ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ : ŞEYH SAİD İSYANI
Hazırlayan: EYÜP ERTÜREN
Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin bir dönemine
iz bırakan İstiklal Mahkemelerinin ilk kurulma kararı, Büyük Millet Meclisi’nin
açılmasından yaklaşık altı ay sonra 18 Eylül 1920 tarihinde alınmıştır. Millî
Mücadele’nin tüm hararetiyle devam ettiği ve varoluş mücadelesinin verildiği
bir dönemde kurulan ve Millî Mücadele’nin kazanılmasının önünde en önemli
sorunlardan birisi olarak karşımıza çıkan asker kaçakları meselesini halletmeyi
amaçlayan İstiklal Mahkemeleri, bu süre içerisinde çok önemli vazifeler
gördüler.
Millî Mücadele’nin kazanılması ve
Cumhuriyet’in ilanına kadar olan süreçte farklı zamanlarda ve farklı şehirlerde
kurulan İstiklal Mahkemeleri, olağan üstü yetkilere sahip yargı mekanizmaları
olarak çalışmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Anadolu toprakları
üzerindeki otoritesini tesis etmesinin en büyük faktörleri arasında yer
almıştır. Ancak Fransız İhtilal Mahkemelerini örnek alarak kurulan ve bu açıdan
ihtilal mahkemeleri[1] niteliğine
sahip olan bu mahkemeler, hiç şüphesiz ideal yargı organları değillerdi. Çünkü
olağanüstü ortamın gerekleri doğrultusunda, hukuki olmaktan çok siyasi ve
tarihi zorunluluklara dayanarak hareket etmekteydiler.[2]
İstiklal Mahkemeleri Heyeti başlangıçta üç
kişiden oluşmaktaydı. Daha sonra dört kişiye çıkarılan heyet üyeleri,
milletvekillerinden oluşmaktaydı. Olayların olduğu bölgelere giden ve
yargılamaları halka açık bir şekilde yapan mahkemelerin kararları kesindi ve
temyizi bulunmamaktaydı. Mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmalarına rağmen
Meclis, verilen bazı kararları kanuna aykırı görerek soruşturma açıyor ve
mahkemelerin verdiği cezaları iptal edebiliyordu. Ayrıca bir denetim
mekanizması olarak, mahkemeler belli aralıklarla faaliyetleri hakkında Meclis’e
rapor sunmaktaydılar.[3]
Bunun yanında Mahkemelerin geniş
yetkilerle çalışmasına ve bazı faaliyetlerine yönelik Meclis’te güçlü bir
muhalefet de oluşmuştu. Örneğin mahkemelerin asker kaçakları ile ilgili verdiği
bazı kararlar eleştirilere neden olmuş, özellikle yakalanamayan asker
kaçaklarının evlerinin yakılması, yerlerine aileden yakın bir akrabanın askere
alınması veya köy, mahalle halkına ağır para cezalarının verilmesi Meclis’te
sert tartışmaların meydana gelmesine neden olmuştu.[4] Ancak
mahkemelerin bu tür olumsuz bazı uygulamalarına rağmen ülkede huzur ve
güvenliğin sağlanmasında çok önemli işler yapan[5] bu
mahkemelerin faaliyetlerine genel anlamda olumlu yaklaşılmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra ise üç tane
İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. Bunların ilki hilafet tartışmaları sırasında
İstanbul’da kurulan İstanbul İstiklal Mahkemesidir ve iki buçuk ay gibi kısa
bir süre faaliyet göstermiştir. Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri ise 1925
yılında meydana Şeyh Said İsyanı sonrasında faaliyete geçirilen İstiklal
Mahkemeleridir. Şeyh Said isyanı ve sonrasında kurulan bu mahkemeler yakın
tarihimizin en önemli konuları arasında yer almaktadır. İsyan ile birlikte
başlayan Takrir-i Sükûn Dönemi ise tartışmaları hala günümüzde devam eden
birçok gelişmeye sahne olmuştur.
Millî Mücadele döneminde, bu mücadelenin
kazanılmasında önemli katkılar sağlayan İstiklal Mahkemelerinin başka
yetkilerle yeniden devreye sokulmasına ve Takrir-i Sükûn Döneminin başlamasına
sebep olan Şeyh Said isyanı hakkında temelde tartışma konusu olmuş olan birkaç
mesele bulunmaktadır. Farklı kesimlerin kendi açısından bakarak izah etmeye
çalıştığı, bazen de kimi yazarların kendi ideolojilerini desteklemek için
bilerek olayın bir yönünü ön plana çıkardıkları isyan hakkında, tartışma konusu
olmuş olan bu temel meseleler, isyanın niteliğini ortaya çıkarması açısından
ayrıca önem teşkil etmektedir.
Bahsedilen meselelerden birincisi, 13
Şubat 1925 tarihinde fitili ateşlenmiş ve daha sonra doğu illerimizin bir
kısmını kapsamış olan Şeyh Said İsyanı’nın uzun seneler boyunca yapılmış olan
bir hazırlık aşamasından sonra mı başladığı, yoksa meydana gelen bazı siyasi
gelişmelerin sonrasında yaşanan toplumsal bir birikimin neticesinde,
kendiliğinden gelişen bir hadise mi olduğudur. İkinci mesele ise dış
devletlerin isyan da herhangi bir kışkırtmasının veya isyancılara yönelik bir
yardımının olup olmadığıdır. Özellikle Millî Mücadele döneminde Doğu Anadolu’da
bağımsız bir Kürdistan kurmak için çalışmalar yapmış olan İngiltere’nin ne gibi
bir tutum sergilediğidir. Son konu ise biraz da ilk iki mesele doğrultusunda
şekillenecek olan isyanın sebep, amaç ve niteliğinin ne olduğudur. Yani başta
Şeyh Said olmak üzere isyancılar bağımsız bir Kürt devleti kurmak için mi
ayaklanmışlardı, yoksa yapılan inkılâplar karşısında İslami hassasiyetle dini
bir kıyam hareketine mi girişmişlerdi. Bu çalışmada hem yukarıda bahsedilen üç
mesele ele alınarak Şeyh Said isyanının niteliğinin ne olduğu anlaşılmaya
çalışılmış hem de isyan bölgesinde kurulmuş olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin
faaliyetleri ve işleyiş biçimi incelenmiştir.
Şunu ifade etmek gerekir ki Şeyh Said
İsyanı hakkında birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen, belki de uzun bir
süredir bu konudaki arşiv belgelerine sınırlı sayıda araştırmacının erişebilmiş
olmasından dolayı, yapılmış olan bu çalışmalar genelde birbirini tekrarlayan ve
temelde birkaç kaynaya dayanan çalışmalar niteliğindedir. İsyanın niteliği
konusunda yapılan farklı yorumlar bir kenara bırakılırsa, özellikle isyanın
hazırlık süreci olarak anlatılan gelişmeler ve Piran hadisesi ile sonrasında
yaşanan olaylar belli birkaç esere ve gazete haberlerine dayanılarak
anlatılmaktadır.
İlk dönemlerde Behçet Cemal ve Metin
Toker’in yazmış olduğu eserler; M. Şerif Fırat, Nuri Dersimi, Kadri Cemil Paşa,
Ekrem Cemil Paşa, Ahmed Süreyya Örgeevren, Avni Doğan’ın hatırat niteliğindeki
eserleri ve bunların haricinde daha sonraki dönemlerde Ergün Aybars, Martin V.
Bruinesse, Robert Olson ve Uğur Mumcu’nun hazırlamış oldukları eserler; her
kitap, makale vesaire yazılarda atıf yapılan kaynak kitaplar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Esasen temel eser olarak kabul edilen bu ve benzeri birkaç eser
hakkında yapılacak bir analiz günümüzde bu konu ile ilgili yapılan birçok
araştırmada sıkça tekrar edilen bilgilerin kaynağını göstermesi açısından
faydalı bir çalışma olacaktır.
“Şark İstiklal Mahkemesi : Şeyh Said
İsyanı” isimli bu çalışmada TBMM Şark İstiklal Mahkemesi Fonunu oluşturan, 845
dosya gözden geçirilerek konuya katkı sağlayacağını umduğumuz belgeler üzerinde
durulmuştur. Belgelerin bir kısmının tamamen çevirisi alınmış bir kısmı ise
konu içerisinde izah edilmiştir.
Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci
Bölümde, öncelikle 11 Eylül 1920 tarihi ile 7 Mart 1927 tarihleri arasında,
farklı sebepler doğrultusunda ve farklı bölgelerde kurulan İstiklal Mahkemeleri
hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Yaklaşık yedi yıllık bir süreyi kapsayan bu
dönem, Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi İstiklal Mahkemeleri olarak iki
başlık altında incelenmiş ve o dönemde meydana gelen ve konu ile ilgili olan
bazı önemli gelişmelerden kısaca bahsedilmiştir. Yine birinci bölümün ikinci
kısmında çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden Şeyh Said isyanı ve bu hadise
sonrasında kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin kuruluş süreci tarihsel sıra
takip edilerek anlatılmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde isyan sonrasında
bölgede kurulan ve yaklaşık iki yıl faaliyet gösteren Şark İstiklal Mahkemesi’nin
faaliyetleri ve özellikleri üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölümde ise hakkında
birçok yorum ve iddia olan Şeyh Said İsyanının niteliği ele alınmıştır. Bu
bölümde temel olarak, isyan planlı bir isyan mıydı, herhangi bir dış devletten
yardım almış mıydı ve isyanın amacı ne idi sorularına cevap verilmeye
çalışılmıştır. Özellikle son iki bölümde, bu konuda daha önce araştırma
yapanların fikirlerine yer verilmesinin yanı sıra, mahkeme tutanakları ve arşiv
belgelerinin ağırlıklı olarak kullanılmasına özen gösterilmiştir. Bunun yanında
belgeler ve fotoğraflar bölümlerinde; tezde kullanılan bazı belgelerin asılları
ile çevirilerine ve yargılanan bazı kişiler ile mahkeme heyetinin
fotoğraflarına yer verilmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSTİKLAL MAHKEMELERİ, ŞEYH SAİD İSYANI VE ŞARK İSTİKLAL
MAHKEMESİNİN KURULMASI
İstiklal Mahkemeleri
Millî Mücadele Dönemi İstiklal Mahkemeleri
ve Bazı Önemli Gelişmeler
Millî Mücadele devam ederken çeteler
halinde, soygun ve yağmacılık yapan asker kaçakları, memleketteki otoriteye
zarar vererek, ülke düzenin sağlanmasında engel teşkil etmekteydiler. Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla birlikte hem Millî Mücadele’nin başarısı
hem de kamu düzeninin sağlanmasının önündeki en önemli sorunlardan biri olarak
karşımıza çıkan bu asker kaçakları meselesini halletmek amacıyla, 29 Nisan
1920’de 2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıldı. Ancak kanunun dört
aylık uygulama sürecinde istenilen sonuç alınamamıştı.[6]
Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan istenilen
neticenin alınamaması üzerine, asker kaçakları meselesini halletmek için olağan
üstü mahkemelerin varlığına ihtiyaç duyularak 11 Eylül 1920’de 21 numaralı Firariler
Hakkında Kanun çıkarıldı ve bu kanuna dayanarak İstiklal Mahkemelerinin
kurulmasına karar verildi. Kurulacak olan mahkemeler asker kaçaklarıyla
uğraşacak ve vermiş oldukları kararların temyizi olmayacaktı.[7]
18 Eylül 1920’de Heyet-i Vekile’nin
(Bakanlar Kurulu) verdiği teklifle on dört yerde İstiklal Mahkemesi kurulması
istendi. Uzun tartışmalardan sonra aynı tarihte, 45 numaralı Meclis kararı ile
acil olarak Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu ve Kayseri’de
olmak üzere yedi bölgede İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verildi. Ancak 27
Ekim 1920’de Meclis tezkeresiyle Kayseri İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasına
gerek olmadığı kararlaştırıldı. Bununla birlikte altı mahkemenin yanında 9
Kasım 1920’de 68 numaralı Meclis kararı ile Diyarbekir’de, 15 Kasım 1920’de de
73 numaralı Meclis kararı ile Pozantı’da birer İstiklal Mahkemesi kurulmasına
karar verildi. Böylece birinci dönemde toplam sekiz İstiklal Mahkemesi kurulmuş
oldu. Ancak bu mahkemelerden Diyarbekir İstiklal Mahkemesi görevine
başlayamadı.[8]
İstiklal Mahkemelerinin kurulma kararının
alınmasından kısa bir süre sonra 26 Eylül 1920’de çıkarılan 28 numaralı
Kanunla, İstiklal Mahkemelerinin yetkileri genişletilerek mahkemelere asker
kaçakları yanında, Hıyanet-i Vataniye Kanunu kapsamında bulunan askeri ve
siyasi casusluk suçlarına bakma yetkisi de verilmişti.
Birinci dönem İstiklal Mahkemeleri daha
çok asker kaçaklarıyla alakalı davalara bakmakla birlikte; emniyet-i dâhiliyeyi
ihlal, bozgunculuk, gasp, soygunculuk, casusluk gibi davalara da bakmışlardır.
Diğer mahkemelerden farklı olarak Ankara İstiklal Mahkemesi siyasi ağırlıklı
davalara da bakmıştır. Sadrazam Damat Ferit Paşa, Rıza Tevfik, Reşat Halis ve
Çerkez Ethem’in gıyaben yargılanmaları; Mustafa Sagir davası, Yeşil Ordu ve
Komünist Parti yargılamaları bu siyasi davalar arasındadır.
Mahkemelerin vazifeye başlamasıyla
memleket bir derece emniyet ve sükûna kavuşmuş, bakaya ve firariler büyük
ölçüde önlenmiş, casusluk ve bozgunculuk yapanlar üzerinde önemli tesirler
meydana gelmişti. Dört aylık görevi sonrasında mahkemelerden istenilen sonucun
alınması üzerine birinci dönem İstiklal Mahkemeleri -Ankara İstiklal Mahkemesi
hariç- 17 Şubat 1921 tarihli 97 numaralı Meclis kararıyla “şimdilik” kaydı
düşülerek kapatılmıştır.[9]
Görev süreleri içinde bu sekiz mahkemeye
sevk edilen kişi sayısı 31.020’dir. Bunlardan 2.622 kişinin beraat veya adem-i
mesuliyetine karar verilmiştir. 337 kişi vicahen, 1.017 kişi müeccelen, 79 kişi
ise gıyaben idama mahkûm edilmiş; 572 kişiye kürek ve kalebentlik cezaları,
diğer 26.966 kişiye ise çeşitli cezalar verilmiştir.[10] Bu
rakamlar içerisine bu dönemde kapatılmayan Ankara İstiklal Mahkemesi’nin ikinci
dönemde yaptığı yargılamalar da dâhildir.[11]
İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri
Birinci dönemde kurulmuş olan İstiklal
Mahkemelerinin kaldırılmasından kısa bir süre sonra firar, casusluk,
soygunculuk gibi suçlar yeniden artmış ve iç emniyet yeniden bozulmaya
başlamıştı. İstiklal Mahkemelerinden sonra bu suçlarla Divan-ı Harp ve Bidayet
Mahkemelerinin ilgilenmesine rağmen istenilen sonuç alınamamıştı. Bu gelişmeler
üzerine 22 Temmuz 1921 tarihli 140 numaralı Meclis kararıyla Konya, Kastamonu
ve Samsun olmak üzere üç bölgede İstiklal Mahkemesinin kurulmasına karar
verildi. Bu arada 5 Ağustos 1921 tarihinde çıkarılan 144 numaralı
Başkumandanlık Kanunu ile Meclis yetkilerini Mustafa Kemal Paşa’ya devretmiş,
kurulmuş olan mahkemeler de doğrudan ona bağlanmıştı.
İstiklal Mahkemelerinin doğrudan Mustafa
Kemal Paşa’ya bağlanmasıyla yeni tartışmalar gündeme gelmiş olmakla birlikte, 8
Eylül 1921 tarihli Başkumandanlık tezkeresiyle Yozgat İstiklal Mahkemesi
kuruldu. Böylece hâlihazırda görevine devam eden Ankara İstiklal Mahkemesi’yle
birlikte, ikinci dönemde toplam beş adet İstiklal Mahkemesi görev yapmıştır.
Ayrıca bu tarihten sonra istifa eden mahkeme üyelerinin yerine, yeni üyeleri
bizzat Başkumandan Mustafa Kemal Paşa belirlemeye başlamıştı.
İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri yine
öncelikli olarak asker kaçakları ve emniyeti dâhiliye ile alakalı davalara
baktı. Bunun yanında Tekâlif-i Milliye emirlerinin uygulanmasında mahkemelerin
etkin rolü oldu. Ayrıca Samsun İstiklal Mahkemesi Pontusçulukla ilgili davalara
da baktı.
Mustafa Kemal Paşa’ya üç ay süre ile
verilmiş olan Başkumandanlık, aralıklarla üç defa uzatılmış, 20 Temmuz 1922’de
kabul edilen 245 numaralı kanunla süresiz hale getirilmişti. Ancak bu kanunla
Meclis’in yetkilerini şahsi olarak kullanma durumu iptal edildi. Aynı tarihte
çıkarılan 271 numaralı Meclis kararıyla, yeni kabul edilen Başkumandanlık
Kanunu’na uygun olarak İstiklal Mahkemeleri üyelerinin vazifelerine son
verildi.[12] İstiklal
Mahkemelerinin Meclis denetiminden uzak bir şekilde çalışmakta olduğunu
söyleyen muhalefetin etkisiyle; 31 Temmuz 1922’de İstiklal Mehâkimi Kanunu
çıkarılmış ve 1 Ağustos 1922 tarihli 274 numaralı Meclis kararıyla, çıkarılan
bu kanuna uygun olarak ikinci dönem İstiklal Mahkemelerinin faaliyetlerine son
verilmiştir.
İkinci dönemde Ankara İstiklal
Mahkemesi’nin yargılamaları hariç tutulursa, diğer dört mahkemeye görev
süreleri içerisinde toplam 28.144 kişi sevk edildi. Bunlardan 9.122 kişinin
beraat ve adem-i mesuliyetine karar verildi. 772 kişi vicahen, 1.479 kişi
müeccelen, 164 kişi ise gıyaben idama mahkûm edilmiş, 1.214 kişiye kürek ve
kalebentlik cezaları verilmiştir. 14.675 kişiye ise çeşitli cezalar
verilmiştir.[13]
İstiklal Mehâkimi Kanunu ve Mahkemelerin
Düzenlenmesi
Sakarya Savaşı’nın kazanılmasından sonra
asker kaçaklarının ve diğer suçların azalması, İstiklal Mahkemelerine ihtiyaç
kalmadığı kanaatini ön plana çıkarmış ve bu mahkemelerin kaldırılması gündeme
gelmişti. Hükümetin, mahkemelere ihtiyacı olduğunu belirtmesi nedeniyle bu
teklifler Meclis tarafından kabul edilmemekteydi. Ancak İstiklal Mahkemelerinin
geniş yetkilerle çalışmasından doğan rahatsızlıklar vardı ve muhalefet,
mahkemelerle ilgili bazı düzenlemeler yapmak istiyordu.[14]
TBMM’ye Mahkemelerin kaldırılmasıyla
ilgili tekliflerin verildiği sırada, Başkumandanlık Kanunu’nda yapılan
değişiklikten dolayı Mustafa Kemal Paşa’nın mahkemelere tayin ettiği azaların
vazifelerinin son bulduğuna karar verilerek mahkeme üyeleri geri çağırıldı.
Ardından özel bir komisyonun hazırladığı 31 Temmuz 1922 tarih ve 249 numaralı
İstiklal Mehâkimi Kanunu kabul edildi. Bu kanun ile firariler hakkındaki 11
Eylül 1920 tarihli kanun ve tadilleri ve 26 Eylül 1920 tarihli kanun
yürürlükten kaldırılarak, İstiklal Mehâkimi Kanunu yeniden düzenlendi. Buna
göre yeni bir mahkemenin kurulması Meclis çoğunluğuna bırakılarak yetki ve
görevleri eskiye göre daha belirgin hale getirildi. Ayrıca daha önce temyiz
edilme ihtimali olmayan idam kararlarının Meclis’in onayından geçmesi
kararlaştırıldı.[15]
İstiklal Mehâkimi Kanunu’ndaki bu
değişikliklerin nedeni Mustafa Kemal Paşa’nın giderek artan gücünü frenlemek ve
yetkilerini kısıtlamaktı. Çünkü mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmasından ve
Başkumandanlık Kanunu’yla birlikte doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmış
olmasından dolayı bir rahatsızlık söz konusuydu. Bu kanunun kabulüyle Mustafa
Kemal Paşa’nın, Başkumandanlık yetkileri devam etmesine rağmen; kendi başına
mahkeme kurma yetkisi elinden alınmış oldu. Bununla birlikte Meclis üyelerinin
çoğunluğunun da yeni bir mahkeme kurulmasına karşı çıkmaları neticesinde, yeni
mahkemelerin kurulmasına yönelik girişimler sonuç kaldı.[16]
Ergün Aybars, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun
bazı maddelerinden dolayı İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarında zaman kaybının
yaşandığını ve mahkemelerin “ihtilal mahkemeleri” olma niteliğini kaybettiğini
belirtmektedir.[17]
Üçüncü Dönem İstiklal Mahkemeleri
Üçüncü dönem mahkemeleri, İstiklal
Mehâkimi Kanunu’nun kabulünden sonra kurulmuştur. Bu dönemde kurulan ilk
mahkeme Amasya İstiklal Mahkemesi’dir. Samsun İstiklal Mahkemesi’nin
kaldırılmasından sonra bölgede asayişin bozulması ve Rum çetelerinin
faaliyetlerinden dolayı, 27 Temmuz 1922 tarihinde Amasya İstiklal Mahkemesi’nin
kurulma kararı alınmıştır. Mahkeme göreve başladıktan sonra yaklaşık bir ay
faaliyette bulunduktan sonra mahkeme azalarından istifalar olmuş ve yeni aza seçimleri
de uzun zaman almıştır. Aza seçimlerinin uzayıp gitmesi üzerine Dâhiliye Vekili
Ali Fethi Bey 27 Kasım 1922’de Meclis’te verdiği beyanatta, bölgedeki eşkıyalık
faaliyetlerinin büyük ölçüde azaldığını ve mahkemeye ihtiyaç kalmadığını ifade
etmiştir. Bunun üzerine mahkeme fiilen kaldırılmıştır.
Amasya İstiklal Mahkemesi, İstiklal
Mehâkimi Kanunu kabul edildikten sonra kurulmuş olan ilk mahkemedir. Yaklaşık
bir ay kadar çalışan mahkemenin faaliyetleri hakkında bilgiler azdır.
Mahkemenin kuruluş sürecinde muhalefetin sergilediği tavır, mahkemelere karşı
olan tepkinin boyutunu göstermesi açısından da ayrı bir öneme sahiptir.[18]
Bu dönemde Memâlik-i Müstahlasa’da yani
Batı Anadolu’da Yunan işgalinden kurtarılmış bölgelerde İstiklal Mahkemelerinin
kurulması gündeme de gelmişti. Batı Anadolu’da Yunan işgali zamanında,
işgalcilerle işbirliği yaparak birtakım yolsuz harekâtta bulunmuş olanlara
karşı halk arasında bir intikam duygusu oluşmuştu. Devletin bu kişileri bir an
önce cezalandırmaması durumunda bölge halkının intikam duygusuyla hareket etme
ihtimali vardı ki bu durum devlet otoritesine zarar verebilirdi. Bu kişileri
cezalandırmak için öncelikle bölgede geçici ceza mahkemelerinin kurulması
gündeme gelmiş, daha sonra ise bölgeye İstiklal Mahkemelerinin gönderilmesi
istenmişti.[19]
Batı Anadolu’da İstiklal Mahkemelerinin
kurulması, 27 Eylül 1922’de Meclis gündemine geldi. Ancak Divan-ı Harplerin bu
meseleyi çözebileceği görüşü ağır basmaktaydı. 13 Aralık’ta konu tekrardan
Meclis gündemine geldi ve İzmir, Bursa ve Eskişehir’de mahkemelerin kurulmasına
karar verildi. Bu mahkemelerden İzmir İstiklal Mahkemesi’nin üye seçimlerinin
yapılmasına rağmen, mahkemeler kurulamadı. Bundan sonra milletvekillerinin
oylamalara bile katılmayacaklarını bildirmeleri üzerine konu tekrardan ele
alınmadı.[20]
Cumhuriyet’in ilanından evvel kurulmuş
olan son mahkeme, Elcezire İstiklal Mahkemesi’dir. Tüm tedbirlere rağmen asker
kaçaklarının önlenememesi ve bu durumun bölgede Misâk-ı Millî’yi
gerçekleştirmeye zarar verdiği gerekçesiyle 20 Ocak 1923 tarihinde Elcezire
bölgesinde bir İstiklal Mahkemesinin kurulması gündeme geldi. 22 Ocak 1923’te
335 numaralı Meclis kararı ile merkezi Diyarbekir'de bulunmak ve sahası
Elcezire Cephesi Mıntıkası olmak ve sırf asker firarileri ile ilgili davalara
bakmak üzere bir İstiklal Mahkemesinin kurulmasına karar verildi.[21] Mahkeme
9 Mart 1923’ten 11 Mayıs 1923’e kadar iki ay çalıştı. Çalışmaları sırasında
Diyarbekir, Mardin, Siverek, Elaziz ve Malatya’da bulundu. Bu süre içerisinde
90 davayı sonuçlandırdı ve 37 kişiye ceza verdi.[22]
Saltanatın Kaldırılması
Millî Mücadele’nin başarıyla
sonuçlanmasının ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi ile İstanbul arasında
siyasi iktidarın gerçek sahibinin kim olduğu tartışmaları başlamıştı. Esasen
Millî Mücadele, Anadolu’nun bölünmesine karşı antiemperyalist ve birleşik bir
hareket olarak başlamıştı. Bu hareket içinde yer alanlarda genel olarak
mücadelenin kazanılmasından sonra sultanın yeniden iktidara gelmesi kanaati
hâkimdi. Ancak inkılâpçı fikirlere sahip olan ve daha mücadelenin
kazanılmasından önce, yapmayı planladığı devrimleri yakın arkadaşına söyleyen
Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele döneminde temkinli davranarak sultan-halife
konusunu ötelemişti.23
İstanbul Hükümeti, Millî Mücadele’nin
kazanılmasında Ankara ve İstanbul hükümetlerinin ortak hareket etmesinin etkili
olduğu görüşündeydi. Ayrıca Sadrazam Tevfik Paşa’nın yakında toplanacak olan
Lozan Barış Konferansı’na birlikte katılmayı önermesi, siyasi otoriteye ortak
olmak istediğini daha net bir şekilde ortaya koymuştu.[23] [24] Bu
gelişmeler üzerine zaten zafer ile birlikte güç dengesini kendi lehine çeviren
Mustafa Kemal Paşa radikal bir karar alarak 1 Kasım 1922’de Saltanat ve
Hilafeti birbirinden ayırarak Saltanata son verdi.[25] Saltanatın
kaldırılmasıyla birlikte 4 Kasım’da İstanbul Hükümeti istifa etti. “Sultan”
unvanı alınan Vahdettin 17 Kasım’da ülkeden ayrıldı. Vahdettin’in ülkeden
ayrılmasından sonra 18 Kasım’da Abdülmecid Efendi TBMM tarafından halife olarak
seçildi. Bu seçimden önce Mustafa Kemal Paşa “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir. Halifenin herhangi bir biçim, yol ya da araçla iktidara
ortak olmasını Türk milleti kabul edemez” diyerek yeni halife ile
taraftarlarını uyarmış olmasına rağmen, 1923 yılı başlarında Halife ile Ankara
Hükümeti arasında iktidar tartışmaları başlayacaktı.[26]
Hıyanet-i Vataniye Kanununda Yapılan
Değişiklik
Saltanat kaldırılırken Halifelik makamı
korunmuş, ancak Halifelik makamının hak ve yetkileri belirlenmemişti. Halifelik
etrafında büyük tartışmalar meydana gelmiş, Cumhuriyet’in ilanından evvel
halifenin devlet başkanı sayılması ve yapılan kanunların halife tarafından
onaylanması gerektiği ileri sürülmüştü.[27]
27 Mart 1923’te, Meclis’te tartışmaların
sertleştiği bir ortamda Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in, Cumhurbaşkanlığı
Özel Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi ile tartışmalar
daha da alevlenmişti. Bu gergin ortamda 1 Nisan 1923’te Meclis, kendini
feshetme ve seçimleri yenileme kararı aldı. Meclis dağılmadan bir gün önce 15
Nisan 1923’te, 334 ve 335 sayılı kanunlarla Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. ve
8. maddelerinde değişiklikler yapıldı. 1. maddede yapılan değişiklikle
saltanatı geri getirmek için yapılacak olan faaliyetler Hıyanet-i Vataniye
kapsamına alındı.[28] Bu
düzenleme, ileride İstiklal Mahkemelerinin karşı devrimcileri
cezalandırmalarında dayanak teşkil edecekti.[29] 8.
maddede yapılan değişiklikle de, savaşın bitmesi ve olağanüstü durumun sona
ermesinden dolayı mahkeme kararlarına temyiz ve itiraz hakları tanındı.[30]
Cumhuriyet Dönemi İstiklal Mahkemeleri ve
Bazı Önemli Gelişmeler
Cumhuriyet’in ilanından İstiklal
Mahkemelerinin tekrar kurulmasına kadar olan süreçte bazı önemli gelişmeler
meydana geldi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklikten sonra
Birinci Meclis kapandı. 23 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı. TBMM’nin
ikinci dönemi için yapılan seçimleri birinci grup kazandı ve ikinci gruptan çok
az kişi milletvekili seçilebildi. 11 Ağustos 1923’te II. TBMM’nin açılmasının
ardından ilk iş olarak Lozan Barış Antlaşması onaylandı. Sonrasında Halk
Fırkası kuruldu. Ankara Başkent yapıldı ve Cumhuriyet ilan edildi.
Halk Fırkası’nın Kurulması
Sivas Kongresi’nde “Her türlü parti
akımlarından arınmış” olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
kurulmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra ortaya çıkan görüş
ayrılıklarıyla birlikte Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına, Meclis’te Birinci Grup
oluşturuldu. Ancak bu Grup, I. Meclis’te üstünlüğünü tamamen ele geçirememişti.
İkinci grup olarak adlandıran ve “Millî hâkimiyet” ilkesini savunan kesimin
muhalefetiyle karşılaşmıştı. Saltanatın kaldırılmasıyla, Birinci Grup
partileşme yoluna gitmiş ve Mustafa Kemal 6 Aralık’ta Halk Fırkası’nı
kuracağını ilan etmişti. İkinci dönem genel seçimlerine gidilirken Mustafa
Kemal Paşa, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi olarak 9 Umde’yi açıklamış ve
Grubun, Halk Fırkası’na dönüşeceğini söylemişti. Ancak parti Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin açılmasından sonra 11 Eylül 1923’te resmi olarak kuruldu.[31] Halk
Fırkası’nın kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal Paşa politik durumunu daha da
sağlamlaştırmıştı.[32]
2.2. Cumhuriyetin İlanı
Dönem seçimlerinin yapılmasıyla birlikte
I. Meclis’teki muhalif grup üyelerinin birçoğu Meclis’e giremedi. Buna rağmen
Meclis’te fikir bütünlüğü sağlanamamış ve Halk Fırkası Meclis’e tamamen hâkim
duruma gelememişti.[33] Lozan
görüşmeleri sırasında Başvekil Rauf Bey ile İsmet Paşa arasında başlayan
çekişmenin ardından Fethi Bey Başvekil olmuş ancak Hükümet ile Meclis üyeleri
arasındaki görüş ayrılıklarından dolayı Meclis ve Hükümet arasındaki çatışma
devam etmişti. Bunun yanı sıra Hükümet üyelerinin, Meclis tarafından ayrı ayrı
belirleniyor olması, Meclis’in Hükümet’e karşı olan müdahalesini
kolaylaştırmakta, bu çatışmanın daha da derinleşmesine neden olmaktaydı.
Diğer yandan Ekim ayının sonunda, Meclis
İkinci Başkanlığı ve Dâhiliye Vekâleti için yapılacak seçimlerde Hükümetin
gösterdiği ve Mustafa Kemal Paşa’nın desteklediği adayların Meclis tarafından
reddedilip, bu makamlara, Rauf ve Sabit Beylerin seçilmesi, Halk Fırkası
içerisindeki muhalefeti daha net bir şekilde ortaya çıkarmıştı.[34] Ortaya
çıkan bu hükümet krizi neticesinde Mustafa Kemal Paşa radikal bir şekilde
Meclis Hükümeti Sistemi’nden, bir Kabine Sistemi olan Cumhuriyete geçiş
kararını aldı. Mete Tuncay, Mustafa Kemal Paşa’nın yaşanan bu çatışmalara
köktenci bir çözüm bulmak için planlı bir şekilde hükümet bunalımı çıkardığını
ve neden olarak Meclis Hükümeti Sistemini gösterdiğini söylemektedir. Neticede
28 Ekim 1923’te Çankaya’da yapılan toplantıda Cumhuriyet’in ilan edilmesine
karar verildikten sonra, ertesi gün 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.[35]
Cumhuriyet’in ilan edilmesi o dönemde bazı
çevreler ve İstanbul basını tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Tepkilerin
temelinde Millî Mücadele’nin önde gelen paşalarının olmadığı bir zamanda ve
kısa süren Meclis görüşmesi sonrasında 158 Milletvekilinin oybirliği ile bu
kararın alınması bulunuyordu. Bu çevreler tarafından Cumhuriyet’in aceleye
getirildiği ifade edilmekteydi.[36]
Bunun yanında Cumhuriyet’in ilanıyla
birlikte yapılan anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanına normalin ötesinde bazı
yetkiler verildiği görüşü hâkimdi. Bu görüşe göre Cumhurbaşkanı olan Mustafa
Kemal Paşa “Ülke iktidarının en yüksek noktasına gelerek devlet başkanlığı,
Hükümet ve Meclis’in gerçek başkanlığı, tek parti başkanlığını
kendinde toplamıştır.”[37] Ayrıca
bu güç yoğunlaşmasının, muhalefet üzerinde diktatörlüğe doğru bir gidiş korkusu
yarattığı, bu yüzden muhalefetin bu otoriterleşmeye karşı “Millî hâkimiyet”
fikrini yücelttiği ifade edilmektedir.[38] Bu
görüşler bir yana Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte rejim tartışmaları sona
ermiş, meşrutiyeti geri getirmek isteyenlerin ve halifeyi devlet başkanı olarak
görmek isteyenlerin beklentileri boşa çıkmıştı. Cumhuriyet’in ilk icraatları 31
Ekim’de on yıldır devam eden seferberliğin kaldırılması ve 26 Aralık’ta
Cumhuriyet’in ilanı nedeniyle çıkarmış olduğu af kanunu olmuştur. Böylece yeni
bir dönemin başlamış olduğu belirtilmişti.[39]
İstanbul İstiklal Mahkemesi
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in
ilan edilmesi gibi gelişmeler özellikle İstanbul basınının tepkisini çekmiş ve
olayların hilafetin kaldırılmasıyla neticeleneceğine dair yazılar yazılmaya
başlanmıştı. Ankara, İstanbul basınının bu tutumunu, devrimlere karşı bir tepki
olarak değerlendirmekteydi. Bu sırada Rauf Bey’in halifeyi ziyaret etmesi ve
halifenin devlet başkanı sayılabileceği yönündeki beyanları tartışmaları daha
da alevlendirdi.
Tartışmaların yaşandığı sırada Hint
Müslümanlarının liderlerinden Ağa Han ve Emir Ali’nin halifelik ile ilgili
olarak Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a yazdığı mektuplar, ilgililerin eline
geçmeden İstanbul basınının eline geçerek 5 Aralık’ta Tanin ve İkdam, 6
Aralık’ta Tevhid-i Efkâr gazetelerinde neşredildi. Mektupta hilafetin dünya
Müslümanları için öneminden, Türklerde kalmasının Türkiye’ye güç katacağından
ve halifeliğin kaldırılmaması gerektiğinden bahsediliyordu.[40]
8 Aralık 1923 tarihinde konu Meclis
gündemine geldi. İsmet Paşa durum hakkında bilgi vererek bu şahısların İngiliz
Hükümetinin telkiniyle hareket ettiklerini ve bu mektubu yayınlayanların
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesine göre suç işlediklerini
söyleyerek İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi gönderilmesini teklif etti.
Yapılan muhalefete karşın 50 numaralı Meclis kararı ile İstanbul’da bir
İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verildi.[41] Böylece
önce asker kaçakları meselesi ile uğraşan, daha sonra yapılan düzenlemelerle
yetkileri genişletilerek iç güvenliği sağlayan İstiklal Mahkemeleri artık daha
farklı bir sebeple kurulmuş oluyordu.[42] Mahkeme
10 Aralık 1923 tarihinde yayınladığı beyanname ile Cumhuriyet’in mevcudiyet ve
esasatına karşı hareket ve teşebbüse cüret edenleri şiddetle cezalandıracağını
bildirdi.[43]
Mahkeme öncelikle Ağa Han ile Emir Ali’nin
mektubunu yayınlayan gazetecilerin yargılandığı “Matbuaat Davası” olarak bilinen
yargılamaları gerçekleştirdi. Yargılamalar sonunda gazetecilere beraat kararı
verildi. Böylece hem yargılamalara karşı halkın tepkisi yatıştırılmış hem de
İstanbul basınına gözdağı verilmişti.[44] Diğer
önemli yargılamalar da İstanbul Baro Reisi Lütfi Fikri Bey’in davası ve
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya ve Cumhuriyet’e suikast davasıydı. Meclis,
30 Ocak 1924’te suikast davasının sonuçlandığı tarihten itibaren mahkemenin
görevinin bitmesine karar verdi. İstanbul İstiklal Mahkemesi 10 Aralık 1923 ile
5 Şubat 1924 tarihleri arasında yaklaşık iki ay süre ile faaliyetine devam
etmiş, bu süre zarfında 17 kişi yargılandı.[45]
Mahkemenin faaliyetinin son bulmasının
ardından Mustafa Kemal Paşa, yargılananlarında içinde olduğu gazetecilerle 5
Şubat 1924 tarihinde İzmir’de bir araya gelmiş ve yapacağı reformları anlatarak
desteklerini istedi. Ayrıca 13 Şubat 1924 tarihinde çıkarılan bir af kanunu ile
İstanbul İstiklal Mahkemesinin cezaya çaptırdığı, içerisinde Lütfi Fikri Bey’in
de olduğu üç kişi affedildi.[46]
Halifeliğin Kaldırılması
Millî Mücadele döneminde ve Lozan
görüşmeleri sırasında, dış politikada takip edilen denge siyaseti gereği hem
Sovyetlerle hem de İslami unsurlarla ilişkilere dikkat edilmişti. Lozan
görüşmelerinde anlaşmanın belli bir seviyeye gelmesi ile birlikte bu unsurlara
ihtiyaç kalmamış batılılaşma siyaseti benimsenmişti. Ayrıca Cumhuriyet’in
ilanından biraz önce rejimin ne olacağı gündeme geldiği sıralarda, hilafetin
zararları anlatılmaya başlanmıştı.[47]
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte halifelik
makamının konumu ve yetkileri üzerine tartışmalar artarak devam etti. Halifelik
makamının gerekliliği ve tarihsel konumu üzerinde yapılan tartışmalar bir
kenara bırakılırsa, asıl mesele halifeliğin, Cumhuriyet’e karşı siyasal bir
seçenek olarak algılanması ve yeni rejim karşıtlarının halifelik etrafında
toplanması olmuştu.[48] Tam
da bu tartışmaların yaşandığı esnada daha önce değinmiş olduğumuz Hint
Müslümanları önderlerinin halifelik hakkında yazmış oldukları mektupların
gazetelerde yayınlanmış olması, olayı daha farklı bir boyuta getirerek
halifelik karşıtlarının eline önemli bir koz verdi. Yazılan bu mektuplar ulus
devlet olma yolunda ilerleyen yeni Cumhuriyet’i kendi sınırları dışındaki
krizlerin içine çekiyor, yapılmak istenen reformların önünde, en önemli engel
ve sığınılacak bir merkez olarak halifelik makamının olduğunu Hükümete
gösteriyordu.[49]
Bu gelişmelerin gölgesinde 1924 yılı bütçe
görüşmelerinde, hilafet bütçesiyle ilgili tartışmaların yapıldığı bir sırada 3
Mart 1924 tarihinde Cumhuriyet’in önündeki siyasal rakip olan halifelik
kaldırıldı. Bu tarih aynı zamanda köklü devrimlerin başlangıç tarihi oldu.[50] Lewis’e
göre reformcuların önünde geçmişten beri engel olan ulema sınıfına ve onun
hiyerarşik örgütüne ezici bir darbe vurulmuştu.[51]
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası)
1924 Anayasası, 20 Nisan 1924’te kabul
edilmiş ve 37 yıl boyunca hem tek partili hem de çok partili dönemde
uygulanmıştır. Bu anayasa ile birlikte parlamenter sistem kurulmuşsa da o
dönemde Meclis üstünlüğü fikrinin devam etmesinden dolayı Meclis hükümeti
sisteminin yansımaları anayasada yer almıştır.[52] Özellikle
genel kuruldaki görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanının yetkileri konusunda
Meclis, encümenin tasarısına büyük oranda direnmiştir. Encümenin tasarısında
yer alan Cumhurbaşkanının Meclis’i fesih yetkisi kabul edilmemiş, veto yetkisi
yumuşatılmış, yedi yıl olarak teklif edilen görev süresi dört yıl olarak kabul
edilmiştir.[53]
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Birinci Meclis’teki İkinci Grup üyeleri
yenilenen seçimlerden sonra Meclis dışında kalmış olmasına rağmen Halk Fırkası
Meclis’e tamamen hâkim olamamış, önemli bir muhalefetle karşılaşmıştı.
Cumhuriyet ve hilafet tartışmaları çerçevesinde bu muhalefet daha belirgin bir
şekilde gün yüzüne çıktı. Özellikle Lozan görüşmeleri sırasında ortaya çıkan
fikir ayrılıklarıyla birlikte Millî Mücadele’nin önder kadrosu Halk
Fırkası’ndan ayrılarak 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı
kurdu.
Bazı araştırmacılara göre Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ile Halk Fırkası arasında temelde büyük ideolojik farklar
görülmemektedir. Parti programında yer alan “Efkâr ve itikad-ı diniyeye
hürmetkardır” ifadesi partinin laiklik karşıtı olarak algılanmasına
neden olmuştur. Aslında parti cumhuriyet karşıtı ve hilafetçi değildir. Bu
dönemde yaşanan olay, kişiler arasındaki siyasi çekişmeler ile tartışmaların ve
meydana gelen siyasi devrimlerin etrafında gelişmesinden ibarettir.[54] Yine
başka bir görüşe göre İkinci Meclis’te saltanatçılarla cumhuriyetçiler arasında
bir çatışma yoktur. Çatışma liberal cumhuriyetçilerle devrimci cumhuriyetçiler
arasında olmuştur.[55]
Cumhuriyet Halk Fırkası, yeni partinin
kurulmasını İttihat ve Terakki Fırkası’nın canlandırılması olarak ifade etmiş
ve sert bir şekilde eleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ise parti kurucularını
ihanet ile suçlamış ve bu kişilerin daha önce Birinci Meclis’teki muhalif grup
ile gizli ilişkiler içinde bulunarak kendisine karşı bir komplo
hazırladıklarını ifade etmiştir.[56] Bu
arada meydana gelen Şeyh Said ayaklanması dönüm noktası olmuştur. Parti isyan
ile alakalı olduğu ileri sürülerek hükümet tarafından 3 Haziran 1925 yılında
kapatılmış, ardından İzmir suikast girişimi üzerine Fırka’nın önder kadrosu
siyasal yaşamdan tamamen tasfiye edilmiştir.[57]
Şark İstiklal Mahkemesi
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın
kurulmasıyla birlikte Meclis’te muhalefetin başladığı ve görüş ayrılıklarının
derinleştiği bir dönemde 13 Şubat 1925’te Şeyh Said isyanı patlak verdi. İsyan
ilk başta kamuoyunda büyük bir yankı uyandırmamış, çabuk bastırılacak küçük bir
eşkıyalık hareketi olarak değerlendirilmişti.[58] İsyanın
kısa zamanda Diyarbakır, Elazığ ve Genç vilayetlerine yayılması ve daha geniş
alanlara yayılma ihtimali bulunmasından dolayı Başvekil Fethi Bey’in verdiği
tezkere ile 25 Şubat’ta Şark vilayetlerinin bazılarında bir ay müddetle idare-i
örfiye (sıkıyönetim) ilan edildi. Yine aynı gün Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na
bir madde eklenerek dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gayelere alet ederek
cemiyet kuran veya bu cemiyetlere üye olan ve bu maksatları söz, yazı veya
fiilen yayanlar bu kanununun kapsamına alındı.
İsyanı bir karşı devrim olarak
değerlendiren İsmet Paşa ve Cumhuriyet Halk Fırkası içerisindeki bir grup,
Başvekil Ali Fethi Bey’i pasif kalmakla suçlayarak, sert bir muhalefete
başladı. O dönemde Halk Fırkası içinde İsmet Paşa’nın etrafında toplanan
radikal grup ile Fethi Bey’in etrafından toplanan ılımlı grup bulunmaktaydı.
Fethi Bey radikal grubun aksine isyan karşısında lüzumsuz yere sert tedbirler
almak istememiş, alınmak istenen sert tedbirlerin muhalefete karşı bir silah
olarak kullanılmasından endişe duymuştu.[59] Yaşanan
gelişmeler sonunda 4 Mart 1925’te Ali Fethi Bey Başvekillikten istifa etmek
zorunda kaldı. Aynı gün İsmet Paşa Başvekilliğe getirildi. İsmet Paşa hızlı bir
şekilde Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkararak, Ankara ve isyan bölgesinde birer
İstiklal Mahkemesi kurulmasını Meclis’e kabul ettirdi. Böylece Fethi Bey’in
isyana karşı yumuşak davrandığını söyleyen grup, isyana karşı ne derece sert
hareket edileceğini göstermişti. Başvekil İsmet Paşa’nın Meclis’e sunduğu
teklifte kanunun gerekçesini, memleket dahilinde asayiş ve huzurun sağlanması,
kamu düzenini ihlal edecek irtica ve ihtilal hareket ve teşebbüslerine karşı
icap eden tedbirlerin alınması ve Cumhuriyet’in nüfuz ve kudretini ve inkılâbın
esaslarının güçlendirilmesi olarak izah etmiştir.[60]
Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri 117
numaralı Meclis kararı ile kuruldu. Bu karar ile Şark İstiklal Mahkemesi’ne
verdiği idam kararlarını uygulama yetkisi tanınırken, Ankara İstiklal
Mahkemesi’nin vereceği idam kararlarının Meclis’in onayından sonra infaz
edilmesi kararlaştırıldı. Ancak bir buçuk ay sonra 20 Nisan 1925’te Meclis’in
tatil olduğu süre boyunca Ankara İstiklal Mahkemesi’ne de idam kararlarını
uygulama yetkisi verildi.
Şark İstiklal Mahkemesi iki yıllık
görevinde önemli birçok davaya baktı. Bunların başında mahkemelerin
kurulmasının da gerekçesi olan Şeyh Said ve arkadaşlarının davası gelmektedir.
Bunun yanında isyanla alakalı görülen Şeyh Eyüp, Dr Fuat, Kürt Teali Cemiyeti
Reisi Seyyid Abdülkadir davaları da önemli yargılamalar arasındadır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Urfa sorumlusu Yarbay Fethi Bey’in davası ile
birlikte, bölgedeki parti şubelerinin kapatılmasına karar verilmiştir. Ayrıca
içlerinde Eşref Edip, Velid Ebuzziya, Abdülkadir Kemali, Ahmet Emin, Fevzi
Lütfi gibi kişilerin bulunduğu birçok gazeteci de yargılandı.[61] Bunların
yanında mahkeme yargılamaları sırasında bölgedeki tekke ve zaviyeleri ruhsatsız
cemiyet kapsamına alarak kapattı. Çok geçmeden Ankara İstiklal Mahkemesi’nin de
bu yönde kararlar vermesiyle Hükümet durumu genelleyerek 30 Kasım 1925’te tekke
ve zaviyeleri kapattı.[62]
Ankara İstiklal Mahkemesi
Ankara İstiklal Mahkemesi, görevinin ilk
aylarında başta asker kaçakları olmak üzere birçok davaya bakmıştır. İlk önemli
yargılaması Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yargılaması olmuştur. Dini
siyasete alet ederek partiye üye kayıt etmek suçuyla tutuklanan Üsküplü Salih
Başo ve arkadaşlarının davasıyla birlikte TCF’nin İstanbul’daki merkezi ve
şubeleri kapatıldı. Daha sonra mahkemenin, Hükümeti bu konuda uyarması üzerine
3 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Yine Parti’nin
İstanbul’daki şubelerinin kapatılmasını eleştiren Tanin yazarı Hüseyin Cahit
tutuklanarak Ankara’ya getirildi. Ayrıca birçok gazeteci rejime muhalefet etmek
gerekçesiyle tutuklanarak yargılandı. Bunun yanında Vahdettin’i tekrardan tahta
çıkarmak amacıyla Tarikat-ı Salahiye adıyla gizli bir örgütün kurulduğu iddia
edilerek yargılamalar yapıldı. İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey de bu
cemiyetle alakadar olmak suçuyla yargılandı. Komünistlerin davası olarak
bilinen ve komünistlik propagandası yaparak iç güvenliği tehdit etmek
suçlamasıyla bazı gazeteciler de mahkeme karşısına çıkarıldı.[63]
25 Kasım 1925 tarihinde 671 numaralı Şapka
İktisası Hakkında Kanun’un çıkarılması ile birlikte memleket genelinde hükümete
karşı bir tepki oluşmuş ve protestolar başlamıştı. Mahkeme bu hareketleri
Cumhuriyet’in meşruluğuna karşı ayaklanma teşebbüsleri olarak saydı. Sivas,
Tokat, Erzurum, Rize, Giresun ve Ankara’da gezici olarak görev yapan mahkeme,
ayaklanma saydığı bu girişimleri sindirdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin bakmış
olduğu en önemli davalardan birisi de Millî Mücadele’nin önemli isimlerinin
yargılanmış olduğu İzmir Suikastı davası oldu. Mustafa Kemal Paşa’ya tertip edilen
suikast girişiminin sonuçsuz kalması sonrasında, zanlılar ve tertiple alakası
olduğu iddia edilen ve içinde birçok paşanın da bulunduğu kişiler hakkında
yargılamalar yapıldı. Suikast davasının devamı olan İttihatçılar davası ise
Ankara’da görüldü. Yargılamalar sonunda her iki davadan toplamda on dokuz kişi
idama mahkûm edildi.[64] Ankara
İstiklal Mahkemesi görev yaptığı 12 Mart 1925 ile 7 Mart 1927 tarihleri
arasında 2436 kişiyi yargılamış, toplamda 240 kişiyi idama mahkûm etmiştir.
Asker kaçakları ile ilgili kararlar ile sıkıyönetimin vermiş olduğu idam
kararları bu sayıya dâhil değildir.[65]
Farklı tarihlerde altışar aylık
uzatmalarla yaklaşık iki yıl görev yapan bu iki mahkeme, 7 Mart 1927 tarihinde
Meclis’in aldığı karar ile kapatıldı. Takrir-i Sükûn Kanunu ise 979 numaralı
kanun ile 4 Mart 1929 tarihine kadar yürürlükte kaldı, Ancak bu süre içerisinde
kullanılmadı. İstiklal Mehâkimi Kanunu ise yirmi iki yıl daha yürürlükte kaldı
ve her an kullanılmaya açık tutuldu. Bu kanun da çok partili hayata geçiş
döneminde 5384 numaralı kanunla 4 Mayıs 1949 tarihinde yürürlükten kaldırıldı.[66]
Şeyh Said İsyanı ve Şark İstiklal
Mahkemesi
Piran Olayı ve İsyanın Başlaması
Şeyh Said her sene dedesi Şeyh Ali
Sebti’nin kabrini ziyaret etmek üzere ikamet ettiği Hınıs’tan doğum yeri olan
Palu’ya gitmekteydi. 1924 yılı Aralık ayında da Hınıs’tan yola çıkan ve yol
üzerinde birçok yere uğrayarak halka vaaz ve nasihatlerde bulunan Şeyh Said,
kalabalık bir gurup halinde, yaklaşık iki ay sonra kardeşi Abdurrahim’in ikamet
ettiği Piran’a geldi. Piran o tarihte Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı Eğil
bucağının bir köyü idi.[67]
Şeyh Said’in maiyetinde bulunan ve onunla
birlikte 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’a gelen bazı kanun kaçaklarıyla, onları
tutuklamak isteyen jandarmalar arasında çıkan çatışmayla isyanın fitili
tutuşmuştur.[68] Piran’da
yaşanan hadise ile ilgili bazı eserlerde farklı bilgiler veriliyor olsa da bu
anlatılanlar genel olarak Şeyh Said’in yakalanmasından sonra Varto’da alınan
ifadesine dayanmaktadır. Onun 16 Nisan 1925’te Varto’da alınan ifadesine göre
Piran’da yaşanan hadise şöyle gerçekleşmiştir:
Şeyh Said, Piran’a giderken, onu köyün
dışında karşılamaya gelen ahali ile birlikte Piran’a girmiş ve Piran’da yaşayan
biraderi Abdurrahim’in hanesine varıp ona misafir olmuştur. Öğle vakti,
biraderinin hanesinde oturmakta oldukları sırada, bir zabit (subay) Şeyh
Said’in yanına gelerek,“Mehmed Ağa oğlu Bahri” namında bir mahkûmun evinde,
dokuz mahkûmun daha gizlendiğini ve bunların teslim olmaları için kendisinin
aracı olmasını rica etmiştir. Bunun üzerine Şeyh Said bu kişilere haber
göndermiş, fakat bu kişiler, teslim olmayacaklarına dair talak-ı selase ile
yemin ettiklerini söyleyerek teslim olmamışlardır. Daha sonra bu kişilerden
sekizi serbest bırakılmış ve diğer iki mahkûm jandarmalar tarafından derdest
edilmek istenmiştir. Fakat serbest bırakılan sekiz mahkûm daha önce aralarında
kararlaştırdıkları üzere sekizi dışarıdan ve diğer iki mahkûm da hapishane
içinden iki taraflı ateş açarak jandarmaları dağıtarak firar etmişlerdir.
Şeyh Said ifadesinin bu bölümünde isyan
hakkında kendisine hiçbir taraftan telkinat yapılmadığını, bunu sırf kendi
düşünce, kanaat ve mefkûresiyle tasarladığını ve mutlak surette hayır meydana
getirmek için çalıştığını ifade etmiştir. Ayrıca Piran’da bulunduğu sırada,
hükümetin İslam şeriatına aykırı bazı icraatını tenkit ederek “Medreseler
kapatıldı. Meşihat ve evkaf lağvolundu. Yani evkaf maarife rabt oldu.
Gazetelerde bir takım dinsiz muharrirler mukaddesat-ı diniyeyi tezyif ve
peygamberân-ı izâm hazerâtına itâle-i lisan gibi seyyiâta cüret ediyorlar. Ben
bugün elimden gelse bi’n- nefs mücahade edip şeriatın i’lâsına hizmet ederim” şeklinde
vaazlarda da bulunduğunu söylemiştir. Şeyh Said, Piran’daki vaazını müteakip
artık tasavvur, düşünce ve mefkûresini icra etmeye karar vermiş ve beraberinde
silahlı yedi sekiz kişi ile birlikte Piran’dan ikindi vakti harekete geçerek
sabaha karşı Hani nahiyesinin Çomayek köyüne gelmiştir.[69]
Şeyh Said aynı hadiseyi 27 Haziran 1925’te
mahkemede yaptığı müdafaasında ise şöyle anlatmaktadır:
“....Ale’s-sabah Piran’a taraf gittik.
Müstakbiller meyanesinde meğer on kişi mahkûm var imiş, bilmiyordum. Her onu da
Bahri bin Mehmed Ağa’nın misafiri olmuşlar ve Piran’da dahi yirmi süvari
jandarma ve iki mülazımdan mürekkep bir müfreze var imiş. işbu müfreze
mahkûmları görürler veMehmed Ağa hanesini basarlar.Mahkûmlar da talak-ı selase
ile yemin edip ki teslim olmayacağız. Haber aldım. Teşvişe düştüm. Bir niza’
çıkmamak için bir iki adam ricacı gönderdim. Bir mülazım geldi. Kıyam ettim.
Bir iki defa rica ettimse de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazır etmeyi
söyledim.
Hazırladılar, derakap silah sadası açıldı.
Galiba bir mecruh Kürdlerden, iki de jandarmalardan vâki oldu. Biz de Piran’dan
çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük..”110
Yukarıdaki iki ifadede anlatıldığına göre;
Şeyh Said kendi maiyeti arasında olan mahkûmlardan haberdar değildir. Hatta
jandarmaların ricası üzerine mahkûmların teslim olması için ricacı olmuş, ancak
mahkûmlar teslim olmamışlardır. Herhangi bir anlaşmazlık çıkmaması için çaba harcayan
Şeyh Said bundan bir sonuç alamayınca yanına birkaç kişiyi alarak Piran’dan
ayrılarak Hınıs’a doğru yola çıkmıştır.
Ancak hadise askeri bir raporda daha
farklı anlatılmaktadır. Erganimadeni jandarmalarından Mülazım-ı evvel Hüseyin
Hüsnü ve Eğil Takım Kumandanı Mülazım-ı sâni Mustafa Hamdi ve Erganimadeni
Merkez Takım Kumandanı Mülazım-ı sâni Tahir Sami tarafından yazılmış olan 20
Şubat 1925 tarihli ortak rapora göre; Piran’a gelen Şeyh Said buradaki
müfrezenin silah ve atlarını almak fikriyle hareket etmiş ve maiyetinde bulunan
mahkûmlar Şeyh’in emriyle müfrezeye saldırmıştır. Hatta bu raporda isyanın 20
Mart tarihinde yapılmasının planlandığı yazılmıştır. Bahsi geçen raporun ilgili
bölümü şu şekildedir:
“Eğil’in Piran karyesinde mahkûm ve asker
firarilerinin takibi zamanına müsadif 11 Şubat 341’inci Çarşamba günü Piran’a
gelen ve elyevm Hınıs’ta sakin Şeyh Said nam şahsın maiyetinde tahminen üç yüz
kişiden ibaret züvvar (ziyaretçiler) ile Piran’a gelen bu şeyh, müfrezenin
yedindeki silah ve atlarını almak fikir ve mefsedetini fırsat ganimet bilerek
fiilini zâhire ihraç maksadıyla 20 Mart 341’de mevki-i tatbike koymak zamanını
unutarak maiyetindeki mahkûmîni müfrezemiz üzerine saldırarak elde edilen
mahkûmînin tahliyesiyle hane içerisine saklanan mahkûmînin elde edilmesine
mümanaat edilmiş ve bu gâvurları şeyhin emriyle “Sallualâ Muhammed” diyerek
üzerimize hücum etmişlerse de dört saat devam eden müsademe neticesinde iki
jandarmamızın yaralanmasına, zabitan ve efradımızın at ve eşyalarını ve Piran
karakolunun eşya ve defâtirini ifna etmeye sebep olmuş ve Piran’da şeyhin
biraderi Abdurrahim nam herifi Piran ve havalisine memur tayin ederek Piran
muallimi Fahri nam şahısla civar köy ve kasabalara mektuplaryazarak ‘Şeriat
istiyoruz’ perdesi altında ihtilal çıkarmaya sâik oldukları ”71 [70] [71]
13 Şubat 1925 tarihinde yaşanan Piran
hadisesi ile birlikte isyan hareketi başladı ve isyancılar hızlı bir şekilde
civar yerleşim yerlerini ele geçirdi. İsyan başladıktan sonra 3. Ordu
Müfettişliği 14 Şubat’ta isyanla alakalı Genelkurmay Başkanlığı’na bir rapor
sundu. Genel Kurmay Başkanlığı hükümetin isyanı bir an önce bastırarak düzeni
geri getirmeye karar verdiğini bildirdi. 15/16 Şubat’ta İçişleri Bakanlığı’nın
isyanın bastırılmasına dair hazırladığı genel yönerge ile tenkil harekâtını 3.
Ordu Müfettişi Kazım Paşa’nın idare edeceği bildirildi ve bunun için 1. Süvari
Tümeni görevlendirildi.[72] Ordu
birlikleri hazırlıklarını yaparken 16 Şubat’ta Genç vilayetinin merkezi olan
Darahini isyancıların eline geçti. Şeyh Said birkaç gün burada kaldı ve burada
isyanın cepheleri ile kumandanlarını netleştirdikten sonra 19 Şubat’ta Lice’ye
doğru harekete geçti. 21 Şubat’ta Lice isyancıların eline geçti.
Şeyh Said Darahini’de iken Diyarbekir’den
Lice’ye gönderilen Yarbay Hüsnü emrindeki müfreze Fis Boğazı’ndan geçerken,
Şeyh Said’in kardeşi Mehmed Mehdi ve isyancılar tarafından baskına uğrayarak
geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Yarbay Hüseyin emrindeki bir müfreze
19 Şubat’ta Lice’ye gönderildi. 20 Şubat’ta bu müfreze de asilerle girdiği
muharebe sonrasında yenilgiye uğrayarak geri çekilirken Yarbay Hüseyin şehit
düştü. Ayrıca 3 er şehit olmuş, 2 er yaralanmış, bir jandarma subayı ile 38 er asilere
esir düşmüştü. Bu arada karşı saldırıya geçen İbrahim Bey komutasındaki
müfreze, Piran ve civar köyleri asilerden tamamen temizlemişti.
Piran, Hani, Lice istikametinde asileri
takip için görevlendirilen 1. Süvari Tümeni, 21 Şubat’ta kısa bir çarpışmadan
sonra Hani’ye girdi. 22 Şubat’ta asilerin Hani’yi çevirmesi ile müsademe
başlamış bir süre sonra asiler çekilmişti. Ancak asileri takibe başlayan
tümenin bir kısmının şehirden ayrılması sonrası asiler bir baskınla tekrardan
Hani’ye saldırarak oradaki kuvvetleri esir aldılar.[73] Ardından
Şeyh Said 26 Şubat sabahı Hani’ye girdi.
Elaziz Cephesinde ise Palu’nun işgali
sonrasında Şeyh Şerif komutasındaki asiler 24 Şubat’ta Elaziz’i ele geçirdi.
Ancak asilerin şehri yağmalamaya başlaması sonucu halkın direnişi ile
karşılaşarak şehri boşaltmak zorunda kaldılar. Muş Cephesinde ise Şeyh Abdullah
Muş cephesini tutarak vilayetin irtibatını kesmiş, Varto’yu alarak Erzurum’a
doğru ilerlemeye başlamıştı. Ergani de Piran hadisesinden sonra asilerin eline
geçmişti. [74]
Şeyh Said’in Anlatımına Göre İsyanın
Gelişimi
Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesine
göre, 13 Şubat’ta yaşanan Piran hadisesinden Diyarbekir’in isyancılar
tarafından kuşatılma tarihi olan 7 Mart’a kadar isyanın gelişimi şu şekilde
olmuştur:
Şeyh Said, Piran’da yaşanan hadiseden
sonra, silahlı yedi-sekiz kişi ile birlikte ikindi vakti Piran’dan yola çıkarak
sabaha karşı Hani’nin Çomayek köyüne geldi. Şeyh’in ifadesine göre onunla
birlikte buraya gelen sekiz kişiden dördü Piçar’ın Botyan aşiretinden Fakih
Ahmed, Mahli Haley, Ahmed Salo ve Sabri bin Faro’dur.
Şeyh Said, Çomayek köyünde iken Piran’da
verdiği gibi herhangi bir vaazda bulunmadı ve sabahleyin Korha köyüne geçti.
Korha’da, Piran’da söylediği gibi ahaliye vaaz ve nasihatte bulunup bir gece
kalan Şeyh Said, ertesi gün Genç’in Piçar nahiyesinin Kahkik köyüne gitmek
üzere harekete geçti. Kahkik’e giderken, başlarında Ömer Ağa bin Faro’nun
bulunduğu Botyan, Abdülhamid bin Fakih Hasan’ın bulunduğu Mıstan, Haydar Ağa
bin Ömer Ağa’nın bulunduğu Tavs ve Tavber karyeli Monla Ahmed’in bulunduğu
Silvan ahalisi; Şeyh Said’in yanına gelerek ona hitaben “Mademki sen
din ve şeriat için çalışıyorsun, biz de canımızla malımızla çalışacağız” diyerek
Şeyh’e iltihak ettiler. Ardından Şeyh Said bunlarla beraber Kahkik karyesine
girdi.
Şeyh Said burada iken zina, hırsızlık, müskirat
istimali (alkol kullanımı), katl ve başka cezaları tertipten ibaret olan ve
evvelce vaazında söylediği cihetleri icraya yönelik bazı kararlar aldı. Ayrıca
Darahini’ye vardıkları zaman, Darahini’de bulunan ve genelinin Kürt olduklarını
bildikleri Jandarmaların kendilerine karşı silah kullanmaları halinde karşılık
verileceği, kendi taraflarından ölenlerin şehit sayılacağı, bunun yanında karşı
taraftan ölenlerin mühder kabul edilerek, şer’an kısas ve diyet lazım gelmediği
hususları kararlaştırıldı.
Şeyh Said, ertesi gün bu aşiretlerle
birlikte Darahini üzerine hareket etti. Yolda iken Yahkik ve diğer aşiretlerin
geri kalan kısımları da peyderpey gelerek Şeyh Said’e katıldılar. O gün ikindi
vakti Çemihini’ye varan Şeyh, Çemihini’de iken Yahkiklerden kırk elli adamın
Darahini’ye bir baskın yaparakjandarmalarla müsademe ettiklerini ancak
Darahini’yi işgal edemedikleri haberini aldı. İkindi vakti Çemihini’den hareket
ederek Darahini’ye yarım saat mesafedeki Kupar köyüne gelen Şeyh Said, burada
iken gerek Çemihini’den hareketten evvel, gerek kendi yanında bulunan Kürtler
ve gerekse başka taraflardan kendi başlarına giden şahıslar tarafından
Darahini’nin işgal edildiğini işitti.
Şeyh Said, Kupar’da iken, maiyetinde
Çapakçur’un Yamaç ve Az Aşiretleri olan Şeyh Mustafa zade Şeyh Şerifle
görüşerek o gece köyde kalıp ertesi gün Darahini’ye girmeyi ve hükümetin
idaresini ele alıp bir kadı, bir müftü, bir inzibat memuru ile yirmi kadar
jandarma tayin etmeye karar verdi. Ancak geceleyin Darahini’den gelen Valirli
Hüseyin Bey zade Hacı Sadık Bey, Modan karyeli Monla Hasan ve Hacı İsmail Ağa
zade Yusuf Ağa, Şeyh Said’in yanına vararak Darahini’yi işgal eden aşiretlerin
mal sandığını vesaireyi talan ettiklerini, kendisi hareket etmediği takdirde
vaziyetin daha da fenalaşacağını haber verdiler. Bunun üzerine Şeyh Said yüz
kadar maiyetiyle birlikte Darahini’ye gelerek Ziraat Bankası’na gitti ve banka
sandığını alarak Yusuf Ağa’nın evine naklettirip, banka sandığını talan
etmemeleri için nasihatte bulundu.
Şeyh Said sabahleyin ahaliyi toplayarak
tekrar vaaz ve nasihatte bulundu ve ardından eski müftü Valirli Hacı İlyas
Efendi’yi Darahini’ye müftü olarak tayin etti. Şeyh Said’in ifadesine göre;
Hacı İlyas Efendi; Şeyh Said, Darahini’ye geldiği zaman Şeyh’e gelerek
tuttukları yolun doğru ve hak olduğunu söyleyen kişidir ve onun bu sözleri
müftü olarak atanmasında etkili olmuştur. Bunun yanında Monla Hasan’ı Darahini
inzibat memuru olarak tayin eden Şeyh, yirmi kadar jandarma tayinini de inzibat
memuru Monla Hasan’a havale etti. Ayrıca Darahini’de şube reisi olan bir
binbaşı ile valiyi, valinin odasında nezaret altına alarak mülazım rütbesinde
olan iki jandarma zabitini ve diğer memurları serbest bıraktı ve yanına gelen
iki jandarma zabiti ile bazı memurlara, harekâtta başarılı olmak şartıyla
memuriyet vaadinde bulundu.
Şeyh, Darahini’de iki gece kaldı. Bu
esnada başlarında Hacı Sadık Bey olan Zekti aşireti; Hacı Selim bin Şerif
Ağa’nın başında bulunduğu Gernus aşireti ve Kupar’da bulunan Şeyh Şerif de
maiyeti ile birlikte Darahini’ye gelmişti. Ayrıca Şeyh Said burada iken
Çapakçur’un Çan şeyhlerinden Şeyh İbrahim ile Şeyh Hasan’a ve Çapakçur
Beylerine Çapakçur’un işgalini ve kasaba halkına da mukavemet göstermemelerini
yazdı ve bir süre sonra Çapakçur’un işgal edildiğini duydu. Şeyh Said,
Darahini’de bulunduğu üçüncü gün bazı emirler vererek cephe kumandanlıklarına
atamalar yaparak; Şeyh Şerife, gelecek askerlere karşı Çapakçur’un Gazik
Cephesini müdafaa etme görevini, Melekanlı Şeyh Abdullah’a Girvas ve Muş
Cephelerinin muhafazasını, Göynük ağalarına Çapakçur Boğazı’nın üst
taraflarının idaresini ve Çan şeyhlerine de Kiğı Boğazı’nı muhafaza etmelerini
emretti.
Yanında kalanlarla birlikte Darahini’den
ayrılarak Lice’ye doğru hareket eden Şeyh Said, yolda iken Hanili Mustafa Bey
ve eski Müftü Salih Efendi’nin içeriden olmak üzere, Serdi köyü ve civar köy
halkının hep birlikte Hani’yi işgal ettikleri haberini aldı. Yine aynı gün
Lice’ye giderken Hani Nahiye Müdürü, Telgraf Müdürü ve Jandarma Kumandanı Şeyh
Said’in nezdine getiridi ve Şeyh Said, Darahini inzibat memuruna bir kâğıt
yazarak bu kişilerin orada iaşe edilmelerini söyledi.
Şeyh Said, Lice’ye bir buçuk saat
mesafedeki Tilek karyesine geldiğinde, Lice ahalisinden Şeyh Mehmed Şerif
namında bir hocanın, Şeyh’in yanına gelerek kendisine: “Bu gece Lice’ye
girmeniz gasp ve gârâta ve kıtale sebep verecektir, girmeyiniz.” demesi
üzerine Şeyh, bu kişiye istek ve maksatlarını bildirerek, onu Lice’ye geri
gönderdi ve kendi fikrine karşı çıkmayan ağa ve beylerin yanına gelerek
kendisiyle görüşmelerini ihtar etti. Bunun üzerine eski müftü Abdülhamid
Efendi, Sadullah Bey zade Hacı İbrahim Bey, Hüseyin Bey, Hacı Said zade Rüşdü
Efendi, Mehmed Bey oğlu Kazım Bey ve Lice eşrafından otuz kadar kişi Şeyh’in
yanına geldi ve yapılan görüşme neticesinde Lice’ye girmemeye kararı verildi.
Bu arada meydana gelen olayları haber alan
Lice’nin Serdi karyesinde oturan ve Şeyh’in kardeşi olan Şeyh Mehmed Mehdi;
Hükümet tarafından Fis Ovası’na sevk edilen süvari alayına taarruz ederek,
alayı geri çekilmeye mecbur edip Diyarbekir ovasına uzaklaştırmıştı. Bu haberi
alan Şeyh Said, civar köylerden katılan isyancıları da beraberine alarak Karas,
Mehmedyan, Tepecik, Sorıl, Şaklat Cephelerini tutmak ve geri çekilen alayı
karşılayıp esir etmek maksadıyla harekete geçti. Hareketlerinin birinci günü
ikindi zamanı Hizan karyesine gelen Şeyh Said ve asiler; Hizan’da iken süvari,
piyade ve topçudan oluşan askerin Lice’ye doğru geldiğini ve bunların henüz
Lice’ye ulaşmadıklarını haber alır almaz yukarda adı geçen cepheleri tuttular.
Sabaha karşı ateş ve müsademe başladı. Öğleye kadar devam eden muharebe
sonrasında, Alay’ı Mehmedyan’dan aşağı olan ovaya doğru geri çekilmeye mecbur
eden asiler elli askeri esir edip bir miktar cephane, bomba ve tüfek ele
geçirdiler. Ayrıca geri çekilen alayı yarım saat kadar takip ettikten sonra
geri dönerek, ele geçirilen cephaneyi alıp geceyi Huri karyesine geçtiler.
İsyancılar Huri’de olduğu sırada Piran tarafına Hacı Akif Bey kumandasında bir
alayın geldiği duyuldu. Durum sabahleyin Şeyh Said ve Hanili Mustafa Bey’e
yazılı olarak bildirildi. Ayrıca Hacı Akif Bey imzasıyla Şeyh Said’e yollanan
beyanname ile Piran’ın alındığı, Piran’daki muallim Fahri’nin öldürüldüğü ve
kendisinin de teslim olmasının hakkında hayırlı olduğu bildirildi.
gece Hani üzerine adamlarını sevk eden
Şeyh, sabahleyin Pendar karyesine gitti. Şeyh oraya vardığında maiyetinin
idaresindeki asiler askerlerle müsademe halinde idi. Müsademe akşama kadar
devam etti. Çatışma sonunda gece alaturka saat birde alay, mermileriyle beraber
dört top bırakarak Diyarbekir’e doğru geri çekildi. Asiler dört beş şahıs kayıp
vermelerine rağmen Hani’ye girdiler. Şeyh Said ise müsademe sabahı Hani’ye
girdi.
Şeyh Said, aynı sabah Hani’ye bir saat
mesafedeki Kaban mıntıkasına ulaşan ve başında Cemil Bey’in bulunduğu alayının
üzerine isyancıları sevk etti. Öğleden gecenin saat ikisine kadar devam eden
müsademe neticesinde Cemil Bey’le beraber üç yüz dört yüz kadar asker ve on on
beş kadar da zabit asiler tarafından esir alındı. Şeyh Said, esir alınan
askerlerin tamamını Darahini’ye sevk etti. Şeyh Said, ifadesinde esir alınan bu
askerlerin durumu hakkında açıklama yaparak; kendisinin mağlup olması halinde
askerlerin zaten kendi hallerinde kalacaklarını ve galip gelmesi halinde ise
hepsini serbest bırakacağını söylemiştir.
Siirt’ten askerlerin geldiğini işiten Şeyh
Said, karşı tertibat almak üzere gündüzleyin askersiz olarak Lice kasabasına
gidip Mehmed Bey zade Kâzım Bey’e misafir olmuş ve bir gece Lice’de kaldı.
Burada, Lice ahalisi tarafından kendisine, Siirt’ten gelen askerleri Hazro
Köprüsü Boğazı’nda tevkif etme taahhüdü verildi. Ardından Lice jandarma
kumandanıyla, kaymakamının Darahini’ye gönderilmelerini emreden Şeyh bunların
ricaları üzerine bu kararından vazgeçti.
Lice’den Karaz, Huri, Pirhasan Boğazı’na
gelen ve iki gece Karaz’da kalan Şeyh, burada iken, daha önce çarpışarak
Mehmedliyan istikametinden Diyarbekir’in şark ovasına geri çekilen alayın
tekrar Alibardak köyünde mevki aldığını haber aldı. Hava muhalefeti nedeniyle
asiler o gün harekete geçemedi. Asiler ertesi gün Alibardak’a hareket ettiler.
Şeyh Said ise asilerin kendisinin bu harbe iştirak etmesini uygun görmemeleri
üzerine Piraliyan’a gitti. O gece bir köyde kalarak sabahleyin Alibardak’a
taarruz eden asiler, esasen seksen atlı askerden başka mevcudu kalmayan müfreze
ile müsademe ederek askerleri geri çekilmeye mecbur bıraktılar ve biraz
takipten sonra Alibardak’a geri döndüler. Alibardak’a dönen asilerin büyük
kısmı daha sonra kendi başlarına Diyarbekir istikametine doğru harekete
geçtiler.
Piraliyan’da bulunan Şeyh Said ise on beş
kadar maiyeti ile birlikte Tirikan aşiretini ittifaka dâhil etmek için
Piraliyan’dan Hacıdel karyesine geldi ve o gece orada kaldı. Ertesi gün Malanlı
Şeyh Mehmed Siraç ile birlikte Reşid Ağa’nın köyüne gelerek bir gece de orada
kaldıktan sonra ertesi gün, Eğil beylerini ittifaka davet etmek üzere Reşid Ağa
ile beraber Eğil tarafına gitti. Eğil beyleri Şeyh Said’in fikir ve maksadının
doğru olduğunu tasdik etmelerine rağmen, ihtiyar olmalarından ve harp
görmediklerinden dolayı bilfiil iştirak edemeyeceklerini beyan ettiler. Ancak
Eğil beylerinden Sadık Bey zade Mire Bey ve Hamid Bey zade diğer Mire Bey ve
Faik Bey zade Mehmed Bey, ittifakı kabul ederek, seksen doksan kişiyle birlikte
Şeyh Said’e katıldılar. Daha sonra Şeyh Said kendisine katılan bu kişilerle
birlikte Osmaniye istikametine hareket etti.
Şeyh Said Osmaniye’ye varmadan önce, Piran
ağaları ile Şeyh Said’den önce Eğil’den harekete geçen Eğil beylerinden Sadık
Bey zade Mire Bey ve Kaçar zade Berniş Ağası Tevfik Ağa taraflarından nahiye
işgal edilmişti. Şeyh Said de işgalden sonra Osmaniye’ye girdi ve iki gece
kaldı. Ardından Diyarbekir’e giden kuvvetlerine yetişmek üzere Şerbeti
karyesine geçti. Oradan da Tepe ve Simaki yoluyla Diyarbekir’in doğu
mıntıkasındaki kuvvetlerinin nezdine gitti.[75]
Raporlara Göre Bazı Şehirlerin İşgalleri
ve Yaşananlar
Darahini’nin İşgali
Genç Valisi İsmail Hakkı Bey 25 Nisan 1925
tarihinde bir rapor hazırlamış ve Genç vilayetinin merkezi olan Darahini’nin
işgali hakkında bilgi vermiştir. Bu rapora göre, isyancıların merkezi durumunda
olan Darahini’nin işgal süreci şöyle olmuştur:
13-14 Şubat 1925 gecesi alaturka saat 4.30
civarında kasabanın dışındaki Jandarma Bölük Dairesi’yle hapishaneye silah
atılması üzerine, Bölük merkezi ve hapishaneden karşılık verilmiş, silah
atanların bir kısmı kaçmış bir kısmı da civardaki evlere saklanmıştı. Çatışma
üzerine bölge ve bazı evler bir müfreze tarafından abluka altına alındı ve
abluka altındaki evlerin araştırılması sonucunda 6 kişi yakalanarak hapishaneye
sevk edildi. Durumu Dahiliye Vekâleti ile 7. ve 9. Kolordu Komutanlıklarına
bildirmek üzere bir rapor hazırlandı. Ancak telgraf hatlarının kesilmiş
olduğunun anlaşılması üzerine rapor gönderilemedi. Bunun üzerine telgraflar
dört saat mesafede bulunan Çapakçur telgrafhanesinden çekilmek istenmiş ve iki
adam gönderilmişti. Sabahleyin kesilen telgraf hattının tamir edilmesinden
sonra 14 Şubat tarihinde Vali İsmail Hakkı Bey, Dahiliye Vekiline son durum
hakkında bilgi verirken hatlar tekrar kesildi.
Bu sırada Şeyh Said’in vilayet merkezine
gelmekte olduğu haberinin alınması üzerine Şeyh’e bir heyet gönderildi ve
vilayet merkezine geldikleri takdirde silahla karşılık verileceği haberi
iletildi. Ancak nasihatleri önemsemeyen Şeyh Said beraberinde birçok asi ile
beraber, batı tarafından vilayete ilerlemeye devam etti. Bu arada Şeyh Said’in
gelmekte olduğunu duyan ve heyecana kapılan memur, esnaf ve ahali de bir yandan
nasihatlerle teskin edilmeye çalışılıyordu. Şeyh Said’in şehre batı tarafından
yaklaştığı vakitlerde alaturka saat 10 sıralarında kasabanın doğusunda bulunan
Diz Çayı’nın karşı yakasında, silahlı silahsız birçok isyancı toplanmıştı. Bu
durum karşısında tedbir almak ve birikmekte olan asileri dağıtmak üzere kasaba
dışındaki Bölük Dairesi’ne giden Vali, orada isyancılarla birlikte gelmiş olan
Fakih Hasan’ı görmüş ve hem onu hem de Mülazım Mihri Bey’i, toplanmakta olan
asilerin yanına göndererek dağılmalarını bildirdi. Ancak asi reislerinden
Valirli Hacı Sadık ve Girnoslu Hacı Selim, Şeyh Said’i görmeye geldiklerini,
onu görmeden gitmeyeceklerini söylediler.
Şehirde toplam 23 jandarma vardı ve
bunların bir kısmı Bölük merkezi civarındaki hâkim tepeleri tutmuştu. Ancak
vilayet merkezi olan ve altmış haneden oluşan Darahini’nin güney batı
tarafındaki sırtlar birçok asi tarafından sarılmış ve bunlar peyderpey vilayet
merkezine girmeye başlamıştı.
Bu sırada Diz Çayı’nın karşısında
toplanmış olan asiler de çayı geçerek jandarmalarla kuşatılmış olan hapishane
ve Bölük merkezinin bir metre açığından geçerek kasabaya doğru ilerlemeye
başlamışlardı. Bunun üzerine Vali, Hacı Sadık ve Hacı Selim’i bölük dairesine
çağırdı ve tekrardan dağılmaları yönünde nasihatte bulundu. Ancak bunlar Şeyh’i
görmeye geldiklerini ve hükümete karşı bir husumetleri olmadığını söyleyerek
kasabaya doğru hareketlerine devam ettiler. Kalabalık, herhangi bir çatışma
olmadan kasabaya girdi. Vali İsmail Hakkı Bey, Mülazım Mihri Efendi’yi yanına
alarak tekrardan asilerin yanına giderek maksatlarını sordu. Onlar da: “Şeyh’i
hapis edeceklerini söylediler, onun için bizi buraya getirdiler” diyerek
cevap verdiler.
Bu gelişmelerden ve şehrin bu vaziyeti
almasından sonra akşam alaturka saat 12 sıralarında birçok silahlı şahıs
Hükümet Konağı’na gelerek toplantı halinde olan Vali ve Jandarma Kumandanını
tutukladılar ve bulundukları odanın kapısına nöbetçi koydular. Ayrıca o gece,
14-15 Şubat gecesi, asilerden Botyanlı Sabri ve yanındakiler Vali ve Jandarma
Kumandanını katletmek istemişse de Fakih Hasan buna mani oldu. Bunun yanında
asiler o gece, Jandarma Bölüğü’ne saldırıp silahlarını aldılar, bölük
dairesindeki maliye ve jandarma sandığını kırarak nakitleri gasp, silah ve
cephaneyi de yağma ettiler. Hapishane de tahliye edilerek, Askerlik Şubesi
yakıldı ve Hükümet Dairesi de yağmalandı. Aynı gece saat 7 sıralarında kasabaya
bir çeyrek mesafedeki Kupar köyünde bulunan Şeyh Said, Darahini’ye Yusuf
Ağa’nın evine getirildi. Sabah olunca da, akşam açılamayan Ziraat Bankasının
kasası, Şeyh’in odasına getirildi ve nakitler gasp edildi.
Darahini’nin işgal altında kaldığı süre
içerisinde Vali ve arkadaşları, isyancılar tarafından tekrar öldürülmek
istendi. Ancak bu sefer hükümete sadık kalmış olan Piçar Nahiyesi Müdürü
Mustafa Bey’in girişimleri ve vilayet merkezinin basılarak kaçırılacakları
bahanesinin ileri sürmesiyle Vali ve diğer birkaç esir iki saat mesafedeki
Kurik köyüne nakledildi. 15 gün orada kalan esirler daha sonra tekrardan
vilayet merkezine getirildiler. Esirlerin katledilmesine yönelik başka
girişimler de oldu. 6-7 Nisan gecesi Süvari Alay Kumandanı Cemil ve Jandarma
Mülazımı Fehmi de esirlerin arasında bulunduğu sırada, Yusuf adında bir asi ve
arkadaşları esirleri Garip köyüne götürmek bahanesiyle katletmek istedi. Ancak olaydan
haberdar olan Halk Fırkası Reisi Mehmed Ağa adamlarıyla gelerek esirlerin sevk
ve katledilmelerine mani oldu.
Yine asilerin başarısız olup vilayet
merkezine döndükleri sırada esirlere herhangi bir suikast yapılmasını önlemek
amacıyla 8 Nisan akşamı Fakih Hasan, Mehmed Ağa ile birlikte, esirlerin
tutulduğu evin duvarında delik açarak esirleri Mehmed Ağa’nın evine, oradan da
Meclis İdare Başkâtibi Mahmud Efendi’nin evine geçirdiler ve bu şekilde
esirlerin hayatlarını kurtardılar. 9 Nisan sabahı ise, asilerin bozgun halinde
geri çekilerek şehirden kaçmaları sonrasında esirler bulundukları yerlerden
dışarı çıkarak esaretten kurtuldular. Ardından Vali ve diğer devlet erkânı 7.
Fırka’nın gelişine kadar merkezin muhafazasını temin etmek için mümkün olan tedbirleri
almaya çalıştılar. Vali Bey’in esareti toplamda 54 gün sürmüştü.[76]
Hani’nin İşgali
Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali
Fehmi Efendi’nin 28 Nisan 1925 tarihli raporuna göre Hani’nin işgali ve
yaşananlar şu şekilde gerçekleşmiştir:
İsyandan önce Hani’de, beyler ve şeyhler
iki kısma ayrılmıştı. Birinci kısım: Salih ve Mustafa Beylerin reis olduğu Said
Bey ailesidir ki bunlar Hani’de isyan hareketinin başlarındandı. Diğer kısım
ise: Timur Bey ailesiydi ve liderleri Hamdi Bey’di. Hamdi Bey, İsyan’ın
başlangıcında kasabayı terk ederek Hazro beylerine iltica etmiş ve birkaç kişi
hariç akrabalarının ekserisi İsyan’a karşı muhalif tavır almıştı.
Piran hadisesinden önce Şeyh Said,
Serdi’de iken başta Salih Bey olmak üzere kasabanın ileri gelenleri onu
karşılamaya gitmiş ve Hani’ye davet etmişti. İki yüze yakın kişi ile Hani’ye
gelen Şeyh Said, Salih Bey’e misafir olmuş, Hamdi ile Mustafa Beyleri
barıştırmış ve Şeyh Adem’in tekkesinde ittifak ve ittihada dair vaazda
bulunmuştu. Yine Fehmi Bey’in anlatımına göre barıştırma meselesinin olduğu
gece Salih Bey’in, evinde İsyan’ın programı çizilmiş ve sabahleyin Şeyh Said
ile Piran’a hareket edilmişti.
Piran Hadisesi’nin yaşanmasından sonra
Mustafa ve Salih Beyler başta olmak üzere bütün ümera ve meşayihin katılımıyla
Camiikebir’de büyük bir kongre yapıldı ve mesele açıkça konuşularak halk cihada
davet edildi. Ertesi gün 15 Şubat’ta Şeyh Tahir’in Serdi köyünden gelmesi ile
birlikte hükümet dağıtıldı ve asiler asker toplamaya başladı. Bu arada Salih
Bey’in evinde kasabanın ileri gelenleri ile birlikte ikinci bir kongre
yapılarak din davası ortaya atıldı. Bu toplantıda İbrahim Hoca muhalefet ederek
bu hareketin huruc-ı ululemr (hükümete karşı isyan) olduğunu söylemiş, ancak
bir akşam öncesinde kasabanın diğer muhalif beylerinin kasabayı terk etmiş
olması sebebiyle isyan taraftarı olan grubun sözü üstün gelmiş ve diğerleri
onlara tabi olmak zorunda kalmışlardı.
Salih Bey’in başını çektiği, isyan
taraftarı olan bu grup bir müddet daha bekledikten sonra Birinci Süvari
Fırkası’nın Hani yakınlarında mağlubiyeti akabinde Şeyh Said’in kuvvetleriyle
birleşerek halkı cebren isyana katılmaya teşvik etmişlerdi. İştirak
etmeyenlerin ise evleri yakıldı ve çeşitli zulümler yapıldı. Hani’nin bu
şekilde isyancıların eline geçmesinin ardından kasabada bu durum bir aydan
fazla isyancıların lehine gelişti. Ancak Diyarbekir bozgunundan sonra halk
uyanmaya ve Şeyh’in halk üzerindeki nüfuzu da kırılmaya başladı. Bundan sonra
asiler kaçışmaya başlamış, kaçarken de halkı yağmal amı şlardı.[77]
Palu’nun İşgali
25/2. Alay 8. Bölük Mülazım-ı Evvel Ahmed
Şevket Bey’in 29 Nisan 1925 tarihinde Palu vakası hakkında hazırladığı harp
raporuna göre Palu’nun işgali ve kurtulması şöyledir:
17. Fırka Liva Kumandanlığı tarafında
görevlendirilen ve 25 piyade, iki ağır makinalı tüfek, iki otomatik tüfek olmak
üzere toplamda 36 askerden oluşan müfreze 17 Şubat tarihinde Mülazım-ı evvel
Ahmet Şevket komutasında Palu’ya gelmişti. Ayrıca Jandarma Yüzbaşı Ahmed Efendi
kumandasında 10 süvari ve 10 piyadeden oluşan bir jandarma kuvveti de bu
müfreze ile birlikteydi. İsyancıların Çapakçur ve Gökdere istikametinden
Palu’ya saldırması ihtimaline binaen 18 Şubat’ta şehirde askerî hazırlıklar
yapıldı. Ayrıca Yüzbaşı Ahmet Efendi müfrezesi Gökdere’ye hareket etti. Bu
gelişmeden sonra şehirde on dört jandarma kalmıştı ve bunlar da askerî nizamdan
uzaktı.
Şubat’ta Şeyh Şerif üç yüz kadar silahlı
asi ile birlikte Mirahmed köyüne ulaşmıştı. Bu sırada Gökdere köylerinin de
isyana katıldığına dair haberler duyuldu. Aynı gün şaki Yado’nun Palu-Elaziz
telgraf hattını keserek 20/21 Şubat akşamı kasabaya baskın yapacağına dair bir
istihbarat da alındı. Bunun üzerine Palu Kaymakamı, Jandarma Kumandanı ile
Mülazım-ı evvel Şevket Bey’e teyakkuzda olmaları emrini verdi. Beklenildiği
gibi 20/21 Şubat akşamı Elaziz-Palu telgraf hattı kesildi. Bunun üzerine kırık
hattın tamiri için 15 kişilik bir müfreze 21 Şubat sabahı Palu’dan yola
çıkarıldı. Hattı tamir etmek için giden müfreze, hattı tamir edip Palu’ya dönüş
yolu üzerinde oldukları sırada, isyancıların akın halinde Palu’ya geldiklerine
şahit oldu ve bunun üzerine Gülüşkür istikametine doğru çekildi. Müfreze burada
silahlarını cebren almaya teşebbüs eden köylülerle çarpışa çarpışa zayiatsız
olarak Elaziz’e gitmek zorunda kaldı. Zaten Jandarma Yüzbaşı Ahmed Efendi’nin
müfrezesinin Gökdere’ye gitmesiyle şehirde askerî nizamdan uzak 14jandarma
kalmıştı. Şimdi de 15 kişilik müfrezenin Elaziz’e gitmesi ile birlikte
Palu’daki askerî güç iyice azalmış oldu. Bunun üzerine merkez kasaba ve civar
köylerden milis kuvvetlerle bu açık doldurulmaya çalışıldı.
İsyancılar yaklaşık bin kişi ile 21 Şubat
akşamı Çapakçur-Palu yolunu takiben iki koldan saldırıya geçtiler. Başlarında
Şeyh Şerif bulunmaktaydı. Altmış kişilik bir grup da şaki Yado kumandasında
Sekrat-Palu yoluyla şehre ilerlemekteydi. Bine yakın isyancının Mülazim-ı Evvel
Şevket Efendi’nin bulunduğu mevzie hücum etmeleri üzerine, Şevket Efendi ağır
makinalı tüfekle ateş emrini verdi. Ancak bunu işiten ahali askerlere “Ateş
etmeyiniz. Ellerinde rehinelerimiz var, katlederler. Gelenler düşman değil din
kardeşlerimiz” diye bağırdı. O esnada ahaliden “milis” namı
altında askerle aynı mevzide olan bazı kişiler, makinalı tüfek cephanelerine ve
askerlerin elindeki tüfeklere hücum ederek aldılar. Askerlerin isyancılara
karşı koyma imkânı kalmaması üzerine isyancılar iki koldan şehre girerek şehri
ele geçirdiler.[78] İşgalin
ardından hükümet defterleri tahrip edilerek memurlar tehdit edilmeye başlandı.
Asiler iki gün sonra Elaziz’e doğru harekete geçtiler ve birkaç eşkıyayı
Palu’da bıraktılar. Bunlar da aynı şekilde şehirde saldırı ve talanı devam
ettirdiler.
Palu’nun işgalinden biraz sonra yaşanan
Elaziz hezimetinden sonra asiler firar etmeye başladı. Palu’daki asilerin bir
kısmının firar etmesi üzerine Palu Kaymakamı Fehmi Bey memurları vazife başına
çağırdı. 27 Şubat’ta memurlar dairelere giderek yapılan tahribat hakkında zabıt
tuttular. Ancak bu halde uzun sürmedi. İsyancıların tekrardan saldıracakları
haberleri üzerine memurlar ne yapacaklarını şaşırarak yine evlerine çekildiler.
21 Şubat’ta işgalin ardından Palu yaklaşık bir ay asilerin elinde kaldı. 4
Nisan tarihinde askerler iki koldan şehre ilerleyerek şehri ele geçirdi. 5
Nisan’da Hükümet Konağı önünde resmigeçitten sonra memurlar yeniden vazifeye
başlayabildiler. Ancak isyancılar kasabanın etrafındaki tepelerde mevzi
almışlardı. 27 Nisan’a kadar bu şekilde çatışmalar devam etti. Bu tarihten
sonra isyancılar mevzi aldıkları tepeleri de boşaltarak geri çekildiler ve Palu
tamamen asilerden temizlendi.[79]
Lice’nin İşgali
Piran’da yaşanan jandarma olayından sonra
Şeyh Said’in Serdi karyesinde üç yüzü aşkın silahlı kişi ile bulunduğu ve Lice
üzerine gelmek fikrinde oldukları, duyulunca halk arasında büyük bir heyecan
oluşmuş ve ahali Şeyh Said ve hükümet taraftarları olarak ikiye ayrılmıştı.
Gelişmeler üzerine kaza yetkilileri bir toplantı yaptı. Diyarbekir’den bir
kuvve-i tedibiyenin hızlı bir şekilde gönderilmesi ihtimaline binaen hazırlık
yapılması kararlaştırıldı. Askerî birliğin kazaya gelme haberleri ve yapılan
hazırlıklar ahali üzerinde olumlu etki yaptı ve isyancılara karşı birlikte
şehri korumak için hükümete müracaatlar başladı. Bu arada Genç’in işgali haberi
de alınmıştı.
Ne var ki şehirdeki bu ittifak çok uzun
sürmedi. Kasabadaki şeyh taraftarlarının fazla olması ve bunların Şeyh Said’e
silah atacak olan kişileri vuracaklarını söylemeleri ve bu arada Genç’in işgal
edildiği haberleri şehirdeki muhalif gurubun faaliyetlerini artırmasına neden
oldu. Hani’ye gelen Birinci Süvari Fırkası’nın, 22 Şubat günü asilerle girdiği
muharebe Lice’den duyulmuş, memur ve hükümet taraftarı olan halkın moralini
yükseltmişti. Ancak 22/23 Şubat gecesi top seslerinin kesilmesi sonrasında
süvari alayının esir olduğu haberi alındı. Bu gelişme üzerine şehirdeki isyan
taraftarları şehri ele geçirerek memurları esir aldı. Ertesi gün 23 Şubat
tarihinde ise Şeyh Said şehre girdi.[80]
Asiler Lice’ye beyaz, sarı ve kırmızı
renkteki bayrakla girmiş ve dellal vasıtasıyla “Kalkınız cennet
kapıları açılmıştır. Tuttuğumuz şeriat ve hakyoludur” diyerek Şeyh
Said’e iltihak edilmesini istediler ve Diyarbekir’in alınması için halkı
silahlı olarak sevke teşvik ettiler.[81]
Elaziz’in İşgali
Tayyare Binbaşı Tahsin Bey’in, 23 Mayıs
1925 tarihinde Elaziz’in müdafaa ve sükûtu hakkında hazırladığı rapora göre
hadise şöyle yaşanmıştır.
Şubat tarihinde Palu’nun işgal edildiği
haberi Elaziz’e ulaştığı vakit, Elaziz Liva Kumandanlığında Osman Arif Bey
bulunmaktaydı. Palu’da başlarında Şeyh Şerif olmak üzere ve çoğu silahsız
yaklaşık 500 asinin bulunduğu haberini alan Osman Arif Bey, bunun üzerine
Elaziz’in müdafaası için gerekli olan tedbirleri almaya başladı ve 22 Şubat
günü itibari ile bu tedbirleri hemen hemen tamamladı. Osman Arif Bey, 7.
Kolordu Kumandanlığından yardımcı bir kuvvet istedi, Erzincan’dan hareket etmiş
olan Ester-Suvar Jandarma Taburunun da 22 Şubat gecesi Elaziz’e varmasını
emretti. Ayrıca Liva Kumandanlığının elinde bulunan makineli tüfekleri
kullanmaları için Çemişgezek’te bulunan 25. Alay’dan dört adet zâbit talep
edildi.
Şubat tarihi itibariyle Elaziz’deki mevcut
askerî kuvvet şöyle idi;
Seyyar Jandarma Taburu tahminen 130 nefer
(yüzde 70’i efrad-ı cedide ve henüz muvasalat etmemişti),
25. Alay 1. Tabur 21 nefer,
Malatya’dan 7. Kolordu mürettep 50 küsur
(efrad-ı cedide),
17. Fırka Zabitanının aileleri nezdindeki
emirberler 20 adet,
"^■17. Fırka 17. Alay bir kudretli
cebel bataryası 4 top,
17. Fırka 17. Alay bir cebel bataryası 4
top (henüz muvasalat etmemişti)
Yukarıda rakamları verilen piyade ve
jandarmaların çoğu askeri talimden yoksun askerlerden oluşmaktaydı. Ayrıca
efrad-ı cedideye tüfeklerin kullanılması dahi yeni öğretilmişti.
Liva Kumandanı Osman Arif Bey, mevcut
nizamiye kuvvetlerinin az olması dolayısıyla elindeki bu kuvveti, şehir halkından
oluşturulacak bir kuvvetle takviye etmek çabası içerisinde idi. Bu amaçla
eşraftan bazıları ile görüşerek yardımlarını talep etti. Bunlardan biri Beyzade
Mehmed Nuri Efendi idi. Osman Bey, Nuri Efendi ile görüşmesinde kaç kişi
verebileceğini sormuş Nuri Efendi de kendi sözüyle harekete geçecek kimse
olmadığını söyleyerek kumandanın talebini karşılıksız bırakmıştı. Osman Bey
daha sonra eşraftan başka kişilerle de görüştü. Ancak bunlardan sadece Yümni
Bey ova köylerinden 200 kişi çıkarabileceğini söyledi.[82]
Kumandan Osman Arif Bey, aslında şehrin
savunmasına yönelik tedbirlerin tamamlanmasından sonra bir kısım kuvvetle
Palu’ya taarruz ederek hadisenin yayılmasına izin vermemek niyetinde idi. Ancak
bu düşüncesini gerçekleştirme fırsatı bulamadı. Bunun yanında esasen
Elaziz’deki umumi efkar, Vali’nin şahsına olan kin ve nefretten dolayı
tamamıyla hükümet aleyhine ve isyancılar lehine seyretmekteydi. Tayyare Binbaşı
Tahsin Bey’in belirttiğine göre valinin birçok yolsuzlukları ve kumar, içki
gibi halleri hükümet aleyhindeki propagandayı güçlendirmişti.
Şubat tarihinde Elaziz’den Diyarbekir’e 40
mavzer ve cephane taşıyan bir birlik yola çıkarıldı. Tayyare Binbaşı Tahsin Bey
de bu birlikle birlikte hareket etti. Tahsin Bey hazırlamış olduğu raporda bu
yolculuğu anlatırken; Elaziz’den Kevlek köyüne kadar içinden geçtikleri tüm köy
halklarının, başlarında hacılar ve hocalar olmak şartıyla köylerin batı ve
güney yönlerindeki çıkışlarında toplanarak isyancıları bekler bir hal
içerisinde olduklarını ve kendilerine yabancı nazarla bakarak, verdikleri
selamları dahi almadıklarını söylemektedir. Bu birlik Mevri karyesine geldiği
zaman köyün muhtarı yanlarında silah taşıyan bu birliği Şeyh Şerife haber
verdi. Şeyh Şerif de Yado namındaki eşkıyayı bu birliğin üzerine gönderdi.
Pusuya düşen birlik esir düştü. Binbaşı Tahsin Bey ise gece karanlığında
Elaziz’e geri kaçmayı başardı.
Tahsin Bey Elaziz’e geldiği sıralarda,
isyancılar da Elaziz’e taarruza başlamıştı. Doğudan gelen isyancılara karşı
Beyyurdu sırtlarından top atışları yapılmaktaydı. O gün top atışları devam
ederken her şey hükümet lehine görünüyordu. Hatta Hüseynik’te bulunan Depo
Muhafızları Kumandanlığının tarafındaki isyancılar tamamıyla çekilmişlerdi.
Ancak bir süre sonra Beyyurdu sırtındaki bataryanın olduğu yerden avcı
taburları çekilmeye ve asiler sırtı ele geçirmeye başladı. Sırtta, topçu ve
piyade atışlarının kesilmesinin ardından Hüseynik’teki mukavemet bir süre devam
etti, ancak uzun sürmedi. Hem jandarmalar, hem de Vali şehirden kaçtı. Böylece
şehir düştü. Osman Arif Bey de isyancılarla çarpışarak şehrin kuzeyine çekildi.
Yapılan saldırı esnasında şehir halkı müdafaaya yardım etmemiş, eşraf yardımdan
imtina etmişti. Hatta yardım edeceğini söyleyenler de vaatlerini yerine
getirmemişti.[83]
Şehrin işgalinden sonra Şeyh Şerif’in
adamları şehri yağmalamaya başladı. Halkın buna tahammül edemeyip karşılık
vermesi üzerine her iki taraftan yaklaşık kırk elli kişi öldü ve neticede
asiler şehirden kovuldu. İsyanın elebaşlarından olan Abdullah Nihat, Dersim
kuvve-i tedibiye kumandanı namıyla 22 Mart tarihinde -muhtemelen Şeyh Said’e -
yazmış olduğu yazıda Elaziz’in işgaliyle ve yağma ile ilgili şunları
söylemektedir: “Geçen defa ahlaksızlık yüzünden altmıştan fazla telefat
verip Elaziz’den ricat eden Şeyh Şerif Efendi’nin askeri bu defa Elaziz’e bir
intikamfikriyle gitmek istiyor. Bufikirle gidilecek olursa Cenab-ı Hak
muvaffakiyet ihsan etmeyeceği gibi ikinci bir ricat ihtimali de mevcuttur.
Fazla askeriniz var ise münasip bir kumandan maiyetinde Elaziz’e sevk
buyurmanız pek münasiptir.”[84]
Silvan’ın İşgali
Silvan Kaymakamı Abdülvehhab’ın hazırlamış
olduğu 1 Mayıs 1925 tarihli raporuna göre Silvan’ın işgali şöyle olmuştur:
İsyan’ın başlaması ile birlikte
Silvan’daki hükümet yetkilileri isyanın Silvan bölgesinde yayılmasına karşı
önlemler alarak, askerler gelene kadar zaman kazanmaya ve isyanın genişlemesine
mani olmaya çalışmıştı. Hükümet bu şekilde faaliyet göstererek yaklaşık 45
günlük bir zaman kazandı. Ayrıca Hükümet yetkilileri bölgede bulunan şeyh ve
ağalarla irtibata geçerek onların hükümete bağlılıklarını sağlamaya ve bölgede
yapılan propagandaların önünü almaya çalıştı. Hatta Silvan’ın Kamışlı köyünde
ikamet eden ve hükümetin dikkatini çeken Şeyh Şemseddin her ihtimale karşı kaza
merkezine getirildi.
Şeyh Şemseddin başlangıçta Şeyh Said
aleyhinde sözler söylemiş olmasına rağmen, Silvan’ın düşmesinden 10 gün önce
köyüne çekilerek kardeşi Şeyh Nuri ile istişare edip yeğeni Fahri ve oğlu Feyzi
vasıtasıyla halkı isyana teşvik etmeye başlamıştı. Daha önce hükümete sadakat
telgrafları çeken Şeyh Şemseddin, isyan hareketinin başarılı olup
olmayacağından emin olmadığından bizzat hareket etmemiş oğlu ve yeğeni
vasıtasıyla çalışmalarda bulunmuştu.
İsyanın başlangıcında yalnız Şeyh
Şemseddin değil, birçok ağa devlete sadık olduklarını bildirmişti. Ancak
isyanın bölgede genişlemesi, Lice jandarmalarının firar ederek Şeyh Said’e
katılmaları ve köylere gönderilen jandarmaların silahlarını köylülere kaptırması
gibi gelişmeler sonrasında, devlete sadakat telgrafı çeken bu ağalar hanelerine
çekildi ve meydan Şeyh Şemseddin’in propagandasına açık hale geldi. Bu sırada
Kaymakamlık tarafından, Sıdıkni, Boşat ve civar köylerin de Şeyh Said’e
katılacağı anlaşılmıştı. Ancak kazada bu olumsuz gelişmeyi önleyecek yeterince
kuvvet bulunmamakta idi. Yine de Kaza Müftüsü Abdurrahman Efendi ile Ali Ağa
isyana katılmak üzere olan bu köylere nasihat için gönderildi. Ancak bu
nasihatler de fayda etmedi. Sıdıkni, Boşat ve civar köyler Şeyh Said’e iltihak
etti. Ayrıca buradan Şeyh Şemseddin’in kaza merkezine gelmesi için kendisine
tekrardan yazı yazılmıştı.
Bundan sonra 23 Mart 1925 sabahı alaturka
saat 4 civarlarında Silvan’ın kuzey kısmındaki kayalıklardan, kasideler söyleyerek
inen isyancılar şehre iki kilometre mesafeye kadar yaklaştılar. Kaza halkı da
beyaz bayraklarla isyancıları karşılamaya gittiler ve hükümet dairesini tahrip
ederek isyancıların kazaya girmesini kolaylaştırdılar. Bu gelişme üzerine
kazayı korumak üzere söz vermiş olan ağaların da bir kısmı kenara çekildi.
Hükümet yetkilileri de teslim olmayı kabul etmemişti. Son bir girişimle Sadık
Ağa, isyancıların reislerini ikna için yanlarına gitmişse de dönüşünde
vurularak şehit edildi. Sadık Ağa’nın şehit edilmesinden sonra isyancılar
hükümet yetkililerini esir aldı. Hatta isyancılar Silvan Kaymakamı Abdülvehhap
ile iki arkadaşını öldürmek istemelerine rağmen kaza halkından bir hoca buna
mani oldu. 23 Mart tarihinde isyancıların eline geçen kaza, 15 Nisan tarihinde
12. Alay’ın şehre gönderilmesi ve üç gün süren muhasara sonunda askerî
birliklerin şehre girmesiyle geri alındı ve esirler kurtarıldı.[85]
Gümgüm’ün (Varto) İşgali
25 Mart 1925 tarihli Varto memurlarının
tutmuş olduğu rapora göre: İsyancılar 11 Mart Perşembe günü gece saat dokuz
sıralarında Gümgüm’e hücum ettiler. Çarpışmalar sonunda isyancıların çokluğu ve
kasaba içinden bazılarının da iştirak etmesiyle isyancılar silahlı olarak
kasabayı işgal ederek Hükümet Konağı’yla Selim Bey’in evlerinin çatılarına
birer bayrak diktiler. Ardından hükümet dairelerini işgal eden asiler
dairelerdeki defterleri, eşyaları ve diğer evrakları kısmen yırtmış, kısmen
yakmış ve kısmen de evlerine götürmüşlerdi. Ayrıca asiler devlet dairelerine
hayvanlarını da bırakmışlar, esir olan zabitlerin ve jandarmaların eşya, nakit
ve hayvanlarını almışlar ve memurların evlerine taarruzda bulunmuşlardı.
İsyancılar memurlara hakaret ederek Yahudi ve Hristiyan olduklarını söylemişti.[86]
Bu raporun yanında Muş Vali Vekili Sırrı
Bey’in Bitlis Divan-ı Harbine yazdığı 16 Mart 1925 tarihli yazıya göre; Varto
12 Mart 1925 gecesi baskınla sükût etti. Baskını yapan Cibranlı Halit’in
kardeşleri Ahmet ve Selim’di. Bunlar Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile birlikte
halkı isyana teşvik etmişlerdi.[87] Yine
Muş vilayetine yazılan başka bir yazıya göre: Şeyh Abdullah, refakatinde 500
kişilik bir kuvvetle 11 Mart Perşembe günü sabaha bir saat kala Gümgüm’e
girmiştir.”[88] Gümgüm
25 Mart tarihinde Fırka tarafından geri alınmıştır.
İsyanın Ankara’daki Yankıları
İsyan bölgesinde bu gelişmeler yaşanırken,
isyan hakkındaki ilk haberler gazetelerde 16 Şubat 1925 tarihinde yer aldı.
Haberlerde Piran’da Şeyh Said adında birisinin jandarma ile müsademeye girerek
kaçtığı bildiriliyor ve olay sıradan bir eşkıyalık hareketi olarak
yansıtılıyordu.[89] Aynı
gün Dahiliye Vekili Cemil Bey, Bakanlar Kurulunu bilgilendirmiş ve olayı
bastırılmak üzere olan mahalli bir hareket olarak anlatmıştı. Ancak Cemil
Bey’in, olayın tenkili için uçakların kullanılması emri verildiğini söylemesi
ve ertesi gün çıkan gazete haberlerinde Ankara mehâfilinin olayda İngiliz
parmağı olduğu fikrini taşıdığını yazması olayın basit bir eşkıyalık
hareketinden farklı olduğunu göstermişti.[90]
Konu, Dâhiliye Vekâleti bütçesinin
görüşüldüğü 18 Şubat tarihinde ilk kez Meclis’in gündemine geldi. Giresun
Mebusu Hakkı Tarık Bey, gazetelerde Genç vilayetinin Şeyh Said isminde
birisinin elinde olduğuna dair haberler yazdığını söyleyerek Dâhiliye
Vekilinden bu konuda izah istedi. Dâhiliye Vekili Cemil Bey ise şöyle cevap
vermişti: “Hakkı Tarık Beyefendi matbuatta gördükleri bir hadiseden
bahis buyurdular. Hakikaten şubatın on üçüncü günü Ergani vilâyetinin Hınıs ile
Delice arasındaki sahasında Şeyh Said namında bir adam biraderleri ve bir kısım
maiyetiyle harekât-ı şekavetkârâneye (eşkıyalık hareketi) başlamış,fakat bunu
tedmir (yok etmek) için de Hükümetçe gayet şiddetli tedâbir ittihaz edilmiştir.
Bu tertibatın temadisiyle bu hareketin olduğu yerde bastırılacağına emniyet
hâsıl olmuştur”[91] Cemil
Bey, Meclis’te isyanla ilgili yaptığı bu ilk konuşmasında isyanı bir eşkıyalık
hareketi olarak tanımlamasına ve kısa sürede bastırılacağını belirtmesine
rağmen, o günkü gazetelerde Şeyh Said ve maiyetinin İngilizlerden teşvik ve
yardım gördüğü yazmakta idi.[92]
Anlaşılacağı üzere, isyanın başlamasının
üzerinden beş gün geçmesine ve asilerin bazı yerleri ele geçirmiş olmasına
rağmen, hükümet olaya umumi bir ihtilal olarak yaklaşmamakta, mahalli bir
hareket olarak görmeye devam etmekteydi. Bu gelişmelerin yaşandığı sırada
Mustafa Kemal Paşa, birkaç ay önce Başvekâletten istifa eden ve istirahat için
İstanbul’da bulunan İsmet Paşa’yı 20 Şubat’ta acilen Ankara’ya çağırdı. 21
Şubat’ta Ankara’ya gelen İsmet Paşa’yı Ankara garında Mustafa Kemal Paşa bizzat
karşıladı. İkili, Çankaya Köşkü’ne giderek olayı değerlendirdi ve alınacak
tedbirleri müzakere etti.[93]
Aynı akşam Mustafa Kemal Paşa’nın
başkanlığında toplanan Başbakan Fethi Bey, Halk Fırkası Başkan Vekili İsmet
Paşa ve Meclis Başkanı Kâzım Özalp bazı doğu illerinde sıkıyönetim ilan
edilmesine karar vererek, bu konudaki tezkerenin Meclis Başkanlığına
gönderilmesi kararını aldılar. Sıkıyönetim ilanı, olayın mahiyetini değiştirmiş
ve mahalli bir eşkıyalık hareketi olmadığını kamuoyuna göstermişti.[94] 23
Şubat tarihinde toplanan Halk Fırkası Grup toplantısında hükümet, alınacak
tedbirleri gruba bildirdi. Grupta asilerin çok şiddetli bir şekilde
cezalandırılması kararı alındı.[95]
İdare-i Örfiye İlanı ve Hıyanet-i Vataniye
Kanunu’nda Yapılan Değişiklik
23 Şubat tarihli Meclis toplantısında;
Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt,
Bitlis, Van ve Hakkâri vilayetleriyle Erzurum vilayetlerinin Kiğı ve Hınıs
kazalarında bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edildiğine dair Başvekâlet
tezkeresi okundu. Ancak Başvekil Ali Fethi Bey Meclis’te olmadığı için tezkere
hakkındaki izahat ve müzakere ertesi güne ertelendi.[96]
25 Şubat’ta Malatya’nın da idare-i örfiye
sahasına dâhil edildiğine dair ikinci bir tezkere okundu.[97] Ardından
Meclis’te bulunan Başvekil Ali Fethi Bey, İdare-i Örfiye ilan edilmesine sebep
olan isyan hareketi hakkında geniş bir izahat verdi. İsyanın Piran’da başladığı
gün olan 13 Şubat tarihinden 25 Şubat tarihine kadar olan gelişmeleri ve alınan
askeri tedbirleri anlatan Ali Fethi Bey devamında, isyan hareketinin hangi
sebeplerden dolayı ortaya çıktığını, isyancıların üzerinden çıkan vesikalara ve
raporlara göre şu şekilde izah etti:
“Elde edilen bu vesaika nazaran ve
maktullerin üzerinde bulunmuş olan bir mektuba nazaran, güya Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti, o havalide sekiz yüz kişinin katline emir vermiş ve bu
katil olunacak zevat arasında Şeyh Sait de bulunmakta imiş. Bu malumatı para
mukabilinde elde etmiş ve bundan kurtulmak için zaten muzmer olan, mürettep
olan isyanı şimdi yapmaya mecburum, bu isyandan maksadı da şeriatın temininden
ibaret bulunuyormuş.
Diğer bir vesikada, alınan raporlardan
birinde deniyor ki; hadisepadişahlık, hilafet, şeriat, Abdülhamid'in
oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticakâr bir propaganda pûşidesi
(örtüsü) altında Kürtçülüktür ve umumi olarak kabul edilebilir. Ancak bu,
umumiyet içinde fiiliyat Piran'da vakitsizce infilak ettiği için, kuvvetsiz
bulunan Piran, Lice, Genç muhiti havzasına mahsur kalmıştır.”
Ali Fethi Bey’in izahına göre;
Kürdistan’da bir hükümet teşkil etmek için iki seneden beri cereyan eden fikir
ve sözler bugün uygulamaya konulmuştu ve harici meselelerin halledilmeye başlandığı
bir dönemde, dâhilde çıkan bu isyanın asıl birçok sebebi olabilirdi. Ancak
asiler tarafından bu asıl sebepler halka söylenmiyordu. Halka “1300
yıldan beri tekâmül eden İslam dininin mahvolduğu ve İslam’ın yeniden ihyası
için Cenab-ı Hakk’ın Şeyh Said’i görevlendirdiği” söylenmekteydi. Şeyh
Said’in kendine mehdi süsü verdiğinin de vesikalardan anlaşıldığını bildiren
Başvekil, olayda kullanılan argümanların Arnavutluk İsyanı ve 31 Mart
Olaylarında da kullanıldığını ve isyana karşı alınan askeri tedbirlerin yanında
kanuni bazı tedbirlerinde alınması gerektiğini, bu yüzden Meclis’e bir kanun
teklifi verileceğini söyledi.
Ali Fethi Bey’in izahından sonra sözü
Kâzım Karabekir aldı. Karabekir hükümetin beyanına göre idare-i örfiye ilanının
gerekli olduğunu söyledikten sonra, “Bu sınırlı mütegallibenin (zorba
takımı, derebeyler), harici teşvikatla bazı emellere nail olmak için, halkı
dini tahrik ile idlal ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek,
mevcudiyet-i milliyemizi tehlikeye sokanlar her türlü lanete layıktır.” diyerek
hükümetin yapacağı kanuni değişikliğe destek verileceğini bildirdi. Ardından
yapılan oylama ile Terakkiperver Fırkası’nın da desteğiyle idare-i örfiyenin
ilanı kabul edildi.
Şubat tarihinde Ali Fethi Bey’in izahı ve
sıkıyönetim ilanının kabul edilmesinden sonra Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun
birinci maddesinin değiştirilmesi için Başvekâlet tarafından Meclis’e bir kanun
teklifi verilerek müzakerelere geçildi.[98] Kanun
değişikliği ile dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasete alet edenler Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’nun kapsamına alınıyordu. Müzakereler uzun sürmedi ve büyük bir
tartışma olmadı. Yalnız Karesi Mebusu Vehbi Bey, “Mukaddesat-ı diniyenin” ne
olduğunun kayda geçmesini istedi. Buna karşı yine Karesi Mebusu ve daha sonra
Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı olacak olan Ahmed Süreyya Bey “Şer’in
tespit ettiği ne ise kanunun kastettiği mukaddesat-ı diniyede bunların heyet-i
umumiyesidir” diyerek cevap verdi. Ardından kanun teklifi oylanarak
kabul edildi.[99]
Bu tarihten itibaren Anadolu’nun birçok
yerinden isyanla ilgili telgraflar Meclis’e gönderilmeye başlanmıştı. 26
Şubat’ta Adana, Cizre ve Malatya’dan gönderilen telgraflar Meclis’te okundu.
Telgraflarda “inkılâbı tehlikeye düşürecek irticaî hareketleri kökünden
söküp atmak için Hükümet-i Cumhuriyenin ufak bir işaretine intizar edildiği” vurgulanmaktaydı.
Meclis’te memnuniyetle karşılanan bu telgraflara Divan-ı Harp Riyaseti’nin
uygun bir şekilde cevap yazması da kararlaştırıldı. İlerleyen günlerde
Anadolu’nun birçok yerinden gelen benzer telgraflar Meclis’te okunmaya devam
etti.[100]
Şubatta Elaziz vilayetinden Dahiliye
Vekâleti’ne gönderilen iki mektup da Meclis’te okunarak memnuniyetle
karşılanmıştı. Mektuplar isyancıların Elaziz’den çıkarılarak takip edildiğine
dairdi. Bu arada söz alan Ergani mebusu İhsan Hamit Bey, isyancıların batıya
doğru bir istila hareketine girişmelerine rağmen asıl hedeflerinin Diyarbakır’ı
işgal ederek İngilizlerle irtibata geçmek olduğunu bu yüzden buranın savunulması
için tedbir alınması gerektiğini söylemişti.[101]
Ancak aynı gün 26 Şubat tarihli Cumhuriyet
gazetesinde Diyarbekir, Malatya ve Ergani’nin asilerin eline geçtiği yazılıydı.
Aynı habere göre Diyarbekir ve Ergani valileri esir düşerken Malatya valisi
geri çekilmeyi başarmıştı.[102] Aslı
olmayan bu haber, 28 Şubat’ta çeşitli yerlerden isyanı kınamak için gönderilen
telgrafların Meclis’te okunduğu sırada gündeme geldi. Ergani Mebusu İhsan Hamit
Bey bu haberlere değinerek Cumhuriyet gazetesinde çıkan bu yalan neşriyatla
ilgili Hükümetin ne tür tedbirlere başvuracağını sordu. Dâhiliye Vekili Cemil
Bey de bu tür yayınlar hakkında kanuni takibat yapılması için teşebbüste
bulunulduğunu söyledi.[103]
Hükümet Krizi ve Ali Fethi Bey’in
Başvekâletten İstifası
Hükümetin isyan hakkında Meclis’i geç
bilgilendirmesi rahatsızlıklara sebep olmuştu. Parti içerisindeki bir grup
Fethi Bey’in hem isyana bakışını eleştiriyor hem de isyanın bastırılması için almış
olduğu tedbirleri hafif görüyordu. Ali Fethi Bey’in isyanı irticai ve mahalli
bir olay görmesine karşı parti içerisindeki bir grup; olayı planlı, genel bir
karşı devrimin parçası olarak görmekte ve memleket genelinde sert tedbirler
alınması taraftarıydı.[104]
Bu görüş ayrılıkları gölgesinde 2 Mart
tarihinde yapılan CHF Grup toplantısında bir hükümet krizi ortaya çıktı. O ana
kadar isyan bölgesinde ilan edilen idare-i örfiyenin, Hükümet üyelerinin
ittifakıyla alındığı biliniyordu. Ancak toplantıda bu kararın dört muhalif oya
karşı çoğunlukla alındığı ortaya çıktı. Böylece hükümet üyeleri arasındaki
fikir ayrılığı gün yüzüne çıkmış ve tartışmalar yaşanmıştı. Tartışmaların
büyümesi ve Ali Fethi Bey’e olan itimadın sarsılması üzerine Mustafa Kemal Paşa
toplantıya çağırıldı. Tartışmalar sonunda Başvekâletten çekildiğini bildiren
Fethi Bey; daha şiddetli tedbirlerle elini kana sürmek istemediğini, hükümetinin
aldığı tedbirlerin yeterli olduğunu, ancak arkadaşlarının bu tedbirleri yeterli
bulmadığını söyledi.[105]
Goloğlu, parti içerisindeki köktenci ve
şiddet kanadının bu değişiklikle iki amaçları olduğunu söylemektedir. Birisi
isyanın daha fazla büyümeden şiddetle bastırılması, diğeri ise Halk Partisi’nin
içerisindeki ılımlı kesimin lideri olan Ali Fethi Bey’in bu isyanı bastırarak
bir başarı elde etmesi halinde, iktidardan düşürülmesinin zorlaşacak olduğudur.[106] Ali
Fethi Bey sadece Halk Fırkası içerisindeki ılımlıların desteğini almamış aynı
zamanda isyana karşı gösterdiği tavırla Terakkiperverlerinde desteğini
sağlamıştı. Esasen en başında Fethi Bey’in Başvekâlete getirilmesi yeni
kurulmuş olan muhalefet partisi karşısında Halk Fırkası’nın çözülmesini
önlemeye yönelikti. Ancak Ali Fethi Bey’in başvekilliği döneminde dahi partinin
kontrolü kendi elinde değildi. Radikal gruptan olan Recep Peker’in Parti Genel
Sekreterliğine devam ettirilmesiyle kontrol İsmet Paşa’nın, dolayısıyla Mustafa
Kemal Paşa’nın elinde bulunmaktaydı.[107]
Ali Fethi Bey, 3 Mart tarihli Meclis
görüşmelerinde çok kısa bir açıklama yaptı. Halk Fırkası’nın bir önceki gün
yapılan toplantısında, dâhili siyasetten dolayı cereyan eden tartışmalarda hükümetin
azınlıkta kaldığını, bu yüzden icra vekilleri heyetinin istifasını Reis-i
Cumhur’a takdim ettiğini söyledi.
Bunun üzerine İstanbul mebusu Rauf Bey söz
aldı. Ali Fethi Bey’in yeterince açıklayıcı konuşmadığını, birkaç gün önce
Fethi Bey’in isyan hakkındaki izah ve alınan tedbirleri Meclis’in uygun
bulduğunu söyledikten sonra, bu durumun dâhilde ve hariçte birçok yanlış
düşünceyi doğurabileceğini söyleyerek, Meclis’in bu konuda daha fazla
aydınlatılmasını istedi. Ancak Fethi Bey tartışmaları uzatmayarak “Başka
verecek izahatım yoktur. Siyaset-i dahiliye hakkında cereyan eden müzakere
neticesinde fırka hükümeti olmak dolayısıyla,fırkada Hükümet ekalliyette
kalmıştır ve bunun üzerine vazifesine devam etmek imkânını göremediğinden
Reis-i Cumhura istifanı vermiştir.” demekle yetindi. Fethi Bey yeni
hükümet kurulana kadar görevi vekâleten yürütecekti.[108] İsyan
karşısında yeteri kadar sert tedbirler almamakla suçlanan Ali Fethi Bey,
istifasından bir müddet sonra milletvekilliğinden de istifa ederek Paris’e
Büyükelçi görevi ile gitmiştir. Ahmed Süreyya Bey hatıralarında, Fethi Bey’in
hadisenin vahim bir ihtilal mahiyetinde olduğunu bir türlü anlayamadığını, ilk
gününden itibaren isyanın vaziyetini ve genişleme kabiliyetini anlayan ilk
kişinin Mustafa Kemal Paşa olduğunu söylemektedir.[109]
Esasen Ali Fethi Bey başkanlığında
kurulmuş olan hükümet henüz üç buçuk aylık bir hükümetti. Halk Fırkası’nın Grup
İdare Kurulu’nda yapılan müzakerelerin ardından İsmet Paşa’nın Başvekâletten
istifası sonrasında 22 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştu. Bu idare kurulunda
yapılan tartışmalar önemlidir ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu kurulda söyledikleri
birkaç ay sonra olacakları tarif eder niteliktedir. Esasen Mustafa Kemal Paşa,
büyük komplo olarak nitelendirdiği ve memleket genelinde paşaların da
içerisinde bulunduğu gizli bir yapılanmanın varlığından şüphe etmekteydi. Millî
Mücadele’nin önemli paşalarının ordudan istifa ederek Meclis’e girmelerini de
bu yapılanmanın bir adımı olarak değerlendiriyordu.[110] Mustafa
Kemal Paşa bu kurulda yaptığı konuşmasında, memleket genelinde menfi
tahriklerin son derece arttığından, çok yakında bir ihtilal olabilme
ihtimalinden ve Cumhuriyet’in mevcut kanunlarla korunamayacağından bahsetmişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın Halk Fırkası Grup İdare Kurulu’nun gizli toplantısında
söylediklerini Avni Doğan şu şekilde aktarmaktadır:
“Efendiler! Sizi çok önemli bir meseleye
karar vermek için topladım. Memlekette menfi tahrikât son haddini bulmuştur.
İstanbul basını, TCF’nin dini siyasete alet eden propagandası şurada burada
sinmiş olan mürtecilere cesaret vermektedir. Yer yer Cumhuriyet idaresi
aleyhinde ağır isnatlar ve iftiralar yapılmaktadır. ‘Din elden gidiyor, aile
hayatımız, binlerceyıllık geleneklerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle
Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız’ yolundaki propagandaların
tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur. Benim görüşüme göre yakın bir
zamanda bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.
Mevcut kanunlar, inkılâplarımızı ve henüz
çok taze olan Cumhuriyetimizi korumaktan acizdir. Hele Birinci Türkiye
BüyükMilletMeclisi’nin dağılışı sırasında Abdülkadir Kemali Bey’in Meclis’çe
kabul olunan ‘Masuniyet-i Şahsiye Kanunu’ icra organının ve emniyet
kuvvetlerinin elini kolunu bağlamıştır. Zabıta kuvvetlerimiz, suçlunun yakasına
sarılamıyor. Bunu yapabilmek için bir süre kanuni formalitelere lüzum
hissediyor. Bu durum fesatçılara cesaret vermektedir.”
“Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi
bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık.
Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım. En
ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere müracaat
edilmiştir. Bize gelince inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız. Bu
durumu Başvekil ile inceledik. İsmet İnönü ufukta görünen tehlikeleri önlemek
için icra organı ve zabıtayı takviye eden bazı kanuni tedbirlere müracaatın
zaruri olduğu
kanaatindedir. Sizleri bunun için
topladım. Soruyorum size büyük tedbirler alınmasına taraftar mısınız? Büyük
Millet Meclisi bu kanunları kolaylıkla kabul eder mi?”[111]
Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın kurulda
yaptığı bu konuşmasına rağmen kurulda bulunanlar iki noktada birleşmişti.
Birincisi olağanüstü tedbirlere başvurmanın gerekli olmadığı, ikincisi ise
inkılâbı korumak için tedbir almaya gerek olmadığı idi. Çünkü onlara göre,
devrimler halk tarafından benimsenmişti. Bu karar üzerine Mustafa Kemal
Paşa: “Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor. inşallah ben
aldanmışımdır” diyerek İsmet Paşa’nın Başvekâletten istifa ederek
Fethi Bey’in kabineyi kuracağını ifade etmişti. Fethi Bey’in kurduğu kabineye
İsmet Paşa kabinesinden üç kişi alınmış olmakla birlikte kabine genel anlamda
mutedillerden teşkil edilmişti. Ancak parti yönetimi hâlâ İsmet Paşa’nın elindeydi
ve bu durum Fethi Bey hükümetinin geçici olduğu yorumlarına sebep olmuştu.[112]
Yukarıda söylediğimiz gibi 22 Kasım
1924’te kurulan Fethi Bey hükümeti uzun sürmedi. Birkaç ay sonra Mustafa Kemal
Paşa’nın şüphelendiği ihtilal meydana geldi. mutedil hareket eden Ali Fethi
Bey’in Başvekâletten istifası sonrasında Cumhuriyeti korumak için sert
tedbirleri alacak olan İsmet Paşa hükümeti kuruldu.
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Kabulü
4 Mart 1925 tarihinde ilk olarak, Reis-i
Cumhur’un Meclis’e gönderdiği tezkere ile Ali Fethi Bey’in Başvekâletten
istifasının kabul edildiği ve yeni hükümet kurulana kadar vekâleten vazifesine
devam edeceği bildirildi. Ardından ikinci bir tezkere ile Başvekâlete İsmet
Paşa seçildi. İsmet Paşa hükümetin programını kısaca izah ettikten sonra yeni
hükümet güvenoyuna sunuldu. Açılan müzakerede TCF üyelerinden Ali Fuat Paşa söz
alarak memleketin hiç ümit edilmedik bir zamanda hükümet buhranı içinde
kaldığını, birkaç gün önce Meclis’in Fethi Bey hükümetine güvenoyu verdiğini ve
bu değişikliğin nedeninin açıkça münakaşa edilmemesi halinde yeni hükümete
güvenoyu veremeyeceklerini söyledi. Ali Fuat Paşa’nın, konuşmasında üzerinde
durduğu iki husus vardır. Birisi isyan hadisesinin hükümetin düşmesine sebep
olduğunu zannetmenin doğru olmadığıdır. Diğeri ise asileri cezalandırırken,
milletin hukuk ve hürriyetini sınırlayacak ve baskı altına alacak tedbirlere
başvurulmaması gerektiğidir.
Ali Fuat Paşa’dan sonra tekrardan kürsüye
gelen İsmet Paşa, memleketin huzuru için seri ve tesirli tedbirlerin alınması
gerektiğini söyledi ve “Memlekette yalnız hadisatın ifnasını (yok etme)
değil, bütün memlekette hadisat-ı muhtemeleye karşı behemehal seri ve müessir
tedâbir-i mahsusa alacağız” diyerek, yeni hükümetin alacağı
tedbirlerin isyan bölgesiyle sınırlı kalmayacağını vurguladı. Ardından yapılan
oylama ile 23 redde karşı 153 kabulle hükümet güvenoyu aldı.[113] 4
Mart tarihinde Hükümetin güvenoyu alması ardından İsmet Paşa, Takrir-i Sükûn
hakkında kanun tasarısını Meclis’e sundu.[114] Kanun
tasarısı Adliye Encümenine sevk edildi ve encümende kısa bir süre görüşüldükten
sonra tasarı aynen kabul edilerek acilen müzakereye açıldı. Adliye Encümeni
azalarından olan Feridun Fikri Bey ve Osman Nuri Bey bu kanuna muhalif
olduklarına dair şerh düşmüşlerdi.
Kanun teklifinin müzakereye açılmasıyla
Gümüşhane Mebusu Zeki Bey usule dair söz isteyerek Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nun 26’ncı maddesine göre idam hükümlerini Meclis’in icra edebileceğini,
bu yüzden teklif edilen bu kanunla Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun taban tabana
zıt olduğunu ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun bu maddesinin değişmesinden sonra
bu kanunun müzakeresine başlanabileceğini söyledi.
Dersim Mebusu ve Adliye encümeni azasından
olan Feridun Fikri Bey de bu kanunun körü körüne Meclis’e getirildiğini ifade
ederek, kanun teklifinin tamamına karşı çıktı. Feridun Fikri Bey’in üzerinde
durduğu birkaç nokta vardı. Birisi bu kanunun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun
“Masuniyet-i şahsiye” (kişi dokunulmazlığı) ile alakalı 70. maddesine aykırı
olduğuydu. Feridun Fikri Bey’e göre teklif edilen bu kanunla her çeşit siyasi
faaliyetler, neşriyat vesaire hürriyetlerle ilgili olan bütün faaliyetler
doğrudan doğruya hükümetin takdirine, idaresine ve denetimine bırakılmaktaydı.
Ayrıca hükümet müphem birtakım tabirlerle herhangi bir mevhumu irtica kavramı
içine dâhil edebilir, hatta insanların zihninden geçen fikirleri bile bunun
kapsamına alabilirdi. Feridun Fikri Bey, kanunda geçen huzur, sükûn ve emniyet
kelimeleri üzerinde durarak, bunların nereden başlayıp nerede bittiği
bilinmeyen mefhumlar olduğunu, dünyada bütün keyfî hükümetlerin bütün yanlış
hareketlerini bu mefhumlar üzerinden gerçekleştirdiğini ifade etti ve son
olarak cümlelerini şöyle bitirdi: “Heyet-i Celileniz böyle adeta şüphe
kanunu mahiyetini tazammun edecek bir suret, bir hareket ve nev’an-ma (bir
dereceye kadar) idare-i örfiyeyi bile hafif bıraktıracak bir surette bir
harekette bulunmak Teşkilât-ı Esasiye, Cumhuriyet ve Hâkimiyet-i Milliye ruhuna
münafidir. Bendeniz bu kanunun heyet-i umumiyesinin reddini teklif ediyorum.”
Kanuna karşı çıkan Kâzım Karabekir Paşa
ise kanunla ilgili olarak şunları söyledi: “isyan hadisesine karşı
hükümetimizin her türlü kanuni icraatına taraftarız. Fakat muayyen hadise
karşısında milletin hukuk-ı tabiiyesini tazyike matuf olacak icraatlara katiyen
taraftar değiliz. Huzur-ı âlinize getirilen kanun gayrı vazıh ve elastikidir.
Eğer bu kabul edilirse, buna istinaden Teşkilât-ı Esasiye’mizin ruhundan doğan
siyasi taazzuvlar ve bunların faaliyetini tahdide veyahut matbuatı tazyike
teşebbüs edilirse, halk hâkimiyeti tenkis edilecek demektir. Çünkü artık
milletvekillerinin sadaları dahi bu kubbe altından harice çıkamayacaktır. Bu
kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir şeref değildir” Bununla
birlikte Kâzım Paşa, eleştirilerini İstiklal Mahkemelerine de yöneltti. İsyana
karşı kanuni icraatlara taraftar olduğunu ancak İstiklal Mahkemelerinin,
İstiklal Harbi zamanında yapılması lazım gelen mahkemeler olduğunu, artık
tarihe karışmaları gerektiğini ifade etti ve söylerini şöyle bitirdi: “İsmet
Paşa Hazretleri eğer İstiklal Mahkemelerini ıslahat aleti zannediyorlarsa pek
ziyade yanılıyorlar.”
Teklif edilen kanun hakkında yapılan bu
muhalif konuşmalardan sonra, Yozgat ve İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde görev
yapmış olan Konya Mebusu Refik Bey; Feridun Fikri Bey ve Kâzım Paşa’ya hitap
ederek: “Kanuna muhalefet edenler beyhude telaş ve endişe
içerisindedirler. Teşkilât-ı Esasiye ile emniyet altına alınan hukuk-ı amme-i
millet ve milletin hâkimiyeti, bu kanunun kabulüyle sıyanet edecektir.” diyerek
bu kanun ile hakimiyet-i milliye ve Cumhuriyet’in korunacağını ifade etti.
Rauf Bey de bu kanun teklifine karşı
çıktı. Rauf Bey, Genç İsyanı ile Cumhuriyet’in tehlikede olduğunu kabul
etmeyerek, Cumhuriyet’in ve hakimiyet-i milliyenin bir takım mütegallibenin
(zorba takımı, derebeyler) meydana getirdiği isyan ile yıkılacağına ihtimal
vermenin kalbî bir zaaf olacağını ifade etti. Ayrıca İstiklal Muharebeleri
zamanında en çetin hadiseler karşısında, Meclis’in Teşkilât-ı Esasiye’ye muhalif
bir harekette bulunmadığını, bu hadise karşısında da Kanun-i Esasi’nin ihlal
olunmaması gerektiğini söyledi.
Kanuna karşı çıkanlar arasında Sivas
Mebusu Halis Turgut Bey de vardı. Halis Turgut Bey, olayı geneli kapsamayan ve
Kürtçülük peşinde koşan bir kısım zavallının başlattığı bir hareket olarak
tanımlayarak, hadisenin böyle sınırlı bir olayken, vatanın diğer kısımlarına
genişler ihtimali ile hareket edilmesini Türk milletinden şüphe etmek anlamına
geleceğini söyledi. Devamında “Bir yangın söndürülürken Türk Milletinin
hukuk-ı tabiiyeleri tahdit edilmemelidir” dedi. Ayrıca Halis Turgut
Bey kanunun iki sene devam edeceğine dair olan maddesini de eleştirmiş ve “Bu
hadise daha iki sene mi yaşayacak? Efendiler! Türk milleti hiçbir zaman kendi
hayatına, hâkimiyetine taalluk eden bu gibi fesada hiç bir zaman meydan
vermeyecek, derhal bastıracaktır.” demişti.
Daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi
azalarından olacak olan Bozok Mebusu Avni Bey ise kanun teklifini savunarak
şunları söyledi: “Bazı arkadaşlar endişelerini belirterek bu kanunun
Teşkilât-ı Esasiye ile bir tezat teşkil ettiğini söylüyorlar. Teşkilât-ı
Esasiye’nin hukuk-ı amme faslını kapatacağını söylüyorlar. Hukuk-ı amme denilen
şey isyan çıkarmak mıdır, ihtilal midir ki, bu kanun çıkarıldığı zaman bu haklar
ihlal olsun, kanun sakıt olsun. Kanun isyana, irticaa,fesada ve nizam-ı
ictimaiyi mumil harekâta bir mania teşkil ediyor....Bu milleti sükûna ve huzura
götürmek içindir. Adı üzerindedir. Takrir-i Sükûn Kanunu’dur.... Bu
namussuzların ve memlekete kundak sokmak isteyenlerin korkacağı bir kanundur.”
Kanuna karşı yapılan eleştirilerin
merkezinde çıkarılan kanunun Teşkilât-ı Esasiye’ye aykırı olduğu ve bu kanun
ile birçok hürriyetin kısıtlanacağı bulunmaktaydı. Ayrıca isyan karşısında
alınacak tedbirlerin isyan sahası olan Genç vilayeti ile sınırlı kalmayacağı
endişesi hâkimdi. Bu konuda Muş Mebusu İlyas Sami Bey’in açıklamaları dikkate
değerdir. İlyas Bey bu hadisenin Genç’le sınırlı olmadığını anlatırken Şeyh
Said’in maceraya atılacak veya siyasi bir fikre alet olarak bu işe kalkışacak
bir kişi olmadığını, bin türlü tahrikle ancak yerinden hareket edecek bir kişi
olduğunu söylemişti. Ona göre buna “Genç İsyanı” demek irticai mahiyette olan
ve umum memleketin afakında görülen asıl fesadı görmemek anlamına geliyordu.
Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey de uzun
bir konuşma yaptı. Konuşmasında özellikle İstanbul basınına yüklendi ve hadise
üzerinde İstanbul basınının etkilerinden söz etti. Recep Bey, İstanbul
basınının yapmış olduğu yayınlarla Türkiye’de devlet, hükümet, Meclis yoktur
havası estirerek memlekette devletin nüfuzunu tahrip ettiğini ve bu
teşebbüslerin vatanın bir kısmında başarılı olduğunu ifade etti. Ayrıca
Takrir-i Sükûn Kanunu’yla ilgili şunları söyledi: “Emniyet-i umumiyeyi
masun bulundurmak için, o emniyet-i umumiye sahasında icra-yı tahribat etmekte
olan zehirli yılan yuvalarını kanun vasıtasıyla -asla başka vasıta ile değil-
vazı-ı kanun olan bu Meclis-i Âli’nin vereceği karar ile ve kuvve-i müeyyidesi
olarak vücuda gelecek olan kanun vasıtasıyla tahrip etmek lazım değil midir?
Görülecek zehir ve yılan yuvaları tahrip edilmedikçedir ki, ihlâl edileceğinden
şikâyet edilen emniyet-i umumiyeye; vatanın ve milletin istiklâl, salâhı,
saadet ve istikbali suret-i katiyede tahtı tehlikede bulunmaktadır
....Efendiler! Takip edilmek istenilen ve demin arz ettiğim yılanlar ve zehirli
yuvalardır. Mülevves noktalar ve köşelerdir. O köşeleri kanunun kudret ve
kuvveti ile dezenfekte ve tathir salâhiyeti olmaksızın bu memleketin idaresini
bizim hükümetimiz deruhte etmek mevkiinde değildir.”
Kanunun lehinde konuşan Adliye Vekili
Mahmut Esat Bey de kanunu eleştirenlere cevap verdi. Öncelikle Takrir-i Sükûn
Kanunu’nun, Teşkilât-ı Esasiye’ye aykırı olduğunu söyleyen ve Fransa’daki
“Şüpheliler Kanununa” benzeten Feridun Fikri Bey’e cevap vererek “Şüpheliler
Kanunu’nun mahiyeti başka idi; bu, o kanun değildir. Bu, hükümetin mühim ve
müşkül anlarda polis vazifesini tevsi eden bir kanundur. Üst tarafı mahkemelere
aittir” dedi. Ardından Kâzım Karabekir ve Rauf Bey’in bu kanunun hangi
açıdan Teşkilâtı Esasiye’ye aykırı olduğunu açıklamalarını istedi ve Kâzım
Karabekir’in sözüne “Memleketi anarşi içinde bırakmak da ne Büyük
Millet Meclisi’ne ne de onun hükümetine şeref değildir” diyerek
karşılık verdi..
Mahmut Bey’in suali sonrasında Rauf Bey
kanuna neden karşı olduğunu biraz daha izah ederek şöyle cevap verdi: “Devletin
polisi, mehâkimi, jandarması, memurin-i nizamiyesi ile diğer aksamı, ifa-yı
vazife edemeyecek bir halde midir ki, orada böyle fevkalâde bir tedabir
ittihazına ihtiyaç gördüler? işte nokta-i nazar ihtilâfımız bundan ileri
geliyor. Yoksa bu memlekette en ufak birfesat karıştıracak herhangi bir
muharrikin, en şiddetli ve kanuni cezaya maruz kalmasını, ben de Mahmut Esat
Bey kadar arzu ederim. Fakat arkadaşlar tekrar ediyorum ki, Takrir-i Sükûn
Kanunu denilen bu kanunun sükûnsuzluk getireceğinden şüphe ediyorum, endişe
ediyorum, (endişe etmeyiniz sesleri) işte maruzatım bu noktadandır.”
Daha sonra kürsüye gelen Başvekil İsmet
Paşa: “Kanun, Teşkilât-ı Esasiyenin hududu dâhilinde, memlekette
tedabir-i nâfia cümlesinden asarı nafia vücuda getirecek bir kanun
mahiyetindedir..İstiklal Mahkemesi de bir vasıtadan ibarettir. Emniyet ve
asayişin ve huzur ve sükûnetin muhafazası, milletin her türlü kanunlardan
beklediği ilk ve başlıca bir vazifedir ki, bu hususta hiçbir tedbiri ihmal
etmemek mecburiyeti katiyesi karşısındayız.” dedikten sonra; Kazım
Karabekir’e hitapla: “Yalnız bir şey sorayım; bana ıslahattan
bahsederken, bu memlekette ıslahat fikirleri, teceddüt, terakki fikirleri
ahlâksızlıktır diye bar bar bağırırken, muhalefet erkânı niçin bir tek kelime
söylemediler. (Tasdik ettiler sesleri) (Alkışlar) Şimdi muhalif bir vaziyet
alan arkadaşların, söz söylemek lazım geldiği zaman söz söylememeleri bir
manayı haizdir” dedi.
İsmet Paşa’nın sözlerine karşı Kâzım Paşa
kanuna karşı olma gerekçesini tekrardan şu şekilde izah etti: “işte
efendiler! Bizim endişemiz böyle elastiki ve böyle her şeye cezbedilebilir ve
istenildiği şekle sokulabilir bir kanunla, hakk-ı hürriyeti tahdit etmemek
içindir. Binaenaleyh bu kanunun kabulüyle, matbuat memleketimizde tamamıyla
takyit edilmiş olacaktır. (Asla sesleri) inşallah öyle olur ve muhalefet
erkânına karşı veyahut herhangi biryerde siyasi taazzuvlara karşı zan ve
vehimlerle birçok icraata kıyam edebilmek daima muhtemeldir. Ben şunu arz
ederim ki: Bilhassa İsmet Paşa Hazretleri’ne, yirminci asırda zan ve vehimle
millet idare edilemez. (Sağdan alkışlar) ”
Kâzım Paşa’nın sözlerinde sonra tekrardan
kürsüye gelen Recep Bey, İstanbul basınına yeniden yüklenerek bu kez Kâzım
Karabekir ve bazı arkadaşlarının bir zamandan beri İstanbul basınıyla aynı
fikirleri, aynı tarzda mütalaa etmekte olduklarını söyledi. Müzakerelerin
tamamlanmasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu 122 kabul, 22 ret ile kabul edildi.[115]
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden sonra
Hükümetin, bu kanuna dayanarak yaptığı ilk uygulama; 6 Mart tarihinde Tevhid-i
Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Orak-Çekiç, Sebilürreşat gazete ve
mecmualarını kapatmak oldu.[116] 11
Mart tarihli Meclis oturumda Erzurum Mebusu Rüştü Paşa bu gazetelerin neden
kapatıldığına dair Dâhiliye Vekili Cemil Bey’e bir soru yöneltti. Rüştü Paşa,
kanunların geçmişe dönük olamayacağını söyleyerek bu gazetelerin Takrir-i Sükûn
Kanunu’nun kabulünden sonra bu kanuna aykırı hangi hareketlerinden dolayı
kapatıldığını sormuştu. Ayrıca hükümetin kendine muhalif ve hoşuna gitmeyen
gazeteleri kapatarak ifade ve basın hürriyetini ihlal etmiş olacağını da
vurgulamıştı. Cemil Bey ise cevabında kısaca gazetelerin Takrir-i Sükûn
Kanunu’na aykırı hareketlerinden dolayı kapatıldığını söyledi.[117]
İstiklal Mahkemelerinin Kurulması ve
Mahkeme Heyetinin Seçilmesi
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden hemen
sonra bu kez “Harekât-ı askeriye mıntıkasında ve Ankara’da birer İstiklal
Mahkemesi kurulması hakkında” Başvekâlet tezkeresi okunarak müzakereye geçildi.[118] Bu
defa müzakereler çok uzun sürmedi. Muhalif vekillerden Feridun Fikri Bey
tezkereye itiraz ederek isyan bölgesinde kurulacak olan mahkemenin, idam
kararlarını Meclis’e tasdik ettirmeden infaz etmesinin Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’na aykırı olduğunu belirtti. Onun itirazına karşı daha sonra Şark
İstiklal Mahkemesi’nin savcılığına seçilecek olan Ahmet Süreyya Bey cevap
vererek herhangi bir ayrılığın olmadığını söyledi. Müzakerenin ardından iki
İstiklal Mahkemesinin kurulması kabul edildi.[119]
4 Mart 1925’te kurulma kararı verilen
İstiklal Mahkemelerinin üye seçimleri 7 Mart’ta yapıldı. Gizli oy sistemi ile
yapılan seçimlerde her bir mahkeme için bir reis, bir savcı, biri yedek olmak üzere
üç adet üye seçilecekti. 7 Mart’ta yapılan ve 146 kişin katıldığı aza
seçimlerinde Şark İstiklal Mahkemesi Reisliğine 126 oy alan Hacim Muhittin Bey
(Giresun), Müddei-i Umumiliğine 124 oy alan Ahmet Süreyya Bey (Karesi), Mahkeme
Azalıklarına ise 123 oy alan Ali Saib Bey (Kozan), 125 oy alan Avni Bey (Bozok)
ve 122 oy alan Lütfi Müfit Bey (Kırşehir) seçildi. Ancak Mahkeme Reisliğine
seçilen Hacim Muhittin Bey sağlık sorunlarını sebep göstererek Mahkeme
başkanlığından istifa etti ve bu konudaki telgrafı 12 Mart tarihinde Meclis’te
okundu. Bu istifanın ardından 16 Mart’ta Mahkeme Reisliği için yeniden seçim
yapıldı ve 106 kişinin katıldığı seçim sonrasında Mazhar Müfit Bey 87 oy
almasına rağmen nisab-ı müzakere olmadığı için seçim başka bir celseye ertelendi.
Ertesi gün yapılan ve 117 kişinin katıldığı seçimde yeniden Mazhar Müfid Bey 97
oy alarak Mahkeme Reisliğine seçildi. Böylece göreve başlayacak olan Şark
İstiklal Mahkemesi’nin ilk üyeleri belirlenmiş oldu. Ancak görev süresi iki yıl
devam edecek olan Mahkeme’nin üyeleri zaman içerisinde değişikliğe uğramıştır.
Çeşitli zamanlarda Şark İstiklal Mahkemesi Heyetinde görev alan ve bu
çalışmanın ikinci bölümünde biyografilerine yer verilen mahkeme üyeleri
şunlardır:
Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Reis)
Karesi Mebusu Ahmed Süreyya Bey (Savcı)
(Hukukçu)
Kozan Mebusu Ali Saib Bey (Aza-Reis)
(Asker)
Bozok Mebusu Avni Doğan Bey (Aza) (Mülkiye
Memuru)
Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit Bey (Aza)
(Asker)
Hacim Muhittin Bey (Reis) (Mülkiye Memuru)
Erzincan Mebusu Abdülhak Bey (Savcı
Muavini) (Asker-Hukukçu)
Kocaeli Mebusu İbrahim Bey (Aza) (Asker)
Asilerin Diyarbekir Saldırısı
Ankara’da bu gelişmeler yaşanırken 7
Mart’ta Diyarbekir asiler tarafında kuşatılmıştı. Asiler şehrin dört kapısından
birden saldırıya geçtiler. Şiddetli çarpışmalar sonrasında asilerin bir kısmı
şehre girmiş olmasına rağmen 8 Mart sabahında bozguna uğrayarak çekilmek
zorunda kaldılar. Bu, isyancıların almış olduğu ilk önemli yenilgi idi.[120] İsyancılar
11 Mart’ta tekrardan Diyarbekir’e saldırmak istemişlerse de başarılı
olamadılar. Diyarbekir saldırısı ve sonrasında yaşanan bazı gelişmeler Şeyh
Said tarafından şu şekilde anlatılmaktadır:
Osmaniye’nin isyancılar tarafından işgal
edilmesinden sonra şehre giren ve iki gece kalan Şeyh Said, Piraliyan’a hareket
ederken kendisinden ayrılıp Diyarbekir’in doğusuna giden kuvvetlerinin
batısındaki Eğil, Piran ve Deşgevran ahalisinden oluşan kuvvetin yanına yetişmek
ve batıdan yapılacak harekâtı idare etmek için Şerbeti karyesine gitti. Oradan
da Tepe, Simaki yoluyla doğu mıntıkasındaki kuvvetlerinin yanına geçti. Şeyh
Said’in ifadesinde söylediğine göre, doğu ve batı kuvvetleri toplamı üç bin
kadardı.
gece Simaki’de iken Diyarbekir’in, dört
kapıdan hücum edilerek işgal edilmesi ve hareketin gece alaturka saat sekizde
başlaması kararlaştırılmıştı. Ancak acele edilerek müsademe saat ikide başladı.
Neticede başarısız olan asiler müsademe sabahı geri çekilmeye mecbur oldular.
Saldırıda yüz yirmi kadar asi şehre girmeyi başarmıştı. Bu kişilerin akıbeti
hakkında her hangi bir bilgi alamayan Şeyh Said, geri çekilmelerinin ardından
isyancılara evlerinde altı gün kalmak üzere izin verdi ve kendisi de Karaz
mıntıkasına gelip orada beş altı gün kaldı.
Şeyh Said batı cihetindeki Tilham
karyesinde bulunduğu esnada izin verdiği isyancılar sekiz gün sonra tekrar
yanına geldiler. İsyancılar o sırada Lice ve Siverek yollarını tutmuşlarsa da
Mardin yolu açık olduğundan ve askerler oradan Diyarbekir’e gelmekte
olduğundan; Şeyh Said bu yolu tutmak üzere asilerle birlikte Dengecük, Çapar,
Toluluk, Sakiri, Hacıleylek, Gözalan, Karakilise köylerine gitti. Burada
Siverek tarafından milis ve yüz atlı nizamiye askerinin geldiğini haber almaları
üzerine bu cepheye üç yüz kişilik bir kuvvet gönderdi. Yapılan müsademe
neticesinde askerleri bozguna uğratan asiler milis Zazalardan seksen esir
alarak döndüler. O sırada Çaksor karyesinde bulunan Şeyh Said esirlere vaaz
ederek onları terhis etti.
Diyarbekir’den dışarı çıkan askerlerin
taarruza başlamaları ve Aşağıtil Dağı’nı tutmaları üzerine asiler Yukarıtil’de
dayanamayıp geri çekildiler. Asilerin o gece taarruz için yaptıkları
hazırlıklar, havanın muhalefeti dolayısıyla akamete uğradı ve kuvvetlerin
köylere dağılması sebebiyle Şeyh Said de oradan çekilerek Karakilise’ye geldi.[121]
Askerî Harekât ve İsyanın Bastırılması
24 Şubat tarihli Meclis görüşmelerinden
sonra Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü’nde Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,
İkinci Başkan General Kazım ve İnönü ile birlikte isyanın bastırılmasına
yönelik askerî tenkil planını hazırladı. Plana göre isyan bölgesi kısa süre
içinde sarılacak; Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbekir ve Mardin üzerinden
askerî birlikler sevk edilerek tenkil planı uygulanacaktı.[122]
23 Şubat’tan itibaren alınmaya başlanan
askeri tedbirler sonrasında Şeyh Said 7 Mart Diyarbekir saldırısında ilk önemli
mağlubiyetini aldı ve geri çekilmeye başladı. Ancak asilerin diğer cephelerde
saldırıları devam etmekteydi. 12 Mart’ta Varto asilerin eline geçti. Şeyh
Said’in oğlu Ali Rıza 11 Mart’ta Hınıs’a, Koçuşağı aşireti ise 20 Mart’ta
Çemişgezek’e saldırdı, ancak her iki saldırı da başarılı olamadı. Silvan ise 25
Martta asilerin eline geçmişti.[123]
Seferberlik ilanı ile birlikte ordu
birlikleri hızlı bir şekilde Erzurum, Mardin, Diyarbekir ve Malatya
bölgelerinde yığınak yapmaya devam etmekteydi. Bu arada Genelkurmay Başkanı
Fevzi Paşa, 9 Mart tarihinde yayınladığı beyanname ile hareket ordusunun
hazırlıklarını tamamladığını duyurdu. İsyana katılanların şiddetli bir şekilde
cezalandırılacağını söyleyen ve bölge halkını ikaz eden Fevzi Paşa, beyannamede
şöyle diyordu:
“Hareket ordumuz hazırlığını ikmal
etmiştir. Birkaç güne kadar harekât-ı tedibiyeyi başlatması mukarrerdir.
Tedibat gayet seri ve şedid olacaktır. Harekât-ı tedibiye yalnız asiler üzerine
tevcih edilecek ve Hükümet-i Cumhuriyeye isyan etmiş olanlara şedid cezalar
indirilecektir. Kiğı ahalisi gibi Cumhuriyet ’e sadakatlerini ve asilere
muhalefetlerini fiilen izhar ve ispat edecek olan masum halkın bu şedid
cezalardan masun kalması matluptur. Bu sebeple isyana fiilen muhalif olan
köylerin derhal en yakın mülki ve askeri Cumhuriyet memurlarına müracaat ederek
isyanla alakadar olmadıklarını ve gönüllü hizmete hazır bulunduklarını
bildirmeleri lazımdır. Düşman parasıyla satın alınmış isyan rüesasının teşvik
ve ifsatlarına bilerek kapılmış olan köyler ahalisinin dahi müşevvik ve müfsit
isyan rüesasını derdest ve Cumhuriyet hükümetine teslim ettikleri halde bu gibi
kandırılmış köyler halkı dahi kendilerini kurtarmış olur. Umumun malumu olmak
üzere işbu beyanname mülki ve askeri bilumum Hükümet-i Cumhuriye memurları
tarafından dâhilindeki en küçük köylere kadar ve her vasıtaya müracaatla derhal
neşir ve ilan edilecektir. Keyfiyetin en uzak köylerin dahi haberdar olabilmesi
için üç gün mühlet verilmiştir. Ordunun kati harekâta başlamasından evvel asi
ve masum mıntıkaların iyice anlaşılması için işbu beyannamenin iblağ olunduğu
mahaller Cumhuriyet’e irtibat ve sadakatlerini fiilen bildiren köyler serian
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine bildirilecektir”[124]
Beyannamede askeri harekâtın masum ahali
ile bir alakasının olmadığı ve Cumhuriyet’e sadık olan köylerin bir an evvel
hükümete gelerek sadakatlerini bildirmeleri isteniyordu. Yayınlanan bu
beyanname tesirini gösterdi ve isyan sahasındaki birçok köy ahalisi hükümete
müracaat ederek sadakatlerini bildirmeye başladı. Askeri harekât sırasında buna
benzer beyannameler ordu tarafından tekrardan yayınlanmıştır. Bunlara birkaç
örnek şöyledir:
Beyanname
Eşkıyanın takip ve tedibi sırasında
haksızlık olmamak için Hükümet-i Cumhuriyemize bağlı ve sadık köylerin bir an
evvel hükümete gelerek işbu sadakatlerini bildirmelerini Erkan-ı Harbiye-i
Umumiye Reisimiz Fevzi Paşa Hazretleri emir ve ilan buyurmuşlardır.
işbu emre binaen ben de tekrar diyorum ki
hemen en yakın hükümet merkezine veyahut üzerlerine ve civarlarına yürüyen ordu
kıtaatımızın kumandanlarına müracaatla sadakatlerini söylemeyen ve köylerinde
(...?) olduğu halde haber vermeyen köyler eşkıya ile birleşmiş kabul edilecek
ve haklarında asi muamelesi yapılacaktır.
Bunun için işitmedik, haberimiz yoktu gibi
özürlerin artık kabul edilemeyeceğini ilan ediyorum.
Üçüncü Ordu Müfettişliği[125]
Beyanname
Harekât-ı askeriyede bulunan kıtaatımız
kumandanlarının verdikleri raporlardan bazı köylülerin köylerini boşaltarak
çekilmiş oldukları anlaşılıyor.
Hareket-ı askeriyenin ahali-i masume ile
bir alakasının olmadığı tekrar tekrar ilan edilmiş,yine böylece bazı köylerin
boşaltılması işbu köyler halkının şakilerle beraber olduğunu gösterdiğinden
hemen yakılmalarının emir edildiği ve bundan böyle boşalmış görülecek her köyün
de yine tamamen yakılacağı ilan olunur.
Üçüncü Ordu Müfettişliği[126]
ilan
Beşinci Kolordu Diyarbekir havalisindeki
isyanı tenkil ve asayişi temin maksadıyla Diyarbekir havalisine gelmiş ve
fırkalarıyla az zamanda isyanı şimale doğru tardetmiştir. Bimennihilkerim pek
yakında bütün usatın teslim olmaları memuldür. Binaenaleyh bugünden itibaren
her kimin yedinde silah, cephane, kılıç varsa Lice’ye ve Hani’ye ve sair
civardaki kıtaatın en büyük kumandanlarına teslim ederek vesika alacaklardır.
Ahalinin katiyen korkmamasını ve hükümete muti olan eşhasın evlat muamelesi
göreceğini hatırlatırım. Silahını teslim etmeyen, yollardan gelip geçen asker
ve ahaliye bir tek bile silah atan ve telgraf tel ve direklerini bozan köyler derhal
ihrak edilerek ahali Divan-ı Harbe verilecektir. Ceza idama kadar gider.
Beşinci kolordu kumandanı
Naci
8 Nisan 341[127]
Yığınakların tamamlamasından sonra 26 Mart
1925 tarihinde ordu birlikleri Varto, Elazığ ve Diyarbekir istikametinden
harekete geçti. Amaç asileri Çapakur, Genç ve Lice arasında sıkıştırarak yok
etmekti. 31 Mart’ta Hani, 1 Nisan’da Silvan ve Lice, 5 Nisan’da da Palu ve
Piran geri alındı. Asiler dağılmış durumda Genç istikametine kaçıyorlardı.[128]
Şeyh Said, Diyarbekir bozgunundan sonra
asilerin geri çekilmesini de ifadesinde anlatmıştır. İfadesine göre, Diyarbekir
bozgunundan sonra maiyetinde üç yüz kadar asi ile birlikte Karakilise’ye gelen
Şeyh Said, bölgeyi tanımamaları, hava muhalefeti ve askerlerin şiddetli
saldırıları sonucunda, bu bölgede tutunamayacaklarını anlayarak doğuya geri dönmeye
karar verdi. Şeyh Said, maiyetindeki kuvvetleri askerlere karşı dağı tutmak
maksadıyla Tilham ve Şehaban köylerine ve oradan da Deveboyun Gediği’ne
göndermesine rağmen, isyancılar bozguna uğrayarak Karaz mıntıkasına çekildiler.
Bu arada askerler saldırıya devam ederek bu mıntıkada Tilkan aşiretiyle
çarpışıp bir süre bekledikten sonra, ertesi gün Tilkan köylerini yakarak Karaz
ve Ağviran mıntıkasına geldiler. Asiler ise Ağviran mıntıkasından asker
göndermişlerse de yine karşılık gösteremeyerek geri çekildiler.
Askerlerin Hani’ye yaklaştıkları sırada,
Hani’ye yakın Kâban karyesinde bulunan Şeyh Said ve asiler, askere karşı cephe
tutmak istemiş iseler de asilerin morali bozuk olmasından dolayı başarılı
olamayıp Hançök Dağları’na firar etmeye karar verdiler. Askerler baskıya devam
ederek Lice’yi aldıktan sonra Şeyh Said ve asilerin bulunduğu dağa yöneldiler.
Asiler buna karşı bazı cepheleri tutmuşlarsa da bir sonuç alamadılar ve
askerler Gözil Dağı’na geldiler. Şeyh Said ve asiler bu esnada tekrar yine cephe
tutmak üzere teşebbüste bulunmuşlarsa da morallerinin bozukluğu sebebiyle
teşebbüsleri sonuçsuz kaldı.[129]
Başvekil İsmet Paşa’nın İsyan Hakkında
Meclis’i Bilgilendirmesi
İsmet Paşa 7 Nisan tarihinde yani göreve
gelmesi ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesinden bir ay sonra, Meclis’te
isyanla ilgili bir açıklama yaptı. İzahta öncelikle, asilerin ele geçirmiş
oldukları yerlerden ve hükümetin işe başladığı zaman vaziyetin ciddi
olduğundan, zan ve vehim üzerine hareket edilmediğinden bahsetti. Daha sonra
başlatılmış olan askeri harekâtın henüz tamamlanmadığını, asilerin dağlık
mıntıkalara çekildiğini ancak tamamen yok edilmediklerini söyledi. Ayrıca askeri
harekâtın bitiminden hemen sonra hem isyan bölgesinde hem de dine dayanarak
siyasi aldatmaların yapılmasına müsait olan yerlerde bu tür durumların önüne
geçmek için idari ve adli tedbirlerin alınacağını bildirdi.[130]
İstiklal Mahkemesinin İsyan Bölgesine
Gitmesi
Şark İstiklal Mahkemesi’nin kurulup üye
seçimlerinin yapılması ardından, mahkeme heyetinin hazırlıklarını tamamlayarak
görev yeri olan isyan bölgesine doğru hareket etmesi yaklaşık bir ay sürdü. Bu
gecikme sebebiyle Başvekil İsmet Paşa 26 Mart’ta Meclis Başkanlığına yazdığı
yazı ile Müdafaai-i Milliye Vekâleti’nin ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye
Riyaseti’nin İstiklal Mahkemesinin acele olarak harekete geçmesini istediğini
bildirmişti. Nihayet mahkeme heyetinin ve görevli memurların bir kısmı 4 Nisan
tarihinde Ankara’dan hareket etti. Ali Saib Bey Adana’da, Avni Bey de Konya’da
kafileye katılacaklardı. Mahkeme Heyeti 6 Nisan’da Yenice istasyonuna vardı ve
burada Adana Valisi tarafından karşılandı. Üç gün Adana’da kalan heyet, burada
mahkeme kâtip kadrosunun eksiğini tamamladıktan sonra
Adana-Güller-Gaziantep-Birecik-Urfa-Siverek üzerinden Diyarbekir’e gitmeyi
kararlaştırdı.
Mahkeme Adana’da bulunduğu sırada, 7 Nisan
tarihinde Diyarbekir vilayetine yazı yazarak, iki güne kadar Diyarbekir’e
hareket edileceğini, mahkeme heyetinin çalışmaları için hükümet konağında altı
odanın hazırlanmasını, muhakeme salonu için mükemmel bir kürsünün inşa edilerek
ve diğer gereçlerin hazırlanmasını; hükümet konağında altı odanın bulunmaması
halinde bu şartları haiz müstakil bir binanın tedarik edilmesini bildirdi.
Bundan başka mahkeme heyetinin ikametleri için Alipınarı Mevkii’nde en az üç
odalı üç hanenin kiralanması da talep edildi.[131]
Heyet 10 Nisan’da Adana’dan hareket etti
ve aynı gün Gaziantep’e vardı. Bir gece orada kaldıktan sonra Birecik üzerinden
12 Nisan’da Urfa’ya varıldı. Mahkeme Urfa’da iken Mahkeme Savcılığına isyanla
ilgili evraklar gelmeye başlamıştı. 12 Nisan 1925’te Urfa Mevki
Kumandanlığı’ndan, İsyan Mıntıkası İstiklal Mahkemesi Müddei-i Umumiliği’ne
yazılan iki adet yazı ile isyanla alakadar olan kişilerin ismi verilerek
mahkemeye sevk edilip edilmeyeceği sorulmuştu. Savcılık ise aynı tarihte cevap
vererek dosyaların Diyarbekir’e gönderilmesini istedi.[132]
Urfa’dan hareket eden heyet ve maiyeti
aynı gün 12 Nisan’da saat ikide Siverek’e, akşam yedide ise Diyarbekir’e vardı.[133] Savcı
aynı gün Meclis’e çektiği telgrafla, mahkeme heyetinin maiyetiyle birlikte
Diyarbekir’e ulaştığını ve yarından itibaren vazifeye başlanacağını bildirdi.
Bu telgrafa göre mahkeme heyetinin maiyetinde beş kâtip, dört zabıta memuru ve
yedi şoför bulunmaktaydı. Mahkeme Reisi Mazhar Müfit de heyetin Diyarbekir’e
vardığını ertesi gün Meclis’e çektiği telgrafla bildirdi.
Mahkeme heyeti, 13 Nisan’da İstiklal
Mahkemesi için adliye binasında ayrılmış olan yeri görmeye gitti. Ancak
Mahkemeye ayrılan binan durumunu beğenmeyen heyet, yakınlarda bulunan hükümet
konağını gezerek Mahkemeye tahsis edilmesini istedi. İki gün içerisinde konak
muhakeme için hazır hale getirilerek İstiklal Mahkemesine tahsis edildi. Aynı
gün 7. Kolordu Kumandanlığı’na yazılan yazı ile “Mahkeme emrinde
bulunmak üzere genç ve faal bir zabit kumandası altında, Türk askerlerden
oluşan otuz kişilik bir müfrezenin” mahkeme emrine gönderilmesi
istendi. Hazırlanan 30 kişilik müfreze 14 Nisan 341 tarihinde mahkeme emrinde
göreve başladı.[134]
Mahkemenin Göreve Başlaması ve Yayınlamış
Olduğu İlk Beyanname
12 Nisan 1925’te Diyarbekir’e gelen
Mahkeme 13 Nisan’da yargı sahası dâhilinde bulunan on dört il ve iki kazada ki
bütün halka hitaben bir beyanname yayınladı. Beyannamede suçsuz olanların veya
zorla bu cereyana kapılanların mahkemenin adalet ve merhametine mazhar olacağı,
ancak İnkılap ve Cumhuriyet’in ruh ve gayesini rencide edenlerin mahkemenin kahhar
pençesinden yakasını kurtaramayacağı ilan edilmişti. Yayınlayan beyanname
şöyledir:
Beyanname
Temsil Ettiği Büyük Millete
Türk inkılâb-ı meşkûrunun ve Türk Devlet-i
Cumhuresinin en âli müessesesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu ile haiz olduğu mutlak salahiyet-i kazaiyesini (Ergani, Urfa,
... ilahir vilayetleriyle, Erzurum vilayetinin ... ve ..kazalarını) ihtiva eden
vasi’ mıntıkada istimal ve icraya mezun Şark istiklal Mahkemesi, kendi daire-i
kazası dahilinde bulunan bütün halka ber-vech-i âti hususatı beyan ve tebliğ
eder.
İstiklal Mahkemesi devletin kavânin-i
esasiyesi ahkâm-ı umumiyesinden mülhem olarak Türk Cumhuriyetini ve Türk
Milletinin mutlak emniyet ve refahını idlal edecek veya Cumhuriyet ve inkılâp
ruhuna zaaf irasına sebebiyet verecek en küçük fiil ve hareketi ve bu kabil
ef’al ve harekâta her ne suretle olursa olsun iştiraki vatan ve millet mefhum-ı
mukaddesi muvacehesinde a’zam ve eşna’-ı hıyanet addeder.
İnkılâp ve Cumhuriyet’in ruh ve gayesini
rencide edenlerle bu kabil ef’al-i reddiyeyi ictisarda bir beis görmeyenler
İstiklal Mahkemesinin mahz-ı kanun ve zat-ı adaletten aldığı kahhar pençesinden
tahlis-i giriban edemezler.
Şark İstiklal Mahkemesi şedit fakat çok
adil olan inkılâp ve Cumhuriyet kanunlarını tatbik ederken ruh-ı madeleti ve
masum halka karşı adaletin en mülayim desatirini bir an için olsun nazardan dûr
tutmaz.
Yukarıda yazılan (14) vilayet ve iki kaza
dâhilinde bulunan ve bu mıntıka haricinde bulunup veya bundan sonra bu mıntıka
haricine çıkıp da Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan bütün Türk
vatandaşları emin olmalıdır ki kendi ruhunda vatan ve millete karşı ihanet ve
mücrimiyet hissi duymadığı ve her hangi bir cürme mürettip ve âmil veya şerik
olmadığı halde cebir ve ikrah veya hile ve desâis ile hah ve nâ-hah bazı
cereyanlara kapılmış ve bilahare izhar-ı nedamet etmiş münfail insanlar
mahkemenin kanununa müstenit ve ondan müstahrec olan adalet ve merhametine
mazhar olacaktır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Şark istiklal
Mahkemesi’nin saha-i mesaisini aydınlatan şems-i adalet ve hükümlerinin mesnedi
Cumhuriyet kanunlarının sarih ve pür-hayat ahkâmıdır.[135]
Aynı tarihte bu beyannamenin haricinde
savcılık tarafından, gerekli makamlara bir tamim (genelge) daha yazılarak Şark
İstiklal Mahkemesi’nin bakacağı davaların ne gibi suçlarla sınırlı olduğu
açıklanarak, bu tür suçlardan dolayı tutuklu olanların dosyalarıyla birlikte
İstiklal Mahkemesi Savcılığına gönderilmesi istendi. Bundan sonra 14 Nisan’da
Diyarbekir’deki Divan-ı Harplerden gönderilen bazı evrakların savcılık
tarafından alınmasıyla mahkeme fiilen yargılamalarına başladı.[136]
Mahkemenin yargılamalarına başladığı bu
tarihlerde önemli gelişmeler de meydana gelmişti. İsyanın baş tertipçisi olarak
görülen ve daha önce tutuklanarak Bitlis Divan-ı Harbi tarafından yargılanan
Cibranlı Halid, Yusuf Ziya, kardeşi Teğmen Ali Rıza, Faik Bey ve Molla
Abdurrahman 14 Nisan’da idam edildi. 15 Nisan’da ise Kürt Teali Cemiyeti eski
Reisi Seyyid Abdülkadir İstanbul’da tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbekir’e
gönderildi. Ayrıca aynı gün isyanın lideri Şeyh Said, Abdurrahmanpaşa
Köprüsü’nde Binbaşı Kasım Bey tarafından tutularak hükümet güçlerine teslim
edildi.[137]
Şeyh Said’in Yakalanması
Askeri harekâtın başlamasından sonra
isyancılar büyük darbe alarak dağılmışlardı. Bu durum karşısında Şeyh Said
orduya karşı koyamayacağını anlamış ve birkaç hizmetçisiyle beraber Menaşküt’e
gitmişti. Şeyh Said, orada Şeyh Abdullah, Kasım Bey ve birkaç kişi ile
müzakerede bulunarak geri çekilme planı yaptı. Toplantıda Varto istikametinden
çekilip Fırat’ı geçerek Muşlu Nuh Bey’in yanına sığınıp duruma göre hareket
etmeye karar verildi. Bu karar üzerine harekete geçen ve geri çekilmeye başlayan
Şeyh ve yanındakiler Melhemlü köyünün ilerisindeki bir tepeye geldiklerinde
tekrar müzakerede bulunarak Nuh Bey’in yanına gitmekten vazgeçtiler.
Kaçamayacaklarını anlayan asiler Varto’da Osman Nuri Paşa’ya teslim olmaya
karar verdiler. Ancak Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nün önüne geldikleri zaman Şeyh
Said teslim olmaktan vazgeçti ve kendi başına kaçmaya karar verdi. Şeyh Said’in
bu niyetini anlayan Binbaşı Kasım Bey ve adamları ona mani oldular. Esasen
Kasım Bey Osman Nuri Paşa’ya hitaben bir mektup yazarak teslim olacaklarını
bildirdi. Bir süre sonra askerler gelerek Şeyh Said ve yanındakilerini teslim
alarak önce Çarbuhur’a sonra da Varto’a merkeze Osman Nuri Paşa’nın yanına
götürdüler.[138] Böylece
13 Şubat 1925 tarihinde Piran’da başlayan isyan, Şeyh Said’in 15 Nisan 1925’te
Abdurrahmanpaşa Köprüsü üzerinde yakalanması ile son buldu.
Şeyh Said, Savcı Ahmed Süreyya Bey
tarafından alınan ifadesinde yakalanmasını şöyle anlatmıştır:
“...Fakih Hasan’ı ric’at zamanı
çağırmıştım. O da geldi. Fakat bizimle iki gece kaldı. Biz de ric ’at
ediyorduk. Dar ahini ’yi terk ettik. Biz savuştuk. Ona: ‘Sen ne yapacaksın, ben
Menaşküt’e doğru gideceğim’ dedim. O da bana ‘Ben teslim olacağım’ dedi. Ben de
‘Eslah odur’ dedim idi. Menaşküt’e gittiğimde fikrimiz Suluk (Muş) Köprüsü’nden
savuşup Nuh Bey’in yanına gitmekti. Yahut Varto’dan Murad’ı geçip Hasenanlı
Halid Bey’in yanına savuşmayı düşünüyorduk. Kasım Bey de zahirde öyle söylüyordu.
Fakat bâtında Osman Nuri Paşa’ya kâğıt yazdığını ve ailesini gönderdiğini sonra
kendisinden duymuştum. Bir defa da Muş tarafına gitmeye teşebbüs etmiştik.
Karabegan köyüne kadar gittik. Bize kılavuz bulacak olan Mehmed Bey gelmedi.
Yağmur vardı, vakit geçti. Gündüz de oldu, Girvas’a döndük. Yağmur çok yağdı,
çamur pek çok idi. O gece Girvas’ta kaldık. Sabahısı Ceban’a gittik. Ancak
ertesi sabah Ceban’a ulaştık. Oradan da geceyürüdük. Çarburuh tarafına vardık.
Asker vardı. Lolan tarafından da görüldük. Onlar Kızılbaş’tır. Hükümete çete
yazılmışlardı. Bize arkadan silah sıktılar. Biz ilerledik. Onlar da çok takip
etmediler. O gece Ispahiyan köyünde kaldık. Ahalisi kaçmıştı. O gece tekrar
kalktık.Melhemlü’ye gittik.Melhemlü, Şeyh Ahmed Asmahi köyüdür. O köyün
karşısındaki tepede gündüzü geçirdik. O tepede teslim olmak meselesi zuhur
etti. Şeyh Abdullah, ‘Ben teslim olurum, ben yapamam’ dedi. Kasım Bey de teslim
olmak fikrinde idi. Ben evvela ‘Teslim olmam’ dedim ve bilahare ben de ‘Teslim
olurum’ dedim. Bu niyet üzerine kalktık. Mağrip namazını kılıp Varto üzerine
yürüdük ki, oradan altı saat uzaktır. Yolda karanlıkta birbirimizi kaybettik.
Ben Abdurrahmanpaşa Köprü’süne geldim ki, henüz şafak ağarmamıştı. Orada
kalbime bir şey sünuh etti ki, gidip teslim olmayayım. Vakıa her taraf da
askerle tutulmuştu. Orada Kasım Bey bana ulaştı. Bu fikrimi anlayınca bana:
‘Efendi olmaz. Ben Osman Paşa’ya mektup yazdım ki müfreze göndersin, gelip bizi
teslim alsın’ Ben ona: ‘Askerler beni öldürsün’ diyordum. O bana: ‘Olmaz’
diyordu ve beni teslime ikna ediyordu. Ve bana: ‘Olur ki affederler, ya sürgün
ederler, belki necat yolu bulunur. Bu yolda ise beş dakika geçmeden telef
olursun. Nerede ise telef olursun. Müfreze gelir ateş eder’ diyordu. Beni
kandırdı, döndük. Müfrezeler geldi. Bizi ilk bulanlar Çarburuh askerleri idi.
Çarburuh’a döndürdüler. Bizi orada bir odaya indirdiler, o sırada bizi Paşa
telefona istedi, görüşüldü...”19
İsyanın bastırılması için başlatılan
askerî harekât sırasında 3. Ordu Müfettişliği tarafından yayınlamış olan
beyanname ile Şeyh Said’i canlı teslim edene 1000, ölü olarak teslim edene ise
700 madenî altının mükâfat olarak verileceği; ayrıca Şeyh Said’i teslim eden
kişinin isyancılardan olması halinde de, aynı mükâfatla ödüllendirilerek affedileceği
ilan edilmişti. 3. Ordu Müfettişliğini yayınladığı beyanname şöyledir;
Beyanname
Masum ahaliyi iğfal ile İslam’ı yekdiğeri
aleyhine tahrik eden Şeyh Said’in halkı ızrar ve perişan ederek kuvâ-yı
tenkiliye önünden firarla ötede beride saklandığı istihbar kılınan merkum
Şeyh’i hayyen derdest edene bin madeni altın, meyyiten getirene yedi yüz madenî
altın mükafaten verileceği gibi, bunu hayyen ve meyyiten getirecek olanların
Şeyh’in avane ve müştereklerinden olduğu takdirde mev’ud mükafat verilmekle beraber
aynı zamanda (...?) maddesi mucibince affolunacağı ilan olunur.
Üçüncü Ordu Müfettişliği[139] [140]
Bu beyanname sonrasında Şeyh Said’i
yakalayarak hükümet güçlerine teslim eden kişi Şeyh Said’in akrabalarından olan
ve Şeyh, Menaşküte’e geldiği vakit geri çekilme planı hakkında müzakerelerde
bulunduğu Binbaşı Kasım Bey olmuştur. Kasım Bey müdafaasında bu yakalanma
olayını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Onun anlatımına göre - kısmen
günümüz Türkçesiyle- olay şöyle yaşanmıştır;
“Varto’dan ayrıldığımızda Şeyh Abdullah’a
teslim olma ve aman dilemenin yegâne çare olduğunu söylerdim. Kendisi de kâni
olmuştu. Fakat Zazalar ancak beş yüz asker vardır. Onları da vaktinde esir
ederiz diyorlar ve Şeyh’i tehir ediyorlardı. Şeyh Said geldiğinde tedbir
değişti. Muş ovasından Murad Köprüsü’ne geçerek Nuh Bey’e katılarak, Muş ve
Bitlis’in sükûtunu temin eylemek ve olamazsa İran’a geçerek dertlerine çare
aramak fikirleri meydana çıktı. Ve Muş ovasına kadar gidildi. Orada artık bütün
mevcudiyetimle bu hareketin imkânsızlığından tafsilat verdim. Köprüden geçmenin
mümkün olmadığına ikna edince, geçitten geçmeyi söylediler. Geceleyin geçide
gitmeyeceğimi ısrarla söyledim. Tekrar dönüp Girvas karyesine gidildi. Ertesi
günü Girvas ’tan Varto ’ya doğru dağdan geçildi. En kolay şekilde geçilecek
yolları gösterdiklerinde türlü zorluklar göstererek başka yollara saptırdım. En
zor durumlarda kalınca artık Şeyh Said’e karşı da aman dilemek gerektiği işini
söyledim ve Nisan’ın on dördüncü günü aman dileme kararlaştırıldı. Akşamüzeri
Varto’ya doğru hareket edildi. Hareketimiz geceleyin olduğundan kuvvet pek
dağınık bir haldeydi. Yolda Şeyh Said’in tekrar caydığını işittim. Kendisiyle
görüştüm ve bir saat konuştuk. Çarbuhur’u geçince artık ilerisinde asker
olmadığını ve kurtulacağını ve teslim olmayacağını söyledi. Tam Abdurrahmanpaşa
Köprüsü üzerine gelmiştik. Şeyh Said atından inmiş, atlılar da ileride
geçiyorlardı. Geçmemesini söyledim, dinlemediler. Biraderim Reşid ve akrabamdan
Timur ve Ahmed ve Kargapazarlı Mehmed ve Reşid ile Şerif oğlu Mehmed ve Halid
ile hemen ateş açtırdım. Yüze yakın silah atıldığında atlısı tamamen kaçtılar.
Şeyh Said’in kısrağı da atlı ile gitmişti. Köprünün güney ayağı yakınında Şeyh
Said’i yakaladık. Yeni şafak açılmıştı. Varto’ya teslim olmaya gelmeyeceğini ve
istersem kendisini öldürmemi söyledi. Her halde gidileceği cevabını verdim.
Osman Paşa’ya bir tezkere yazarak ufacık bir müfreze istedim. Şeyh Said’i
Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde tevkif ettiğimden ufacık bir müfrezenin
gönderilmesini istirham eylemiş idim. Cevaben aldığım 15 Nisan 341 tarihli
emirleri mevcuttur. Şafak vakti bu hadise olmuştu. Güneş doğduktan sonra iki
saat orada beklemede kalmıştık. Daha sonra Çarbuhur sırtlarından inen müfreze
Paşa’nın selamını tebliğ ederek Çarbuhur’a götürdü. Paşa’nın esasen Varto’dan
gönderdiği müfreze on dakika sonra Çarbuhur’da bizi buldu, Paşa emrini verdi.”[141]
Bu iki ifadenin yanında Bitlis Valisi ve
2. Fırka Kumandanının 16 Nisan 1925 tarihli yazısında Şeyh Said’in yakalanması
daha farklı olarak şöyle anlatılmaktadır;
“12/13 Nisan gecesi Şark’a gecen asiler
her taraftan mahsur kaldıklarını görerek Çarburuh ’un kuzeyinden Şerefeddin
dağlarına kaçmak için giderken Çarburuh ’ta müfrezenin ateşiyle karşılanmış ve
bir saat devam eden müsademeden soran Melikanlı
Abdullah müfrezeye teslim olmuştur.
Diğerleri kaçma teşebbüsünde bulunmuşlarsa da müfrezenin şiddetli ateşiyle Şeyh
Said ve yanındakiler teslim alınmıştır. Ayrıca çarpışma esnasında Çarburuh
Deresi’nin güneyine geçenyüz kadar asifirar etmiş, müfrezenin takibi sonucunda
bunların birçoğu öldürülmüştür.”[142]'2
13 Nisan 1925 tarihinde göreve başlayan
Mahkemenin bakmış olduğu ilk davalar Şeyh Eyüp ve Doktor Fuat Bey’in davaları
oldu. Doktor Fuat Bey 24 Şubat’ta, Şeyh Eyüp ise 6 Nisan’da Diyarbekir Divan-ı
Harbi tarafından tevkif edilmişlerdi. Şark İstiklal Mahkemesi’nin göreve
başlamasıyla birlikte bu iki kişinin dosyaları Divan-ı Harp tarafından aidiyet
kararı alınarak 14 Nisan’da mahkeme savcılığına gönderildi. Savcı Ahmed Süreyya
Bey 15 Nisan’da bu kişiler hakkında iddianame hazırlayıp aynı gün mahkemeye
sevk etti. Mahkeme 16 Nisan’da muhakemelerini gerçekleştirdi. Yargılamalar gece
saat 12’ye kadar sürdü ve bu iki kişi hakkında idam kararı verdi. Karar 20
Nisan tarihinde sabah saat 9’da infaz edildi.
Bu ve birkaç yargılama daha yapıldıktan
sonra verilen kararlar 4 Mayıs tarihli Diyarbekir gazetesinde ilan edilerek
halka duyuruldu. Verilen ilanda şunları yazılmıştı: “Halk hâkimiyetine
müstenit Türk Devlet-i Cumhuriyesinin Büyük Millet Meclisi’nin salahiyet-i
kazaiyesini istimale mezun olan Heyet-i Hakime’nin milletin irade-i nazimesine
müstenit olarak ita ettiği mukarrerat-ı adileyi halkın görerek ve işiterek
müsterih ve mütenebbih olması beyan ve ilan olunur”[143]
Dört Tezkere ve Meclis’in Tatile Girmesi
20 Nisan 1925 tarihinde Başvekil İsmet
Paşa tarafından Meclis’e dört tezkere gönderildi. Bu tezkerelerle, Meclis’in
yakın bir zamanda tatile girecek olması dolayısıyla, iki İstiklal Mahkemesinin
faaliyetlerinin altı ay, isyan bölgesinde ilan edilmiş olan idare-i örfiyenin
ise yedi ay daha uzatılmasına karar verildi. Ayrıca Meclis’in bir daha
toplanmasına kadar Ankara İstiklal Mahkemesi’ne idam kararlarını infaz etme
yetkisi de verildi. Böylece Şark İstiklal Mahkemesi’nin sahip olduğu idam
yetkisine Ankara Mahkemesi de sahip oldu. Kabul edilen dördüncü tezkere ile de
Meclis’in tatili esnasında, isyan sahasında teşkilât-ı mülkiyede herhangi bir
değişiklik yapma yetkisi hükümete verildi.
Meclis tatile girmeden iki gün önce İsmet
Paşa tarafından verilen bu tezkereler hakkında Meclis’te tartışmalar yaşandı.
Mahkemelerin kuruluş aşamasına da muhalefet gösteren Feridun Fikri Bey,
İstiklal Mahkemelerinin faaliyetlerinin uzatılmasına karşı çıkarak,
Mahkemelerin henüz dört buçuk aylık bir faaliyet zamanı olduğunu ve sürenin
yeterli geleceğini, bu tür olağanüstü mahkemelerin varlığının uzun süre devam
etmesinin memleketin olağan dışı bir hal içinde olduğunu göstereceğini söyledi.
Ali Fuat Paşa ise bu dört tezkerenin memleketteki olağanüstü halin devam
ettiğini gösterdiğini ve Meclis’in tatile girmeden önce memleketin vaziyeti
hakkında izahat vermesi gerektiğini söyledi.
Mahkemelerin süresinin uzatılmasına karşı
çıkanlardan birisi de Halis Turgut Bey oldu. Halis Turgut Bey, İstiklal
Mahkemelerinin doğrudan Meclis’e bağlı olduğunu; mahkemelerin süresinin uzatılması
gerektiği takdirde, mahkeme heyetinin Meclis’e başvurarak bunu yapması
gerektiğini söyleyerek, bu teklifin Başvekâlet tarafından yapılmasına karşı
çıktı.
Ankara İstiklal Mahkemesi’ne idam
yetkisinin verilmesi de tartışma konusu oldu. Feridun Fikri Bey, Takrir-i Sükûn
Kanunu tartışmalarında söylediği gibi, bu durumun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na
aykırı olduğunu ifade etti. Kâzım Karabekir Paşa da Ankara Mahkemesi’ne idam
yetkisinin verilmesini eleştirdi ve şu ana kadar görülen davaların bu idam yetkisine
gerek olmadığını gösterdiğini söyledi. Ayrıca şu söyledikleri önemlidir: “Şarktaki
hadise, muayyen ve herkes tarafından artık görülebilir ve tel’in edilecek bir
vaka olduğu için, orada tatbik edilecek idam hükümleri bilahare bizi müteessir
etmeyebilir. Fakat Meclis-i Âlinizin bulunmadığı bir zamanda, Ankara istiklal
Mahkemesi’nden geçecek herhangi bir hükm-i idamın icrası, bilahare meyus olsak
dahi telafisi imkânı gayrı kâbil bulunur.” Buna karşı Adliye Vekili
Mahmud Esat Bey isyana sebep olanların yalnız isyan mıntıkasında olmadığını ve
her tarafta bulunma ihtimal olduğunu söyledi.
Tezkerelere karşı çıkan Trabzon Mebