson gibi yabancı arşivlerden yararlanan kişilerin çalışmalarında da örgüt hakkında bilgiler bulunmaktadır.

Şeyh Said İsyanı hakkında ilk çalışmayı yapanlardan birisi olan Behçet Cemal, bu cemiyetin Kürt Teali Cemiyetinin dağılmasından sonra 1923 yılında kurulduğunu ve kurucularının arasında Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya’nın yanında eski Kürt Teali Cemiyeti lideri Seyyid Abdülkadir’in de olduğunu belirtmektedir.[411] İsyan’ın gerçekleştiği dönemde yaşayan M. Şerif Fırat ise Azadi örgütünden bahsetmemekle birlikte, olayların ilk plan aşamasının Kürt Teali Cemiyeti adı altında yapıldığını, Lozan’dan sonra bu cemiyetin dağılması üzerine irtica hareketinin başında Yusuf Ziya ve Şeyh Said’in kaldığını söylemektedir.[412] Nuri Dersimi de, örgütün 1922 yılında Cibranlı Halid Bey’in başkanlığında Erzurum’da “Kürt İstiklal Cemiyeti” adı altında kurulduğunu söylemektedir.[413]

Bunların yanı sıra Cemilpaşazadelerden olan ve Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış olan Kadri Cemil Paşa da hatıratında, Kürt aydınlarının Cibranlı Halit Bey’in etrafında toplanarak 1922 yılında istiklal anlamına gelen “Azadi” adında bir örgüt kurduklarını söylemektedir.[414] Yine Cemilpaşazadelerden olan ve Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak mahkûm olmuş olan Cemilpaşazade Ekrem Bey de bu örgüt hakkında şunları söylemektedir: “Cibranlı Halit Bey, Bitlisli Yusuf Ziya Bey ve arkadaşları Lozan muahedesinden sonra Erzurum’da Azadi ismiyle bir gizli siyasi Kürt Cemiyetini teşkil etmişlerdi. 1924 senesinin yazında biz Diyarbekirdeki Kürtçüler de bu cemiyetin bir şubesini teşkil ettik.”[415]

Uğur Mumcu ise “Kürt Azadi (İstiklal) Cemiyeti”nin 1923’te Erzurum’da kurulduğunu, ilk başkanının Mutki Aşireti Reisi Muşlu Hacı Musa olduğunu yazmaktadır.[416] Abdülhaluk Çay da aynı şekilde isyanın organizatörünün 1923 yılında kurulmuş olan Azadi olduğunu söyler.[417]

Robert Olson’un anlatımına göre; 1921 yılında kurulan bu cemiyetin ilk adı “Kürt Özgürlük Cemiyeti”dir. Daha sonra “Kürt İstiklal Cemiyeti” adını almış ve kısaca “Azadi” denilmiştir. Cemiyet Erzurum’da Miralay Cibranlı Halit Bey tarafından kurulmuştur. Örgütün yaklaşık 23 şubesi vardır. Şube liderlerinin çoğu Türk ordusunun subaylarıdır ve örgüte mensup aşiret üyelerinin birçoğu da Hamidiye Alaylarında kumandanlık yapmış kişilerdir.[418] Olson’un bu örgütle ilgili vermiş olduğu bilgiler İngiliz Hava Bakanlığı ile Sömürgeler Bakanlığına gelen raporlara dayanmaktadır. İngiliz istihbaratının Azadi hakkındaki bilgi kaynağı ise 1924’te Beytüşşebab İsyanı’ndan sonra Türk ordusundan firar etmiş olan askerlerdir. Olson, bu askerlerden birisi olan İhsan Nuri için şunları söylemektedir; “Ihsan Nuri, Ingiliz istihbaratının Azadi’nin kökenleri ve amaçları hakkındaki üç bilgi kaynağından biri ve 4 Eylül 1924 Beytüşşebab ’taki isyanın baş kışkırtıcısı idi”[419] Olson eserinde Azadi üyeleri hakkında geniş bilgi vermekle birlikte bazı eleştirilere uğramıştır. Yaşar Kalafat, Azadi’ye sempati duyan veya Azadi ile hiçbir ilişkisi olmayan, yörenin tanınmış birçok simasının herhangi bir belge gösterilmeden, Olson tarafından Azadi’nin üyesi olarak gösterildiğini söylemektedir.[420]

Martin Van Bruinessen’e göre; örgüt 1923 yılında kurulmuştur. Kurucu ve mensuplarının çoğu Türk ordusunda görevli askeri deneyime sahip subaylardır. Bunun yanında birçok şeyh de bu örgüte girmiştir.[421] Örgütün Kuzey Kürdistan’daki nüfuzlu kişilerle bağlantıya geçtiğini ve aynı zamanda 1923 seçimlerinde seçim kampanyası bahanesiyle Yusuf Ziya’nın birçok aşiret reisiyle görüştüğünü söyleyen Bruinessen, 1924 yılında örgütün ilk kongresini yaptığını ve kongrede Mayıs 1925’te genel bir ayaklanmanın başlatılması ve isyana destek vermesi için yabancı devletlerle anlaşma yapılma kararları alındığını yazmaktadır. Ayrıca bu kongrede Şeyh Said’in ön plana çıkarak isyan için çekingen davranan Hamidiye komutanlarını Kürdistan’ın bağımsızlığı için savaşmaya ikna ettiğini aktarır.[422]

Olson’un belirttiğine göre 1924 yılında yapıldığı söylenen bu kongre ile ilgili ilk değerlendirmeyi Bruinessen yapmaktadır.[423] Bruineessen’nin kongre ile ilgili tek kaynağı, kongrede bulunmayan ancak bulunanların çoğunu tanımış olduğunu söyleyen Molla Hasan Hişyar’dır. Bruinessen, bu kişinin anlatımlarının bağımsız bir teyidini gerçekleştiremediğini söylemektedir.[424] İsyanla ilgili İngiliz Devlet Arşivlerinde araştırma yapan Olson da, Devlet Arşivleri Bürosu’nda bu kongre ile ilgili herhangi bir belge bulamadığını söylemekle beraber bunu örgütün kendisini iyi gizlemiş olabileceğine bağlamaktadır.[425] M. Şerif Fırat ise herhangi bir kongreden bahsetmemekle birlikte isyanın Cibranlı Halid’in başkanlığında, Yusuf Ziya ile birlikte 1924 yılı ilkbaharında planlandığını ve Şeyh Said’in manevi nüfuzundan dolayı başa geçirildiğini yazmaktadır.[426]

Örgütün bölgede ne kadar şubeleştiği konusunda en geniş bilgiyi Olson vermektedir. Örgütün yaklaşık 23 şubesi olduğunu söyleyen Olson, eserinde bu şubeler ve mensupları hakkında bilgiler verir. Bunun yanında N. Dersimi de; Bitlis, Darahini, Elaziz, Diyarbekir, Urfa, Siirt ve daha birçok yerde şubelerinin kurulduğunu söylemiştir.[427] Kadri Cemil Paşa hatıratında; Mülazım İsmail Hakkı Saveyş adında birisinin bu örgütün teşkilâtlandırılması için görevlendirildiğini, bu kişinin Diyarbekir’de örgütün şubesini açtığını belirtmektedir.[428]

Başta Bruinessen ve Olson olmak üzere birçok kaynak örgütün gizliliğine vurgu yapmaktadır. Örgütün başkentten uzakta, Anadolu’da ve çok gizli olarak kurulmuş olmasından dolayı, örgütten çok az bahsedildiği ve örgüt hakkında hemen hemen hiçbir bilgi olmadığından bahsedilmektedir.[429] Kadri Cemil Paşa da bu gizli yapılanmaya değinmekte ve örgütün Diyarbekir ile Erzurum arasındaki ilişkisinin şifre ile elden götürülerek yapıldığını söylemektedir.[430]

Çok gizli bir teşkilâtlanma yürütmüş olduğu söylenen örgütün hükümetin gözünden kaçmadığı ve örgüt liderlerinin faaliyetlerinin takip edildiği anlaşılmaktadır. Bunun yanında bazı kişilerin bölgedeki bu tür faaliyetler hakkında hükümete ihbarlarda bulunduğu kaydedilir. Örneğin M. Şerif Fırat, Azadi hakkında hükümete ilk ihbarı Hormek aşiretinin verdiğini söylemektedir. M. Şerif Fırat’ın anlatımına göre; 1920 yılında Cibranlı Halit Bey, Lolan ve Hormek aşiretleriyle toplantı yaparak Kürtçülük propagandasında bulunmuştur. Bu faaliyetler, adı geçen aşiret mensupları tarafından mutasarrıflıklara bildirilmesi üzerine Halid Bey’in faaliyetleri Kolordu tarafından şüpheli görülerek Erzurum’a çağırılmış ve burada alıkonulmuştur.[431] Örgütün faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olan Hükümetin, bir şekilde bu örgüte son vermek istediği de dile getirilmektedir. Fırat’ın söylemine göre 1924 yılında Erzurum’a gelen M. Kemal Paşa, yaptığı tahkikat neticesinde yakında bir isyanın başlayacağını anlamış ve Cibranlı Halid Bey ile Yusuf Ziya’nın yakalanma emirlerini bizzat vermiştir.[432]

Olson da aynı şekilde Kürtçülük faaliyetlerini ve bu faaliyetleri yürütenleri takip eden Hükümetin, Azadi’nin faaliyetlerinden haberdar olduğunu aktarmaktadır. Ayrıca Olson, İsyan’ın henüz olgunlaşmadan Türk hükümetinin harekete geçerek Kürt subaylarını tutuklama ve hareketi bastırma ihtimalinin, Azadi’yi korkuttuğundan bahseder.[433]

İhsan Ş. Kaymaz da Şeyh Said İsyanı’nın arkasında Azadi adında bir örgüt olduğunun anlaşıldığını ve hem İngilizlerin 1924 yılı başından itibaren bu örgütle bağlantı kurduğunu hem de Türklerin bu örgütün faaliyetlerinden haberdar olduğunu söylemektedir.[434] Bununla birlikte -İngiliz kaynaklarına göre- Türk hükümetinin örgütle iletişim kurarak Musul meselesini çözüme kavuşturana kadar örgütün hareketsiz kalmasına çalıştığını, hatta 1924 Ağustosunda Diyarbekir’de bir Türk-Kürt kongresinin gizli olarak gerçekleştirildiğini ve Nesturi operasyonu öncesinde bir sorun çıkmaması için Azadi temsilcileriyle görüşerek zaman kazanmaya çalıştığını söyleyen Kaymaz, bu doğrudan görüşmelerden sonuç alamayan Türk hükümetinin örgütün lider kadrosunu saf dışı bırakmak için harekete geçtiğini belirtmektedir.[435]

Kasım Bey’in Cemiyet Hakkında Verdiği Bilgiler

Mahkeme tutanaklarında Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti ile ilgili en geniş bilgiyi Binbaşı Kasım Bey vermiştir. Kasım Bey’in mahkemede bu örgüt hakkında vermiş olduğu bilgiler, dönemin gazetelerinde de yayınlanmış ve birçok kişi örgütün varlığından bu şekilde haberdar olmuştur. Daha önce de denildiği gibi birçok kaynakta Azadi ile ilgili verilen bilgiler, Kasım Bey’in ifadelerine dayanmaktadır. Kasım Bey ise cemiyetle ilgili bilgilerini 1923 senesinde eski Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey’le yaptığı konuşmadan öğrenmiştir.

Kasım Bey örgüt hakkındaki ifadelerini 26 Mayıs ve 7 Haziran tarihleri olmak üzere iki farklı günde vermiştir. 26 Mayıs tarihli sorgusunda bölgedeki Kürtçülük faaliyetlerinden kısaca bahsetmiş ve Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ile yaptığı görüşmeyi anlatmıştır. Bu tarihteki ifadesi şu şekildedir:

“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in bu isyanının esbabını ve kimlerle tertibatta bulunduğunu lütfen söyler misiniz?

Kasım Bey: Esasen Seyyid Abdulkadir’le Bedirhanilerpaylaşamayan iki kardeş gibi Kürdistan riyasetini taksim edemiyorlardı. Abdurrezzak Bedirhani Kürdlüğü telkin için Rusya’ya geçti. Bu efkâr ilerledi. İstanbul’da Kürd Teali Cemiyeti açıldı. Muş’ta da zannederim. Burada da açıldı. Seyyid Abdülkadir riyaset ediyormuş. Harp seneleri bir durgunluk oldu. Mütarekenin ilk senelerinde artık devr-i fetret başlayınca fırsat buldular cemiyeti yine ihya ettiler. Her tarafta şubeler için yazılmıştı. Bazı yerlerde küşad edildi. Ve 335’teMustafa Kemal Paşa hazretlerinin Erzurum Kongresini teşriflerinde bendeniz orada idim. Herkesçe bir kanaat vardı ki hatta avamda bile “Kürdistan olacak”. Şerif Paşa namında bir mösyö Paris’te mümessil olarak Kürdlük için çalışıyordu. Biz yazdık. Bu hiç kimsenin murahhası veya vekili değildir dedik. İngiliz mümessiline Vilson’a müracaat ettik. 336 senesinde Meclis-i Millî açılınca tebrikler ettik. Ümitlenen insanlar benimle alay ettiler. “Sen Kürd iken bu adamlara neden meylediyorsun” dediler. Bendeniz mefkûremi onlara söylemezdim. Bir kere Kürdlerde ezelden ebede kadar ittifak olmayacaktır. Lafzi bir kelime-i şehadette ancak ittifak ederler. Sonra lisanları yoktu. Müstakil olsalar bile ya İngilizce ya Farisi veya Arabi konuşacaklardı. Binaenaleyh Kürd hükümeti değil Arap veya İran hükümeti olacaktı. Ben de altı yüz senedir beraber yaşadığımız bir milletten ayrılmak istemedim.

Reis Müfid Bey: Müftüzade Reşid Bey nerededir efendim?

Kasım Bey: Müftüzade Reşid Bey evvelce Malatya mutasarrıfı idi. Müteaddid mutasarrıflıklarda bulunmuştur. Şimdi nerededir, bilmiyorum. 339’da sâbık mebus maslup Yusuf Ziya, mumaileyh Reşid Bey’le birlikte Millet Meclisi’nin feshini müteakip intihap propagandası için Varto’ya gelmişlerdi. Gittim, görüştüm. Merhabadan sonra Yusuf Ziya, ‘Hacı İlyas Sami gâvur oldu’ dedi. Sükût ettim. Yine tekrar etti. ‘Bir risale neşretti, gâvur oldu. Artık ona rey vermeyin, bize verin’ dedi. ‘Kime verelim’ dedim. Reşid Bey’i gösterdi. Güldüm. ‘Reşid Bey’in kırk senedir gâvur olduğu bilmiyorum. İlyas Sami Bey’i yeni duydum’ dedim. ‘Belki rekabettir’ dedim, geçti. Kemal Paşa hazretlerine fena sözler söyledi. Sükûta davet ettim. Devam etti. ‘Hükümetin istediği adamları istemeyiniz’ dedim.

Kendi evimde olduğundan pek men edemiyordum. ‘Ahali sizin lokmanız değildir’ dedim. ‘Avama böyle şeyler söylemeyiniz’ dedim. Ertesi gün beni çağırdı. ‘Yemin et, sana bir şey söyleyeceğim’ dedi. ‘Ben zabit olduğum zaman bir yemin ettim, bir daha etmem’ dedim. ‘Bir sırdır’ dedi. ‘Ben söz veririm’ dedim. ‘Kürdistan Istihlası ve istiklal Cemiyeti teşekkül etmiş, siz bu işi deruhte edeceksiniz ve yemin edeceksiniz’ dedi. ‘Ben bu cemiyeti istihfaf ediyorum’ dedim. Yalvardı, hatta arada ısrar etmeye başladı. ‘Çık dışarı’ dedim. Yalvardı, gezinmeye çıktık. ‘Neden kabul etmiyorsun’ dedi. ‘Kürdlerde istiklale istidat yok’ dedim. ‘Yardım edenler çoktur’ dedi. ‘Kim diye’ sordum. ‘Bize para, esliha ve cephaneyi hep bir devlet verecek, hangi devlet olduğunu söylemem’ dedi. Iskandil ettim. ‘Farz edelim Ingiliz versin’ dedim. ‘Ingiliz parasıyla Müslümanlar öldürülür mü?’ dedim. Agid ve Kerem’in cemiyette olduklarını söyledi. Bazı rüesaya uğrayacağını söyledi. Ben kendini kandırdım. ‘Hayatın tehlikededir, yapma’ dedim. On dört saatlik mesafeyi bir günde gitti. Bitlis’e girdi. Yusuf Ziya’nın hikâyesi budur...

... Bazı Kürtler İstanbul’la -Yusuf Ziya da gitmişti- alakadar oluyorlardı. Şeyh Said Efendi ile de görüşüyorlardı. Bilmem efkârını açtı mı açmadı mı? Hatta biz Yusuf Ziya hakkında zabıt varakası da tuttuk. Tevkif ettiler. Sonra propaganda şekil ve mahiyetinde tevil ettiler ve beraat ettirdiler. Tekrar tevkif ettiler. Erzurum’da Halet Bey’in 336’da Erzurum’a gittiği sırada Midhat Bey, Hoca Raif Efendi ile bir muhalefet grubu vardı. Halet Bey her tarafın Kürdleriyle temas ettiği için efkâr-ı umumiyeyi yüzde seksen nisbetinde Kürtlüğe çevirdiler. Mustafa Kemal Paşa’ya da arz etmiştim ve tedâbir ittihaz lüzumunu bildirmiştim. Tedâbir gecikti ve Şeyh Said Efendi de Perşembeyi Çarşambadan evvel getirdi. İşte bu.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gidişi bu isyanla alakadar mıdır?

Kasım Bey: Ali Rıza esasen Haleb’e, oradan İstanbul’a geçti. Sonra döndü. Seyyid Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi. “Bu düdük ötmez. Ömrümüz on beş gündür” dedim. “Merak etme, olacak” dedi.”[436]

(...)

“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in demin bahis buyurduğunuz Reşid ve Yusuf Ziya ile bir alakası var mıydı?

Kasım Bey: Evvelki günkü ifadesinde haberim yoktur diyor. Bendenizin ki mesmuattır. Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid Abdülkadir’le alakası olduğunu bilmiyorum.”

(...)

“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, sen 339 senesinde Ziya Bey’in geldiğini ve görüştüğünüzü söyledin. Sana teklifâtta bulunmuşlar. Bir Kürd cemiyeti var yemin edersen sana söyleyeceğiz diye. Kürdistan istiklal ve Istihlas Cemiyeti teşekkül etmiş. Bütün rüesa buna yemin ederek dâhil olmuşlar. Demek ki Kör Sadi’nin buradaki itirafâtı hiç imiş. Size soruyorum. Böyle bir cemiyetten bahsedilince bu cemiyetin nerede olduğunu ve kimlerden müteşekkil bulunduğunu ve ne zaman teşekkül ettiğini sormadın mı? Bu iki tanesini olsun anlayamadın mı?

Kasım Bey: Sordum kendisine. ‘Yemin etmedikçe söylemem’ dedi. ‘Fakat muhterem zevat vardır’ dedi. Seyyid Abdülkadir ve oğlu olduğunu duymuştum. Düşündüm,fakat cevap alamadım.

Reis Müfid Bey: Kürdistan istihlas Cemiyeti deyince Haleb’de ve istanbul’da teşekkül eden cemiyetler buna müessir olmaz. Kürdistan’da olmalı ki buna müessir olabilsin. Binaenaleyh bu cemiyetin nerelerde şuabatı vardı?

Kasım Bey: ‘Parası da çoktur. Kırk bin tüfek bir devlet verecek. iki milyon lirası vardır’ dedi. Cemiyetin şuabatı hakkında bir şey sormadım. ‘Cemiyette muhterem zevat vardır’ dedi. Fakat esami ta’dad etmedi. Reşid Bey misafirim oldu, kaldı. Ziya gitmişti. ‘Bu nedir Allah’ını seversen’ dedim. ‘Yalan canım, bir talimat yoktur’ dedi. Cebinden beş altı kart çıkardı. Birisinde (Abdullah Tevfik zade Bekir Sıdkı) ve bir kısmında Bekir Sıdkı’dan evvel bir ‘Kef’ harfi vardı. ‘Kef’sizler efrada ve ‘Kef’li olanlar da rüesaya aittir’ dedi ve ‘Talimat bundan ibarettir’ dedi. Teşkilât da beşer beşer imiş ve her beşinin de diğer beşten haberi yokmuş. Osman Kadri Bey’e, Halet Bey’e açtım. Halet Bey ‘Bir vesaik varsa Dâhiliye Vekâletine gönderelim’ dedi. Reşid Bey’den istedim, vermedi. Ben de çalamadım.

Reis Müfid Bey: Bekir Sıdkı’nın kim olduğunu öğrendin mi?

Kasım Bey: Kendisine sormadım. Evvelce gelen haberlere nazaran Zazaların şehirden kendilerine tabi olacağını zannediyorlardı. Öyle bir ümit ile geliyorlarmış.

ReisMüfid Bey: Hiç anlamadınız mı? Şu memleket dâhilinde nerede şuabatı olduğunu ve Diyarbekir’e ne için hücum ettiklerini etrafındakilere olsun sormadın mı? Zazaların kendileriyle beraber olduğunu nereden biliyorlarmış ve Zazalarla bunların arasındaki münasebatı temin eden kimlermiş?

Kasım Bey: Aralarındaki vasıta evvelce temin edilmiştir. Fakat nasıl bilmem. Gelen haberlerde Zazaların beraber olduğu söyleniyordu. Kürdlerde bu hamakat olduktan sonra sormaya lüzum var mı?”431

Özetle; 1923 tarihli görüşmede Yusuf Ziya Bey, Kürdistan İstihlas ve İstiklal Cemiyeti’nin kurulduğunu; para, silah ve cephaneyi bir devletin vereceğini söyleyerek Kasım Bey’e cemiyetin işlerini yapmasını teklif etmiştir. Kasım Bey ise bu teklifi kabul etmemiştir. Bunun yanı sıra Yusuf Ziya Bey, isim vermeyerek cemiyete muhterem kişilerin de üye olduğunu, cemiyetin iki milyon lirası olduğunu ve bir devletin kırk bin tüfek vereceğinden bahsetmiştir. Ayrıca Kasım Bey, örgütün gayet gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve cemiyetin beşer beşer teşkilâtlandığını ve her beşinin diğer beş kişiden haberi olmadığını da bu konuşmasında öğrendiğini söylemiştir. Bu bilgilere ek olarak, mahkemedeki sorgusundan önce 16 Mayıs 1925 tarihinde savcı tarafından alınan ifadesinde Kasım Bey, Yusuf Ziya ile yaptığı bu görüşmede Yusuf Ziya’nın Kürdistan İstihlas ve İstiklal Cemiyetinin İstanbul’da teşekkül ettiğini söylediğini aktarmaktadır.[437] [438]

7 Haziran tarihli muhakemede ise Kasım Bey örgüt hakkında daha geniş bilgiler vermiş ve bu kez Cibranlı Halid ile Şeyh Said arasında bir sene önce yapılan görüşmeden bahsetmiştir. Ancak Kasım Bey’in bu tarihteki ifadesi ile ilk ifadesi arasında bazı çelişkiler vardır. Örneğin ilk ifadesinde eski Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir’in bu gizli cemiyete üye olduğunu -duyuma dayalı olarak- bildiğini söylemesine ve “Şeyh Said’in Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid Abdülkadir ile alakası olduğunu bilmiyorum” demesine rağmen ikinci ifadesinde isyancıların yönetim kadrosunu dini ve siyasi olarak iki kanada ayırmış ve Seyyid Abdülkadir’in bu iki grubun lideri olduğunu söylemiştir. İfadeleri şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, meydana çıkmamış birçok hakayık var. Bunlar böyle kalıyor. Bunların günahı sizin boynunuza kalır. Şeyh SaidEfendi’nin bu harekâtı hakkında bize iyi malumat ver?

Kasım Bey: Bendeniz geçen seferki ifadâtımda imsak ettim. Çünkü tedkikat çok oluyor, belki itiraf edenler hakkında teshilatı mucip olur dedim.

ReisMüfid Bey: Sen şimdi geçen sene ki Cibranlı Halid Bey’le olan mülakatı söyle?

Kasım Bey: Geçen sene Kemal Paşa geldiklerinde heyet-i istikbaliye meyanında gittim. Halid Bey’de kaldım. Bana dedi ki, ‘Şeyh Said geldi. Bu güzün çıkacağım. Bana ittiba edenlere Kuran’ı temhir ettireceğim’ dedi. ‘O vesika olur, başka yeminler yaptırınız’ dedim. Saat beşe kadar münakasa ettik, Şeyh Said’le görüştük.

Reis MüfidBey: Bu muhavere nerede oluyor?

Kasım Bey: Habeşi’de, kendi evinde. Ben milliyetimi inkâr edemem. 340’ta idi. Dedim ‘Ben Kürd’üm, Allahyoktur demekle insan kâfir olur,fakat milliyetini inkâr edemez’ dedim. ‘Bu tertibatınız doğru değildir’ dedim. Tekrar konuştuk. ‘Benim üzerime vacip oldu çıkacağım, kıyam edeceğim’ dedi. ‘On beş gün sonra çıkacağım’ dedi. Halid Bey’in tevkifi, Kerem’in takibi kendisinin şehadete çağırılması çıktı. Niyabet varakasıyla ifadesini verdikten sonra Şuşar cihetine çıktı. Kamil Bey’le görüşmüş, rüesa söz vermişler. ilk söz veren Kamil Bey olmuştur. Kıyam edersen iştirak ederiz demişler. Çapakçur’a Melekan’a geçmişler. Şeyh Abdullah demiş ki “Ben buna muvafakat etmem. Bu hükümet malımızın nısfını istese veririm. İtaatten çıkmam” demiş. Çan şeyhlerine, Çapakçur’a, Piran’a gelmiş orada bu mesele tahaddüs etmiş.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi, bu söylenen sözlerin hangisi doğru hangisi yalandır?

Şeyh Said: O suretle geldim, o doğrudur. Kasım Bey’le de görüştüm. Bu şeriat için dertleşirdim. Şeriatın zevaline teessüf ediyordum. Böyle zeki adam nerede görsem söylerdim.

Reis Müfid Bey: Bu müddet zarfında daha evvel tasavvur etmişsiniz. Demek ki bunun söylediği şeylerin hepsi doğrudur.

Şeyh Said: Belâ, çoğu doğrudur. O kıyam münakaşası aklıma gelmiyor.”

Bundan sonra, Kürdistan Cemiyeti’nin Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti adı altında gizli bir cemiyete inkılâp ettiğini söyleyen Kasım Bey, bu gizli cemiyetin çok müthiş bir yemini olduğunu ve müntesibinin kafasını kesseler hiç bir şey söylemeyeceğini de ifade etmiştir. Ayrıca Kasım Bey, Kürtleri diniyun ve siyasiyun olarak iki kısma ayrıldığını Halid ve Kerem Beylerin siyasiyun cihetinin reislerinden olduğunu, Şeyh Said’in de bu örgüte dâhil olup diniyyun cihetinden olduğunu, hem diniyun hem de siyasiyunların başlarının İstanbul’da Seyyid Abdulkadir olduğunu anlatmıştır.[439] Yine Bağdat’taki komitenin İngilizlerle, Halep’teki komitenin de Fransızlarla görüştüğünü ancak işleri bitiremeden Şeyh Said’in acele ettiğini belirtmiştir. Kasım Bey’in sorgusu şu şekilde devam etmiştir:

“Reis Müfid Bey: Bunlar beyninde iki türlü cereyan bulunduğundan ve birisinin diniyun, diğerinin siyasiyun olduğundan bahsettiniz?

Kasım Bey: Bunlar bendenizin tabirimdir efendim.

Reis Müfid Bey: Bunlar dâhilde teşkilât yapmakla beraber hariçteki şuabat ile de temasta bulunduklarını söylediniz. Dâhildeki teşkilât nerelerde ve nasıldır ve hariçteki şuabatın derece-i mesaileri hakkında bana malumat verir misiniz?

Kasım Bey: Beyefendi, daire-i mahremiyetlerine girmediğim için çok şey bilmiyorum. Yalnız Halid Bey’den işittiklerimi arz edeyim. Süleymaniyeli Tevfik, Salih Efendi, İsmail Hakkı Efendi namında üç zabit vardı. Mezunen İsmail Hakkı Diyarbekir’e sonra Urfa’ya ve Haleb’e gidiyor. Yazdığı bir mektupta ‘Haleb’de Bozo Bekir Necmi Bey’e takdim ettim. Buradaki ticaret şubesini himaye etmesini rica ettim vaat aldı’ yazıyordu. Zabitler okurken gülüşüyorlardı. Halid Bey ‘Bozo şifredir. Kürd’tür. Necmi Fransız’dır. Nihad Türk’tür’ diyordu. Bağdad’dan Ömer Kutbeddin imzalı bir mektup geliyor. ‘Buradaki Suad Bey’e (İngilizler) söyledim. Ticaret şubeleriyle muhabere ettiler ve bu büyük ticarethaneye yazdılar (Londra) şube müdürü sizi tanıyor memnun oluyor’ diyor.

Reis Müfid Bey: Dediniz ki üç zabitin yoldan çıkıp geldiğini ve Diyarbekir’de mezuniyet aldığını ve oradan Urfa’ya gittiklerini söylediniz. Acaba o zabitler dönmüş müdür?

Kasım Bey: Diyarbekir’de mezuniyet emrini beklemek için gelmiş. Buzabitin avdetine dair haberim yoktur. Zaten dönmeyecekti.

Reis MüfidBey: Demek oluyor ki dâhilde bir teşkilâtı mevcuttur?

Kasım Bey: Tevfik Bey, Salih Bey, Ali Yaver Efendi geçen sene Erzurum’da idiler. Teşkilâtı Yusuf Ziya ve Halid Bey açık söylediler. Teşkilât beşer beşer yapılıyor. Ve beşlik gruplar yekdiğerlerinden malûmattar değil.

Reis MüfidBey: Bu teşkilât nerelerde? Şehirlerde yok mu?

Kasım Bey: Bitlis’te her halde vardır. Çünkü Ziya orada idi. Erzurum’da Kürd teşkilâtı olmasa bile muhalif teşkilât vardı.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’de var mıdır?

Kasım Bey:334’te Diyarbekir’de bir cemiyet vardı. Ekrem Bey de reis idi. Bir beyannamesini gördüm. Halkı cemiyet teşkiline teşvik ediyordu.

Reis Müfid Bey: Haleb’de bulunan Kürd cemiyetleriyle Kürdistan’ın istiklali için çalışan zümre ile muhabere ettiklerini söyledin. Bu muhabere ne vasıtasıyla oluyordu? Ve aralarında vasıtalık eden bir adam yok mu?

Kasım Bey: Haleb’den mektuplaryazılıyordu. Halid Bey’e gelenler İstanbul’a geliyor. İstanbul’dan buraya geliyordu. Zarflar re’sen kendisine idi.

Reis Müfid Bey: Mesela Bitlis, Cizre tarikiyle bir yol yok mu?

Kasım Bey: Onu işitmedim ve sormadım.

Reis Müfid Bey: Demek siz buna kanisiniz?

Kasım Bey: Kani değil, en son kani olan bendeniz oldum. Herkes kanidir. Artık bu aşikârdır.

Reis Müfid Bey: İstanbul’da var mı acaba bunlardan?

Kasım Bey: HalidBey ‘İstanbul’da da vardır’ dedi. ‘Bedirhaniler göze müstahhim olduklarından ayrıldılar ve İstiklal ve İstihlas Cemiyeti teşkil ettiler. Seyyid Abdülkadir’i kendi müracaatı üzerine reis yaptılar’ dedi.

(...)

Reis Müfid Bey: Kasım Efendi, sizden şunu öğrenmek isterim. Dini zümrenin bir adı var mıydı?

Kasım Bey: Onlar öyle cemiyet şeklinde değildir. Bu sunufa bendeniz tefrik ettim. O vakit bildiklerimi söyleseydim kavl-i mücerredde kalırdı. Bu günkü isyan söylediklerimin hakikatini ispat etti.

Reis Müfid Bey: Gerek siyasi zümrenin ve gerek dini zümrenin başları acaba İstanbul’da mıdır? Yoksa başka yerde midir?

Kasım Bey: Evet, İstanbul’da

Reis MüfidBey: Kimlerdir bunlar?

Kasım Bey: Seyyid Abdülkadir hepsinin başında idi. Memuzin kitabı, Jin gazetesi, sair Kürtçe eşar, kavaid -o lisan kavaide sığmaz ya- yapmışlardı.

ReisMüfidBey: Demek her ikisinin de başı İstanbul’da

Kasım Bey: Bunlar hep İstanbul’dan geliyordu.

Reis MüfidBey: Bunların başında maslup SeyyidAbdülkadir Efendi mi var?

Kasım Bey: Evet, Mehmet Mihri filan bir sürü daha vardı.

Reis MüfidBey: Hacı Sadık Bey bu isyanda alakadar mıdır? Değil midir?

Kasım Bey: Tanımıyorum. Sadık Bey bizden çok uzaktı. İştirak kavlen veya eliyle olur. Şüphesiz iştirak etmişti. Fakat belki silah atmadı. Kendisi de itiraf ediyordu.

Reis Müfid Bey: Kasım Bey, bu isyan için tertibat olduğu anlaşılıyor. Bu isyandan gaye nedir?

Kasım Bey: İstiklaldir. Kendileri de kısmen itiraf ettiler.

Reis Müfid Bey: Bu gayeye vusul için bazısı siyasi çalışmış, bazısı da dini çalışmış; neticesi ne olacak?

Kasım Bey: Herkes kendine terettüp eden vazifeyi yapıyordu. Maksat müşterekti ve istiklaldi.”[440]

Kasım Bey’in ifadesine göre isyanın asıl tertipçileri isyan sahasının dışındadır ve isyanın asıl lideri İstanbul’da bulunan Seyyid Abdülkadir’dir. Ayrıca örgüt mensuplarını dini ve siyasi olarak iki kısma ayıran Kasım Bey, bu şekilde farklı fikirlere sahip olan ve farklı kesimlerden birçok kişinin aynı amaç doğrultusunda hareket etmiş olduğunu iddia etmiştir. Kasım Bey’in bu söylemiş oldukları daha sonra bu konuda yazılmış olan eserlere kaynak olması açısından önemlidir. Örneğin Behçet Cemal, Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti’nin Yusuf Ziya, Cibranlı Halid ve Seyyid Abdülkadir tarafından kurulduğunu ve isyanın siyasi şefinin Seyyid Abdülkadir, askeri şefinin ise Şeyh Said olduğunu söylemektedir.[441]

Mahkeme heyeti, isyanın dini ve siyasi ayağıyla ilgili olarak Şeyh Said’e de bazı sorular sormuştur. Tutanaklarda geçen bir bölüm şöyledir:

Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, sen şimdiye kadar mütemadiyen dini cepheden bahsettin. Biraz da meselenin siyasi kısmından bahset?

Şeyh Said: Medhaldar değilim ki bileyim.

Ali Saib Bey: Peki, seni siyasiler kendi emellerine alet etmişler?

Şeyh Said: Bilmiyorum, onu bilmiyorum.

Ali Saib Bey: Bu kadar vacibatı terk ettikten sonra bunu da ederdin. Neden bu cihette ısrar ettin?

Şeyh Said: Âni ateş alan kuru ot gibi oldu. içinden çıkamadık.

Ali Saib Bey: Senin bilmediğin tesirler var?

Şeyh Said: Ben bilseydim derdim. Neden saklayayım.

Ali Saib Bey: Belki bilmezsin. Fakat en müsait seni buldular. Seni haberdar etmediler ve Diyarbekir ’i sen almış olsa idin, o vakit senin de önüne çıkacaklardı.

Şeyh Said: Allah bilir.

Ali Saib Bey: Sen Diyarbekir’de toplayacak olduğun ulemâ ve beylerle ne yapacaktın? O vakit beyler içinde öyle kurnazları var ki o vakit senin ellerini kollarını tutarlardı.

Şeyh Said: Allah bilir.”[442]

Yukarıdaki Şeyh Said’in ifadesinde ön plana çıkan husus ve mahkeme reisinin söylediği, siyasilerin Şeyh Said’i kendi emellerine alet etmiş olduğudur. Bu mahkeme reisinin iddiasıdır. Şeyh Said bu soruya “Bilmiyorum, onu bilmiyorum” diyerek cevap vermiştir. Vedat Şadilli, bu iddiayı destekler şekilde başlangıçta İslam şeriatı adına başlatılan isyanın kısa zaman sonra Seyyid Abdülkadir, İhsan Nuri, Cibranlı Halid, Hasenanlı Halid ve Yusuf Ziya gibi yerli İngiliz ajanları tarafından maksadından saptırılarak bir Kürt devleti amacına doğru kaydırıldığını söylemektedir. Yine Vedat Şadilli’ye göre Şeyh Said bunu anlamış ancak bir şey yapamamıştır.[443] Şeyh Said’in mahkeme tutanaklarında geçen, bu durumla ilgili bir ifadesi de şöyledir:

“Ali Saib Bey: Diyarbekir’e girse idiniz, ukalâ olarak kimleri getirecektin?

Şeyh Said: Yine bu adamları.

Ali Saib Bey: Şeyhlerden sana fayda yok. Hangisine sorsan okuryazar olmadığını söylüyorlar. Bunlardan ne istifade edecektin? Şeyh mi toplayacaktın? Yoksa Bey mi toplayacaktın?

Şeyh Said: Ulema toplayacaktım. Beyler toplayacaktım. Zi-nüfuz beyleri, Kitab’ı korduk hükümetten rica ederdik?

Ali Saib Bey: Zi-nüfuz beylerin önüne de kitap mı koyacaktın?

Şeyh Said: Belâ, Kitab’ı kordum.

Ali Saib Bey: Ne yapacaktı bu beyler Kitabı?

Şeyh Said: Şeriatı isterdik. Kabul etmeselerdi cebren yaptırırdım.

Ali Saib Bey: Beylere cebren yaptıracak kuvvet var mıydı? Nüfuz-ı umumi, nâfiz olan beyler vasıtasıyla geçer. Malum ya?

Şeyh Said: Nüfuz-ı umumi elime geçseydi, onların nüfuzu hususi kalırdı.

Ali Saib Bey: Seninle beraber ayağa kalkan şeyhler, hepsi kabahati senin üzerine atıyor. Sen buradan beyleri toplayacağını söylüyorsun?

Cevap: Söyletmeselerdi onlar bizi mahvederdiler. Fakat zann-ı gâlibimiz onlar da bizimle iştirak ederler kanaatinde idim.

Ali Saib Bey: Sendeki kanaat bütün nâfiz beyler senin bu hareketine iştirak ederler öylemi?

Şeyh Said: Hayır.

Ali Saib Bey: Onlar ihtiyaç gördüğü zaman, sen onlarla çalışmamışsın. Çünkü onlar evvelce burada bir Kürd cemiyeti teşkil etmişler, sen onlara muavenet etmemişsin?

Şeyh Said: Evet, ben onlara yardım etmemiştim.

Ali Saib Bey: Her muhalif olanı, şeriat taraftarı mı biliyordunuz?

Şeyh Said:Muhalif olan şeriat taraftarıdır derdik. Hatta burayı (Diyarbekir) muhasara ederken, on bir rüesanın şeriat taraftarı olduklarından hapis olduklarını duymuştum. Onlar şeriat taraftarıdırlar. Herhalde bize muavenet eder dedik.

Ali Saib Bey: Sana bir sual sorsalardı. Biz bir cemiyet teşkil ettik. Sen o vakit bizimle ne için birleşmedin deselerdi. Sen ne cevap verecektin?

Şeyh Said: O vakit bir münazaa olurdu. Ben din talep ederken onlar din talep etmeselerdi münazaa olurdu.

Ali Saib Bey: Onlar manen ve maddeten sana tefevvuk edeceklerdi, öyle mi?

Şeyh Said: Ederlerdi. Beni mahvederlerdi.

Ali Saib Bey: Sen bunlara karşı ne ile mukabele edecektin?

Şeyh Said: Tasvip etmeselerdi, benimle mücadele etselerdi bizi mağlup ederlerdi.

Ali Saib Bey: Zi-nüfuz beylerin iştirak edeceklerine dair sana nereden kanaat geldi?

Şeyh Said: Şeriatımız hamdolsun bakidir. Ahkâmı meflûçtur.”[444]

Şeyh Said’in Cemiyet Liderleri ile Görüşmesi ve Azadi Bağlantısı

Şeyh Said’in isyan öncesinde herhangi bir Kürt Cemiyetine üye olmadığı ve siyasi yapılanmalarla pek de ilgili olmadığı bilinmektedir. Behçet Cemal, Şeyh Said’i isyandan önce tanıyanların, Şeyh’in din, mezhep, siyaset ve hükümet ile alakasının hiçbir zaman koyun sürülerinden daha fazla olmadığını söylediklerini aktarıyor.[445] Bununla birlikte Şeyh Said’in mütareke yıllarında Diyarbekir’de kurulmuş olan Kürt cemiyetine üye olmadığı ve herhangi bir yardımda bulunmadığı da mahkeme tutanaklarında geçmektedir.[446] O halde Şeyh Said’in, kurucuları ve üyeleri genel olarak askerlerden oluşan bir örgüte lider olduğuna dair iddialar neye dayanmaktadır ve Şeyh Said kendi adıyla anılacak bir isyanın başına nasıl geçmiştir.

Kaynaklarda askerlerden başka Şeyh Said başta olmak üzere birçok şeyhin bu örgüte üye olduğu ve Şeyh Said’in, Yusuf Ziya veya Cibranlı Halid Bey’in vasıtasıyla örgüte girdiği yazmaktadır.[447] M. Şerif Fırat, Şeyh Said’in örgütle bağlantısını 1922 yılına kadar götürerek bu tarihte Şeyh ile Cibranlı Halid Bey’in Erzurum’da günlerce irtica harekâtını konuştuklarını ve Cibranlı Halid’in Şeyh’ten aldığı fetvaları bölgede yayarak taraftar topladığını söylemektedir. Ayrıca 1924 yılında Yusuf Ziya’nın, Erzurum’da Cibranlı Halid’in evinde bir hafta kalıp burada alınan kararları Şeyh Said’e imzalattığı ve ardından Yusuf Ziya’nın bu karar suretini gezdiği yerlerde ağa, şeyh ve hocalara gösterdiğini yazmaktadır.[448] Bununla birlikte M. Şerif Fırat, Azadi’nin liderlerinden olan Yusuf Ziya’nın Divan-ı Harp’te yargılanması esnasında hıyanetini itiraf ederek, irtica hareketinin liderleri arasında Şeyh Said’in de ismini verdiğini söylemektedir.[449]

Şeyh Said’in örgüte giriş tarihi olarak kaynaklarda tek bir tarih bulunmamaktadır. Bazıları 1924 tarihini vermektedir. Örneğin Mumcu, Şeyh Said’in bu örgüte 1924 yılında Erzurum’da yapılan ilk kongresinde katıldığını ve yine 1924 Ağustos ayında Erzurum’da Şeyh Said’in, Cibranlı Halid Bey ve Mutki Aşireti Reisi Musa Bey’le yaptığı görüşmeden sonra cemiyetin başkanlığına getirildiğini ifade etmektedir.[450]

Bunun yanında 1924 yılı içinde yapılan inkılâpların şeyh, hoca ve aşiret reislerinin örgüte girmelerini kolaylaştırdığı ve bu yüzden 1924’te yapıldığı ifade edilen kongreye dinî bir görünüm verildiği yorumları vardır. Ayrıca dindar halkın bu harekete katılması için bilerek harekete dinî bir renk verildiği ve Şeyh Said gibi kişilerin isyana dahil edildiği söylenmektedir. Savcı Ahmed Süreyya Bey de hatıratında bu duruma dikkat ederek din unsurunun halkın isyana katılmalarını sağlamak için etkili bir propaganda unsuru ve manevi bir silah olarak kullandığını belirtir.[451]

Bunun yanında bazı yazarlar Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid gibi isyanın siyasi ayağını oluşturan kişilerin Divan-ı Harp tarafından yakalanmasından sonra, siyasi liderlerin ortadan kalktığını ve isyanın liderliğinin Şeyh Said gibi din adamlarına kaldığını ifade etmektedirler. Aynı görüşe göre isyandaki dini söylemin ağır basmasının nedenlerinden birisi de budur.[452]

Bunun yanında Şeyh Said’in bölgedeki aşiretler arasında, özellikle Zaza Kürtleri arasında nüfuza sahip olmasından ve kitleleri harekete geçirmesi mümkün olduğundan örgüte dahil edildiği ifade edilmektedir.[453]

Şeyh Said’in örgüt üyeliği ile ilgili bu tür çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ancak Şeyh muhakemesi sırasında herhangi bir örgütle bağlantısı olduğu iddiaların reddetmiş ve isyanı ansızın gelişen bir olay olarak anlatmıştır. Bu aşamada Şeyh Said’in, Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyetinin liderleri ile olan görüşmeleri önemlidir. Sorgusunda Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid ile olan ilişkisi gündeme gelmiştir. Şeyh Said’in ifadesine göre Yusuf Ziya ile ilk görüşmesi Ramazan ayında olmuştur. Yusuf Ziya ile Muşlu Reşid, Ramazan’da kendisini ziyarete gelmiş, bir saat kalıp çay içip gitmişlerdir. Hatta Şeyh Said, Yusuf Ziya Bey’in Bitlis Mebusu olduğunu orada öğrenmiştir. İkinci kez, bahar bayramında görüşmüşlerdir. Yusuf Ziya, Hınıs’a Şeyh Said’in köyüne gelmiş, orada “Kürdistan hükümetini teşkil etmek üzereyiz.” demiş, buna karşın Şeyh “Bu muhaldir,fikrim kabul etmiyor.” demiştir. Daha sonra “Onun ümidini kestim, o da kani oldu.” diyen Şeyh Said, Yusuf Ziya’nın kendisinden 400 not borç istediğini, ancak parasının oğlu Ali Rıza’da olduğu için veremediğini ve bundan sonra Yusuf Ziya’nın Erzurum’a gittiğini dönüşte de bir daha görüşmediğini söylüyor. Şeyh Said, Varto’da alınan ifadesinde Yusuf Ziya Bey’le ihtilal fikri üzerine konuşmadığını söylemiştir.[454]

Örgütün diğer lideri Cibranlı Halid ise, Şeyh Said’in kayınbiraderi ve aynı zamanda da teyze oğludur. Cibranlı aşiret ağalarından, Hamidiye Alayları için kurulan aşiret mektebine giden sayılı aşiret reisi oğullarından olan Halid Bey’in diğer aşiret subaylarından daha milliyetçi bir kişi olduğu söylenmektedir.[455] Şeyh Said ifadesinde ticaret için her sene Erzurum’a gittiğini ve orada Cibranlı Halid ile görüşerek hilafet ve şeriat meselelerini konuşup ve müzakere ettiğin söylemiştir.[456] Tutanaklarda geçen bölümler şöyledir:

“ReisMüfid Bey: Kürd Teali Cemiyetinden malumatınız olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya geldiğinde ne görüştünüz?

Şeyh Said: Yusuf Ziya’yı tanırım. Bana gelmişti.

Reis Müfid Bey: Yusuf Ziya Bey size Kürd meselelerinden bir şey söylemedi mi?

Şeyh Said: Ramazanda idi. Bitlisli Haydar Efendi, Yusuf Ziya Bey’in Muşlu Reşid Bey’le ziyarete geldiğini söyledi. Kendisinden ders okumuştum, tanıdım. Yusuf Ziya’nın Bitlis Mebusu olduğunu orada öğrendim. Bir saat kaldılar, çay içtiler, kalktılar gittiler.

ReisMüfid Bey: Tabii bunu söylediği zaman arkadaşlarından ve teşkilâtından bahsetmiştir.

Şeyh Said: Bir müddet sonra bahar bayramı idi. Hınıs’a gelmişti. Benim köyüme misafir geldi. Orada açtı. Dedi ki, ‘Biz Kürdistan hükümetini teşkil etmek üzereyiz’ dedi. ‘Bu muhaldir’ dedim. Fikrim bunu kabul edemiyordu.

Reis Müfid Bey: Erzurum’a kime gidiyordu efendim?

Şeyh Said: Benden para istedi. Dört yüz not istedi. Paramı Ali Rıza’ya vermiştim, veremedim. Eşya almıştı. Borcunu vermek üzere Erzurum’a gidiyorum dedi.

Reis Müfid Bey: O size bir Kürdistan hükümeti teşkil edeceğini söyledi. Böyle mühim bir söz üzerine kabul etmediğinizi söylediniz. Bu adam kimlerle iş yapıyormuş?

Şeyh Said: Hayır, onun da ümidini kestim. Kendi de kâni oldu. Erzurum’dan avdetinde bir daha görmedim.

Reis Müfid Bey: Cibranlı Halid Bey’le bunun münasebeti var mı? Halid Bey’in tavsiyesiyle gezmedi mi?

Şeyh Said: Bilmiyorum. Meclis-i Mebusan için gezdiği zaman Halid Bey’in tavsiyesi vardır dediler.

Reis MüfidBey: Bir Kürdistan hükümeti yapacağız dedi, bu kadar mıdır? Başka bir şey söylemedi mi?

Şeyh Said: Izahatımyoktur. Bildiğim bir şeyyok.Muhaldir, olmaz dedim. Ne tedbiriniz var ne tertibiniz var dedim.”[457]

(...)

“Süreyya Bey: Hacı Musa Bey’i tanır mısın?

Şeyh Said: Hacı Musa Bey’iMedine-iMünevvere’de gördüm. Yirmi iki sene evveldi.

Süreyya Bey: Muhabere ve muhavereniz filan yok muydu?

Şeyh Said: Ne mükâtebe ve ne muhabere, hiçbir şey görüşmedim.

Süreyya Bey: Hasenanlı HalidBey?

Şeyh Said: Halid Bey’le de muhaberem yoktur. Yakındır.

Süreyya Bey: Cibranlı HalidBey. Bununla tanışır mısın?

Şeyh Said: Cibranlı Halid Bey ’le tanışırım.

Süreyya Bey: Hasenanlı Halid Bey’le de tanışır mısın? Ondan sonra görüşmedin mi?

Şeyh Said: Hasenanlı Halid Bey’i de gördüm. Ondan sonra hiç görüşmedim. Bir kere kısa bir müddet gördüm. Elimi öptü gitti. Ben, harem tarafında idim.

Süreyya Bey: Göbey kimdir? Ne için gelmişti?

Şeyh Said: Göbey, Bulanık’tan Hınıs’a gelmişti. Aşar iltizam etmişti.

Süreyya Bey: Kaç gün kaldı Hınıs’ta?

Şeyh Said: Bir iki gece zannederim Hınıs’ta kaldı.

Süreyya Bey: Hasenanlı Halid Bey Hınıs’a gelsin, iki gün kalsın da yalnız senin evine gelip elini öpüp dönsün. Bu mümkün müdür?

Şeyh Said: O kadar dostluğumuz da yoktur. Kasaba zaten küçüktür. Ufak bir kasabadır. Ondan sonra daha görüşmedim.

Süreyya Bey: Cibranlı HalidBey’le nerede görüştün?

Şeyh Said: Cibranlı Halid Bey’le bu bahar Erzurum’da görüştüm. Para almak üzere Erzurum’a gitmiştim. Orada kendi divanında görüştüm.

Süreyya Bey: Şeriattan, devlet idaresinden bahsetmedi mi HalidBey?

Şeyh Said: Bir şey konuşmadık. Şeriattan bahsettik. Akâidden toplama Kürdçe bir tercüme yapmıştı. Bana gösterdi. Okudum o kadar.

Süreyya Bey: Irşad için Varto’ya isyandan iki ay evvel filan gelmedin mi?

Şeyh Said: Kıyamdan evvel hiç Varto’ya gelmedim.

Süreyya Bey: Bu fikir benim içimde vardı müteessir oluyordum dediniz. Cibranlı Halid Bey gibi bir adamı görünce insan bu fikrini nasihat kabilinden olsun açmaz mıydı?

Şeyh Said: Nasihat kabilinden, gazetelerde her hangi birisi muhalif-i şeriat bir şey bulursa bana gösterirdi.

(...)

Süreyya Bey: Cibranlı Halid Bey, Hasenanlı Halid Bey bir Kürdistan hükümeti kurmak istiyorlarmış ve her tarafta bu suretle haberler gönderiyorlarmış. Size bu hususta bir haber göndermediler mi?

Şeyh Said: Hayır, haber göndermediler. Yalnız Yusuf Ziya bu şeylerden bir nebze açtı. Ben kapattım.

Süreyya Bey: Ne vakit idi bu, Şeyh Efendi?

Şeyh Said: iki sene evvel ilkbaharda idi. isyandan bahsetti. ittifak edelim dedi. Ayrılak, bir hükümet teşkil edelim dedi. İttifak edersen bir şey yaparız diyordu.

Süreyya Bey: Bunu işittiğiniz zaman bu nasıl olur diye sormadınız mı?

Şeyh Said: Ben dedim. Kürdistan’da bütün ahali ittifak edemez dedim. O da Bitlis’te cephane çoktur. Asker de yoktur dedi. Ben de onun imkânsızlığından bahsettim.

Süreyya Bey: Parayı nereden bulacaklarını sormadınız mı?

Şeyh Said: Para meselesini sormadım.”459,

İfadelerden anlaşılacağı üzere Şeyh Said, Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyetinin lider ve üyelerinin birçoğunu tanımaktadır. Zaman zaman onlarla görüşmelerde de bulunmuştur. Ancak kendi ifadesine göre hem onların örgütlerine üye değildir hem de onlarla aynı fikirde bulunmamaktadır. Şeyh Said, Varto’da alınan ifadesinin bir bölümünde Hasenanlı Halid, Nuh Bey ve Hasenanlı Kerem’in kendisinden önce harekâta başladığını ve kendisinin bunlarla bir alakasının bulunmadığını söylemiştir.[458] [459]

Bunun yanında isyan başladıktan sonra isyancıların Cibranlı Halid ve Nuh Bey gibi kişilerle irtibat halinde olduklarına dair mektuplar bulunmaktadır. Örneğin 1 Mart 1925 tarihli bir mektuba göre Şeyh Abdullah, Cibranlı Halid ve Nuh Bey ile muhabere halindedir.[460] Yine 5 Mart 1925 tarihli başka bir mektupta Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile Şeyh Abdullah, Halid Bey ve Nuh Bey’in adamları ile görüşmüştür. Fakih Hasan’a yazılan mektupta şöyle denilmektedir: “Halid Bey ve Nuh Bey’in adamları geldi. Gümgüm (Varto merkez) sükût etmezse iştirak edemeyeceklerdir.” Anlaşıldığı kadarıyla Ali Rıza ve Şeyh Abdullah, Cibranlı Halid ve Nuh Bey’in adamları ile görüşerek onları isyana iştirak etmeleri için ikna etmeye çalışmaktadırlar. Ancak Azadi örgütünün liderlerinden olan Cibranlı Halid’in adamlarını isyana katılmaları için ikna etmeye çalışmaları, Şeyh Said’in bu örgüt ile var olduğu iddia edilen bağlantısını ve Şeyh Said’in örgütün emri ile isyanı başlatmış olduğu yönündeki iddiaları sorgulamayı gerektirecektir.

Bazı örgüt üyelerinin hatıralarında anlattıkları, Şeyh Said’in örgüt ile bağlantısı olup olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Örneğin Şeyh Said ile birlikte yargılanan, muhakemesi sırasında hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddeden, ancak daha sonra

yazdığı hatıralarında kendisinin Azadi’nin Diyarbekir kurucuları arasında olduğunu ifade eden Kadri Bey, Şeyh Said’in örgüte üye olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermemekle birlikte onun başlattığı bu isyan hareketini “Kürt millî mücadele” tarihinin bir parçası olduğunu söylemektedir.[461] Ancak onun hatıratında anlattığına göre bu isyandan Azadi’in haberi yoktur. Kadri Bey şunları söylemektedir: “8 Şubat 1925 tarihinde Türk karakol erlerinden bazılarının Piran’da öldürüldüğünün haberini Diyarbekir’de işittiğimizde bu hususta bir şeyden haberi olmayan Azadi kuruluşu ve görevli Diyarbekir şubesi üyeleri bizler olayın içeriğini ve ne amaçla yapıldığını anlayamadık. Cemiyetin reisi Halit Cibri ve nüfuzlu azalarının tutuklu olması, örgüt kuruluşunun tamamlanmamış olmasından ötürü, örgüt kararı ile bu kıyam hareketinin yapıldığını çok uzak görüyorduk. Hayret ve tereddüt içinde idik.”[462]

Daha önce ifade edildiği üzere örgütün dini ve siyasi olarak iki kanadı olduğu ve bunların ortak amaç için çalıştığı iddia edilmiştir. Ancak bu muhaliflerin hepsinin örgütün içerisinde olduğu ve aynı fikir, amaç doğrultusunda hareket edip etmedikleri tartışmalıdır. Bu kişilerin birbirleriyle yaptığı görüşmelere dair çok fazla bilgi mevcut değildir ve olanlara da burada yer verilmiştir. Bununla birlikte mahkeme dosyalarında bulunan bir belge hükümete muhalif olan kişilerin birbirine bakışını göstermesi açısından önemlidir. Seyyid Abdülkadir ve Yusuf Ziya arasında yapılmış olan bir görüşmeyi, Seyyid Abdülkadir’in adamı Palulu Sadi, Mister Templen ile yaptığı görüşmede şöyle anlatmıştı ki bu kişilerin farklı amaçlar doğrultusunda hareket ettiğini göstermektedir: “Yusuf Ziya meselesine gelince: Birkaç ay evvel mumaileyh Seyyid Abdülkadir ’i ziyaretle ikinci Grup namına teklifatta bulundu. Bunların işi Ankara hükümetini iskat etmekti. Yani mesele bir taklib-i hükümet idi. Bunda ise Kürt menafi-i milliyesine taalluk eder bir cihet görülemediği için Seyyid teklifatı kabul etmedi ve bu meseleye karışmam dedi.”[463]

Genel olarak bakıldığı zaman Şeyh Said’in örgüte üyeliğini gösteren ve örgütün emri ile bu isyanı başlattığına dair net bir delil mevcut değildir. Ortada Kasım Bey’in anlattıkları ile birkaç kitapta delilleri ortaya konulmadan verilen bilgiler vardır. Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki isyandan önce bazı kişiler tarafından yapılan ihbarlar vardır ki bu ihbarlarda da doğrudan Şeyh Said’in bir isyan hazırlığı içerisinde olduğuna dair bir ifade bulunmamaktadır. Bu ihbarlar daha çok bölgedeki Kürtçülük faaliyetleri ve hükümete karşı muhalif grupların faaliyetlerinden bahsedilmektedir. Bu durumda birbirinden farklı amaçlarla hareket eden grupların birbirine yakın zamanlarda ve birbirini tetikler şekilde harekete geçmiş olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

2.2.                 Planlanmış Bir İsyan mıydı?

13 Şubat 1925’te başlayan isyan, Piran’dajandarmalarla birkaç kanun kaçağının arasında çıkan çatışmadan sonra, kendiliğinden gelişen bir olay mıydı, yoksa birkaç yıl süren hazırlık safhasından sonra fitili Piran’da erkenden tutuşan mürettep (planlı) bir hareket miydi? Bir önceki bölümde isyanının planlayıcısı olduğu iddia edilen Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti ve bu örgütün Şeyh Said ile olan bağlantısına değinilmişti. Şeyh Said isyanına bu örgütün faaliyetleri çerçevesinde bakılması halinde ve Şeyh Said’in örgütle ilişkisi veya üyesi olduğuna dair iddiaların kabul edilmesi durumunda, isyanın birkaç senelik hazırlık safhası olduğunu değerlendirmek kaçınılmazdır. Ancak bir önceki bölümde yer verildiği üzere Şeyh Said’in bu örgütün üyesi olduğu ve örgüt liderlerinden aldığı emir ile isyanı başlatmış olduğu -en azından eldeki verilere göre- delil ve iddiaları yetersiz görünmektedir. Ayrıca Şeyh Said, hükümetin yapmış olduğu icraatlardan memnuniyetsiz olduğunu ve bu icraatlar aleyhinde vaazlarda bulunduğunu söylemesine rağmen bu örgütle olduğu iddia edilen bağlantıyı da kesinlikle reddetmiştir. Bu açıdan bu bölümde isyanın planlanmış olduğuna dair ileri sürülen iddialara yer verildikten sonra, mahkeme tutanaklarına ve belgelere bu konunun nasıl yansıdığı üzerinden hareket edilecektir.

Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Bey, İstiklal Mahkemesi ve Divan-ı Harplerin isyan bölgesinde yaptıkları soruşturmaların ve yargılama dosyasında mevcut belgelerin isyanın çok evvelden hazırlandığını gösterdiğini söylemektedir.[464] Mahkeme heyetinin de aynı görüşle hareket ederek sorgulamaları daha çok isyanın asıl tertipçilerini ortaya çıkarmaya yönelik olarak yürüttükleri görülmektedir.

Bazı yazarlara göre Şeyh Said İsyanı, Türkiye genelinde karşı bir ihtilal hareketi olarak, hükümet muhalifleri, saltanat-hilafet yanlıları ve Kürt grupları tarafından planlanmış ve yabancı devletlerden yardım görmüş bir hareketti. İktidarın; isyanı umumi, mürettep, irticai olarak tanımlaması ve doğu ile birlikte batı illerinde de bir mahkeme kurulması, var olduğu iddia edilen diğer tertipçileri bulmaya yönelik bir tavırdı.

İsyanın önceden planlandığını söyleyenlerin ortak kanaatlerinden biri de, isyanın planlandığı zamandan önce meydana gelmiş olmasıdır. Onlara göre; 1924 senesi boyunca devam etmiş olan isyan hazırlıkları son birkaç ay içinde hız kazanmıştı. 1924 yılında Muş ve Bitlis’te meydana gelmiş olan Nesturî İsyanı sonrasında Bitlis’te kurulmuş olan Divan-ı Harb’in yaptığı soruşturmalar ve Yusuf Ziya ile arkadaşlarının tutuklanmış olması, bölgede faaliyet gösteren ve isyan hazırlıkları yapan gizli Kürt cemiyetinin faaliyetlerini ortaya çıkarmış, Şeyh Said de tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu durumdan Halep ve İstanbul’daki karşı devrim şefleri korkmuş ve isyana hemen başlamaya karar vermişlerdi. Bunun üzerine Şeyh Said de harekete geçmiş ve isyanı başlatmıştı.[465] Ahmed Süreyya da Şeyh Said’in İstanbul’da bulunan ve Seyyid Abdülkadir ile görüşme halinde olan oğlu Ali Rıza’nın, İngilizlerle anlaşmaya varıldığına dair bir mektubu Şeyh Said’e göndermiş olabileceğini ve isyanın erken başlamasının bir sebebinin de bu olabileceğini söyler.[466]

İsyanın planlı bir hareket olduğunu kabul etmekle birlikte erken başlamasını hükümetin bir komplosu olarak değerlendirenler de vardır. Bunlara göre; Azadi’nin faaliyetlerinden haberdar olan hükümet, Şeyh Said’i adım adım izlemiş, daha fazla kuvvet toplamasına mani olmak ve hareketi doğmadan boğmak istemiştir. Bu amaçla bir jandarma birliği Piran’a yollanarak Şeyh’in emri altında bulunan bazı kişiler tutuklanmak istenmiştir.[467] Yine aynı görüşe göre; Piran hadisinden sonra, isyan hazırlıkları tamamlanmadan önce bir hareket yapılmasını istemeyen Şeyh Said, bazı tedbirler almaya çalışmasına rağmen gittiği her yerde heyecan halinde olan Kürtlerin ayaklandığını görerek isyanın başına geçmiştir.[468]

İsyanın planlanma aşaması ve Şeyh Said’in bu süre içerisinde yapmış olduğu faaliyet ve toplantılarla ilgili birçok kitapta bilgi verilmesine rağmen bu bilgilerin kaynağı hatıra kabilinden birkaç kaynağa dayanmaktadır. Bunların en başında M. Şerif Fırat’ın kitabı gelmektedir. Fırat’ın anlatımına göre hazırlıklar 1922 yılında başlamıştır. 1922 baharında Cibranlı Halid ile Şeyh Said, Erzurum’da günlerce irtica hareketi üzerinde konuşmuş ve Cibranlı, Şeyh Said’den aldığı ve Mustafa Kemal Paşa aleyhinde olan fetvayı bütün aşiret ağalarına duyurmuştur. 1924 yılı ilkbaharında ise Yusuf Ziya, Erzurum’a gelerek Cibranlı Halid ile görüşmüş ve isyanla alakalı kararlar almışlardır. Bu kararlara göre; aşiretler silahlanacak, İngiliz yardımı temin edilecek ve Şeyh Said isyan kapısını açacaktır. Bu kararların alınmasının ardından Yusuf Ziya, Hınıs’ın Kolhisar köyünde bulunan Şeyh Sadi’in yanına gelerek bu kararı imzalatmış ve bu imzalı kararı bölgede gezerek birçok şeyh ve ağaya göstermiştir.

Yine Fırat’ın anlatımına göre; bu faaliyetlerden haberdar olan ve 1924 yılı Ekim ayında Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya’nın tutuklanma emirlerini vererek bunları Divan-ı Harb’e sevk ettirmiştir. Bu arada bu kişilerle ilişkisi olan Şeyh Said 22 Aralık 1924’te Hınıs merkezinde Divan-ı Harb’e ifade vermiş ardından 27 Aralık 1924’te Cibranlı’nın kurtarılma emrini vererek Şuşar Gökoğlan nahiyesinin Kırıkhan köyüne gelmiştir.[469] 4 Ocak 1925 tarihinde Kırıkhan’da, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın da katıldığı bir toplantı gerçekleşmiş ve Şeyh Said burada fetva hazırlamıştır.[470] 6 Ocak 1925 Karlıova’nın Kanireş köyüne geçen Şeyh burada da bir toplantı yapmış ve 8 Ocak 1925’te Solhan’a bağlı Melekan’a gelip Şeyh Abdullah ve Firari Kerem’le sabahlara kadar isyanın ne şekilde yapılacağına dair konuşmuş ve karar almıştır. 9 Ocak 1925’te Melekan’dan Çapakur’un Çan karyesine gelerek kararı Şeyh Mustafa’ya bildiren Şeyh, 12 Ocak 1925’te Çapaçur’a, ertesi gün ise Simsor’a gitmiştir. 15 Ocak’ta Darahini şehir merkezine gelmiş ve buradaki kişilere isyan patlayınca Darahini’yi işgal etmelerini söylemiştir. 21 Ocak’ta Şeyh Lice’ye, 25 Ocak’ta ise Hani’ye gelmiş ve burada Salih Bey’e misafir olmuştur. 3 Şubat’ta Hani’de Şeyh Şerifle görüşen Şeyh Said, 5 Şubat Hani’den ayrılarak çok sayıda silahlı ile Piran’a gelmiştir. 8 Şubat’ta ise Piran hadisesi patlamıştır.[471] Daha önce belirttiğimiz gibi isyanın başlamasına kadar olan süreç hakkında bu bilgileri veren kişi M. Şerif Fırat’tır. Fırat bu bilgileri hatıratında herhangi bir kaynak göstermeden anlatmaktadır. Daha sonra yapılan yayınlar onu kaynak göstermektedir.

Şeyh Said’in İfadelerine ve Mektuplara Göre Tertip

Bu bölümde mahkeme tutanaklarında isyanın planlı olduğuna dair gösterilen delil ve iddialar ile Şeyh Said’in bunlara verdiği cevaplar incelenecektir. Bu konuda Şeyh Said’e sorulan bazı sorular ve cevapları şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi Piran’a gelmezden evvel din meselesinden dolayı kıyamı tasavvur ediyordunuz değil mi?

Şeyh Said: Kalbimde tasavvur ediyordum, lakin muharebe suretiyle değil. Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik. Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim.

Reis Müfid Bey: Ne için yapmadınız, böyle bir risale yazmadınız?

Şeyh Said: Evet arz ettiğim gibi biz evvela bu fikri kitabeten halletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim ve bazı rüfeka bulmak istiyordum. Fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi. Piran vak’ası çıktı. Önünü alamadım.[472]

^(■■■)

Reis MüfidBey: Bu isyanı kimlerle ve nerede hazırladınız?

Şeyh Said: Tertibatı evvel yoktu, Piran Vakası ’nda alevlendi. Biz de düştük içine ve işe başladık. Ben Lice’ye geldim. Hiçbir suretle kimseye bir şey dememiştim. Bu vakadan oldu, kimseye sırran ve alenen bir şey söylememiştim.

Reis Müfid Bey: Mahdumunuz Ali Rıza Efendi’nin İstanbul’dan geldikten sonra kaç gün geçti bu kıyam vaki’ oldu?

Şeyh Said: Ali Rıza İstanbul’dan geldikten takriben bir ay sonra oldu.

Reis Müfid Bey: Mahdumunuz İstanbul’da bu isyan meselesini kimlerle görüşmüş ve size ne haber getirdi?

Şeyh Said: İsyan meselesinden İstanbul’da katiyen işitmemiş. Hatta Erzurum’a geldim, Halid Bey’i bekledim gelmedi. Oğlu geldi ve babasının mahpus olduğunu söyledi. İşitmemiştim.

Reis Müfid Bey: Mahdumunuz İstanbul’dan geldikten sonra şeriat şöyle olmuş böyle olmuş diye her halde bir şey söylemiştir zannederim?

Şeyh Said: Hınıs Kürtlerinden birisine misafir olmuş ve Seyyid Abdülkadir Efendi’yi ziyaret etmiş.

ReisMüfidBey: İstanbul’a ne maksatla gitmiştir?

Şeyh Said: Ağnam götürmüş idi. Halep tüccarlarına verdiler.

ReisMüfidBey: Mahdumunuz İstanbul’dan geldikten sonra nerede birleştiniz?

Şeyh Said: İstanbul’dan avdetinde oğlumla Şuşar’da birleştim.

Reis Müfid Bey: ‘Jandarmalar geldi, adam vuruldu, bu isyan vaki oldu’ dediniz, böyle midir? Yoksa başka şekilde midir?

Şeyh Said: Jandarmalar vurulmasa idi, o vacibi kitabeten halledecektim.

Reis Müfid Bey: Size ne idi, jandarmalar vazife-i memuresini ifa ediyor diye bütün halkı kaldırıyorsunuz?

Şeyh Said: Hayır, bence bir şey yoktu. Bir niza vuku bulur. Bunlar yemin etmiş, siz ısrar ediyorsunuz yapmayınız dedim.

Reis MüfidBey: Sizin bu nasihatinizin üzerine oldu mu bir şey?

Şeyh Said: Ya vuruştular.

Reis MüfidBey: Vurdular diye siz ne oldu da halkı kıyam ettirdiniz?

Şeyh Said: Ben köyden çıktım, kıyam koptu. Olunca ben de başına geçtim.[473]

(...)

Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, maksat isyan. Jandarma gelmiş gibi değildir. Propagandalar, irşadât yapılıyormuş ?

Şeyh Said: Jandarma meselesi olmasaydı kitabeten, hitabeten belki bir sene sonra olurdu. Belki altı ay sonra olurdu yahut olmazdı.

Reis Müfid Bey: Jandarma meselesi, tasavvur ve tasmim buyurduğunuz fiile bir vesile oldu. Olmasa idi altı ay sonra olacaktı değil mi?

Şeyh Said: Hayır, olmasa idi belki olmazdı. Allahü Teâlâ kader etse idi olurdu.

Reis Müfid Bey: Her şeyi kaza ve kadere atfediyorsunuz. İrade-i cüz ’iyenizi inkâr mı ediyorsunuz?

Şeyh Said: Hayır, ihtiyar da vardır. Ben de boş değilim, benim de dahlim var tabii. inkâr etmiyorum.

(...)

Reis MüfidBey: Demek bu kıyam ve isyanı münhasıran zât-ı âliniz düşündünüz?

Şeyh Said: Evet, benimfikrimde vardı. Ulema,fuzala, ukalayı göreyim dedim. Ahkâm-ı din metruk oldu, men’iyât unutulmuş. Onları isteyelim dedim. Öyle ümit ediyorduk.

Reis Müfid Bey: Ukala ile ulema ile müşavere ettiniz mi?

Şeyh Said: Müşavere etmedim, edemedim, vakit kalmadı, bu iş zuhur etti.[474]

(...)

Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi! Bu isyan musammem mi, yoksa tasavvursuz mu oldu? Bunun esası nedir?

Şeyh Said: Esasını kime atfedeyim?

Ali Saib Bey: Lice’yeyazdığın mektuba nazaran bunu evvelce tasavvur ettiğin anlaşılıyor?

Şeyh Said: O yazı benim değildir, imza da benim değildir. O ifadede zaten benim değildir. Bedende? çıkmak ne demektir.[475]

Ali Saib Bey: Bu mektubu imza ederken okumadın mı? ‘Ah Türkler kaleden dışarı çıksalar’ diyorsun.

Şeyh Said: Okuryazarım. Aklıma gelmiyor.

Ali Saib Bey: Bir intikam hissi tabiidir, beş altı günde tahassul etmez.

Şeyh Said: Vallahi o intikam meselesini bilmem. Yalnız diyorlardı Diyarbekir’de kale olmasaydı şöyle alır, böyle keserdik diyorlardı. Onu demek istedim. Fikrimde isyan yoktu.

Ali Saib Bey: ‘Piran’a gelinceye kadarfikrimde isyan yoktu, Hani’ye geldiğim zaman da böyle’ diyorsun. Peki, Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i ne için barıştırmaya çalıştın?

Şeyh Said: Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i din için barıştırdım. Birbirleri aleyhinde mütemadiyen uğraşıp duruyorlardı. Müslümanlık namına barıştırdım.

Ali Saib Bey: Bunların arasında senelerden beri buğz vardır. Eskiden gelmeyip de vakadan birkaç gün evvel gelmeniz tasavvur olduğunu ispat ediyor.

Şeyh Said: Öyle tesadüfi oldu. Lice ’de de birisini barıştırdım. Bunlar hep tesadüftür.416

(...)

Reis Müfid Bey: ‘Tesadüfün hadisatın getirdiği bir noktada isyan zuhura geldi, ben de karıştım’ diyorsunuz. Fakat dediniz ki: isyandan üç ay evvel çıktım”. Ne için çıktınız?

Şeyh Said: Biz çıktık, lakin Divan-ı Harb’e, Bitlis’e şehadet için istediler. Şeyh Abdülbaki’ye yazdım. ‘Benim ifademi burada alsınlar, müsaade al’ dedim. Müsaade edildiğine dair haber geldi. Hınıs mahkemesinde ifademi aldılar. Memleketin kışı uzundur. Palu’ya gelip kalmak istedim.

ReisMüfidBey: Hangi ayda çıktınız, yani kışın en şiddetli zamanında?...

Şeyh Said: Kânunuevvel’de (Aralık) çıktım.

Reis Müfid Bey: Sizin gibi müsin olan bir kimse kışın en şiddetli mevsiminde çıkar mı?

Şeyh Said: Günde üç saatten fazla gitmiyorduk. Yerler müsait idi. Odun, ateş yoktu.

Reis Müfid Bey: ilkbaharda yahut sonbaharda yahut yazın çıksa idiniz sizin için daha iyi değil miydi? [476]

Şeyh Said: Yazın ticaret ve ziraat ile meşgulüz. Kânunuevvel muattaliyet zamanıdır. İş yoktur.

Reis Müfid Bey: Hadise-i isyana kadar ne miktar zaman geçti.

Şeyh Said: İki aydan ziyade geçti.

Reis Müfid Bey: İsyan başlamadan iki ay evvel çıkıyorsunuz. Palu’ya gidiyor bir seyahat yapıyorsunuz. Aradan çok geçmeden isyan patlıyor. Dediniz ki, Sebilürreşad’ı okuyoruz. Demek ondan mülhem oldunuz. Tasavvur ettiniz ve sonra isyan ettiniz değil mi?

Şeyh Said: Evet, fikrimde vardı. Patlatmak niyetimizde yoktu, fakat patladı.

Reis Müfid Bey: Sizin oğlunuz Halep’ten geçiyor?

Şeyh Said: Halep’e ticaret için gitmişti. Parasını İstanbul’a poliçe vermişlerdi, İstanbul’a gitti, parasını aldı geldi.

Reis Müfid Bey: İstanbul’a ticaret için Halep’ten geçti ve oralarda bazı kimselerle görüştü. Size söyledi, siz de isyana kıyam ettiniz öyle mi?

Şeyh Said: O geldiğinde ben çıkmıştım, dışarıda idim. Şuşar’da birleştik. İsyandan takriben kırk gün evveldi.”4'[477]'1

Şeyh Said’in buraya kadar olan ifadeleri, muhakemesinin başladığı ilk güne yani 26 Mayıs’a aittir. Şeyh Said, “silahlı” bir isyanın önceden hazırlandığını kabul etmemiş, isyandan evvel gizli veya açık kimseye bir şey söylemediğini ileri sürmüştür. Ayrıca isyanı “Kalbimde tasavvur ediyordum” demiş, ancak bunu da din meselesinden dolayı bir risale yazıp âlimlerle istişare ederek hükümeti uyarmak olarak izah etmiştir. Piran’daki olaydan dolayı da bunu yapmaya vakti olmadığını söylemiştir. Bunun yanında, oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gitmesi ve Seyyid Abdülkadir’le görüşmesinin de isyanla alakalı olmayıp ticari amaçlı olduğunu, Diyarbekir’in de bir plan dahilinde alınmaya çalışılmadığını, doğal olarak geliştiğini ve hatta bunun için bir hazırlık da yapılmadığını söylemiştir. Ayrıca Kürt Teali Cemiyetini bilmediğini söyleyen Şeyh Said, isyandan önce Yusuf Ziya ile görüşmesinde de onun fikirlerine katılmadığını bizzat kendisine söylediğini ifade etmiştir.

Yukarıdaki diyaloglarda geçtiği üzere, muhakeme sırasında Ali Saib Bey’in, isyanın daha önce planlandığına dair delil olarak gündeme getirdiği iki mesele olmuştu. Birisi Şeyh Said’in Lice’ye yazmış olduğu mektup, diğeri de Hanili Mustafa ve Hamdi Beylerin barıştırılmasıdır.

Ali Saib Bey, Şeyh Said’in 25/26 Mart 1925 tarihinde yazmış olduğu mektupta Lice halkına hitaben söylediği “Cihat aşkı, intikam ateşiyleyanan tutuşan Liceliler, şimdiye kadar diyorlardı ki: ‘Ah Türkler bir defa surdan dışarı çıksaydılar.’ işte çıktılar. Sıra sizindir.” ifadelerini delil göstererek, bir intikam hissinin beş altı günde ortaya çıkmayacağını ifade ederek, bu mektubun isyanın önceden planlandığının bir delili olduğunu ileri sürmüştür. Mektubun tamamı şu şekildedir.

Liceli Müftüzade Said Efendi ve Hüsnü Beylere

Selam ve dualar ederim. Şimdi Salih Bey’den aldığım rapordan bugün Lice’nin seçme yiğitlerinden mürekkep kuvvetinizin, Türklerin cüz ’i bir mukavemetine dayanamayarak münhezim olduğunuz anlaşılıyor. Doğrusu buna ihtimal vermek bile istemem. Cihat aşkı, intikam ateşiyle yanan tutuşan Liceliler, şimdiye kadar diyorlardı ki: ‘Ah Türkler bir defa surdan dışarı çıksaydılar. ’ İşte çıktılar. Sıra sizindir. Biz bu taarruzu bu cephede bekliyorduk. Kuvvetinizi toplayınız, askerin kuvve-i maneviyesini ıslah ediniz. Üç saat evvel yazmış olduğum ve serâpâ hakikat olan beyannameyi bi’l-müvacehe okuyunuz. Mealini lisan-ı münasiple anlatınız. Cihadın fezâili, cebânetin fenalığı, hezimetin namuskâr Lice kadınları ve bütün muhadderât-ı İslamiye hakkında bâdî olacak fezâyihi birer birer ta’dad etmek suretiyle güzel bir mev’izadan sonra muhlisane bir dua okuyup, Tilalo ve civardaki ve tensip edeceğiniz düşman mevâzıına bu gece baskın yapınız. İnşallah muvaffak olacaksınız, korkmayınız. Ruhaniyet-i hazret-i risaletpenâhi mededkârınız olsun amin

29/30 Şaban 343 (25/26 Mart 1925)

Hadimü’l-mücahidîn Mehmed Said en-Nakşibendi[478]

Barıştırma meselesi ise, Şeyh Said’in isyandan birkaç gün evvel Hani’ye gelerek Hani’nin ileri gelenlerinden olup aralarında husumet olan Mustafa ve Hamdi Beyleri barıştırmasıdır. Şeyh Said onları din namına barıştırdığını ve bu olayın isyanın öncesine denk gelmesini tesadüf olduğunu söylemiştir. Aynı mevzu, olayın tarafları olan Mustafa ve Salih Beylerin muhakemesinde de gündeme gelmiştir. Mahkeme reisi, Şeyh Said’in bu iki kişiyi barıştırarak büyük bir kuvvet elde etmeyi planladığı görüşündeydi. Şeyh Said ise bu kişilerin dargın olduğunu Lice’ye geldiğinin ertesi günü öğrendiğini savunmuştur. Şeyh Said dahil, olayda bulunan diğer kişilerde toplanmanın barıştırma meselesi olduğunu başka bir şeyin konuşulmadığını ifade etmişlerdir.

İsyanın Piran Hadisesi’nden önce planlandığına dair gösterilen bir belge de, askerlerin Piran’ı asilerden geri aldıktan sonra, Şeyh Said’in biraderi Abdurrahim’in evinde kitaplarının arasında bulunan bir beyannamedir. Bu beyannamenin tarihi yoktur. Savcı Ahmed Süreyya bu belgenin beyannameden ziyade bir taahhütname niteliği taşıdığını ve belgenin Piran Hadisesi’nden önceki hazırlık safhasında hazırlanmış olan bir ahitname olması gerektiğini söylemiştir. Belgede, isyana fiilen katılmış olan Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in de imzası vardır.[479] Şeyh Said ifadesinde bu beyannameden haberi olmadığını ve beyanname ile aynı fikirde de olmadığını söylemiştir. Beyanname şöyledir:

Beyanname

Türk Cumhuriyeti’nin İslamiyet’e mugayir ahval ve harekât ve bilhassa muhibb-i İslamiyet olan Kürt eşraf ve hanedanına reva görmekte olduğu mezalim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri gazete ve evrak-ı resmiyelerinde okunuyor. Bunlar Ermenilere yaptığı muamele gibi Kürt müteneffizanına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu husus müzakere kılındığı ve karar verildiği de mevsuk menâbiden istihbar kılınmış ve buna dair birçok alâim mesbuk ve mevcut bulunmuştur. Salabet-i İslamiye ve asabiyet-i Kürdiyesi galeyana gelen birçok zevat bir cemiyet-i İslamiye teşkil ederek müstakil bir İslam hükümeti vücuda getirmek fikrindedirler. Allah muvaffakiyet versin. Amin. İşte İslamiyet’ten fersah fersah ırak olan ve adeta kadim putperestlik dini ihya ve ayin-i metrukelerini icraya hatve atan bu Türk laik hükümetinin izmihlaline çalışanlara an-samimü’l-kalp muavenet-i maddiye ve bedeniyede bulunacağımızı ve bu uğurda icap eden her türlü fedakârlığı ifada tereddüt ve rehavet göstermeyeceğimizi ve emin olduğumuz her ferdi her zatı bu hususa tahrik ve teşvik edeceğimizi taahhüt eylediğimizden işbu taahhütnamenin zirini bi’t-tav’ ve’r-rıza imza ve temhir eyleriz.

Mustafa Zülfi Ağazade,Molla Imranzade, Kürdiyanzade, Abdullahzade,Mustafa bin Zülfi oğlu Mehmed, Fahri, Abdurrahim, Diranlı Sofi Ömerzade Molla Bekir, Hacı Bedir AğazadeMehmed, Büyük Hacı Ağazade Hasan, Zülfi Perzid Ağazade, Hacı Ali Ağazade, Melamiyanzade Ahmed[480]

Savcı Ahmed Süreyya Bey’in şüpheli gördüğü diğer bir husus da; Şeyh Said’in Hınıs’tan Piran’a giderken ziyaret maksadıyla uğradığını söylediği yerlerde, ahalinin kalabalık bir şekilde onu karşılamaya çıkmalarıdır. Şeyh Said bunun memleketlerinde adet olduğunu ve kendisinin Piran’a her gittiğinde iki yüz, üç yüz kişinin kendisini karşılamaya çıktığını söylemiştir.[481]

Bir diğer mevzu, Piran’daki hadiseden birkaç gün sonra Hani ve Darahini’nin, Şeyh Said emir vermeden halk tarafından işgal edilmiş olmasıdır. Savcı, bu durumun isyanın daha önce planlanmış olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Bu konuda aralarında geçen konuşma şöyledir:

“Süreyya Bey: Darahini ne vakit işgal edildi? Siz asker mi sevk ettiniz? Siz nerede idiniz ve Darahini’nin işgali için emir verdiniz mi?

Şeyh Said: Darahini işgalinde Çemihini’de idim. Fakat işgal emri vermemiştim.

Süreyya Bey: Darahini işgaline siz emir vermediğiniz halde bir kuvvet çıkıp işgal ediyor. Şeyh Efendi’nin Piran’da bir vakası oluyor değil mi? Peki, siz Diyabekir’in, Hani’nin işgali için emir verdiniz mi?

Şeyh Said: Verdim. Kahkik’ten mesela Şeyh Abdullah’a, Şeyh Şerif’e, Şeyh Hasan’a emirler verdim. Darahini’yi ahali işgal etti.

Süreyya Bey: Hani’yi kim işgal etti?

Şeyh Said: Hani’yi de ahali işgal etti.

Süreyya Bey: Ya ahali bunu düşünmüş, size haber vermişler veyahut sizden emir almadan işgal ettiler. Bundan anlaşılır ki vaka musammemdir.

Şeyh Said: Bilmiyorum. Yalnız Piran vakasıyla bu patladı, ben de içinde idim, sonra başına geçtim.

Süreyya Bey: Ne için bu vaka Hani’nin, Diyarbekir ’in işgaline sebep oluyor da Sivas’ta bir kasabanın işgaline sebep olmuyor?

Şeyh Said: Hani için ne emir verdim, ne kâğıt yazdım. Hiçbir şey.

Süreyya Bey: Demek ki evvelce tasmim edilmiş bir şeydir?

Şeyh Said: Allahu Teâlânın emriyle her yerde birden patladı. Biz de kaçmadık inkâr etmiyorum. Patladıktan sonra elimden geldiği kadar çalıştım.

Süreyya Bey: Sizin emriniz olmadan Hani işgal edilirse siz ne zannedersiniz?

Şeyh Said: Ben yazmadım. Adam göndermedim ve bilmiyorum.

Süreyya Bey: Bu bir eser-i tertip değil midir, Size bir zann-ı yakîn gelmez mi?

Şeyh Said: Hayır, eser-i tertip olamaz.”422

Ahmed Süreyya Bey hatıralarında, Şeyh Said’in bazı şahıslara vermiş olduğu cephe kumandanlıklarının da çok önceden tespit edilmiş bir husus olduğunu;[482] [483] ayrıca Seyyid Abdülkadir’in, Palulu Kör Sadi vasıtasıyla İngilizlerle temasa geçtiğini, bunun da isyanın hazırlık safhası olduğunu söylemektedir.[484]

Bununla birlikte mahkeme dosyasında bulunan ve Ahmed Süreyya’nın, isyanın önceden planlanmış olduğunun en önemli delillerinden biri olarak gösterdiği 17 Ocak 1925 tarihli Şeyh Said’in Şeyh Şerife yazmış olduğu mektup şöyledir:

Hulefa-i Sebtiye-i Halidiye-i Nakşibendiyeden reşadetlü Şeyh Mustafa Efendi’nin mahdum-ı aliyyü’l-kadrleri reşadetlü Şeyh Şerif Efendi’ye

Reşadetlü Şeyh Şerif Efendi Hazretleri

Mahsusen selamlar ve dualar eylerim. Sıhhat ve afiyetinizin iş’arıyla memnunen ve mesruren müteşekkir oldum. Yarın bi-havlihi ve meşiyyetihi Teâlâ Sibsur’a, Abunur’a, Analu’ya ve andan Zeyneb’e geleceğim. inşallah Zeyneb’de zatınızla mülakat hâsıl olur. Mehmâemken sükûnet ve itminan matlubumdur. Bakalım takdir-i Cenab-ı Rabbü’l-izzet cellecelalehü ne surettedir ve neler zuhur eder ve biz de behemehâl Allahu Teâlânın zuhuratına tâbi olacağız. Hüseyin Efendi, gayrın kısrağı olan hayvanı sahibine teslim eylesinler ve paralarını Hanikliden alsınlar ve bir miktar emanetlerin Kiğı ’dadır. Serian celp ettirmek lazımdır. Ve’s-selâmualeyküm ve alâmenittebealhüdâ

17 Kanunusaniefrenci 1341 (17 Ocak 1925)

Palulu Mehmed Said en-Nakşibendi[485]

Bu mektup Piran vakasından 27 gün önce isyanın kumandanlarından Şeyh Şerife yazılmıştır. Ahmed Süreyya Bey, bu mektupta geçen “Kiğı’da olan emanetler”in Şeyh Şerife tahsis edilmiş silah ile cephaneler olduğunu ve ayrıca Şeyh Said’in “Allah’ın zuhuratına tabi olacağız” diyerek cahil ve mutaassıp olan Şeyh Şerifi dinî sözlerle bağlamaya çalıştığını söylemektedir.[486]

Şeyh Said’in damadı Şeyh Abdullah ve Kasım Bey, ifadelerinde Şeyh Said’in isyanın başlamasından önce Piran’a gelirken yolda söyledikleri hakkında bilgiler vermiştir. Savcı bunları da isyanın planlanmış olduğuna delil olarak göstermiştir. Zabıtnamede geçen bölüm şöyledir:

“Şeyh Abdullah: Evvelce Piran’a geçerken bana ve herkese teklif etti. ‘Hükümet bana vurmadıkça vurmuyorum. Bana vursun ben de vururum. Siz de vurunuz’ dedi. Kendine taraftar arıyordu, hatta ben reddettim, kabul etmedim. Bitlis Divan-ı Harbi’nin bunu istemesinden korktu.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi! Sen bunun mürettep olmadığını söyledin. Bak damadın ne diyor?

Şeyh Said: Benim de hükümete karşı isyanım mukarrer değildi.

Reis Müfid Bey: Demek mesele Bitlis Divan-ı Harbi’nin istemesinden zuhur ediyor. Gördün mü Şeyh Said Efendi; damadın ne söylüyor, yalan mı söylüyor damadın? Sen bir şey mi yapmıştın ki kaçacaktın

Şeyh Said: ‘Beni tutarlarsa kaçarım’ diyordum. Yusuf Ziya bir kere bizim eve gelmişti ve ‘olmaz, bu fikri terk ediniz’ dedim.

Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi sen daha evvel karar veriyorsun, damadına da malumat veriyorsun. Hâlâ da dinden şeriattan bahsediyorsun.

Şeyh Said: Bizim dinden başka bir fikrim yoktu, din içindi. Başka bir fikir yoktu.

ReisMüfid Bey: Kasım Efendi sen anlat. Yollardan geçerken ne söyledi, neler yaptı?

Kasım Bey: Mesmuatımız o idi ki, Şeyh Said ‘din için kıyam farz oldu’ demişti. ‘Bir Türk öldürmek yetmiş gâvur öldürmekten efdaldir’ demiş. Tedbirler için de görüştük, onlar hakkında arz-ı malumat ettim efendim.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi sana din bunu mu emir ediyor?

Şeyh Said: Sükût...”[487]

(...)

Ali Saib Bey: Şeyh Abdullah Efendi! Şeyh SaidPiran’a geçerken sana uğramış ve demiş ki: ‘Yusuf Ziya takip ediliyor, beni de ararlarsa bana muavenet edin.’ Böyle deyince sen ona ne dedin?

Şeyh Abdullah: Yusuf Ziya’nın bahsi olmadı. Divan-ı Harp’ten korktu. ‘Hükümet beni vurursa siz de hepiniz müdahale edin’ dedi.

Ali Saib Bey: Şeyh SaidEfendi, sen niye tutulmaktan vehmediyordun?

Şeyh Said: Tutulmaktan korkmadım. Niyabet geldi, şehadeti verdim.

Ali Saib Bey: Melekan’dan Şeyh Abdullah Efendi’ye ne dedin, nereden biliyordun böyle bir kıyamın vâki olacağını? Sen Şeyh Abdullah’a demişsin ki ‘Hükümet beni vurursa siz de benimle beraber olun.’ Ne için dini alet ediyorsun, sen kendi nefsini muhafaza için?

Şeyh Said: Dinimiz için söyledim, ahkâmının icrasını talep ettim. ‘Kıyam vuku bulursa siz de yardım ediniz’ dedim. Dinden maada katiyen bir fikrim yoktu.”[488]

Bu konuşmalardan sonra Ahmed Süreyya söze girerek, Kürt istiklal taraftarı olan Yusuf Ziya’nın davasına şahit olarak çağırılmasından korkmasının, kendisinin de bu teşkilâta dahil olduğuna işaret ettiğini, ayrıca isyanın erkenden başlamasına sebep olduğunu söylemiştir. Ayrıca Piran’a giderken uğradığı yerlere de sırf telkin ve tertip amacıyla gittiğini söylemiş ve şu soruyu sormuştur: “Kendisi bu iki cihetten hangisini kabul ediyor, şahsını kurtarmak için mi, yoksa din için mi mücadeleye davet etmiştir?”

Bundan sonra Şeyh Said: “isyan meselesi niyetimizde vardı. Bela, niyetimizde vardı. Hin-i vukuu (meydana gelme zamanı) malum değildi. Dinimiz için çalışalım diyorduk” demiştir.[489]

Diğer Sanıkların İfadelerine Göre İsyanın Tertibi

İsyanın kimler tarafından ne zaman planlandığı diğer sanıklara da yöneltilmişti. Sanıkların geneli isyanın Piran hadisesi ile başladığını ve başka bir şey bilmediklerini söylemelerine rağmen isyanın ileri gelen birkaç kişisinin farklı bazı açıklamaları olmuştur.

Şeyh Said’in hizmetkârlarından olan Maksud’un ifadesinde de şöyle bir konuşma geçmiştir:

“Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, Şuşar’da ahaliye ne söylüyordu?

Maksud: “Hükümet şeriatı kaldırmış ” diyordu.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi!‘Piran’a gelinceye kadar böyle bir fikrim yoktur’ diyordun. Bak adamın ne diyor?

Şeyh Said: Evvelce, Piran’a gelmezden evvel kıyama davet etmedim. Fakat ahval-i hazıradan bahsederdim. Neyi inkâr edeyim?”[490]

Şeyh Said’in Darahini İnzibat Memuru olan Fakih Hasan’ın ifadesinde de bu konuda önemli konuşmalar geçmiştir. Fakih Hasan isyanın önceden planlanmış olduğunu itiraf eder mahiyette açıklamalarda bulunmuştur. Hatta isyandan önce bir isyan hazırlığı olduğu konusunda Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’i uyardığını söylemektedir. Zabıtnamede geçen bölüm şöyledir:

“Reis MüfidBey: İsyan neden zuhur etmiştir? Sebebi nedir izah ediniz?

Fakih Hasan: ... Vakadan otuz gün evvel Şeyh Said köye gelmiş. Ahali istikbale gitti, ben de Şeyh’in yanına gittim. Orada şeriat bahsi oldu, ‘Sen tahriren müracaat et’ dedim. Kendisi benim sözümü tasdik etti. ‘Doğrudur, kıtale sebebiyet doğru değildir. Tahriren müracaat lazımdır’ dedi. Mebus-ı sâbık Hamdi Bey Dâhiliye Vekâletine ihbar verdi. Vali buna ‘yalandır’ diye Dâhiliye’ye tekzip etti, öyle mesele kapandı; Çapakçur’da Rüşdü Bey vardı.

Reis Müfid Bey: ‘Şeyh Efendi isyandan evvel geldiği zaman şeriat meselesi açıldı dediniz. Ne münasebetle açıldı.

Fakih Hasan: Konuşurlarken söyledi. ‘Bazı şeyler var ki şer-i şerife mugayirdir’ dedi. ‘Bunları kabul etmeyeceğiz, müdafaa edeceğiz ’ dedi.

Reis MüfidBey: O gün mevzubahis olan mesele yalnız şeriat meselesi miydi?

Fakih Hasan: Ben orada bir saat oturdum. Bundan başka bir şey görüşülmedi.

Reis Müfid Bey: Senin orada bulunduğun müddet zarfında şeriat meselesinden başka bir şey görüşülmedi mi?

Fakih Hasan: Hayır, Çapakçur’a geldim. Rüşdü Bey ihbariye verdi, vali onu tehdit etti, yine mesele kapandı. Çapakçur muallimi Mehmed Efendi de Dâhiliye’ye bir ihbariye verdi; Vali merkez vilayete celp ettirdi, azlettirdi. Sonra Lice’ye gönderdi, usat girince onu Lice’de katletti.

Reis Müfid Bey: Muallim ne gibi ihbarda bulundu; beyler ve aşâir arasında bir ihzarât var diye mi; sonra mahkeme bunu ne için mahkûm ediyor?

Fakih Hasan: isyan vuku bulacağına ve aralarında muhabereleri olduğuna dair ihbaratta bulunmuş. Vali, muallimi tazyik etti, azletti ve mahkemece üç aya mahkûm ettirdi. Hâlbuki sonradan meydana çıktı.

Reis Müfid Bey: Demek bu Piran’daki bir jandarma meselesi değil. Daha evvel tertip edilmiş öyle mi?

Fakih Hasan: Tabii tertip olmazsa bu rüya değil ki, nâgehan olsun.

Reis Müfid Bey: Bu isyan, acaba kaç sene evvel tertip edilmiştir? Sonra Mebus-ı sâbık Hamdi Bey, Rüşdü Efendi, bir de Muallim Efendi; bu isyanı daha evvel keşif ve ihbar etmişler. Siz bunu Darahini’deki mülakattan sonra mı anladınız?

Fakih Hasan: Bir ay evvel ben, Muallim’in, Hamdi ve Rüşdü Beylerin ihbarından anladım ve Vali’ye dedim ki ‘ihbarlar doğrudur. Yazınız, işi kapatmayınız’ dedim. Vali beni tekdir etti. ‘Asıl ve esası yoktur’ dedi.

Reis Müfid Bey: Siz oranın ileri gelenlerinden olduğunuz halde bir ay evvel haber alıyorsunuz da, orada yabancı bir muallim sizden daha evvel haber alıyor. Bu nasıl olur?

Fakih Hasan: Şeyh Said Efendi, Erzurum’danyeni gelmişti, Çapakçur’a geldi. Muallim Çapakçur’da haber almış olacak.

Reis Müfid Bey: Demek ki bu isyan aylarca evvel tertip edilmiş.

Fakih Hasan: Onların verdiği ihbarların doğru olduğu ve müretteb olduğu kanaatindeyim.

Reis MüfidBey: Bu tertibatı yalnız Şeyh Said Efendi mi yapıyor?

Fakih Hasan: Köylerde şeriat bahsi açılınca hepsi kabul ediyor ve iştirake söz veriyorlardı. Sonra Piran’da vaka çıktı, büyüdü.

Reis Müfid Bey: Bu jandarma vakası olmasaydı bu isyan ne zaman zuhur edecekti?

Fakih Hasan: Jandarma vakası olmasaydı isyan çıkar mıydı yoksa tahriren mi teşebbüsatta bulunulurdu bilmem.[491]

(...)

Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi, uyuyor muydun? Bak, Hasan Fakih Efendi’ye ‘kıyam edelim’ demişsin.

Şeyh Said: Hayır, uyumuyordum. Dedim ki ‘biz müracaat edelim, hükümetimize bildirelim ve tasdik ettirelim’ dedim.”[492]

Fakih Hasan Mahkemedeki ifadesinde isyanın daha önce tertip edilmiş olduğunu söylemesine rağmen, Şeyh Said namına yazmış olduğu bir mektupta isyanın ani olarak ortaya çıktığını ve vaktiyle konuşulup düşünülmediğini söylemektedir. Mektup 16 Mart 1925 tarihinde Piçar Beylerinden Salih, Mustafa ve Mahmud Efendilere; onları ittifaka dahil etmek veya tarafsız kalmalarını sağlamak amacıyla yazılmıştı. Mektupta konuyla alakalı geçen kısım şöyledir:

...Kardeşlerim bizimle müttehid olmanız ve bizlere muavenet-i lazımede bulunmanızı vaktiyle sizlere arz-ı malumat edilmediğinden kusurumuz varsa da bu kusurda sizleri nazar-ı ehemmiyete almamak fikrine mebni değildir. Zaten bu mesele pek ani olarak zuhur etmiş yani vaktiyle görüşülmüş, konuşulmuş değildir; buna iman etmelisiniz. Mamafih maksadımız, âmâl ve gayemiz din-i mübin-i Islamiye’yi âli tutmak ve şeriat-ı garra-yı Ahmediye’yi düstur ittihaz etmek ve dinsizleri mevki’-i ikbalden düşürmektir. Şu hale nazaran sizlerin muhalif kalmanız mugayir-i hak ve hakikat olmakla sizin için insafsızlıktır. Bunu asalet ve necabetinizle, akaid-i Islamiye’nize de muvafık değildir. Muhalif bulunmanız netice itibariyle hakkınızda iyi değildir...”[493]

İsyanın tertip edilmesi veya hazırlanmış olması hakkında ilginç konuşmalardan biri de Hanili Salih Bey’in müdafaasında geçmektedir. İsyanı vahşiyane bir miting olarak niteleyen ve cinnet hali ile bütün halkın isyana iştirak ettiğini söyleyen Salih Bey, Hükümetin şeriata muhalif icraatlarının isyanı hazırladığını ifade etmiştir. Mahkeme Reisi ile arasında geçen konuşma şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Bu vahşiyane mitingi niye tertip ettiniz, medeni bir şekilde miting tertip edemez miydiniz?

Hanili Salih Bey: Başka çaresini bulamadık. isterseniz isyan deyiniz, ben böyle telakki ediyorum.

Reis Müfid Bey: Sizi Şeyh Said Efendi mi iğfal etti, yoksa bu cereyana kendiliğinizden mi kapıldınız?

Hanili Salih Bey: Hayır, ben iğfale kapılacak adam değilim. Şeyh Said Efendi bir kibritti, o olmasa idi başka birisi yapardı. Şeyh Said Efendi ne beni kandırabilir ne de icbar edebilir.

Reis Müfid Bey: ‘Şeyh Said Efendi bir kibritti, kabiliyet hazırlanmıştı ’ demiştiniz. Demek ki evvelce tertip edilmiştir?

Hanili Salih Bey: Şüphesiz hazırlanmıştı. Hükümetin mugayir-i şer’-i şerif harekâtı bu vaziyeti ihzar etmişti.

Reis MüfidBey: Ne vakitten beri hazırlanmıştır?

Hanili Salih Bey: Geçen sene, işte o tarihte.

Reis Müfid Bey: Ne suretle hazırlanmıştır?

Hanili Salih Bey: ‘Tertip edilmişti’ başkadır, ‘hazırlanmıştı ’ başkadır. ‘Hükümetin harekâtı hazırladı’ dedim.

Reis Müfid Bey: Halkın bu teessüratını hissedip de bu fertleri toplayan kimdi?

Hanili Salih Bey: Fertleri toplayanyoktu. Herfertte bir teessür görüyordum. Önayak olan kimse yoktu. Bilahare Şeyh Said Efendi geldi. Tesadüftür.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi olmasaydı bu iş yine olacaktı, öyle mi?

Hanili Salih Bey: ihtimal başka bir sebep yine bu hadiseyi meydana getirebilirdi. ”494

İsyan’ın planlanmış olduğu ve hazırlık safhasıyla ilgili en geniş bilgiyi veren Kasım Bey olmuştur. Daha önceki bölümlerde Kasım Bey’in bu ifadelerine yer verilmişti. Özetle Kasım Bey ifadesinde Şeyh Said’in, Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid Bey ile olan ilişkilerini; gizli bir Kürt örgütünün faaliyetlerini anlatmış ve isyanın birkaç yıldır gizlice hazırlanmakta olduğundan bahsetmişti.

Raporlara Göre İsyan Hazırlıkları

İsyan sırasında bölgede bulunan nahiye müdürü, kaymakam ve jandarma kumandanı gibi bazı devlet görevlilerinin isyanla ilgili olarak hazırladıkları ve İstiklal Mahkemesine veya askeri makamlara sunmuş oldukları raporlar bulunmaktadır. Bu raporlarda isyanın hazırlık aşaması ile ilgili bilgiler verilmektedir. Bölgede yaşayan ve bir kısmı bir süre asilerin elinde esir olarak kalmış olan bu memurların anlattıkları önemlidir. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki bu kişilerin vermiş oldukları bilgilerin geneli esaret altında kaldıkları zaman duyduklarına dayanmaktadır.

Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey, 5 Mayıs 1925 tarihinde, İstiklal Mahkemesi Savcısı’na yazılı olarak verdiği ifadede 1924 senesi Ağustos ayı içerisinde Şeyh Said’in, Çapakçur kazasının Çan köyüne gelerek kayınbiraderi Şeyh İbrahim’in evinde Çan şeyhleri, Fakih Hasan ve civar köylerden gelen ağalar ile birlikte hükümet aleyhine tertibat aldıklarını, aynı zamanda Darahini vilayetinde Darahinili Yusuf Ağa’nın hanesinde de bir kongrenin toplandığını söylemiştir. Nahiye Müdürü, yapıldığını söylediği bu iki kongreyi Çapakçur’da esir bulunduğu sırada “şayian” işittiğini söylemektedir. Hüsnü Bey, Çan ve Darahini’de yapılan bu kongreden, daha önce 25 Nisan’da 7. Fırka’ya yazdığı raporda da bahsetmiştir.[494] [495]

Ayrıca Hüsnü Bey, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın isyandan önce koyun satmak bahanesiyle İstanbul’a ve Halep’e gittiğini, kardeşi Tahir’in ise Diyarbekir ve Lice’ye sık sık gidip gelmesi dolayısıyla isyanın asıl tertipçilerinin; İstanbul, Ankara, Diyarbekir ve Lice’de olmaları gerektiğini de söylemiştir. İsyanın asıl müessirlerinin kendince henüz meçhul olduğunu söyleyen Hüsnü Bey şunları da söylemiştir: “Şeyh Said ve avanesinin Hükümet-i Cumhuriyemiz aleyhinde isyan edecek kadar milliyet duygusu, akıl ve zeka ve sairesi olmadığından bunları tahrik eden müessirlerin behemehal vilayet merkezlerinde bulunması kadar bedihi bir şey olamaz. Makam-ı âlilerinin bu şahısları tezahür ettireceği katidir.”

Hüsnü Bey, 14 Şubat 1925 tarihinde isyancılar tarafından Serdi köyüne getirildiği zaman Şeyh Said’in kardeşi olan Şeyh Tahir’in şunları söylediğini de ifade etmiştir: “Dinsiz Türkler bizi yalnız zannetmeyiniz. Bizim her yerde adamlarımız vardır. iki tanesini söyleyeyim. Liceli Fehmi, Diyarbekirli Doktor Fuad; bunları Halep’e gönderiyoruz. Biz top, tüfek, asker de buluyoruz.” Hüsnü Bey verdiği ifadede, Şeyh Tahir’in bu sözlerinden, isyancıların Diyarbekir ve Halep’le de muhabereleri olduğunun anlaşıldığını söylemektedir.[496]

Lice Kaymakamı Asım Bey, 26 Mayıs 1925 tarihli raporunda isyanın başlamasından ve Şeyh Said’in Piran’a gelmesinden önce yapılmış olan kongre ve toplantılarla ilgili diğer raporlara göre ayrıntılı bilgiler vermektedir. İsyanı tahrik ve teşvik edenlerin şeyhler, fakihler, mollalar, beyler, ağalar ve köy kâhyaları olduğunu söyleyen Asım Bey; isyanı Şeyh Said’in, Piran Hadisesinden önce geçtiği kasaba ve köylerde yaptığı toplantılarda tertip etiğini ifade etmiştir.

Asım Bey’in anlatımına göre; ilk büyük kongre, kış gireceği sırada Çapakçur’a bağlı Çan köyünde otuza yakın Çan şeyhinin ve uzaktan yakından bir takım kişilerin katılımıyla Şeyh Said’in başkanlığında yapılmış ve gizli kararlar alınmıştır. İkinci mühim toplantı kış girdikten sonra Tavsala’da Haydar Ağa’nın evinde yapılmıştır. Üçüncü toplantı ise 5-7 Şubat 1925 tarihlerinde Lice’de Kazım Bey’in konağında yapılmıştır. Bu toplantıda Lice ahalisi arasındaki parti çekişmelerine son verilmiş, hatta Müftüzade Said ayağa kalkarak: “Artık aramızda bir şey kalmadı. Hepsi ile kardeş oldum” gibi sözler söylemiştir. Şeyh Said de aynı toplantıda “Erzurum Daru’l-muallimin Mektebinde, muallimler tarafından ‘insanların aslı maymundur ’ gibi sözler söylediklerinden talebelerden birçoğu bunun üzerine mektebi terk etmiştir” diye beyanatta bulunmuştur. 8 Şubat 1925 Pazar gecesi Derkam köyünde Ahmed Bekir Komu’nda, Ahmed Kahya nezdinde gizli bir toplantı yapan Şeyh Said, 9 Şubat 1925 Pazartesi gecesini ise Serdi köyünde geçirmiş ve orada da gizli toplantılar yapmıştır. Dördüncü önemli toplantıyı ise 9 Şubat 1925 gecesi Hani’de Salih Bey’in evinde, Hanili şeyh ve beylerden müteşekkil bir grupla yapmış ve isyan meselesi Salih Bey’in evinde kesinleştirilmiştir. Ayrıca Hani’de Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i barıştırmıştır. Beşinci toplantı ise 11 Şubat 1925 tarihinde Piran’da olmuştur. Bu toplantıya Şeyh Abdurrahim, Kör Muallim Fahri, Piran ağaları ve Şeyh’in beraberindekiler katılmıştır ve bu toplantıdan sonra isyan orada başlamıştır. Bununla birlikte raporda, birinci toplantıyı takip eden günlerde Şeyh Said’in, Hacı İbrahim Bey’e “Ahvali görüyorsun bu ahir (...?) din zaafa uğruyor, ben yetmiş sekseni, sen de altmışı buldun, bundan sonra başımıza gelecek akıbetten endişeye mahal yoktur” tarzında bir şeyler söylediği de yazmaktadır.

Asım Bey’in raporunda, isyandan önce Şeyh Said’in söylediği ve isyan için daha önce hazırlıklar yapıldığına dair bazı sözleri bulunmaktadır. Asım Bey bunları Meclis idare azası Molla Mustafa’dan aktarmaktadır. Raporda, Şeyh Said’in ilk defa Lice’ye geldiği ve oradan Hani’ye doğru yola çıktığı gün, Liceli Molla Mustafa’nın kardeşlerinden Abdülbaki’nin Lice Belediye Meclis Azasından Ali Ağa’ya “Şeyh Said, Hizan’da mukim MehmedSelim Efendi’ye ve Silvan’da mukim Şeyh Şemseddin’e uğrayacaktı, uğramadı bu iş çürüktür. ” dediğini yazmaktadır. Ayrıca yine raporda, Asım Bey’in Molla Mustafa’dan duyarak aktardığına göre, Şeyh Said başlangıçta Hınıs aşiretleri ile Halid Bey, Musa Bey ve Yusuf Ziya Bey’le bir sene önce müşavere ve müzakere etmiş ve “Burası Kürdistan’dır. Türkiye Hükümeti dinimize halel getiriyor. Ya telgraf yazarız veya bir şey yaparız, buna bir çare buluruz” demiştir.[497]

Erganimadeni jandarmalarından Mülazim-i sani Hüseyin Hüsnü, Eğil Takım Kumandanı Mülazım-ı sani Mustafa Hamdi ve Erganimadeni Merkez Takım Kumandanı Tahir Sami Beyler hazırladıları raporda Piran Hadisesi’nden sonra asilerin esaretinde kaldığı zaman; Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in, 1919 senesinden beri gayet gizli bir şekilde çalıştıklarını ve Şeyh Said’de iki yük madeni altın bulunduğunu söylediğini ifade etmişlerdir.[498]

Bir diğer rapor Lice Jandarma Kumandanının hazırlamış olduğu 13 Nisan 1925 tarihli rapordur. Rapora göre Şeyh Said’in 5 Şubat’ta büyük bir debdebe ile Lice’ye girmesi, Lice Jandarma Kumandanı Ziya’nın dikkatini çekmişti. İngilizlerin Musul meselesini kazanmak için para kuvvetiyle bazı adamları elde ettiğine dair gelen gizli tamimlerin de doğruluğunun güç kazanmış olduğundan bahseden komutan, bu şüpheli durum üzerine Şeyh Said’i gözlem altına almış ve misafir olduğu hanedeki hizmetkârlardan birisinin babasını elde ederek bazı bilgilere ulaşmıştır. Jandarma Komutanı hazırlamış olduğu raporda bu bölümü şöyle anlatmaktadır: “Şeyh zahiren cevami ve mesacitte ahaliden ve bilhassa beylerden yekdiğerine dargın olanları barıştırmış ve buradan hareketinden bir gece evvel nısfülleylden (gece yarısı) sonra ta sabaha kadar Bilal Efendizade Fehmi,Müftü’nün oğlu Said ve Tahir Ağalar dahil olduğu halde bir içtima-ı hafi (gizli toplantı) yapmışlar vepederi elde edilen hizmetçinin Şeyh’e kahve götürdüğü bir zaman işittiğine nazaran, Kürdistan kıyamı için henüz vaktin gelmediği ve Nisan 341 ayının mutasavver (tasarlanmış) kıyamın icrası için pek müsait olduğunu, Şeyh tarafından söylendiği halde Fehmi ile Hoca Said tarafından vaktin en müsait zaman olduğunun ileri sürüldüğü işitilmiş vepederi vasıtasıyla acizlerine bu malumat iblağ edilmiş idi.”4" İsyanın Nisan ayı içerisinde başlamasının planlandığını söyleyen jandarma komutanı, Piran’dakijandarma hadisesinin planlanmış olan isyanın Nisan ayından önce başlamasına sebebiyet verdiğini de söylemektedir.

Raporlarda önemli bilgiler verilmekte birlikte dikkati çeken birkaç husus vardır. Birincisi devlet görevlileri bu raporları asilerin elinden kurtarıldıktan sonra yazmışlardır ve anlatmış oldukları esir kaldıkları zaman duyduklarına dayanmaktadır. Bir diğeri Lice Jandarma Kumandanı, Şeyh Said’in isyandan önce Lice’ye geldiğinde yaptığı toplantıdan ve bir muhbir vasıtasıyla, isyancıların hangi tarihte isyana başlayacaklarını öğrendiğinden bahsetmektedir. Ancak isyan başlamadan önce elde etmiş olduğu bu istihbaratı gerekli makamlara bildirmiş olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir.

İsyan Hakkında Yapılan İhbarlar

İsyan başlamadan önce bölgedeki gelişmeleri ve isyan hazırlıklarını yetkili makamlara bildiren veya bildirdiğini iddia eden kişiler olmuştur. Bu ihbarlar İstiklal Mahkemesi yargılamaları sırasında gündeme gelmiş ve isyanın önceden planlandığının delillerinden biri olarak kullanılmıştır. [499]

İhbarların bir kısmı isyandan iki sene öncesine kadar gitmektedir. Mebus Hamid Bey ve Binbaşı Kasım Bey’in ihbarları bu şekildedir. Bu ihbarlarda bölgedeki gelişmelerden, Kürtçülük faaliyetlerinden bahsedilmekte ve daha çok Azadi olarak bilinen Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti ile adı geçen kişiler hakkında bilgiler verilmektedir. M. Şerif Fırat’ın Hormek aşireti tarafından verildiğini söylediği ihbarda bu niteliktedir. Çapakçur Başmuallimi Mehmed Zeki Bey’in verdiği ihbarların ilki ise isyandan altı ay öncesine dayanmaktadır. Bunların yanında isyandan birkaç ay önce ihbarda bulunduğunu iddia eden kişiler de vardır. Doğrudan hükümete yapılan ihbarların yanında, ihbarların bölgede iletildiği şahıs, Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’dir.

Hormek Aşiretinin İsyan Hakkındaki İhbarı

1921 yılından beri hazırlık aşamasında olan irtica hareketinin 1924 yılına gelindiğinde şiddetlendiğini, fakat isyan bölgesindeki idare memurlarının Cibranlı Halid’in adamları tarafından aldatılması sonucunda durumun üst makamlara yazılmadığını söyleyen M. Şerif Fırat, ayrıca “Bu irtica hareketini ilk önce gizli bir mektupla GaziMustafa Kemal’e arz eden Varto’daki Hormek aşiretinin aydınları olmuştu. ...Bu haberden sonra büyük kurtarıcı 1924 Ekim ayında Pasin depreminden ötürü Erzurum’a gelmişti. Erzurum yurtseverlerinden ve idare makamından edindiği tahkikatta ve Cibranlı Halid’in bizzat gösterdiği muhalefetten, yakında isyanın başlayacağını anlamış ve Ankara’ya dönerken Yusuf Ziya, Cibranlı Halit ve arkadaşlarının yakalanma emrini buyurmuştu.” demektedir.[500]

Fırat’ın iddiasına göre Hormek aşiretinin isyan hakkında vermiş olduğu bir diğer ihbar, Şeyh Said’in 4 Ocak 1925 tarihinde yapılan toplantı akabinde Hormek aşireti reislerine gönderdiği mektup sonrasında olmuştur. Fırat’ın anlatımına göre Kırıkhan’da yapılan toplantıda bulunan aşiret ağaları ve hocalar; Varto ve Hınıs bölgelerinde bulunan Alevi aşiretlerinin bu cihada katılmadıkları takdirde işin güçleşeceğinden bahsetmiş, bunun üzerine Şeyh Said, Varto’daki Hormek aşireti ağalarına bir mektup yazmıştır. Hormekliler bu mektubu aldıktan sonra isyana karşı duracaklarını bildirerek, mektubu Varto Kaymakamı Sırrı Bey’e göndermişlerdir. Böylece isyana karşı hükümet tarafından gereken tedbirlerin alınmasını sağlamışlardı.[501] M. Şerif Fırat’ın kitabında geçen ve Hormek aşireti reislerine gönderildiği söylenen mektup şöyledir:

Hormek aşireti rüesasından Halil, Veli ve Haydar Ağalara

Esselamün-aleyküm, rahmetullahi ve berakatihi, lehülhamd, velminne, hidayet-i rabbani ile din-i mübin-i Ahmadiyi kafir olan Mustafa Kemal’in yed-i zulmünden tahlis etmek gazası niyetiyle Şuşar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden Lailahaillallah Muhammeden resulallah diyen bütün İslam müvehhitleri üzerine farz olduğundan minnelkadım memleketimizde büyük bir gayret ve şecaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garra-yı Ahmedi’yeye ve bu cihad-ı ekbere itba, edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühelensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhitlerin elinden kurtaralım, size istediğinizyerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi kendisi gibi dinsizyapacaktır. Bunlarla cihatfarzdır. Yacuhidu yukatilufisebilillah 4 Kanunusani 1341 (4 Ocak 1925) ElseyitMuhammet Saidi Nakşibendi.[502]

Fırat, ayrıca 4 Ocak 1925 tarihinde yapılan toplantıda, Şeyh Said’in yazmış olduğu bir fetvadan bahsetmektedir. Bu fetvada yine Fırat’ın kitabında geçtiği şekilde şöyledir:

“Kurulduğu günden beri din-i muabin-i Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal’e arkadaşlarının, Kuran’ın ahkâmına ayıkırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkar ettikleri ve Halifeyi İslamı sürdükleri için gayr­ı meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyet’e tabi olanların mal ve canlarının şeriatı gurrayı Ahmediye’ye göre helal olduğu ve saire.”[503]

İsyanın başlamasında yaklaşık bir ay önce yazılmış olduğu söylenen bu fetva ve mektup, -şayet doğru ise- isyanın hazırlıklarının çok önceleri başladığını göstermektedir. Ancak Şeyh Said’in muhakemesi sırasında, isyandan önce yapılan bazı ihbarlar mahkemede gündeme gelmiş ve Savcı bunları Şeyh Said’e sormuştur. Fırat’ın kitabında geçen ve Hormek aşiretinin yapmış olduğunu söylediği bu ihbar, mektup ve fetva, muhakeme sırasında gündeme gelmemiştir. Ayrıca mahkeme dosyasında bunlarla ilgili bir belge bulunmamaktadır. Fırat’ın Varto Kaymakamı Sırrı Bey’e verildiğini söylediği ve Şeyh Said’e ait olan mektubun, kaymakam tarafından, delil olarak İstiklal Mahkemesine gönderilmiş olmaması, bu mektupların gerçekliğine şüphe düşürmektedir.

Çapakçur Başmuallimi Mehmed Zeki’nin İhbarları

Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin yapmış olduğu ilk ihbar 26 Ekim 1924 tarihinde tutmuş olduğu bir zabıt varakasına dayanmaktadır. İsyandan yaklaşık beş ay önce hazırlanan bu tutanağa göre, Kadımadrak köyünden Hacı Mehmed adında birisi, Çapakçur merkezinde, hükümet maliye dairesinde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Paşa aleyhinde sözler söylemiş ve aynı sözleri daha sonra başka ortamlarda da pervazısca sarf etmiştir. Ayrıca zabıt varakasına göre; Kürtçülük zihniyeti ile hareket eden Hacı Mehmed; Mustafa Kemal’in haccı kaldırdığını ve İslamiyet’e darbe vurduğunu söylemiş, hükümet aleyhinde konuşarak “Hükümet bizden ne kadar uzak durursa başımız gaileden kurtulacak” demiştir. Muallim Mehmed Zeki Efendi bu konuşmalara şahit olan kişilerin de isminin olduğu bir zabıt varakası tutmuştur. Bu zabıt varakasında beş kişinin ismi yazmasına rağmen sadece eski Genç Mebusu Hamdi Bey bu belgeyi imzalamıştır. Tutulmuş olan bu zabıt varakası 3 Kasım 1924’te eski Genç Mebusu Hamdi Bey’in yazdığı ihbar ile birlikte Dahiliye Vekâleti’ne sunulmuştur. Zabıt varakası şöyledir:

Zabıtvarakası

Kadımadrak karyeli Hacı Mehmed’in Çapakçur merkezinde hükümette maliye dairesinde Hükümet-i Cumhur iye aleyhinde ve bilhassa Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri hakkında ber-vech-i zir lisandırazlıkta bulunmuştur. Şöyleki: Ferâiz-i ilahiyeden birisi olan “Hac” ki bi’l-umum Müslümanların gitmesi ve hatta bizim gibi zenginlerin tekar ziyareti lazım iken “Kemal’in” bırakmadığı açık bir lisan ilefikri gıcıklamak, Kürtçülük zihniyetiyle “Kemal’in” Islamiyete bir darbe vurduğunu söylemiş olup sâmiûn ve hâzirun ise birer suretle mukabele de bulunmuşlardır. Ezcümle Mal Muavini Sıdkı Efendi hac feraiz-i ilahiyeden olduğu gibi insanların kendi yanlarında hac sevabına nail olacak hasenat ve hayırlar mevcuttur. Şayet bufikir-i hacdan bahsediliyorsa!Mesela Hacımadrak üzerine bir köprü yapılsın gibi. Işte, maruz muhavere esnasında Çevlikli tüccar esnafından Mahmud Çavuş, Tapu memuru Abdulhalim, Merkez tahsildarı Halid, Mal Müdürü refiki Bedri Beyler mevcut idiler.

Aynı günde kendi hanesine avdetle akşamla yatsı arasında yine Çapakçur’daki söylemiş olduğu ve Hükümet-i Cumhuriye aleyhindeki hezeyanları bilâ-perva Genç Mebus- ı sabıkı Hamdi Bey, Çanlı Şeyh Said Efendi, karye-i mezkure ahalisinden Ahmed Şemdin, Ahmed Haço ve saireler huzurunda malumat furuşlukta bulunmuş evvelki sözlerini teyit ve tekrar etmiştir. Vicdanımızın sada-yı zindegisi işbu malumatı zabt ve kayt eylemeye sevk eylemiş, mesele-i maruzada Mebus-ı sabık Hamdi Bey de mevcut bulunmakla tasdik buyurmayı fariza-i zimmet addeylemiştir. Elyevm yine üçüncü sabah muhaveresinde hükümetin hiç bize lazım olmadığını, hükümet bizden ne kadar uzak olursa başımız gâileden kurtulacağını da yine Çanlı Şeyh Said, mezkur karyeli Jandarma Seyfi, Mebus-ı sabık Hamdi Bey mevcut idiler. Merkumun hulasa-i fikri her-bar hükümet-i hâzıramız aleyhinde bulunduğunu mübeyyin işbu zabıt varakası bi’t-tanzim imza kılındı.

26 Teşrinievvel 340 (26 Ekim 1924)

Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed

işbu zabıt varakası münderecatının cereyan-ı hale muvafık ve hakikate mukarin bulunduğu tasdik olunur

Çanlı Şeyh Said (imza etmemiştir), Karye-i mezkur eli Ahmed Haco (imza etmemiştir), Karye-i mezkureli Ahmed Şemdin (bu dahi imza etmemiştir.), Karye-i mezkureli Jandarma Seyfi (imza etmemiştir.), Kadımadrak karyesinden GençMebus-ı sabıkı Hamdi (imza)504

Bu ihbar üzerine Dahiliye Vekâleti’nin emriyle Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey tarafından bir tahkikat yapılmıştır. Yapılan tahkikatta Hacı Mehmed, hükümet aleyhinde bulunduğuna dair iddiaları kabul etmemiş ve Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin göstermiş olduğu şahitler de Hacı Mehmed’in lehine ifade vermiştir. Bunun üzerine Kaymakam, asılsız ihbarda bulunduğu gerekçesiyle Muallim Mehmed Zeki aleyhinde bir fezleke hazırlamıştır.

Bu arada Çapakçur Kaymakamlığının bildirmesi üzerine Genç Valisi tarafından alınan bir kararla 6 Ocak tarihinde Muallim Mehmed Zeki görevden alındı. Görevden alınma sebepleri göreve devamsızlık, ücretsiz dağıtması gereken kitapları fahiş fiyatlara satmak ve okul namına gönderilen paraları zimmetine geçirmek fiilleri zikredilmektedir. Genç Valisi bir yazısında bu görevden almanın Hacı Mehmed olayı ile ilgisi olmadığını söylemektedir.

Mehmed Zeki görevden alınınca aynı gün eski Mebus Hamdi Bey’in teşvikiyle Mustafa Kemal Paşa’ya ve Dâhiliye Vekâletine telgraf çekmiştir. “Kürtçülük propagandası ve esrarı” başlığı altında çektiği telgrafta, ailesi ve kendisinin hayatının tehlikede olduğunu ve Hacı Mehmed’in propagandada bulunarak suikastler tertip etmekte olduğunu bildirmiştir.[504] Muallim’in çekmiş olduğu telgraf şöyledir:

Ankara Türkiye Cumhuriyeti Reisi Tahlis-iVatan Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerine.

Sureti Dahiliye Vekâlet-i Celilesine.

Kürdçülük propagandası ve esrarı hakkında hükümet-i mahalliyece ifademin ahzına irade buyurulmuştur. Bu muhitte bilhassa Genç vilayeti dâhilinde hissiyat ve hayat­ı memuriyetim ve efrad-ı ailemin hayatı hemen tehlikeye maruzdur. ifade vermekten tevahhuş ve hazer eylerim. Kadımadraklı Hacı Mehmed serbesttir. Propagandası, tehdidi, hükümet-i hazıra aleyhindeki mefsedet, melanetler tertibi ve şahsi suikast ihzaratındadırlar. Bu hususlarda evvela hayatımızın her suretle taht-i tehdide aldırılmasına muntazar halet-i nez’de olanlara merhamet talep, hükümet-i milliyenin adaletine dehalet ederim. Ta ’cil buyurulsun efendim.5 Kanunusani 341 (5 Ocak 1925)

Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed Zeki Dündaralp[505]

Bu telgraf üzerine Dâhiliye Vekâleti, Genç Vilayetine yazdığı yazı ile konu hakkında izahat istemiştir. Bunun üzerine Vali, Jandarma Kumandanı ile birlikte tekrardan Muallim’in ifadesini almış ve tahkikat yapmıştır. Vali, Dahiliye Vekâleti’ne cevaben yazdığı 13 Ocak tarihli yazı da Muallim Mehmed Zeki Bey ile eski Mebus Hamdi Beylerin, başka kişilerle olan şahsi husumetlerine siyasi bir şekil vererek asılsız ihbarlarda bulunduklarını ve bu kişilerin Bitlis Divan-ı Harbine sevk edilmelerini belirtmiştir. Genç Valisinin cevabi yazısı şöyledir:

“Muallim’in alınan ifadesinde hezeyanlarından hiç birisini ispat edememiş ve hiçbir delil ve emare gösterememiş ve güya hayatı tehlikede bulunduğundan Ankara’da ifade verebileceğini söylemiştir. Kadımakraklı cahil Hacı Mehmed ise böyle birşeyden katiyen malumatı olmadığını ifade ve haricen yapılan tahkikat da onu teyit etmektedir. Mebus-ı sabık hakkında mükerreren arz edildiği vechle mumaileyh Hamdi ve Muallim Mehmed Efendilerin husumet-i şahsiyelerine siyasi bir şekil vererek hükümet-i Cumhuriyemiz aleyhinde bulunmalarına ve Kürt hükümeti tesis etmelerine dair bu muhitte asıl ve esastan âri meseleler ihdas suretiyle halktan, mebuslardan bazılarını lekelemek, hükümet nazarından düşürmek ve mutazarrır etmek istedikleri anlaşılmaktadır. Bunların bu gibi su-i hal ve iftiraları muhitin efkar-ı ammesine pek su-i tesir icra ve asayiş-i umumiyeyi ihlal etmekte olduğundan bu gibi iftira ve cereyanlara nihayet verilmek ve yekdiğeri haklarında burada siyasi malumatlarını ve iddialarını ispat etmek üzere her ikisinin Bitlis Divan-ı Harbine izamlarına müsaade buyurulması selamet-i vatan namına maruzdur”

Valinin, Dahiliye Vekâleti’ne bu telgrafı çektiği aynı gün 13 Ocak’ta Muallim de bir telgraf çekerek susması ve ifadesini değiştirmesi için Genç valisi tarafından kendisine işkence, tehdit ve baskı yapılmaya başlandığını, memuriyetine son verildiğini bildirmiş ayrıca ifadesinin Ankara’da alınmasını istemiştir. Muallim çekmiş olduğu bu telgraf şöyledir:

Ankara Türkiye Cumhuriyeti Reisi Tahlis-i Vatan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.

Cereyan ve mesail-i mühime-i Kürdiyeyi himaye tarikiyle bilhassa Hacı Mehmed’i ihbar eylediğime rağmen sükût ve tebdil-i ifade eylemekliğim için Genç valisi İsmail Hakkı Bey tarafından işkence, tehdit ve tazyika başlanıldım. İstirahatlerinin temini için memuriyetlerime hâtime çektiler. Değil memuriyetim zat-ı halaskârileri gibi dühat ve mukaddes Cumhuriyetimiz uğruna canım ve efrad-ı ailemi fedaya müheyyayım. İfademin Hükümet-i Cumhuriyenin makarrı olan Ankara vilayeti merkezinde ahzına irade buyurulmasını sabırsızlıkla beklerim efendim.13 Ocak 341 (1925)

Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed Zeki Dündaralp507

Mehmet Zeki Efendi bu telgraftan iki gün sonra 15 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf daha çekmiştir. Bu telgrafında vaziyetin günden güne vahim bir hal aldığından, Hacı Musa Bey’in tesiriyle Bitlis eşrafından Hacı Necmeddin’in torunu olan ve bir Kürt casusu olan Sıddık’ın Çapakçur Başmuallimliğine kendi yerine tayin edildiğinden bahsetmiştir. Ayrıca hem Çapakçur’da bulunan Kürt cemiyetinin varlığından hem Vali’nin bu işlere sessiz kaldığından hem de memleketin başına gelebilecek muhtemel bir ihtilalden bahsetmiştir. Muallim Mehmed Zeki Bey’in son telgrafı şöyledir:

Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti Reisi Tahlis-i Vatan Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine

Meşhur Hacı Musa Bey Genç vilayetine kadar gelmemiş ise de tesir-i nüfuzu ve hafiyeliği ile Bitlis eşrafından Hacı Necmeddin hafidi Sıddık gelerek Çapakçur Başmuallimliğine muallimlik şeraitini hâiz olmadığı halde bilâ-imtihan Kürdçülük kuvveti tesiriyle tayin edilmiş ve ettirilmiştir. Bu tesir ve tehdit ahengine Çapakçur kaymakamı da serfüru eylemiştir. Vali Bey ’den sorulsun ki hüviyetini tedkik eylemediği efendi kıyafetindeki bir Kürd casusunu hangi kuvvetin tahtında muallimliğe tayin etmiştir? Vilayetten ve Çapakçur merkezlerinden bu kabil memur kıyafetli Kürd, yerli ve hariçten eşhas-ı muzırra da gelmektedir. Acaba Çapakçur’da böyle bir kuvvetli cemiyetin mevcut olduğu hissedilmedi mi? Edilmiş ise ne için Hükümet-i Cumhuriye-i mukaddese haberdar edilmiyor. Mir-i mumaileyh muhit alevlensin, esrar-ı hükümet keşf edilsin, eşhas-ı muzırra dağılsın, tahassun eylesin ve memleket bir ihtilal içinde mi kalsın istiyorlar? Acizlerini tazyikve ifademin ne için bu muhitte verilmesini Ankara’ya ifadeye gelmekliğimi takip ve tehire uğratıyor. Çapakçur’da vücuduyla kaim müsbetmurad ne suretle tekzip edilecektir? irade buyurunuz. Vaziyet günden güne kesb-i vehamet ediyor. Fazlasını hükümet-i mahalliye tedkik ve tahkik buyursun. Bendeniz başka esrar ve ifadeyi huzurunuzda vermeyi sabırsızlıklarla bekliyorum. Telgraf parası vermeye istikraza takatimyok. Şifremyok. Fazlaca tazyik ve tehir edilirsem, çekeceğim böyle açık telgraflarla esrar-ı mühimme efvah-ı nasta şüyu’ bulacaktır.

15 Kanunusani 341 (15 Ocak 1925)

Çapakçur Başmuallim-i sabıkı Mehmed Zeki Dündaralp508

Vali’nin yazmış olduğu 13 Ocak tarihli şifre üzerine Dahiliye Vekâleti’nden bir cevapname yazılarak İdare-i Vilayat Kanunu’nun 19. maddesi gereğince Muallim hakkında tahkikatın savcılığa teslim edilmesi emir buyuruluyor. Bunun üzerine Vali, olayı Çapakçur Savcılığına sevk ediyor. Hilaf-ı hakikat ihbarda bulunmak suçlamasıyla, Muallim mahkemeye celp ediyor. Bundan korkan Muallim, Lice’de bulunan eniştesinin yanına firar ediyor. 2 Şubat’ta Muallim’in gıyabında mahkeme yapılıyor. 5 Şubat’ta üç ay mahkûmiyetine karar veriliyor. Bu olaydan bir hafta sonra Piran’da isyan başlıyor ve Lice’de bulunan Muallim isyancılar tarafından evinde şehit ediliyor. Bir yazışmada Vali, Muallimin öldürülmesinin isyan ile ilgisi olmadığını, Mehmet Zeki’nin, Liceli Galip Ağa’nın evinden geceleyin çıkarken Galip Ağa zannedilerek öldürüldüğünü söylemiştir.

Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in, Muallim ile ilgili daha farklı iddiaları da olmuş ve bunları Dahiliye Vekâleti’ne bildirmiştir. İsmail Hakkı Bey, Muallim’in Elaziz vilayeti’nin Percenek köyü Muallimi iken kötü hal ve idaresi dolayısıyla azledilmiş ve askere sevk edilmek üzere asker alım şubesine teslim edilmiş iken, o vakit Çapakçur Mal Müdürlüğü’nde bulunan Abdülgani Efendi’nin yanına firar ettiğini ve eniştesi vasıtasıyla, kendisi henüz vali değil iken, 19 Haziran 1924’de Çapakçur Mektebi Başmuallimi tayin edildiğini söylemiştir.

Muallim Mehmed Zeki Olayı başka belgelerde daha farklı olarak karşımıza çıkmaktadır. Muallim Mehmed Zeki’nin eniştesi Lice Ziraat Bankası Memuru olan Abdülgani, 11 Nisan’da 5. Kolorduya yazdığı yazıya göre; Muallim Mehmed, Şeyh Said hakkında bir şey yazmaya cesaret edememiş ancak Şeyh Said’in casuslarından olan Hacı Mehmed hakkında yazı yazmıştır. Yapılan tahkikatlarda ise Kürt casuslarının vermiş olduğu ifadelerle Muallim azledilmiş ve yerine meşhur Bitlisli Hacı Musa Bey’in yeğeni, Kürt casusu Sıdkı Efendi, muallim olarak tayin edilmiştir. Bunun üzerine hayatının tehlikede olduğunu anlayan Muallim, Lice’ye eniştesi Abdülgani Bey’in yanına gelmiş ve oradan Diyarbekir’e bir rapor yazmıştır. İsyanın başlamasından sonra Hacı Mehmed, Şeyh Said ile birlikte Diyarbekir cephesinde bulunduğu sırada Lice’nin Kaya Mahallesi’nden para karşılığında temin edilen bazı kişiler 10 Mart günü saat on bir sıralarında Muallim’in olduğu evi basarak kapının önünde şehit etmişlerdir. Muallim, evin önünde yaklaşık bir saat yağmur altında kalmıştır. Muallim’in şehadetinden sonra Hacı Mehmed, Muallim’in Kadımadrak’taki evini ve hayvanlarını yağma ettirmiştir.509

Muallim Mehmed Zeki Olayı, Şeyh Said’in yargılanmasından önce 20 Mayıs 1925 tarihinde İzmir’de yayınlanan Türkili gazetesinde “Çapakçur Telgrafhanesinde Boğulan Esrar” başlığıyla haber olmuştu. Haberde şöyle deniliyordu: “Bir muallim, isyanı vukuundan üç ay evvel haber verdiği için bir yalanla mahkûm edilmişti. isyanın zuhurundan sonra ise Şeyh Said’in emriyle şehit edildi.” Haberde, Çapakur’da tutulan zabıtname ile Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin Gazi Paşa’ya çektiği üç telgraf da yayınlanmış ve bu telgrafların Gazi Paşa’ya ulaşıp ulaşmadığını sorguladıktan sonra şu not düşülmüştü: “Şubatın on üçüncü günü hayatının tehlikede olduğunu anlayarak Lice’ye giden genç Muallim, bir taraftan Çapakçur mahkemesince müfterilikle mahkûm edilirken üç gün sonra Şeyh Said başta hainler isyan bayrağını kaldırıyorlar. Âsiler Lice’ye gelince genç Muallim’in kale içindeki evine gidiyorlar. Kendisini aşağı indirip kapısının önünde öldürüyorlar. Günlerce sokakta kalan cesedini de köpeklere yedirmek suretiyle dinsizliklerini bir kere daha gösteriyorlar”[506]

Şeyh Said davası başladıktan sonra, Muallim’in yapmış olduğu ihbarları ciddiye almadıkları gerekçesiyle Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey ve Genç Valisi İsmail Hakkı Bey bu davaya dâhil edilmişlerdir. Ayrıca Muallim’i 3 ay hapse mahkûm eden Genç hâkimi Ali Rıza Efendi de aynı davada yargılanmıştır. Şunu da ifade etmek gerekir ki Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin ihbarlarında bölgedeki Kürtçülük faaliyetlerinden bahsediliyor olmasına rağmen Şeyh Said hakkında ve onun isyan ile ilgili yaptığı ifade edilen hazırlıklardan bahsedilmemektedir.

Genç Eski Mebusu Hamdi Bey’in İhbarları

Eski Genç Mebusu Hamdi Bey’in isyanla ilgili olarak yapmış olduğu ihbarlar, önemli bir yer teşkil etmektedir. Şeyh Said’in yargılanması sırasında şahit olarak da mahkemede bilgisine başvurulmuş olan Hamdi Bey’in, mahkeme dosyasında öncelikli olarak 1923 yılı içerisinde Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiş olduğu dört adet telgraf bulunmaktadır. Bu telgrafları 1923 yılında olan seçimler dolayısıyla kendisine verilen şifre ile göndermiştir.

Hamdi Bey bu telgraflarda, bölgede Kürdistan zihniyeti üzerine propagandalar yapılarak halkın efkârının ifsad edildiğinden, yine muhalif mebuslardan Yusuf Ziya Bey’in bölgeye gelerek hilafet ve Kürtçülük propagandasında bulunduğundan ve bölgedeki diğer gelişmelerden bahsetmektedir. Telgraflarda şöyledir:

Telgraf:

Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Numara:3Gayet mühim ve müstaceldir

Mütekaddim 9Mayıs 39 tarih ve bir numaralı şifreye lahikadır. Mutasarrıf’ın idaresizliğine rağmen âmâl-i muzırralarına nâil olacak fikr-i fesadıyla hizmet-i askeriye ile mükellef sevke tabi iken desise ile geri kalan ihtiyat Zabiti muhaliflerden Tayyib Efendi’yle Çanlı Şeyh Mustafa ’ya rey kazandırmak için Tayyib’in pederi Genç Vergi Başkâtibi İsmail ve bacanağı Müddei-i Umumi Abdülmecid Efendiler grubumuz namzetlerine rey verdirmemeye çalışmakta ve muzır propagandalarla ortaya Kürdistan zihniyetini sokarak halkın efkârını ifsad etmekte olduklarından mumaileyhimin İstiklal Mahkemesine sevkleri esbabının istikmal buyurulması selamet-i vatan namına maruzdur. 11 Mayıs 339 (1923)

Telgraf:

Büyük Millet Meclisi Reisi Baş Kumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Numara:4 Müstaceldir

Livamız namzetlerinden Bitlis Mebusu muhaliflerden Yusuf Ziya Efendi İstanbul’dan doğruca bu havalice nafizü’l-kelam bulunan GençMelekankaryeli Şeyh Abdullah Efendi’nin nezdine gelerek hilafet meselesini ve Kürtçülük zihniyetini ilka ile muzır propagandalar yaparak halkın efkârını ifsat ve ihlal etmekte ve dolayısıyla teşkilâtımıza engel olup intihabata fesat karıştırmış ve mamafih bu telkinat üzerine Şeyh Abdullah dahi Erzurum’da bulunan Miralay Kürt Halid Bey’in nezdine gitmiş olduğu gibi bu efkâr-ı muzırralarını suret-i hafiyede bizzat ve bilvasıta her tarafa intişar ettirmekte ve her ne hikmete mebni ise Mutasarrıf-ı liva işbu mühim hususlarda lakayt bulunmakta ve binaenaleyh esasen bu babda Trabzon ’da, Erzurum ’da, Diyarbekir ’de Dersim ’de, Elaziz’de, Genç’te ve mahall-i sairede son derece hafi teşkilâtlar mevcut olup peyderpey öteye beriye sirayet ve teşa’ub etmekte olduğu mahsus idüğünden icabının ifa buyurulması selamet-i vatan namına maruzdur.9 Haziran 39 (1923)

Telgraf:

Büyük Millet Meclisi Reisi Baş Kumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Numara:5Mühim ve Müstaceldir

Mütekaddim 9 Haziran 339 tarih ve 4 numaralı şifreye lahikadır. Erzurum’da bulunan aşiret reisi Vartolu Halid Bey, Erzurum Mebusu Süleyman Necati Bey ve hem- pâlarıyla bi’l-ittifak istiklâliyet efkâr-ı muzırrasına rağmen İngiltere’nin âmâl-i fâsidesine hizmetle Van hududunda isyan eden Kürd Simiko nam şerir ile Bitlis, Muş, Genç ve mahall-i saire rüesa ve meşayihiyle dahi muhabere-i hafiye-ifesadiyede bulunmakta olduğuna bu kere muttali bulunduğum maruzdur.17 Haziran 39 (1923)

Telgraf:

Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Numara:8Mühim ve Müstaceldir

Ingiltere’nin ıtmâ ve ilkaâtıyla Zaho’da müteşekkil Kürt cemiyetince mutasavver bulunan Kürdistan namıyla muhtariyet ilanı âmâl-i muzırrasına rağmen vilayet-i şarkiyedeki ekrad ve aşâir-i rüesa ve meşayihle muhabere ve ittihad etmekte ve binaenaleyh bu babda ötede beride gizlice dolaşmakta bulunan Bedirhaniler ve sair eşhas­ı leime cahil ahaliyi tesmim ve idlal ile tedabir-i hainanede bulunmakta oldukları mahsus idüğünden icabının ifası selamet-i vatan namına maruzdur.13 Eylül 39511

Hamdi Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiş olduğu bu telgrafların yanında 1924 yılı içerisinde Dahiliye Vekâleti’ne göndermiş olduğu üç adet rapor bulunmaktadır. Bunlardan 11 Temmuz 1924 tarihli raporunda Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi’nin Kürtçülük zihniyetini taşımakla birlikte, Şeyh Şerife hükümetin sırlarını verdiğini, ayrıca yine Oğnut Nahiye Müdürü Tayyib Efendi ve sairenin Şeyh Şerifle hem fikir olarak Kürdistan’ın muhtariyeti için faaliyet gösterdiklerini ve tedbir alınmasını bildirmiştir. Bu raporlarda bahsedilen Şeyh Şerif ve Tayyib Efendi, İstiklal Mahkemesinde yargılanarak idam edilmiş, Hüseyin Hilmi Bey ise 15 sene kürek cezasına çarptırılmıştır. Rapor şöyledir:

Dahiliye Vekâlet-i Celilesine

On beş gün mukaddem maa aile müteehhil bulunduğum Çapakçur kazasına avdetle ahval-i hazıra-i umumiye hakkında bu kere de icra eylediğim tahkikat ve tedkikat-ı amîka neticesinde istihsal edebildiğim malumat ve istitlaât-ı çakeranemi ber-vech-i zîr arz ve tezbir eylerim. Şöyle ki;

Çapakçur kazası Kaymakamı muhaliflerden Hüseyin Hilmi Bey’in esasen Çerkes bulunmak dolayısıyla idare-i hazıra aleyhinde olup Ekrad ve aşâirin âmâl-i muzırralarına hâdim ve hal-i hazırda cereyan edegelmekte bulunan Kürdçülük zihniyetini taşımakta olduğu gibi akdemce arz eylediğim vechle daima öteyi beriyi dolaşarak hükümet-i mukaddese-i hazıramız aleyhindefena propagandalarla cahil ahalinin efkârını tahriş ve tesmim etmekte bulunan Dikvanlı Şeyh Şerif ile müttehidü’l-efkâr olup hükümetin esrar-ı mühimmesini ve tamimen tebliğ buyurula gelen evâmir ve şifrelerin münderecatını Şeyh-i mumaileyhin vasıtasıyla Ekrad ve aşâire haber vermektedir.

Mamafih Çapakçur müteneffizanından olup Genç Vergi Başkâtibi bulunan muhaliflerden İsmail Efendiyle oğlu Oğnut nahiyesi Müdürü Tayyib ve biraderi Çapakçur Nüfus Kâtibi Maruf ve Sandık Emini Züfer Efendilerle Müdür-i mumaileyh Tayyib Efendi’nin kayınpederi olup Varto kazası kaymakamlığında iken Kürdçülük zihniyetini takip ettiğinden dolayı azledilen ve şimdi Çapakçur’un kaza merkezinde ikametle mazuliyet maaşını almakta bulunan Bitlisli Abdülhamid Bey dahi şeyh-i mumaileyh hemfikir bulunmakta ve daire-i hazıra aleyhinde olup evvel ve ahir arz ve izah edegeldiğim vechle rüfekaları gibi vilayât-ı şarkıyede Kürdistan namıyla muhtariyet teşkili âmâl-ı muzırrasıyla çalışmakta olduklarını ve hatta mumaileyhimden Abdülmecid ve damadı Müdür Tayyib Efendilerin tavassutuyla Muşlu Hacı Musa ve Erzurum’da mukim aşiret reisiMiralay Halid Beylerle muhabere-i hafiye-i fesadiyede bulunmakta olduklarını ve maahaza Tayyib Efendi iseMuş ve Erzurum’la hem-hudud ve etraf-ı erbaası aşâirle muhat bulunmak itibarıyla ehemmiyet-i mevkıası derkar bulunan Oğnut nahiyesi Müdüriyetinde müstahdem bulunmasından nâşî tamimen müdüriyet namına da tebliğ oluna gelmekte bulunan hükümetin mahrem esrarını ve evamir-i mühimme münderecatını dahi aşâir rüesasıyla meşayihine söylemekte ve hükümet-i mukaddese-i Cumhuriyemiz aleyhinde her tarafa hafiyen muhabere ve ittihad etmekte ve ber-vech-i maruz Kürdistan namıyla muhtariyet istihsali âmâl-i bâtılanesine rağmen tedabir ve teşebbüsat-ı hainanede bulunmakta olduklarını yerliyerince tamamiyle vâkıf olduğumu ber-tafsil Genç Vali Vekili İsmail Hakkı Bey’e şifahen arz etmiş olduğum gibi işin ehemmiyet-i fevkaladesine ve umuma ait bulunmasına mebni icab ve tedabir-i lazımenin ifa buyurulması zımnında hasbe’l-hamiye selamet-i vatan namına keyfiyetin zat-ı devletlerine de arzına lüzum görmüş ve bu vesile ile revabıt-ı samimanemi teyid ile tazimat ve ihtiramat-ı çakeranemi takdim ve temenni-i muvaffakıyet eylerim.11 Temmuz 340 (1924)

Genç Mebus-ı Sabıkı

Hamdi512

24 Eylül 1924 tarihli olup Hamdi Bey’in müracaatı üzerine Genç Vilayeti vasıtasıyla Dahiliye Vekâletine gönderilen raporda ise, Molla Said-i Kürdi’nin İstanbul’daki Kürt cemiyetinin kararıyla memur olarak şark vilayetlerine gönderildiği ve amacının Kürdistan’da muhtariyet ilan edilerek Irak’a bağlamak olduğu, ayrıca Molla Said-i Kürdi’nin Erzurum’a gelerek Cibranlı Halid Bey’le ve saire başka kişilerle görüştüğü, oradan da Van’a gittiğini bildirilmişti.[507] Ayrıca aynı raporda Şeyh Şerif, Muşlu Hacı Musa, Halid Bey, Yusuf Ziya ve Tayyib Bey’in de aynı hususta faaliyet göstererek birbirleriyle muhabere halinde olduğundan bahsedilmektedir. Raporun tamamı şöyledir;

Monla Said-i Kürdi nam eşhas İstanbul’da müteşekkil Kürd cemiyetince mukarrer olduğu vechle vilayât-ı şarkiye havalisine memuren i’zam edilerek Kürdistan namıyla muhtariyet teşkil ve ilanıyla Irak’a rabtı âmâl-i bâtılasına rağmen, evvel emirde Erzurum ’a gelerek Varto aşiret reisi Miralay Kürd Halid Bey ’le ve ahiren Oğnut nahiyesinden geçmekte iken aşiret reisi Binbaşı Baba Bey’le ve saire ile de görüşerek teâti-i efkârla Muş, Van cihetlerine savuşmuş ve bu havali Ekrad ve aşair ve rüesa ve meşayihiyle bi’l-ittihat bir takım fena propagandalarla ve ilkaât-ı menfure ilcasıyla efkar-ı umumiyeyi tahriş ve tesmim etmekte ve dolayısıylaMusul’un Zaho kazasındaki Kürt cemiyeti ile bu babda muhabere ve ittihat etmekte oldukları müstahberdir. Mamafih Palu kazasının Dikvan nahiyesinden ve Kürd cemiyeti azasından bulunan Şeyh Şerif dahi bu âmâl-i muzırrayı takiben her-bar öteyi beriyi dolaşmakta ve Muşlu Hacı Musa Bey’le mumaileyh Halid Bey ve Bitlis Mebus-ı sabıkı Yusuf Ziya ve Çapakçur müteneffizanından olup Muş ve Erzurum’la hem-hudud ve etraf-ı erbaası aşairle muhat bulunmak itibarıyla ehemmiyet-i fevkaladesi derkâr bulunan Oğnut nahiyesi müdürü Tayyib Efendiler dahi bu hususta yekdiğerleriyle muhabere ve ittihad etmekte ve cahil ahaliyi idlal ve iğfal etmekte oldukları mahsus ve müstatli’dir. Binaenaleyh bu gibi eşhas-ı muzırranın böyle sellemehüsselam ötede beride dolaşarak teşebbüsat-ı hainanede bulunmaları ve hususiyle bunlardan bazısının devlet memuriyetinde istihdamları bi’n-netice gayr-ı kabil-i telif hâlâta sebebiyet vereceği ecilden katiyen tecviz buyurulamayacağı müstağni-i arz ve izahtır. Esasen Ingiltere’nin siyaset-i melunanesi icabatı olarak Musul vilayetinin, vilayet-i şarkıyenin kilidi olmak itibariyle Van, Hakkari, Erzurum, Muş, Bitlis, Diyarbekir, Siverek, Elaziz, Malatya, Genç vilayetleriyle alakadar addedile gelmekte ve bu vilayetlerin Irak gibi müstakil bir kitle haline vazıyla beraber Irak’a rabtı âmâl-i muzırrasıyla uğraşmakta oldukları derkâr idüğünden işbu ahval-i muzırraya meydan ve imkan kalmamak üzere vilayât-ı şarkıyede idare-i örfiye ilanıyla beraber bu gibi muzır eşhasın serbest bırakılmayarak tecziyeleri ehem ve elzem idüğünden icabat ve tedabir-i serianın ifası hususunun Dahiliye Vekâlet-i Celilesine arz ve iş’ar buyurulması sâika-i hamiyetle selamet-i vatan namına maruzdur efendim. 24 Eylül 340 (1924)

Çapakçur Kadımadrak karyesinde mukim

Genç Mebus-ı Sabıkı

Hamdi514

Hamdi Bey’in yukarıdaki 24 Eylül 1924 tarihli raporunda belirttiği, memurlardan ve ahaliden bazılarının Said-i Kürdi ile teşrik-i mesai ederek bir Kürt hükümeti teşkil etme hususu Bitlis Divan-ı Harbine bildirilmiş ve bunun üzerine Çapakçur Savcısı vasıtasıyla Hamdi Bey’in ifadesi alınmıştır. Dahiliye Vekâleti bu tahkikatın neticesini Ocak 1925 içerisinde hem Dokuzuncu hem de Yedinci Kolorduya sormuştur. Yedinci Kolordu Komutanı Mürsel Paşa yazdığı cevapta Hamdi Bey’in ihbarlarının söylentiye dayandığı ve ihbarlarının kaynağını gösteremediği belirtilmiştir.

Hamdi Bey’in Dahiliye Vekâleti’ne göndermiş olduğu üçünü rapor, 3 Kasım 1924 tarihlidir. Bu raporda devlet erkânının vilayet dâhilinde, Kürtçülük cereyanlarına ve hükümet aleyhtarlığına karşı lakayt bulunduğundan, bilhassa bu cereyanların faal unsurlarından olan Oğnut Müdürü Tayyib Efendi’nin, yapılmış olan ihbarlara ve müracaatlara rağmen, daha güçlü olduğu Fahran nahiyesine tayin edildiğinden ve camilerde Cumhuriyet Hükümetine dua edilmediğinden ve hükümet aleyhinde kötü söz söyleyen Kadımadraklı Hacı Mehmed hakkında hiçbir işlem yapılmadığından bahsetmiştir. Ayrıca -Bir önceki bölümde tam metni verilen- Muallim Mehmed Zeki Bey tarafından tutulmuş olan 26 Ekim 1924 tarihli zabıt varakası da bu raporun eki olarak Dahiliye Vekâletine sunulmuştur. Raporun tamamı şöyledir:

Dahiliye Vekâlet-i Celilesine

Maruzat-ı Mühimme-i Bendeganemdir

Merbutan takdim kılınan 26 Teşrinievvel 340 tarihli zabıt varakası münderecatından da keyfiyet müsteban buyurulacağı vechle, bu havalide de hükümet-i mukaddese-i Cumhuriyemiz aleyhindeki Kürdçülük zihniyeti tamamiyle yerleşmiş ve efkâr-ı umumiye zehirlenmiş iken taşradaki evliya-yı umur efendilerimiz maalesef halen işe ehemmiyet vermemekte ve hatta birtakımları gerek menafi’-i hasiselerine, gerekse hanedan taraftaranından olup muhalif bulunmalarına rağmen bu gibi ahval-i muhimmeyi tekzibe bile cüret etmektedirler. Ez-an cümle geçenlerde makam-ı âlilerine telgrafiyen vuku bulan müracaat-ı çakeranem üzerine şeref-vârid olan irade-i name-i telgrafileri mucibince ahval-i umumiye hakkındaki istitlaâtımın vilayet şifresiyle arzı zımnında Genç Vali vekili İsmail Hakkı Bey ’e mütekaddim maruzatımın münderecatını ve esrar-ı mühimme-i hükümeti tamamiyle alakadarana ifşa ile âmâl-i hainanelerine iştirak etmekte bulunduğu cereyani-i muamele ile müberhendir. Şöyleki:

Evvel, ahir arz ve izah eylediğim vechleKürd cemiyeti azasından ve âmâl-i muzırra ashaplarından bulunan Çapakçur Ekradından İhtiyat Zabiti Tayyib Efendi Genç’e mülhak Oğnut Nahiyesi Müdüriyetinde iken mumaileyhin Kürdçülük zihniyetiyle idare-i hazıra aleyhinde olup Halid ve Hacı Musa Beyler ve saire ile muhabere-i hafiyesi ve Ekradı iğfal ve idlal etmekte olduğu hakkında Vali Vekili’ne mükerreren vuku bulan ihbaratıma ve iş’arat-ı resmiyeye ehemmiyet vermeyerek âmâl-i menafi-i cuyanesi hasebiyle bu kere de mumaileyhi bi’l-iltizam memleketi bulunan Çapakçur kazasının Fahran Nahiyesi Müdüriyetine tahvil ettirilmesine mebni memleketi bulunmak itibarıyla müteneffiz bulunduğu hane-i mezkurede bir takım ilkaât-ı menfure ilcasıyla Kürdçülük teşkilât ve zihniyetini tevsi etmekte ve cahil ahalinin efkârını zehirlemektedir.

Mamafih herbar Hükümet-i Cumhuriyemiz aleyhinde sâî olan eşhas-ı leimeden olduğu merbut zabıt varakası münderecatıyla da müeyyed ve müsbet bulunan Çapakçur’un Kadımadarak karyesi ahalisinden Maksud oğlu Hacı Mehmed nam eşhas melun eşkıya yatağı ve hâmisi olduğu gibi sırf menafi’-i şahsiyeleri uğrunda devre çıkmış olan Genç Vali Vekili’ni Jandarma Tabur Kumandanı Beyler karye-i mezkurede bir saat mesafede kaza merkezinde bulundukları bir sırada beş gece evvelisi merkum Hacı Mehmed’in tahrikiyle bir seneden beri ötede beride dolaşmakta ve icra-yı şekavet edegelmekte bulunan Çevlikli Yado nam şaki çetesiyle beraber nısfü’l-leylde mukim bulunduğum mezkûr Kadımadrak karyesine müsellehan baskın yaparak ve birçok mermi atarak karye halkını ve âcizlerini tehdit ile alâmelainnas suret-i cebriyede karye-i mezkureli Hacı Ali’nin dükkânındaki eşyasını nehb ve garetle merkumu fena derecede darp ve işkence etmiş olduklarını, merkumun Vali Bey’e vuku bulan şikâyeti üzerine eşkıya yatağı bulunan yalnız hain-i merkum Hacı Mehmed yalnız merkez kazaya celp ile kendisinden bir miktar para alarak bırakmış oldukları tevatüre nefvah-ı nasta söylenmektedir. Fi’l-hakika merkumun cihet-i adliyeye teslim edilmeyerek hod-serâne bırakılmış olması da haber-i mezkûru teyid etmektedir. Binaenaleyh Vali Vekili Bey’in Laz bulunması dolayısıyla muhaliflerden olduğu cihetle bu gibi ahval-i müessifeye asla ehemmiyet vermemekte ve aksi takdirinde tekzip bile etmekte olduğu şâyân-ı hayret ve teessüftür. Bununla beraber ahval-ı hazıra hakkında selamet-i vatan uğrunda gayet mühim ve mahrem olan maruzatımı dahi alakadar olan eşhasa söylemesi üzerine birçok tehdidata maruz bırakılmaktayım. Bendeniz Türk millet-i necibesinden bulunmaklığım hasebiyle her an milliyet ve vatanımız uğrunda fedakârlık etmiş ve bu misillü tehdidat-ı hainaneye asla ehemmiyet vermemekte bulunmuş ve fakat birtakım takdiratsız, vicdansız evliya-yı umur efendilere karşı takbihat ve tehalüke maruz bırakılmaklığıma karşı vicdanen muazzeb bulunmakta isem de her ne olursa olsun bu mesleğimde sebat edeceğimi, vatan hainleriyle herbar pençeleşeceğimi ve hükümet-i hazıra-i mukaddesemize karşı olan merbutiyet ve sadakatimi muhafaza yolunda hayatımı bile fedaya âmâde bulunduğumu bu kere de teyit ve temin eylerim.

Maahaza bu havalide hükümet merakizinden maada camileri bulunan kurâda cuma hutbelerinde Cumhuriyet’e asla dua okunmamakta olduğu ve ezcümle meskûn bulunduğum mezkûr Kadımadrak karyesinde de cami olup cuma günlerinde hatip tarafından katiyen dua edilmeyerek meskûtün-anh bırakılmakta olduğu meşhud iken evliya-yı umur efendilerimiz tarafından buna da ehemmiyet verilmemektedir. Bu ahval-i müessife sıdk-ı maruzatıma delil-i vâzıh bulunmuş ve bi’n-netice telafisi gayr-ı kabil vekayiin ve tuğyan-ı umuminin zuhuruna ve tedabir-i hainanelerinin ikaına meydan ve imkân bırakacağı müstağni-i arz ve izah idüğünden icab-ı seriinin ve tedabir-i mânianın ifa buyurulmasını selamet-i vatan namına tekrar arz ve temenni-i muvaffakıyet ile tazimat ve ihtiramat-ı mahsusamı takdim eylerim efendim. 3 Teşrinisani 340 (3 Kasım 1924)

Çapakçur Kadımadrak karyesinde mukim

Genç Mebus-ı Sabıkı Hamdi

Haşiye:

Merbut Zabıt varakasında münderiç olduğu vechle Çapakçur ’un Hükümet dairesindeMaliye odasında Reis-i CumhurMünci-i vatan GaziMustafa Kemal Paşa Hazretleriyle hükümet-i hazıra aleyhinde lisandarlıkta ve tefevvühat-ı hainanede bulunan şahıs ise maru’l-arz eşkıya çetesine yataklık ederek vaka-i mezkureye muharrik ve müşevvik bulunduğundan dolayı Vali Vekili Bey tarafından merkez kazaya celp ile her ne hikmete mebni ise cihet-i adliyeye teslim edilmeksizin hod-serane salıverilmiş ve hatta evrakı bile ait bulunduğu mahkemeye verilmemiş olan mütecasir Kadımadrak karyeli Hacı Mehmed nam şahıstır. Va esâfa zehi ibret

Hamdi[508]

Hamdi Bey’in yapmış olduğu bu ihbarlar üzerine, bölgeden Hamdi Bey aleyhine şikâyet telgrafları gönderilmeye başlanmıştı. 5 Ocak 1925 tarihinde Belediye Reisi, Müftü ve eşraftan bazı kişilerin, Çapakçur’dan Dâhiliye Vekâleti’ne çektikleri telgrafta Hamdi Bey’in yapmış olduğu ihbarların asılsız olduğu, bölge halkının onu milletvekili seçmediğinden dolayı bu tür yalan ihbarlarda bulunduğunu söyleyerek memleketlerinin bu kötü ahlaklı kişiden kurtarılmasını istemişlerdi. Telgraf metni şöyledir:

“Mebus-ı sabık Hamdi Efendi kendisini mebus intihap etmediğimizden münfail kazada mevcut camilerde Cumhuriyet namına hutbe okunmadığından, ahalimizden bazılarının Monla Said-i Kürdi âmâline hizmeten Kürdistan teşkili mesaisinde olduklarından bahisle isnadatta bulunuyor. Bu yalanları müteessiren haber aldık. Bütün huttabımız hararetle Cumhuriyet namına hutbe okumakta, hiçbir ferdimiz başka emel taşımamaktadır. Hamdi Efendi’nin yalanı irtikâbı dört maksada mebnidir. Kendisini intihap etmeyen halkımızdan ve namzedliğini vermeyen Halk Fırkası’ndan aralarında münaferet ve ikilik sokmak suretiyle intikam almak suretiyle hükümete tecellük eylemek müstakbel intihabat için tehditlerle bir zemin-i muvaffakiyyet hazırlamaktır. Hükümet-i cumhuriyenin bi-riya hadimleri biz vilayet ve kaza hükümetlerinden sorarak su-i ahlakla müştehir ve bir rüyayı arz için Abdülhamid’in kahve ocağına kadar başvurup mükâfat-ı sadakat dileyen bu hainden, yabancısı olduğu memleketimizin halas buyurulmasını irca ederiz.”[509]

Bununla birlikte Hamdi Bey de 6 Ocak’ta, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafla; Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in hainleri kendi aleyhine tahrik ettiğini, hayatının tehlikede olduğunu söylemiş ve gereğinin yapılmasını istemiştir. Karşılıklı yapılan bu şikâyetler üzerine Dâhiliye Vekâleti Genç Vilayetine yazı yazarak olayın araştırılmasını istedi. Vali’nin Dahiliye Vekâleti’ne cevaben gönderdiği 11 Ocak’taki yazısıyla bölge halkının Cumhuriyet hükümetine bağlı olduğu, Hamdi Bey’in mebus seçilemediği için bölge halkından ve bazı memurlardan öç almak için bu tür isnatlarda bulunduğu belirtilmişti.

Genç Halk Fırkası Reisi Mehmed Rıza Bey ve diğer azalar da Hamdi Bey’in bu ihbarları karşısında Dahiliye Vekâleti’ne şikayette bulunmuşlardır. 12 Ocak 1925 tarihli telgraf şöyledir:

“Vilayetimiz bidayet-i teşekkülü olan 98 tarihinden bu ana kadar ahali-i vilayet, hükümetin emirleri dairesinde hareket, itaat ve merbutiyetleri sayesinde teveccüh kazanmış ez-cümle ilan-ı meşturiyeti müteakip birçok vilayet halkı fırkacılık ve itaatsizlikleri yüzünden idam, nefy, hapis cezalarına maruz kaldıkları halde yine bu vilayet halkı mümtaz olarak çıkmış ve Gazi Paşa hazretleri kongrenin bidayet-i teşekkülünde Erzurum’da verdiği emir ve talimat üzerine İstanbul hükümetiyle kat-ı alaka eyleyerek bilistinad 335 senesinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini teşekkül ettirilmiş ve verilen emirlerin infazında çalışılmış ve binaberîn Cumhuriyet Fırkası’ndan mebusluğa namzet gösterilenlere müttefikan intihab gibi temin-i muvaffakiyet gösterilmiş hulasa asayiş ve itaat hususunda vilayetimizden vilayetlere numune-i imtisal olduğu bididar bulunmuştur. Hakikat böyle iken geçen seneden beri vilayetimiz halkından olmayan hiç bir suretle vilayetimizle alakası bulunmayan ve memuriyet-i esbakı mahkeme zabıt kâtibi olan mebus-ı sabık Hamdi Efendi bir zamanları Kürtçülük meselesini şimdide güya hutbelerde Cumhuriyet namına dua edilmediğini ve idare-i cumhuriye aleyhine Vilayet halkı bir propagandada bulunduklarından bahisle daire-i merkeziyeyi işgal etmekte olduğunu kemal-i teessürle işittik. Sırf yalandan ibaret olan şu işarat mucib-i meyusiyetimiz olmuştur. Esasen tercüme-i halinin bozuk, müfsitlikle meşhur olan Hamdi Efendi devr-i istibdadda dahi Sultan Hamid zamanında yine birtakım yalanlara kendisi kahve ocağına kadar sevk ve safsata ve hezeyandan ibaret olan ifadesini nazar-ı teemmül etmeyerek avdet ettirilmişti. Cumhuriyet idaresinden bütün manasıyla razı ve hiçbir muhalif yoktur. Olmuş olsa Hamdi Efendi’den ziyade vazife bizimdir. Cemiyetimiz muhaliflerin esamisini arz-ı malumat ederdi. Lütfen Hamdi Efendi’nin işaratları güzel tedkik ve tahkik edilsin, doğru olursa bütün vilayet ahalisi iştirak ettirilmek suretiyle en ağır ceza tatbik edilsin. Aksi takdirde vilayetimize isnat ettiği şu lekelerden dolayı hükümetçe hakkında müfteri cezası verilsin. Ve vilayetimizce alakası olmayan mumaileyhin şu iftiralarına nihayet verilmek suretiyle memleketten kaldırılmasını adalet-i hazıradan kemal-i tazarru ile istirham eyleriz”[510]

Hükümetin bölgedeki gelişmeler hakkında daha önce de başka mevzularda da Hamdi Bey’den faydalandığı anlaşılmaktadır. Dahiliye Vekâleti, Musul meselesi ile Nasturi teşkilâtı hakkında bilgi toplamak için Hamdi Bey’i uygun görmüş ve 26 Mayıs 1924 tarihinde Diyarbekir Vilayetine yazdığı yazı ile onun Musul’a giderek oradan malumat göndermesini ve bunun karşılığında Hamdi Bey’e 500 lira ücret de verileceğini bildirmişti. Ancak yapılan yazışmalardan Hamdi Bey’in Musul’a gitmekten imtina ettiği yazılıdır.[511]

Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan Fehmi’nin İhbarı

İsyanı, meydana gelmesinden yaklaşık bir ay önce Genç Valisi’ne ihbar ettiğini söyleyen kişilerden birisi de Şeyh Said’in Darahini inzibat memurluğu görevini yerine getiren Fakih Hasan’dır. Fakih Hasan İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanarak idam edilen sanıklar arasındadır.

Fakih Hasan’nın Mahkemede verdiği ifadesine göre; isyanın başlamasından bir ay öncesinde Muallim Mehmed Zeki, Rüşdü Bey ve Hamdi Beylerin vermiş olduğu ihbarlardan isyan hazırlığı olduğunu anlamış ve Genç Valisine: “ihbarlar doğrudur. Yazınız işi kapatmayınız” demiş, Vali de onu azarlayarak, “asıl ve esası yoktur” demiştir. Bunun yanında Fakih Hasan, isyanın başlamasından ve Çapakçur’un işgal edilmesinden sonra, ahalinin camide toplandığı bir gün, camide bulunan valiye, daha önce onu ihtar ettiğini hatırlatarak, “bu ahalinin vebali sana aittir” diye söylemiştir.

Genç Valisi İsmail Hakkı, mahkemedeki sorgusunda Fakih Hasan’ın isyanla ilgili herhangi bir ihbarda bulunduğunu kabul etmemesine rağmen, camide geçen konuşmayı tasdik eden başkalarının verdiği bazı ifadeler vardır. Camide geçen olaya şahit olanlardan birisi, tüccardan Bitlisli Bahri Efendi’dir. Onun anlatımına göre; cuma namazı için camiye giden Bahri, orada Fakih Hasan’ın ve ondan başka memur reislerinin toplandığını görmüştür. Fakih Hasan, Vali ve Jandarma Kumandanı’na hitaben: “Mustafa Kemal Paşa hazretlerine yazdığım şu telgrafı okuyunuz. Ben ümmiyim. okuryazar değilim. Vali Bey, siz valisiniz; bunda tashih edilecek bir şey var ise tashih ediniz. ” demiş, Vali de: “Ben böyle şeylere karışmam diğer efendilere veriniz” demiştir. Bunun üzerine Fakih Hasan, Vali’ye hitaben: “Bundan iki ay evvel şifahi olarak bu harekât-ı isyaniyenin zuhur edeceğini hususi bir surette size söyledim. Siz vaktiyle bunun çaresine bakmadınız. Bu masum ahaliye yazık değil midir? Seni hükümet buraya vali göndermişti” demiş, Vali de: “Sizin de elinizde kalsam hayatım gitmiştir. Türk idaresi altında kalsam yine hayatım gitmiştir. Çünkü bu mesele hakkındaki ihbarları tekzip ettim. Artık benim için yaşamak kalmamıştır.” diyerek cevap vermiştir.[512]

Çapakçur Halk Fırkası Reisi Rüştü Bey’in İhbarı

Çapakçur Halk Fırkası Reisi olan Rüştü Bey, Şeyh Said ile birlikte yargılandıktan sonra beraat eden şahıslardandır. Rüştü Bey, isyanın başlamasından yaklaşık dört ay önce 23 Eylül 1924 tarihinde Ankara Halk Fırkası Başkanlığına çekmiş olduğu telgrafla bölgedeki gelişmeler hakkında bilgi vermiştir.

Rüştü Bey’in ifadesinde anlattığına göre; Muşlu Hacı Musa Bey, Çapakçur Müddei-i Umumisi Şemseddin Bey’in kardeşi olan Mustafa Bey’i propaganda için Çapakçur’a gönderiyor. Çapakçur’da kardeşi ile görüşen Mustafa Bey ardından Simsor’a geçiyor. Orada Hasan oğlu Ali ve Ahmed oğlu Arif adında iki kişiye: “Siz de Kürtsünüz, hükümet-i cumhuriye kâfir olmuş. Müstakil bir Kürt hükümeti teşekkül edecektir. Siz de bunu biliniz. ” demiştir. Ardından bu iki kişi bu durumu Rüştü Bey’e ihbar ediyor. O da 23 Eylül 1924 tarihinde olayı Halk Fırkası başkanlığına iletiyor. Bunun üzerine Dâhiliye Vekâleti, Genç Valisi’nin tahkikat yapmasını istiyor. Vali de olayı Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi’ye havale ediyor; Hilmi Bey, konu ile ilgili tahkikat yaparak dosyayı Vali’ye gönderiyor. Bu kez Vali, şahitleri tekrar dinlemek üzere celp ediyor.

Rüşdü Bey sorgusunda bu bölümü şöyle anlatmıştır: “ifademi aldılar. Şahitlerin de ifadelerini aldılar, Vilayete gönderdiler. Vali bunları tevkifhanede bıraktı. ‘Sizyalan söylüyorsunuz. Kürdistan’da böyle bir şey yoktur’ dedi. Dâhiliye Vekâletine de böylece yazdı. Sonra kasabaya geldi. Bana ‘Ne cesaretle bu telgrafı veriyorsun’ dedi. ‘Bir daha böyle bir şey yazarsan gözlerini patlatırım’ dedi.” Bu olaydan sonra Vali, Bakanlığa işin asıl ve esası yoktur diye yazı yazmıştır.

Rüştü Bey’in Halk Fırkası’na göndermiş olduğu telgraf şöyledir;

Telgraf

Ankara Halk Fırkası Riyaset-i Aliyyesine

Bura Müddei-i umumisi Muşlu Şemseddin Bey’in biraderi Mustafa, Muş’tan buraya gelmiş ve kardeşi mumaileyh ile görüştükten sonra tekrar Muş ’a avdet etmek üzere Simsor karyesine uğramış ve Simiko ile Seyyid Taha ve Hacı Musa Bey ve Şeyh Mahmud Süleymani ve şehzadeler yekdiğeri ile ittihad etmiş, zalim olan hükümet-i hazırayı tarumar etmekle Kürt Hükümetinin vücuda getirilmesi esbabını ihzar eylemiş olduğu malumatını biraderi mumaileyh Şemseddin Bey’e getirdiğini ve bu muhabereyi temin vazifesiyle mükellef bulunduğunu ve biraderinin ifadesine nazaran bu havali ahalisi de muhalif olduğunu bildiği hasebiyle bunu söylemekte bir beis görmediğini ifade etmiştir. Şemseddin Bey’in de eşhas-ı merkume ile müttehid bulunmakta olduğu ve ahalinin de fikrini zehirlemeye başlamakta bulunduğunu bila-mezuniyet yaylaları dolaşmış olmasıyla sabittir. Ahali nazarında bir tesir yapmak üzere vazifesine nihayet vermesiyle beraber hakkında takibat-ı kanuniyenin icrası selamet-i millet icabından olduğunu arz eylerim. 23 Eylül 340 (1924)

Çapakçur Halk Fırkası Reisi Rüşdü

Böyle bir telgrafla bölgedeki gelişmeleri Halk Fırkası Başkanlığı’na bildiren Rüştü Bey’in isyana iştirak suçuyla yargılanmasının sebebi, isyancılar arasında bazı cephelerde bulunduğuna dair raporların olmasıdır. Rüştü Bey isyancıların arasında bulunmuştur, ancak bunu çekmiş olduğu bu telgrafın isyancılar tarafından haber alınarak hain ilan edilmesi üzerine ailesini koruma amaçlı yaptığını söylemiştir. Bunun yanında Rüştü Bey’in Çan şeyhlerinin teslim olmasında da etkili olduğu raporlarda kayıtlıdır.

Binbaşı Kasım Bey’in İhbarları

Binbaşı Kasım Bey, Abdurrahmanpaşa Köprüsü üzerinde Şeyh Said’i tutarak hükümete teslim etmiş ve isyanın bastırılmasında önemli bir rol almıştı. Kasım Bey, mahkemedeki sorgusunda isyanı çeşitli vesilelerle hükümete bildirdiğini ve isyancılar arasında olduğu vakitlerde de hükümet lehine faaliyetlerde bulunduğunu söylemiştir. 1335 (1919) yılından itibaren hükümetin maksatları doğrultusunda çalıştığını ifade eden Kasım Bey, İstiklal Mahkemesine verdiği müdafaanamesinde henüz daha isyan başlamadan hükümet namına yaptığı çalışmaları ve daha sonra Şeyh Said isyanı hakkında yapmış olduğu ihbarları şu şekilde anlatmıştır:

“...Hükümet-i Milliye’nin henüz teşekkülü ve kahr-ı a’dâile meşgul bulunduğu bir sırada Erzurum, Harput ve Diyarbekiryollarını kat’ ve bendeden şaki-i meşhur Hallo’nun tenkili için gelen Şark Cephesi Kumandanları avdetinden sonra kendisine teminat vererek hükümetle bi’l-muhabere dehalet ve istîmanını temin eyledim. Muş Mutasarrıflığının 25 Ağustos 336 ve 478 numaralı telgrafıyla 4 Eylül 336 ve 534 numaralı tahrirî emirleridir. Cephelere gönderilmek üzere küçük kazamızdan madenî olarak kırk üç bin altı yüz doksan kuruşu iâneten derç ve cem ederek bizzat Muş Mutasarrıfı Fehmi Bey’e teslim eyledim. 337’de Hacı Musa Bey ve Muşluların müttefikan Muş mustasarrıfı Mehmed Ali ve Şube Reisi İsmail Beyleri teb’idlerinde Varto’dan Erzurum’a geçmekteler iken, ben de hanemde alıkoyarak bir hafta sonra Şark Cephesi Kumandanlığına uzun bir telgrafla tafsilat arz ederek makamlarına iadelerini istirham ve temin eyledim, vicdanlarına eminim. 337’de Licelilerin otuz kadar esterlerini yükleriyle beraber gasp eden eşkıyadan Mehmed Bey ve rüfekasının takibine gelen müfrezelere yardım ederek meydana çıkarmış ve kısm-ı azamını istirdad eylemiştim. Diğer kısmını da merkumûnun istîmanlarıyla takipten aflarını cepheden istirham ve temin eylediğim zaman ashabına iade ettirmiştim. 339’da Bitlis Mebus-ı sabıkı Yusuf Ziya’nın Kürdlükle alakasını Varto’ya geldiğinde anladığım gün de derhal süvari fırkasına -ol vakit Üçüncü Alay Kumandanı idim.- şifre ile arz eyledim ve aldığım emir üzerine zabıt varakası tanzim ve takdim ile merkumu muhakemelere sürükledim. Neticesi meydandadır. Şerif Paşa’nın Kürdlerle alakadar olmayıp Kürdlerin Türkiye camiasından ayrılmayacağı hakkında telgraflarla muhite ve halka numune-i mümessili oldum, bu yüzden bazılarının nefretini kazandım. Lord Gürzon’un Lozan’da Kürd mebusları müntehap olmayıp Gazi Paşa tarafından tayin edildiği mealinde zehirli sözlerine karşı ilk tekzib ve tel’in telgrafını Muş Mebusu İlyas Sami Bey vasıtasıyla yazdım. Meclis’te okunup hüsn-i tesir yaptığı cevabını aldım. Bu telgraf ve Yusuf Ziya’nın meselesi; Kürd rüesasının bir kısmı aleyhimde tezyifler, tahkirler yapmaya ve hatta suikast teşebbüsünde bulunmalarını da istintaç eylemiş iken, asla meyyalat etmemiş ve sadakatimde sabit-kadem ve musırr kalmıştım. Hasenanlı Halid Bey’in takibi esnasında da Gazi Paşa hazretlerine, Başvekâlete, Dâhiliye Vekâletine ve Muş Mebusu İlyas Sami Bey’e; Muş Valisi Sırrı Bey’den, Bulanık’ta Kazım Paşa’ya telgraf verdim. Kürd cereyanının git gide kuvvetlendiğini, binaenaleyh bir an evvel önünün alınmasını, Muş Mebusları İlyas Sami, Osman Kadri ve Erzurum Mebusu Halet Beylere sıra buldukça müşâfeheten veMeclis’teler ise mektuplarla arz ederdim. Bilhassa Halk Fırkası Katib-i Umumiliğine -Receb Beyefendi zamanında- uzun bir mektup takdimiyle aşiret hayatına hâtime vermesi ve eşhas-ı mühimme ve müteneffizanmm Anadolu içerilerinde iskânları ile aşâirin kısmen olsun Türk ahali ile tebdilleri zamanının hulul eylediğini dermeyan eylemiştim. Geçen sene Gazi Paşa Hazretleri’nin Erzurum’u seyahat ve teşriflerinde Muş Vilayeti heyet-i istikbaliyesinden olarak gitmiştim, ayrıca hususi bir ziyaretle şerefyâb oldum. Ve Kürdlük, iftirak fikrinin avamda hemen yüzde seksen nisbetinde bulunduğunun ve tedabir-i katiye-i serianın ittihazı pek muktazi bulunduğunu Ali Said Paşa huzuruyla arz eyledim. Cibranlı Halid Bey’in tevkifiyle Bitlis’e izamı, Hasenanlı Halid Bey’in takibini müteakib, Şeyh Said’in din irşadatında bulunarak; Hınıs’ın Şuşar nahiyesinden Oğnut, oradan Çapakçur’a ve Darahini ’ye ve ilerisine geçtiğini işittim. Muahharan Piran Vakası ve Darahini işgalini işittik. Muhitime su-i tesir yapmamak için elimden dilimden geleni diriğ etmedim. 23 Şubat 341 tarihiyle ilyas Sami Bey’den aldığım telgrafa cevaben 25 Şubat 341 tarihiyle Dâhiliye Vekâletine ve İlyas Sami Bey’e 21 Kânunuevvel 341 telgrafıyla vaziyetimi bildirmiş olduğumdan sadakatimde sabit-kadem kalacağımı yazdım. Genç’in Oğnut nahiyesinden iki yüze karib Kürd kuvvetleri mıntıkamıza girdiler. Merkez kazaya gelmeleri mukarrer iken abluka vaziyetinde tekrar ricatlerini temin eylediğimi telgrafla yine İlyas Sami Bey’e yazdım. Meclis’te okunarak 3 Mayıs 341 tarihiyle 21/75 numara ile Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesinin takdirnamesini cevaben aldım. Son dakikalara kadar ruhumla merbutu bulunduğum hükümetten ayrılmayacağımı birçok muhabere ve mükâlemede anlamış olan âsiler, Genç’in Oğnut, Meneşküt ve Muş’un Ziyaret nahiyesiyle Akça’nın bir kısım halkı içtima ederek aşiretimin bir takım cahil hoca ve şeyhlerinin inzımam-ı muavenetiyle aşiret halkını iğfal ederek mıntıkaya girdiler ve bendenize teslim olmamı haber gönderdiler ‘Son nefsim hükümetle beraberdir’ cevabını alınca leylen merkez kazaya hücum tasavvurunda bulunduklarını haber aldım. Makine başında Muş Valisi’ne ahvali arz ettim ve kazadaki ester-suvarın yüzde sekseni Kürd olduğundan, emin olamadığımı, behemehâl bir bölük askerin sürat-i izamı şiddetle lazım geldiğini söyledim; muvaffak olamadım. Hınıs’ta askeri kaymakamı Osman Bey’den yüz nefer istedim. Kolordu’ya yazıp emrini alacağını söyledi, bir daha bulamadım. Akşamleyin Jandarma Kumandanı -ol vakit- Mülazım-ı evvel Abdülbaki Efendi ile görüşerek âsilerin tehacümü takdirinde müdafaa mümkün olamayınca birlikte çıkmak mı yahut esir olmak mı lazım geleceğini müdavele-i fikir etmek lüzumunu konuştuk. Kaymakam Vekili’yle görüşüp halledeceğini söyledi ve aynı gece de âsiler sabaha yakın hücum ettiler. Yirmi dakika kadar müdafaa edildi. Kasabayı işgal ettiler, bizim kapıya doğru geldiler. Daha evvel kapıya gelmiş bulunan birkaç akrabam Zazaların kapıya taarruzunu men ettiler. işgalden üç dört saat sonraya kadar kapıyı açmadım, muahharan Şeyh Abdullah birkaç hoca ile ilhah ederek açtırdılar ve birçok münakaşa ve mükâleme cereyan etti. Fakat netice itibarıyla ellerinde esir bulunuyordum. Teslim olmasa idim, Girnoslu Hacı Selim ve kardeşleriyle; etbaı hayatıma kast edeceklerini yemin etmişlerdi. Onlar merkez kazada bulundukları kaç gün nereye gitsem akrabamdan iki üç silahlı beraberimde gelir idi. Bu halleri mevcud hükümet memurları görüyor ve pekâlâ biliyorlardı. Bugün ne derece vicdana mâlik olduklarını kestiremem. Şu emr-i vaki içinde bulununca artık bunların elden geldiği mertebe sezdirmeyerek harekâtını ta’kim etmek ve gelecek kuva-yı askeriyenin yolları üzerine düşürmeyerek, harekât-ı askeriyeyi suhuletle temin eylemek maksadını düşündüm. işgallerinin ferdasında Hınıs’a hareket edeceklerdi. Hınıs’ta zayıf bir kuvvet var idi. Âsiler, Varto ’ya altı yedi yüz kişi ile girdiler, Hınıs’a gidinceye kadar bini tecavüz ederdi. Binaenaleyh Hınıs’ta bilâ-tevakkuf işgallerini muhakkak gördüm. Ve türlü bahaneler serdiyle tehir ettim. Bugün yarın ile sallayarak 12. Fırka’nın vüruduna kadar iki hafta geçtiği halde Hınıs’a hareketlerini ta’kim ettim. İki üç gün Hınıs’a hareketleri teahhur edince ‘o halde Muş ’a hareket edelim ’ dediler. ‘Arkadan Hınıs kuvvetinin Varto’ya gelmesi pek melhuzdur’ dedim. Bu suretle her iki veçheden hareketlerini durdurdum. Kısm-ı azam efradı hastalanarak hanelerine gönderildi. Varto’yu işgalleriyle beraber telgraf hattının tamiri ve hükümetle muhabere yapılması lüzumunu söyledim ve hattı tamir ettirdim. Birkaç saat Hınıs Kaymakamı mani oldu, sonra Erzurum’u bulduk; Başmüdür’e Ankarayolunu vermeyi istirham ettim, ‘Kırıktır’ dediler, 9. Kolordu’yu istedim, ‘Kırık’ cevabını aldım; O halde Erzurum Mevki Müstahkemi Kumandanı Hasan Paşa ile Vali Bey’i makine başına istedim, ondan da cevap yok. iki gün uğraştım, çare-sâz olamadım. Muhabere imkânını bulsa idim, ‘hiç olmazsa Erzurum’a bir adam isterler ben gider o suretle yakamı kurtarırım’ fikrinde idim, muvaffak olamadım. Fırkanın Varto’ya taarruz ve işgali gününde ailemi ayrıca çıkardılar. Hayvanım olmadığı halde başkasından bir hayvan alarak beni de beraber götürdüler. Meneşküt nahiyesine, Zazaların içine gittik. Muş ovasında tertibat alırlardı, Oğnut cihetini mühim göstererek tertibatı dağıttırdım. Oğnut cihetini tahkim edince Muş ovasına kuvvetin gönderilmesini ileriye sürerek bozardım. Bulunduğum müddetçe müsademeye meydan vermedim. Muş Ovası’nda bir defa cüz’i askerin ilerlemesiyle hemen bilâ-tevakkuf geriye çekilmelerini rey verdim. Varto’dan mufarakatimizde Şeyh Abdullah’a teslimiyet ve istîmanın yegâne çare olduğunu söylerdim, kendisi de kâni olmuştu. Fakat ‘Zazalar ancak beş yüz asker vardır. Onları da vaktinde esir ederiz’ diyorlar ve Şeyh’i tehir ediyorlardı. Şeyh Saidgeldiğinde tedbir değişti. Muş Ovası’ndan Murad Köprüsü’ne geçerek Nuh Bey’e iltihak ederek, Muş ve Bitlis’in sükûtunu temin eylemek ve olamazsa İran’a geçerek dertlerine çare aramakfikirleri meydana çıktı ve Muş Ovası’na kadar gidildi. Orada artık bütün mevcudiyetimle bu hareketin imkânsızlığından tafsilat verdim. Köprüden geçmenin gayr-ı mümkün olduğunu ikna edince, geçitten geçmeyi söylediler. Geceleyin geçide gitmeyeceğimi musırran beyan ettim. Tekrar avdetle Girvas karyesine gidildi. Ertesi günü Girvas’tan Varto cihetine dağdan geçildi. En suhuletle geçmek yollarını gösterdiklerinde türlü tas’ibât göstererek ”520

Ayrıca 9. Kolordu Komutanı Asım Bey’in 3. Ordu Müfettişliğine yazdığı yazıda da Mütareke senelerinde Yusuf Ziya’nın “Kürdistan İstihlası Cemiyeti”nin propagandasını yaparken Binbaşı Kasım tarafından hükümete ihbar edilmiş olduğu, ancak Hınıs Hâkimi ve Müstantiki tarafından iltimas edilerek beraat kararı verildiği yazmaktadır.[513] [514]

Genç Vilayetine Verilen Diğer İhbarlar

Yukarıda bahsedilenlerin yanında, bazı nahiye müdürleri ile jandarma subaylarının, İsyan’ın başlamasından önce Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’e ihbarda bulunduklarına dair iddialar vardır. Genç Valisi, muhakemesi esnasında, bu iddiaları reddetmiş, kendisine herhangi bir rapor veya malumat verilmediğini ileri sürmüştür. Vali yalnızca Hınıslı Kerem’in takibi esnasında, Kerem’in köylerde bazı propagandalarda bulunduğunu haber aldığını söylemiştir.

Genç Valisi’ne isyandan önce bilgi verildiğini Mahkeme’ye ihbar eden Lice Banka Memuru Abdülgani ve Bitlisli tüccardan Bahri Efendi’dir. Abdülgani, 6 Mayıs 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesine Mehmed Zeki’nin ihbarları ve Vali’nin bu konudaki kayıtsızlığı hakkında bir telgraf göndermiş, bunun üzerine Mahkeme bu telgrafla alakalı Abdülgani’nin ifadesinin alınmasını istemişti. Bunun üzerine hem Abdülgani’nin hem de Bahri Çavuş’un ifadesi alınmıştır. İfadelerinde isyandan önce kimlerin Vali’ye ihbarlarda bulunduğunu söylemişlerdir. Bunların verdiği bilgilere göre; Oğnut Jandarma Kumandanlığında görevli Mehmet Çavuş bir mesele için Garzan karyesine gitmiş ve Sadin Ağa’yı tutuklamak istemiş. Sadin Ağa silahına davranarak “Siz burada ne geziyorsunuz. Hükümetinizin bir hafta ömrü kalmıştır.” demiştir. Mehmet Çavuş bu olayı bir rapor haline getirerek Vali’ye sunmasına rağmen, Vali kabul etmeyerek bu gibi yolsuz ihbarlarda bulunmamasını ihtar etmiş ve bu olaydan bir hafta sonra isyan patlamıştır. Bahri Çavuş’un söylediğine göre, Mehmet Çavuş bu olayı kendisine anlatmış ve raporun da üzerinde olduğunu söylemiştir. Ayrıca Vali’nin, Oğnut Nahiye Müdürü Tevfik Efendi tarafından yazılan raporları Kalem’de saklayarak neticelendirmediği iddia edilmektedir.

Bir diğer ihbar, Piçar Nahiyesi Müdürü Mustafa Bey’in, Karakol Kumandanı Süleyman Çavuşu Vali İsmail Bey’in yanına göndererek durumdan haberdar etmesi ve bazı tedbirlerin alınmasını istemesidir. Yine Bahri Çavuş’un anlatımına göre: Süleyman Çavuş isyandan yirmi gün evvel isyan hazırlıkları olduğunu Vali’ye bildirmiş, Vali de ona: “Çapakçur Başmuallimi’nin akıbetini gördünüz, azledildi, ispat edebilirseniz meydana ona göre çıkın.” diye cevap vermiştir. Bahri Çavuş bunları, esir olduğu bir zaman Süleyman Çavuş’un kendisinden duyduğunu söylemiştir.

Bir diğer ihbar, Takım kumandanı Fehmi Efendi’nin ihbarıdır. Şeyh Said Meneşküt’te dolaştığı zaman Merkez Takım Kumandanı Fehmi Efendi de yirmi otuz kadar askerle Hınıslı Kerem’in takibinde bulunmaktaydı. Fehmi Efendi köylerde gezerken Şeyh Said’in de oralarda isyan hazırlığı yaptığını gördüğünü Vali’ye söylemiş, ancak Vali bunları üst makamlara bildirmemiştir.

Banka memuru Abdülgani’nin verdiği ifadeye göre, isyandan yirmi gün önce bazı eşkıyaların vilayet merkezine gelerek Takım Kumandanı Mülazım Abdülgani Efendinin hanesini ablukaya alıp ateş açmaları mevzusuna da Vali, lakayt kalarak olayı layıkıyla araştırmamıştır. İfadesinde Genç Valisi İsmail Hakkı’nın da isyanla alakalı olduğunu söyleyen Abdülgani, valinin Trabzonlu olup Ali Şükrü Bey’in ya biraderi ya da yakın bir akrabası olduğunu da iddia etmiştir.[515]

Vali İsmail Hakkı ile karşı karşıya gelen bir kişi de Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey olmuştur. Mehmed Hamdi Bey, Yusuf Ziya’nın Kürdistan istiklal fikrini ahaliye telkin ettiği haberini aldıktan sonra tahkikat için köylere gitmiş ve dönüşte gördüğü durumu Vali Bey’e haber vermişti. Vali ise “Âsâr-ı fiiliyeyok, teşkilâtları olup olmadığı meçhul” diyerek cevap vermişti.[516] Şunu ifade etmek gerekir ki bu ihbarlara bakıldığı zaman ihbarların kaynağı Abdülgani ile Bahri Efendilerdir ve ifadelerinde başkalarından duyduklarına dayanmaktadırlar. Ancak bu iki kişinin bahsettiği şahıslarla ilgili herhangi bir tahkikat yapıldığına dair bir belge yoktur. Ayrıca bu kadar ihbarlar kendisine söylendiği halde bunlara itibar etmediği ifade edilen İsmail Hakkı Bey muhakeme sonrasında memuriyetten men ve bir sene hapisle kurtulmuştu. Bunun yanı sıra 1927 yılında İsmail Hakkı Bey’in affedilmesi için hükümet tarafından Meclis’e bir teklif sunulmuştu. 1927 yılındaki bu teklif Meclis’te tepki ile karşılanıp kabul edilmemesine rağmen 1929 Haziran ayında çıkarılan başka bir kanun ile İsmail Hakkı Bey affedilmiştir.

İsyanın Sebep, Amaç ve Niteliği

Birçok kişi, isyan hakkında “İrticai hareket”, “Karşı devrimci ihtilal”, “Kürdistan kurmayı hedefleyen millî hareket”, “İslami düzen kurmak ve halifeyi yeniden idarenin başına getirmek için yapılmış olan dini kıyam”, “Menfaatleri tehdit altında olan feodalizmin tepkisi” gibi farklı tanımlamalar yapmakta ve buna paralel olarak Şeyh Said’in şahsı ile ilgili olarak “yobaz bir serüvenci”, “samimi bir Kürt milliyetçisi”, “İslam akaidini ihya etmek için kıyam eden mücahit” tabirleri kullanmaktadırlar.

Behçet Cemal, isyanı “Karşı ihtilal hareketi” olarak nitelemektedir.[517] Metin Toker ise “Şeyh Said bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade karşı ihtilalin bir darbecisi gibi hareket ediyordu ve açtığı bayrak hilafet bayrağıydı, şeriat bayrağıydı” demektedir.[518] Kemal Karpat ise İsyan’ın maksadının “Bağımsız bir Kürdistan kurmak ve halifeliği yeniden diriltmek” ve aynı zamanda “Doğu bölgesinde köyleri kontrol altında alarak derebeylik sistemini parçalamak istidadını gösteren hükümet otoritesine karşı bir tepki” olduğunu söylemektedir.[519]

Yaşar Kalafat isyanın amacını belirtirken şunları söylemektedir: “... Şeyh Said de diğer din adamları gibi Cumhuriyet sistemine kuruluşundan beri karşı idiler. Fakat Doğu Anadolu’da müstakil bir Kürdistan kurmak gibi bölücü bir fikirden tamamen münezzehti. Islami bir müessese olan hilafet makamınınyeniden tesisi ve İslam hukukunun devlet idaresinde uygulanması gibi fikirlerden hareket etmekten başka bir şey değildi”[520]

Mahmut Goloğlu ise, olayı devrimlere karşı bir irtica hareketi olarak görmektedir. Onun deyimiyle bu ayaklanma “Din işlerinin dünya işlerinden ve özellikle politikadan ayrılması amacıyla yapılmış devrimlere karşı ümmetçi anlayışın tam bir gerici tepkisi” idi. Ayrıca Goloğlu, farklı birçok amacı hedef edinmiş grup ve kişilerin isyanda yer almış olmasına rağmen, isyanı asıl yapanların “Devlet düzeninin tek temelinin din ve tek devlet politikasının ümmetçilik olduğuna hiçbir gücün sarsamayacağı şekilde inanmış” olan Nakşibendilerin yaptığını vurgulayarak, isyanın “Temeldayanağı irtica idi” demektedir.[521] Ancak Goloğlu’na göre isyan başarı olsaydı, sadece bir irtica hareketi olarak kalmayarak, Türkiye’nin parçalanmasına ve yabancı işgali altına girmesine neden olabilecekti.[522]

Vedat Şadilli de şunları söylemektedir: “Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra Şeyh Said ayaklanması, bir Kürtçülük hareketi olarak gösterilmek istenmişse de gerçekten bu ayaklanmanın sebepleri çok daha başkadır. Millî Mücadele’ye ‘Millî egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurmak’ kararı ile başlayanM.Kemal, Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra, bu tip hareketlerin başlayabileceğini biliyordu.”[523]

Mete Tuncay, Mahkeme tutanaklarında geçen ve Savcı’nın görüşlerine paralel şekilde düşünerek isyanın “Dinsel bir giysi altında ulusal bir başkaldırı olduğu kanısındayım.” demektedir. [524] Kırçak, İsyan’ın dinsel sloganlarla yürütülmekle birlikte ayrılıkçı bir hareket olduğunu söyler.[525] Uğur Mumcu ayaklanmanın İslami düzen istemleriyle başlayıp, sonunda bağımsız Kürt İslam devleti amaçlandığını söylemektedir.[526]

B. Lewis ise “Kürt ayaklanmasını, Allahsız Cumhuriyet’i devirmeyi ve Halifeyi geri getirmeyi isteyen derviş şeyhler yönetmişti.” diyerek hadiseyi bir Kürt ayaklanması olarak nitelemekte aynı zamanda irticai tarafına da değinmektedir.[527] Necip Fazıl Kısakürek, Şeyh Said’in sırf kendi başına ve sadece inancı uğrunda hareket ettiğini söylemektedir.[528]

İsyanın Azadi tarafından tasarlanıp İngilizlerce kışkırtıldığını söyleyen İhsan Ş. Kaymaz da şu önemli tespitlerde bulunmaktadır: “ilk hareketi başlatanların ulusalcı Kürt aydınları olması, teşkbaşına Şeyh Said ayaklanmasına ulusal nitelik kazandırmaya yeterli değildir. Bu, eyleme ulusalcı bir boyut ekler ama kesinlikle eylemin bütününü karakterize etmez. ... Şeyh Said ayaklanmasının ulusal nitelikte bir eylem olduğunu ileri sürmek, hiçbir ölçüte göre olanaklı değildir. Azadi’nin varlığı, tek başına, hareketi ulusalcı olarak tanımlamaya yetmez. Bu nedenle, ulusallık savına dayanmaya ve onu savunmaya çalışanlar kendi söylemleri içerisinde çok ciddi mantıksal çelişkilere ve tutarsızlıklara düşmekten kurtulamamaktadırlar. İlişki kalıplarının, dinsel öğretinin parametreleriyle belirlendiği feodal bir toplumda ‘ulusçuluk’ yaftasını yakıştırmaya çalışmak, zorlama bir düşüncedir. ”[529]

İsyanı bir Kürt ulusal hareketi olarak niteleyen ve isyanın dinî yönünü oldukça zayıf görenler de vardır. Örneğin Hasretyan, İsyan’ı o güne kadar görülmemiş yaygınlık ve örgütlülükte bir Kürt ulusal hareketi olarak nitelemekle birlikte, birçok kişi tarafından kabul edilen, İsyan’ın içindeki dinî faktörü oldukça zayıf görmektedir. Hasretyan “Şeriatın geri getirilmesini isteyen mücadele sloganı bağımsız Kürdistan sloganıyla karşılaştırıldığında ikinci derecede rol oynadığını” söylemektedir. Hatta “Çoğu Kürt aşiretininyüzeysel olarakMüslüman olduğunu”, “Dinifanatizmin Kürtlerin belirgin özelliklerinden olmadığını”“Kürtlerin padişahla hep mücadele etmiş olduğunu” söylemektedir.[530] Başka bir Ermeni yazar Garo Sasuni de aynı şekilde bu hareketin “Tartışma götürmez bir Millî bağımsızlık hareketi” olduğunu söylemesinin yanında “Kürt isyanı dinci ve gerici bir isyan olmadığı gibi, gerici Türk unsurlar ile de hiçbir ilgisi, bağı mevcut değildi” demektedir.[531] Ancak mahkeme tutanaklarına ve mektuplara bakıldığında dinî söylem o kadar ağır basmaktadır ki, olaya tamamen milliyetçi bir açıdan yaklaşanların söylemiş oldukları gerçekle bağdaşmamaktadır.

Hasretyan gibi isyanı tamamen Kürt millî hareketi olarak niteleyenler, dini söylemin bilerek tercih edildiğini, hatta harekete dini bir renk vermek ve dindar halkın desteğini kazanmak amacıyla Şeyh Said gibi kişilerin örgüte dahil edildiğini belirtmektedirler.[532] Ancak Hasretyan Şeyh Said’in dini söylemlerle hareket etmesini eleştirmektedir. Ona göre, Şeyh Said’in dini kendine perde yapması ve asıl amacı olan Kürdistan kurma düşüncesini gizlemesi bir eksikliktir, çünkü birçok Kürt lideri Şeyh Said’in din davasına önem vermemiştir.[533]

Bir kısım ise Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid gibi isyanın siyasi ayağını oluşturan kişilerin önceden yakalanmasından dolayı siyasi liderlerin ortadan kalktığını ve isyanın dini kişilerce yönetilmek zorunda kalındığından dolayı dini söylemin ağır bastığını söylemektedirler.[534]

Bruinessen, Şeyh Said’in çok inançlı bir insan olmasının yanında samimi bir milliyetçi olduğunu, isyana katılanların da dinî ve millî bağlılıklarını birbirinden ayırt etmemin mümkün olmadığını söyleyerek, isyanın hem dinî hem de milliyetçi nitelikte olduğunu vurgular. Ancak Şeyh Said’in birincil amacının Kürdistan kurmak ve isyana katılanların asıl motivasyonunun da milliyetçilik olduğunu söylemektedir.[535] Bruinessen’in bu fikir ve kanaatleri daha çok, ayaklanmaya aktif olarak katılmış olduklarını söylediği kişilerle yaptığı mülakatlara dayanmaktadır. Bu kişilerin anlattığına göre Şeyh, birincil olarak milliyetçi duygularla harekete geçmiş ve isyanı bir araç olarak kullanmıştır. Ancak Bruinessen bu kişilerin ayaklanmayı efsanevi şekilde anlatmalarının bu kaynaklarla ilgili bir sorun olduğunu da söylemektedir. Yine kendisi bu kaynaklarının, din adamlarına karşı olan görüşlerinin etkisiyle, milliyetçi vurgularda bulunduklarını söyler.[536]

Ayaklanma “Kürt derebeyliğinin Cumhuriyet hükümetine karşı bir tepkisi” olarak da nitelendirilmektedir.[537] Tuncay, resmî görüşün gerisinde nadiren dile getirildiğini söylediği bu görüşe temkinli yaklaştığı anlaşılıyor. Ona göre Cumhuriyet’in anti-feodal niteliği, anti-kapitalist niteliğine benzemektedir.[538]

Mahkeme Heyetinin İsyana Bakışı

Şark İstiklal Mahkemesi 16 Nisan 1925’te verdiği ilk idam kararında, isyanın gayesini “Müstakil bir Kürdistan teşkilini temin ve Türkiye Devlet-i Cumhuresi’ni inhilal ve inkısama sevk etmek” olarak açıklamıştı. Bundan sonra verilen kararlarda da hep aynı şekilde isyanın amacı, “Müstakil bir Kürdistan Hükümeti teşkil” etmek olarak geçmektedir. Kararlarda irtica vurgusu yok gibidir. Birkaç yerde, örneğin İbrahim Edhem’in kararında “Fikr-i irticakâranesini neşretmek” cümlesi geçmektedir. Bir yerde de “Irticakar Kürt istiklali” denilmektedir. Daha sonraki kararlarda da sıklıkla şu tabir kullanılmaktadır: “Kürt istiklalinin temini için zahiren din ve şeriatperdesi altında Hükümet-i Cumhuriye aleyhinde müsellahan kıyam ve isyan.”

Mahkeme Savcısı Ahmed Süreyya Bey, Şeyh Said ve 37 sanık hakkında hazırlamış olduğu 70 numaralı iddianamede de İsyan’ın amacını, “Güya dini ve şer’i fakat her halde müstakil bir Kürt hükümeti tesis eylemek.” şeklinde ifade etmiştir. Ahmed Süreyya Bey hatıralarında da İsyan’ın dış görünüşü itibarıyla dinci ve şeriatçı olduğunu ancak asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerinin maksat ve gayesi bakımından ise tastamam bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devlet ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey olmadığını vurgulamış, buna delil olarak isyancıların mektuplarında kullanmış oldukları bazı ifadeleri delil olarak göstermiştir.[539] Ayrıca Savcıya göre, Şeyh Said’in mahkemede “İnat ve ısrarla inkâr ve saklamaya devam ettiği” iki şeyden birisi isyanın planlı olduğu, diğeri de Kürtlük davası güdüldüğüdür. Ahmed Süreyya, Şeyh Said’in bu konuda gayet ketum olmayı terk etmediğini söylüyor. Ona göre, Şeyh’in amacı, bu iki hususun kesin bir şekilde tespit edilememesi halinde Şeyh Said’in idam cezasında kurtulma ümidi beslemesidir.[540]

Hükümetin İsyana Bakışı

İsyan başladığı zaman Ali Fethi Bey Hükümetinden Dahiliye Vekili Cemil Bey, yaptığı açıklamalarda İsyan’ın bastırılmak üzere olan mahallî bir hareket olduğu söylemiş ve isyanı şekavet (haydutluk, eşkıyalık) hareketi olarak tanımlamıştı. Ali Fethi Bey ise Meclis’te yaptığı ilk açıklamada kendisine ulaştırılan vesika ve raporlara göre İsyan’ı değerlendirmiş; bir vesikaya göre isyanın şeriatın teminini amaçlayan planlı bir isyan olduğunu, diğer rapora göre ise Abdulhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin etmek görüntüsü altında Kürtçülük olduğunu söylemiştir.

Başvekil Ali Fethi Bey, isyan’ı mahallî ve kısa sürede bastırılacak bir isyan olarak görmüş ve isyan bölgesinde sıkıyönetim kararını isyanın başlamasından ancak on gün sonra alabilmişti. Ancak başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere İsmet Paşa ve Halk Fırkası içerisindeki bir grubun isyana bakışı farklı idi. Mustafa Kemal Paşa; isyanı umumi, mürettep ve irticai olarak görmekte idi. Bu yüzden Halk Fırkası içerisindeki bir grup, isyan karşısında Fethi Bey’in pasif kaldığını söyleyerek onu ciddi eleştirilere tabi tutmuştu. Hükümet değişikliği yaşanıp İsmet Paşa Başvekil olduktan sonra, hem isyanın bastırılacağını hem de memleket genelinde olabilecek hadiselere karşı tedbir alınacağını söyledi. Halk Fırkası vekilleri Takrir-i Sükûn Kanunu görüşmeleri sırasında da İsyan’dan ziyade İstanbul basınına yüklenmişlerdi.

Hükümet değişikliğinden sonraki dönemlerde Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar isyanı irticai bir hareket olarak tanımlamaya devam etmişlerdir. İsmet İnönü daha sonra kaleme alınan hatıralarında da Şeyh Said İsyanı’nı millî bir hareket olarak kabul etmemek gerektiğini söyledikten sonra, isyanın sebepleri arasında Doğu Anadolu’daki sosyal meseleler üzerinde düşünmek icap ettiğini söylemiştir.[541]

Bununla birlikte 30 Nisan 1925 tarihinde Erkân-ı Harp Riyaseti’nden (Genel Kurmay Başkanlığı) gönderilen yazıda sınırlı bir sahada ve çeşitli amaçlar doğrultusunda meydana gelen isyanın, özellikle İstanbul basınında umumi bir Kürt kıyamı şeklinde gösterilmesinin içerde ve dışarda bazı kişiler tarafından propaganda zemini haline getirildiği bildirilmiş ve isyanın “iftiraktan (ayrılık) ziyade irticai ve cehalet ve iğfal eseri olduğu” şeklinde yayınların yapılmasının gerekli olduğu bildirilmişti. Bu durum 3 Mayıs tarihli Bakanlar Kurulu’nda da görüşülerek umumi ve mürettep bir irtica hareketinin basında Kürt meselesi şeklinde yer almasının hem hakikatle bağdaşmadığı hem de siyaseten mahzurlu olduğu kararı alınmıştı.[542]

Görüldüğü üzere Şark İstiklal Mahkemesi, İsyan sanıklarını Kürt devleti kurmak ve ülkeyi bölmek suçlaması ile yargılarken hükümet yetkilileri isyanı irticai bir isyan olarak tanımlamışlardır. Hatta Bakanları Kurulu’nun aldığı karardan sonra dahi mahkeme verdiği kararlarda isyanın bir Kürt devleti kurma amacına yönelik olduğunu vurgulamaya devam etmiştir. Bu açıdan Hükümet’in, 3 Mayıs’ta aldığı kararda irtica hareketinin, basında Kürt meselesi olarak yer almasının hakikat ile bağdaşmadığını vurgulamasına rağmen bunun siyaseten tercih etmiş olabileceği de göz ardı edilmemelidir.

Hareketin dışarıya karşı irticai, içeriye karşı Kürt hareketi olarak lanse edilmeye çalışıldığı birçok kişi tarafından dile getirilmektedir. Örneğin hadiseyi ulusal Kürt hareketi olarak görenler Hükümetin bunu bilerek irticai bir hareket olarak göstererek dış devletlerin harekete yardım etmelerine engel olduğunu söylemekteler. Dersimi’ye göre bu propaganda ile Ruslar, Kürtlerin yardım isteklerine sessiz kalmışlardır.[543] Hasretyan da isyanı, irticai bir hareket olarak gösteren Kemalistlerin bu isyanı ulusal ve uluslararası kamuoyunda küçük düşürmeye çalıştığını belirtmektedir.[544] Bununla birlikte isyanın İslami bir hareket olduğunu söyleyen Mahmut Akyürekli iddianamelerde geçen Kürt hareketi vurgusuyla, hareketin İslami karakterinin görünmez kılınarak Anadolu’da dindar halkın tepkisinin önüne geçilmek istendiğini yazmaktadır.[545] Mete Tuncay, hükümetin isyanın rengini bu şekilde farklı göstererek hedefleyebileceği amacın, tüm yurt genelinde başlatacağı genel bir karşı hareketi haklı kılmaya yönelik olabileceğini söylemektedir.[546] Aynı şekilde Akyol da, hükümetin takip ettiği bu umumi irtica tezinin basını ve muhalefeti susturmada hayli işe yaradığını belirtmektedir.[547]

Muhalefetin İsyana Bakışı

İsyan’ın başladığı ve Ankara’ya yankılandığı ilk zamanlarda muhalefetin yaklaşımı Ali Fethi Bey Hükümetinden pek de farklı olmamış, hükümetin çıkarmış olduğu sıkıyönetim kararına ve aldığı diğer tedbirlere destek vermişlerdir. Kazım Karabekir bölgede sıkıyönetim ilanının gerekli olduğunu söylemiş ve isyancıları, “sınırlı mütegallibe” (zorba takımı, derebeyi) olarak ifade etmişti. Hatta bu sınırlı mütegallibenin dış teşviklerle bazı amaçlarına ulaşmak için halkı dinî açıdan tahrik ettiğini ve her türlü lanete layık olduklarını dile getirmişti.

Terakkiperver üyelerinden ve Erzurum Mebusu olan Rüştü Bey ise 26 Şubat’ta İstiklal gazetesine verdiği beyanatta, bölgedeki vali ve kaymakamların aczinin olayı bu hale getirdiğini söyleyerek şunları söyledi: “Eğer bu vali ve kaymakamlar vazifelerinin ehli insanlar olsaydılar usat (asiler) namı verilen ve hakikatte birkaç çapulcunun hareketinden başka bir şey olmayan bu şer zümrenin maksatları daha evvelden keşif ve men edilirdi.” Rüştü Bey açıklamasının devamında asi kuvvetlerinin yedi binden fazla olmadığını ve İsyan’ın Nisan’ın sonuna kadar bastırılabileceğini söyledi. Ayrıca İsyan’da ecnebi parmağı olduğunu zannetmiyorum diyerek şunları ifade etti: “Hadisede ecnebi parmağı olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Genç ve Muş memleketin ortasındadır. Ecnebilerle temas etmek maksadı olsaydı asiler hududa yakın mesela Zaho’ya çekilip şimdiye kadar tek bir memurumuzun giremediği aşiretlerle birleşebilirlerdi”[548]

Ancak muhalefetin hükümete verdiği bu destek çok uzun sürmedi, hükümet krizi ile birlikte Ali Fethi Bey’in istifası ve İsmet Paşa Hükümeti’nin kurulması sonrasında, muhalefet alınmak istenen sert tedbirleri şiddetle eleştirdi ve çıkarılan kanunlara karşı çıktı. O dönemde muhalefetin iki önemli ismi olan Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay, hatıralarında Şeyh Said İsyanı hakkında bazı tespitlerde bulunmuşlardır. Ali Fuat Cebesoy, İsmet Paşa Kabinesinde Dahiliye Vekilliği yapan Ferit ve Recep Beylerin doğu illerinin durumuna önem vermediklerini ve Şark vilayetlerinin çoğunda hükümetin iktidarsız valilerle birkaç katibin eline bırakıldığını belirtmiştir. Bunun yanı sıra İsyan’ın başta İngilizler olmak üzere Kürt Teali Cemiyeti ve Tarikat-ı Salahiye gibi örgütler tarafından tahrik edilerek, bizzat şeyhler tarafından kumanda edildiğini belirten Cebesoy, İsyan’da muhalefet ile matbuatın zerre kadar suçu olmadığını ifade etmiştir.[549] Şeyh Said’in Birinci Dünya Harbi sırasında Ruslar hesabına isyan ettiğini, daha sonra Rus Konsolosluğuna sığındığını söyleyen ve Şeyh Said’e ağır hakarette bulunan Rauf Orbay ise Halk Fırkası içerisindeki müfritlerin bu isyan bahanesiyle TCF’nin kapatılmasına çalıştıklarını ve isyanı siyasi maksatlarına alet ettiklerini belirtmiştir.[550]

Şeyh Said’e Göre İsyanın Gerekçe, Sebep ve Amacı

Şeyh Said, mahkemede isyanın nedeni olarak dinî meseleleri gerekçe göstermiş ve dinin muhafazası için kıyam ettiğini söylemiştir. Maksadını her defasında, “Ahkâm-ı şer’iye ve diniyeyi i’lâ ve tatbik” yani şeriat ve din hükümlerini yüceltmek ve uygulamak olarak tanımlamıştır. Bütün hareketini Kuran’dan istihraç ettiğini söyleyen Şeyh Said, İsyan’ı “Vaktin imamı şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine kıyam vaciptir” esasına dayandırmış ve buna göre isyanın şer’an caiz olduğunu savunmuştur. Bunun yanında “Kıyam fikrimizce cihattır. Hükümete ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki (zorla uygulatmak) için kıyam cihattır” diyerek aynı zaman bu kıyamın bir cihat olduğunu da söylemiştir.

Şeyh Said sorgusunun yapıldığı ilk gün 26 Mayıs tarihinde İsyan’ın sebeplerini bu şekilde izah etmişti. Hükümetin şeriat kurallarını tatbik etmediğini, Men-i Müskirat Kanunu’nu uygulamadığını ve had cezalarını terk ettiğini söyleyerek, bunun üzerine kendisinin şeriat kurallarına uygun olarak bu ahkâmın uygulanmasına vesile olmak için bu hareketi gerçekleştirdiği üzerinde durmuştu. Şeyh Said’in ahkâm-ı şer’iyeye yani şeriat hükümlerine uygun hareket etme vurgusu üzerine, Mahkeme heyeti Şeyh Said’e, kendisinin yapmış olduğu hareketin şeriat hükümlerine uygun olup olmadığına dair sorular sormuşlardır. Heyet, onun icma-ı ümmete başvurmadığını, “Bize silah çeken bizden değildir” hadisine ters hareket ettiğini ve -bir mektupta geçen cümlelere göre- şahsi menfaatini umumun menfaatine tercih ettiğini söyleyerek, şeriat ahkâmına uygun hareket etmediğini söylemiştir. Bu konu ile ilgili mahkemede geçen konuşmalar şöyledir:

“Reis Müfid Bey: isyan harekâtını siz nasıl tasavvur ettiniz, nasıl buldunuz? Sizi teşvik eden veyahut ilham mı vaki oldu?

Şeyh Said: Hâşâ ilham vaki olmadı. Kitaplarda gördük ki imam-ı vakit, şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine kıyam vaciptir. Hükümete şeriat meselesini anlatmak istedik, hiç olmazsa bir kısmının icrasını talep edecektik. Allahü teâlâ’nın kaderi beni bu işe düşürdü; içine bir düştüm, bir daha çıkamadım.

Reis Müfid Bey: Buyurdunuz ki, kütüb-i fıkhiyede imam şeriattan inhiraf ederse kıyam vaciptir. Bunun hiçbir şurûtu yok mu Şeyh Efendi?

Şeyh Said: Bunun şurûtu nedir, şurûtunu bilmiyorum. Şer’an vaciptir biliyorum.

Reis Müfid Bey: Bu halin imamdan vukuunda bir Müslüman kıyam mı eder?

Şeyh Said: Benim de niyetim böyle değildi, bilmecburiye oldu. inhiraf yok. Ahval-i şer’iyeyi icra etmezse dedim.

Reis Müfid Bey: Kıyamınızın esbabı ne idi? Siz gayeniz demek ki şeriattan vaki olduğuna hüküm ettiniz. Ondan kıyam ettiniz öylemi, Şeyh Efendi?

Şeyh Said: Kitap, ‘Kıyam vaciptir’ diyor. ‘Şeriatı icra ettireceksin’ diyor. Ahkâm-ı şer’iye katl, zina, müskirat ilâ ahir gibi ahvali men ediyor. Hepimiz hamdolsun Müslümanız. Kürt, Türk yoktur. Bütün hatt-ı harekâtımızı bizim Kur’an-ı azimüşşandan istihraç ediyoruz. Şeriat meselesi bir de Sebilürreşad’ınyazdıkları haddimizi artırıyor, bizi teşvik ediyordu.”55

(...)

“Reis Müfid Bey: Şeriat-ı mutahharanın ahkâmı icra edilmediğinden dolayı bu isyanı vücuda getirdiniz öyle mi?

Şeyh Said: ‘imam eğer şeriat ahkâmını icra etmezse’ dedim. Bu, şer’an isyanın cevazına delildir. Vaktaki vuku buldu, işte şeriat da ‘vaciptir’ diyor. Hiç olmazsa günahkâr olmayız dedim.

Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi siz buyurdunuz ki, ‘Müslümanlar birbirinin kardeşidir.’ Müslüman’ı Müslüman üzerine kıtale sevk etmek caiz midir?

Şeyh Said: Evet,yekdiğerinin kardeşidir. İmama kıyam etmek muharebeyi intaç etmez mi? Kitap öyle diyor.

Reis Müfid Bey: İslamlar madem kardeştirler, nasıl olurda siz Müslümanları birbiri üzerine kıtale sevk ettiniz?

Şeyh Said: Ya Hazret-i Ali muharebe ettikleri adam Müslüman değil mi idi? Yine kardeş kalır.

ReisMüfidBey: Siz icma’-ı ümmetle intihap edilmiş bir Reis-i Cumhur, birMeclis-i Mebusan, bir Heyet-i Vekile vardır; Bunlara dinde gördüğünüz lakaydiyi bildirmeden Müslümanları ne için kıtale sevk ettiniz?

Şeyh Said: E..Kıtale ben sevk etmek istemedim, bu zevata da yazamadım. Niyette kaldı, kader bırakmadı, kavgaya düştük, iş elimize geçti.

Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, buyurdunuz ki vaciptir?

Şeyh Said: Belâ, kitap ‘vaciptir’ diyor.

Reis Müfid Bey: Evet, kitap söylüyor. Ama icma’-ı ümmete müracaat etmek lazımdır.

Şeyh Said: İcma-ı ümmet. Müctehidlerin icmaı lazımdır.

Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.3-4.

Reis Müfid Bey: Vacipti bu kıyam buyurdunuz. Küffar; bilâd-ı Islamiye’yi, Kuran-ı azimüşşanı çiğnerken cihat nedir?

Şeyh Said: O da cihattır, farzdır; evet, belâ.

Reis Müfid Bey: Yunan bütün memleketimizi çiğnerken bu topladığınız dört bin kişi ile Yunan üzerine yürümediniz?

Şeyh Said: O vakit biz çok perişandık, vaktimiz olsaydı durmazdık. Balkan muharebesinde müheyya olduk, istemediler; bu muharebede muhacir fakir idik, o zaman yine giderdik. Vaktimiz yoktu.”[551]

(...)

“Reis Müfid Bey: Sizden ve benden daha ziyade mu’tekid olan Müslüman askerine kurşun atılır mı?

Şeyh Said: Evet, o da İslam askeridir. Kıyam fikrimizce cihattır, hükümete ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki için kıyam cihattır.

Reis Müfid Bey: Siz yalnız reyinizle kıyam ediyorsunuz. Lazım gelirdi ki ulemâ, fuzalâ ile müşavere etmeliydiniz?

Şeyh Said: Hayır, ben müçtehit değilim fakat böyle anladım. Ahkâm-ı şer’iyemizin hepsi değil, fakat çokları metruktur.

Reis Müfid Bey: Mademki müçtehit değilsiniz, şeriat yoktur diye fırlamamalıydınız?

Şeyh Said:(Sükût) ”[552]

(...)

“Ali Saib Bey: Ahkâm-ış er’iyeden ne gibi şeyler istiyordun Şeyh Efendi?

Şeyh Said: Müskiratın men’i.

Ali Saib Bey: Müskirat memnu değil mi, Men’-i Müskirat Kanunu var?[553]

Şeyh Said: Sonra lağvolmuş zannettik, böyle duyduk. Tekfiryok. Katl için hadd vardır. Recmvardır. Ilââhir.

Ali Saib Bey: Pekâlâ bunu on beş sene yirmi sene evvel niye düşünmedin? Niye müracaat etmedin?

Şeyh Said: Evvel de düşündük fakat Allahu teâlâ kader etmemiş, vakt ü saati tekmil olmamıştı.”[554]

(...)

“Ali Saib Bey: Isyan ettiğin zaman, askeri, Müslüman askeri olarak mı görüyordun, yoksa kâfir askeri mi?

Şeyh Said: Hayır, Müslüman askeri olarak telakki ettim.

Ali Saib Bey: Bir hadis var: ‘Men selle aleyna’s-seyfefeleyseminna’ böyle midir?

Şeyh Said: Orada diyor.

Ali Saib Bey: Dava ettin mi, bunun manasını söyle?

Şeyh Said: Belâ, bu hadis-i şerif vardır. Fakat ‘din için olursa’ diyor. Bu ‘selle seyf’ ile bir hukuk müdafaa etmiyordum, din müdafaa ediyordum. ‘Bize kim kılıç çekerse bizden değildir’ diyor.

Ali Saib Bey: ‘Şeriatı terk etmiş, onu öldürmek caizdir’ diye bir hadis var mı?

Şeyh Said: Imam şeriatın ahkâmını icra etmez, kâfir olursa ona kıyam caizdir.

Ali Saib Bey: Ahkâm nedir, ne gibi ahkâmdır terk edilen?

Şeyh Said: Şürbün haddi terk olunmuştur. Biz ümmet-i Muhammediye’den değil miyiz, ister babamızdan terk olunmuş olsun yine biz mesul değil miyiz?

Ali Saib Bey: Bu hadis-i şerifi tefsir et: ‘İslam’a kılıç çeken Müslüman değildir.’ Öyle değil mi?

Şeyh Said: Ben peygambere mi kılıç çekiyorum? Ümmet-i Muhammed’in bir kısmını şeriata davet için yaptım.

Ali Saib Bey: Şerait-i Islamiye’yi hamdolsun tamamen ikmal ediyoruz. Yapılmayan ne var?

Şeyh Said: Kur’an ahkâmından neyi icra ediyoruz? Riddet haddi bir, katlin haddi iki, diyet üç, kısas dört, darp haddi beş, bunların hangisini gördük?

Ali Saib Bey: Bunların hepsi Ceza Kanunu’nda var. Islamlar içerisinde sizden âlim ve mütedeyyin kimseler yok mu, varsa neden yalnız siz düşünüyorsunuz?

Şeyh Said: Çoktur. Benim aklımın hiffetinden bilmem. Benden âlim tabii çoktur.

Ali Saib Bey: Bunlar hakikaten yapılmıyorsa onlar ne için talep etmiyorlar?

Şeyh Said: Ne kadar ehl-i şeriat varsa hep talep ediyorlar, fakat canından malından korkuyorlar.

Ali Saib Bey: Bütün ulemâ içerisinde en âlim ve en cesuru sensin öyle mi?

Şeyh Said: En âlimi ben değil, fakat en tehlikeye atılan benim. ”56

(...)

“Ali Saib Bey: Ahkâm-ı şer’iyece menâfi-i şahsiye, menâfi-i umumiyeye tercih edilir mi?

Şeyh Said: Menâfi-i şahsiye menafi-i umumiyeye tercih edilmez.

Ali Saib Bey: Tercih eden bir adam ahkâm-ı şer ’iyeyi yapmamış olur değil mi?

Şeyh Said: Menâfi-i şahsiyesini tercih etmemelidir, şeriata muhaliftir.

Ali Saib Bey: Sen, Şeyh Şerif’e yazdığın mektubunda nefsin her şeyden mukaddes olduğunu yazıyorsun?

Şeyh Said: Ben onu yazdım, benim cepheme gelmesini isterdim.

Ali Saib Bey: Sen emirü’l-mücahidînsin, başkumandansın, emir eder getirirsin, öyle değil mi?

Şeyh Said: Hayır, öyle değildi, herkes keyfine.

Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.10-11.

Ali Saib Bey: Ahkâm-ışer’iyeye muhalif olarak emir vermek doğru mudur, Şeyh Efendi?

Şeyh Said: Dersimlilerle muharebeye gittiğini duymuştum. Bir de zarurette kalmıştım, buraya gelmesi için yazdım. O vakit Dersim’de idi.

Ali Saib Bey: Siz şer’in muhafazası için ayaklandığınızı söylüyorsunuz. Nasıl olup da nefsin her şeye müreccah olduğunu yazıyorsunuz?

Şeyh Said: Nefisten ‘murad orayı terk edip buraya gel’ demek istedim. Menâfi-i umumiye burada idi. ‘Ya müdafaa edelim veya kaçalım’ dedim.

Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, elinizle top tutuyorsunuz. Üfleyince tayyare indiriyorsunuz?...

Şeyh Said: Ne o doğrudur, ne de o. Bunu kim söylemişse yalandır.

Ali Saib Bey: Ilm-i remil, ilm-i nücumdan bir şey bilir misiniz?

Şeyh Said: Hayır, anlamam.

Ali Saib Bey: O halde mektuplarınıza nazaran muvaffak olunacağını nereden anlıyordunuz?

Şeyh Said: Muvaffakıyet için ‘Inşaallah’ derdim.

Ali Saib Bey: Menâfi-i şahsiye menafi-i umumiyeye tercih edilirse ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olur diye bir şey sormuştum, bak sana mektubunu okuyorum (diyerek okudu.)

Zîri 7 Ramazan 1343 tarihiyle müverrah ve Hâdimü’l-mücahidîn Mehmed Said el- Nakşibendi imzasıyla mümzâ ve Şeyh Şerif Efendi’ye hitaben muharrer olan mezkûr mektubun aynen meali zîrde münderiçtir: ‘Selam ve dualar eylerim. Fişeklerin noksan ve fıkdanından cepheyi Belkini Dağı’na aldım. Bu tarafta asker-i Rum ziyadedir. Eğer helakimize mucip bir mani yok ise Karaçol’dan geri çekilesiniz ve bir miktar kâfi kuvvet bize gönderesiniz. Şeyh Hüseyin ile beraber ve ahvalinizi güzelce mebsut olarak yazasınız. Dersim ne haldedir, lehimize veyahut aleyhimizedir? Bugün bizim hayatımızı düşün, kimsenin hayatını ve malını düşünme. Biz mahvolduktan sonra gayrın hayatı ve malı bize ne fayda verir? Nefis, gayrın üzerine mukaddemdir. Cümle harp arkadaşlarımıza selam ve dualar eylerim.’[555]

Ali Saib Bey: Asker-i Rumî nedir?

Şeyh Said: Kürdler biz Türk askerine ‘asker-i Rum’ deriz. Tabirdir, öyle deriz.

Ali Saib Bey: Onun reyine bırakıyorsun, emr-i kat’i vermiyorsun.

Şeyh Said: Orada Dersimlilerle muharebe ediyordu. Emr-i kat’î vermedim, kendi fikrine terk ettim.

Ali Saib Bey: Bak yazdığınız bu mektubun mündericatı ahkâm-ı şer’iyeye muvafık mıdır Şeyh Efendi?

Şeyh Said: ‘Biz telef olduktan sonra sizin orada lüzumunuz yoktur’ demek istedim. Biz reis idik, reisin mefkudiyeti, ölümü; umumun menâfıine mugayir değil mi idi?”[556]

(...)

“Reis MüfidBey: Şeriatı kimden isteyecektin?

Şeyh Said: Ahkâm-ı şer’iyemiz bugün metruktür. Cumhuriyetten evvel de, sultanlar zamanından beri metruktür; yalnız, bunlar kaldırmış değildirler. Allah emir etmiş onu feshetmek nasıl, Allah’ın emrini yerine getirmek lazım değil mi? Bunları infaz edecek ulemâ-yı Islamiye’dir, ikinci kavilce de hulefâdır.

Reis Müfid Bey: Hulefâdan maksadınız ne?

Şeyh Said: Hulefâdan maksat halifelerdir. Onlar ahkâm-ı şer’iyeyi yerine getirmekle muvazzaftırlar.

ReisMüfidBey: Bir halife mi olsun istiyordun?..

Şeyh Said: Olsa dinimize muvafıktır, o da ahkâm-ı şer’iyedendir.

Reis Müfid Bey: Kürre-i arzda üç yüz elli milyon Müslüman var. Bunların içerisinde Müslümanlık için kavga eden yegâne Türklerdir. Bunu bilmez misiniz?

Şeyh Said: Vaciptir; benim de üzerime vaciptir, senin üzerine vaciptir.

ReisMüfid Bey: On asırdan beri âlem-i nasârâya karşı İslamiyet’i muhafaza etmişler. Şimdi de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda devletin dini din-i İslam’dır diyor. Peki, bu Cumhuriyet neyi bırakmış?[557] [558]

Şeyh Said: Evet Türklerdir. Madem ki onların elinden geliyor yine yapsınlar. Biz Kürtler sizinle beraber yok muyduk, hangi muharebede sizden ayrıldık? Mademki Müslüman’dır, ahkâm-ı şer’iyeyi icra borcu mudur, borcu değil midir?

Reis MüfidBey: Her Müslüman kendi ef’alinden mesuldür, öyle değil mi?

Şeyh Said: Evet, eşhas kendi ef’alinin mesulüdür; fakat cemiyetin, hükümetin hatasından her İslam mesul değil midir?

Reis Müfid Bey: Elli milyonluk bir Müslüman’ın başına geçen hükümet eline kırbaç alıp köy köy gezecek mi, Şeyh Said namaz kıldı mı diye?

Şeyh Said: Evet, her köyden sual edecek. Ben bilmem, kitap öyle söylüyor Efendimize göstereyim. ‘Filan köyden ezan okunuyor mu, cemaat var mı?’ diye sormak lazımdır.

Reis Müfid Bey: Bu Türklere karşı şeriatın muhafazası için musammem birfikri meydana getirmek kastıyla isyan ettiniz öyle mi? Doğrusunu söyle!

Şeyh Said: Neyin doğrusunu söyleyeyim? Şeriatın ahkâmı ne ise icra etsin, bunda ne zarar vardı? Dünyamızda, ahiretimizde bahtiyar olurduk.”56'1

İsyanın dinî gerekçeleri ve ahkâm-ı şer’iyeye uygunluk üzerine yapılan bu tartışmalardan sonra, Savcı Ahmet Süreyya Bey söze girerek şunları söyledi: “Her hangi bir şahsın, devletin herhangi bir cüzünde (parça) isyan vücuda getirerek taklib-i hükümete (hükümet darbesi) kıyamdan sonra işlediği bu cinayeti muhik (haklı) göstermek için katiyen bir sebeb-i makul gösteremez. O işi herhangi bir şahsın veya herhangi bir müellifin nokta-i nazarında meşru olsa bile Türk Cumhuriyeti’nde yaşayanlarca işaret ettiğim bu kabil (tür) harekât daima hıyanet olacaktır.” Yani Savcı Şeyh’in göstermiş olduğu bu dini gerekçelerin isyanı makul gösteremeyeceğini ve savunmasında bu noktaları dikkate almaması gerektiğini söylemekteydi.

Mektup ve Belgelere Göre İsyanın Niteliği

Şeyh Said dosyasında İsyancılar arasında yapılmış olan birçok yazışma, mektup ve belge delil olarak bulunmaktadır. Bu mektup ve belgelerin yüzden fazlası tüm sanıkların ve mahkeme heyetinin önünde okunmuştur. Mektuplar daha çok, İsyan’ın başlamasından sonra yazılmış ve askerî nitelikte, cephelerdeki gelişmelerden bilgi veren mektup ve yazışmalardır. Bunun yanında başka aşiretleri ittifaka dahil etmek için yazılan mektuplar ve isyancılar tarafından kaleme alınmış olan bazı beyannameler de mevcuttur. İsyanın öncesine ait birkaç tane mektup da bulunmaktadır.

Mektuplarda kullanılan tabirler İsyan’ın niteliğini anlamak açısından önemlidir. Bazı mektuplarda “Türkler”, “Türk askerleri” ve Türk askerleri için “düşmanlar” tabiri kullanılmaktadır. İsyana katılmayan Kürt ve aşiret mensuplarına da “melun” ve “Türk” denilmektedir. Mektuplarda geçen bu tür tabirler mahkemede de gündeme gelmiş ve Savcı tarafından isyanın millî bir hareket olduğuna dair delil olarak gösterilmiştir. Bu konuda en dikkati çeken mektup 29/30 Şaban 343 (25/26 Mart 1925) tarihli Şeyh Said tarafından Liceli Müftüzade Said ve Hüsnü Beylere yazmış olduğu mektuptur. Mektupta “Türkler ve düşmanlar” tabiri geçmektedir.[559] Bu mektup, Şeyh Said’in muhakemesi başlamadan önce Savcı Ahmed Süreyya Bey tarafından alınan ilk sorgusunda da gündeme gelmişti. Savcı mektupta geçen “Türkler ve düşmanlar” tabirlerini Şeyh Said’e sormuş, kendisinin din ve şeriat namı altında kıyam ettiği halde Kürt ve Türk diye ayırım yapmış olmasının ve Türkleri düşman olarak vasıflandırmasının bu işin din meselesi olmadığını gösterdiğini söylemiş ve bu konu hakkında ne diyeceği sormuştu. Şeyh Said ise “Bu mektubun zirindeki imza benimfakat yazısı kâtibim Liceli Bilal Efendi mahdumu Fehmi Efendi’ye aittir” diyerek cevap vermiştir.[560]

Sadece bu mektupta değil, birkaç mektupta daha aynı tabirler kullanılmıştır. Şeyh Şerif ve Fakih Hasan arasında yapılan 1/2 Mart 1925ve 4 Mart 1925 tarihli yazışmalarda Harputluların “Türklüğü” iddia etmeye başladıklarından bahsetmektedir. Yazışmalarda geçen bölümler şöyledir:

“...Palu’yu, Harput’u işgal eylediğinizi işitmiş, memnun olmuş ve himmetinize müteşekkir kalmış olduğumuzu muhakkak biliniz. Harputlular Türklüğü iddia ile içlerinden sizi çıkarmaları ve Palu’yu da bırakıp Gökdere’ye kadar gelmelerine bir türlü mana veremedik.... ”[561]

“. ikinci taarruzda Rüşdü Beylerle Necib Ağa ve birtakım Palu ve Elazizli kimseler Türklük davasında bulunuyorlar. Bunlar için emir nedir?..”[562]

Şeyh Said tarafından, Şeyh Şerife yazılmış olan 7 Ramazan 1343 (1 Nisan 1925) tarihli mektupta Türk askeri için “Asker-i Rum” tabirini kullanmıştır. Şeyh Said bunun için “Kürdler biz Türk askerine asker-i Rum deriz. Tabirdir. Öyle deriz” cevabını vermiştir.[563] [564] Ahmet Süreyya’nın hatıratında değindiği ve işin din meselesi olmadığını gösteriyor dediği tabirler mektuplarda bunlarla sınırlıdır. Bunların haricinde İstiklal Mahkemesi dosyalarında İsyan’ın amacının Kürt hükümeti kurmak olduğunu gösteren, net ifadeler içeren bir mektup bulunmamaktadır. Bununla birlikte bağımsız İslam Cumhuriyeti kurulmasından bahseden bir beyanname vardır. Bu beyanname Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in evinde bulunmuştur. Savcı bunun isyandan önce hazırlanmış bir taahhütname olduğu kanaatindedir. Şeyh Said mahkemede bu beyannameden haberi olmadığını söylemiştir.[565]

Mektuplarda dinî söylemler ağır basmaktadır. İsyanın din için yapıldığı vurgulanmaktadır. Özellikle bazı aşiretleri isyana davet için yazılan mektuplarda bu dinî söylemin daha ağır bastığı görülmektedir. Bazı örnekler şöyledir;

Şeyh Said tarafından yazılan 7 Ramazan (1 Nisan 1925) tarihli mektup:

“.Zira cümlemiz, an-samimü’l-kalbbilâ-garaz vela-ivaz dinimizin i’lâsı için bütün nefsimizi ve ırzımızı ve emval ve emlakimizi tehlikeye attık. Her şey Allah’ın kaderiyledir. Kaderimizde ne var ise göreceğiz.”[566]

Çanlı İbrahim tarafından Fakih Hasan’a yazılan 2 Nisan 1925tarihli mektup:

“.Binaenaleyh gayemiz davamız şeriat-ı garranın ahkâmını mevki-i icraya vaz’ ve adalet etmektir.Mamafıh Şeyh Efendi de bu gibi muhalif-i şeriat hakaretlere razı değildir.”575

Hasan Fahrizade Kadri ve Mahmud Kahyazade imzalı 24 Şaban 1343 - 20 Mart 1925 tarihli Şeyh Said’e yazılan mektup;

“...İslamiyet'in mabihi’l-istinadı olan şeriat-ı mutahhara-i Ahmediyenin ihyası emrindeki teşebbüsat-ı dindaranelerine bütün ruhumuzla merbutuz. Muvaffakıyet-i semuhilerini Cenab-ı Hak’tan temenni eyleriz. ”[567]

Şeyh Said’in damadı olan Melekanlı Şeyh Abdullah’a ait iki önemli belge bulunmaktadır. Bunlardan birisi 20 Mart 1925 tarihinde Çarik aşireti reisi Hasan Ağa’ya yazılan mektuptur. Şeyh Abdullah bu mektupta; hükümetten ayrılarak ayrı bir devlet kurma peşinde olmadıklarını, dine yapılan baskı ve müdahaleye engel olmak niyetinde olduklarını, niyetlerinin başka şekilde anlatıldığından bahsetmektedir. Mektubun tamamı şu şekildedir:

ÇarikliReisi Hasan Ağa’ya

Son zamanlarda din-iMuhammedî’nin görmüş olduğu tazyik cümle ulemâ ve meşâyihi irşadât ve tezahürata mecbur etti. Bugün Hükümetten bir istiklal ve iftirak peşinde değiliz. Umur-i diniyeye vaki’ müdahalenin men’ini istiyoruz. İhtimal ki zat-ı alileri ve emsaliniz rüesa ve beylere başka nâ-meşru bir tarzda tefhim edilmiştir. Hâşâ biz Kur’an elimizde olarak din kardeşlerimizi müzaherete davet ediyoruz. Dinimiz bir, ırkımız bir, lisanımız birdir. Ve inşallah hiçbir kimseye hile ve hud’a yapmayı bilmez ve tenezzül etmeyiz. Hazret-i Muhammed’e salavat, ehl-i beytine salavat, getirelim, birleşelim. Sizden muavenet-i askeri istemem. Yalnız muvafakat-ı fikir arzu ederim. Karşımızda tertibat aldığınızı işittim. Çok müteessir oldum. Acaba sizle benim aramızda bir kin ve bir garaz var mıdır. Haşa yoktur. Neden olsun. Zât-ı âlinizden ümidim pek büyüktür. Çünkü cümlemiz bir kıble bir Kur’an’a tâbi olduğumuzdan ümidvar bulunduğum. Necabetinizi ve cevabınızı beklerim efendim.

Varto 20 Mart 341 (1925)

Melekani Abdullah[568]

Şeyh Abdullah’a ait olan diğer belge, Tezahürat-ı Diniye Reisi Melekanlı Abdullah imzasıyla yazılan, 20 Mart 1925 tarihli beyannamedir. Şeyh Abdullah Türk askerlerine hitaben yazdığı bu beyannamede; dindaş olan Türk askerine kurşun atmak için değil, dini emirlerin serbest bırakılmasını istemek için toplandıklarını söylemiş ve tüm Müslümanların bu maksatta uzlaşması gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca hükümetten ayrılarak ayrı bir devlet kurma amacında olmadıklarını bu beyannamede tekrarlamıştır. Beyannamenin tamamı şu şekildedir:

Ey İslam askeri kardeşlerimiz!

Bizi yoktan var eden Cenab-ı Hakk’ın, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü vesselama inzal buyurdukları Kur ’an-ı azimüşşan ellerimizde ve beytimizdedir. Siz dindaşlarımıza kurşun atmaya değil Kur’an’ın emir eylediği umur-ı diniyenin serbest bulunmasını istirham maksadıyla içtima ve tezahüratta bulunuyoruz. Bilcümle İslam’ın bu maksatta muvafakat etmesi vaciptir. “Tealev ilâ kelimetin sevein beynena ve beyneküm âlâye.” Ey aşâir-i ehl-i sünnet ve’l-cemaat. Cenab-ı Hak bu dini bize gönderdi ki kıyamete kadar hürmetkâr ve muhafazakâr bulunalım. Allah’a da onunla ubudiyet edelim. Bazı eşhas buna taarruz ediyor. Hükümet men etmiyor. Sizin imanınız kabul eder mi ki birisi Allah yoktur, peygamber yalancıdır desin. Asla ve kat’a kabul eder bir mümin tasavvur edemem. Biz hükümetten istiklal ve iftirak istemiyoruz. Çünkü o kabiliyet bizde yoktur. Ancak istediğimiz dindir. Dinin ve ahkâm-ı şeriatın serbest bulunmasıdır. Eğer siz buna ve Kur’an’a tabi iseniz geliniz görüşelim, öpüşelim. Şayet Kur’an’a da kurşun atmak arzu eden varsa siz onlara da ıslah duasını isteyiniz ve’s- selamü aleyküm

Varto 20 Mart 341 (1925)

Tezahürat-ı Diniye Reisi Melekani Abdullah[569]

Yine tarihsiz ve imzasız bir beyannamede; birkaç sene önce din ve devletin, düşmanın ayakları altında bulunduğu bir sırada Mustafa Kemal Paşa’nın din ve vatan muhafazası görevini üzerine alarak, vatanın kurtulmasına sebep olduğu ancak daha sonra İslam şeriatının ihmal edildiği söylenerek, Cumhuriyet Hükümeti’nden istenilen talepler sıralanmıştı. Bu talepler arasında, İslam kadınlarına verilen serbestliği şeriata göre sınırlandırılması, medreselerin açılması, Men’-i Müskirat Kanunu’nun uygulanması gibi maddeler bulunmaktadır. Beyannamenin tamamı şu şekildedir:

Ey din kardeşlerimiz. Kısa bir şey arz eyliyorum. Şöyle ki hepimizMüslümanız müminiz kardeşiz. Birkaç sene evvel dinimiz devletimiz düşman ayakları altında kalacak bir dereceye gelmişti. Mustafa Kemal Paşa hazretleri muhafaza-i din ve vatan vazifesini deruhte etti. Ve millet mebuslarını Ankara’da topladı. Hakikaten vatanı kurtarmaya sebep oldu. Ve büyük hizmetler gösterdi. inkâr etmiyoruz. Umum millet kendisine borçlu ve müteşekkir kaldı. Büyük bir vücut ve istinatgâh tanıdı. Ve daha birçok ümit beklerken ümitlerimiz boşa çıktı. Şeriat-ı İslamiye ihmal edildi. Din-i mübin-i İslam’a zaaf târî oluyor. Hükümet-i Cumhuriye’den ber-vech-i âti maddelerin tatbik ve icrasını bekliyoruz. Madde 1- İslam kadınlarına verilmiş olan serbestliğin şeriata muvafık bir surette tahdidi. 2- Medreselerin, Şer’iye ve Evkaf dairelerinin tekrar küşad ve ihyası 3- Men-i Müskirat Kanunu’nun kemafi’s-sabık temami-i tatbik-i ahkâmının temini. 4- İslam kadınlarının dans mahallerine gitmelerinin ve dans etmelerinin men’i. 5- Şeriat-ı İslamiye’ye mugayir olan ahval ve harekâtın men ’i esbabının temini ve 6- Fuhuşhanelerin, umumhanelerin kapatılması men edilmesi.[570]

Yine muhakeme dosyasında, Şeyh Said tarafından kendi el yazısıyla, Milli Aşiret Reisi İbrahim Paşa’nın oğlu Halil Bey’e yazılmış olduğunun anlaşıldığı kaydedilen, imzasız ve tarihsiz bir mektupta, mevcut hükümetin dine ve dindarlara savaş ilan edittiğinden bahsedilmektedir. Arapça yazılı olan mektupta mevcut hükümetin; İslam hilafetini kaldırdığı, saltanat ailesini sürgün ederek mallarına el koyduğu, medreseleri kapattığı, şeyhülislamlık müessesini kaldırdığı, vakıf müesseselerinin mal varlıklarını Milli Eğitim Bakanlığına devrettiği, kadınların tesettürünü kaldırdığı, zinayı serbest bıraktığı vs ifade edilmektedir.[571]

Darahini İnzibat memuru Fakih Hasan Fehmi’nin, Şeyh Said namına, Piçar beylerinden Salih, Mustafa ve Mahmud Efendilere yazmış olduğu 16 Mart 1925 tarihli mektupta, mevcut hükümetin dini ve İslami ananeleri ortadan kaldırarak ladini ilan ettiği ve bu durumun İslam namını taşıyan her ferdi son derece müteessir ettiğinden bahsedilmektedir. Mektubun ilgili bölümü şu şekildedir:

“.. .Hükümet-i hazıranın din-i mübin-i İslamiye’yi ve bilhassa an’anât-ı İslamiye’yi ortadan kaldırmak ve lâdini ilan ettikleri, cümlenin malum olduğu gibi bi’t-tabi’ siz de bu ciheti pekâlâ anlamış idiniz. İslam olan ve İslam namını taşıyan her fert, hükümetin bu ahvalinden son derece müteessir olmuştu. Nihayet bu tesirâticabatı olarak bi’l-umum Islamlarca maruf olan Palulu Şeyh Ali Efendi hazretlerinin hafidi Şeyh Said Efendi hazretleri malından emval ve eşyasından ve evlad-ı iyalinden ve hatta kendi hayatından bile vazgeçerek hükümetin kabul ve icra ettiği şu lâdini mesailine tahammül etmeyerek başına topladığı Islamlarla teşrik-i mesai ederek 14 Şubat 341 tarihinde vilayetimiz merkez hükümetiyle Çapakçur hükümetlerini işgal etti. Ve Melekanlı Şeyh Abdullah Efendi hazretlerine yazdığı mektup üzerine Şeyh-i mumaileyh dahi Genç ve Oğnut Meneşküt halkıyla Varto’yı işgal ve Varto’dan yetmiş seyyar jandarmasını esir alarak bugün merkez vilayetine geldiler...”[572]

Melekanlı Şeyh Abdullah tarafında Elman aşâiri Bedirhan Ağa’ya yazılan 19 Mart 1925 tarihli mektupta da, isteklerinin şeriat davası olduğu yazılıdır. Mektup şu şekildedir:

Elman Aşairi Bedirhan Ağa’ya

Bilhassa selam ederim. Aşâirinizin cümlesine selam ederim. Dinimiz birdir. Gerek davamız bir ola. Bizim istediğimiz şeriat davasıdır. Siz onlar değilsiniz ki müttefik olmayasız. Evvel ve ahir din davası kol ve tüfek kuvvetiyle ileri gelmiştir. Bunun için bize iltihak ediniz ve etrafınızda bulunan aşâirle muhabere ediniz. Sözünüzü bir ediniz ki inşallah Muş ’u işgal edelim. Zaten Allahu teâlâ müyesser eder.

Burada bulunan aşâir reisleri cümlesi size selam ederler. El-baki dua

19 Mart 341 (1925)

Melekanlı Şeyh Abdullah[573]

Bu belgelere bakıldığı zaman isyan sahasında ve isyana katılanlar arasında dinin önemli bir unsur olduğu anlaşılmaktadır. Bazı yazarlar isyancıların asıl amaçlarını gizlemek ve dindar halkı isyana katılmaya ikna etmek amacıyla dini söylemleri tercih ettiklerini ifade etmelerine rağmen isyana katılan geniş kitleler açısından bakıldığında temel nedenin din unsuru olduğu görülmektedir. Bu açıdan Hasretyan gibi bazı yazarların Şeyh Said isyanında dinin hiçbir etkisi olmadığını dile getirmeleri temelsiz bir iddiadan ibarettir. Bunun yanında bu tür dini söylemler sadece isyancıların yayınladıkları beyannamelerde değil, askeri makamların yayınladıkları beyannamelerde de kullanıldığı ve böylece bölge halkının ikna etmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu durum isyana katılan kitlelerdeki dini etkiyi göstermektedir. Buna bir örnek olması açısından 8 Nisan 1926 tarihinde Kırk Birinci Fırka Kumandanının “Ey Müslümanlar” başlığıyla yayınlamış olduğu beyanname şu şekildedir:

Ey Müslümanlar!

Biliyor musunuz ne büyük bir gaflet içindeyiz. Etrafımızı saran din düşmanlarını bu halimizle sevindiriyoruz. Küffar üzerimize ordularını sevk etseydi bu kadar muvaffak olamazdı. Çünkü onlar bir dirhem kanı akmadan bir parasını sarf etmeden asırlardan beri beklediği maksadına nâil oluyor. Çünkü onların arzusu yeryüzünde Müslüman bırakmamaktır. Yaptığınız bu hareket ne büyük gaflettir. Kime karşı kurşun atıyorsunuz. Kime karşı isyan ediyorsunuz. Düşünmüyor musunuz karşımızdaki ordu dinimizi, namusumuzu, canımızı Yunan piçlerinin, Ingiliz kâfirlerinin kirli ayakları altında kalmaktan kurtarmış ve bu uğurdayüz binlerce şehit vermiştir. Şimdi bu hale karşı şühedamızın ruhu ağlıyor.

Fahr-i Muhammed Mustafa Sallallahu Teala Aleyhivesellem efendimizin ruh-ı mübarekleri fevkalade müteessir, biz ise birbirimizi boğazlıyoruz. Bunu hangi din, hangi şeriat emir eder, bugün belki şunun bunun balını yağma edebiliriz. Fakat Allahu azimüşşana kasem ederim ki bunlar bize karim olur. Ingilizlerin memleketimizi çiğnediği zaman ne ırz ve ne de namus kalmayacağı gibi bugün Müslüman kanı dökmeye kullandığınız silahlarınızın pek çabuk ellerinizden düşer. Bir Ingiliz jandarması, bir Mısırlı Müslüman köyünden geçerken bir tavuk avlamış ve köylü kadın ağlamaya başlamış, buna Ingiliz neferi kızmış kadını da keyfi için bir kurşunla yere sermiş, bu esnada kocası yetişerek deli gibi olup bir bıçakla jandarma üzerine yürüyerek koluna saplayacağı esnada jandarma bunu da öldürmüş, bu herifin jandarmaya karşı bıçakla hücum etmesi Ingiliz kanununa karşı o kadar büyük bir cürüm imiş ki o köy halkı kâmilen idam edildiği gibi köy ateşe verilmiş. Ben Yemen’e giderken Mısır’dan geçiyordum. Şimendiferle giderken bu köyün yandığını görüp şimendiferdeki bir Mısırlı Müslüman’a sordum. Bana ağlayarak bu vakayı hikaye eyledi. Iki sene evvel Hindistan’da bizim için iane toplamak üzere bir cemiyet teşkil eden Müslümanların bu hareketini kabahat telakki eden Ingiliz kumandanı elli bin Müslüman’ı kurşuna dizdirdiği gibi bir Hint şehrinde bir Ingiliz kadınını bir Müslüman’ın yanlışlıkla yere düşürdüğü için Hint valisi o şehrin kadın ve erkek bütün Müslümanlarını kendi yüz üstü saatlerce yılan gibi sürüklemelerini emir ederek icra ettirmiştir.

Velhasıl İzmir’de Yunanlıların gebe kadınların karınlarını yararak çıkardıkları çocuklarını köpeklere attıklarını ve birçok Müslüman evladını diri diri ateşlere atarak yaktıklarını bilmem ne için duymamış gibi hareket ediyorsunuz.

Ey gafil Müslümanlar! İşte Arabistan, işte Arnavutluk, işte Trablusgarp, işte Tunus, işte Fas ağlamaktan gözleri patlamıştır. Her biri ayrı ayrı devletin esiri, kölesi olmuştur. İnsaf ediniz. Bugün efendi iken yarın nasıl köle olmaya razı olursunuz. Size tam bir Müslüman ve temiz bir dindaşınız sıfatıyla bu hitabı yapıyorum. Bunu kendim için bir vicdan borcu telakki ediyorum. Belki içinizde düşünemeyenler bulunuyor diyorum ve tekrar ederim. Yaptığınız hatadır. Dine, namusa, millete karşı zulüm ve isyandır. Hatanın neresinden dönülürse kârdır. Cenab-ı Vacibulvücud’dan mağfiret temenni ederek hareketinizden vazgeçiniz. Köylerinize avdet ederek selamet ile oturunuz. Tekrar ediyorum. Biliniz bu devlet böyle birçok isyanlar görmüş ve söndürmüştür. Hiçbir zaman acze hamletmeyiniz. Bir bölüğü, bir taburu dar bir yerde sıkıştırıp esir etmek, onları soymak, silahlarını almak büyük bir marifet değildir. Bir bölük soyulur, yerine bir alay gelir. Bir alay bozulur, yerine bir fırka gelir. Fırkalar bile mahvolsa ordular geleceğinden ve dinimiz ve namusunuz uğrunda son nefesin sarf olunacağında kimsenin şüphesi olmasın. Bunun misali de vardır. Harb-i Umumide mağlup olduk. Bizi tamamıyla esir edecek bir muahadeyi İstanbul’da eski hükümet ve İngiliz parasıyla bu güne kadar yaşayan padişahlar tasdik ettikten sonra biz bir avuç ordu silahlarımıza sarılarak yedi düvele meydan okuduk ve Allah’ın inayeti ve peygamber-i zişanımızın imdadıyla azmimiz sayesinde muvaffak olup beş yüz bin kişilik Yunan ordusunu birkaç gün içinde denize dökerek bütün silah, top ve cephanesini iğtinam ederek ordumuzu beş kat daha takviye eyledik. Bununla bütün dünya Müslümanları iftihar etmiştir. Şüphe yok ki bu vazifeyi ifa da bir hisseniz vardır.

Ey Müslüman kardeşler! Yaptığınız hatadır. Hatadır. Hatadır. Allah cümlemizi ıslah eylesin. Amin

Kırk Birinci Fırka Kumandanı

25 Ramazanulmübarek sene 1344 (8 Nisan 1926)[574]

Şeyh Said’i İsyana Sevk ve Teşvik Eden Gazete Haberleri

Şeyh Said muhakemesinin başında şeriat hükümlerinin uygulanmadığını gerekçe göstererek isyan ettiğini söylemişti. Muhakemenin ilerleyen zamanlarında Mahkeme Reisi yeniden Şeyh Said’e, kendisini isyana sevk eden sebepleri sormuş, Şeyh de iki sebep göstermiş ve şöyle cevap vermişti. “Birisi kütüb-i şer’iye ve akide idi. Ruhumuz çıksa akidemiz çıkmaz. İkincisi de matbuat, mütemadiyen bizim din nokta-i nazarında kinimizi tezyit ettiriyordu. ” Bu cevap karşısında mahkeme reisi, üçüncü bir sebep olarak Meclis’teki muhalefeti de zikretmişti. Şeyh Said ise “Muhalefet vardı,fakat o sebep değildi” diyerek cevap vermişti.[575]

Şeyh Said’in gazetelerden okuduğu ve kendini isyana teşvik ettiğini söylediği haberler, hem isyanın niteliğini göstermesi açısından hem de ifadelerde adı geçen gazete yazarlarının, davaya dahil edilmesine sebep olmasından dolayı önemlidir. Mahkeme tutanaklarında geçen ifadelerin bir bölümü şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, şer’-i şerifin icra edilmediğini, kadınların serbest gezdiğini, mebusların arasında ihtilaf olduğunu nereden anladın da kıyam ettin?

Şeyh Said: Malumatım kitaptan idi.

Reis MüfidBey: Şer ’-i şerifin tatbik edilmediğini hangi gazetelerde okur anlardın?

Şeyh Said: Şer’-i şerifin muhalefet meselesini matbuattan; Sebilürreşat’tan, Tevhid­i Efkâr’dan anlardım. Tanin, Son Telgraf okumazdım. Cumhuriyet, Vakit; onları nadiren görürdüm. En çok Sebilürreşad okurdum ve bazen de Tevhid-i Efkâr’dan.

Reis MüfidBey: Bazen diye ikiye ayırdınız. Birisi matbuat, öbürleri kimlerdir?

Şeyh Said: Tüccar müccar. Erzurum mebusları gelirlerdi, onlardan intişar ederdi. Muhabere etmezdim, tereşşuh ederdi.

Reis Müfid Bey: Erzurum mebuslarından kimleri tanırsın?

Şeyh Said: Raif Hoca’yı bir kere gördüm, diğerlerini görmedim.

ReisMüfid Bey: Nereden biliyorsun şer-i şerifin tatbik edilmediğinin Erzurum mebuslarından tereşşuh ettiğini?

Şeyh Said: Raif Hoca’nın Meclis’teki beyanatını gördüm.

Reis MüfidBey: Başka hangi beyanatını okudun, hangi gazetede gördün?

Şeyh Said: Aklıma gelmiyor hangi gazetede okuduğum.

Reis MüfidBey: Başka hatırladığın ne gibi şeyler var?

Şeyh Said: Bazı risaleler gördüm. Ahmed Cevdet mi Abdullah Cevdet mi bilmiyorum. Bir risale gördüm. Mesela Sebilürreşat’ta görüyorduk ki: Musa mağrur iken, Isa meşhur iken, Muhammed emin iken bunlar birer din çıkarmışlar, bu kadar ulakâ bir din çıkaramazlar mı gibi şeyler okur canımız sıkılırdı. Sebilürreşat’ta yazıyordu ki: Izmid muharriri Kılınçzade Hakkı, fahr-i kainat efendimiz hakkında itâle-i lisanda bulunmuştur. Hasan Fehmi namında bir müftü mahkemeye müracaat etmiş, yüz lira ceza-yı nakdi ile Kılınçzade mahkûm olmuş, Ankara adliyesi onu beraat ettirmiş.

Reis Müfid Bey: Hâlbuki mahkeme Ankara ’ya gelmez. Temyiz Mahkemesi Eskişehir’dedir.

Şeyh Said: Belâ belâ, Eskişehir’e gelmiş beraat etmiş diye okudum.

Reis MüfidBey: Başka neler işittin?

Şeyh Said: Mesela Meşihat-ı Islamiye’yi şimdi Kız Mektebi yapmışlar. Talibattan birisi piyano çalmış, biri de keman çalmış, sabahlara kadar müsamere yapmışlar. Bunları okuyunca müteessir oluyorduk. ‘Meşihat-ı Islamiye ’de bir vakitler büyük ulema otururlardı ’ diye meyus olurduk, acırdık. Maksadımız ‘Şeref-i Islamiye parlasın’ derdik.

Reis MüfidBey: Başka neler okudun?

Şeyh Said: Bir risale, mebuslardan üç kişi telif etmişti. Ilyas Sami (Muş) ve iki kişi ‘Reddiye ’ diye. ‘Müçtehitler zaman-ı sabıkta hulefanın dalkavukluklarını yapmışlar’ derlerdi. Bu da canımızı sıkardı.

Reis MüfidBey: Bu reddiyeyi kime yazmışlardı?

Şeyh Said: Birisi hilafet lehinde bir risale yazmış, evvel mebusmuş. O da bir reddiye yazmış.

Reis MüfidBey: Başka neler okuyordun?

Şeyh Said: Sebilürreşad’ın her nüshasında bir şey vardı ve benim üzerimde tesiratilkâ ediyordu. Farmasonluğu tarif ediyordu, laikliği tarif ediyordu; hepinizin manzuru olmuştur. Ben cibilliyet-i Islamiyemle mahzun oluyordum.”[576]

(...)

“Reis Müfid Bey: Dediğin risaleler üç dört sene evvel yazılmıştır. Sen ne için bunlara birer reddiye yazmadın?

Şeyh Said: Ben o vakitler bir şeye karışmak istemedim ve karışmadım. Okuyordum teessüf ediyordum. Kalbime nefret hissi geliyordu. Bunun men’i lazımdır derdim.”[577]

(...)

“Reis Müfid Bey: Raif Hoca’nın beyanatını okuduğunu söyledin, hâlbuki o Ziya Hoca’nındır. Beyanatın mealini söyle

Şeyh Said: BenRaif Hoca’nın biliyorum.

Reis MüfidBey: Okuyunca memnun oldunuz değil mi?

Şeyh Said: ‘Hükümeti dinen teyit edelim, muvafık mutabık bir hükümet yapalım.’ diyordu. Biz de bir mebusun Millet Meclisi’nde dini mevzubahis etmesi bizi memnun etti, müsterih etti.

Reis MüfidBey: O beyanatı kimseye göstermediniz mi?

Şeyh Said: Bana da bir başkası gösterdi. ‘Bak’ dedi, ‘Allah razı olsun bu adam dini mevzubahis etmiş, keşke hepsi öyle olsa’ dedi.

Reis Müfid Bey: Mebusların hepsinin hoca olmasını mı istiyorsunuz?

Şeyh Said: Yok, hoca olması lazım değil; dindar ve Müslüman olsun.”[578]

(...)

“Ali Saib Bey: Sen ahkâm-ı şer’iyeye muhalif ahvali nereden anlıyordun?

Şeyh Said: Gazetelerden anlıyordum.

Ali Saib Bey: En çok gazetelerden anlıyordun öyle mi? Bak şimdi gazeteciler gelecek, göreceksin hepsi genç çocuklar. Senin tasavvur ettiğin gibi koca sarıklı, uzun sakallı adamlar değil

Şeyh Said: Ben ne bileyim, Sebilürreşad diyordu. ‘Kız çocukları, erkek çocukları şapka giyiyorlar’ diye Sebilürreşad yazıyordu.

Ali Saib Bey: Sen şemsiye taşımadın mı, işte o da şemsiyedir?

Şeyh Said: Şemsiye taşıdım, fakat o şapka imiş. Hatta yirmi beş yaşında delikanlılar bile giyermiş. ‘Italyan mekteplerinde çocuklar tenessül (tanassur) ediyorlar’ diyorlardı.”5'8'8

Kitabeten, Matbuat Vasıtasıyla Hükümete Müracaat Meselesi

Şeyh Said mahkemedeki sorgusunda vacip olarak gördüğü ve zihninde tasavvur ettiği kıyamın aslında “kitabeten müracaat” yani din ile ilgili taleplerini yazılı olarak hükümete bildirmek şeklinde olduğunu söylemişti. Şeyh Said’in ifadesine göre; yanına birkaç kişi daha bulup ilmî tartışmalardan sonra, bir kitap yazarak şeriatın hükümlerini açıklayacak ve kanunların da şeriata uygun olmasını talep edecekti. Ancak kendi değişiyle; Piran hadisesi buna müsaade etmemişti. Hatta jandarma meselesi olmasaydı, belki altı, belki de bir sene sonra kitabeten müracaat ederek bu vacibi halledecekti.

İsyandan yaklaşık bir ay önce, Şeyh Said ile Fakih Hasan arasında geçen bir konuşma, Şeyh Said’in silahlı isyandan ziyade hükümete müracaat ederek bazı taleplerde bulunma düşüncesine daha yakın olduğunu destekler niteliktedir. Fakih Hasan’ın anlatımına göre; Şeyh Said, Fakih Hasan’ın köyüne gelince orada şeriat bahsi olmuş, bunun üzerine Fakih Hasan, hükümete yazılı olarak müracaat etmesini söylemiş, Şeyh Said de onu tasdik ederek; “Doğrudur kıtale sebebiyet doğru değildir, tahriren müracaat lazımdır” demiştir.

Şeyh Said’in bu yöntemi tercih etmemesinin sebebi sadece Piran Hadisesi değildir. Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinde bu konuda söyledikleri önemlidir. Varto’daki ifadesinde, matbuat vasıtasıyla müracaatta bulunmayı gereksiz ve faydasız gördüğünden bu yola iltifat etmediğini söyleyen Şeyh Said, gerek mebusların ve gerekse matbuat erkânının, kendisini eski kafa ve itikatta görerek mürteci addedeceklerini hatta eğleneceklerini ve [579] müracaatlarını reddedeceklerini düşündüğünü söylemişti. Şeyh Said, bu düşüncelerden dolayı biraz daha güçlü olduktan sonra hükümete müracaat etmeyi düşünmüştü. Bunu teyid eden bir konuşmasını isyan başladıktan sonra Darahini’de Yusuf Ağa’nın evinde yapmıştı. Devlet memurları Şeyh Said’e telgraf hatlarını tamir ettirip taleplerini Ankara Hükümetine bildirmesini söyleyince Şeyh Said: “Hayır, şimdi müracaat etmem. Ne vakit ayaklarımızı uzatacak kadar kendimize biryer yaparsak ol vakit müracaat edeceğim” diye cevap vermişti.[580]

Kitabeten müracaat etmesi konusunda Şeyh Said’i birkaç kişinin daha uyardığı mahkeme konuşmalarından anlaşılıyor. Tutanaklarda geçen bölüm şöyledir:

“Ali Saib Bey: Şeyh SaidEfendi, bu sana nasihat etti mi?

Şeyh Said: İsmail Efendi, bu [Liceli Tahir], bir adam daha vardı. ‘Bu ne iştir. Ne yapıyorsunuz?’ dediler, İsmail Efendi söyledi. ‘Dinimizin istikametini dava ediyoruz’ dedim. ‘Kitabeten yazınız’ dediler. ‘İstihza ederler tahkir ederler, Kürtleri nazar-ı itibara almazlar’ dedim. ‘Başka yerde yapınız’ dediler. ‘Ben burada bir kere başladık’ dedim. Doğrusu nasihatleri tesir etti; hatta adam gönderdim, hücuma gidenleri geri çevirdim.

Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, geçenki ifadelerinle şimdiki ifadelerin arasında ayrılık görüyorum.

Şeyh Said: Hayır, hakiki söyledim. Bu sözü orada beraber söyledim, tafsilat olduğundan tay ettim.

Ali Saib Bey: Bu kanaat sende orada mı hâsıl oldu?

Şeyh Said: Evvelden bende o kanaat vardı.

Ali Saib Bey: Sen Piran’da bu vaka olmasaydı müracaat edecektim dedin?

Şeyh Said: Belâ, niyetimde müracaat vardı. Fakat biraz kuvvetli olup müracaat edecektim.

Ali Saib Bey: Sen isyan fikrini, kıyam fikrini kafana koymuşsun, buğz ve adavetin neticesi ne olur?

Şeyh Said: Buğz ve adavet kalbimde vardı,fakat kıyamyoktu, evvelleriyoktu hakikat buydu.”[581]

Kürtçülük, Kürt Hükümeti Kurma ve Muhtariyet Talebi

Şeyh Said, ifadesinin başından sonuna kadar Kürtçülük iddialarını reddetmiş ve Kürt hükümeti kurmaya yönelik amaçlarının olmadığını savunmuştur. Hatta ifadesinin en başında, bu konuda henüz bir soru sorulmamışken, “Hamd olsun hepimiz Müslümanız. Kürt Türk yoktur. ” demiştir. Diyarbekir’i almak istemelerinin sebebini de, din konusundaki taleplerini daha güçlü bir şekilde hükümete sunmak olarak izah eden Şeyh Said, kraliyet kurma iddialarını reddetmiş ve “Ben ne riyazet kabul ederdim ne de elimden gelirdi” demiştir. Hatta Diyarbekir’i aldıktan sonra hükümetin taleplerini kabul etmemesi halinde bile “Hükümetten ayrılmazdık. O vakit ne yapacaktık bilmem” demiştir.

Ancak Şeyh Said’in, Varto’da vermiş olduğu ifadesinde farklı bazı söylemleri bulunmaktadır. Bu ifadeye göre Şeyh Said, İsyan’ın maksadını şöyle anlatmıştı: “Ahkâm-ı şer’iyenin bu vaziyette keşmekeş devam eder ve hükümet de bunun önüne geçmek üzere tedabir ittihaz etmezse, kendi aralarında ahkâm-ı diniyeyi layık-ı vechle temin ve tatbik etmek fikriyle muhtariyet talep ve temin eylemek ve hükümet buna da muvafakat etmediği takdirde Diyarbekir ’i zabt eder etmez, icap ederse Ingiliz Hükümeti’ne müracaat ederek Türk hükümetinin maksatlarına temine davet ve icbar edilmesini talep etmekten ibaret”[582] Yani Şeyh Said, hükümetin şeriat hükümlerini, içinde bulunduğu keşmekeşlikten kurtarmadığı takdirde dinî kuralların layıkıyla uygulanmasını sağlamak fikriyle “Muhtariyet” talep etmek amacında olduğunu hatta hükümetin bunu kabul etmemesi halinde İngilizlere müracaat ederek, İngilizlerin vasıtasıyla Türk hükümetini buna zorlamak niyetinde olduğunu söylemişti.

Şeyh Said’in yakalanmasından sonra 16 Nisan’da yapılan sorgusunda geçen bu ifadeler, daha sonra verdiği ifadelere tamamen zıttır. Şeyh Said, daha sonra hem Savcı tarafından alınan ifadesinde, hem de mahkeme sorgusunda böyle bir muhtariyet talebinden veya İngiliz yardımından kesinlikle bahsetmemiş ve bu tür iddiaları da reddetmiştir. İfadelerdeki bu çelişkiler birkaç sebepten kaynaklanabilir. Birincisi Şeyh Said Varto’da vermiş olduğu ifadesini daha sonra değiştirmiş ve bu iddiaları gündeme getirmemiş olabilir. Savcı Ahmet Süreyya Bey de Şeyh Said’in muhakemesinin yapıldığı ilk gün bu duruma dikkat çekerek, Şeyh Said’in ifadeleri arasında çelişkiler olduğundan bahsetmiş ve önceki ifadelerin mahkemede okunmasını istemişti. Mahkeme tutanaklarına bakıldığı zaman bu durum yalnız Şeyh Said için geçerli değildir. Bunun yanında diğer sanıkların da ilk ifadeleri ile mahkemedeki ifadelerinde farklılıklara rastlanmaktadır. Sanıkların birçoğu muhakemeleri sırasında Varto’da alınan ifadelerinin bir kısmını inkâr etmişler ve ifadelerinde yazan bazı cümleleri kullanmadıklarını iddia etmişlerdir.

Şeyh Said’in yukarıda zikredilen ifadeleri arasındaki çelişkileri açıklamak için ikinci bir sebep ortaya çıkmaktadır ki bu daha hem Varto’da alınan ifadelerin hem de mahkeme tutanaklarının sıhhatini sorgulamayı gerektirecektir. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinin orijinali mahkeme dosyasında bulunmamaktadır. Yukarıda aktarılan bölüm mahkeme tutanaklarında geçmektedir. Varto’da alınan ifadenin orijinali mahkeme dosyalarında olmadığından dolayı tutanakta geçen bölümle kıyaslaması tarafımızdan yapılamamıştır. Ancak Şeyh Said’in ifadelerinin bir kısmı dönemin bazı gazetelerinde yayınlanmıştır. Bu açıdan Varto’da alınan ifadede geçen böyle önemli bir itirafın, dönemin gazetelerine yansıyıp yansımadığı önemlidir. Böyle bir itirafın yargılamaları takip eden basın tarafından yayınlanma ihtimali yüksektir. Ancak bu ifadelerin gazetelerde yer almadığı görülmektedir. Örneğin Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 28 ve 31 Nisan 1925 tarihli nüshalarında, Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadelerinden bahsedilmekle birlikte böyle önemli bir itiraftan söz edilmemiştir. Yine Vakit gazetesinin 27 Nisan 1925 tarihli nüshasında “Şeyh Said’in Ifadatı” başlığı altında yapılan haberde Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinde, “Kürdistan Krallığını teşkil için fırsatın zuhur ettiğini zannederek harekete geçtik” dediği yazmakla birlikte -ki muhakeme zabıtnamesinin orijinalinde bu ifadeler de yoktur- İngilizlerin yardımıyla muhtariyet talep edileceğine dair bir bilgiden bahsedilmemektedir. Bununla birlikte yine Vakit gazetesinin 7 Haziran 1925 tarihli nüshasında Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinin büyük bir bölümü neşredilmiştir. Fakat muhtariyet talebi ve İngiliz yardımı ile ilgili mahkeme zabıtnamesinde yer alan bölüm burada da yer almamaktadır.

Diğer Maznunların İfadelerinde Göre Sebep ve Amaç

Hem mahkeme sırasında hem de mahkeme öncesindeki sorgularda sanıklara isyanın maksadı, neden başladığı sorulmuştu. Sanıkların geneli isyanın dinî sebeplerden çıktığını ve Piran’da başladığını söylemişlerdi. İsyanın önde gelen kişilerinin ifadelerine göre İsyan, hükümet kurma amacı taşımamaktaydı, amaç dindi ve bu konuda hükümetten bazı taleplerde bulunacaklardı.

Örneğin, Şeyh Said’in damadı olup isyanda önemli bir rol oynayan Şeyh Abdullah ifadesinde, “Hükümete itirazlarım vardı. Fakat isyan taraftarı değildim” demektedir. Bunun yanında Muş Vilayetine yazılan tarihsiz ve imzasız belgeye göre; 11 Mart Perşembe günü sabaha karşı Şeyh Abdullah 500 kişilik bir kuvvetle Gümgüm’e geldiğinde, Şeyh Abdullah’a maksatlarının ne olduğu sorulmuştu. Şeyh Abdullah verdiği cevapta maksatlarının beylik, ihtilal çıkarmak veya hükümete karşı gelmek değil, yalnız dini bir meseleyi hükümetten istirham etmek olduğunu söylemiş ve bunu gerçekleştirmek için üç gün boyunca Hınıs telgrafını tamir edip meseleyi Ankara’ya anlatmak istemişlerse de Erzurum’un buna yol vermediğini, şimdi ise Muş valisini aracı yaparak dertlerini Ankara’ya arz etmek istediklerini belirtmişti. Belgenin ilgili bölümü şu şekildedir:

“Bu içtimadaki maksadı beylik değil, ihtilal çıkarmak değil, Hükümet-i Cumhuriye ’mize karşı gelmek değil, yalnız bir mesele-i diniyeyi Hükümet-i Cumhuriye’mizden istirham olduğu ve bunun için üç gün çalışarak Hınıs telgrafını yaptırıp Ankara’ya meseleyi anlatmak istediği halde Erzurum yol vermedi, şimdi de zat-ı alilerini vasıta edip zat-ı alileri vasıtasıyla Ankara’ya dertlerini ve meseleyi anlatmak ve katre kanları kalıncaya kadar topraklarını ecnebiyeye vermemek olduğunu arz etmektir ve ecnebiler de bunu yani İslamiyet toprağına tama’ etmemelerini anlatmaktır”[583]

Darahini İnzibat Memuru olan Fakih Hasan da maksadın şeriat meselesi olduğunu söylemişti. Tutanakta geçen ifadesinin bir kısmı şöyledir:

“Reis MüfidBey: Diyarbekir’i aldıktan sonra maksatları ne idi?

Fakih Hasan: Diyarbekir’i aldıktan sonra ne yapacaklardı bilmiyorum, yalnız bildiğim şeriat meselesiydi. Ben kendisine bir mektup yazdım: ‘Şeriat böyle İslam’ı İslam’a vurdurmak değildir’ dedim. O bana ‘şaşarım aklına’ dedi. ‘Biz Kürdlüğü muhafaza edeceğiz’ dedi.

Reis Müfid Bey: Bu memleketleri aldıktan sonra halife mi yapacaklardı?

Fakih Hasan: Sonra bir halife getireceklerdi, yine bu hükümetle idi. Bir kısım mebusların da beraber olduğunu söyledi. ‘Halife elyak olsun da kim olursa olsun’ diyordu.

Reis Müfid Bey: işgalden sonra bir halife yapacaklarını söylediniz, nasıl yapacaktınız, Hilafet olmadığına dair kanun olduğunu siz bilmiyor musunuz?

Fakih Hasan: Kanun olduğunu ben bilmiyordum. Onlar söylüyorlardı, bilmem; muhaberesi var mıydı yok muydu, bilmiyorum.

Reis Müfid Bey: Demek oluyor ki, bunların maksadı din perdesi altında hükümet tesis etmek idi?

Fakih Hasan: ifadem doğrudur. Her ne olursa olsun ben doğruluktan ayrılmıyorum.”[584]

(...)

“Ali Saib Bey: Sen Şeyh SaidEfendi’ye gittiğin zaman ‘ne var ne yok’ dedin, o da sana şeriat meselesini söyledi. Öyle mi?

Fakih Hasan: Kendisi, Şeyh Said Efendi daima söylerdi ki: ‘Mebuslar şer-i şerifi kaldırmışlar. Birkaç madde var onları talep edeceğiz’ dedi.”[585]

Savcı Ahmed Süreyya Bey tarafından 18 Mart 1925 tarihinde Fakih Hasan’ın ifadesi alınmıştı. Fakih Hasan’ın bu ifadede bazı sorulara verdiği cevaplar şöyledir:

“Süreyya Bey: Şeyh Said’in bu kıyamdaki maksadı ne idi?

Fakih Hasan: Şeriat istemekti.

Süreyya Bey: Şeriat ortadan kalkmış mı idi ki şeriat isteniliyordu?

Fakih Hasan: Hayır kalkmamıştı. Yalnız Şeyh Said’in ifadesine göre bazı mebuslar şeriatı kaldırmak istiyorlarmış, şeriatı muhafaza için kıyam etmiş ve hatta hükümet de bu fikirde imiş ve programında bile varmış, ahalinin daha ziyade iştiraki de bu yüzdendir.

(...)

Süreyya Bey: Şeyh’in bu işteki maksadı hakkında ne anladınız?

Fakih Hasan: Kendi aralarında ne vardı bilmem. Bana şeriat istediklerini söylüyorlardı. Darahini’nin işgalinden sonra Karaz’da iken ben kendisine mektup yazdım. Maksadının şeriat olduğunu ve silah istimal etmeyeceğini hatırlattım. Hâlbuki öyle hareket etmediğini ve silah kullandığını ve bunun muhalif-i şer olduğunu yazdım. Bana cevaben Fehmi’nin yazısıyla bir mektup gönderdi. Bu mektupta “Ben Kürtlerin hukukunu muhafaza için yapıyorum” diyordu. Şeyh’in bu mektubunu dairede Ceza Reisinin, Müddei-i Umuminin, Banka memurunun ve isimlerini der-hatır edemediğim diğer memurların huzurunda okudum ve bunun maksadı fenadır dedim. Onlar da biz zaten eskiden bu işin fena olduğunu biliyoruz dediler...

Süreyya Bey: Şeyh Saidmaksadına varmak için nereleri işgal etmek istiyordu?

Fakih Hasan: Diyarbekir’i,Malatya’yı, Harput’u,Maraş’ı, Urfa’yı, Siverek’i, Ayıntab’ı, Muş ’u, Bitlis’i, hatta Sivas’ı, Trabzon’u Erzurum’u ve birçok yerleri işgal etmek istiyordu ve bunun için de mebusların birçoğu ve paşaların kısm-ı azamı kendi fikrinde olduğunu söylüyordu. Fakat ben bunları bizzat Şeyh’in ağızından değil, onun erkânından olan ağavat ve beylerden işitiyordum. Hatta bu Şeyh’in adamları bu havaliye asker gelirken, gelen askerlerin Abdülhamid’in oğluyla beraber geldiğini ve kendilerine yardım için geldiğini söylüyorlardı. Fakat gelen asker muharebeye başlayınca artık kimse inanmaz olmuştu.”[586]

Elaziz Cephe Kumandanı olan Şeyh Şerif de isyancıların muhtariyet istemeleri halinde onları vuracağından bahsetmişti. İfadesi şöyledir:

“Reis Müfid Bey: işte Şeyh Şerif Efendi, Kaymakam Bey’e de sorduk.

Şeyh Şerif: Kaymakam Bey’e demedim mi ki ‘İngilizlerin dahli varsa ben kendim usata vururum’ dedim. Sorunuz. ‘Muhtariyet isteseler de vururum’ dedim.

Reis MüfidBey: Ne idi maksadın, bu isyan edenlerin peşinde koşmaktaki?

Şeyh Şerif: Benim maksadım yoktu. Ben kumandanlık etmedim, yalandır. ”[587]

(.)

“Süreyya Bey: Bunlar muhtariyet ve istiklaliyet isteseler ecnebi bir hükümetten, sen bunları vururdun değil mi?

Şeyh Şerif: Vururdum elimden gelse idi.

Kaymakam Hilmi Bey: Öyle söyledi.

Süreyya Bey: Üç yüz beş yüz kişi de olsa vurur muydun?

Şeyh Şerif: Vallahi yemin, dakikada olsa vururdum.

Süreyya Bey: Şeyh SaidEfendi’yi de vurur muydun?

Şeyh Şerif: Karşı gelirdim. Onlar beni vursaydılar hiç olmazsa kurtarırdım.”[588]

Bir diğer sanık ve yargılamanın sonunda idam edilen Hanili Mustafa Bey de ifadesinde “Şeriatfikri öyle saldırmıştı ki, Şeyh Said bile nâdim olup durun yapmayın deseydi önüne geçemezdi.” demiştir.

Şeyh Said haricinde isyanı haklı gerekçelerle izah etmeye çalışan kişi Hanili Salih Bey olmuştur. Salih Bey, İsyanı vahşiyane bir miting olarak nitelemiş ve medreselerin kaldırılması gibi bazı inkılâpların halk üzerindeki olumsuz tesirlerinden bahsetmiştir. Onun bu konudaki sorulara verdiği cevaplar şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Bir isyan hadisesi var. Bu gibi hadisat şüphesiz maksatsız olmaz. Bu isyandan maksat nedir?

Salih Bey: Maksat bizim bu havalide dinden ibarettir. Evvel emirde medreselerin seddi, ahalinin zihnini hırpaladı. Bizim bu havalide her köyde bir medrese bulunur. iaşe ederler, beş on talebe bulunur. Medarisin seddi emri verilince her tarafta bir su-i tesir yaptı. Dinlerini öğretmek men olununca teessür başladı, Hukuk-ı Aile Kanunu ve ilâ âhir galeyanı artırdı. Maksadımız biliyorduk ki hükümete karşı duramayacağız. Dini teessür bir cinnet-i muvakkata halini almıştı. Ekser ahali intihar eder derecesine ileri atılıyordu, ‘Dinimiz uğruna bir kaçımız ölelim, Diyarbekir ’i işgal edelim ’ diyorduk.

Reis Müfid Bey: Demek ki avam arasında bu dini şekilde bir galeyan vardı. Zat-ı âlinizin de kanaati bu muydu?

Salih Bey: Evet, başka katiyen bir sâik yoktur. Bu teessür bende daha ziyade idi. ‘Hükümet dine ait işlere müsaadekâr bulunsun’ diyordum. Ben de istiyordum ki, ‘Hükümet bir an evvel tashih-i harekât etsin’ diyordum.

Reis MüfidBey: Bu galeyanı husule getiren kimlerdi?

Salih Bey: Galeyan kendi kendine geliyordu, emeğe lüzum yoktu.

ReisMüfid Bey: Salih Bey! Ben gezdiğim köylerde kelime-i şehadet bilmeyen, namazı bilmeyen adamlara tesadüf ettim. Bu dediğiniz şekilde bu halk isyan eder mi?

Salih Bey: Bu kabil adamlar her yerde bulunur, ahalinin ekserisi öyle değildir, kelime-i şehadeti bilmeyenler de vardır.

Reis Müfid Bey: Size soruyorum, Medreselerde müderris dediğiniz adamlar okumak yazmak bilmeyen adamlar değil mi, orada tahsil gören adamlar da aynı değil mi?

Salih Bey: Bizim medreselerden iyi adamlar çıkmıyor değil efendim.

Reis Müfid Bey: Siz isyan iştirakinizden maksadınız da din meselesidir öyle mi?

Salih Bey: Yalnız din meselesi, yalnız!

ReisMüfid Bey: Bu halkı dine alet ittihaz ederek, böyle isyan ettirmek doğru mudur?

Salih Bey: Size karşı öyle söylüyorlar.

Reis Müfid Bey: Sorduklarımız Şeyh Efendi’nin, Bey’in emriyle girdiklerini söylüyorlar. Hiç dinden, medreselerin kapandığından bahsetmiyorlar.

Salih Bey: Mustafa Bey muhteldir, sözünü bilmiyor yarım adam. Şimdi dara gelince şeyhe, ağaya atıyor. Herkeste o cesaret-i medeniye yok ki, Evet din için yaptım’ desin. Kürd de kendine göre kurnaz ve ağasının üstüne atıp kurtulacak zanneder.

Reis Müfid Bey: Acaba Yusuf Ziya, Halid de din meselesi için mi uğraşıyorlardı?

Salih Bey: Onu hiç bilmiyorum. Yalnız geçen gün bazı şeyler duydum, Kasım Bey’den duydum, taaccüp ettim. Bizim bu havalide öyle şeyler yok.

Reis Müfid Bey: Doktor Fuad, Hacı Ahti bunları tanırsın. Bunların fikr-i siyasisini de bilirsin ve işitmişsindir tabii?

Salih Bey: Doktor Fuad’ı uzaktan tanırım. işitiyorum ki, Doktor Fuad bir Kürd kulübünde imiş. Ben esasen cemiyet, kulüp ve komit fikirlerinin aleyhdarıyım. Bizim mülhakatta Doktor Fuad gibi eşhasın zerre kadar tesiri olamaz. Kasabayı bilmiyorum. Bizde yoktur.

Reis Müfid Bey: Ben size bu isyanın esbabının birisinin de siyasi olduğundan bahsettim. Demek ki maksat ve gayeniz din meselesidir öyle mi?

Salih Bey: Kendim öyle olduğum gibi ekser ahaliyi de öyle gördüm.

ReisMüfid Bey: Şeyh Abdüllatif ve Şeyh İsmail, bunları tanırsın. Bu adamlar huzur-ı mahkemede İngilizlerle muhabere ve ittifak olduğunu söylediler. Bunlar cahil iken duyarlar da sizin gibi âlim bir zat işitmez mi?

Salih Bey: Onu bilmiyorum beyim. Katiyen bilmem ve emin olunuz İngiliz parmağı da olduğunu bilsem iştirak ve kabul etmezdim. Bu vilayette sâik dindi.

ReisMüfidBey: Harici bir tesirat vücudunu kabul etmiyorsunuz, öyle mi; ne için?

Salih Bey: Aklıma sığdıramıyorum.

Reis MüfidBey: Fena mıdır; mezmum mudur?

Salih Bey: Fenadır ya... Bir evlat pederine karşı isyan eder fakat..

Reis Müfid Bey: Haricin parmağını mezmum görüyorsunuz da; hükümete, pederinize karşı yaptığınız isyanı ne için mezmum görmediniz?

Salih Bey: Mugalata değildir.

Reis MüfidBey: Siz isyana iştirak ettiniz mi etmediniz mi?

Salih Bey: Evet, o cereyana ben de kapıldım.

Reis MüfidBey: Siz de biraderzadeniz Mustafa Bey gibi muhteli’ş-şuur muydunuz?

Salih Bey: Mustafa Bey ‘ifade-i meram edemiyor’ demek istedim.

Reis Müfid Bey: Cereyan ile isyan arasında fark görüyor musunuz?

Salih Bey: Evet, ben fark görüyorum. Ben cereyana iştirak ettim, benim nazarımda bizim hükümetimiz vahşiyane bir miting şeklinde idi.

Reis Müfid Bey: Bu vahşiyane mitingi niye tertip ettiniz, medeni bir şekilde miting tertip edemez miydiniz?

Salih Bey: Başka çaresini bulamadık. İsterseniz ‘isyan’ deyiniz, ben böyle telakki ediyorum.

Reis Müfid Bey: Sizi Şeyh Said Efendi mi iğfal etti, yoksa bu cereyana kendiliğinizden mi kapıldınız?

Salih Bey: Hayır, ben iğfale kapılacak adam değilim. Şeyh Said Efendi bir kibritti, o olmasa idi başka birisi yapardı. Şeyh Said Efendi ne beni kandırabilir ne de icbar edebilir.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi bir kibritti, kabiliyet hazırlanmıştı demiştiniz. Demek ki evvelce tertip edilmiştir?

Salih Bey: Şüphesiz hazırlanmıştı. Hükümetin mugayir-i şer’-i şerif harekâtı bu vaziyeti ihzar etmişti.

Reis Müfid Bey: Ne vakitten beri hazırlanmıştır?

Salih Bey: Geçen sene, işte o tarihte.

Reis MüfidBey: Ne suretle hazırlanmıştır?

Salih Bey: Tertip edilmişti başkadır, hazırlanmıştı başkadır. ‘Hükümetin harekâtı hazırladı ’ dedim.

Reis Müfid Bey: Halkın bu teessüratını hissedip de bu fertleri toplayan kimdi?

Salih Bey: Fertleri toplayan yoktu. Her fertte bir teessür görüyordum, önayak olan kimse yoktu. Bilahare Şeyh Said Efendi geldi, tesadüftür.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi olmasaydı bu iş yine olacaktı, öyle mi?

Salih Bey: ihtimal başka bir sebep yine bu hadiseyi meydana getirebilirdi.”59

Ayrıca Hanili Salih Bey, müdafaasında, hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddederek, İslam milletlerinin arasına nefret sokacak bir hareketi ayıpladığını söyleyerek şunları ifade etmiştir: “Kalben müteessirdik, fakat bir kıyam-ı umumi olacağını hayalimizden geçirmiyorduk. Bu muhakemeye gelmezden evvel demek ki çok gafilmişim, kendimi bileli böyle siyasi bir Kürdlük cereyanı olduğunu bilmiyordum. Akvam-ı islamiye arasına münaferet sokacak bir hareketi, her cereyanı takbih ederim. Beni mahkûm da etseniz idam olunurken de söylerim. Siyasi hiçbir cereyandan haberdar değilim. Bu isnad benim için bir lekedir, ölürken bile bu lekeyi reddederim. Her halde civar köylerde öyle siyasi cereyanlar yoktu, eğer merkez vilayette var idiyse ondan da haberdar değilim.”[589] [590]

Yukarıdaki ifadelerin yanında isyanın Kürt Hükümeti kurmak maksadına yönelik olduğu ve dinin bu iş için perde yapıldığına dair ifade veren sanıklar da olmuştur. Örneğin Şeyh Abdüllatif isyanın maksadı için “Din perdesi altında İngilizlerle birleşip bir Kürdistan Beyliği teşkil etmekti.” demişti.[591] Abdüllatif Bey de ifadesinde “İşittiğime nazaran Şeyh Said Diyarbekir’i alacak ve dört kişi İngilizlere gönderecek ve anlaşacakmış, bunları da Zazalardan işittim. Öyle anlaşılıyor. Böyle işittim efendim. Hükümet mi teşkil edeceklermiş ne yapacaklarmış bilmiyorum. Muharebe edecekler, İngilizlerin muavenetiyle hükümet teşkil edeceklermiş” demiştir.[592]

Bu konuda en geniş bilgiyi veren yine Binbaşı Kasım Bey’dir. Kasım Bey’in ifadelerine daha önce geniş olarak yer verildiği için bu bölümde tekrarlanmamıştır. Ancak Kasım Bey’in isyanın amacını net bir şekilde belirttiği birkaç ifadesi şu şekildedir:

“Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi isyandan evvel her halde bir tertibat yaptı. Bu tertibatta kimler vardı ve ne idi esbabı?

Kasım Bey: Tertibat din meselesini ortaya attılar. Taklib için dini alet ettiler. Güya dini tatbik etmek istiyorlardı.

Reis MüfidBey: Dini alet ettiklerine kanisiniz. O halde esas maksatları ne idi?

Kasım Bey: Esas maksatları istiklal elde etmekti.”[593]

(...)

“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, bu isyan için tertibat olduğu anlaşılıyor. Bu isyandan gaye nedir?

Kasım Bey: İstiklaldir. Kendileri de kısmen itiraf ettiler.

Reis Müfid Bey: Bu gayeye vusul için bazısı siyasi çalışmış, bazısı da dini çalışmış. Neticesi ne olacak?

Kasım Bey: Herkes kendine terettüp eden vazifeyi yapıyordu. Maksat müşterekti ve istiklaldi.”[594]

Diğer bir sanık Çapakçur Halk Fırkası Reisi Süleyman oğlu Rüştü Bey, isyancıların Kürt hükümeti teşkil etmek amacında olduklarını zannettiğini söylemiştir. İfadesi şöyledir:

“ReisMüfid Bey: Süleyman, biliyorsun ki bir hadise var. Bu isyan hadisesinin neticesi ne idi, ne yolda meydana geldi?

Rüştü Efendi: Ben de bu vukuatın ne yolda olduğunu bilmiyorum. Birkaç ay evvel Kaza Kaymakamı tarafından benden bir sual soruldu, tahkikatyaptım, Hacı Mustafa Bey’in neden dolaştığını anlayamadım. Sonra, ‘hükümet ezer’ dedim. ‘Onu kimse ezemez’ dediler. Sultan Hamid’in oğlu ile Simiko ve birkaç şeyhin Acem hududuna geldiğini duydum. Halk Fırkası ’na yazdım, Genç Vilayetine tahkikat için emir geldi, Vali şahitleri tecziye ettirdi.

Reis MüfidBey: Bu isyandan maksat ne idi? Yalnız şeriat meselesi midir?

Rüştü Efendi: Haricen şeriat idi. Fakat asıl maksat ne idi bilmiyorum. Çünkü kendileriyle temas etmiyordum.

ReisMüfid Bey: Şimdi Simiko ve sairden bahsediniz. Onların muhaberesinden şeriat meselesi olmadığını anlamadın mı?

Rüştü Efendi: Onların gayesi her halde şeriat gayesi olduğunu bilmiyorum. Fakat başka ne maksatları vardı bilemiyorum, zannederim Kürd hükümeti teşkil etmek maksatları vardı.”[595]

Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan’ın kâtipliğini yapan Liceli Tahir de şunları söylemiştir:

“Reis Müfid Bey: isyanın esbabı nedir; ne anladın, ne diyordu Şeyh Said?

Liceli Tahir: Bilahare anladım. Lice’den Piran’a geçtiğini, orada vukuat olduğunu duyunca anladım. Genç hükümetinin üstüne gittiğini ve hilaf-ı şeriat ahvalden dolayı isyan edeceğini söyledi.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in isyandan maksadı ne imiş?

Liceli Tahir: Bendeniz evvelce vâkıf değildim, sonra da bunu biliyorum.

Reis Müfid Bey: Yalnız maksat şeriat mı imiş?

Liceli Tahir: Hasan Efendi şeriat ahkâmının tatbiki için çalıştığını söyledi.

Reis Müfid Bey: Hasan Fakih sana isyanın esbabı hakkında bir şey söylemedi mi, hariçten muhabereleri yok muymuş?

Liceli Tahir: Hasan Efendi, ‘işittiğime göre Ingiltere ile de muhaberesi vardır’ dedi; bana o kadar söyledi.

Reis Müfid Bey: Eğer maksat şeriat meselesi olsa ingiltere ile muhabereye lüzum var mıdır?

Liceli Tahir: Evvelce bir ittifak, bir muhabere olduğunu bilmiyorum.

Reis MüfidBey: Bunun neticesi ne olacaktı, sen ne tahmin ediyorsun?

Liceli Tahir: Şeyh ’in tarifine göre birkaç yeri işgal ettikten sonra hükümeti icbar edeceğim dedi.

(...)

Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in ecnebi hükümetlerle veyahut sakıt hükümdarlarla münasebeti olduğundan Hasan Fakih sana bahsetmedi mi?

Liceli Tahir: Katiyen malumatım yok, böyle bir şey bilmiyorum. -demekle ifade-i mazbutası tekrar okunarak-

ReisMüfidBey: ifadende bunu söylemişsin. Ne işittin, doğru söyle?

Liceli Tahir: Evet, bendeniz onu söyledim. Halifezade meselesini duymadım.

Reis Müfid Bey: ingiltere’nin Şeyh Said’e muavenet edeceğini de söyledi mi?

Liceli Tahir: ingiltere ile ittifakı ve muhaberesi olduğunu icabında muavenet edeceğini söyledi.”[596]

(...)

“Reis Müfid Bey: Elaziz’i, Diyarbekir’i aldıktan sonra maksatları ne idi?

Liceli Tahir: Maksatları benim hissiyatıma göre, Diyarbekir’i zabt eder etmez Ankara ile muhaberata başlayacaklarmış.

Reis MüfidBey: Bu teklifatı Ankara kabul etmezse ne olacaktı?

Liceli Tahir: Onu bendeniz bilmiyorum.

Reis MüfidBey: Diyarbekir’i zabt etmek kolay mıdır?

Liceli Tahir: Diyordum, alsalar bile netice faydasızdı.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’in içinden kendilerine muavenet vaat edenler var mıydı?

Liceli Tahir: O kadar dedi fakat esami tasrih etmezdi, kendisi de bilmezdi. Katiyen idare edemezlerdi, zaten bir hükümet teşkil edeceğiz demiyorlardı.

Reis Müfid Bey: Hasan Efendi bundan bahsetmez miydi, Diyarbekir’deki arkadaşlarından bahsetmedi mi?

Liceli Tahir: Hasan Fakih de bilmezdi.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i vesaireyi aldılar. Ankara muvafakat etmeyince ne yapacaklardı? Müstakil bir hükümet mi teşkil edeceklerdi?

Liceli Tahir: Onu rivayeten söylüyorlardı.

Reis Müfid Bey: İfadende İngilizlerin muavenetinden bahsediyorsun. İngilizlerle ittifaktan istiklal çıkmaz mı?

Liceli Tahir: Hariç devlet olunca öyle bir mana fi’l-hakika çıkar.”[597]

Mahkemede yargılanmış olan Mardinli çiftçi Mehmed oğlu Arifin hizmetkârı 18 yaşında Gülün bin Maho ifadesinde, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in köylerine gelerek köy ahalisine hitaben “Haydi ne duruyorsunuz. Şeriat kayboldu. Silahlanınız Mustafa Kemal Paşa’dan şeriat isteyeceğiz” dediğini söylemiştir.[598] Bunun yanında Mahkeme dosyasında Şeyh Said’in hizmetkârlarından olduğu söylenen ve 62 numaralı kararda yargılanan Halid oğlu Bahri ifadesinde, “Maksat din ve şeriat meselesi ve binnetice taklib-i hükümettir” demiş ve Şeyh Said’in “Şeriat istiyoruz” tarzında propaganda yaptığını söylemiştir.[599] Şeyh Said tarafından Lice zabıta memurluğuna tayin edilmiş olan İsmail oğlu Hüseyin de ifadesinde; isyanın başarılı olması ve Diyarbekir’in alınmış olması halinde Ankara’dan Diyarbekir’e birçok “başların” geleceğini ve orada onlarla anlaşma yapılacağını işittiğini söylemiştir. Ayrıca başarısız olunduğu takdirde ise İngilizlere isnat edeceklerini zannederdim demiştir.[600]

Halifelik, Vahdeddin ve Kürtler

Bazı kaynaklar tarafından İsyan’ın en önemli sebeplerinden birisi olarak, halifeliğin kaldırılması gösterilmektedir. İsyancıların bir amacının da, Musul’da bulunduğu söylenen Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin’i halife yapmak olduğu bazı raporlarda geçmektedir ve bu iddia mahkeme sırasındaki sorgulara da yansımıştır. İsyancıların böyle bir beklenti içerisinde oldukları ve bu söylentilerin isyancılar arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Hatta asilerin Diyarbakır’ı almaya çalıştıkları ve başaramadıkları bir zamanda, şehri savunmak için gelen askerlerin Abdülhamid’in oğlunun askerleri olduğu ve isyancılara yardıma geldiği lafları isyancıların arasında dolaşıyordu.

Bölge halkının halifeye büyük bir bağlılık içerisinde olduğu bazı kaynaklarda geçmektedir. Kürt milliyetçisi olan ve isyandan önceki bir dönemde Kürt Hamidiye Alaylarına katılıp Hasenan ve Cibran aşiretlerinin oluşturduğu İhtiyat Tugayındaki Kürt subaylarla irtibata geçen Kadri Cemil Paşa, bu tugaydaki subaylarla Kürtlerin millî meseleleri üzerine konuşmaya çalıştığını, ancak buradaki aşiret mensubu subayların İslam Halifesine büyük bir sadakatle bağlı olduklarından Kürtlerin millî meselelerine ait hiçbir şeyi dinlemek istemediklerinden bahsetmektedir.[601] Yine Kadri Cemil Paşa daha sonraki dönemde yabancı devletlerin egemenliğinde olan halifenin kurtulacağı inancıyla Kürtlerin Mustafa Kemal Paşa’ya içten bağlılık gösterdiklerini ancak Yunan savaşından sonra halifenin saltanattan uzaklaştırılmasıyla birlikte Türk ve Kürt İslamların Mustafa Kemal Paşa’ya karşı besledikleri sevgi ve güvenin yok olmaya başladığını söylüyor.[602]

Bir diğer yazar Ömer Kürkçüoğlu da Halifeliğin kaldırılmasının isyanın sebeplerinden birisi olduğu ve aynı zamanda Türkiye’nin Musul tezine manevi bir darbe vurduğunu belirtmektedir.[603] Bruinessen ise halifeliğin kaldırılmasını “Kürt-Türk kardeşliğinin en önemli sembolünün ortadan kaldırılması” olarak nitelemektedir[604] ve hilafetin ilgasından sonra Kürdistan’da milliyetçilikten ilham alan bir dizi ayaklanmaların çıktığına dikkat çeker.[605] Bruinessen’e göre isyanı tertip edenlerin Vahdettin’le irtibata geçmeye çalışmalarının amacı da dindar Kürt halkının desteğini sağlamaktır.[606]

Mahkeme tutanaklarına Şeyh Said’in halifelik ile ilgili görüşleri de yansımıştır. Şeyh, ifadesinin bir yerinde, herhangi ırk ve millete mensup olursa olsun “eslah ve erşed ve a’lem” (en iyi, en olgun ve en bilgili) bir sülalenin şeriat ahkâmı gereğince halife olmasını şer’an vacip olarak gördüğünü söylemiştir.[607] Başka bir yerde ise halifelerin ahkâm-ı şer’iyeyi yerine getirmekle görevli olduklarını söylemiş, Mahkeme Reisi’nin “bir halife mi olsun istiyorsun?” sualine “Olsa dinimize muvafıktır. O da ahkâm-ı şer’iyedendir” cevabını vermiştir. Şeyh Said’in en yakınlarında olan Fakih Hasan da ifadesinde Şeyh Said’in halifeliği geri getirme amacında olduğunu söylemiş, “halife elyak (liyakatli) olsun da kim olursa olsun” dediğini aktarmıştır.

Önemli iddialardan birisi de Sultan Vahdeddin’in Şark İsyanı ile alakadar hatta tertipçisi olduğudur. Behçet Cemal karşı devrim olarak nitelediği İsyan hareketini bizzat Vahdeddin tarafından idare edildiğini söylemektedir. Onun anlatımına göre Vahdeddin İla­yı Vatan adında gizli bir örgüt kurmuş, Bükreş’te Hilafet kongresinin yapılmasından sonra Anadolu’da karşı propagandaya başlamıştır. Aynı zamanda Hilafet Komitesi adı altında olan bu örgüt Şeyh Said’le de anlaştığı gibi, Kürt hareketini İstanbul’dan idare eden Seyyid Abdülkadir’le anlaşmıştır. Behçet Cemal bu mutabakata göre isyanın 1926’da başlamasının kararlaştırıldığını aktarmaktadır.[608] Bu iddiayı teyit edecek yeterli delil olmamasına rağmen Behçet Cemal ile aynı fikirde olan yazarlar vardır.[609] Bunun aksine bazı araştırmacılar da Vahdeddin ve dinî muhalefetin Kürt isyanıyla bağlantısının ispat edilemediğini söylemektedirler.[610]

Vahdeddin’le Şeyh Said İsyanı arasında olduğu iddia edilen bağlantının tespit edilmesine yönelik çalışma İstiklal Mahkemesinin yargılamaları sırasında başlamıştı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Distolcüler davası yani Vahdeddin’in kurmuş olduğu iddia edilen Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti davası devam ederken, Şark İstiklal Mahkemesi’nde de Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir ile Kör Sadi’nin yargılamalarını yapılmaktaydı.

Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Savcısı Necib Ali’nin 5 Haziran 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi’ne yazmış olduğu yazı da bu bağlantının nasıl araştırıldığı anlaşılıyor. Bu yazıya göre; Vahdeddin, İngilizlerin oluruyla, Tarikat-ı Salahiye adında ve amacı şeriat hükümlerini uygulayan bir hükümetin iktidara gelmesini sağlamak amacıyla bir cemiyet kurmuştur, Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmakta olan Kör Sadi’nin bu cemiyetle alakası vardır, Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti ile Şeyh Said’in maksatları arasında çok büyük uyum vardır. Necib Ali, ayaklanma ile bu cemiyet arasında bir münasebet tespit etmek arzusunda olduklarını ve Şeyh Said’in de bu cihetle sorgulanmasını istemektedir. İsyan ile Cemiyet arasında irtibatı düşündüren delil ise Tarikat-ı Salahiye Cemiyetinin Musul’da bulunan Şeyh Mahmud’a üyelik için bir vesika göndermiş olması ve Cemiyet’in Beyazıt’ta bir kahvede yaptığı toplantılara Kör Sadi’nin iştirak etmiş olmasıdır.[611]

Raporlara Göre İsyanın Amacı

İsyan bölgesinde görev yapmış olan sivil ve askeri bazı memurların hazırlamış olduğu raporlar bulunmaktadır. Bu kişilerin isyan hakkında verdiği bilgiler önemlidir. Bu bölümde, bu raporlarda isyanın maksadı ile ilgili kısımlar aktarılmıştır.

Bir müddet asilerin elinde esir olan Hani Nahiyesi Müdürü Hüsnü Bey, İstiklal Mahkemesi Savcısı’na verdiği ifadede isyanın maksat ve gayesinin şeriat perdesi altında Kürdistan istiklali olduğunu söyledikten sonra asilerin elinde esir olduğu sırada Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Mehdi’nin söylediklerini aktararak şunları ifade etmiştir:

“Mukaddema bu hükümet şeriatı, medreseleri, mektepleri, Kur’an’ı ilga etti. Güya buna Şeyh Said min-tarafillah (Allah tarafından) memur imiş, bunun için isyan etmişler. Bilahare asilerin birkaç binlere bâliğ olarak Diyarbekir’e hücumları esnasında ‘Kürdistan Hükümeti olacak, Türk memurları kovulacak ’ şayiası çıktı.”

“isyandan gaye ve maksatları şeriat perde-i nisyanı altında Kürdistan istiklali ve Türklüğün izmihlali gayesi takip ediliyordu. 15 Şubat 1341’de Şeyh Mehdi tarafından Serdi’ye götürüldüğümüzde Şeyh Tahir aynen şöyle diyordu: ‘Türk Hükümeti.. Türk Hükümeti.. Ne için Kürt Hükümeti olmasın? Bak benim hırkamın kolundaki yamalara, hain Türkler siz görürsünüz. Bundan sonra biz sizi istemiyoruz. Emellerimize muvaffak olursak ne âlâ, olamaz isek Halep’e gideriz. Oradaki pek âlâ, pek iyi yaşıyor ve ingilizlerin idaresi sizden iyidir. Siz Türklerden ne iyilik gördük?’ buna mümasil (benzer) sözler söylediler. Binaenaleyh bu maksat gayelerini pekâlâ gösteriyor. Darahini vilayetinin Tavsala karyesine geldiğimizde Botyanlı Ömer Ağa’nın biraderi Sabri Ağa şöyle söylüyordu: ‘Asker gelmeden Diyarbekir’e girersek işimiz oldu. Yok giremez isek, bizim için hak ve hayat yoktur.’”[612]

Hüsnü Bey, ayrıca 25 Nisan 1925’te 7. Fırka’ya yazdığı raporda Hani’de esir alınıp Darahini’ye getirilince burada Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan ile arasında geçen konuşmayı şöyle aktarmıştır:

“On beş Şubat 341 tarihinde usat tarafından Hani nahiyesinden Telgraf Müdürü Kadri ve Takım K. Vekili Fahri Çavuş ve dört jandarma efradı kaldırılarak Darahini’ye sevk edildik. Şeyh Said’in vekili ve Darahini inzibat Zabiti Fakıh Hasan bizleri hatt-ı harp nizamına dizdirerek ‘Hani müdürü kimdir? ’ diye sordu. Bendeniz cevap verdim. ‘Nerelisin?’ dedi. Konyalı olduğumu söyledim. ‘Sen Konyalılara kurban ol; bu dinsiz hükümetin aleyhinde kaç sene mukaddem Konyalılar isyan etmiştir. Bizim maksadımız sizin gibi dinsizleri dine davet etmektir. Senin, Şeyh’in aleyhindekiyazdığın raporu gördüm. Seni Şeyh’e kurban edeceğim.’ dedi ve heyet-i nahiyeyi çifte süngülü ile Jandarma Dairesine hapsetti.”[613]

Lice Kaymakamı Asım Bey, 26 Mayıs 1925 tarihinde verdiği raporun bir bölümünde isyan edenlerin her birinin farklı maksatları takip ettiğini söyleyerek şunları ifade etmiştir:

“Her şey, fakat hiç bir şey... Bu isyan eden fertlerin her biri muhtelif maksatlar istihdaf ediyorlardı. Kimi yekdiğerinden intikam alıyordu; Hani’de Mustafa Bey, Hamdi Bey’i yağma ettirdiği gibi. Kimi memurinden (memurlar) intikam alıyordu. Kimi tekâlifin kesretinden kurtulmak istiyordu. Çoğu mahkûm, askerfirarisi ve hazineye medyundur (borçlu). Kimi şeriat istiyordu, kimi padişahlık, halifeden bahsediyordu; en sonra Kürtlük meselesi cereyanı almış yürümüştü. Bir misal: Kurik köyünde topal bir Ali Ağa vardı. Bu adam Darahini, Çapakçur ve Ardeşin arasında mutavassıtlık yapıyor ve hiçbir şey (.?) etmiyordu. Bir gün makam-ı istihzada (alay ederek) ‘Darahini körlerin payitahtı’ dedim, bütün yüzü gözü kızardı. Hem mahcup oldu ve hem de hiddet etti. ‘Evet, Darahini payitaht, Şeyh Efendi halife ’ dedi. Eğer Kürtler Diyarbekir’i alaydılar Kürtler ve Türkler arasında çok büyük rezaletler kopacak ve esir Türk memur, zabit ve askerlerden nişane kalmayacaktı.”[614]

Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey, Şeyh Said’in Darahini’ye gelmesinden sonra Yusuf Ağa’nın evinde memurlarla yaptığı konuşmaya şahit olmuş ve bunu 25 Mayıs 1925 tarihli raporunda aktarmıştır. Rapora göre Şeyh Said, Ankara Hükümetinin; hilafeti, şer’i mahkemeleri, evkafı lağvedip medreseleri kapattığını ve “ladini” bir Cumhuriyet kurduğunu söylemiş ve kendisinin de emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle (iyiliği emretme köyülüğü men etme) mükellef olduğunu söylemiştir:

“Sabahleyin memurîn-i Adliye bendehaneye geldikleri zaman gece gelmiş olan Şeyh Said’in memurlarla görüşmek üzere Yusuf Ağa’nın hanesine çağırdığı gelen birisi tarafından haber verilmekle bizzarur memurînle beraber Yusuf Ağa’nın hanesine Şeyh Said’in nezdine gittiğimizde Şeyh Said: ‘Hazret-i Peygamberimiz Kuran-ı mu’cibince amel eder ve yanında da Ebubekir Sıddık ve Ömer hazeratını müsteşar olarak bulundurur fakat rey sahibi Hazret-i Peygamber idi. Osmanlı Padişahları da mahkeme-i şer’iyelere ve ulemaya ve dine riayet ve medreseleri ihya, evkafı muhafaza, müskiratı men eylemek suretiyle altı yüz sene mülkü idare ettiler. Vaktaki meşrutiyet oldu, din ciheti biraz zafa düçar olduysa da göze çarpacak derece değildi. Ne vakit Ankara Hükümeti teşekkül etti; hilafeti, mahkeme-i şer’iyeleri, evkafı lağv ve medreseleri kapattı; laik -kendi tabiriyle Ladini- bir hükümet-i Cumhuriye olduğunu ilan etti. Ben ulemadanım,‘emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle mükellefim. Maden dâhilinde Piran’da jandarmalar yanımdaki adamları tutmak istedi; Arada silah patladı, kan döküldü; artık olan oldu, Diyarbekir postasını zabt ettirdim. Bu ruhumu feda edip meydana çıktım. Vakt-i merhunundan (belirlenen vakit) evvel bu işe giriştim. Bakalım ömrümüz iki gün mü, üç gün mü olacaktır? Zira paramız, topumuz, cephanemiz yoktur; istinadımız sırf din kuvvetidir.’ dedi. Biz de: ‘Medreselerin lağvına mukabil, ilahiyat şubesi açıldı; Mahkeme-i şer’iyenin zaten mahdud (sınırlı) ve muayyen (belirli) olan vazifesi mahkeme-i asliyeye verildi, Evkaf’ın idaresi usul-i sâlimeye rapt olundu, alenen müskirat istimalinin men edildiğine dair tebligat vuku buldu; bunlar kâfidir.’ diye ifademize o da ‘Hayır kâfi değildir’ diye cevap verdi. Biz: ‘Öyle ise telgraf hattını tamir ettirip Ankara hükümetine iblağ (ulaştırma) etseniz muvafık

olmaz mı?’ dedik. O da: ‘Hayır, şimdi müracaat etmem. Ne vakit ayaklarımızı uzatacak kadar kendimize biryeryaparsak ol vakit müracaat edeceğim’ diye cevap verdi ve yanından ayrıldık.”

Ayrıca Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey, Şeyh Said, Darahini’den ayrıldıktan sonra Fakih Hasan’ın memurları camiye toplamasını ve orada geçen konuşmaları da aktarmıştır. Fakih Hasan camide yapmış olduğu konuşmada; tesettüre ve şeriat hükümlerine riayet edilmediğini, içki kullanımının serbest olduğunu, kadınların dans ettiğini vs. söyleyerek bunlardan dolayı kıyamın meydana geldiğini söylemiştir. Ayrıca bu konuşmasında maksatlarının bir devlet kurmak olmadığını da söylemiştir:

“Fakih Hasan bir gün öğleden evvel ‘özürlü özürsüz her memur öğlen namazına gelecek’ diye dellal bağırttı. ‘Bundan maksat ne olabilir?’ diye memurîn ile söyleşiyor iken Tahsil Memuru Hamid Efendi gelerek: ‘Fakih Hasan memurîne bir beyanname okuyacak ama bunda bir şeytanet (şeytanlık) var’ dedi. Biz de: ‘Olsa olsa memurîni vasıta edip maksatlarını hükümete iblağ ettirecekler’ dedik. Öğle okundu, camie gittik. Namaz bittikten sonra ahaliyi ve memurînden tali kısmını dışarıya çıkardı. Devair rüesasını (resmi kurum başkanları) camide alıkoyup kapıya da tüfekli Kürt jandarmaları ikame ve ‘içeriye kimse girmeyecek’ diye emr-i kati verdi. Vali İsmail Hakkı, Jandarma Binbaşısı Mustafa, Muhasebeci Münir ve Şube Reisi Hüseyin ve Mahkeme Reisi İsmail Hakkı ve Aza Lütfi ve Aza Mülazımları Mustafa ve Kemal ve Nüfus Müdürü Şükrü ve Sıhhiye Müdürü Mazhar ve Ziraat Bankası Müdür Fazlı ve Tahsil Memuru Hamid ve Jandarma Yüzbaşısı Ali Avni ve Mülazım Mihri Bey ve efendilerle eşraftan Mehmed Ağa ve Diznankaryeli Haydar Ağa ve birkaç faki içeride kaldık. İnzibat Memuru Fakih Hasan cebinden bir kâğıt çıkardı. Jandarma Yüzbaşısı Ali Avni Efendi’ye verdi. O da ayağa kalkıp alenen okudu. Kâğıtta şöyle yazılıydı; ‘Tesettüre ve ahkâm-ı şer’iyeye riayet olunmuyor, müskirat istimal olunuyor, kadınlar dans ediyor, Evkaf ve mahkeme-i şer’iyeler lağv ve medreseler sed ediliyor; Bundan dolayı kıyam vukua geldi. Maksadımız bunları Ankara Hükümeti’ne iblağ etmektir’ dedi. Ben Fakih Hasan’a: ‘Sen bunu böyle yazıp bize okudun fakat Şeyh Said burada yoktur.’ dedim. Cevaben: ‘Onun malumatı olmadıkça böyle şeye teşebbüs edebilir miyim.’ demesine karşı ‘Öyle ise Maksadımız istiklal değildir diye yazılmamış ’ dedim. O da: ‘Evet öyle bir maksadımız yoktur. Sırf yazıldığı vecihledir.’ dedi. Şube Reisi: ‘Sizin Ankara’da mebusunuz vardır. Onun vasıtasıyla hükümete iblağ etseniz olmaz mı’ demesine cevaben: ‘Hayır bizim mebusumuzyoktur, o hükümetin emriyle tayin edilmiştir. Zaten evvelce Kürdistan beş vilayet idi. şimdi livalarla vilayet oldu.’ diye söyledi.”[615]

Lice Memurlarından altı kişinin (Varidat Katibi Yusuf, Baytar Ömer Hulusi, Sıhhiye Memuru Naci, Sıhhiye Memuru Kadri, Banka Memuru Abdülgani, Lice Telgraf Müdürü Nail) hazırlamış olduğu 14 Nisan 1925 tarihli ortak raporda Şeyh Said’in Lice’ye girdikten sonra çevresi ile yaptığı konuşmaları şöyle anlatılmaktadır:

“Şeyh’in meclisindeki bütün mübahase Türklerin Kur’an’ı, din ve şeriatı kaldırıp her köyde bir fuhuşhane tesis ettirecekleri ve Avrupa’dan celp edecekleri erkeklere damızlık yaptırıp İslam ’ı Hristiyanlaştıracaklarını ve kadınların müteaddid (birden çok) erkeklere istediği varabileceklerini ve nikâhın badema (bundan sonra) men edildiğini, Ankara’dan Halid Bey’e vürud eden mektupta yazmış bulunduğundan, hâlbuki Kürtlerin civanmert, dindar bir millet olup Türklerin hâkimiyeti altında dinsiz, namussuz, istiklalsiz yaşamları gayr-ı caiz, Kürt istiklalinin mutlak surette istihsal edileceğini ve Türklerin nefy ettikleri Ermenileri getirip Erzurum, Van,Muş, Bitlis ve havalisinde kemakân (eskiden olduğu gibi) iskânlarıyla Türklerin kovulacağı yolunda devam ediyordu. Kerameti cümlesinden olarak elhamdülillah Hani ’de toplar, mitralyözler, makinalı tüfekler mücehhez birfırkanın bütün mühimmatıyla esir edildiğini ve bundan iğtinam edilen (ganimet olarak alma) top, cephane ile Diyarbekir ve Bitlis zabt ile Erzurum’a yürüneceğini söylediği istihbar kılınmış, ve Ermenilerin vatan-ı aslilerine memâlik-i ecnebiyeden sahiplerine müsaade edildiğini ve mevcut Ermenilerin mal ve canlarına katiyen müdahale ve zulüm edilmemesini münadilerle (tellal) ilan ettirmiştir.”[616]

Lice Jandarma Kumandanı Ziya Bey, 13 Nisan 1925 tarihli raporunun son kısmında kıyamın iki sebebi olduğunu söyleyerek şu açıklamalarda bulunmuştur:

“Kıyam’ın esasi ikidir: Birisi Kürdistan hükümeti teşkil etmek, diğeri de mahkûm olan Şeyh Said’in affını temin eylemek gayesine matuftur. Şeyh’in biraderi, oğlu, Lice Müftüsü’yle oğlu Hoca Said, İhtiyat Zabitlerinden Fehmi’nin efkârı Kürdistan’ın istiklali merkezindedir. Müftü’nün oğlu Hoca Said medrese odasında Kürdistan istiklalinden mütemadiyen bahsetmiş ve bir gün bahsederken bu işte muvaffakiyete hâsıl olmazsa hudangerde o rezil, dinsiz Türk Hükümeti tekrar tesis ederse kendileri için hakk-ı hayat olamayacağını söylemiştir.”[617] [618]

Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali Fehmi’nin 28 Nisan 1925 tarihli raporunda isyanın amacının İngiliz himayesi altında bir Kürt hükümeti kurmak olduğunu söylemektedir:

“isyan; şekli itibariyle soygunculuğu, mahiyeti itibarıyla Kürtçülüğü, hakikatte ecnebi paralarıyla genç Cumhuriyetimizi sarsma maksadını hâvi idi ki Kürdistan’ın bilumum şeyhleri beyleri, bugün masum görünenler dâhil olmak üzere cümlesi methaldardır. Sebilürreşad mecmuası ile Tevhid-i Efkâr gazetesi işbu irticaı ihzar ettiği gibi İctihad’ın bazı makaleleri de ezhanı tahrike çok yardım etmiştir.

isyanın esası: Evvela irtica, saniyen Kürt istiklali, salisen ecnebi tahrik ve teşvikiyle Türkiye ’nin sarsılmasından ibarettir. Memleketteki şeyhlerle softaların propagandaları, teceddüd, asrilik, gençlik aleyhine matuf iken, isyandaki az çok düşünebilenler... bir Kürt hükümeti vefakat İngiliz himayesi altında istiklal sevdasını taşıyorlardı. Nitekim Şeyh Said, Şeyh Tahir, Salih Bey, Liceli Fehmi bu babda fikirlerini açıkça beyan etmişlerdi.”621

Şeyh Said’in 5 Şubatta Lice’ye gelmesinden sonraki süreci gün gün raporunda anlatan Lice Asker Alım Şube Reisi 10 Nisan 1925 tarihli raporunda, isyancıların liderlerinin söylemiş olduğu bazı sözleri raporunda aktarmaktadır. Bu raporda, Şeyh Said’in kardeşleri Şeyh Tahir ve Şeyh Muhittin’in Hani postasını ele geçirdikleri haberini Lice’ye getiren Muallim Ali Fehmi Efendi ifadesine göre, Şeyh Tahir: “Türkiye Hükümetinin gayr-ı şer’i bir takım ahvalinden, Türkler arasında dinin sükûtundan ve medreselerin seddi keyfiyetinden bahis açmış ve isyanı mecburi olarak ihtiyar etmiş olduklarını” söylemiştir. Yine aynı rapora göre 18 Şubat tarihinde Lice’de isyan taraftarı olanlar halkı isyana iştirak için dolaşarak propaganda yapmakta ve Şeyh Muhittin’in yazmış olduğu mektubu halka okumaktaydılar. Mektup “Ey zümre-i kalile-i gâfılin! Kur’an-ı Kerim’e nasıl karşı korsunuz? Koyduğunuz takdirde cümleniz helak ve tarumar olursunuz.” mealinde idi ve halk üzerinde büyük tesir bırakmakta idi.

Ayrıca Şeyh Said, 19 Şubat tarihinde Darahini’den hareket ederek Lice’ye iki saat mesafeye kadar geldiğinde, şehir ahalisi, Şeyh’in nezdine elçi göndererek şehre girmemesi ve herhangi bir vahşetin yaşanmamasını istedikleri vakit, Şeyh Said onlara: “Ben dinin i’lası ve şeriat-ı garranın tesisiyle medarisin (medreseler) ihdası (kurma) için bu liva-yı isyanı (isyan sancağı) çektim. Katiyen Lice’ye geleceğim, Kur’an’a ve bana kim karşı korsa koysun.” diyerek cevap vermiştir.

Yine aynı raporda, 23 Şubatta Lice’ye giren Şeyh Said’in, Kâzım Bey’in konağında iken yanına gelen halka ve memurlara şu şekilde hitap ettiği yazmaktadır: “Ey Efendiler! Kürdistan’ın, bir Erzurum vilayeti kadar olan Belçika hükümeti ilan-ı istiklaliyet ettiği halde biz hala bir rehbere arz-ı ihtiyaç ediyoruz. Dağlarımız maadinle (madenler) dolu, ovalarımız altınla mezrudur (ekili). Milliyetimizi, diyanetimizi, şeriatımızı unutmuş; dans salonlarına Avrupai birtakım adet ve kanunlara gayr-ı şer’-i bazı hallere tapmışız. Şule-i ilim (ilim ışığı) ve irfan olan medreseleri sedd etmiş,farmasonyetiştiren mektepler açmışız. Ben Kürt menâfiine (menfaatler) olarak liva-yı isyanı çektim ve perdeyi yırttım, artık siz de dikmek çaresine bakınız”

Bunun dışında Binbaşı’nın raporunun sonunda isyanla alakalı fikirlerini beyan ettiği şu bölüm de dikkat çekicidir:

“Şeyh’in bu isyanına iştirak eden Licelilerin bir kısmı câh (mevki, rütbe)ve servet, bir kısmı nehb ve garet (yağma) emelleriyle, bir kısmı da Şeyh’in havf (korku) ve tehdidatıyla iştirak etmiş idi... Birtakım softalar ve mutaassıplar tarafından yapılan propaganda neticesinde, Şeyh’in cidden sahib-i keramet olduğunu muhitin cahil kafaları hazmediyordu. Şeyh ‘Top güllesini tutar, kurşunu toprak yapar’ gibi daha birçok safsatalara iman getirmişlerdi. Şeyh, Lice halkının bilgisinden değil cehalet ve belahatinden (aptallık) istifade etti. Bir gaye ve emel peşinde koşan ancak yirmi kişiden ibaret olsa gerektir, diğerlerinin yüzlerini karartan cehalet ve taassuplarıdır. Şeyh’in musanna (uydurma) kerameti, göz kamaştırır altınları, zerrin sözleri; şunun bunun gözünü kamaştırdı, fikir ve iradeleri tarumar etti.”62. [619]

Dış Yardım ve İngilizler

Şeyh Said İsyanı’nın İngilizler veya başka bir devlet tarafından kışkırtılmış olması ve İsyan’ın başlangıcından itibaren ya da herhangi bir aşamasında, İsyancıların İngilizlerden yardım alıp almadıkları hakkında da farklı görüşler vardır.

Şeyh Said isyanından birkaç ay önce bazı önemli olaylar meydana gelmişti. Lozan Anlaşması gereğince Türkiye ve İngiltere 19 Mayıs 1924 tarihinde bir araya gelerek Musul meselesini görüşmeye başlamıştı. Musul konusunda Türkiye’nin temel tezi, Musul nüfusunun genelinin, yüzyıllardır beraber yaşayan Türk ve Kürtlerden meydana geldiği, bu yüzden Musul’un Kürt ve Türk nüfusunun ana bloğunun yaşadığı Türkiye’ye bağlanması gerektiği idi. İngilizler ise Türkiye’nin tezine karşı olarak, iki milletin birbirinden çok farklı ve uyum içinde yaşamadıklarını savunuyordu. Kendi tezinden emin olan Türkiye, bölgede bir plebisit yapılmasını isterken İngilizler buna yanaşmamakta idi.[620]

Görüşmeler devam ederken İngiltere masadan kalkarak 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. Tam da bu gelişmeden bir gün sonra 7 Ağustos’ta “Hristiyan Kürtler” olarak bilinen ve çoğu Hakkâri bölgesinde yaşayan Nesturiler, Cumhuriyet’e karşı bir ayaklanma çıkarmıştı. Irak’ta bulunan İngilizler’in Nesturilere silah ve para yardımı yaptıkları anlaşılmıştı. Bir diğer önemli gelişme ise bu isyanı bastırmakla görevli olan Beytüşşebab Grubu’na bağlı bazı subayların 4 Eylül 1924 tarihinde kıtalarından kaçarak İngilizlere sığınmaları olmuştur. Firar eden bu subaylardan birisi Azadi’nin kurucularından olan Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza idi.[621] Bu önemli gelişmeler birkaç ay sonra çıkacak olan Şeyh Said isyanının bu gelişmelerin bir parçası olduğu ve İngiliz bağlantılı olduğu yönündeki şüpheleri artırmıştı. Hatta devletin üst kademelerinde ve gazetelerde isyandaki İngiliz rolüne kesin gözle bakılmakta idi.

Şeyh Said İsyanı’nın başlamasından kısa bir süre sonra Meclis’te konu ile ilgili açıklama yapan Başvekil Fethi Bey: “Efendiler! Haricî mesailin (meseleler) hallolunmak üzere bulunduğu şu sıralarda dahilde zuhur eden bu isyan hareketinin esbab-ı menşeini aradığımız zaman, bir çok şeyler varid-i hatır (akla gelen) olabilir. Fakat bu varid-i hatır olabilecek esbab ve avamil (sebepler) hakikaten asıl asiler ve mürettipler (düzenleyen) tarafından ahaliye karşı izhar edilmemiştir.” diyerek isyanın Musul meselesinin halledilmesi sırasında çıkmış olduğuna dikkat çekmiş ve olayı Arnavutluk İsyanı ile 31 Mart Hadisesi’ne benzetmiş ve isyanın dış bağlantısına üstü kapalı da olsa işaret etmişti.

Esasen isyanın başlarında ve yargılamaların olduğu dönemde, İsyan’da İngilizlerin parmağı olduğuna dair genel bir intiba bulunmakta idi. 17 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ankara mahfilinin bu işte İngilizlerin parmağı olduğuna inandığı yazılıydı. Aynı şekilde Cumhuriyet gazetesinin 18 Şubat tarihli nüshasında Şeyh Said ve maiyetinin İngilizlerden yardım gördüğü yazılıyordu.[622] Metin Toker, kitabında Doğu’da bir Kürt hareketinin İngilizler eliyle hazırlanmakta olduğunu, hükümetin bunu bildiğini ve bu konuda birçok planın ele geçirildiğini yazmaktadır.[623]

Kâzım Karabekir Paşa ise, Fethi Bey’le aynı gün yaptığı Meclis konuşmasında: “Mahdut mütegallibenin, haricî teşvikatla bazı emellere nail olmak için, halkı dinî tahrik ile idlal (doğruluktan ayırma) ettikleri anlaşılmıştır” diyerek hem hükümetin alacağı tedbirlere destek vermiş, hem de İsyan’da dış bir devletin kışkırtması olduğundan bahsetmişti.[624] Ancak bununla birlikte muhalif mebuslardan Rüştü Paşa bir gazeteye yaptığı değerlendirmede, hadise’de yabancı bir devletin parmağı olduğunu düşünmediğini söylemiş; buna delil olarak da İsyan’ın Genç ve Muş gibi memleketin orta bölgesinde meydana geldiğini, yabancı devletlerle temas amacı olsaydı, isyanın daha güneyde, sınıra yakın bölgede çıkmış olması gerektiğini söylemiştir.[625] Necip Fazıl da aynı durumu, İsyan’da bir İngiliz parmağı olmadığına delil olarak göstermektedir.[626]

Daha sonra Başvekil olan İsmet Paşa da o dönemde isyanın dış bağlantılı olduğuna dair beyanatlarda bulunmuştur. Hatta Şeyh Said İsyanı’nın ateşinin söndüğü bir dönemde, 7 Aralık tarihinde Hazro’daki askerî birliğe yapılan saldırı ile ilgili yaptığı açıklamasında; Cenevre’de Musul müzakeresinin başladığı bir sırada bu hadisenin yaşanmış olmasına dikkat çekerek, haricin tahrik ve teşvikiyle isyan sahasında yeniden bir isyan parlatılmak istendiğini söylemiştir. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da 9 Mart tarihinde yayınlamış olduğu beyannamede isyanın reislerinin düşman parası ile satın alınmış kişiler olduğunu söylemişti.

Birçok kişi tarafından dile getirilen temel görüş; İngilizlerin, görüşülmekte olan Musul meselesi hakkında Türkiye’nin elini zayıflatmak için böyle bir isyanı kışkırtmış olduğudur. Mumcu’ya göre, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın gizli belgeleri, Millî Mücadele döneminde İngilizlerin bir Kürt devleti kurdurmaya çalıştıklarını gösteriyordu. Musul petrollerini ele geçirmek amacıyla kurmak istedikleri bu devleti de Kürt Teali Cemiyeti liderlerini kullanarak yapmaya çalışmışlardı.[627]

İhsan Ş. Kaymaz ise, İngilizlerin Musul meselesini Milletler Cemiyeti’ne taşımasından bir gün sonra Nesturi ayaklanmasının çıkmış olmasını ve Milletler Cemiyeti’nin bölgede inceleme yapmak üzere Musul’a gönderdiği komisyonun 11 Şubat’taki incelemelerinden iki gün sonra Şeyh Said isyanının çıkmış olmasını, İngilizlerin I. Dünya Savaşı’ndan sonra kesintisiz bir biçimde süren Türk düşmanı politikalarıyla düşünüldüğünde, İngilizlerin iddiasının aksine “talihsiz raslantı”larla açıklanamayacağını vurgulamaktadır.[628]

Behçet Cemal, isyancıların yabancı bir devletten yardım aldığını “açıkça belirten” bazı delillerden bahsetmektedir. Onun anlatımına göre isyancıların bölgede dağıttıkları hilafet ve dinden bahseden beyannamelerin, Şeyh Said’in elinde olmayacak bir teknikle basılıp dağıtılması, asilerin üzerinde yabancı askerlerinkine benzeyen üniformaların bulunması ve asilerin yabancı menşeli silahlar kullanması ve yine esirlerin ceplerinden yabancı paraların çıkması, bu hareketin önceden planlanan, yabancı bir devletten destek gören karşı bir ihtilal olduğunu açıkça belirtmekteydi.[629]

Yaşar Kalafat ise isyanda İngiliz parmağına işaret ederek: “Musul meselesinin tartışıldığı dönemde Kürtlerin Türklerden farklı bir etnik unsur olduklarını ileri süren Ingiltere, bu isimle anılan Türkleri Şeyh Said Olayı ile isyana sevk ederek Türk devletinin dış Türkler politikasına da gem vurmuştur” demektedir.[630]

Tuncay da, İngilizlerin bu isyanı desteklemesinin bir sebebi olmadığını söylemektedir. Ona göre: Halifeliğin kaldırılmasından memnun olan ve Musul’u elinde tutmak isteyen İngilizler, Türkiye’nin Rusya’ya karşı zayıflamasını istemezlerdi. Ayrıca Türkiye Kürtlerinin bağımsızlığının Irak Kürtlerini de etkileme ihtimali bulunmaktaydı.[631]

Mim Kemal Öke, İngiltere’nin isyan ile olan ilişkisinde iki ihtimalden bahsetmektedir. Birinci ihtimale göre eğer İngiltere perde arkasından da olsa isyana destek vermiş ve asileri cesaretlendirmişse müdahalenin dozunu gayet iyi ayarlamış ve asilerin nihai bir zafere ulaşmalarını sağlayacak şekilde yardım etmekten kaçınmıştır. İkinci ihtimale göre ise İngiltere isyanın hiçbir safhasında asilere destek olmamış ancak isyancılara destek olabileceği intibaını hem Ankara’ya hem de asilere vererek bekle gör siyasetini uygulamıştır.

Öke ayrıca, Musul meselesinin çözüme kovuşturulmağı ve Türk ileri harekâtı hesaplarının yapıldığı bir sırada çıkan Şeyh Said isyanın İngilizlere bazı yararlar sağladığını söylemektedir. Bu faydalardan birisi; çoğunluğu Kürtlerden oluşan Musul’u isteyen Türklerin, henüz Türkiye’deki Kürtlerle bile barış içinde yaşayamadıkları görüntüsünü vermiş olmasıdır ki bu Türkiye’nin Musul iddiasını zayıflatmış oluyordu. Diğer fayda ise; içeride ayaklanmayı bastırmak için uğraşan ve bu yüzden Irak’a askeri bir harekâta girişemeyen Türkiye’nin Musul meselesinde direnmesi güçleşiyordu. Bunların yanı sıra ayaklanmanın çıkmasından çok sınırlı kalmasının İngiltere’yi daha çok ilgilendirdiğini söyleyen Öke, yukarıdaki faydalardan dolayı İngiltere’nin bir ayaklanma için Kürtlere umut verdiğinin düşünülebileceğini ifade etmektedir.[632]

Cumhuriyet’in ilanından sonra çıkmış olan bu İsyan’da, İngilizlerin müdahalesi olup olmadığına dair İngiliz arşivlerinde yapılan çalışmalarda, İngilizlerin isyanla alakalarını gösterecek bir belgenin bulunmadığı dile getirilmektedir. Bunun yanında, Türk arşiv kaynaklarında da İngiliz desteğine dair bir kanıtın olmadığı söylenmektedir.[633] [634] Aynı şekilde İngilizlerin, Şeyh Said isyanını tasarladıklarını, kışkırttıklarını ve yönlendirdiklerini kanıtlayan somut delillerin olmadığını söyleyen İhsan Ş. Kaymaz, başka bir konuya dikkat çekerek ayaklanma sırasında ve sonrasında Bağdattaki İngiliz yöneticilerinin konuyla ilgili gözlem ve değerlendirmelerine rastlanmamasının şüphe uyandırdığını söyleyerek şunları ifade etmektedir: “Ayaklanma sırasında ve sonrasında Bağdattaki Ingiliz yöneticilerinin - özellikle Dobbs’un- konuyla ilgili hiçbir gözlemine, değerlendirmesine ya da yorumuna rastlanmamaktadır. Dikkat edilecek olursa, ayaklanma patlak verdikten sonra konuyla ilgili Ingiliz yazışmalarının neredeyse tamamı, İstanbul’daki Ingiliz temsilciliği ile Londra arasında gerçekleşmektedir. Oysa Doğu Anadolu’daki bir Kürt ayaklanmasının en az Istanbul’dakiler kadar, Bağdat’taki Ingiliz görevlilerini de yakından ilgilendirdiği açıktır. Nitekim Doğu Anadolu ’da örgütlü bir Kürt bağımsızlık hareketinin bulunduğunu Londra’ya ilk duyuran, Azadi örgütünün yapısı, üyeleri ve eylemleriyle ilgili bilgileri aktaran, örgütle casusları aracılığıyla bağlantı içinde olan, Nesturi operasyonu sırasında Irak’taki Ingiliz makamlarına sığınan Türk ordusunda grevli Kürt kökenli Azadi üyesi subayları sorgulayan, Azadi’den yararlanılması durumunda Erzurum ve Bitlis’i kapsayacak bir ayaklanma çıkarılabileceği düşüncesini ortaya atan ve kişisel olarak bu düşünceye yakınlık duyduğunu da gizlemeyen Dobbs’tur. Ne olmuştur da Dobbs birdenbire suskunluğa bürünmüştür? Ya da neden Ingiliz arşiv belgeleri bu konuda araştırmacıya hiçbir şey söylememektedir?.... Dobbs’un kişiliği, yöntemleri ve Azadi ile ilişkileri dikkate alındığında, Şeyh Said ayaklanmasının, Musul sorunu ile ilgili böylesine kritik bir zamanlamayla patlak vermiş olmasını sıradan bir rastlantı olarak değerlendirmek olanaklı görülmemektedir.”64'3

İsyancıların yabancı devletlerle ilişki kurmaya çalıştığını ancak başarılı olamadıkları da iddia edilmektedir. Bruinessen, 1924 yılında yapıldığı söylenen kongrede Fransız, İngiliz veya Ruslardan yardım alma kararının alındığı söylemektedir. Onun anlatımına göre Şeyh Said’in isteği üzerine Ruslardan yardım alınmak istenmiş, herhangi bir karşılık bulunamayınca İngilizlere başvurulmuştur. Hatta İngilizlere üç farklı kanaldan yaklaşılmıştır: Birincisi, Trabzon’daki konsoloslukla; ikincisi, Irak’taki önde gelen Kürtlerin aracılığı ile son olarak ise Irak’a kaçmış olan Azadi üyeleri vasıtasıyla. Ancak tüm bu girişimlere rağmen İngilizler de herhangi bir taahhütte bulunmamışlardır.[635] Daha önce de ifade edildiği gibi, dikkat edilmesi gereken husus Bruinessen’in bu konudaki bilgilerinin kaynağıdır. Bruinessen, bu bilgileri sözlü kaynaklara, anlatımlara dayandırmaktadır. Hatta 1924 tarihinde yapılan ve böyle önemli kararların alındığı kongrenin kaynağı da bu sözlü kaynaklardır. Kendisi bu tarihteki kongreyi bağımsız başka kaynaklardan teyit ettiremediğini söylemektedir.

İsyancıların yardım beklentisi içinde oldukları, ancak herhangi bir dış yardım alamadıklarını dile getiren Bruinessen, buna delil olarak isyan sırasında kullanmış oldukları ve Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan silahları gösterir.[636] Yazışma ve raporlardan anlaşıldığı kadarıyla isyancıların birçoğunun silahları eskiydi. İsyancılar silah ve cephane ihtiyaçlarını pusuya düşürdükleri askerî birliklerden ve ele geçirdikleri şehirlerdeki askerî silah depolarını yağmalayarak karşılamaktaydılar. Şeyh Said, ifadesinin bir yerinde Diyarbekir’i almak istemelerinin bir nedeni olarak şehirdeki cephaneyi ele geçirmek olarak göstermiştir. İsyancıların dış bir devletten yardım talebinden bahsedenler arasında Nuri Dersimi de vardır. Ancak, o Türkiye’nin bu isyanı irticai bir hareket olarak göstererek Rusların harekete karşı ilgisiz kalmalarını sağladığını söylemiştir.[637]

Bunun yanında İstanbul’da bulunan İngiliz Diplomatik Temsilcisi Lindsay tarafından İngiltere Dışışleri Bakanı Chamgerlain’e gönderilen telgraflara göre İngilizler bu isyandan habersiz görünmektedir. 27 Şubat 1925 tarihli telgrafta şunlar yazılıdır: “Türk basını ve hatta resmi açıklamalar, Kürt isyanını Ingiliz entrikasına bağlıyor. Bu açıklamaları yapanlar kendi söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı bilmem. Ama Ingiliz makamlarının, hükümetten memnun olmayanların bütün açılımlarını ve yardım isteklerini geri çevirdiğini açıkladım. (Dışişleri temsilcisi) Nusret Bey bana teşekkür etti ve Ingiliz entrikası iddiasına şahsen inanmadığını, hükümetin de inandığını sanmadığını söyledi.”64 Yine bu yazışmalarda isyanı bastırmak üzere bölgeye sevk edilen askeri gücün, isyanın bastırılmasından sonra Irak ve Musul için bir tehdit olarak kullanılıp kullanılmayacağı dile getirilerek askeri yığınağın devam etmesi halinde Türkiye’nin güney komşularını yani Irak’ta bulunan İngilizleri ve Suriye’de bulunan Fransızları diken üstünde tutacağından bahsedilmekte idi.[638] [639]

İstanbul’daki bazı İngiliz istihbarat uzmanları tarafından hazırlanan raporlarda da, isyanı, Musul meselesinde avantaj sağlamak isteyen Türklerin başlatmış olabilecekleri geçmektedir.[640] İngilizlerin isyanla ilgisi olmadığını söyleyenler, İngilizlerin bu isyanı yakından takip etmiş olmalarının sebebini de Musul meselesine dayandırmaktadırlar.[641] Aynı şekilde Fransızların, Türk askerini Suriye üzerinden geçirmesine İngilizlerin tavır alması da İngilizlerin isyana verdiği destekten değil, Türklerin Musul’a yapacakları muhtemel bir harekâttan duyulan endişeden kaynaklandığı şekilde yorumlanmıştır.[642]

Dönemin, Türkiye’nin İngiliz Büyükelçisi hazırladığı bir raporda, İsmet Paşa’ya İngiltere’nin İsyan’la bir alakası olmadığını ve “İngiltere ’nin Türkiye ’de bir sorun yaratmayı istediği takdirde ülkenin bir ucundan diğer ucuna bir isyan başlatabilirdik” dediğini yazmıştı. Yine aynı rapora göre, Büyükelçi’nin bu ikazından sonra İsmet Paşa, İsyan’daki İngiliz parmağından bir daha bahsedem emiştir.[643] İsmet Paşa daha sonra yayınlanan hatıralarında da İsyan’ı İngilizlerin çıkardığına dair kesin delillerin bulunamadığını söylemiş ve şu açıklamada bulunmuştur: “Şeyh Said isyanı ’nı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü İngilizlerin Musul harekatı esnasında ve daha sonra Nasturi ayaklanmalarında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Said İsyanı’nın patlamasında zahiren yardımcı oldukları intibahı mevcuttu.”[644]

İngilizlerin bir kışkırtması veya yardımı olsun olmasın, İsyan’ın Musul meselesinde Türkiye’nin elini zayıflattığı, Türkiye’nin Musul politikasında takip ederek ısrarla öne sürmüş olduğu Türk ve Kürt birlikteliğine zarar verdiği kabul edilmektedir. Buna göre; Musul’un kaybedilmesi Lozan’dan itibaren başlayan bir süreç dahilinde olmuş olsa da; bu isyan Türkiye’yi, kendi içindeki Kürtlerle çatışma halinde göstermiş, askerî noktada orduyu meşgul etmiş ve neticece Musul meselesinde Türkiye’nin elini zayıflatarak, İngilizlerin çıkarlarına hizmet ederek Musul’un kaybını kolaylaştırmıştır.[645]

Mahkeme Tutanaklarına Göre Dış Yardım

Şeyh Said ve diğer zanlıların yargılanması esnasında, Mahkeme Heyetinin üzerinde durduğu konulardan birisi de dış yardım meselesi olmuştur. Zanlıların bazıları Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğunu iddia etmesine karşın, başta Şeyh Said olmak üzere İsyan’ın önde gelen şahısları bu iddiaları reddetmiştir. Bu bölümde Şeyh Said ve diğer zanlıların sorgusu esnasında gündeme gelen dış yardım iddiaları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır.

İsyanda İngiliz yardımı veya bağlantısı olduğunu iddia eden kişilerin başında Kasım Bey gelmektedir. Kasım Bey’in bu konudaki ifadeleri şöyledir:

“ReisMüfid Bey: Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın, İstanbul’a gidişi bu isyanla alakadar mıdır?

Kasım Bey: Ali Rıza esasen Haleb’e, oradan İstanbul’a geçti, sonra döndü. Seyyid Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi. ‘Bu düdük ötmez, ömrümüz on beş gündür’ dedim. ‘Merak etme, olacak’ dedi.

Reis Müfid Bey: Ali Rıza, İstanbul’dan avdetten sonra Seyyid Abdülkadir’den bahsederken size İngiliz nüfuzuyla Kürdistan teşkil edileceğini söyledi mi?

Kasım Bey: Esasen Ali Rıza söylesin söylemesin, bu mesâilin İngiliz parmağı ve parasıyla olduğunu biliyorum.[646]

ReisMüfidBey: SeyyidAbdülkadir, AliRıza’ya bir şey söylememiş mi?

Kasım Bey: Onu Ali Rıza bana söylemedi.

Reis Müfid Bey: Ali Rıza, babasına neler söylemiş ondan malumatın var mı?

Kasım Bey: Mesmuatıma nazaran Ali Rıza geldi, Şuşar’da Şeyh Said’e iltihak etti. Fazla bilmiyorum.”[647]

(...)

“Reis MüfidBey: Bu isyanı Şeyh Said kendi kendine mi yapmıştır?

Kasım Bey: Zaten herkesin silahı vardı, efkâr-ı umumiye de bozuktu.

Reis MüfidBey: Şeyh Said neye güveniyordu?

Kasım Bey: Maddeten meydanda hiçbir şey yoktu, belki maneviyata güveniyordu.

Reis MüfidBey: Yalnız maneviyat üzerine midir, yoksa hariçten bir tesir var mıydı?

Kasım Bey: Har ekât-ımaddiy enin kuvve-i maneviyeye istinadı Peygamber zamanından sonra artık olmamıştır ve olamaz, fakat esasını bilmiyorum.

Reis Müfid Bey: Bu isyanda hariçten bir tesir olduğuna kani misiniz ve Şeyh Said yüzde sekseni yüzde yüze mi çıkarmıştır ve bu isyanı Şeyh Said başlı başına mı yaptı diyorsunuz?

Kasım Bey: Efkâr-ıumumiyedeki zihniyeti tamamen kazanmak için bekliyorlardı, fakat Şeyh Said tesri’ etti. Kendini Divan-ı Harbe istediler, kuşkulandı, gitmedi. Sonra patlak verdi. Birçok yerler de iştirak etmedi.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in demin bahis buyurduğunuz Reşid ve Yusuf Ziya ile bir alakası var mıydı?

Kasım Bey: Evvelki günkü ifadesinde ‘haberim yoktur’ diyor. Bendenizin ki mesmuattır. Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid Abdülkadir’le alakası olduğunu bilmiyorum.”[648]

(...)

“Ali Saib Bey: Demek ki o gazetelerin hükümete hücumlarından hükümetin zayıf olduğuna hükmettiler?

Kasım Bey: Buranın efkâr-ı umumiyesini ve Şeyh Said’e bu cesareti veren bu gazetelerdir, Yoksa bu kadar çabuk olamazdı. Bağdad’daki komiteleri İngilizlerle, Haleb’teki komiteleri Fransızlarla görüşüyordu. işlerini bitirmediler idi, Şeyh Said Efendi acele etti.”[649]

Önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere Kasım Bey yargılama sırasında itirafçı konumunda olan kişidir. İfadesinde İsyan’ın İngiliz parmağı ve parasıyla olduğunu[650] ve Şeyh Said’in üyesi olduğunu söylediği gizli Kürt cemiyetinin Bağdat’taki komitesinin İngilizlerle, Halep’teki komitelerinin ise Fransızlarla görüştüğünü söylemiştir.[651] Yine Kasım Bey’in ifadelerine göre, Diyarbekir bozgunundan sonra geri çekilen Şeyh Said, kendisine Murat Köprüsü’nü geçerek İran’a Simiko’nun yanından İngilizlere iltihak ederiz demiştir.[652]

Kasım Bey’in dışında bu konuda iddiada bulunan diğer kişiler de Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif kardeşler olmuştur. Bu iki kardeşin verdiği ifadeler şöyledir:

“Ali Saib Bey: Şeyh İsmail Efendi! Sen, Diyarbekir’in zabtından sonra İngilizlerle birleşeceğini söylemişsin, doğru mudur?

Şeyh İsmail: Evet, öyle duydum ve dedim. Bütün ahvalini bilmem. Piran’da kendini görmedim fakat duydum. Kendisinin de ifadesi vardır efendim. ”[653]

(...)

“Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i almaktaki maksadı nedir?

Şeyh İsmail: Diyarbekir’i almak istedi. Maksadı buraya gelip, Diyarbekir’i alıp bir ecnebi devletine iltihak etmek istedi.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, hangi ecnebi ile iştirak edecekti?

Şeyh İsmail: Ya Fransız veya İngiliz’e.

Reis Müfid Bey: İngilizlerin muavenetiyle hükümet teşkil edecek, böyle miydi fikri?

Şeyh İsmail: Zannederim İngilizlerle iltihak edecekti. Hizmetçisi Nebi vardı, o söyledi. ‘Diyarbekir ’i alıp İngilizlerle irtibat tesis edecek’ diyordu.”[654]

(...)

“ReisMüfid Bey: Darahini’ye Şeyh Said’le beraber gitmediniz mi, ondan sonra beraber gezmediniz mi, ne anladınız fikrinden?

Şeyh İsmail: Evet gezdim, beni bırakmadı. Maksadı Ingilizlere iltihak etmek istediğini hissettim.

Reis Müfid Bey: Şeyh Said bu fikirde yalnız mıydı, yoksa başka tervic edenler de var mıydı?

Şeyh İsmail: Onu bilmem beyim.”

(...)

“Reis Müfid Bey: Buyurdunuz ki Şeyh Said’in fikrinin İngilizlerle birleşmek olduğunu?

Şeyh İsmail: Nebi’den böyle duymuştum. Şeyh Efendi ile çok görüşmezdim, etrafında rüesa ile görüşürdü.

ReisMüfid Bey: Şeyh Said muavenetini bekledi mi, beklediği o devletten bir muavenet görüyor muydu, bir muhaberesi var mıydı?

Şeyh İsmail: İşitmedim efendim.”

(...)

“Reis Müfid Bey: Said Efendi’nin İngilizlerle rabıta tesis ve muavenet talep edeceklerini gerekfikrinden anladın ve gerekse ‘hizmetçisi Nebi’den işittim’ dediniz. Diyabekir’i işgalden sonra İngilizlerle ne suretle rabıta tesis edecekti?

Şeyh İsmail: Onları anlamadım efendim, Diyarbekir’i tutsa İngilizlerle görüşeceğini anladım.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi! İngilizlerle birleşmek de din icabâtından mıdır?

Şeyh Said: Ben İngilizlerle ne vakit muhabere etmişim?”[655]

(...)

“Reis Müfid Bey: Maksadı ne idi?

Şeyh Abdüllatif:Maksadı dinperdesi altında İngilizlerle birleşip bir Kürdistan Beyliği teşkil etmekti. Maksadı bu olduğunu işitiyorduk.

Reis Müfid Bey: Bu söylediğinizfikri kendisinden işittiniz mi, ne zaman gitmek istiyordu?

Şeyh Abdüllatif: Kendisi İngiliz içine gitmek istedi. Diyarbekir alınırsa İngiliz’in muavenetiyle hükümet teşkil edilecek deniyordu, sonraları daha aşikâr oldu. Hizmetçisi diyordu. ‘Acem içinden İngiliz içine kaçar’ deniliyordu.

Reis Müfid Bey: Nasıl aşikâr oldu? İsyan zamanı ve isyandan evvel İngilizlerle muhabere ettiği kendisi veya mukarrebîni tarafından söylendi mi?

Şeyh Abdüllatif: İsyandan evvel duymadık. Diyarbekir’e hareket olduğunda akrabasından Nebi’den duydum. ‘Diyarbekir alınırsa bir müddet müdafaa ederiz. Sonra İngilizlere haber göndeririz. Bize muavenet eder’ dedi.”[656]

(...)

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i almaktan maksat İngilizlerden muavenet talep edecek, hükümet teşkil edecek. Demek Şeyh Said Efendi’nin din perdesi altındaki hareketi bundan ibaret öyle mi?

Şeyh Abdüllatif: Evvel söyledim, din perdesi altında bir dolap çevirmek istediler.”[657]

Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif mahkeme huzurunda benzer ifadeler vermişlerdir. Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğunu ve Diyarbekir’in alınmasından sonra İngilizlerin yardımıyla bir hükümet teşkil edileceğini iddia etmişlerdir. Bunun yanında Şeyh İsmail, 17 Mayıs 1925’te Savcı tarafından alınan ifadesinde de benzer şeyleri, Şeyh Said’in Diyarbekir’i işgal ettikten sonra Siird ve Cizre yoluyla İngilizlerle münasebet kurmayı düşündüğünü söylemişti. Şeyh İsmail’in verdiği bilgiye göre, Şeyh Said: “Diyarbekir’i aldıktan sonra hükümet-i hazıraya danışacağım. Kabul ederse ben de kabul edeceğim, etmezse başka bir hükümetle anlaşacağım” demişti.

Bu iki şahsın ifadeleri hakkında dikkat edilmesi gereken birkaç husus bulunmaktadır. Her iki kardeşin vermiş olduğu bu bilgiler duyuma dayalıdır. Her ikisinin bilgi kaynağı da Nebi adında Şeyh Said’in hizmetkârı olduğunu söyledikleri şahıstır. Nebi yakalanamamış ve yargılanamamıştır. Şeyh İsmail, müdafaasında bu kişinin öteden beri katil ve şaki olduğunu ve kendisini darp ederek Şeyh Said’in nezdine götürdüğünü söylemiştir. Şeyh Said de Savcı tarafından alınan ifadesinde Nebi hakkında bilgi vermiştir. Şeyh Said, asilerin geri çekilme yolunda oldukları zaman, Nebi’nin Melhemlü Dağı’na varmadan kaçıp gittiğini, Hınıslı olduğunu, üç dört sene evvel Erzurum’da gördüğünü, ne iş yaptığını da bilmediğini söylemiştir. Ayrıca bu şahsın Menaşküt’te kendine iltihak ettiğini ve esasen çiftçi ise de hırsızlık ve şekavet yaptığını söylemektedir. Diğer bir husus ise Şeyh Abdüllatif, yargılamanın sonlarına doğru ilk başta vermiş olduğu bazı ifadelerin yalan olduğunu mahkeme huzurunda itiraf etmiş bir kişidir.

İngilizler konusunda sorguya çekilen diğer bir sanık, Abdülhamit Bey’dir. Abdülhamit Bey yakalandıktan sonra 17 Nisan’da Varto’da alınan ifadesinde, bazı aşiret reislerinin Şeyh Abdullah’a hitaben “Ingilizlere müracaat ediniz” dediğini, Şeyh Abdullah’ın ise cevaben “Artık zamanı geçmiştir.” diye karşılık verdiğini söylemesine rağmen mahkemedeki sorgusunda bu tür bir ifade kullandığını inkâr etmiştir.

Sanıklardan Abdüllatif Bey de İngilizler konusunda ifade vermiştir. Onun söyledikleri de duyuma dayalıdır. İfadesi şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Bu işin başa çıkmayacağını biliyorsunuz. Acaba bu rüesa ecnebi bir hükümetten kuvvet almak için vaat almışlar mıdır?

Abdüllatif Bey: işittiğime nazaran Şeyh Said, Diyarbekir’i alacak ve dört kişi Ingilizlere gönderecek ve anlaşacakmış. Bunları da Zazalardan işittim, öyle anlaşılıyor.

Böyle işittim efendim. Hükümet mi teşkil edeceklermiş neyapacaklarmış bilmiyorum. Muharebe edecekler, ingilizlerin muavenetiyle hükümet teşkil edeceklermiş.”[658]

Genç Tahrirat Kalemi Sermüsevvidi iken isyandan sonra Fakih Hasan’ın kâtipliğini yapan Liceli Tahir de ifadesinde İngiliz meselesine dair Fakih Hasan’a atfen bazı şeyler söylemiştir. Ancak Fakih Hasan, “İngiliz meselesinde ona hiçbir şey söylemedim” diyerek inkâr etmiştir. Liceli Tahir’in ifadesi şöyledir:

“Reis MüfidBey: Yalnız maksat şeriat mı imiş?

Liceli Tahir: Hasan Efendi şeriat ahkâmının tatbiki için çalıştığını söyledi.

Reis Müfid Bey: Hasan Fakih sana isyanın esbabı hakkında bir şey söylemedi mi, hariçten muhabereleri yok muymuş?

Liceli Tahir: Hasan Efendi ‘İşittiğime göre İngiltere ile de muhaberesi vardır ’ dedi. Bana o kadar söyledi.

Reis Müfid Bey: Eğer maksat şeriat meselesi olsa İngiltere ile muhabereye lüzum var mıdır?

Liceli Tahir: Evvelce bir ittifak, bir muhabere olduğunu bilmiyorum.”

(...)

“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in ecnebi hükümetlerle veyahut sakıt hükümdarlarla münasebeti olduğundan Hasan Fakih sana bahsetmedi mi?

Liceli Tahir: Katiyen malumatım yok, böyle bir şey bilmiyorum.

Reis Müfid Bey: İfadende bunu söylemişsin. Ne işittin doğru söyle?

Liceli Tahir: Evet, bendeniz onu söyledim. Halifezade meselesini duymadım.

Reis Müfid Bey: İngiltere’nin Şeyh Said’e muavenet edeceğini de söyledi mi?

Liceli Tahir: İngiltere ile ittifakı ve muhaberesi olduğunu, icabında muavenet edeceğini söyledi.”[659]

(...)

ReisMüfid Bey: Diyarbekir’i vesaireyi aldılar. Ankara muvafakat etmeyince ne yapacaklardı, müstakil bir hükümet mi teşkil edeceklerdi?

Liceli Tahir: Onu rivayeten söylüyorlardı.

Reis Müfid Bey: İfadende İngilizlerin muavenetinden bahsediyorsun. İngilizlerle ittifaktan istiklal çıkmaz mı?

Liceli Tahir: Hariç devlet olunca öyle bir mana fi’l-hakika çıkar.”[660]

İngiliz bahsi Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan’ın sorgusunda da geçmiştir. Fakih Hasan, Darahini merkezli olarak asilerin arasında muhabere vasıtası olması açısından önemli bir kişidir. Liceli Tahir’in, kendisi hakkındaki iddialarını kabul etmeyen ve İngiliz bahsinin katiyen olmadığını söyleyen Fakih Hasan’ın ifadesi şöyledir:

“Reis Müfid Bey: Bunların bu tertibatı neye istinaden olmuştur, yoksa müsademe başlayınca kendilerine muavenet edecek bir yer mi tasavvur ediyorlardı?

Fakih Hasan: Düşünseydiler, münevverler olsaydı, topsuz tüfeksiz bu işin çıkmayacağını takdir etmeliydiler.

Reis Müfid Bey: Hariçten bunlara yardım edecek bir kuvvet var mıymış, ne idi bunların planları, nereleri zapt edeceklerdi, sonra ne yapacaklardı, İngilizlerle mi birleşeceklerdi?

Fakih Hasan: Bilmem, öyle bir şeyi katiyen işitmedim, İngiliz bahsi katiyen olmadı. Darahini’de kuvvetyok idi, Vali de müsademeye emir vermedi. İlk günü hiçbir şey söylemediler.”[661]

Palu ve Elaziz’i işgal eden ve Elaziz Cephe Kumandanı unvanını kullanan Şeyh Şerif de İngiliz yardımını kabul etmemiştir. İfadesi şöyledir:

“Reis Müfid Bey: İşte Şeyh Şerif Efendi, Kaymakam Bey’e de sorduk.

Şeyh Şerif: Kaymakam Bey’e demedim mi ki ‘İngilizlerin dahli varsa ben kendim usata (isyancılar) vururum’ dedim. Sorunuz. ‘Muhtariyet isteseler de vururum’ dedim.

(...)

Süreyya Bey: Bunlar muhtariyet ve istiklaliyet isteseler ecnebi bir hükümetten, sen bunları vururdun değil mi?

Şeyh Şerif: Vururdum elimden gelse idi.

Kaymakam Hilmi Bey: Öyle söyledi.

Süreyya Bey: Üç yüz beş yüz kişi de olsa vurur muydun?

Şeyh Şerif: Vallahi yemin, dakikada olsa vururdum.

Süreyya Bey: Şeyh SaidEfendi’yi de vurur muydun?

Şeyh Şerif: Karşı gelirdim. Onlar beni vursaydılar hiç olmazsa kurtarırdım.

Süreyya Bey: Bunları ne ile vuracaktın?

Şeyh Şerif: Ben kendim vururdum. Rus’a vurmadım mı?”[662]

Bunların yanında 64 numaralı kararda yargılanan Şeyh Said’in Lice İnzibat Memuru Hüseyin de ifadesinde “İngiliz diye sözler işitirdim. Fakat ne için söylediklerini anlamıyordum” demiştir.[663]

Bunların yanında muhakeme esnasında hem Diyarbekir’in sükûtu hem de İngilizlerden bahseden bir mektup gündeme gelmiştir. Mektup Çan şeyhlerinden Şeyh Hasan tarafından Şeyh Abdullah ve Şeyh Ali’ye yazılmıştır. Mektup yine maznunların arasında bulunan Molla Emin’in üzerinden çıkmıştır. Mektup ve eki şöyledir:

Muş Cephesinde Şeyh Abdullah ve Şeyh Ali Efendilere mahsus.

7 Mart 341 tarih alınan postadan Şeyh SaidEfendi ile Malanlı İbrahim Paşa’nın mahdumunun muhaberesi birleşerek ve İbrahim Paşa oğlu tarafından Siverek ve Çermük işgal olunmuştur ve Diyarbekir’e doğru hareket edileceği Şeyh Efendi ile edilen cereyan-ı muhabereden anlaşılmıştır. Binaenaleyh İbrahim Paşa’nın oğlu Arab ile İngilizlerle çoktan beri bu fikirde bulunduklarını ve Şeyh Efendi kendisi izhar etmiş olduğunuzu fevkalade memnun olduğu bu ise size tebşir ediyorum. Ve sizin de Muş’a hareket edeceği bildiriniz ve aşâir diğerinin hal ve harekâtı ne gibi yolda ise iş’ar buyurunuz ve kat’-ı muhabere etmeyiniz efendim.

7 Mart 341

Çan meşayihinden Şeyh Hasan

Monla Emin, Said bin Hacı Mehmed ve Said bin Halil ve Ahmo bin Mahmud ve Haso bin Yusuf

Bâlâdaki eşhasın bilâ-tehir Gaziyan’da mücahidîne iltihak etmeleri matluptur.

4 Nisan 341

Melekanlı Şeyh zade Abdullah[664]

Şeyh Abdullah’ın bu mektupla ilgili ifadesi şöyledir:

“Reis MüfidBey: Şeyh Ali Efendi ’ye yazılmış bir mektup var. Sizin değil midir?

Şeyh Abdullah: Benim malumatım yok. Ben okuryazar değilim. Arapça okurum, fakat yazamam.

Reis Müfid Bey: Siz yazı yazmak bilmiyorsanız bu kocaman sarığı ne taşıyorsunuz?

Şeyh Abdullah: Vallahi yazım yok, sarık öyle adettir.

Reis Müfid Bey: Ne yazılı bu mektupta, imza senin değil mi?

Şeyh Abdullah: imzayı da ben atmadım, mektubu da ben yazmadım.

Reis Müfid Bey: Sizde bir memuriyet daha var. ‘Tezahürat-ı diniye reisi’ ne demek?

Sizin böyle bir mektubunuz var mıydı?

Şeyh Abdullah: Vallahi bilmiyorum.

Reis Müfid Bey: Monla Emin ve Said isimleri de var. Bak bir taraftan da asker topluyorsunuz?

(...)

Reis Müfid Bey: Bu imzalar aynı imzalardır. Sizin tarafınızdan yazılmıştır.

Şeyh Abdullah: Herkes bir memur, bir kumandan olmuştu. Ben bu mektuplardan haberdar değilim.”[665]

Aynı mektuptan Molla Emin’in sorgusunda bahsedilmiştir. Molla Emin’in hem bu mektup hem de dış yardım meselesinde verdiği ifade şöyledir;

“Reis MüfidBey: Senin üzerinde bir mektup var, kimindir o?

Molla Emin: Girvas’ta idik. Ali Rıza bir kâğıt okuyordu. Bana verdi. ‘Sonra okuruz’ dedi.

Reis MüfidBey: Ali Rıza’ya mı aitti?

Molla Emin: Evet efendim, ona gelmişti.

Reis MüfidBey: Ne yazıyordu?

Molla Emin: Cebime koydum, okumadım.

Reis Müfid Bey: ifadende okuduğunu söylüyorsun.

Molla Emin: Katiyen okumadım.

Reis Müfid Bey: Biz o mektupta ne olduğunu biliyoruz. Mademki cebine koydun, mündericatını kabul ediyorsun demektir.

Molla Emin: Ben muhteviyatını bilmiyorum, hatta mülazım ifademi alırken de söyledim.

Reis Müfid Bey: O mektupta Diyarbekir’in sükûtu için ve ingilizlerle muhabereye dairdir, işte odur?

Molla Emin: ihtimal herhalde bilmiyorum.

Reis MüfidBey: Bu mesele hakkında Ali Rıza ne söyledi sana?

Molla Emin: Gidiyordu. Dayılarından mektup aldığını söyledi, okumadı bana. Katiyen aklıma bir şey gelmedi, kâğıda baktı, güldü.

Reis Müfid Bey: Dayısından mı gelmiş?

Molla Emin: Evet, öyle dedi.

ReisMüfid Bey: Dayısından gelen mektubu ne münasebetle saklamadı da sana verdi?

Molla Emin: Müstacel mazereti vardı. Duramadı, bana verdi.

Reis Müfid Bey:Müstacel bir mazeret, bir kâğıdı cebine koymaya mani midir? Başka bir şey söyle de inanalım.

Molla Emin: Bilmem, o kâğıdın muzır olduğunu bilseydim; saklamaz, imha ederdim.

Reis Müfid Bey: Mektup burada, Çan şeyhi Şeyh Hasan’dan geliyor. ‘Muş cephesinde Şeyh Abdullah ve Ali Efendi’ye mahsustur’-diyerek meali kısm-ı mahsusunda münderiç mezkûr mektup tekrar kıraatle-Bu mektuba ne dersin?

Molla Emin: Ben yazmadım ki bir şey söyleyeyim.

Reis Müfid Bey: Yazan sen değilsin, muhatap sen değilsin, neden korkuyorsun söyle?

Molla Emin: imza sahibine sorunuz, ben ne bileyim. Bana okumadı.

Reis Müfid Bey: Şeyh Abdullah’ın kâtibi misin?

Molla Emin: Hayır, Arapça bilirim, güzel yazarım, fakat Türkçe bilmem.

Reis MüfidBey: Şeyh Abdullah imzalı bu mektubu sen mi yazdın, senin yazın mı?

Molla Emin: Hayır, benim yazım değil.

Reis Müfid Bey: Şeyh Abdullah Efendi kim yazdı bunu?

Şeyh Abdullah: Bilmiyorum efendim.

Reis MüfidBey: Mektup münderecatı hakkında izahat ver?

Monla Emin: O mektubu bilmem. Yalnız, ahali meyanında deveran ediyordu ki, Usat Diyarbekir’i ve etraftaki kasabaları alacaklar; ingiliz hududuna, bir taraftan Harput’a kadar gidecektik, işgal mıntıkasını tevsi’ edecektik. Hacı Selim dedi ki:‘Diyarbekir tarafında çok şehirler işgal ettik, ganâim aldık’ dedi.

Reis MüfidBey: Diyarbekir zabt olduktan sonra ne olacaktı?

Molla Emin: Kürdistan hududunu tamamıyla işgal edip Ingiliz hududuna temas edecektik. Sonra Şeyh Said Efendi, Ankara’ya müracaat edip birtakım metâlibat serd edecekmiş.

Reis Müfid Bey: Peki, hududu malum olan bu kıtada muayyen bir şey yapmak istemiyorlar mıydı?

Molla Emin: Bilmiyorum; Ben reis, âmir değildim.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’in işgalinden sonra Ingilizler muavenet mi edeceklerdi?

Molla Emin: Hacı Selim Ağa diyordu ki: ‘Bir fırka esir aldık’ diyordu. Sonra usatın mağlup olduğunu duyduk.

ReisMüfid Bey: Bir taraftan isyanın sebeb-i zuhuru şeriattır; diğer taraftan Kürdistan hududundan, Ingiliz muavenetinden bahsediliyor; demek şeriat perde imiş.

Molla Emin: Bilmiyorum, ben duyduklarımı söylüyorum, muavenetten bir şey duymadım.

ReisMüfid Bey: Bu kadar vâsi’ hudut dâhilindeki kıtaatı işgalden sonra ne olacaktı?

Molla Emin: Şeyh Said Efendi hazır, ona sorulsun; ben bilmem, her vakit Şeyh Abdullah ile gezerim.”[666]

Şeyh Said mahkemede vermiş olduğu ifadesinde isyanı dışarıdan veya içeriden herhangi bir telkinat ile yapmadığını ve kendi fikriyle planlamış olduğunu anlatmıştır. Özellikle muhakeme sırasında gündeme gelen İngiliz yardımı meselesini ve Diyarbekir alındıktan sonra İngilizlere müracaat edileceği iddialarını kesin olarak reddetmiştir. Mahkemedeki sorgusunun bir bölümü şöyledir;

“Reis Müfid Bey: isyanı yalnız başınıza yaptığınızı ben zannetmiyorum. Herhalde sizi teşvik eden vardır?

Şeyh Said: Ne hariçten ne dâhilden bizi teşvik edenyoktur; hariçten maksadım ecnebilerdir. Ne hariçten, ne de Türkiye’de müşevvikler yoktur.”[667]

(...)

“Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi! Bu isyanın müretteb olmadığını, tesadüfen olduğunu söylediniz. Böyle midir?

Şeyh Said: Murad da değildi.

Ali Saib Bey: Hâlbuki arkadaşlarınızdan bazıları bu isyanın müretteb olduğunu ve Diyarbekir’i aldığınızda Ingiliz himayesi talep edeceğinizi ifade ediyorlar. Ne diyeceksin?

Şeyh Said: Hayır, hâşâ öyle bir şey yok.”[668]

Muhakemesi başlamadan Savcı tarafından alınan ifadesinde de şunları söylemişti:

“Diyarbekir’i aldıktan sonra Cizre üzerinden İngilizlerle temas edeceğime ve muavenet temin eyleyeceğime dair etbâm arasında geçmiş bir sözden ve böyle bir şeyden haberim yoktur. Bilsem söylerim. Fakat kimseye iftira etmem ve yalan söylemem.”[669]

Ancak Şeyh Said, hem mahkemede ve hem de Savcı tarafından alınan ifadelerinde İngiliz yardımı meselesini reddetmesine rağmen, daha önce Varto’da alınmış olan ifadesinde daha farklı söylemleri bulunmaktadır. Bu ifadesine göre Şeyh Said, “Muhtariyet” talepleri olduğundan bahsetmiş ve hükümetin bunu kabul etmemesi halinde İngilizlere müracaat ederek Türk hükümetini buna zorlayacaklarını söylemiştir. Daha önceki bölümlerde Varto’da alınan ve Şeyh Said’in diğer ifadeleri ile çelişen bu sözleri hakkında bir açıklama yapılmıştır.[670]

Şeyh Said’in son yaptığı müdafaasında söylediği sözler ise şöyledir:

“... Heyet-i Celile-i İstiklaliye-i Âdilanemizi her bir mukaddesat-ı diniyemle temin ederim ki bu hadise cereyanında ne ecnebilerin ve ne de Kürd siyasetini takip edenlerin ve ne de hükümetimizin muhalifi olan Terakkiperverlerin parmağı ve alakası katiyen içinde yoktur. Bunlarla hâşâ ne muhaberem ve ne mülakatım ve ne iştirakim ve ne bi’l-vasıta haberim katiyen yoktur. Gerçi kem vuku-ı hadise bu mezkûrlara ima ve işaret eder ise de siz heyet-i âdilaneyeyakîn ve itminan hâsıl olsun ki bu işlere sebeb ve bâis,yakînimce yukarıda beyan ettiğim gibi, diyanet tesirinden maada bir şey göremiyorum...”[671]

“... Esnâ-yı muhaverede söyledim ki kütüb-i fıkhıyede mesturdur ki: ‘Imam-ı zaman şeriatın ahkâmını icra etmezse ümmet üzerine vaciptir ki o imam üzerine kıyam edip hal’ ettireler. Yerine, icra eden diğerini nasb edeler.’ Kasım Bey söyledi ki: ‘Güzel lakin bu kıyama külliyetli para ve esliha ve cephane lazımdır, bu da ecnebisiz mümkün değildir. ’ Ben de söyledim ki ‘Bu şer’an caiz değildir ki ecnebi küffarını Islam üzerine taslit ettirmek.’ Söz burada hitam bulup başka konuşuldu.”[672]

28 Haziran tarihinde Mahkeme Heyeti’nin maznunlar hakkındaki kararı açıklandıktan sonra da Şeyh Said’in son sözü şu olmuştu: “Allah’a ayandır. Ecnebiler, siyasiler parmağı yoktur. Cezamın tahfifini istirham ederim.”[673]

Diyarbekir Postahanesinde Bulunan Kataloglar

İsyanın İngilizlerle bağlantılı olduğuna dair ileri sürülen iddialardan birisi de Diyarbekir’in asiler tarafından kuşatıldığı zaman, yabancı bir harp malzemesi şirketine ait silah kataloglarının Diyarbekir Postahanesine gönderilmiş olduğudur. İsyanın dış bağlantılı olduğunun önemli delillerinden kabul edilen bu iddia hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bazıları da bu belgenin kamuoyunu yanıltmak için emniyet memurları tarafından uydurulduğunu söylemişlerdir.[674] İsyan’a İngiliz kışkırtmasının yol açtığı görüşüne katılmayan Mete Tuncay, İngiliz silah fabrikalarından Şeyh Said adına kataloglar gelmiş olmasının doğru olsa dahi İngiliz hükümetinin resmî bir politikası olduğu anlamına gelmeyeceğini söylemektedir.[675] Uğur Mumcu ise Tuncay’ın bu yorumunu eleştirerek Tuncay’ın konu ile ilgili İngiliz belgelerini araştırmadan yorum yaptığını ve o dönemdeki İngiliz silah şirketlerinin denetiminin İngiliz hükümetinin elinde olduğunu söylemektedir. Hatta Mumcu’nun anlatımına göre, o tarihte İngiliz silah ticaretini elinde bulunduran ve Muğlalı bir Rum olan şahıs İngilizlerden “sir” unvanını almıştır.[676]

Ahmed Süreyya Bey’in anlatımına göre silah kataloglarına ait telgraflar 9 Mart tarihinde gönderilmiştir. Bu konuda Meclis arşivinde birkaç tane belge bulunmaktadır.

Arşivdeki ilk belge, Savcı Ahmed Süreyya Bey’in 6 Haziran 1925 tarihinde Üçüncü Ordu Müfettişliğine yazdığı yazıdır. Yazıda Ahmed Süreyya Bey, silah kataloglarıyla ilgili olduğu söylenen ve Dersim Postahanesi vasıtasıyla Diyarbekir’e gelen evrakların asıllarını, asılları yok ise suretlerini, bu da mümkün değilse bu husustaki malumatlarını bildirmelerini istemiştir. İkinci belge ise Ahmed Süreyya Bey’in bu talebine müfettişliğin cevabi olarak yazdığı yazıdır. Müfettişlik; verdiği cevapta, vesikaların Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne gönderildiğinden dolayı asılları olmadığını söyleyerek bir bilgilendirme yazısı yazmıştır. Müfettişliğin göndermiş olduğu yazıya göre İsyan’ın ilk safhasında gelmiş ve Diyarbekir Postahanesinde bulunmuş olan matbu evrak, “Kürdistan Harbiye Nezaretine”, “Kürdistan Mezbaha Müdüriyetine”, “Kürdistan Belediye Riyasetine” ve “Kürdistan Reis-i Hükümetine” yazılmıştı. Bu matbu evrak İngilizce, “buz ve buz makinelerine”[677] [678] ait katalog ve risalelerden oluşuyordu. Evrakın hepsinin adresi Fransızca yazılmıştı, yalnız “Belediye Riyasetine” diye yazılan adres Fransızca ve Almanca yazılı idi. Matbu risalelerin üzerinde Milano, Mersin ve Adana Postahanelerinin damgaları bulunmaktaydı. 687

Şunu ifade etmek gerekir ki her ne kadar bu katalogların gönderildiği adresler problemli ve şüpheli gözükse de dipnotta da izah edildiği üzere ve bu belgeye göre, katalogların bir silah fabrikasına ait olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ister İngiliz hükümetinin isterse bir İngiliz silah fabrikasının, bağımsızlık için isyan ettiği söylenen bir gruba, silah yardımı yapmak veya silah satmak için postahane vasıtasıyla silah kataloğu gönderme yöntemini tercih etmesi, mantıklı bir durum gibi gözükmemektedir.

Bu telgraf ve kataloglarla ilgili mahkeme dosyalarında başkaca bir belge bulunmamaktadır. Yalnız yargılama esnasında bir yerde bu telgraf ve kataloglar gündeme gelmiştir. Hanili Salih Bey’in sorgusu yapıldığı zaman, Salih Bey’in İsyan’ın daha evvel planlanmadığını ve kendiliğinden geliştiğini söylediği vakit, mahkeme heyeti bu telgraflardan bahsederek, bunların isyanın daha önce planlandığının bir delili olduğunu söylemişlerdir. Salih Bey bu telgraflardan haberi olmadığını söylemiştir. İfadesine göre Şeyh Said de Hükümet Konağı’nda kendisine söylendiği zaman bu telgraflardan haberi olmuştu. Bu konu ile ilgili Hanili Salih Bey ve Şeyh Said’in ifadeleri şöyledir:

“ReisMüfid Bey: Şeyh Abdüllatif ve Şeyh İsmail, bunları tanırsın. Bu adamlar huzur-ı mahkemede İngilizlerle muhabere ve ittifak olduğunu söylediler. Bunlar cahil iken duyarlar da sizin gibi âlim bir zat işitmez mi?

Hanili Salih Bey: Onu bilmiyorum Beyim. Katiyen bilmem ve emin olunuz İngiliz parmağı da olduğunu bilsem iştirak ve kabul etmezdim. Bu vilayette sâik (sebep) dindi.

ReisMüfidBey: Harici bir tesirat vücudunu kabul etmiyorsunuz öyle mi, ne için?

Hanili Salih Bey: Aklıma sığdıramıyorum.

Reis MüfidBey: Fena mıdır, mezmum (kınanmış) mudur?

Hanili Salih Bey: Fenadır ya... Bir evlat pederine karşı isyan eder fakat..

Reis Müfid Bey: Haricin parmağını mezmum görüyorsunuz da hükümete, pederinize karşı yaptığınız isyanı ne için mezmum görmediniz?

Cevap: Mugalata (yanıltmaca) değildir.”[679]

(.)

“Reis Müfid Bey: Demin ‘Kadınlar havadis getiriyordu, Diyarbekir’e girmek için de arzu vardı’ dediniz. Behemahal (ne olursa olsun) Diyarbekir’i almak istemenizdeki maksat nedir?

Hanili Salih Bey: Maksat yalnız vilayet merkezi olması değildi, Diyarbekir’e gelinceye kadar iki üç vilayet ahalisi karışıyordu.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir’e girince ne yapacaktınız?

Hanili Salih Bey: Hükümete müracaat edecektik, birkaç vilayet ahalisi ‘şu şu şudur’ diyecektik.

Reis Müfid Bey: Diyarbekir ahalisinin de sizinle aynı fikirde olduğunu nereden biliyorsun ki katiyetle söylüyorsun?

Hanili Salih Bey: Hayır, şehir ahalisi demek istemedim. Diyarbekir ahalisi dediğim gibi en büyük kısmı kasaba haricidir. Mühim bir merkez olduğu için gerek iaşe ve gerek muhabere daha kolay olurdu, yoksa şehir ahalisi ile münasebetimiz yoktu.

Reis Müfid Bey: Hükümete müracaat ettiniz, hükümetin kabul edeceğini nereden biliyordunuz?

Hanili Salih Bey: Madem ki millet hükümetidir ve birkaç vilayet ahalisi talep ediyor, is’af (kabul etme) eder fikrinde idik.

Reis Müfid Bey: Kabul etmese ne yapacaktınız?

Hanili Salih Bey: Bizim gayemiz bu idi, onu hesap etmemiştik.

Reis Müfid Bey: Bu çok hesapsız bir hareket olur.

Hanili Salih Bey: Zaten hangi hareketimiz hesaplıydı? Evvelce de dedim, bizim hareketimiz bir nevi intihardı.

Reis Müfid Bey: Bu tuttuğunuz yol makul mü, gayr-ı makul mü?

Hanili Salih Bey: Sâika-i teessür insanı bazı gayr-ı makulyollara sevk eder. Siz harfiyen mantıki olmasını istiyorsunuz, bizim öyle bir planımız yoktu.

ReisMüfid Bey: intizam olmadığından bahsediyorsun, hâlbuki ‘Kürdistan Harbiye Nezareti Başvekâleti’ diye gelen kâğıtlar intizama delalet etmez mi?

Hanili Salih Bey: Ne! Hiç haberim yok, şimdi ilk defa işitiyorum.

Reis Müfid Bey: Makam-ı iddia on beş gün evvel ilk isticvabında ‘ben söyledim’ diyor, şimdi birinci defa işittiğinizi söylüyorsunuz?

Hanili Salih Bey: Emin olunuz ki makam-ı iddianın benden sorduğunu unutmuşum ve hâlâ da der-hatır edemiyorum.

Reis Müfid Bey: ‘Kürdistan Harbiye Nezaretine’ diye kâğıtlar geldiğini makam-ı iddia sana ihbar etmiş, birinci defa işittiğini söylemişsin. Şimdi ben sordum, yine birinci defa duyduğunu söyledin?

Hanili Salih Bey: Makam-ı iddianın bana bu suali sorduğunu el-an (şu anda) hatırlamıyorum, hastayım.

Reis Müfid Bey: Mustafa Bey, makam-ı iddiadan size bu hususta bir şey söylenmiştir.

Mustafa Bey: Bilmiyorum.

Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, size söylenmiş midir?

Şeyh Said: Bey mi idi, Saib Bey mi idi, biri Hükümet Konağı ’nda söylediler, orada işittim.

Hanili Salih Bey: Geçen gün ilk geldiğimde beni bir zatın yanına götürdüler ‘Süreyya Bey’ dediler. Bu zat mıydı bilmiyorum? Cereyan eden bu sözlerden katiyen der-hatır (hatırlama) edemiyorum.

Süreyya Bey: Salih Bey huzurunuzda ikinci bir kizb irtikâp etmiştir (yalan söyleme). Ben Salih Bey’in ifadesini almadığım halde bana ifadesini aldığımı söylüyor.

Reis Müfid Bey: Sizin hücum geceniz, böyle ‘Başvekâlet ve Harbiye Nezareti’ diye gelen bu gibi evrakın gelişinden ne anlarsınız? Ingiltere’den mi geliyor bunlar?

Hanili Salih Bey: Allah belasını versin Ingiltere’nin. Ben ne bileyim.

Reis Müfid Bey: ‘Kürdistan Harbiye Nezareti’, ‘Başvekâleti’ ve netice bir hükümet teşkiline delalet etmez mi?

Hanili Salih Bey: Ben bundan bir şey anlamıyorum. Ne bileyim, neye delalet eder? Birçok manalar varid-i hatır olabilir. Ihtimal gizli bir fikr-i melanet var. Belki bazı komitelerinin, belki de Ingiltere’nin bir melanet planıdır; ne bileyim, ben bilmiyorum.

Süreyya Bey: Salih Bey siz dediniz ki: ‘Isyan olduğunu kabul etmeyeceğim ve vahşiyane bir mitingdir, mürettep değildir, hazırlanmıştır’ dediniz. Bu kadar ince fark yaptınız. Yine dediniz ki: ‘Bu havalinin hariçle bir irtibatı olmadığını’ söylediniz. Haleb, Bağdadgibi yerlerle bir irtibatı olması muhtemel midir?

Hanili Salih Bey: Ihtimal. Şimdiye kadar hissiyatım arz ettiğim gibi idi. Bilmiyorum, bence yoktur.

Süreyya Bey: Diyarbekir üzerine bir taarruz yapıldı. Taarruz yaptığınız zaman ‘Kürdistan Harbiye Nezaretine’, ‘Kürdistan Reis-i Hükümetine’ diye Ingiltere’den, Fransa’dan, Rusya’dan mekâtib, postalarla gelirse sizin için büyük bir karine teşkil etmez mi; haricin bu isyanla alakası vardır der misiniz demez misiniz?

Hanili Salih Bey: Evet, o vakit akla bir ihtimal gelir.

Süreyya Bey: Şu iki vakanın hudusu (meydana çıkma) hariçle alakası olduğuna karine- i katıa (kanıt sayılan belirti) teşkil etmez mi?

Hanili Salih Bey: Karine-i katıa değil, zann-ı gâlip (gerçeğe yakın olan zan) zuhura getirir.”[680]

Tutulan Raporlara Göre Dış Yardım

Erganimadeni Jandarma Kıtası Mülazım-ı evvel Hüseyin Hüsnü Bey ve iki kişinin hazırlamış olduğu 20 Şubat 1925 tarihli raporda isyancıların amacının Sultan Abdülhamid’in oğlunu hilafete geçirmek olduğu ve bunu gerçekleştirmek için de Rus veya İngilizlerden yardım alacaklarının anlaşıldığı söylenmektedir. Raporun ilgili bölümü şöyledir:

“...elyevm Musul’da olduğu söylenen Sultan Abdülhamid’in oğlunu hilafete geçirmek ve bu maksada nâil olmak üzere hatıra gelmedik muamele-i cinaiyede bulunarak mazlum ahalinin kanını dökmek. Hudangerde hükümete mukabele edemezlerse Rus yahut Ingiliz’e bi’l-müracaa maksat ve emellerini bu hükümetler vasıtasıyla istihsal edecekleri anlaşılmakla işbu raporumuz takdim olunur efendim”[681]

Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali Fehmi raporunda; isyanın İngilizlerin himayesi altında yapıldığını ve isyanda İngiliz paralarının tesirinin bariz olduğunu söylemektedir:

“...isyandaki az çok düşünebilenler.bir Kürt hükümeti ve fakat Ingiliz himayesi altında istiklal sevdasını taşıyorlardı. Nitekim Şeyh Said, Şeyh Tahir, Salih Bey, Liceli Fehmi bu babda fikirlerini açıkça beyan etmişlerdi. Ecnebi tahriki, bilhassa Ingiliz paralarının tesiri barizdi. İngilizlerden tayyare, top geleceğini; çıksalar Musul ’a kaçacaklarını bâlâdaki eşhas ve hemen kısm-ı azam-ı usat söylemişlerdir...”[682]

Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey’in 12 Mayıs 1925 tarihinde Divan-ı Harbi Örfi Riyasetine verdiği raporda, isyancıların dış bir devlet ile bağlantılı olduğunu Şeyh Tahir’in sözlerinden anladığını söyleyerek şunları ifade etmiştir:

“...isyan’ın hükümet-i ecnebiye ile alakası olduğunu şöyle anlıyorum. 15 Şubat’ta biz dağa kaldırıldığımız esnada Serdi karyesine getirildik. Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir ‘Türkler! Siz bizi yalnız zannetmeyiniz. Biz Doktor Fuat ile Liceli Fehmi’yi Halep’e göndereceğiz.’ demesi hariçle olan münasebetlerini göstermektedir.”[683]

Lice Jandarma Kumandanı Ziya Bey’in Diyarbekir Jandarma Kumandanlığına yazdığı 13 Nisan 1925 tarihli raporunda İngilizler ve Musul ile ilgili şunları söylemektedir:

“.Musul meselesinin kendi lehine hall edilmesini temin etmek için İngilizlerin bu havalide müstakil bir Kürdistan hükümeti teşkil etmek perdesi altında bir şuriş (karışıklık) çıkarabilmek için bir hayli para dağıttığı ve bu teşkilâtın cenubdan şimale kadar ittisa’ (genişleme) peyda ettiği mevrut ve mahrem tamimlerden anlaşılmıştı.

İngilizler, emellerinin husulü için bizde Avrupa misyonerlerinin makesi bulunan hocalarla şeyhleri elde etmeyi düşünmüş ve bunda muvaffak olmuşlardır. Tarihen de sabit olduğu üzere Osmanlı hükümeti derununda zuhur eden kıyamlar, ihtilaller Çaldıran zaferinin acısını Şah İsmail Safevi tarafından memleketlerimize meşayih, hocalar kıyafetinde gönderilen bir takım cehelenin (cahiller) yüzünden çıkmıştır. Bunların camileri, medreseleri, türbeleri, tekkeleri, ahlaksızlığın, mefsedetin (fesatlık) menşeidir.”[684]

Lice Kaymakamı Asım Bey, Şark İstiklal Mahkemesi savcılığına verdiği raporda isyancıların dışarı ile olan irtibatları hakkında şunları söylemiştir:

“Bu defa Molla Mustafa, Şeyh Said’in İstanbul’da Şeyh Abdülkadir’le mektuplaştığını ve onunla hemfikir olduğunu söylemiştir. Lice’de Fehmi’nin, Diyarbekir’de Doktor Fuad’la, Cemilpaşazadelerle görüştüğü ve mektuplaştığı mütevatirdir. Diyarbekirlilerin de Halep’le mektuplaştıkları zannolunmaktadır. İsyandan evvel Şeyh Said’in beray-ı ticaret Halep’e gittiğini ve oğlunu İstanbul’a celebliğe (hayvan ticareti) gönderdiğini söylüyorlar. İsyan zamanında Şeyh Said, Lice’de fernasından (gafil)birine ‘Erzurum’dan bana cephane yardım edecekler, onlar da iştirak edeceklerdir ve ben yıkmaya memurum; tamire, ıslaha memur başkalarıdır’ demiş. Şeyh’in muhaberesini temin eden ve kâtib-i hususuliğini deruhte eden Liceli Fehmi’dir”[685]

3.                     Önemli Bazı Yargılamalar

Seyyid Abdülkadir’in Yargılanması ve Şeyh Said Bağlantısı

Seyyid Abdülkadir ve arkadaşlarının yargılamaları, Şark İstiklal Mahkemesi’nin önemli davaları arasındadır. Seyyid Abdülkadir, isyan sahası dışında isyanın asıl tertipçisi olmakla suçlanmış ve idam edilmiştir. Behçet Cemal, Seyyid Abdülkadir ve arkadaşları için: “İsyanın şefleri” tabirini kullanmakta ve İsyan’ın onun tarafından planlandığını söylemektedir.[686] Seyyid Abdülkadir, 1880 yılında İran’a karşı isyan eden Şeyh Ubeydullah’ın oğludur. Mumcu, bu isyanın İran’da bağımsız bir Kürt devleti kurmak için çıkarıldığını kaydetmektedir.[687] Seyyid Abdülkadir isyanın bastırılmasından sonra babası ile birlikte Taifte sürgün olarak yaşamış daha sonra ise İstanbul’a gelmiştir. Osmanlı’da Ayan Meclisi üyeliği ve 1919’da Damat Ferit Paşa Hükümetinde Danıştay Başkanlığı yapan Seyyid Abdülkadir, 1918 yılında İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucu başkanıdır.[688] Bruinessen onun, Kürtler üzerinde büyük etki sahibi olduğunu ve 1920 yılında İstanbul Kürt Loncalarının, Seyyid Abdülkadir’i kendi adlarına konuşacak tek insan olarak açıklamaları üzerine İngiliz gözlemcilerin, onu Kürtlerin temsilcisi olarak ciddiye aldığını söylenmektedir.[689]

Yine Mumcu’nun aktardığına göre; İngiltere, kendi koruması altında bağımsız bir Kürt devleti kurmayı planladığı ve bunun için Kürt ileri gelenleri ile iletişim halinde olduğu bir dönemde Seyyid Abdülkadir ile de irtibat halindeydi.[690] Ayrıca İngiltere’nin İstanbul Yüksek Komiserliği’nin Londra’ya gönderdiği raporlarda onun için: “Satın alındığı takdirde güçlük çıkarmaz” denildiği aktarılmaktadır.[691] Bunun yanında Yüksek Komiser Amiral Sir F. de Robeck 26 Mart 1920 tarihinde Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a verdiği bilgide; Kürdistan’ın özerk olmasından, Seyyid Abdülkadir ile Şerif Paşa’nın da emirlerinde olduğundan bahsedilmekte idi.[692]

Nuri Dersimi de, Seyyid Abdülkadir hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir. Dersimi, Kürt Teali Cemiyeti’nin bir toplantısına katıldığı zaman, toplantıdaki gençlerin Kürdistan’ın bağımsızlığını istediklerini, Seyyid Abdülkadir’in ise buna karşı Türklerin zor zamanında onlara bir darbe indirmenin Kürtlük şanına yakışmayacağını söylediğini aktarmaktadır.. Yine Dersimi’nin dediğine göre; Seyyid Abdülkadir bağımsız bir Kürdistan’a yanaşmıyor, bir Türk vilayeti şeklinde bir Kürdistan fikrini savunuyordu. Dersimi bu fikrin, Osmanlı diplomatlarının göz boyamak için söyledikleri fikirlerden farkı olmadığını ifade ederek, bu açıdan Seyyid Abdülkadir’in bilerek veya bilmeyerek Kürt Teali Cemiyeti içerisinde bir Osmanlı ajanı rolünü oynadığını söylemektedir.[693]

Seyyid Abdülkadir’in kurucusu ve başkanı olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti, bu çalışmanın konusu dışında olmakla birlikte, bu cemiyete üye olan kişilerin farklı amaçlarla hareket ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum Seyyid Abdülkadir ve arkadaşlarının İstiklal Mahkemesindeki ifadelerine de yansımıştır. Ayrıca bunu teyit edecek bir örneği Behçet Cemal vermektedir. Behçet Cemal, Kürt Teali Cemiyeti kurulduğu zaman Sabit Sarıoğlu gibi birçok Şark Türkü’nün bu cemiyete üye olarak, Birinci Cihan Harbi’nden sonra kurulmak istenen mukavemet teşekküllerini kuvvetlendirmek istediğini söylemektedir.[694] Seyyid Abdülkadir de mahkemede verdiği ifadesinde, Cemiyeti kurma amaçlarının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede kurulmak istenen Ermeni devletine karşı yapılan bir hareket olarak izah etmiştir.

Şeyh Said İsyanı’nın başlamasından iki ay sonra İçişleri Bakanlığının emri ile İstanbul’da 13 Nisan 1925 gecesi Seyyid Abdülkadir, oğlu Seyyid Mehmed, Seyyid Abdülkadir’in evinde misafir olarak bulunan Erbilli Hoşnev aşiretinden Nazif ve Palulu Abdullah Sadi tutuklandılar. Tutuklanma nedenleri Kürdistan isyan hareketiyle alakalı görülmeleriydi. Şeyh Said ile Seyyid Abdülkadir arasında irtibat olduğuna dair ileri sürülen en önemli delillerden birisi Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın isyandan önce İstanbul’a gelerek Seyyid Abdülkadir ile görüşmesidir. İsyanın bu görüşmede kararlaştırıldığı söylenmektedir. Ancak hem Seyyid Abdülkadir hem Şeyh Said savunmalarında bu iddiaları reddetmişlerdir. Şeyh Said, oğlunun ticari amaçlı olarak İstanbul’a gittiğini söyleyerek kendisini savunmuştur.

Yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirilen zanlılar ilk önce 6 Mayıs’ta Mahkeme Heyeti’nin önüne çıktılar, yargılamaları ise 13 Mayıs’ta başladı. Daha sonra Bitlisli Kemal Fevzi, Diyarbekirli Hacı Ahti Mehmet Tevfik, Hoca Askeri, Cemilpaşazade Ekrem Bey’in de içinde bulunduğu on bir kişi bu davaya eklenerek yargılamalar devam etti. Seyyid Abdülkadir ve arkadaşları için yöneltilen iddia, “Kürt isyan ve ihtilaliyle alakadar ve isyanın amil ve muharriklerinden olmak” idi. Savcı; Seyyid Abdülkadir’in evinden hiç çıkmamasına rağmen Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile görüşmek için çıktığını ve onunla görüşerek elim ve hain kararlar verdiğini söyledi. Savcı’ya göre, İsyan’ın bastırılmaya yüz tuttuğu bir dönemde bile Seyyid Abdülkadir bu fikirlerinden vazgeçmemişti.[695]

Seyyid Abdülkadir’in idamının en önemli gerekçelerinden birisi de, Palulu Sadi’nin İstanbul’daki faaliyetleri ve mahkemede söyledikleridir. Palulu Sadi, isyan öncesinde ve sonrasında, bir İngiliz yetkilisi sandığı Mister Templen ile bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması için görüşme ve pazarlıklar yapmıştır. Ancak Palulu Sadi’nin görüştüğü şahıs aslında İstanbul Emniyet Müdüriyeti’nde çalışan Başkomiser Nizamettin Bey’di ve görüşmeler İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından takip edilerek raporlar hazırlanmaktaydı. Bu raporların Şark İstiklal Mahkemesinde okunması sonrasında Palulu Sadi, bu görüşmeleri Seyyid Abdülkadir adına yaptığını, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gelerek Seyyid Abdülkadir’in evinde iki gün kaldığını, isyanı burada birlikte tertip ettiklerini ve Seyyid Abdülkadir’in haberi olmadan Kürdistan’da bir yaprağın bile kıpırdamayacağını iddia etmiştir. Seyyid Abdülkadir ise bu iddiaları reddetmiş hatta Palulu Sadi ile aralarında kavgalar yaşanmıştı. 23 Mayıs 1925 tarihinde biten yargılamanın sonunda Seyyid Abdülkadir ile beraber altı kişi hakkında idam kararı verilmiştir. İdam edilenler arasında Palulu Sadi de bulunmaktadır.

Cemilpaşazadeler ve İsyan

Mahkeme Heyeti’nin üzerinde durduğu ve açığa çıkartmaya çalıştığı bir diğer mesele isyancıların neden Diyarbekir’i almaya çalıştığı ve bu saldırıyı yaparken, Diyarbekir’in içinden herhangi bir yardım alıp almadıklarıdır. Özellikle bölgede Kürtçülük faaliyetleriyle bilinen Cemilpaşa ailesinin bu isyanla bir alakası olup olmadığı üzerinde durulmuştur.

Mahkemede Şeyh Said’in, Cemilpaşazadelerle irtibat halinde bulunduğunu söyleyen birkaç kişi olmuştur. Bunlardan ikisi, Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatiftir. Ancak bunlarında ifadelerinde bazı çelişkiler bulunmaktadır. Şeyh İsmail, hem Savcı tarafından alınan ifadesinde, hem de Mahkemede Cemilpaşazadelerin ve Nakib Bekir Bey’in, Şeyh Said’in fikrinde olduğunu; Cemilpaşazadelerden kimlerle olduğunu bilmemekle beraber Said’in bu aileden bazıları ile muhaberesi olduğunu söylemiştir. Şeyh İsmail’in bu konudaki bilgileri duyuma dayalıdır ve kaynağı da Şeyh Said’in hizmetinde bulunan Nebi adında bir şahıstır. Şeyh Abdüllatif de benzer şekilde, Cemilpaşazade Ekrem Bey, Nakib Bekir Bey ve Doktor Fuad’ın Şeyh Said ile irtibatı olduğunu söylemiştir. Onun da kaynağı Nebi’dir. Bunun yanında Ekrem Bey’in de Şeyh Said’e bir mektup yazmış olduğunu bizzat Şeyh Said’in ağzından duyduğunu söylemiştir.

Muhakemenin ilk günlerinde tür ifadeler veren Şeyh Abdüllatif 19 Haziran’da yani Cemilpaşazadelerin sorgusunun yapıldığı gün ifadesini değiştirerek, Varto’da ve birkaç gün önce mahkemede verdiği ifadesinin yalan olduğunu, Varto’da kendisini dövdüklerinden korkudan mahkemede de yalan ifade verdiğini, aslında Şeyh Said’in Diyarbekir’de kiminle irtibat halinde olduğunu bilmediğini söylemiştir. Bununla birlikte Diyarbekir’de bir Kürt cemiyetinin olduğunu ve Cemilpaşazadelerin, Nakib Bekir Bey ve sairenin bu cemiyete üye olduğunu söyleyen Şeyh İsmail, daha önce alınan ifadesinde bu cemiyetin iki sene evvel kurulmuş olduğunu söylemesine rağmen, muhakeme esnasında beş altı sene önce kurulmuş olduğunu söyleyerek çelişkili ifadelerde bulunmuştur.

Bu konuda ifade veren diğer bir kişide Hanili Mustafa Bey’dir. Mustafa Bey’in yazdığı bir mektupta Diyarbekir’de üç mahallenin ve Cemilpaşazadelerin harp ilan ettikleri bilgisi geçmektedir. Mustafa Bey bu mektubu inkâr etmiştir.

Şeyh Said ise ifadesinde Diyarbekir’e gitmediğini, ahalisini ve Cemilpaşazadeleri tanımadığını söylemekle birlikte, Hanili Salih Bey’den; Diyarbekir’de şeriat taraftarı olan 60 kişinin hapis olduğunu, bunların arasında Cemilpaşazadelerin ve Nakib Bekir Bey’in de olduğunu işittiğini söylemiştir. Salih Bey ise Şeyh Said’in bu ifadesini kısmen yalanlayarak, Cemilpaşazadeleri şahsen tanımadığını, Şeyh Said ile Diyarbekir’de kimler olduğu hakkında konuştukları sırada Cemilpaşazadelerin isimin geçtiğini ama şeriat taraftarı olduklarının mevzubahis olmadığını söylemiştir.

İsyanı’nın başlamasından kısa bir süre sonra bu aileye mensup Ekrem,[696] Ahmed, Ömer, Cevdet, Kadri, Memduh ve Muhittin Beyler tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Bunlardan Ekrem ve Ahmed Beyler İsyan’la alakadar olmak suçundan önce Seyyid Abdülkadir ile birlikte yargılandılar. Yargılama sonunda 23 Mayıs’ta verilen karar ile Ahmed Bey beraat etti. Ekrem Bey’in davasının ayrılmasına karar verildi. 26 Mayıs 1925 tarihinde Şeyh Said’in yargılanmasının başlamasıyla birlikte, burada verilen ifadeler doğrultusunda Cemilpaşazadelerden Ekrem, Kadri, Memduh, Ömer, Cevdet ve Muhittin Beyler Şeyh Said dosyasına dahil edildiler. Cemilpaşazadelerin sorgusu 19 Haziran’da yapıldı ve çok uzun sürmedi.

Önce Ekrem Bey’in ifadesi alındı. Ekrem Bey; Şeyh Said ile muhaberesi olduğu, Hacı Ahti’yi Irak’a gönderdiği ve Palulu Kör Sadi tarafından söylenen, kendisinin Diyarbekir seyyar şube memuru olduğuna dair iddiaları kabul etmedi. İngiliz Binbaşı Noel ile iyi niyetle dolaştığını, Diyarbekir’de kurulmuş olan cemiyetin de 1918 yılında kurulan cemiyet olduğunu, bundan başka cemiyet bilmediğini söyledi. Diğerleri de Ekrem Bey gibi isyanla ve Kürt cemiyetiyle bağları olduğunu kabul etmediler. Ekrem Bey ifadesinin sonunda “Kürt Türk’ten ayrı değildir” demiştir. Kadri Bey ise “Türk oğlu Türk’üm” diyerek ifadesini bitirmişti. Kadri Bey’in bu son sözüne karşı, Mahkeme Reisi “Mademki Türk olduğunu söylüyorsun. Ben de kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum.” diyerek cevap vermişti.

Cemilpaşazadelerin, Şeyh Said taraftarı olduğunu söyleyen tanıkların ifadelerini değiştirmeleri ve Şeyh Said’in de bu aile ile bir irtibatı olmadığını söylemesi sonrasında, Savcı da hazırlamış olduğu son iddianamesinde Cemilpaşazadelerin “Kürd cereyanına kapıldıkları hakkında birçok işrabât (dolaylı anlatım, ima) mevcud ise de son hadise-i isyanda aslen veya fer’an (ikinci dereceden) alakadar olduklarını tesbite kâfi delâil mefkuddur (olmayan, kayıp).” diyerek beraatlarını talep etmiştir.

Muhakemeleri sırasında isyan ile bağlantılarını inkar eden Cemilpaşazadeler son savunmalarını da aynı doğrultuda yapmışlardı. Ekrem Bey yaptığı son müdafaasında vatana bağlılığından ve yağmager, cahil şeyhlerle aynı fikirde bulunmasının mümkün olmadığından bahsederek, muhakeme sırasında sanıkların yaptığı itiraflarla masumiyetinin ortaya çıktığını söyledi. Diğerleri de ortak olarak yazdıkları müdafaalarında ailelerinin şimdiye kadar memleket için yaptıkları hizmetlerden, Kürtlük ve Kürtçülük yaygaralarının bazı kişiler tarafından üstünlük vasıtası olarak kullanılan bir moda olduğundan ve kendilerinin de hiçbir zaman Kürtçü olmadıklarından bahsettiler.

Yargılama sonunda Ekrem Bey, İsyan’da “fer’an zi-medhal” (ikinci dereceden dahil) olmak suçundan on sene kürek cezasına çarptırıldı, diğerleri hakkında ise beraat kararı verildi. Ancak mahkeme, beraat kararı verirken şöyle bir şerh düşmüştü: “Haklarındaki ihbarât müstelzim-i muahaze görülemediğinden âtiyen zuhur edecek ahval ve delail nazar-ı dikkate alınmak üzere onların dahi adem-i mesuliyetlerine” yani daha sonra ortaya çıkabilecek herhangi bir hareketleri ve delil olursa tekrardan mahkemeye sevk edilebilecekleri ihtar ediliyordu.

Mahkemede böyle ifadeler veren, Kürtçülük iddialarını reddederek Türk olduklarını söyleyen Ekrem ve Kadri Beyler daha sonra kaleme aldıkları hatıralarında kısmen işin hakikatini anlatmış ve Azadi’nin Diyarbekir şubesini kendilerinin kurduğunu söylemişlerdir.[697] Kadri Bey’in anlatımına göre Azadi’nin önemli şahıslarından olan ve örgütün Kürdistan’da teşkilâtlandırılması için görevlendirilen Mülazım İsmail Hakkı Saveyş, Diyarbekir’de Kadri Cemil Paşa, Cemilpaşazade Kasım Bey, Dr Fuat, Hacı Ahti, Ekrem Cemil Bey ve bazıları ile görüşmüş ve Diyarbekir’e örgütün şubesini açmıştır.[698]

Her ikisi de hatıralarında İsyan’ın hazırlıksız ve çok erken başladığını söylemektedirler. Kadri Cemil Paşa, Piran’daki olayı duyunca ne amaçla yapıldığını anlayamadıklarını, örgüt lideri Cibranlı Halit’in tutuklu olması ve teşkilâtın da tamamlanmamış olmasından dolayı, isyanın örgütün kararı ile başladığını çok uzak gördüklerini söylemiştir.[699] Aynı şekilde Ekrem Bey de İsyan’ı hazırlayanların kendilerini hiçbir şeyden haberdar etmediğini söylemektedir. Yine savunmasında cahil şeyhlerle hemfikir bulunmasının mümkün olmadığını söyleyen Ekrem Bey, hatıratında Şeyh Said için “Merhum ve mağfur büyük liderimiz” diyerek bahsetmektedir.[700]

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve İsyan

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh Said İsyanı’nın bağlantısı konusunda çeşitli iddia ve görüşler bulunmaktadır. Behçet Cemal, karşı ihtilal olarak gördüğü isyanın zehirli tohumlarının, muhalif parti kanalıyla aleni olarak ekilmiş olduğu iddia etmiştir. Ayrıca TCF etrafında toplanan muhalefeti dört gruba ayıran Behçet Cemal, saltanatçı olan Lütfi Fikri ve arkadaşları ile Kürtçü grup olan Seyyid Abdülkadir ve Kürt Teali Cemiyeti’nin, İsyan’ın asıl unsurları olduğunu, diğerlerinin ise istismar edildiğini söylemektedir.[701] Aynı şekilde Neşet Çağatay, dinci bir tepki olarak gördüğü isyanın TCF tarafından desteklendiğini söylemektedir.[702] Bunun yanında Azadi’nin kurucularından olan ve Bitlis Divan-ı Harbi tarafından idam edilen Yusuf Ziya Bey’in 1924 yılı son baharında, yani isyan başlamadan bir müddet önce Ankara’dan İstanbul’a giderek Mustafa Kemal Paşa’nın muhalifi olan TCF ve diğer muhalif partilerle görüştükten sonra Erzurum’a döndüğü iddia edilmektedir.[703] Bruinessen de bu iddiayı kısmen destekler mahiyette, Azadi örgütünün Yusuf Ziya ve Seyyid Abdülkadir vasıtasıyla Türk muhalefetiyle ilişki kurma girişimlerinde bulunduğu ancak bir sonuç alınamadığını belirtmektedir.[704] Bu tür iddiaların yanında Terakkipever Cumhuriyet Fırkası’nın, İsyan ile hiçbir bağlantısının olmadığını ve bunun ispatlanamadığını söyleyen birçok araştırmacı da bulunmaktadır.[705]

Öncelikle İsyan başladıktan sonra Terakkiperver üyelerinin göstermiş oldukları tavır önemlidir. Daha önceki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde verildiği üzere, Meclis tutanaklarındaki görüşmelerde TCF üyelerinin isyan karşısında net bir tavır sergileyerek İsyan’ı irticai bir hareket olarak niteledikleri görülmektedir. Aynı zamanda İsyan’ın bastırılması için Başvekil Ali Fethi Bey’in almış olduğu tedbirlere tam destek vermişlerdir. Ancak ilerleyen zamanlarda, hükümet değişikliği sonrasında, İsmet Paşa’nın almak istediği sert tedbirlere muhalefet ederek, isyan karşısında İstiklal Mahkemelerinin işletilmesine karşı çıkmışlardır.

Bu arada Terakkiperverlerin, isyan karşısında mutedil hareket eden Ali Fethi Bey hükümetine destek vermelerini, kendilerini savunma amaçlı bir taktik olarak yorumlayanlar da vardır. Bu görüşe göre; İsmet Paşa’nın muhalifleri tasfiye etmek için İsyan’ı kullanacağını TCF üyeleri bilmekteydiler.[706]

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, İsyan’ı kışkırttığına dair ileri sürülen temel argüman parti programında yer alan maddelerin ve parti mensuplarının yapmış oldukları propagandaların bu isyanı tertip edenlerin işine yaradığı, halka ve isyancılara cesaret vermiş olduğudur.[707] Mahkeme Heyeti’nden olan ve bir süre mahkemenin savcılığını da yapmış olan Avni Doğan, yapılan soruşturmalarda TCF’nin doğuda açmış olduğu temsilcilikleri tarafından, dinin siyasete alet edildiğinin meydana çıktığını söylemiştir.[708]

Şark İstiklal Mahkemesi’nde TCF ile ilişkili olan ilk dava Terakkiperver Urfa Temsilcisi Fethi Bey hakkında yapılan yargılamadır. Bu önemli dava Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından da yakından takip edilmiş, Fethi Bey’in vermiş olduğu ifadeler Ankara İstiklal Mahkemesi’ne bildirilmiştir. Baba adı Hıfzı olan Fethi Bey, 48 yaşında emekli Erkân-ı Harp Kaymakamlarındandı. TCF Urfa Şubesi kâtipliği görevini yerine getirmekteydi. Fethi Bey İsyandan yaklaşık üç dört hafta önce Urfa’ya gelmiş, kendisinden önce Fırka Başkanı olan Hasan Ağa’nın evinde kalmış ve parti teşkilâtlanmasıyla meşgul olmuştu. Ayrıca Siverek’e giderek orda da parti teşkilâtını kurmuştu. Siverek’te iken, daha sonra İstiklal Mahkemesinde yargılanarak idam edilecek olan, Şeyh Eyüb’ün evinde yaklaşık on beş gün misafir olarak kalmıştır. Fethi Bey mahkemede vermiş olduğu ifadede TCF’nin şubesini açmak için resmi işlemlerde bulunduğunu ancak Halk Fırkası’nın, resmî açılışı engellemeye çalıştığını söylemiştir.

Fethi Bey’in zanlı olarak Mahkeme Heyeti’nin karşısına çıkma nedeni, TCF’nin teşkilâtlanmasını yaparken dini ve mukaddes olan dinî hisleri alet olarak kullanarak halk arasında nifak ve ikilik yaymak suçlamasıydı.[709]

Esasen Fethi Bey ve TCF, Şark İstiklal Mahkemesi’nin ilk yargılaması olan Şeyh Eyüb’ün muhakemesinde gündeme gelmişti. Yukarıda belirtildiği gibi Fethi Bey, Parti’nin Siverek şubesini teşkilâtlandırma sürecinde Şeyh Eyüb’ün evinde misafir olarak kalmıştı. Fethi Bey’in Siverek’teki Parti teşkilâtlanması sırasında yaptığı propagandalar hakkında, Şeyh Eyüp’ün verdiği ifadeler, mahkemede Fethi Bey’in aleyhine kullanılmıştır. Şeyh Eyüb’ün ifadesine göre, Fethi Bey propaganda esnasında: “TCF’nin iyi bir fırka olduğunu, resmen açıldığını, çok terakki edeceğini, dine hürmetkar olduğunu, Halk Fırkası ’nın ise dinle alakası olmadığını, dinin terakki etmesi hususunda bir parti teşkil ettiklerini, partinin Gazi Paşa’nın muvafakatı ile açılarak Gazi’nin bitaraf olduğunu” söylemiştir.

Yapılan muhakeme sonunda Fethi Bey’in, Siverek’te Parti teşkilâtlanması sırasında halka yaptığı nutuk ve konferanslarda söyledikleri, halkın dinî hislerini tahrik ve halk arasında nifak çıkarma olarak görüldü ve hareketi, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesiyle ilişkilendirildi. Ancak TCF Urfa Kâtibi Fethi Bey, Parti kurucusu olmaması, sadece seçilmiş bir memuru olması sebebiyle olayda ikinci dereceden dahil görüldü ve daha önceki mülki ve askerî hizmetleri de hakkında hafifletici sebepler sayılarak, 18 Mayıs tarihinde, hakkında 3 sene kalebentlik cezası verildi.

Mahkeme, Fethi Bey hakkında verilen kararda bir hususa daha vurgu yaptı. O da Fethi Bey’in bu propagandayı Parti programının 6. maddesine dayanarak yapmış olduğu idi.[710] Mahkeme, kararında bu altıncı maddenin, daha sonra düzenlenmiş olan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. maddesine göre, Hıyanet-i Vataniye kapsamına girdiğini vurgulamıştı. Esasen Mahkeme bu durumu Fethi Bey’in kararı açıklanmadan önce, 7 Mayıs 1925’te Başvekâlete yazdığı yazıyla da izah etmiş ve Parti programı nedeniyle Terakkiperverlerin vatan haini olduğunu yazmıştı. Yazının ayrıntısında 25 Şubat 1925 tarihinde kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. maddesinde yapılan değişiklikten sonra, TCF’nin parti programının 6. maddesini değiştirmeyerek mevcut durumuyla çalışmaya devam ettiği, dolayısıyla dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasete alet ettiği söyleniyordu. Ayrıca yazıda, bu maddenin Parti programında durduğu müddetçe Terakkiperverlerin kanuni durumlarının 25 Şubat 1925 tarihli kanuna göre vatan haini olmaktan ibaret olduğu vurgulanmıştı.[711]

Mustafa Kemal Paşa da Nutuk’ta TCF’nin parti programını eleştirerek onun “En hain dimağların mahsulü” olduğunu söylemiştir. Ayrıca “Mürettep, umumi, irticai olan Şark isyanı’nın” sebepleri arasında TCF’nin dinî vaatleri ile Şark’a gönderdiği katib-i mesullerinin faaliyetlerinin de olduğunu vurgulamıştı.[712] Bunun dışında Mustafa Kemal Paşa, Fethi Bey ve 6. madde ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“Hatırat defterini nafile ve teheccüt namazlarının sevabından bâhis hadislerle dolduran bu Kâtib-i Mesul, Şark Vilayetlerimizde tahrikât-ı diniyede bulunurken Fırkasının programını tatbik etmiyor muydu? Masum halka, beş vakit namazdan maada, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve nasihat etmek, belki de ömründe namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?

Efendiler! Yaptığımız inkılâbın vüsat ve azameti karşısında, eski hurafat ve müessesatın birer birer sükûtunu gören mutaassıp ve irticakar anâsır, efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkâr olduğunu ilan, bir fırkaya ve bahusus bu fırkanın içinde isimleri şöhret bulmuş zevata dört el ile sarılmaz mı? Yeni fırka yapan zevat bu hakikati müdrik değil midirler? O halde ellerine aldıkları din bayrağı ile millet ve memleketi nereye götürmek istiyorlardı? Böyle bir suale verilmesi gereken cevap da hüsnüniyet, gaflet, kayıtsızlık gibi sözler; memleketi terakkiye isal edeceğim diye ortaya atılan bir fırka rüesası için mazeret teşkil edemez!

Efendiler! Yeni Fırka, unvan ittihaz ettiği terakki ve cumhuriyet namlarının zıdd-ı tamlarıyla inkişaf etmiştir. Bu Fırka’nın rüesası, hakikaten mürtecilere ümit ve kuvvet vermiştir. Buna misal olarak arz edeyim; Ergani’de usatın valiliğini kabul eden maslup Kadri, Şeyh Said’eyazdığı mektupta: ‘MilletMeclisinde Kâzım Karabekir Paşa’nınfırkası, ahkâm-ı şer’iyeye riayetkâr ve dindardır. Bize müzaheret edeceklerine şüphe etmem. Hatta Şeyh Eyüp nezdinde bulunan Katib-i Mesulleri, Fırka’nın nizamnamesini getirmiştir...’ diyor. Şeyh Eyüp de muhakemesi sırasında “Dini kurtaracakyegânefırkanın, Kazım Karabekir Paşa’nın teşkil ettiği fırka olup, ahkâm-ı şer’iyeye riayet edileceğinin, fırka nizamnamesinde ilan edildiğini” söylemiştir.

Efendiler! Terakki ve cumhuriyet kelimelerini kullanarak, bize ve münevveran-ı millete karşı din bayrağını gizlemek tedbirinde bulunanlar, memlekette umumi irtica ve isyan yapmak için, dahil ve hariçte, tertipler ve teşvikler yapmakla meşgul olanların mevcudiyetinden bihaberfarz olunabilirler mi? Yeni fırkaya dahil olanların, tekmil azası mevzubahis olmasa bile, dinî vaatleri, muvaffakiyet için, müessir âmil kabul eden ve buna dair formülü nizamnamelerine idhal eden kimseler, memlekete müteveccih, şahıslarımıza müteveccih suikastlardan bihaber kabul edilemezler.

isyanın vukuundan aylarca mukaddem, memleketin şurasında burasında yapılan hafi içtimalardan ve Cemiyet-i Hafiye-i Islamiye teşkilâtından, İstanbul’da Nakşibendi meşayihinin yaptığı içtimada, izhar edilecek kıyama müzaheret vaat edildiğinden ve nihayet millî hudutlarımızın haricinde bulunup, Şark İsyanı ’nı tahrik edenlerin beyannamelerinde Kazım Karabekir Paşa’nın fırkasından ümit ile bahsolunduğundan haberdar olmadıklarını farz edelim. Fakat, Fethi Bey Hükümeti zamanında bizzat Fethi Bey vasıtasıyla, kendilerine fırkanın muzır ve isyan ve irticaa müşevvik vazı ve mahiyette olduğu bildirildiği zaman olsun, hakikati mütalaa ve müşahade etmeleri lazım gelmez miydi? Hükümetin ve benim pek halisane olarak bu ihtaratımızdan sonra olsun hakikati anlamaları ve ona göre hareket etmeleri icap ederdi. Onlar bilakis bu defa da ‘efkâr ve itikadat-ı diniyeye riayetkârız, ’ klişesini büsbütün aksi manada tefsire kalkıştılar. Güya malum formül ile nazarlarında, her dinin ve din salikinin efkâr ve itikadatına riayetkâr olduğunu ifade etmek... geniş hürriyetperver olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Efendiler! Bu tarz-ı harekete dürüst, samimi denilemez!”’12'2

Bu son paragrafta da işaret edildiği gibi, Başvekil Ali Fethi Bey, 25 Şubat 1925 tarihinde, Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’dan oluşan bir heyeti makamında kabul ederek: “Size Fırkanızı kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni memur ettiler. Dağıtmazsanız istikbali çok karanlık görüyorum. Kan dökülecektir. ” dedi ve Parti’nin kapatılmasını Terakkiperver yöneticilerine bildirdi. Ancak Parti yöneticileri o zaman bu isteği yerine getirmediler.[713] [714]

Bununla birlikte Parti’nin kapatılma süreci Şark İstiklal Mahkemesi’nin kendi yargı sahası içindeki TCF şubelerini kapatma kararı ile başladı. 18 Mayıs’ta alınan kapatma kararı ardından mahkeme 25 Mayıs 1925 tarihinde yargı sahası içinde bulunan on dört vilayetle iki kaymakamlığa (Muş, Ergani, Elaziz, Genç, Mardin, Diyarbekir, Bitlis, Urfa, Siverek, Siird, Dersim, Malatya, Van, Hakkâri Vilayetleri ile Hınıs ve Kiğı Kaymakamlıkları) göndermiş olduğu beyanname ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kulüplerinin kapatılma kararının uygulanmasını ve bu konuda hazırlanacak olan tutanakların mahkemeye gönderilmesini istedi. Yerel makamların Mahkeme’ye gönderdiği bu tutanaklara göre, Urfa ve Siverek vilayet merkezleriyle Urfa’ya bağlı Suruç kazasında TCF kulüpleri olduğu tespit edilerek kapatıldı. Diğer yerlerde ise herhangi bir teşkilâtlanma olmamıştı.

Bunun yanında bazı yerlerde de teşkilâtlanma girişimleri olmuş ancak Parti şubesi açılamamıştı. Örneğin Mardin’de parti şubesinin açılması için başvuru yapılmış ancak müracaat eden kişinin kanuni vasıfları haiz bulunmaması nedeniyle şubenin açılmasına izin verilmemişti. Kiğı’da ise Kaymakam’ın İstiklal Mahkemesine yazdığı yazıda, “Kaza dahilinde esasen TCF şubelerinin açılmasına meydan verilmemiş” olduğundan bahsedilmektedir. Yine Diyarbekir Vilayetinden mahkemeye gönderilen yazıda Derik kazasından İlyas Efendi namında birisinin parti şubesini teşkil etmek için Ankara’ya telgrafla müracaat ettiğini, ancak fiilen bir şube teşkil edilmediği bildirmiştir.

Dosyalarda bulunan bu belgelere göre TFC’nin resmî olarak açılmış olan üç şubesi (Urfa, Siverek, Suruç) kapatılmış, üç yerde (Mardin, Kiğı, Diyarbekir) açılması için teşebbüslerde bulunulmuş ancak açılamamıştır. Mahkeme’nin yargı sahası içinde bulunan diğer yerlerde ise parti şubesi bulunmamaktadır.[715] TCF’nin isyan bölgesinde yapmış olduğu teşkilâtlanma bundan ibaretti.

Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı alanında bulunan Parti merkezlerini 18 Mayıs’ta kapatmasından sonra Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun verdiği yetkiye dayanarak TCF’nin kapatılmasına karar verdi ve 3 Haziran 1925 tarihinde Parti tamamen kapatıldı. Şark İstiklal Mahkemesi üyelerinden Avni Doğan’ın dediği gibi TCF’nin kapatılmasında Şark ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nin büyük rolü olmuştur.[716]

Şeyh Said’in yargılanması esnasında da Meclis içerisindeki muhalefet ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gündeme gelmişti. Şeyh Said kendisini kıyama sevk eden nedenleri sayarken, Mahkeme Heyeti, Meclis’teki muhalefeti de neden olarak göstermiş, buna karşılık olarak Şeyh Said: “Muhalefet vardı, fakat o sebep değildi” demişti.[717] Şeyh Said’in Terakkiperver ile ilgili sorgusu tutanaklarda şu şekilde geçmektedir:

“Ali Saib Bey:Meclis içerisinde bir muhalefet olduğunu ve bu muhalefetin dini kurtaracağını işittiğini geçen celsede söylemiştin. Nasıl işittin, bir daha söyler misin?

Şeyh Said: Işitmiştim.

Ali Saib Bey: Meclis içindeki bu muhalefetten bir şey ümit ettiniz mi?

Şeyh Said: Kalbimizde seviniyorduk. ‘Allahuteala bir sebep çıkarsa da dine hadim büyük adamlar kalksalar.’ derdik. ‘Sebep halk eder’ derdik.

Ali Saib Bey: Sen her iki Fırka’nınprogramını gördün mü, senin en ziyade hoşuna giden hangisi oldu?

Şeyh Said: Muhabere filan edemedik. Kendilerinin programını Darahini ’de Belediye Reisi verdi. ‘Müskiratı ilâahir men edeceğiz’ diyordu, hoşuma gitti. Yalnız bir mesele vardır. ‘Eğer birisi kötü bir şey yaparsa cebir olmaz’ diyordu. Ötekini de gördüm, fakat Terakkiperver ’i nispeten doğru gördüm.

Ali Saib Bey: En ziyade hoşuna giden madde hangisi idi?

Şeyh Said: Müskirat ve fuhşun men’i idi.

Ali Saib Bey: Bir madde vardı o programda. ‘Itikadat-ı diniyeye hürmetkârız’ diye

Şeyh Said: Evet.‘Itikadat-ı diniyeye hürmetkârız’ diye maddesi çok iyidir.

Ali Saib Bey: Bunların başında bulunan, buna taraftar olan adamları bilmez miydin?

Şeyh Said: Belediye reisi vardı, her iki fırka programlarından birer nüsha verdi. Derdim ki ‘Allahu teala bir sebep halk etse de din terakki etse’ diyorduk. Hiç kimseyi görmedim, yalnız Ergani’nin işgalinden sonra Ali Bey namında birisinde bir kâğıt gördüm. Kâzım Karabekir imzalı idi. ‘inşallah işimiz ileri gider’ yazıyordu, bana Ali Bey gösterdi.

Ali Saib Bey: Ali Bey kimdir?

Şeyh Said: Osmaniye’de müftü-i esbak Hacı Hüseyin Efendi’nin oğlu Ali Bey’dir.

Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, sen ne görüştün Ali Bey’le. O telgraf kimin imzasıyla gelmişti.

Şeyh Said: Telgraf mı ne idi bilmem, kısa bir şeydi. ‘Allahualem Kâzım Karabekir imzalı idi’ derdim, bu daha aslahtır.

Ali Saib Bey: Mademki bu Terakkiperver Fırkanın dini kurtaracağına dair sana bir kanaat geldi ve sevindin, ne için bu Terakkiperver Fırkacılara müracaat etmedin?

Şeyh Said: Yok, müracaat etmedim, vakit bulamadım. Vakit bulsaydık iki tarafa da müracaat etmek isterdik.

Ali Saib Bey: Bir iyisi var. Bir de fenası var. Sen iyisini yapan adamlara müracaat edecektin, ‘Şu noksanlarınız var bunları ikmal ediniz’ diyecektin?

Şeyh Said: Bu sefer içinde gördüm o programı.

Ali Saib Bey: Evvelce görseydin, müracaat eder miydin?

Şeyh Said: Benimle birkaç kişi ittifak etseydi müracaat ederdim.”’12'1

Mahkeme Heyeti bu konuda Kasım Bey’e de sualler yöneltmiştir. Kasım Bey, ifadesinde 1920 yılından beri Erzurum’da bir muhalefet cereyanı olduğunu, Hoca Ziya ve Raif Beylerin Erzurum’a geldiklerinde Cibranlı Halid’e gelerek Halk Fırkası’ndan istifa edip yeni bir fırka kuracaklarına dair söz verdiklerini ifade etmiştir. Bununla birlikte TCF’nin programındaki “İtikad-ı diniyeye hürmetkârdır” fıkrasının efkâr-ı umumiyeye çok tesir ettiğini ve cesaret verdiğini, ayrıca nizamnamede “Tahdid-i merkeziyet taraftarıdır” maddesinden dolayı TCF’nin hükümeti elde etmesi halinde kendilerine muhtariyet verileceği ve kan dökülmeden bir istiklal elde edileceği kanaatinin; İsyan’ı tertip eden siyasilerde oluştuğunu söylemiştir.[718] [719] Şeyh Said, Kasım Bey’in söylediği bu ifadelere karşı “Ben böyle ince meseleleri bilmem” demekle yetinmişti.

Ayrıca Şeyh Said son müdafaasında da TCF ile iddia edilen bağlantısını reddederek şu cümleleri kurdu: “Her bir mukaddesat-ı diniyemle temin ederim ki bu hadise cereyanında ne ecnebilerin ve ne de Kürd siyasetini takip edenlerin ve ne de hükümetimizin muhalifi olan Terakkiperverlerin parmağı ve alakası katiyen içinde yoktur.

Bunlarla hâşâ ne muhaberem ve ne mülakatım ve ne iştirakim ve ne bi ’l-vasıta haberim katiyen yoktur.”™

Gazeteciler ve İsyan

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun müzakereleri sırasında bazı gazetelerin yaptığı yayınlardan ve basının İsyan üzerinde yaptığı etkilerden bahsedilmişti. Özellikle Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey, İstanbul basınına yüklenmiş, İstanbul basınının hadise üzerindeki etkilerinden söz ederek, bu gazetelerin yaptığı yayınlarla; Türkiye’de devlet, hükümet, Meclis yok havası estirildiğini söylemişti. Bununla birlikte 4 Mart tarihinde Kanun’un çıkarılmasından hemen sonra, Hükümet bu kanunun ilk uygulaması olarak 6 Mart tarihinde Tevhid-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Aydınlık, Orak Çekiç ve Sebilürreşad adlı gazete ve mecmuaları kapatmıştı.[720] [721]

Şeyh Said, muhakemesi sırasında kendisini isyana iten sebeplerden birisi olarak basında çıkan yazıları göstermiş, özellikle Sebilürreşad ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde şeriatın tatbik edilmediğine dair çıkan haberlerin etkili olduğunu söylemişti. Aynı şekilde Binbaşı Kasım Bey de Toksöz, Tevhid-i Efkar, Son telgraf, Sebilürreşad gazetelerinin isimlerini vermiş ve “Buranın efkâr-ı umumiyesini ve Şeyh Said’e bu cesareti veren bu gazetelerdir. Yoksa bu kadar çabuk olamazdı.” diyerek isyanın sebeplerinden biri olarak gazete haberlerini göstermişti.[722]

Şeyh Said ve Binbaşı Kasım Bey’in ifadeleri üzerine, 7 Haziran 1925 tarihli celsenin sonunda, Savcı’nın tavsiyesi üzerine, isyan üzerinde etkisi olduğu düşünülen gazetecilerin yargılanma kararı alındı. Esasen, o zaman Mahkeme’nin savcılığını yürüten Ahmed Süreyya Bey gazetecilerin davaya dahil edilmelerini gerektirecek bir sebep olmadığı görüşünde idi. Ancak Mahkeme Heyeti aksi şekilde karar aldı ve gazeteciler Şeyh Said ile birlikte yargılanmak üzere Diyarbekir’e getirildiler.[723]

Savcı Ahmed Süreyya Bey’in gazetecileri davaya dahil etmek hususundaki çekingenliği, mahkeme sırasında yaptığı konuşmadan da belli olmaktadır. Savcı bu konuşmasında, isyanın bir çok sebebi olduğunu, bu sebeplerden birisinin de basın özgürlüğünü, şahsi maksat ve siyasi gayeleri için suiistimal eden neşriyat ve matbuat olabileceğini söyledikten sonra mevzubahis gazetelerin yayınlanmış nüshalarının incelenmesinin ardından İsyan’ı tahrik ve kolaylaştırdığı anlaşılan şahısların muhakemeye dahil edilebileceğini ve bu kararı almanın da mahkemenin yetkisi dahilinde olduğunu söylemişti. Savcının bu görüşü üzerine Mahkeme Heyeti Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Son Telgraf gazeteleri sahip ve başmuharrirleri olan Eşref Edip, Velid, Abdülkadir Kemali, Fevzi Lütfü ve Sadri Edhem Beylerin tutuklu olarak Şeyh Said davasına dahil edilmelerine ve Sebilürreşad, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, Vatan, İstiklâl ve Tanin, İleri gazeteleriyle Adana ve İstanbul’da yayınlanan eden Toksöz gazetelerinin 1924 senesi Ocak ayından itibaren yayınlanan nüshalarının incelenmek üzere getirilmesine karar verdi.[724]

Gazetecilerin davaya dahil edilme kararının alınmasından sonraki bir celsede Mahkeme Heyetinden Ali Saib Bey ile Şeyh Said arasında şöyle bir konuşma geçmiştir:

“Ali Saib Bey: Sen, ahkâm-ı şer’iyeye muhalif ahvali nereden anlıyordun?

Şeyh Said: Gazetelerden anlıyordum.

Ali Saib Bey: En çok gazetelerden anlıyordun öyle mi? Bak şimdi gazeteciler gelecek, göreceksin hepsi genç çocuklar. Senin tasavvur ettiğin gibi koca sarıklı, uzun sakallı adamlar değil?

Şeyh Said: Ben ne bileyim. Sebilürreşad diyordu. Kız çocukları, erkek çocukları şapka giyiyorlar diye Sebilürreşad yazıyordu.

Ali Saib Bey: Sen şemsiye taşımadın mı? işte o da şemsiyedir?

Şeyh Said: Şemsiye taşıdım. Fakat o şapka imiş. Hatta yirmi beş yaşında delikanlılar bile giyermiş. İtalyan mekteplerinde çocuklar tenessül(?) (tanassur) ediyorlar diyorlardı.

Ali Saib Bey: Bunu da Sebilürreşad mı yazıyor?

Şeyh Said: Bunlar yalansa neden yazıyorlardı. Gerek yalan yazmayalar. Bunlar her yere gidiyor.

Ali Saib Bey: Gazeteciler gelecekler göreceksin. Hepsi küçük küçük çocuklar?

Şeyh Said: Sizin Türkiye Hükümetinin aleyhinedir. Neden bırakıyordunuz?

Ali Saib Bey: Siz biz var mıdır? Sen kimlere rey verdin?

Şeyh Said: Biz, ZiyaHoca’ya, Raif Hoca’yaRüşdüPaşa’ya verdik.

Ali Saib Bey: işte onlar Meclis’te oturuyorlar. Aralarında hükümet teşkil ediyorlar. Onlar senin vekillerin değil midir?

Şeyh Said: Belâ, belâ, vekillerimdir.”734

Gazeteciler, Şeyh Said ile birlikte yargılanmak üzere Diyarbekir’e getirilmelerine rağmen, 19 Haziran tarihli celsede dosyalarının ayrılarak, muhakemelerinin ayrıca yapılmasına karar verildi. Dosyanın ayrılmasından sonra birkaç gazeteci daha davaya eklendi ve neticede sanık gazeteci sayısı 10’a ulaştı. 28 Haziran’da Şeyh Said ve arkadaşlarının yargılanmasının tamamlanmasının ardından Mahkeme Elaziz’e geçti, gazeteciler de yargılanmak üzere buraya götürüldü. Bu arada Savcı Ahmed Süreyya Bey de izinli olarak Ankara’ya hareket etmişti. Ahmed Süreyya Bey’in yokluğunda, Mahkemenin yedek üyesi olan Avni Bey, Mahkemenin Savcılığını yerine getirdi ve gazeteciler yargılanırken de Mahkeme Savcılığını o yaptı. Doğan, hatıralarında bu yargılama ile ilgili olarak “Bu hazin maceranın savcılığını yaptım” demektedir.

Şeyh Said’in gazetecilerle ilgili olan iddiasını “gülünç” olarak niteleyen Doğan, gazetecilerin yıkıcı yayınlar yapmış olmalarına rağmen İsyan’la bir alakaları olamayacağı kanaatinde idi.735 Doğan ayrıca, Şeyh’in gazeteciler aleyhine verdiği beyanların, telkin ile verdirildiğini söylemektedir. Bu konuda Doğan’ın ifadeleri şöyledir: “Şeyh Said’in gazeteciler hakkında yaptığı beyanat, kendi kanaatinden doğmuş değildi. Ona telkin yapılmış, muayyen isimler verilerek bunları itham ederse cezanın hafifletileceği vaat olunmuştu”[725] [726] [727] Bu davada yargılanan gazetecilerden olan Eşref Edip Fergan yazmış olduğu hatıralarında bu konuya değinerek, Şeyh Said’e telkinde bulunan kişinin mahkeme azasından Ali Saib Bey olduğunu, Şeyh Said’in bu şekilde ifade vermesi halinde idamdan kurtularak Edirne’ye sürgün edileceği vaadini verdiğini söylemektedir.737

Avni Bey, gazeteciler ile ilgili iddianameyi hazırlamadan önce Mahkeme Heyeti tarafından kendisine telkinler başlamıştı. Mahkeme Heyeti, Savcı’nın nasıl bir iddianame hazırladığını merak ediyor ve gazetecilerin cezalandırılmalarının lüzumunu söyleyerek Savcı’yı sıkıştırıyordu. Doğan, gazetecilerin yargılamaları sırasında kendisine Ankara’dan yapılan telkinleri de şöyle anlatmaktadır: “Beni cesaretlendirmek için Ankara’da ikinci derecedeki bazı zevattan, her gün şifreler alıyorum. Bu şifrelerde gazetecilerin, Cumhuriyet’in ilanından itibaren hükümete karşı aldıkları menfi durum izah olunarak haklarında tatbik edilecek cezanın bana itibar sağlayacağı ifade edilmekte idi.”"73

“Yazıları ile halkı isyana teşvik ve isyanla alakadar olmak suçlarından maznun (zanlı)” olan gazetecilerin yargılamaları 11 Ağustos 1925 tarihinde başladı. Yargılamalar devam ederken gazeteciler müşterek bir telgrafla Mustafa Kemal Paşa’ya müracaat ederek af dilediler.[728] [729] Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül’de Mahkeme Savcılığına göndermiş olduğu telgrafla, gazetecilerin kendisine gönderdiği müşterek telgrafın suretini de göndererek, gazetecilerin yaptığı hatayı anlamış olduklarını bildirdi ve bu durumu Mahkeme’nin nazar-ı insafa almasını istedi. Gazetecilerin Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiş oldukları mektup ile Gazi Paşa’nın Mahkeme’ye yolladığı telgraf, 13 Eylül tarihindeki celsede okundu. Ayrıca ertesi günkü gazetelerde “Gazetecilerin Gazi’ye Telgrafları” başlığı altında yayınlamıştı.[730]

Mustafa Kemal Paşa’nın, ekiyle birlikte Mahkeme’ye yolladığı telgrafta şunlar yazılıdır:

Elaziz Şark istiklal Mahkemesi Müddei-i Umumiliğine

9 Eylül 1341

Gazetecilerin Mahkeme’ye celbinden sonra Anadolu’da ve isyan sahasındaki meşhudatları üzerine hata ettikleri ve nâdim oldukları hakkındaki telgrafnameleri evvelce mahkemenin nazar-ı adaletine takdim etmiş idim. Bu defa yine müştereken âtideki telgrafla müracaat ediyorlar. Bunu da nazar-ı insafa almak muvafıktır efendim.

Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal

Telgrafnameber-vech-i âtidir.

Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Şark IstiklalMahkemesi karşısında isticvablarımız icra ve ikmal olunduğu şu günlerde tahdis-i nimet kabilinden bir hareketle huzur-ı uluvviyetinize çıkmayı vecibeden addettik. Cumhuriyet’in sadık bir amelesi, inkılâbın samimi birer hâdimi olduğumuzu ispat etmiş olmak kanaatiyle bi-payan fahr ve gurur hissederek zat-ı riyasetpenahilerine bir kere daha arz ederiz ki bu kanaat şu dakika vicdanlarımızı müsterih etmekle beraber bundan daha çok güvendiğimiz nokta, asalet-i kalbinizin lütf-ı hata-puşanesidir. Bu lütfun yad-ı imtinankârânesiyle ve zeval-i napezir bir irtibat-ı kalbi ile bundan sonra vazifemize devam edebilmek vicdanlarımızda hasıl olan intibahı harekat-ı müstakbelimize rehber edinerek yüksek gayemize doğru bitmez nasıye ile yürüyebilmek için feyz-i enzar itimadınızı bizlerden diriğ buyurulmamasına pek muhtacız. Huzur-ı Mahkeme’de taayyün eden masumiyetimiz için büyük müncinin yüksek vicdanından duyacağımız müjde-i af ve müsamaha iledir ki bizim için kıymettar olan bu lütfu bizden esirgemeyeceğinizi uluvv-i kalbinizden ümit ederek en derin tazimatımızı arz ve takdim ederiz muhterem reis-i cumhur hazretleri.

Gündüz Nadir, Velid, SubhiNuri, İsmail Müştak, Ahmed Emin, Ahmed Şükrü, Sadri Ethem, Abdülkadir Kemali, Fevzi Lütfi, Eşref Edip[731]

Yaklaşık bir ay süren yargılama sonunda 13 Eylül 1925 tarihinde karar açıklandı. Sebilürreşad yazarı Eşref Edip, Tevhid-i Efkâr yazarı Velid Ziya, Son Telgraf yazarları Sadri Edhem ve Fevzi Beyler, Vatan gazetesi sahibi Ahmed Emin ve yazarlarından Ahmed Şükrü, İstiklâl gazetesi yazarı İsmail Müştak, Sahya gazetesi yazarı Gündüz Nadir, İleri gazetesi yazarı Suhbi Nuri Bey hakkında beraat kararı verildi. Abdülkadir Kemali Bey ise Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildi.[732]

SONUÇ

13 Şubat 1925 tarihinde yaşanan Piran Hadisesi’nden sonra başlayan isyan, kısa bir süre içerisinde yayılarak Genç vilayet merkezi başta olmak üzere doğu illerinin bir kısmında etkili oldu. Kısa sürede yayılan isyan, ilk günlerde Ankara’da büyük bir yankı uyandırmadı, mahalli bir hareket olarak algılandı. Ancak ilerleyen günlerde isyanın düşünüldüğünden daha geniş bir hareket olduğu anlaşıldı. Dönemin Başbakanı Ali Fethi Bey 14 il ve 2 kazayı kapsayacak şekilde sıkıyönetim ilan ederek tedbirler aldı. İsyana bölgesel ve kısa sürede bastırılacak bir olay olarak bakmaya devam eden ve sert tedbirler alma taraftarı olmayan Ali Fethi Bey, kendisi gibi düşünmeyen ve isyanı Türkiye genelinde bir karşı devrim hareketi olarak algılayan Halk Fırkası içerisindeki bir cephenin eleştirilerine maruz kalarak başbakanlık koltuğundan çekilmek zorunda kaldı. İsmet Paşa, başbakan olduğu ve yeni hükümeti kurduğu gün Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarıp İstiklal Mahkemelerinin kurulma kararını alarak isyanı sert bir şekilde bastıracağını ve isyan sahasının dışında da tedbirlere başvuracağını göstermiş oldu.

Meclis içi muhalefeti oluşturan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Ali Fethi Bey Hükümeti zamanında alınan tedbirlere destek vermekle birlikte, İsmet Paşa Hükümetine güvenoyu vermemiş, Takrir-i Sükûn Kanunu’na ve İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karşı çıkarak, isyanın üzerinde yoğunlaşılmasını ve bir an önce bastırılmasını istemişlerdi. Muhalefet, çıkarılan bu kanunla hem Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ihlal edildiğini ileri sürmüş, hem de ucu ve sınırları belli olmayan, her şeyi kapsayabilecek bir şüpheliler kanununa dönüşmesinden endişe etmişti. Kazım Karabekir Paşa, isyan bahanesiyle siyasi faaliyetlerin ve matbuatın üzerine gidilmemesini istemişti. Ancak ilerleyen zamanlarda muhalefetin ortaya koyduğu bu çekinceler teker teker gerçekleşti.

İsyanı mahalli bir hareket olarak gören Ali Fethi Bey Hükümetinin son bulup İsmet Paşa Hükümetinin kurulmasından sonra kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ve kurulan İstiklal Mahkemeleri yeni bir dönemin başlamasına neden oldu ve hükümetin daha geniş yetkilerle hareket etmesini sağladı. İsyanı Türkiye genelinde planlı bir irtica hareketi olarak gören yeni hükümet, geniş çaplı bir harekât başlatıp isyan bölgesi dışında olduğu iddia edilen, isyanın asıl tertipçilerinin peşine düştü. Bu süreç içerisinde farklı kesimlerden birçok kişi isyanla ilişkilendirilerek tutuklandı ve yargılandı. TCF mensuplarının yargılanması, Tarikat-ı Salahiye Davası ve Seyyid Abdülkadir’in yargılanmaları buna birkaç örnektir. Ayrıca ilk muhalefet partisi olan TCF’nin kapatılmasında ve muhalefetin tasfiye edilmesinde İstiklal Mahkemelerinin büyük etkisi oldu.

İsyan sonrasında kurulan Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri iki ayrı mahkeme olsa da bunların faaliyetlerini birbirinden tamamen farklı olarak düşünmek hükümetin olaya bakışının yeterince anlaşılmadığı anlamına gelecektir. Bu iki mahkeme Şeyh Said isyanından sonra aynı gün ve aynı karar ile kurulmuş, biri isyan bölgesinde faaliyet gösterirken diğeri isyan bölgesi dışında kalan sahaya hâkim olmuştur. Şark İstiklal Mahkemesi, isyan bölgesinde isyana fiilen katılanların yargılamasını yapmış, Ankara İstiklal Mahkemesi ise memleket genelinde tertip edildiği düşünülen bu karşı devrim hareketinin diğer tertip ve teşvikçilerini cezalandırmak amacıyla hareket etmiştir. Ancak yalnız bu tertip ve teşvikçiler değil, birçok muhalif grup bu mahkemelerden geçmiştir. Taha Akyol’un dediği gibi Ankara İstiklal Mahkemesi, Şark İstiklal Mahkemesi’nden önemlidir. Çünkü Şeyh Said İsyanı birkaç ay içerisinde bastırılmıştır. Ancak “Ankara İstiklal Mahkemesi bütün basını ve muhalefeti susturmuştur.” Radikal ıslahatların yaşandığı ve devletin üst kademelerinde umumi ıslahat vurgusunun yapıldığı bu dönemde ve ortamda, birer İnkılap mahkemesi olarak hareket eden İstiklal Mahkemeleri, inkılâpların yerleşerek, hükümetin amaçladığı yeni sosyal düzenin kurulmasında etkin rol oynamışlardır.

İsmet Paşa ve Hükümet, bu isyan hareketini birkaç seneden beri hazırlanan, tertip ve teşvikçileri daha derinlerde bulunan irticai bir karşı devrim hareketi olarak algılamıştı. Mahkemede yapılan yargılamalar da bu yönde oldu ve isyanın o güne kadar adı duyulmayan gizli bir Kürt cemiyeti tarafından organize edildiği iddia edildi. Bu durum daha sonra yapılan çalışmaların birçoğunda da zikredilmiş ve isyanın Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti (Azadi) adında bir örgüt tarafından planlandığı yazılmıştır. Kuruluş tarihi hakkında çeşitli bilgiler verilen bu örgütün bölge üzerinde bazı emelleri olduğu ve muhalif gruplarla bir şekilde irtibata geçmeye çalıştığı bilinmektedir. İddialara göre, Azadi Doğudaki şeyh, hoca ve aşiret reislerinin desteğini almak için dini söylemler geliştirmiş ve 1924 yılı içinde yapılan inkılâpları, taraftar kazanmak için kullanmıştır. Aynı zamanda bu dini söylemle diğer muhalif muhafazakâr kesimleri de etkilemeyi amaçlamıştır. Yine iddialara göre, eski Bitlis Mebusu ve Azadi kurucularından olan Yusuf Ziya Bey vasıtasıyla Türk muhalefeti ile temas kuran örgüt, Sultan Vahdettin ile irtibat kurmuştur.

Peki, iddia edildiği gibi Şeyh Said İsyanı, Azadi denen örgüt tarafından yıllar süren bir planlamanın ürünü müydü ve Şeyh Said bahsedilen bu örgütün lideri miydi? Bu soruya cevap verebilmek için örgütün faaliyetleri ve Şeyh Said ile olan ilişkisinin derecesini tespit etmek önemlidir. Ancak örgüt hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Mahkeme kayıtlarında Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti adı ile geçen bu örgüt hakkındaki ilk bilgiler, İstiklal Mahkemesindeki muhakemesi sırasında Binbaşı Kasım Bey tarafından verilmiştir. Bu bilgililer dönemin gazetelerinde yayınlanmış ve daha sonra yapılan yayınlarda da aynen tekrar edilmiştir. Günümüzde yapılan yayınların birçoğuna bakıldığı zaman örgüt hakkındaki temel bilgilerin Kasım Bey’in ifadelerinde geçen bilgilerden ibaret olduğu anlaşılacaktır.

Muhakeme sırasında itirafçı/muhbir konumunda olan ve örgüt hakkında sınırlı bilgiler veren Kasım Bey, Şeyh Said’in örgütün diniyun kanadının lideri olduğunu, Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya gibi örgütün lider kadrosunun tutuklanmasından sonra liderlik makamına geçerek isyanı vaktinden önce başlattığını söylemiştir. Kasım Bey ayrıca, İstanbul’da bulunan ve eski Kürt Teali Cemiyeti lideri Seyyid Abdülkadir’in bu cemiyetin siyasiyun kanadının lideri olduğunu iddia etmiştir. Daha sonra yazılan ve kaynak niteliğinde sayılan birçok kitapta da bu ifade kabul görmüş ve aynen tekrarlanmıştır. Ancak Şeyh Said ile Seyyid Abdülkadir arasında bir irtibat olduğuna dair ileri sürülen en önemli delillerden biri Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın isyandan birkaç ay önce İstanbul’a gelerek Seyyid Abdülkadir ile görüşmesidir. İsyanın bu görüşmede kararlaştırıldığı iddia edilmektedir. Buna ilave olarak Seyyid Abdülkadir ile Şeyh Said arasında bir bağlantı olduğunu iddia eden kişilerden biri de mahkeme kayıtlarında Seyyid Abdülkadir’in adamı olarak zikredilen Palulu Sadi olmuştur. Bu iddialar hem Şeyh Said hem de Seyyid Abdülkadir tarafından reddedilmiştir. İki şahıs arasında olduğu iddia edilen bağlantı ve Şeyh Said’in Seyyid Abdülkadir’den aldığı emir ile isyanı başlatmış olduğuna dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Ayrıca Seyyid Abdülkadir’in mütareke yıllarında İstanbul’da kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyetinin lideri olduğu bilinmekle birlikte Azadi örgütünün lideri olduğu yönündeki iddialar ve deliller de yetersizdir.

Bunun yanında bu örgütle ilgili daha farklı ve geniş bilgiler veren Olson ve Bruneissen olmuştur. Olson’un örgüt hakkındaki bilgi kaynağı İngiliz Hava Bakanlığı ile Sömürgeler Bakanlığına gelen raporlara dayanmaktadır ki İngiliz istihbaratına örgüt hakkında bilgi verenler 1924 Beytüşşebap isyanında Türk Ordusundan firar etmiş olan İhsan Nuri gibi askerlerdir. Olson’un eserinde Azadi çok yaygın bir örgüt olarak gösterilmektedir. Ancak bazı yazarlar Azadi ile hiçbir ilgisi bulunmayan birçok kişinin Olson tarafından bu örgüte üye olarak gösterildiğini söyleyerek tenkitte bulunmuşlardır. Olson’un örgüt hakkında verdiği bilgilere temkinli yaklaşmak yerinde olacaktır. Çünkü Azadi hakkında İngiliz istihbaratına bilgi veren İhsan Nuri gibi firari askerlerin, İngilizlerin desteğini alabilmek için örgütün gücünü ve müntesiplerini olduğundan fazla gösterme çabası içinde olabilecekleri göz ardı edilmemelidir.

Bunun haricinde isyanın son hazırlık aşaması olarak, Şeyh Said’in Hınıs’tan hareketle Piran’a gelene kadar üç aylık süre zarfında birçok yere uğrayarak toplantılar yaptığı yazılmaktadır. Azadi’den aldığı emir sonrasında giriştiği iddia edilen bu hareket birçok kaynakta isyanın son hazırlık safhası olarak anlatılmaktadır. Şeyh Said’in bu seyahati dönemin bazı devlet raporlarında da geçmekle birlikte, seyahat ile ilgili bilgi veren temel kaynak M. Şerif Fırat olmuştur. Daha sonra yapılan araştırmaların birçoğu da buna dayanmaktadır.

Bununla birlikte dikkati çeken bir husus; Şeyh Said’in örgüt mensubu olduğu yönündeki iddiaların dillendirildiği, ancak net delillerle bu bağlantıların ispatının ortaya konulmadığı birçok eserde, örgütün gizliliğine vurgu yapılarak, ispat edilemeyen bu bağlantı açıklanmaya çalışılmaktadır. Esasen bunların kaynağı da tamamen Kasım Bey’in ifadeleridir. Örgütün Şeyh Said ile teması hiç olmamış değildir. Örgütün kurucuları olan Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya Beylerin Şeyh Said ile görüşerek onu örgütün içerisine çekmek ve desteğini almak istedikleri bilinmektedir. Şeyh Said Mahkemedeki ifadesinde Yusuf Ziya ile olan görüşmesini anlatmış, Yusuf Ziya’nın bağımsız bir Kürt devleti kurma fikrini kendisine açtığını, ancak kendisinin buna karşı çıktığını söylemiştir.

Yargılama sırasında itirafçı konumunda olan ve mahkemede verdiği ifadeler daha sonra yapılan yayınlara kaynaklık eden Binbaşı Kasım Bey hakkında birkaç bilgi vererek, mahkemedeki ifadelerini değerlendirmek yerinde olacaktır. Kasım Bey, sadece bu örgüt hakkında bilgi vermemiş, Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğunu ve bir Kürt devleti kurma amacıyla hareket ettiğini iddia etmiştir. Ancak Kasım Bey’in ifadelerinin bir kısmının doğruluğuna birkaç sebepten dolayı şüphe ile yaklaşılabilir. Öncelikle Binbaşı Kasım Bey’in hem isyandan önce hükümete karşı olan fikirleri hem de isyan karşısında aldığı tavır hakkında farklı belge ve iddialar bulunmaktadır.

Kasım Bey, Şeyh Said’i yakalayarak hükümete teslim etmiş olan kişidir. Mahkemedeki ifadesinde 1919 yılından beri hükümete hizmet ettiğini ve isyancılar arasında da bu yüzden bulunduğunu söyleyerek yapmış olduğu hizmetlerden bahsetmiştir. Onun hükümet taraftarı olduğunu ve isyancılara karşı hareket ettiğini destekleyen belgeler vardır. İsyancıların Varto’yu işgal girişiminde bulundukları vakit, işgale karşı koyarak isyancıları püskürttüğü için Meclis Başkanı tarafından kendisine tebrik telgrafı gönderilmiştir. Hatta Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın babasına yazdığı bir mektupta Kasım Bey’den melun olarak bahsedilmekte ve Varto’nun işgaline engel olduğu söylenmektedir. Bu açıdan bakıldığında birçok kişinin kabul ettiği gibi Kasım Bey’in isyancılar arasında hükümetin bir ajanı rolünü oynadığı açıktır.

Bunların yanında Kasım Bey’in isyana fiilen ve silahlı olarak iştirak ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri de bulunmaktadır. Ayrıca İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın yargılama için tutmuş olduğu notlarda, onun isyana fiilen ve silahlı olarak iştirak ettiği, ancak isyanın başarısız olacağını anladığı zaman hükümete dehalet ederek Şeyh Said’in yakalanması için çalıştığı ifade edilmektedir. Bunlara ilave olarak muhakeme dosyası içerisinde, Kasım Bey’in isyan öncesi dönemlerde, hükümet muhalifi olduğuna dair bazı ifadeler bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kasım Bey’in zamanla bir fikir değişikliği içerisine girdiği ya da Şeyh Şemseddin gibi isyanın gidişatına göre tavır aldığı düşünülebilir. Şeyh Şemseddin de isyan başladıktan sonra önce hükümetin yanında olmuş, isyancılar güçlenince onların yanına geçmiş, en son ise affedilmek ümidiyle teslim olmuştu. Mahkemede hükümet lehine hizmetler yaptığından bahsetmesine rağmen idamdan kurtulamamıştır. Ancak Binbaşı Kasım Bey, Şeyh Said’in yakalanmasını sağlayarak hem kendisini hem de kendisi ile birlikte isyana iştirak etmiş olduğuna dair raporlar bulunan bazı akrabalarını ceza almaktan hatta idamdan kurtarmıştır.

Bununla birlikte Kasım Bey’in Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti hakkında verdiği bilgiler iki farklı gündeki muhakemesine aittir. İlk bilgileri muhakemesinin ilk günü vermiştir ve nispeten sınırlıdır. Daha sonra, yaklaşık on gün sonraki muhakemesinde mahkeme reisinin yönlendirmesiyle örgüt hakkında ilk gün söylemediği yeni bilgiler vermiştir. Kasım Bey, ikinci ifadesinde, diğer sanıkların itiraf etmesini beklediği için her şeyi ilk ifadesinde söylemediğini ve sustuğunu belirtmesine rağmen bu durum şüphe uyandırmakta ve bazı ifadeleri telkin yoluyla verdiği ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Mahkeme Heyeti tarafından bazı sanıklara bu tür telkinlerin yapıldığı bilinmektedir. Bu iddiada bulunan kişi Şark İstiklal Mahkemesi üyelerinden Avni Doğan’dır. Avni Doğan, Mahkeme heyetinden bazılarının Şeyh Said’e telkinde bulunarak, gazetecileri suçlayıcı ifadeler verdiği takdirde cezasının hafifletileceğinin söylediğini hatıratında ifade etmektedir. Bu açıdan Kasım Bey’in ifadelerinde bu tarz telkinlerin bulunmuş olabileceği göz ardı edilmemelidir. Özellikle hakkında isyana katıldığına dair raporlar bulunan ve savcının en az Şeyh Said kadar suçlu olarak gördüğü bir maznun, her ne kadar Şeyh Said’in yakalanmasını sağlamış ve bu şekilde yayınlanmış olan beyannameye göre affedilme hakkını kazanmış olsa da ucunda idam olan bir yargılanmada canını kurtarmak için her türlü yola başvurabileceği açıktır.

Şeyh Said’in ifadelerine bakıldığı zaman hem Azadi ile olduğu iddia edilen bağlantısını reddetmekte hem de isyanın herhangi bir hazırlık aşamasının olmadığını iddia etmektedir. İsyanın Piran hadisesinden sonra aniden başladığını savunmakla birlikte Hınıs’tan çıkıp Piran’a gelene kadar olan seyahati sırasında uğradığı yerlerde hükümetin yapmış olduğu icraatları tenkit ettiğini ve bu yönde vaazlar verdiğini de inkâr etmemektedir. İfadelerden anlaşıldığı kadarıyla, Şeyh Said hükümetin icraatlarından rahatsız olarak karşı bir hareket içerisine girmek istemiştir. Ancak Şeyh Said’in nasıl bir tavır alacağı konusunda tereddüt içerisinde olduğu açıktır. Önce hükümete müracaat ederek rahatsız olduğu konuları bildirme niyetinde olsa da, bazı sebeplerden dolayı bu yola tevessül etmemiştir. İddia edildiği gibi Şeyh Said’in, Azadi bağlantılı olarak birkaç yıl boyunca isyan hazırlığı içerisinde olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, onun silahlı bir isyan düşüncesi içerisinde olmadığını iddia etmek de doğru olmaz. Daha önce ifade edildiği gibi Şeyh Said’in Azadi ile olan bağlantısı ve örgütten aldığı emir ile isyanı başlattığı iddiaları ispata muhtaçtır. Ancak “Vaktin imamı şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine kıyam vaciptir” esasına dayanan, “Hükümete ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki için kıyam cihattır” diyen ve kendisinin emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle mükellef olduğunu söyleyen Şeyh Said’in bir isyan fikrinde olmadığını iddia etmek doğru değildir ve son iki aylık seyahatinin ileride gerçekleşebilecek bu tür bir hareketin ön hazırlığı olduğu düşünülebilir.

Bazı kesimler tarafından sıkça dile getirilen bir husus ise Hükümetin, Şeyh Said’in isyan hazırlığı içerisinde olduğunu bildiği ve hazırlıklar tamamlanmadan isyanı boğmak amacıyla Piran hadisesini provoke ettiği iddialarıdır. Öncelikle şunu söylemek gerektir ki hükümetin böyle bir isyan hazırlığından haberdar olması durumunda bu girişimleri bertaraf etmek için elinden gelen çabayı sarf etmesi gayet tabiidir. Ancak Hükümet gerçekleşecek bir isyanı öne çekerek, isyancıları hazırlıksız yakalamak amacıyla kışkırtıcı ve provokatif bir çaba içine girmiş midir, bu iddia ispatlanması gereken ayrı bir durum olmakla birlikte, hükümetin isyan sonrasında, isyan sahasının dışına da sarkacak şekilde geniş çaplı bir harekâtla muhalif grupların üzerine gittiği ve isyan sonrasında oluşan genel durumu hem kendi iktidarını güçlendirmek hem de oluşturmak istediği yeni düzeni yerleştirmek için müsait bir zemin olarak kullandığı açıktır.

Sadece Piran Hadisesi değil özellikle isyan içerisindeki bazı gelişmeleri hükümetin provokasyonu olarak değerlendirme eğilimi oldukça fazladır. Mister Templen ve Palulu Sadi’nin yaptığı görüşmelerin, Seyyid Abdülkadir’i isyanın içerisine bir şekilde dahil etmek için yapılan provokatif bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Bazıları ise Elaziz gibi isyancılar tarafından işgal edilmiş olan bazı yerlerde, isyancıların yaptığı yağmaları hükümetin bir provokasyonu olarak göstermektedirler. Bu tür iddialar da yine ispata muhtaçtır.

İsyanın Piran hadisesinden sonra aniden geliştiğini ve alev aldığını söyleyen Şeyh Said bu andan itibaren başına geçtiği isyanı, dini gerekçelere dayandırmış ve hükümetin şeriata muhalif olarak yaptığı icraatları neden göstermiştir. Medreselerin, şer’iye ve evkaf dairelerinin kapatılması, içki içilmesinin serbest bırakılması gibi konuları örnek olarak göstermiştir. Özellikle birçok yazarın da dikkat çektiği gibi halifeliğin kaldırılması isyanın önemli sebeplerinden bir olarak ortaya çıkmaktadır. Şeyh Said sorgusu sırasında halifelik taraftarı olduğunu ve dinen bir halifenin bulunmasının caiz olduğunu söylemiştir. İsyan sırasında isyancılar arasında dillendirilen ve daha sonra mahkeme tutanaklarına da yansımış olan bir durum Şeyh Said’in Sultan Abdülhamid’in oğullarından birini, isyanın başarı ile sonuçlandığı takdirde Diyarbekir’e getireceğidir. Hatta bazı kaynaklarda Şeyh Said’in Sultan Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin ile görüştüğü söylenmekte ise de isyancılar arasındaki söylentilerden ve mahkemede duyuma dayalı birkaç ifadeden başka bu iddiayı destekleyecek bir delil bulunmamaktadır.

Şeyh Said’in İslami hassasiyetlerle mi yoksa millî amaçlar doğrultusunda mı isyan ettiği, hakkında en çok tartışma yapılan konulardandır. Şeyh Said’in Azadi ile bağlantılı olduğunu ve isyanın birkaç sene önceden planlandığını söyleyenler, onun samimi bir Kürt milliyetçisi olduğunu ve bağımsız bir Kürt devleti kurma amacıyla hareket ettiğini söylemektedirler. Ancak Şeyh Said başta olmak üzere maznunların çoğu isyanın dini amaçlarla başladığını ifade etmişlerdir. Şeyh Said tamamen dini sebeplerle isyan ettiğini ileri sürerek Kürtlükle alakalı tüm iddiaları reddetmiştir. Mahkeme evrakı arasında bulunan mektup ve yazışmalar da isyanın amacının dini mahiyette olduğunu destekler niteliktedir. Bununla birlikte muhakeme sırasında Şeyh Said’in bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla hareket ettiğini iddia eden sanıklar da olmuştur. Bunlar Şeyh Said ile birlikte yargılanan Binbaşı Kasım Bey, Şeyh İsmail, Şeyh Abdüllatif ve birkaç kişidir.

Mahkeme heyeti verdiği kararlarda isyanın amacını din perdesi altında bir Kürt devleti kurmak olarak ifade etmiştir. Ancak mahkeme kararlarını bu şekilde verirken, hükümet isyanı irticai bir hareket olarak nitelemiş ve bakanlar kurulu kararı ile gazetelerde, isyanın Kürt kıyamı olarak yer almasının doğru olmadığı söylemiştir. Hatta dönemin Başbakanı İsmet Paşa hatıralarında isyanı millî bir hareket olarak kabul etmemek gerektiğini söylemiştir.

Muhakeme sırasında Şeyh Said’in mektuplarda kullanmış olduğu birkaç tabir isyanın millî bir hareket olduğuna delil olarak ileri sürülmüştür. Bazı mektuplarda “Türkler ve Kürtler” tabiri ile Türk askeri için “düşman” tabirleri kullanılmaktadır. Bunların yanında mahkeme kayıtlarında Şeyh Said’in “Din için kıyam farz oldu. Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten efdaldir” dediği geçmektedir. Mahkemede, Şeyh Said’in böyle söylediğini iddia eden Kasım Bey’dir. O da bu sözü Şeyh Said’in ağzında duymamıştır. Kasım Bey mahkemede bu iddiada bulununca, Şeyh Said her herhangi bir karşılık vermemiş sessiz kalmıştır. Şeyh Said’in Fakih Hasan ile yaptığı bir konuşmasında “Biz Kürtlüğü muhafaza edeceğiz” diye bir söz söylediği de bilinmektedir. Esasen milliyetçi anlamlar içeren ve Şeyh Said’in iddiasının aksine anlamlar taşıyan bu sözlerin yoğun bir propaganda neticesinde ve yapılan inkılâplar sonrasında Türkleri -en azından mevcut hükümeti- dinsiz olarak gören ve Kürtlüğü İslamlıktan farklı algılamayan bir düşüncenin eseri olabileceği göz ardı edilmemelidir veya Yaşar Kalafatın dediği gibi “Şeyh Sait’in kişiliğindeki cehalet ve imanın kine dönüşebileceğini göstermektedir.” Çünkü Şeyh Said’in, bazılarının iddia ettiği üzere, millî hislerle hareket etmiş olması hem mahkeme safhasındaki ifadelere hem de yazılan mektuplara tamamen zıttır.

Bazı yayınlarda Şeyh Said’in Kürt milliyetçiliği üzerine yaptığı iddia edilen bazı konuşmaları; hem mahkemedeki ifadeleri ile hem de mektuplarla bağdaştırmak güçtür. İsyan başlamadan önce 1925 Ocak ayında Çan’da yapılan toplantıda Şeyh Said’in Kürt milliyetçiliği üzerine yaptığı söylenen konuşmalar birçok yayında kullanılmış olmasına rağmen bu konuşmanın doğruluğuna şüphe ile bakmak gerekir. Bu toplantının içeriği ile ilgili bilgi veren şahıs Bruinessen’dir. Onun kaynağı da isyana katıldığını söyleyen ancak ifadeleri çelişkilerle dolu sözlü bir kaynağa aittir. Esasen Bruinessen de bu kişinin ifadelerini bağımsız kaynaklara teyit ettiremediğini söylemektedir. Bu sözlü kaynağın daha sonra hazırlamış olduğu hatıratına bakıldığında da çelişkilerle dolu olduğu net olarak görülmektedir.

Bazıları isyanın tamamen millî amaçlarla yönelik olduğunu, bazıları ise tamamen dini amaçların güdüldüğünü, bazıları ise hem dini hem millî amaçların isyanda etkili olduğunu söylemektedirler. Bazı kesimler ise kendi amaç ve ideolojileri doğrultusunda isyanı istedikleri gibi göstermeye çalışmaktadırlar. İsyanın bu şekilde farklı niteliklerde yorumlanması aslında bu tür farklı amaçlı insanların bu isyanın içerisinde bulunmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı amaçlarla hareket eden bu grup ve kişilerin, ortak amaçlarının hükümet karşıtlığı olduğu açıktır. Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti üyeleri Şeyh Said ile temas kurup ondan destek almaya çalışarak, onun üzerinden dindar halkı kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid gibi örgüt liderlerinin tutuklanmasından sonra Şeyh Said’in örgüt mensubu olmasa bile bu kişilerin kendisi ile irtibata geçmiş olmalarından dolayı hükümetin kendisine yönelik bir hareket içerisinde olduğunu düşündüğü ve bu tedirginlikle hareket etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Şeyh Said, hükümetin yaptığı inkılâplardan rahatsızlık duyan ve bunları açık açık eleştirerek karşı bir harekete geçmek amacındaki bir kişi olması açısından, isyan öncesinde farklı amaçlar taşıyan siyasi muhaliflerle aynı safta ve aynı amaçla hareket ettiği görüntüsü vermiştir veya yetkililer bu şekilde algılamıştır. Bununla birlikte isyan başladıktan sonra farklı amaçlı kişilerin katılımıyla, millî söylemlerin de dile getirildiği bilinmektedir. Bazı devlet memurlarının hazırlamış olduğu raporlara göre; isyancılar ilk başlarda hükümetin şeriata ters icraatları yüzünden isyan ettiklerini söylerken, sayıları çoğaldıktan sonra özellikle Diyarbekir hücumu zamanında “Kürdistan hükümeti kurulacak” gibi sözler söylenmeye başlanmıştır.

İsyanı İngilizlerin kışkırtmış olduğu ve Şeyh Said’in İngilizlerden yardım aldığı veya böyle bir talepte bulunmuş olduğu hakkında farklı tartışmalar bulunmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, İngilizlerin Birinci Dünya Savaşından sonra, bölgede bir Kürt devleti kurdurmak için faaliyetlerde bulunduğu, İngiliz Dışişleri belgeleri üzerinde araştırma yapanlarca, ifade edilmektedir. Bunun yanında bölgede bağımsız bir devlet kurmak için çaba içerisinde bulunan ve İngilizlerden yardım almak amacında olan şahıs ve Azadi gibi grupların olduğu da bilinmektedir. Ayrıca Nesturi İsyanı sırasında İngilizlerin açık bir desteği olmuştur. Bu tür durumlar Şeyh Said isyanının da İngiliz kışkırtmasının farklı bir versiyonu olduğuna dair şüpheleri artırmıştır. Özellikle Musul meselesi münasebetiyle bölgeye bir komisyonun gönderildiği sırada isyanın başlamış olması Şeyh Said ve İngilizler arasında bağlantı olduğu şüphesini güçlendirmiştir. Hem dönemin hükümeti hem de muhalefeti, İsyanda İngilizlerin rolü olduğuna dair açıklamalarda bulunmuşlardır ki bu yaklaşımda İngilizlerin bölge üzerindeki faaliyetleri ve Musul meselesi dolayısıyla oluşan şüphelerin olduğu açıktır.

Şark İstiklal Mahkemesi, Şeyh Said ile Seyyid Abdülkadir arasında bir bağlantı olduğunu kabul ettiği için, mahkeme kayıtlarında Seyyid Abdülkadir’in adamı olarak geçen Palulu Sadi’nin, İngiliz yetkilisi Mister Templen sanarak, Türk polis teşkilâtı mensubu Nizamettin Bey ile yapmış olduğu pazarlıkları, isyancıların İngilizlerden yardım alma girişimi olarak değerlendirmiştir. Daha sonra yapılan yayınlarda da kabul edilen genel görüş budur. Ancak Palulu Sadi’nin bu görüşmeleri Seyyid Abdülkadir adına yaptığına dair şüphelerin mevcut olmasının yanında, daha önce açıklandığı üzere Şeyh Said’in Seyyid Abdülkadir ile irtibat halinde olduğu iddiasını da destekleyecek güçlü deliller bulunmamaktadır.

Dönemin gazetelerinde de isyanda İngilizlerin parmağı olduğuna dair çokça haberler yapılmıştır. Ancak bu haberlerin bir kısmının kamuoyu oluşturmak için yapılmış olabileceği göz ardı edilmemelidir. Şeyh Said’in İngilizlerle bağlantılı olduğuna dair haberler isyanın ilk günlerinden itibaren gazetelerde yazılmaya başlanmıştı. İlk günlerdeki haberlerde Ankara’da bazı mevkilerin bu işte İngiliz parmağı olduğundan şüphe etmedikleri yazıyordu. Bunlardan başka, yakalanan asilerin üzerinde yabancı askerlere ait üniformaların ve paraların bulunduğu ve isyancıların ellerinde yabancı menşeli silahların olduğuna dair haberler yapılarak isyancıların dış bir devletten yardım alındığına dair haberler yapılıyordu. Ancak arşiv belgelerinde bunu destekleyecek bir belge olmadığı gibi gazete haberlerinde bahsedilen bu konular ve iddialar, muhakeme sırasında gündeme dahi gelmemiştir.

İsyancıların İngilizlerden silah yardımı aldığına dair herhangi bir delil yoktur. İsyancıların ihtiyaç duydukları mühimmatı işgal ettikleri şehirlerdeki askeri cephanelerden karşıladığı, kendi aralarında yapmış oldukları yazışmalara yanmıştır. Bunun yanında hem dönemin gazetelerinde hem de mahkemede gündeme gelmiş olan Diyarbekir Postahanesinde bulunan ve yabancı bir silah fabrikasına ait olduğu söylenen katalogların da kamuoyu oluşturmak için çıkarılan haberlerden biri olduğu anlaşılmaktadır.

Yargılamalar sırasında, Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğunu ve Diyarbekir’i aldıktan sonra İngilizlerin yardımıyla hükümet kuracağını söyleyen bazı sanıklar olmuştur. Onların bu iddiaları da duyuma dayanmaktadır. Şeyh Said’in kendisinden bu yönde bir şey duymuş değillerdir. Bu tür ifadede bulunan kişilerden biri Şeyh Abdüllatiftir. Şeyh Abdüllatif, muhakemesinin ilk günlerinde Cemilpaşazade Ekrem Bey hakkında verdiği ifadeleri son günlerde değiştirip, ilk gün yalan ifade verdiğini söyleyerek Ekrem Bey’in muhtemel bir idam cezası almasının önüne geçmiştir. Burada hatırlatılması gereken bir husus, Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif kardeşlerin, duyuma dayalı olarak mahkemede söyledikleri bu iddialar, dönemin gazetelerinde Şeyh Said’in kendisinden duymuş oldukları şeklinde yansıtılmıştır. Dönemin atmosferi içerisinde İngilizlerden şüphe edilmesi ve bazı gazetelerde bu şekilde yorumların yapılarak bu şüphelerin dile getirilmesi normal karşılanabilecek bir durum olmakla birlikte, dönemin bazı gazetelerinde gerçek olmayan haberlerin kamuoyu oluşturmak amacıyla yapılması ve daha sonra yapılan araştırmalarda, bu yalan haberler üzerinden gidilerek aynı cümlelerin tekrarlanması, gerçekle uyuşmayan ve algı oluşturmaya yönelik anormal bir durumdur.

Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğu özellikle Şeyh Said’in yakalanmasına kadar olan süreçte gazetelerde fazlasıyla yer almasına rağmen daha sonrasında bu konu üzerinde fazla durulmamış ve devlet yetkilileri tarafından pek dillendirilmemiştir. İsmet Paşa daha sonraları yazılan hatıralarında böyle bir ilişkinin bulunamadığını ve isyana millî bir hareket olarak bakmamak gerektiğini söylemiştir.

Bunun yanında Şeyh Said dini gerekçelerle isyan etmiş olduğunu iddia etmesine rağmen girişmiş olduğu hareketin neticelerini pek de öngörememiş olduğu anlaşılmaktadır. İsyan sonrasında bölgede büyük bir kargaşa ortamı oluşmuş, şehirler isyancılar tarafından yağmalanmış, hadiseye katılan bazı kişiler şahsi husumetleri olan kişi ve memurlardan öç almaya çalışmışlardır. Şeyh Said’in ifadesiyle amacı şeriat ahkâmını ikame etmek olan hareket, amacından çok farklı yönlere sapmıştır. Mahkeme reisi de bu tür durumları muhakeme sırasında Şeyh Said’e hatırlatmıştır. Şeyh Said’in söylediği şu sözler hareketin amacının dışına çıktığını göstermesi açısından önemlidir

“Benim maksadım bu dine hizmet etmekti. Bu çeşit niyetimde yoktu. Allahu Teâlânın kaderi beni bu çeşide düşürdü. Muvaffak da olamadık ve şimdi anladığıma göre muvaffak da olsa idik bu ahali ile bir şey olamazdı. Bu bir cinnetti. Çünkü bu ahaliden sıdkım sıyrıldı. Şeriata razı olan ahali kalmamıştır. ” İsyancıların ellerinde bir süre esir olarak kalan devlet memurlarının hazırlamış olduğu raporlardaki bilgiler isyancıların bir kısmının, şahsi husumet besledikleri devlet memurlarına karşı yaptıkları muameleler hakkında bilgi vermektedir. Özellikle Diyarbekir bozgunundan sonra asilerin başarılı olamayacağını anlamaları ve geri çekilmeleri sürecinde, bir kısım asiler işgal altında bulunan şehirlerde esir olarak bulan devlet memurlarına karşı suikast girişimlerinde bulunmuşlardı. Ancak onları yine isyana katılmamış olan bölge halkı asilerin elinden almıştı. Hatta Genç Valisini ve Binbaşıyı Şeyh Said’in Darahini inzibat memuru olan Fakih Hasan kurtarmıştı.

İsyan sonrasında isyan bölgesine gönderilen Şark İstiklal Mahkemesi, olağan üstü yetkilere sahip olarak hareket etmiş ve iki yıl görev yapmıştır. Mahkemenin ne kadar hukuk çerçevesinde yargılamalar yapmış olduğu ve bu yargılamalarda siyasi iktidarın ne kadar yönlendirici olduğu hep tartışma konusu olmuştur. Ayrıca mahkeme kurulduğu zaman ilk görev yapan beş üyeden sadece mahkeme savcısının hukuk kökenli olması önemlidir. Geniş yetkilere sahip olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı alanının ve sahasının kanunlarla belirlenmiş olmasına rağmen mahkeme bu sınırları ihlal etmiş hatta bunun ötesinde kendi alanına girmeyen yargılamalar yapmıştır. Esasen İstiklal Mahkemelerinin siyasi, idari bazı zorunluluklar neticesinde kurulduğu ve Mahkemelerin aldığı kararlarda bu zorunlulukların göz önünde bulundurulduğu, mahkeme tarafından yapılan bir yazışmada açıkça söylenmektedir.

Mahkemelerde maznunlar kendilerini yeterince savunabilmişler miydi? Avukat tutma haklarını kullanabilmişler miydi? Hâkimler delile göre mi yoksa vicdani kanaate göre mi kararlarını vermişlerdi? Bunlar mahkemelerle ilgili tartışma konusu olan mevzulardır.

Yargılamalar sırasında avukat tutan maznunlar olmuştur. Tutmayanlara da avukat tutmaları gerektiği kanunen bildirildiği anlaşılmaktadır. Ancak çok kısa süren yargılamalar sırasında maznunların bu haklarını sağlıklı bir şekilde kullanabildikleri şüphelidir. Ayrıca avukat tutmuş olanların sayısı on beş yirmi kişiyi geçmediği görülmektedir. Bunun yanında sanıkların yerel savcılıklar tarafından alınmış olan ifadeleri esas olarak kabul edildiği için mahkemede alınan ifadelerinin çok kısa tutulduğu görülmektedir. Bu hızlı yargılama süreci sanıkların savunma haklarını yeterince yerine getirememiş oldukları izlenimini vermektedir.

Mahkemenin kanaat-i vicdaniyeye göre karar verdiği bir gerçek olmakla birlikte, delil unsurunun hiç göz önüne almadıkları söylenemez. Ancak bu delillerin ne kadar sıhhatli olduğu tartışılabilir. Muhakeme sırasında; mektuplarla, maznunlarının kendilerinin itiraflarıyla ve yahut çatışma sırasında almış oldukları yaralarla isyana fiilen katıldığı anlaşılan kişiler cezadan kurtulamamışlardır. Fakat hakkında bu tür deliller olmamakla birlikte askeri ve sivil makamların rapor ve ihbarları neticesinde ceza almış olanlar da bulunmaktadır ki hakkında ihbarda bulunan ve ceza alan maznunların çoğu iftiraya uğradıklarını ve ihbarda bulunan şahısların kendileriyle husumeti olduğunu iddia etmişlerdir.

Şark İstiklal Mahkemesi’nde kaç kişinin yargılandığı ve idam edildiği ile ilgili de farklı rakamlar bulunmaktadır. Mahkeme, çalıştığı süre boyunca faaliyetlerini her ay TBMM’ye bildirmekteydi. Şark İstiklal Mahkemesi’nin gönderdiği bu Mesai cetvellerinde kaç kişinin yargılandığı ve ne cezalar verildiği çok açık bir şekilde görülmektedir. Bazılarının yargılama sayısı ve idamlara dair verdiği rakamlar oldukça abartılıdır ve gerçekle alakası yoktur.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Arşiv Belgeleri

İM/14 Dosyaları (İstiklal Mahkemeleri Yazışma Dosyaları)

İM/T12 Dosyaları (Şark İstiklal Mahkemesi Dosyaları)

Şark İstiklal Mahkemesi 649 Numaralı Esas Defteri (Osmanlıca)

Şark İstiklal Mahkemesi 650 Numaralı Karar Defteri (Osmanlıca)

Şark İstiklal Mahkemesi 69 Karar Numaralı Mahkeme Zabıtnamesi (Osmanlıca)

TBMM Arşivi 194 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 419 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 466 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 499 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 542 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 564 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

TBMM Arşivi 567 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası

Kitaplar

AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999.

AKYOL, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul 2012.

Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, İstanbul 2012.

AKYÜREKLİ, Mahmut, Şark İstiklal Mahkemesi : 1925-1927, Kitap Yayınevi, İstanbul 2013.

ARVAS, İbrahim, Tarihi Hakikatler, Arı Matbaası, Aralık 2005.

ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt 2, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1967.

AYBARS, Ergün, İstiklal Mahkemeleri, Ayraç Kitapevi, Ankara 2009.

AYDEMİR, Sevket Süreyya, Tek Adam, Cilt 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1965.

BAYRAK, Mehmet, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge yayınları, Ankara 1993.

BRUİNESSEN, Martin Van, Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.

CEMAL, Behçet, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955.

ÇAĞATAY, Neşet, Türkiye’de Gerici Eylemler (1923’ten Buyana), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1972.

ÇAMURDAN, Ahmet Cevdet, Bir İbret Levhası Adaletin Tecellisi İle Sonuçlanan Korkunç İftira Olayı, Fersa Matbaası, Ankara 1978

ÇAY, Abdulhaluk M.,Her Yönüyle Kürt Dosyası, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2010.

DERSİMİ, M. Nuri, Kürdistan Tarihinde Dersim, Doz Yayınları, İstanbul 1977.

DİLİPAK, Abdurrahman, İnönü Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul 1989.

DOĞAN, Avni, Kuruluş, Kurtuluş ve Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1964.

Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, Ankara 1992.

Elcezire İstiklal Mahkemesi Cilt 3, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015

ERMAN, Azmi Nihat, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Temel Yayınları, İstanbul 1971.

EROĞLU, Hamza, Türk Devrim Tarihi, Sanem Matbaası, Ankara 1981.

Eskişehir İstiklal Mahkemesi Cilt 4, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015

FERGAN, Eşref Edib, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın Romanı, Beyan Yayınları, İstanbul 2002

FIRAT, M. Şerif, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Kardeş Matbaası, Ankara 1970.

GOLOĞLU, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.

Türkiye Cumhuriyeti, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.

GÖLDAŞ, İsmail, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz Yayınları, İstanbul 1991.

HALLI, Reşat, Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kaynak Yayınları, İstanbul 1992.

HASRETYAN, M. A., Kemal M. Ahmad, M. Cıwan, 1925 Kürt Ayaklanması, Jina Nu Yayınevi, Uppsala 1985.

Isparta İstiklal Mahkemesi Cilt 5, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015

İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar, 2.Kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987.

İstanbul İstiklal Mahkemesi Cilt 2, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015

İstiklal Mahkemeleri Cilt 1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015

Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kurdistan, Öz-ge Yayınları, Ankara 1991

KALAFAT, Yaşar, Bir Ayaklanmanın Anatomisi Şeyh Sait, Asam Yayınları, Ankara 2003.

KARPAT, Kemal H.,Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967.

KAYMAZ, İhsan Ş., Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı, Kaynak Yayınları, İstanbul 2014.

KINROSS, Lord, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Yayınları, İstanbul 1984.

KIRÇAK, Çağlar, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayın. Mart 2001.

KISAKÜREK, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993.

KOÇAK, Cemil, “Siyasi Tarih (1923-1950)” Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908­1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi, İstanbul 2013.

KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1978.

LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2000.

MUMCU Uğur, Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Um:ag yayınları, Ankara 2008.

OLSON, Robert, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge Yayınları, Ankara 1992.

ÖKE, Mim Kemal Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu
1918-1926
, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1992.

ÖRGEEVREN, Ahmet Süreyya, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Temel Yayınları, İstanbul 2002.

SASUNİ, Garo, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992.

SEDİYANİ, İbrahim, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı, Cilt 2, Şura Yayınları, İstanbul 2014.

SERDİ, Hasan Hişyar, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994.

SHAW, Stanford J., Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Cilt 2, İstanbul 1983.

Şadillili Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar 1, Kon Yayınları, Ankara 1980.

Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017

ŞİMŞİR, Bilal N.,Kürtçülük II (1924-1999), Bilgi Yayınevi, Ankara 2011.

TBMM Albümü (1920-2010), Cilt 1, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2010.

TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985.

TBMM Zabıt Cerideleri

TOKER, Metin, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968.

TUNCAY, Mete, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923­1931, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2005.

Türk Hukuk Lugatı, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1991.

ZÜRCHER, Erik Jan, Modern Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2008.

Makaleler

AKBULUT, Dursun Ali “'İkinci Dönem TBMM ve Cumhuriyet’in İlanı” Türkler Ansiklopedisi, Cilt 16.

İLYAS, Ahmet, “MilliMücadele Döneminde Önemli Bir Şahsiyet:Ali SaibUrsavaş”Turkish Studies 2015.

KARAKOÇ Ercan, Enver Yalçın, “Bir Siyasetçi Olarak SeyyidAbdülkadir” Mavi Atlas, Sayı 6, 2016.

KURAN, Ercüment, “Türkiye Cumhuriyeti’ninKuruluşu” Türkler Ansiklopedisi, Cilt 16.

KURŞUN, Zekeriya, “Şeyh Said”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt Ek-2.

KÜÇÜK, Cevdet, “İstiklalMahkemeleri” TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 23.

MÜJDECİ, Mustafa, Cem Karakılıç, “Atatürk’ün Okul, Silah ve Dava Arkadaşı Miralay LütfiMüfit Özdeş: Hayatı ve Askeri-Siyasi Faaliyetleri”History Studies, 2013.

ÖZDEMİR, Yavuz, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye, Sayı 44, Mart-Nisan 2002.

SEZGİN, Ömür, Gencay Şaylan, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
, Cilt 8, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.

SOYSAL, Mümtaz, Fazıl Sağlam “Türkiye’de Anayasalar” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.

TUNCAY, Mete, “İstiklal Mahkemeleri” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 4, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.

“Siyasal Gelişmenin Evreleri” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.

YURTÇİÇEK, Bayram, “Şeyh Sait Ayaklanması ve Cumhuriyet Devrimi”, Teori, Eylül

2011

Süreli Yayınlar

Cumhuriyet Gazetesi.

Diyarbekir Gazetesi.

İkdam Gazetesi.

İstiklal Gazetesi.

Türkili Gazetesi.

Vakit Gazetesi

 



[1] Mete Tuncay, '“İstiklal Mahkemeleri” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul 1983, s.938.

[2] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ayraç Kitapevi, Ankara 2009, s.152.

[3] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, İstanbul 2012, s.100.

[4] Tuncay, “agm”, s.939.

[5] Cevdet Küçük, “İstiklalMahkemeleri” TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 23, s.351.

[6] Küçük, agm, s.350.

[7] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem 1, Cilt 4, İçtima 63, s.93-101.

[8] İstiklal Mahkemeleri, Cilt 1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015. s.1-39.;Eskişehir İstiklal Mahkemesi, Cilt 4, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015. s.3-12.; Isparta İstiklal Mahkemesi, Cilt 5, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015. s.3-10.

[9] TBMM Z.C., D.1, C.8, İ.152, s.269.

[10]  Beraat: Suçlu sanılarak hakkında dava açılan kimsenin iddia olunan suçun sahibi olmadığının veya söz konusu iddianın suç teşkil etmediğinin mahkeme kararı ile tespit edilmesi; aklanmak. Adem-i mesuliyet: Fiil, muamele ve karardan dolayı mesul olmamak, sorumsuzluk. Vicahen idam: İdam cezasının sanığın yüzüne karşı verilmesi. Müeccelen idam: İdam cezasının ertelenmesi. Kürek: Eskiden ağır cezayı gerektiren durumlarda, suçlulara verilen gemilerde kürek çekme cezası; mahkûmun ayaklarına demir ağırlıklar bağlanmak suretiyle ağır işlerde çalıştırma cezası; ağır hapis. Kalebentlik: Eskiden, hapis ve sürgün cezasını birleştiren, siyasi suçlarla ve devlet memurlannın görevleri ile ilgi ceza. (Türk Hukuk Lügati, Yayına Hazırlayan Türk Hukuk Kurumu, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1991.)

[11] Mahkemeye sevk edilen sanıklara ve verilen cezalara dair olan bu rakamlar Ergün Aybars’ın eserinde bir tablo halinde verilmektedir. Ancak Aybars’ın da belirttiği gibi bu rakamlarda bazı eksikliklerin olması muhtemeldir. Yargılamalara dair net rakamların, adı geçen mahkemelerin karar defterleri ve dosyalarında yapılacak olan araştırmalar ile ortaya çıkacağı açıktır. Bu durum diğer mahkemeler için de geçerlidir. Aybars, age, s.155.

[12] Küçük, a.g.m, s.351.

[13] Aybars, age, s.155.

[14] Küçük, “agm”, s.351.

[15] TBMM Z.C., D.1, C.21-22, İ.77-83.

[16] Tuncay, “agm”, s.940.

[17] Aybars, age, s.124.

[18] Aybars, age, s.127.

[19] TBMM Z.C., D.1, C.23, İ.109, s.195-219.

[20] Aybars, age, s.129.

[21] TBMM Z.C., D.1, C.26, İ.177-178, s.438,457-459.

[22] Elcezire İstiklal Mahkemesi, Cilt 5 TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015. s.3-9.; Aybars, age, s.133.; Tuncay, “agm”, s.941.

[23] Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s.68.

[24]  Cemil KOÇAK, “Siyasi Tarih (1923-1950)” Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi, İstanbul 2013, s.128.

[25] Ercüment Kuran, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu” Türkler Ansiklopedisi, Cilt 16, s.616.

[26] Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Cilt 2, İstanbul 1983, s.434.

[27] Küçük, “agm”, s.351.

[28] Küçük, “agm”, s.352.; Aybars, age, s.129.

[29] Aybars, age, s.166.

[30] Aybars, age, s.130.

[31] Mete Tuncay, “Siyasal Gelişmenin Evreleri” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.1967.

[32] Shaw, age, s.435.

[33] Tuncay, “Siyasal Gelişmenin Evreleri” s.1967.

[34] Zürcher, age, s.248.;Koçak, age, s.133.

[35] Tuncay, “agm”, s.1967.

[36] Akyol, age, s.311.

[37] Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Yayınları, İstanbul 1984, s.582.

[38] Akyol, age, s.352.

[39] Aybars, age, s.167.

[40] Küçük, “agm”, s.352.

[41] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985, s.314-328.

[42] Aybars, age, s.159.

[43] Aybars, age, s.178.

[44] Küçük, “agm”, s.352.

[45] Aybars, age, s.194.

[46]  İstanbul İstiklal Mahkemesi, Cilt 2, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015, s.3-10.; Küçük, “agm”, s.352.

[47] Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul 2012, s.348-386.

[48] Koçak, age, s.134.

[49] Ahmad, age, s.70.

[50] Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011, s.24.

[51] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2000, s.264.

[52]  Mümtaz Soysal, Fazıl Sağlam “Türkiye’de Anayasalar” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.24-27.

[53] Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.430-435.

[54]  Ömür Sezgin, Gencay Şaylan, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.2050.

[55] Akyol, age, s.343.

[56] Akyol, age, s.450.

[57] Sezgin, “agm”, s.2045.

[58] Aybars, age, s.211.

[59] Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, s.18,65.

[60] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131.

[61] Küçük, “agm” s.353

[62] Tuncay, “İstiklal Mahkemeleri” s.941.

[63] Aybars, age, s.279-318.

[64] Küçük, “agm”, s.354.

[65] Aybars, age, s.374

[66] Tuncay, “agm”, s.943.

[67] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.13.; Toker, age, s.30.

[68]  Hadisenin yaşandığı tarihle ilgili olarak kaynaklarda farklı bilgiler bulunmaktadır. Dönemin gazeteleri, Meclis görüşmeleri ve resmi belgelerde 13 Şubat tarihi verilmektedir. Ancak o dönemde hazırlanmış bazı raporlarda 11 Şubat tarihi de verilmektedir (Cumhuriyet, 16 Şubat 1341, s.3.; TBMM Z. C., D.2, C.14, İ.64, s.306.). Bunun yanında Metin Toker, Behçet Cemal 13 Şubat tarihini (Behçet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s.25.; Toker, age, s.30.); M.Ş. Fırat, Nuri Dersimi, Kadri Cemilpaşa ve Hasretyan gibi bazı yazalar ise 8 Şubat tarihi vermektedir (M. Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Kardeş Matbaası, Ankara 1970, s.203.; M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Doz Yayınları, İstanbul 1977, s.186.). Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesine göre Şeyh Said, 21 Recep tarihinde Piran’a geldiğini söylemektedir. Bu tarih de 15 Şubat’a denk gelmektedir (Şark İstiklal Mahkemesi Muhakeme Zabıtnamesi (Karar 69) s.18.).

[69] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.18.

[70] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.316.

[71] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.63-64.; İM/T12/13/69-17/255/3; Raporun aslı: Belge 1

[72] Reşat Hallı, Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kaynak Yayınları, İstanbul 1992, s.129-131.

[73] Hallı, age, s.143-144.

[74] Cemal, age, s.35.

[75] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.18-22. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)

[76]  İM/T12/11/69-12/153/26-27-28. (Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in Genç merkezi Darahini’in işgal edilmesine dair yazmış olduğu 25 Nisan 1341 tarihli rapor.)

[77] İM/T12/11/69-11/141/7 (Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali Fehmi Efendi’nin 28 Nisan 1341 tarihli raporu.)

[78]  İM/T12/36/271/9/4-5-6 (25/2. Alay 8. Bölük Mülazım-ı Evvel Ahmed Şevket Bey’in 29 Nisan 1925 tarihinde Palu vakası hakkında hazırladığı harp raporu)

[79] İM/T12/30/216/3/1-4 (Palu Mahkeme Mübaşiri ve Palu Evkaf Memurunun yazıları)

[80] İM/T12/12/69-13/173/10-17 (Lice Jandarma Kumandanının raporu)

[81] İM/T12/87/811/2/18

[82]  Liva Kumandanının yardım istediği Mehmed Nuri Efendi, Elaziz’in işgalinden ve halkın ayaklanarak isyancıları şehirden kovdukları sırada Dahiliye Vekâleti ile yapılan görüşme sonrasında Vali Vekili olarak tayin edilmiştir. Ancak daha sonra isyanla alakadar olmak suçundan İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. Bu konuda hakkında beraat kararı verilmiş olmasına rağmen isyan zamanında Liva Kumandanlığı tarafından kendisine teklif edilen hizmeti kabul etmediği ve İdare-i Örfi Nizamnamesi’ne mugayir harekette bulunduğu gerekçesiyle İdare-i Örfi ilan edilen bölgede oturması uygun görülmemiş ve İzmit’te zorunlu ikamete gönderilmiştir.

[83] İM/T12/22/138/9/2-6 (Tayyare Binbaşı Tahsin Bey’in, 23 Mayıs 1925 tarihli raporu)

[84] İM/T12/22/138/16/13-14

[85] İM/T12/11/69-9/119/3-4 (Silvan Kaymakamı Abdülvehhab’ın 1 Mayıs 1925 tarihli raporu)

[86] İM/T12/9/69-4/45/4

[87] İM/T12/85/806-2/43/2

[88] İM/T12/10/69-5/49/5

[89] Toker, age, s.38.; Aybars, age, s.211.

[90] Örgeevren, age, s.46.; Cemal, age, s.38-39.

[91] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.59, s.131.

[92] Toker, age, s.13.

[93] İsmet İnönü, Hatıralar, 2.Kitap, Bilgi Yayın Evi, Ankara 1987, s.198.

[94] Cemal, age, s.41.

[95] Cemal, age, s.40-43.

[96] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.63, s.288.

Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine

Ergani vilâyetinin bir kısmında kuvve-i müsellaha-i devlete karşı müsallehan vukua gelen isyan Diyarbekir, Elaziz ve Genç vilâyetlerine de sirayet eylemiş ve tevessüe müsait görülmüş olduğundan Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van ve Hakkâri vilayetleriyle Erzurum vilâyetinin Kiğı ve Hınıs kazalarında bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edilmiştir.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 86’ncı maddesi mucibince keyfiyeti Meclisi Âlinin tasdikine arz eylerim. 23 Şubat 1341. Başvekil Ali Fethi

[97] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.291.

Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine

23 Şubat 1341 tarih ve 6/908 numaralı tezkereye zeyildir:

Harekât-ı isyaniyenin sirayeti hasebiyle Malatya vilâyetinde dahi bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edilmiştir.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 86’ncı maddesi mucibince keyfiyeti Meclis-i Âlinin tasdikine arz eylerim efendim. Başvekil Ali Fethi

[98] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.310.

Madde 1. - Dini veya mukaddesatı diniyeyi siyasî gayelere esas veya âlet ittihazı maksadıyla cemiyetler teşkili memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar haini vatan addolunur. Dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek, şekli devleti tebdil ve tağyir veya emniyeti devleti ihlâl veya dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali arasına fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müştemian kavli veya tahriri veyahut fiilî bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunanlar kezalik haini vatan addolunur.

Madde 2. - İşbu kanun neşri tarihinden muteberdir.

Madde 3. - İşbu kanunun icrasına Adliye Vekili memurdur.

Başvekil ve Müdafaa-i Milliye Vekili Ali Fethi, Adliye Vekili Mahmut Esat vs.

[99] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.306-311.

[100] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.65, s.351.

[101] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.65, s.358-359;378-379.

[102] Cumhuriyet, 26 Şubat 1925, Numara: 291, s.1.

[103] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.66, s.12-13.

[104] Örgeevren, age, s.57.

[105] Örgeevren, age, S.59-60.

[106] Goloğlu, age, s.122.

[107] Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2005, s.144; Akyol, age, s.457.

[108] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.68, s.110-111.

[109] Örgeevren, age, s.27.

[110] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt 2, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1967, s. 852.

[111] Avni Doğan, Kuruluş, Kurtuluş ve Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1964, s.165-166.

[112] Akyol, age, s.450-451.

[113] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.127-129.

[114] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131. Belge 2

Birinci Madde - İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlâle bâis bilûmum teşkilât ve tahrikât ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle, re'sen ve idareten men'e mezundur.

İşbu ef’al erbabını Hükümet İstiklâl Mahkemesine tevdi edebilir.

İkinci Madde - İşbu kanun tarih-i neşrinden itibaren iki sene müddetle mer'iyülicradır.

Üçüncü Madde - İşbu kanunun tatbikine İcra Vekilleri Heyeti memurdur.

[115] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131-149.

[116] Tuncay, age, s.149.

[117] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.75, s.349-350.

[118] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.149. Belge 3

Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine

31 Temmuz 1338 tarihli İstiklâl Mehâkimi Kanunu birinci maddesinin bahşettiği salâhiyete binaen Hükümet, harekât-ı askeriye mıntıkasında usulü dairesinde derhal bir İstiklal Mahkemesinin teşkil ve faaliyete ibtidar eylemesini taht-ı vücupta görmekte ve işbu mahkemece verilecek idam kararlarının dahi aynı kanunun beşinci maddesi mucibince ve vaziyetin müstaceliyet ve istisnaiyetine binaen Meclis-i Âlice tasdik edilmeksizin infazına müsaade talep eder. Bundan başka ahval-i fevkalâdeye binaen ilân olunan seferberliğin, milletin ve Cumhuriyetin emniyetini muhil muhtelif ve irticai propagandaların, teşebbüsat ve harekâtın kavanin-i mahsusasın atebean men'i ve tecziyesi esbabının da serian istikmali maksadıyla ve aynı tarihli İstiklâl Mehâkimi Kanunu’nun birinci maddesi mucibince idam kararları Meclis-i Âlice tasvip edilmek ve merkezi Ankara’da olmak ve daire-i kazası harekât-ı askeriye mıntıkası haricindeki vilâyâta şâmil bulunmak üzere derhal ikinci bir İstiklâl Mahkemesinin teşkiline müsaade duyurulmasını teklif ve rica ederim efendim. Başvekil İsmet 4.3.1341

[119] TBMM Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.149-154.

[120] Cemal, age, s.35-37.

[121] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.22. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)

[122] Cemal, age, s.49.

[123] Toker, age, s.87-88.

[124] İM/T12/30/220/4/5

[125] İM/T12/24/149/20/1

[126] İM/T12/24/149/22/1

[127] İM/T12/38/295/4/1

[128] Toker, age, s.91-92. Cemal, age, s.66-67.

[129] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.22-23. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)

[130] TBMM Z.C., D.2, C.17, İ.96, s.150-151.

[131] İM/T12/90/829/39/10

[132] İM/T12/90/826-2/36/2

[133] Örgeevren, age, s.89-90

[134] İM/T12/90/826-2/35/2

[135] İM/T12/90/826-2/82/5-6; İM/T12/90/826-2/82/4; Arşiv dosyalarında bulunan bu beyanname el yazısı ile yazılmış müsvedde halindedir. Beyannamenin 14 Nisan 1925 tarihli Vakit Gazetesinde de birkaç ufak değişiklikle yayınlanmıştır. Belge 4

[136] Şark İstiklal Mahkemesi 649 Numaralı Esas Defteri, s.1.

[137] Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Um:ag yayınları, Ankara 2008, s.83.

[138] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.23.

[139] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.28-29.

[140] İM/T12/24/149/21/1 Belge 5

[141] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.322.

[142] İM/T12/86/806-3/49/5

[143] Diyarbekir gazetesi, 4 Mayıs 1341 no: 211; M/T12/8/68/7/1-2

[144] TBMM Z.C., D.2, C.18, İ.107, s.240-249.

[145] Akyol, age, s.475

[146] İM/T12/84/805-2/38/4

[147] İM/T12/83/805-1/24/5

[148] İM/T12/97/843-1/14/16

[149] İM/T12/84/805-3/83/10

[150] TBMM Z.C., D.2, C.19, İ.1, s.8-11.

[151] TBMM Z. C., D.2, C.19, İ.5, s.60-64.

[152] TBMM Z.C., D.2, C.19, İ.23, s.109-116.

[153] İM/T12/87/814/3/1-2

[154] İM/T12/90/827/56/1-2

[155] İM/T12/87/814/4/1

[156] İM/T12/97/843-1/9/1-2

[157] İM/T14/9/60/11

[158] TBMM Z.C., D.2, C.30, İ.39, s.6-9.

[159] İM/T12/91/831/2/1

[160] İM/T14/9/60/10

[161] İM/T12/87/814/1/1-1

[162] TBMM Arşivi 194 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü (1920-2010), Cilt 1, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2010, s.32; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017 s.8.

[163] Akyol, age, s.465-469.

[164] TBMM Arşivi 419 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü Cilt 1 s.109; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.6.

[165] Örgeevren, age, s.114.

[166] Akyol, age, s.460.

[167] Örgeevren, age, s.142.

110 M/T12/83/805-1/22/6

111  Eşref Edib Fergan, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın Romanı, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s.84;153.

112 Fergan, age, s.175.

[171]  Fergan, age, s.105-106. Ankara İstiklal Mahkemesinde de yargılanan Eşref Edip benzer bir şeyi bu mahkeme içinde söyleyerek şunları söylemektedir: “Mahkeme heyetinin yan arkasında yan tarafta bir zat daha var; Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri. Resmen heyete dahil değil,fakat mahkemede özel bir mevki sahibi, tıpkı kapitülasyonlar devrinde mahkemelerde bulunan konsoloslar gibi” Fergan, age, s.50-51.

[172] Ahmet Cevdet Çamurdan, Bir İbret Levhası Adaletin Tecellisi İle Sonuçlanan Korkunç İftira Olayı, Fersa Matbaası, Ankara 1978, s.1-3.

[173] Kadri Cemil Paşa, age, s.101.

[174] İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, Arı Matbaası, Aralık 2005. s.89-90.

[175] İM/T12/90/829/6/1-13

[176]  Ahmet İlyas, “Milli Mücadele Döneminde Önemli Bir Şahsiyet:Ali Saib Ursavaş”, Turkish Studies 2015, s.242-243.

[177] TBMM Arşivi 564 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1 s.107; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.8; Mustafa Müjdeci, Cem Karakılıç, “Atatürk’ün Okul, Silah ve Dava Arkadaşı Miralay Lütfi Müfit Özdeş: Hayatı ve Askeri-Siyasi Faaliyetleri”History Studies, 2013, s.120- 145.

[178] TBMM Arşivi 542 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1 s.104; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.9.

[179] Akyol, age, s.463-465.

[180] Örgeevren, age, s.281.

[181] Akyol, age, s.456.

[182] TBMM Arşivi 466 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1 s.87; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.6; Aybars, age, s.408.

[183] TBMM Arşivi 251 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1, s.96; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.7.

[184] TBMM Arşivi 499 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1, s.94; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.5.

[185] TBMM Arşivi 567 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü, Cilt 1, s.108; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.7.

[186] İM/T12/90/827/66/5

[187] İM/T14/60/630/32/33

[188] İM/T12/92/834-2/86/12

[189] İM/T12/90/827/15/1

[190] İM/T12/88/819/27/1-2

[191] İM/T12/85/816-1/15/13-14-15

[192] İM/T12/88/819/27/4

[193] Doğan, age, s.171.

[194] Örgeevren, age, s.114.

[195] Örgeevren, age, s.132-149.

[196] Aybars, age, s.130.

[197] TBMM Z.C., D.1, C.4, İ.63, s.93-101.

[198] Küçük, “agm”, s.351.

[199] TBMM Z.C., D.1, C.21-22, İ. s.77-83.

[200] Tuncay, “İstiklalMahkemeleri”, s.940.

[201] Aybars, age, s.122-124.

[202] Shaw, age, s.452

[203] Karpat, age, s.47

[204] Lewis, age, s.265.

[205] Lewis, age, s.270.

[206] Doğan, age, s.168.

[207] Tuncay, age, s.155

[208] Çağlar Kırçak, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayın. Mart 2001, s.32.

[209] Atatürk, age, Cilt 2, s.894-895.

[210] Şark İ.M. 650 Numaralı Karar Defteri.

[211] İM/T14/55/87

[212] İM/T12/84/805-2/50/1-2

[213] İM/T12/97/843-1/12/8-11

[214] İM/T12/87/814/12/15 Belge 6

[215] İM/T12/87/814/11/16

[216] İM/T12/87/814/11/14-15

[217] İM/T12/85/805-6/187/2

[218] İM/T12/85/805-7/211/2-3

[219] İM/T12/85/805-6/170/1-6

[220] Tuncay, age, s.167.

[221] İM/T12/90/827/63/1-2-3

[222] İM/T12/81/800-1/1/3; İM/T12/81/800-1/1/1

[223] İM/T12/88/822/15/9

[224] İM/T12/88/822/15/1-29

[225] Akyol, age, s.503.

[226] Örgeevren, age, s.151.

[227] Aybars, age, s.239.

[228] Akyol, age, s.504, Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul 1989, s.46-63.

[229] Azmi Nihat Erman, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Temel Yayınları, İstanbul 1971, s.112.

[230] Örgeevren, age, s.275.

[231] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s. 355

[232]  200, 202, 224, 282, 291, 326, 339, 405, 416, 724, 734, 760 numaralı kararların dosyalarında bazı maznunların avukat tuttuğuna dair vekâletnameler bulunmaktadır.

[233] İM/T12/91/830/42/10-13

[234] İM/T12/91/833/7/6

[235] İM/T12/87/816/3/4-5

[236] İM/T12/84/805-3/66/1-2-3-4

[237] İM/T12/84/805-3/62/1-2-3-4

[238] İM/T12/93/836-2/40/1, İM/T12/93/836-2/40/1-2

[239] İM/T12/93/836-2/71/1

[240] İM/T12/88/820/13/1-2

[241] İM/T12/90/827/72/2

[242] İM/T12/84/805-3/84/3-4-5

[243] İM/T12/97/843-1/9/1-2

[244] İM/T12/97/843-1/11/17

[245] İM/T12/97/843-1/9/3-4

[246] Dilipak, age, s.46-63; Aybars, age, s.400.

[247] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, 2.Kısım, İstanbul 1960, s.224.

[248] Doğan, age, s.174.

[249] Tuncay, age, s.151.

[250] Tuncay, age, s.151.

[251] Fergan, age, s.105-106.

[252] Doğan, age, s.174.

[253] Akyol, age, s.503.

[254] İM/T12/97/843-1/11/17

[255] Doğan, age, s.171.

[256] Örgeevren, age, s.137.

[257] Örgeevren, age, s.143.

[258] Bkz Tablo 1. Bu mesai cetvelleri T14 dosyasında farklı yerlerde bulunmaktadır. Tabloda bu 22 cetvelin birleştirilmiş hali verilmiştir. Örnek bir mesai cetveli için Belge 7

[259] Bkz Tablo 2. Bu tabloda 6 cetvelin birleştirilmiş hali verilmiştir. İM/T12/91/832/6

[263] İM/T14/9/60/10/1

[264] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge Yayınları, Ankara 1992, s.186.

[265] İM/T12/84/805-2/34/2

[266] İM/T12/97/843-1/14/16 Belge 8

[267] Tuncay, age, s.173.

[268]  “Harp ve İsyan Sahalarındaki İdare-i Örfiye Mıntıkalarında Müteşekkil Divan-ı Harplerden verilecek İdam Kararlarının Suret-i İcrasına Dair Kanun” 31 Mart 1925 tarih ve 595 numaralı Kanun.

[269] TBMM Z.C., D.2, C.18, İ.107, s.245.

[270] İM/T12/86/807-1/21/1

[271] Vakit Gazetesi, 20 Nisan 1925, s.1.

[272] Vakit Gazetesi, 27 Nisan 1925, s.1.

[273] İM/T12/86/808/19/2

[274] İM/T12/86/808/19/1

[275] İM/T12/86/808/18/1-2-3-4-5-6

[276] İM/T12/86/808/17/1-2-3

[277] İM/T12/86/808/14/1-2-3-4

[278] İM/T12/86/808/13/1-2-3-4-5, İM/T12/86/808/11/1-2

[279] İM/T12/86/808/10/1-2-3

[280] İM/T12/86/808/8/1-2-3-4-5-6, İM/T12/86/808/7/1-2-3-4-5-6-7-8-9

[281] İM/T12/86/808/8/7-8

[282] İM/T12/86/808/5/1-2-3-4-5-6

[283] İM/T12/86/808/5/7-8

[284] İM/T12/84/805-2/38/9

[285] İM/T12/85/806-1/15/1-5

[286] İM/T12/82/801-1/1/1-4

[287] İM/T12/833,834,835,836 Tenfiz-i İlamat dosyaları. Örnek bir infaz zabıt varakası için Belge 9

[288]  Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992,s.191-192. ( Şeyh Said isyanı ile ilgili olarak “Türkler ve Kürtler arasında, aynen Ermeniler ile Türkler arasında olduğu gibi çok derin uçurumlar açılmış olduğundan artık aralarında hiçbir barış yolu kalmamıştı” diyen Sasonu gibi kişilerin, idam edilenlerin son sözlerinde dair yazdıklarının gerçek olmadığı aşikârdır. Sasuni, age, 193.

[289] İM/T12/90/826-2/3/4

[290] İM/T12/91/830/26/3

[291] İM/T12/91/830/27/5-6-7-11

[292] İM/12/91/830/26/2

[293] İM/T12/90/827/71/1-2-3

[294] İM/T12/89/826-1/45/1-2

[295] İM/T12/83/805-1/12/6

[296] İM/T12/91/831/31/5

[297] İM/T12/88/819/3/1-5

[298] İM/T12/88/819/33/13

[299] İM/T12/84/805-2/56/1-2-3

[300] İM/T12/84/805-4/105/1

[301] Zekeriya Kurşun, “Şeyh Said”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt Ek-2, s.566-568.; Toker, age, 30-31.

[302] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.3.

[303] Toker, age, s.32.

[304] İM/T12/10/69-6/65/9

[305] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.24-27. Toker, age, s.32.

[306] İM/T12/84/805-2/51/3

[307] İM/T12/87/815/1/4-5-6-7-8

[308] Belge 10

[309] Belge 11

[310]  Savcı tarafından alınan 21 Mayıs tarihli ifadenin orijinali mahkeme dosyasında bulunmasına rağmen 16 Nisan tarihinde Varto Müstantikliği tarafından tutulan ifadenin orijinali mahkeme dosyasında bulunmamaktadır.

[311] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.1-34.

[312] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.34-98.

[313]   Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.98-149. Burada verilen yargılama tarihleri Şark İstiklal Mahkemesi dosyalarında bulunan Osmanlıca muhakeme zabıtnamesine göre verilmiştir. Ancak zabıtnamede verilen bazı tarihler dönemin gazeteleri ile örtüşmemektedir. Zabıtnameye göre 1 Haziran 1925’te muhakemesi yapılan sanıkların bir kısmının muhakemeleri dönemin gazete haberlerine göre 31 Mayıs tarihinde yapılmıştır.

[314] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.149-173.

[315] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.173-197.

[316]  Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.198-243. Zabıtnameye göre 9 Haziran 1925’te yapılan bazı muhakemeler, dönemin gazete haberlerine göre 10 Haziran 1925’te yapılmıştır.

[317] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.243-268.

[318] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.268-287.

[319] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.287-308.

[320]  Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.309-350. Dönemin gazete haberlerine göre bu muhakeme 27 Haziran 1925 tarihinde yapılmıştır ki doğru olan tarih budur. Muhakeme zabtında yanlış yazılmıştır.

[321] Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.350-366.

[322] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.74-82.

[323] İM/T12/9/69-2/3/3 (Şeyh Said ve rüfekası hakkındaki hüküm hülasasını gösteren defter)

[324] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.321-322.

[325] Mumcu, age, s.41.

[326] İM/T12/9/69-4/45/9-18

[327] İM/T12/9/69-2/3/4 (Şeyh Said ve rüfekası hakkındaki hüküm hülasasını gösteren defter)

[328] Mumcu, age, s.83.

[329] İM/T12/10/69-5/46/8

[330] Şark İM 650 Numaralı Karar Defteri, s.156.

[331] İM/T12/9/69-2/3/4-5; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.89-94.

[332] İM/T12/9/69-2/3/5; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.94-95.

[333] İM/T12/9/69-2/3/6; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.95-96.

[334] İM/T12/9/69-2/3/6; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.96-97.

[335] İM/T12/9/69-2/3/7; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.97-98.

[336] İM/T12/9/69-2/3/7; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.98-100.

[337] İM/T12/9/69-2/3/8; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.100-102.

[338] İM/T12/9/69-2/3/8; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.102-103.

[339] İM/T12/9/69-2/3/9; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.103-105.

[340] İM/T12/9/69-2/3/9; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.106-107.

[341] İM/T12/9/69-2/3/10; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.107-109.

[342] İM/T12/9/69-2/3/10; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.109-110.

[343] İM/T12/9/69-2/3/11; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.110.

[344] İM/T12/9/69-2/3/11; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.111.

[345] İM/T12/9/69-2/3/12; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.111-112.

[346] İM/T12/9/69-2/3/12; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.112.

[347] İM/T12/9/69-2/3/13; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.113.

[348] İM/T12/9/69-2/3/13; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.113-114.

[349] İM/T12/9/69-2/3/14; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.114-115.

[350] İM/T12/9/69-2/3/14; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.115.

[351] İM/T12/9/69-2/3/15; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.115-119.

[352] İM/T12/10/69-6/72/26

[353] İM/T12/9/69-2/3/115; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.119-126.

[354] İM/T12/9/69-2/3/16; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.126-128.

[355] İM/T12/9/69-2/3/16; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.128-129.

[356] İM/T12/9/69-2/3/17; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.129-130.

[357] İM/T12/9/69-2/3/17; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.130.

[358] İM/T12/9/69-2/3/18; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.130-134.

[359] İM/T12/9/69-2/3/18; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.134-135.

[360] İM/T12/9/69-2/3/19; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.135.

[361] İM/T12/9/69-2/3/19; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.135-144.

[362] İM/T12/9/69-2/3/20; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.144-149.

[363] İM/T12/9/69-2/3/20; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.150-151.

[364] İM/T12/9/69-2/3/21; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.151-152.

[365] İM/T12/9/69-2/3/21; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.152-153.

[366] İM/T12/9/69-2/3/22; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.153-157.

[367] İM/T12/9/69-2/3/22; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.305-306.

[368] İM/T12/9/69-2/3/23; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.306-307.;İM/T12/10/69-8/99/1-29.

[369] İM/T12/9/69-2/3/23-24-25; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.307-308.;İM/T12/10/69-8/98/1-17.

[370] İM/T12/9/69-2/3/25; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.308.

[371] İM/T12/9/69-2/3/26; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.163-170.

[372] İM/T12/9/69-2/3/26; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.170-171.

[373] İM/T12/9/69-2/3/27; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.172-173.

[374] İM/T12/9/69-2/3/27; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.172.

[375] İM/T12/9/69-2/3/28; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.173-174.

[376] İM/T12/9/69-2/3/28; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.174-183.

[377] İM/T12/9/69-2/3/29; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183.

[378] İM/T12/9/69-2/3/29; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183.

[379] İM/T12/9/69-2/3/30; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183-186.

[380] İM/T12/9/69-2/3/30; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.186-187.

[381] İM/T12/9/69-2/3/31; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.187-188.

[382] İM/T12/9/69-2/3/31; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.188.

[383] İM/T12/9/69-2/3/32; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.188-191.

[384] İM/T12/9/69-2/3/32; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.191-201.

[385] İM/T12/9/69-2/3/33; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.201-212.

[386] İM/T12/9/69-2/3/33; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.212-214.

[387] İM/T12/9/69-2/3/34; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.214-230.

[388] İM/T12/9/69-2/3/34;İM/T12/11/69-1

[389] İM/T12/9/69-2/3/35;İM/T12/11/69-1

[390] İM/T12/9/69-2/3/35;İM/T12/11/69-1

[391] İM/T12/9/69-2/3/36;İM/T12/11/69-1

[392] İM/T12/9/69-2/3/36; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.243-244.

[393] İM/T12/9/69-2/3/37; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.244.

[394] İM/T12/9/69-2/3/37; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.244-247.

[395] İM/T12/9/69-2/3/38; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.247-249.

[396] İM/T12/9/69-2/3/38; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.230-241.

[397] İM/T12/9/69-2/3/39; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.241-243.

[398] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.249

[399] İM/T12/9/69-2/3/40; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.250-253.

[400] İM/T12/9/69-2/3/40; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.253.

[401] İM/T12/9/69-2/3/41; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.253-260.

[402] İM/T12/9/69-2/3/41; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.260-261.

[403] İM/T12/9/69-2/3/42; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.261-268.

[404] İM/T12/9/69-2/3/45; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.268-278.

[405] İM/T12/9/69-2/3/46; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.287-289.

[406] İM/T12/9/69-2/3/46; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.279-287.

[407] İM/T12/9/69-2/3/47; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.289-294.

[408] İM/T12/9/69-2/3/47; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.294-295.

[409] İM/T12/9/69-2/3/48; Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.295-297.

[410] İM/T12/9/69-2/3/48

[411] Cemal, age, s.14.

[412] Fırat, age, s.192-193.

[413] Dersimi, age, s.183.

[414] Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kürdistan, Öz-ge Yayınları, Ankara 1991, s.85.

[415] Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, Ankara 1992, s.54.

[416] Mumcu, age, s.41. Mumcu, Olson’a atıf yaptığı başka bir yerde cemiyetin başkanını Cibranlı Halid olarak göstermektedir. Mumcu, age, s.159.

[417] Abdulhaluk M. Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 458.

[418] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge Yayınları, Ankara 1992, s.72.

[419] Olson, age, s.77.

[420] Yaşar Kalafat, Bir Ayaklanmanın Anatomisi Şeyh Sait, Asam Yayınları, Ankara 2003, s.111.

[421] Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.411-413.; Olson, age, s.73-74.;

[422] Bruinessen, age, s.411-412

[423] Olson, age, s.278.

[424] Bruinessen’in kaynaklarından birisi olan Hasan Hişyar Serdi, daha sonra yayınlanan hatıralarında isyan hakkında geniş bilgiler vermektedir. İsyan zamanında 17-18 yaşlarında olan Hasan Hişar, hatıratında isyanın başlama sürecini ve Piran Olayı’nı kendisini de işin içine katarak anlatmaktadır. Ancak onun anlattıklannın ne Şeyh Said’in anlatımıyla ne de resmî raporlarla bir ilgisi vardır. Serdi, her önemli olayda kendisini de olayın bir parçası olarak anlatır. Ayrıca bulunmadığı toplantıları da, toplantılara katılmış gibi anlatmakta ve Şeyh Said’in bu toplantılarda Kürtçülük üzerine attığı nutuklardan bahsetmektedir. Ancak onun Şeyh Said’e atfettiği bu sözler hem Şeyh Said’in ifadelerine, hem de ele geçen mektupların muhteviyatına tamamen zıttır. Bunun yanında Fethi Bey’i TCF başkanı olarak göstermektedir. Ayrıca isyancıların rakamını 70000, Hani’de esir edilen asker sayısını ise 12000 olarak vermektedir. Ankara ve Şark İstiklal Mahkemelerinde idam edilen şahısların 20000 kişi olduğunu, 1 milyon kişinin yargılandığını söylemektedir. Bu açıdan bakıldığında Hişyar’ın vermiş olduğu bilgilerin güvenilir olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Bruinessen’in Hişyar’a dayanarak eserinde yer verdiği bazı bilgiler, daha sonra hazırlanan birçok kitapta hiç eleştirilmeden doğru kabul edildiği görülmektedir. Hasan Hişyar Serdi, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994, s.191-306.

[425] Olson, age, s.278.; Bruinessen, age, s.411-413.

[426] Fırat, age, s.192-194.

[427] Dersimi, age, s.183.

[428] Kadri Cemil Paşa, age, s.85

[429] Bruinessen, age, s.411.; Olson, age, s.72.

[430] Kadri Cemil Paşa, age, s.85.

[431] Fırat, age, s.185-187.

[432] Olson, age, s.76.; Kadri Cemil Paşa, age, s.86.; Fırat, age, s.195.

[433] Olson, age, s.76-77.

[434] İhsan Ş. Kaymaz, Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı, Kaynak Yayınları, İstanbul 2014, s.110- 112.

[435] Kaymaz, age, s.118-121.

[436]  Kasım Bey’in, Mahkeme savcısı Ahmed Süreyya Bey tarafından 16 Mayıs 1925 tarihinde yapılan sorgusunda, savcının “Ali Rıza geldiğinde babasına neler söylemiş ve İstanbul’da kimlerle temas etmiştir?” sorusuna şu şekilde cevap verdiği yazmaktadır: “Ali Rıza babasıyla görüştüğünde bize uzaktı bilmem. Yalnız ben kendisine bu fikrin musib olmadığını ve bu hareketinin doğru olmadığını söylediğimde, o da bana İstanbul’da Seyyid Abdülkadir ile görüştüğünü ve Seyyid Abdülkadir’in kendisine İngiliz nüfuzuyla Kürdistan İstiklali yapılacağını söyleyeceğini bildirmişti. Ben tekrar bunun bir hayal olduğunu doğru olmadığını söylemiştim.” İM/T12/10/69-5/46/6

[437] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.84-87.

[438] İM/T12/10/69-5/46/6

[439] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.163.

[440] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.162.

[441]  Cemal, age, s.76. (Esasen bu örgüt hakkında başta Behçet Cemal olmak üzere birçok kişinin verdiği bilgiler Kasım Bey’in mahkemedeki ifadelerine dayanmaktadır. Bunun haricinde örgütle ilgili çok fazla bilgi yoktur. Yalnız İngiliz arşivlerine dayanarak örgüt hakkında yeni bilgiler veren Olson ve Bruinessen olmuştur.

[442] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.225.

[443] Şadillili Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar 1, Kon Yayınları, Ankara 1980, s.75.

[444] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.207.

[445] Cemal, age, s.19.

[446] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.208.

[447] Cemal, age, s.14.; Yavuz Özdemir, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye, Sayı 44, Mart-Nisan 2002, s.486.;

Dersimi, age, s.184.

[448] Fırat, age, s.192-194.

[449]  Fırat, age, s. 195. Yusuf Ziya’nın isyanın liderlerinden biri olarak Şeyh Said’in ismini verdiğine dair mahkeme zabıtnamesinde veya dosyalarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Yusuf Ziya’nın Divan-ı Harp’teki yargılama dosyasını İstiklal Mahkemesinin incelediği anlaşılıyor. Ancak Yusuf Ziya’nın Divan-ı Harp yargılamasına dair olan dosyası İstiklal Mahkemesi dosyaları arasında bulunmamaktadır. Bir belgede Yusuf Ziya ve arkadaşlarına ait dosyanın 14 Temmuz 1925 tarihinde Diyarbekir’de 7. Kolordu Komutanlığına iade edildiği yazılıdır. Bu açıdan, Yusuf Ziya’nın böyle bir ifadesi olması halinde İstiklal Mahkemesinde gündeme gelmiş olması gerekirdi. İM/T12/90/826-2/3/4

[450] Mumcu, age, s.41-42.

[451] Olson, age, s.140.; Bruinessen, age, s.414-415.; Cemal, age, s.19-20.; Örgeevren, age, s.41.

[452] Bayram Yurtçiçek, “Şeyh Sait Ayaklanması ve Cumhuriyet Devrimi”, Teori, Eylül 2011, s.8

[453] Bruinessen, age, s.387,411-413; Olson, age, s.140.; Özdemir, “agm” s.487.; Cemal, age. s.19.

[454] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.16;27.

[455] Bruinessen, age, s.412.

[456] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.27.

[457] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.16.

[458] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.33-34.

[459] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.23.

[460] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.47.

[461] Kadri Cemil Paşa, age, s.91.

[462] Kadri Cemil Paşa, age, s.92.

[463] IM/T12/3/32-2/21/5

[464] Örgeevren, age, s.47.

[465] Yavuz Özdemir, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye, Sayı 44, Mart-Nisan 2002, s. 487-488.; Cemal, age, s.23-25.; Örgeevren, age, s.37-38.; Kaymaz, age, s.123.

[466] Örgeevren, age, s.39-40.

[467] Dersimi, age, s.185.; İbrahim Sediyani, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı, Cilt 2, Şura Yayınları, İstanbul 2014, s.281.

[468] Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kurdistan, Öz-ge Yayınları, Ankara 1991, s.87-88.; Dersimi, age, s.185.

[469] Fırat, age, s.198.

[470] Mahkeme dosyasında bulunmayan bu fetva ve aynı tarihte Şeyh Said’in Hormek aşireti reislerine yazdığı söylenen mektuba “İsyan Hakkında Yapılan İhbarlar” bölümünde yer verilmiştir.

[471] Fırat, age, s.192-202.

[472] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.4.

[473] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.5-6.

[474] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.6.

[475]  Burada bahsi geçen mektuba ileride yer verilmiştir (Belge 12). Ancak mektupla ilgili Şeyh Said’in söylediklerine dair farklı kayıtlar vardır. Yukarıda görüldüğü üzere Osmanlıca zabıtnamede Şeyh Said bu mektup için “Oyazı benim değildir. İmza da benim değildir” tabirini kullanmıştır (Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.9-10.). Ancak Şeyh Said, Savcı Ahmed Süreyya Bey tarafından daha önce alınmış olan ifadesinde bu mektup için “Bu mektubun zirindeki imza benim fakat yazısı katibim Liceli Bilal Efendi mahdumu Fehmi Efendi’ye aittir” diyerek cevap vermiştir. (Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.30.). Ahmed Süreyya Bey’in hatıratında bu kısım “O yazı benim değildir, imza benim” olarak geçmektedir. (Örgeevren, age, s.195.) Zabıtnameye sehven yanlış yazılmış olma ihtimaline karşı, tutanakların müsveddelerine baktığımız zaman, orada da “İmza benim değildir” olarak yazılı olduğu görülmektedir. Savcının hatıratı ile ilk sorgusundaki ifadeler birbirini desteklemekte, ancak muhakemenin ilk günündeki Şeyh Said’in ifadesiyle çelişmektedir. Bu durumda ya zabıtnamenin müsveddesine ve dolayısıyla temiz haline bu kısım yanlış yazılmıştır. Ya da Şeyh Said, savcıya verdiği ifadesini daha sonra mahkeme esnasında değiştirmiştir.

[476] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.9-10.

477  Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.13.

[478] İM/T12/9/69-4/44/12-13 Belge 12

[479] Örgeevren, age, s.31-32.; Bir kaynakta bu beyannamenin İstanbul’daki Kürt alimler tarafından 21 Şubat 1925 yayınlandığı yazıdır. Sediyani, age, s.315-317.; Başka bir kaynakta ise bu belgenin bir nüshasının bir müsademede öldürülen Muallim Fahri’nin üzerinde bulunduğu ve isyandan çok önce yazılıp imzalandığı söylenmektedir. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge yayınları, Ankara 1993, s.402.

[480] İM/T12/13/69-17/254/2 Belge 13

[481] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.30.

[482] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.31-32.

[483] Örgeevren, age, s.29.

[484] Örgeevren, age, s.36-37.

[485] İM/T12/10/69-6/72/4 Belge 14

[486] Örgeevren, age, s.20.

[487] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.87.

[488] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.88.

[489] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.88-89.

[490] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.115.

[491] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.135-136.

[492] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.139.

[493] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.57.; İM/T12/10/69-5/58/6-7-8.

[494] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.232.

[495] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.67.

[496] İM/T12/90/829/31/1-2-3

[497] İM/T12/87/816/16/1-11

[498] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.64.

499  İM/T12/12/69-13/173/10-11

[500] Fırat, age, s.195.

[501] Fırat, age, s.199-200.

[502] Fırat, age, s.200.

[503] Fırat, age, s.199.

[504]  Telgrafın Hamdi Bey’in teşviki ile çekildiğini Vali İsmail Hakkı Bey bir yazısında söylüyor. Ayrıca Muallim Mehmed Zeki Bey’in çekmiş olduğu üç telgraf vardır; ikisi 5 Ocak, diğeri 13 Ocak tarihlidir. Bu telgraf, 5 Ocak ve 15 numaralı olan telgraftır. Bu telgraf bazı belgelerde 6 Ocak tarihli olarak geçiyor. 5 Ocak tarihli diğer telgraf ise bir belgede 15 Ocak tarihi ile geçmektedir. 13 Ocak tarihli telgraf ise 49 numaralıdır. Yapılan bir yazışmada Muallim Mehmed Zeki adına Çapakçur’dan 15, Merkez vilayetten ise 49 numaralı iki telgraf çekildiği, Muallim adına başka çekilen bir telgraf olmadığı yazmaktadır. 95 numaralı telgraf Ali Onbaşı tarafından çekilmiştir. Bununla birlikte bu üç telgraftan sadece 5 Ocak tarihli bir telgraf 7 Ocak tarihinde Dahiliye Vekili Cemil Efendi’ye verilmiştir. Diğer ikisinin geldiğine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.

[505] İM/T12/12/69-12/158/8

[506] Türkili gazetesi, 30 Mayıs 1341, Numara:53, s.3

[507] Hamdi Bey’in raporunda Molla Said-i Kürdi olarak bahsettiği kişi Şeyh Said değildir. Bu kişi Bediüzzaman Said Nursi olmalıdır. Tartışmalar olsa da belgeler Said Nursi’nin Kürt Teali Cemiyeti üyelerinden olduğunu göstermektedir. Şeyh Said ile Said Nursi’nin karıştınldığı anlaşılmaktadır. Cumhuriyet gazetesinin 16 Şubat 1925 tarihli nüshasında şöyle yazmaktaydı: “Şubat’ın on üçüncü günü Ergani’nin Piran karyesindeki jandarma müfrezesiyle o civara gelen Şeyh Said Beidüzzaman ve avanesi arasında bir müsademe olmuş....'' 23 Şubat 1341 tarihli İstiklal gazetesinde ise şöyle yazmakta idi: “Şeyh Said, Bediüzzaman değildir. Bazı gazeteler Şeyh Said’in Bediüzzamnü’l-Kürdi olduğunu yazmışlarsa da asinin aslen Palu kasabası ahalisinden olup mülga Daru’l-hikmetü’l-İslamiye azalığında bulunan zat olmadığı anlaşılmıştır' yazmaktadır. Behçet Cemal’in eserinde de Şeyh Said için “Şeyh Said Bediüzzaman' tabiri kullanılmaktadır ki bu karışıklığın sebebinin Cemal’in eserinin bir bölümünü Cumhuriyet gazetesinin haberlerini esas alarak hazırlamış olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

[508] İM/T12/12/69-12/60/9-10

[509] İM/T12/12/69-12/160/15-16-17-18

[510] İM/T12/12/69-12/161/6-7-8-9-10

[511] İM/T12/83/805-1/3/1;İM/T12/83/805-1/4/6

[512] İM/T12/12/69-12/159/4-11

[513] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.323-324.

[514] İM/T12/86/808/13/4

[515] İM/T12/12/69-12/159/4-11

[516] İM/T12/12/69-12/153/31

[517] Cemal, age, s.7.

[518] Toker, age, s.17.

[519] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967, s.45.

[520] Kalafat, age, s.31.

[521] Goloğlu, age, s.142.

[522] Goloğlu, age, s.143.

[523] Şadilli Vedat, age, s.70.

[524] Tuncay, age, s.136.

[525] Çağlar Kırçak, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayın. Mart

2001, s.23-24

[526] Mumcu, age, s.136.

[527] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2000, s.266.

[528] Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993, s.57.

[529] Kaymaz, age, s.153-155.

[530] M. A. Hasretyan, Kemal M. Ahmad, M. Cıwan, 1925 Kürt Ayaklanması, Jina Nu Yayınevi, Uppsala 1985, s.32.

[531]  Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992, S.191.

[532] Olson, age, s.140.; Bruinessen, age, s.414-415.; Cemal, age, s.19-20.

[533] Hasretyan, age, s.12-13.

[534] Yurtçiçek, “agm” s.8.

[535] Bruinessen, age, s.441-443.

[536] Bruinessen, age, s.389-390.

[537] Hallı, age, s.121-124.

[538] Tuncay, age, s.139-141.

[539] Örgeevren, age, s.40-41.

[540] Örgeevren, age, s.20-21.

[541] İnönü, age, 202-203.

[542] Başbakanlık Baş Vekâlet Arşivi. Baş Vekâlet Kalem-i Mahsus Müdüriyeti No:1845

[543] Dersimi, age, s.192.

[544] Hasretyan, age, s.32.

[545] Mahmut Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi:1925-1927, Kitap Yayınevi, İstanbul 2013, s.29-30.

[546] Tuncay, age, s.136.

[547] Akyol, age, s.467.

[548] İstiklal gazetesi, 26 Şubat 1925, No: 88, s.1

[549] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, 2.Kısım, İstanbul 1960, s.142;163.

[550] Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni/Siyasi Hatıralarım, Cilt 2, Emre Yayınları, İstanbul 1993, s.181- 183.

[551] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.4-5.

[552] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.9.

[553] 28 Şubat 1337 tarihinde kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu, 9 Nisan 1924 tarihinde değiştirilerek içki yasağı kaldırılmıştır.

[554] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.10.

[555] İM/T12/10/69-6/72/40 Belge 15

[556] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.11-12.

[557]  10 Nisan 1928 yılında yapılan değişiklikle 1924 Anayasasının “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesi kaldırılmıştır.

561 Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.16.

[559] Bu mektuba, “Şeyh Said’in İfadelerine ve Mektuplara Göre Tertip” bölümünde yer verilmiştir. Belge 12

[560] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.30. (Bununla ilgili bir açıklama için bkz dipnot 475)

[561] İM/T12/10/69-6/72/21-22

[562] İM/T12/10/69-5/57/2

[563] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.12.

[564] İM/T12/13/69-17/254/2 Bu beyannameye daha önceki bölümlerde yer verilmiştir. Belge 13

[565] İM/T12/10/69-5/58/11

[566] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.38-39.

[567] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.50.

[568] İM/T12/10/69-5/47/10 Belge 16

[569] İM/T12/10/69-5/47/9 Belge 17

[570] İM/T12/10/69-5/58/6

[571] İM/T12/9/69-4/44/23-24 Belge 18

[572] İM/T12/10/69-5/58/7-8

[573] İM/T12/10/69-5/47/8 Belge 19

[574] İM/T12/11/69-9/118/18-20

[575] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.157.

[576] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.139-140.

[577] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.140.

[578] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.141.

588  Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.206.

[580] İM/T12/12/69/12/153/34-35

[581] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.206.

[582] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.24.

[583] İM/T12/10/69-5/49/5

[584] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.137-138.

[585] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.138-139.

[586] İM/T12/10/69-6/65/2-13

[587] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.167.

[588] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.168.

[589] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.230-232.

[590] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.349.

[591] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.92.

[592] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.110.

[593] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.85.

[594] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.164.

[595] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.188.

[596] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.202-203.

[597] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.205.

[598] İM/T12/7/51/2/1 (Şark İM. Karar 51)

[599] İM/T12/8/62/5/2

[600] İM/T12/8/64/4/5

[601] Kadri Cemil Paşa, age, s.45.

[602] Kadri Cemil Paşa, age, s.85.

[603]  Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1978, s.305-309.

[604] Bruinessen, age, s.414.

[605] Bruinessen, age, s.393.

[606] Bruinessen, age, s.414.

[607] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.24. (Varto’da alınan ifadesinden)

[608] Cemal, age, s.17.

[609] Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Sanem Matbaası, Ankara 1981, s.197.

[610] Bruinessen, age, s.433.

[611] İM/T12/84/805-2/44/7, İM/T12/84/805-2/43/1-2

[612] İM/T12/90/829/31/1-2-3

[613] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.67.

[614] İM/T12/87/816/16/11

[615] İM/T12/12/69-12/153/34-35

[616] İM/T12/87/811/2/2-17

[617] İM/T12/12/69-13/173/15

[618] M/T12/11/69-11/41/8

628  İM/T12/29/201/4/1-11

[620] Kaymaz ,age, s.103-105.

[621] Bilal N. Şimşir, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, Ankara 2011, s.115-118.

[622] Toker, age, s.13.; Cemal, age, s.39.

[623] Toker, age, s.17.

[624] TBMM Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.308-309.

[625] İstiklal Gazetesi, 26 Şubat 1925, No: 88, s.1

[626] Kısakürek, age, s. 53-54.

[627] Mumcu, age, s.13;22-23

[628] Kaymaz, age, s.133-134.

[629]  Cemal, age, s.48-49. Aslında Behçet Cemal’in kitabında geçen bu bölüm Cumhuriyet gazetesinin 26 Şubat 1925 tarihli nüshasında çıkan bir habere dayanmaktadır. Haberde şöyle denilmekteydi: “İsyan sahasında muhtelif eşkâlde tevzi edilen beyannamelerde ezcümle ‘Halife sizi bekliyor. Hilafetsiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten ihraç edilmemiştir. Şiarımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet müdemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor ’ denilmektedir. Bu beyannameler Şeyh Said’in elinde olmayan ve olması imkânı bulunmayan muhtelif ve fenni vesait ile atılmaktadır. Diğer taraftan mahalli küçük kuvvetlerimizin eline geçen üseranın kıyafeti ecnebi kıyafet-i askeriyesidir. Gerek beyannamelerin fenni vesait ile tevzii, gerek bu kıyafet ve bilhassa mezkûr kıyafeti lâbis usatın ceplerinde bulunan ecnebi banknotları hadisenin çok evvelden tertip edilmiş, ecnebilerin muanenetini temin olunduktan sonra başlamış olduğu hissini vermektedir” (Cumhuriyet, 26 Şubat 1925, numara: 291 s.1) Haberi yapan kişi bu emarelerin yabancılardan yardım aldıktan sonra isyanın başlamış olduğu “hissini vermektedib’ demesine rağmen Behçet Cemal “yabancı bir devletten yardım gören siyasi bir karşı ihtilal mahiyetinde olduğunu açıkça belirtiyordu” demektedir. Ayrıca bu haberin baş kısmında, aslı olmamasına rağmen Malatya, Diyarbekir ve Ergani’in isyancıların eline geçtiği de yazmaktadır ki bu yalan haber 28 Şubat 1925 tarihli Meclis görüşmelerinde gündeme gelmiş ve Ergani mebusu İhsan Hamit Bey Cumhuriyet gazetesinde çıkan bu yalan neşriyatla ilgili Hükümetin ne tür tedbirlere başvuracağını sormuş, Dâhiliye Vekili Cemil Bey de bu tür yayınlar hakkında kanuni takibat yapılması için teşebbüste bulunulduğunu söylemiştir. Benzer bir haber 8 Nisan 1925 tarihli Vakit Gazetesinde “Genç İsyanında

İngilizlerin oynadığı rol” başlığı altında da yer almıştır. Ergün Aybars da eserinde Behçet Cemal’in dediklerini yineleyerek, bu sayılanların “ayaklanmanın yabancı bir ülke tarafından desteklendiğini kanıtlıyordu” demekte ve hem Behçet Cemal’e hem de TBMM Arşivi dosyalarına dipnot atmaktadır. (Aybars, age, s.213.) Ancak bu arşiv dosyalarında, asilerin ileri teknikle bastığı bir beyanname -en azından matbu- bulunmamakla birlikte yine İstiklal Mahkemesi dosyalarında isyancıların üzerinde yabancı üniforma, para vs. bulunduğuna dair bir belge mevcut değildir ve bu iddia sanıkların muhakemesi sırasında da gündeme gelmemiştir.

639 Kalafat, age, s.37.

640  Tuncay, age, s.137.

[632] Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1992, s.158.160.

[633] Olson, age, s.192.

[634] Kaymaz, age, s.140-141.

[635] Bruinessen, age, s.413.

[636] Bruinessen, age, s.432.

[637] Dersimi, age, s. 192.

[638] Şimşir, age, s.126-127.

[639] Şimşir, age, s.132-134.

[640] Olson, age, s.192-193., Akyol, age, s.471 .

[641] Olson, age, s. 174.

[642] Tuncay, age, s.142-143.

[643] Olson, age, s.196.

[644] İnönü, age, s.202.

[645] Olson, age, s.192.; Akyol, age, s.470-471.; Bruinessen, age, s.431, Yurtçiçek, “agm”, s.13.;

[646] 2 Haziran 1925 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde bu bölüm şöyle geçmektedir: “Bu isyanın İngiliz parasıyla döndüğünü sanırım.”

[647] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.85.

[648] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.85-86.

[649] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.162.

[650] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.86.

[651] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.161.

[652] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.87.

[653] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.35.

[654] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.89.

[655] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.91

[656]  Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.92. Şeyh Said ve arkadaşlarının muhakemelerinin bir kısmı dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. Ancak bu gazetelerde, muhakeme sırasında geçen konuşmaların bir kısmınının yanlış aktarıldığı anlaşılmaktadır. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 2 Haziran 1925 tarihli nüshasında Şeyh İsmail ile Şeyh Abdüllatif’in ifadelerinin bir kısmına yer verilmiştir. Bu iki kardeşin İngiliz yardımı ile ilgili ifadeleri gazetede aynen şöyle aktarılmaktadır: “Şeyh Said’in ağzından kulaklarımızla duyduk. Diyarbekir’e girince Cizre’yi almaya gideceğim. İngilizlerle görüşerek hükümet kuracağım dedi.” Aynı ifadeler Vakit Gazetesinin 31 Mayıs 1925 tarihli nüshasında da geçmektedir. Ancak Mahkeme’nin orijinal tutanaklarında böyle bir ifade yoktur. İki kardeşin bu tür ifadeleri, Şeyh Said’in ağzından değil, Nebi adındaki hizmetçiden duydukları yazmaktadır.

Gazete haberlerinde ifadelerin farklı olarak yer almasına bir örnekte şudur: 7 Haziran 1925 tarihli Vakit gazetesinde yer alan bölüme göre Mahkeme Reisi, Şeyh Said’e “Diyarbekir’i almakla ne olacaktı” diye sormuş, Şeyh Said ise: “Diyarbekir’i aldıktan sonra kısas tatbik edecektik, yalancının dilini, hırsızın elini kesecektik. Din böyle emrediyor.” dediği yazmaktadır. Ancak zabıtnamenin orijinalinde böyle bir mülakat geçmemektedir.

[657] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.93.

[658] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.110.

[659] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.202-203

[660] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.205.

[661] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.136-137.

[662] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.167-168.

[663] İM/T12/8/64/4/5

[664]  Bu mektupla ile ilgili olarak Vakit gazetesinde, “İngilizler ve Şeyh Said” başlığı altında şu haber yer almaktadır: “Şeyh Said’in vekayi esnasında cenupta İngilizlerle muhaberede bulunduğu katiyetle söyleniyor. Hatta mesela Monla Emin üzerinde Çan meşayihinden Şeyh Hasan imzasıyla ŞeyhAbdullah’a hitaben yazılan mektupta Şeyh Said ile Malanlı İbrahim Paşa’nın mahdumu arasında irtibat bulunduğunu Çermik, Siverek işgal edildiğinden Diyarbekir’e doğru hareket olunacağını İngilizlerin de bu fikri terviç etmekte olduklarını yazmaktadır. Monla Emin Varto’ya getirildiği zaman Şeyh Abdullah telaş ederek Emin’e Kürtçe aman evrakı ne yaptın diye telaş göstermiştir. Şeyh Emin ’in üzerindeki mühim vesaiki imha ettiği anlaşılmaktadır...” Vakit Gazetesi, 21 Nisan 1925, s.1. Belge 20

[665] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.76-77.

[666] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.101-102.

[667] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.6.

[668]Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.35.

[669] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.30

[670] “Kürtçülük, Kürt Hükümeti Kurma ve Muhtariyet Talebi” Bölümünde bu konu ile ilgili açıklama vardır.

[671] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.318.

[672] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.320.

[673] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.36.

[674] Kadri Cemil Paşa, age, s.88.

[675] Tuncay, age, s.137.

[676] Mumcu, age, s.190-191.

[677] Belgedeki bu kelime “buz” olarak okunmaktadır. Tarafımızdan herhangi bir okuma yanlışı yapılmadı ise veya bu isimde bir silah ya da silah şirketi mevcut değil ise Diyarbekir Postahanesine gönderilen bu kataloglar herhangi bir silah şirketine değil, bir buz makinesi şirketine aittir ve dolayısıyla mahkemede de dile getirilen bu iddia tamamen kamuoyunu yanıltmak için uydurulmuştur. Bu katalogların asıllarının Mahkeme dosyalarında mevcut olmaması ve bu konu ile ilgili tek belgenin de bu belge olasından dolayı bu kelimeyi başka bir belgeden teyit etme imkânı bulunamamıştır. Katalogların gönderildiği adreslerden birisinin “Kürdistan Mezbaha Müdüriyeti” olması, kanaatimizce, katalogların buz makinelerine ait olduğunu desteklemektedir.

[678] İM/T14/8/55/66/1; İM/T12/90/826-2/18/7 Belge 21

[679] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.231-232.

[680] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.236-237.

[681] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.64

[682] İM/T12/11/69-11/41/8 Lice İlk erkek mektebi baş muallimi Ali Fehmi’nin 28 Nisan 341 tarihli raporu

[683] İM/T12/87/811/2/21

[684] İM/T12/126/9-13/173/14

[685] IM/T12/87/816/16/9

[686] Cemal, age, s.76.

[687] Ercan Karakoç, Enver Yalçın, “Bir Siyasetçi OlarakSeyyidAbdülkadir” Mavi Atlas, Sayı 6, 2016,.s.79.; Mumcu, age, s.2.

[688] İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz Yayınları, İstanbul 1991, s. 16-17.

[689] Bruinessen, age, s.408-409.

[690] Mumcu “İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın gizli belgeleri, Kurtuluş Savaşı yıllarında İngilizler’in bir Kürt devleti kurdurmaya çalıştıklarını gözler önüne seriyor” demektedir. Mumcu, age, s. 13.

[691] Mumcu, age, s.5.

[692] Mumcu, age, s.14.

[693] Dersimi, age, s.133-134.

[694] Cemal, age, s.14.

[695] IM/T12/3/32-1/11/2

[696] Cemilpaşazadelerden Ekrem Bey, daha önce 1922 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştı. 1912 yılında, Cemilpaşazade Ömer ve Kadri Bey ile birlikte Hevi Kürt Talebe Cemiyetini kuran ve bir ara eğitim için Avrupa’ya gittikten sonra Cihan Harbi dolayısıyla Türkiye’ye gelerek çeşitli cephelerde bulunan Ekrem Bey, daha sonra Diyarbekir merkezli olan ve resmi olarak kurulan Kürdistan Cemiyeti’nin ilk reisi olmuş ve Kürtçülük faaliyetlerinde bulunmuştur. Milli Mücadele döneminde cemiyetin faaliyetlerinin zararlı görülerek kapatılmasıyla birlikte, Ekrem Bey Diyarbekir’den ayrılarak Halep’e gitmiştir. Ardında orada görüştüğü Binbaşı Noel ile birlikte Anadolu’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu kişiler hakkında verdiği tevkif kararından sonra, Türk askerinin takibi neticesinde İstanbul’a firar eden ve 1920 yılında Kürdistan Cemiyeti tarafından, Kürtçülük faaliyetlerinde bulunmak üzere doğuya gönderilen Ekrem Bey, gizlice Diyarbekir’e gelerek faaliyetlerde bulunmuştur. 1922 yılında yakalanarak İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara’ya gönderilmiştir. Diyarbekir’den gönderilen tavsiye ve dilekçelerin, Mustafa Kemal’in kendisini sağ salim, serbest bırakmaya icbar ettiğini söyleyen Ekrem Bey 1922 yazında Diyarbekir’e geçmiştir. 1924 yılında ise Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya Bey tarafından kurulan Azadi örgütünün Diyarbekir şubesini teşkil edenlerin arasında yer almıştır. Ekrem Cemil Paşa, age, s.22-54.

[697] Ekrem Cemil Paşa, age, s.54.; Kadri Cemil Paşa, age, s.85.

[698] Kadri Cemil Paşa, age, s.85.

[699] Kadri Cemil Paşa, age, s. 92.

[700] Ekrem Cemil Paşa, age, s.54.

[701] Cemal, age, s.10-11.

Behçet Cemal’in sınıflandırmasına göre Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası etrafında toplanan dört muhalif gurup şöyledir;

1-               Rauf Orbay ve arkadaşları (İnkılabın tatbikindeki usullere muhalif grup)

2-               İsmail Canbolat ve arkadaşları (İttihat ve Terakkici grup)

3-               Lütfi Fikri ve arkadaşları (Saltanatçı grup)

4-Seyydi Abdülkadir ve Kürt Teali Cemiyeti (Kürtçü grup)

[702] Neşet Çağatay, Türkiye’de Gerici Eylemler (1923’ten Buyana), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1972, s.27.

[703] Dersimi, age, s.184.

[704] Bruinessen, age, s.432.

[705] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1965, s.219.

[706] Hasretyan, age, s.18.; Toker, age, s.26-27.

[707] Eroğlu, age, s.199.

[708]  Doğan, age, s. 172. (Dahiliye Vekâleti’nden, Şark İstiklal Mahkemesine 28 Mayıs 1341 tarihinde gönderilen ve kaynağı Beyrut Başşehbenderliği olan bir ihbarda; Fethi Bey’in Şam, Halep ve Beyrut arasındaki Kürt ve fesat cemiyetleri ile Türkiye’deki cemiyetler arasında haberleşme vasıtalığı ifade etmekte olduğu bildirilmektedir.) İM/T12/84/805-4/100/1

[709]  “Mensup olduğu fırka-i siyasiyenin Meclis haricindeki cemiyet teşkilâtını icra salahiyetini istimal esnasında dini ve mukaddes olan hissiyat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek halk arasında nifak ve şikak ilkasına teşebbüs ve cüret etmek”

[710] Parti Programının altıncı maddesi şu şekildedir: “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır.”

[711] İM/T12/84/805-4/104/1-2-3-4

[712] Atatürk, age, Cilt 2, s.890-893.

122  Atatürk, age, s.891:893.

123  Cebesoy, age, s.143.

[715] İM/T12/82/803/2/9; İM/T12/82/803/2/6; İM/T12/82/816/19/1

[716] Doğan, age, s.172-173.

[717] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.157.

[718] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.159-160.

[719] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.161.

[720] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.318.

[721] Tuncay, age, s.149.

[722] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.161.

[723] Doğan, age, s.173.

[724] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.173.

[725] Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.206.

[726] Doğan, age, s.173.

[727] Doğan, age, s 174.

737 Eşref Edib Fergan, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın Romanı, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s.115.

[728] Doğan, age, s 174.

[729] Küçük “agm”s.353.

[730] İkdam gazetesi, 14 Eylül 1341.

[731] İM/T12/21/135-2/29/1-2 Belge 22

[732] Şark İstiklal Mahkemesi 650 Numaralı Karar Defteri, (Karar 135)
























































Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar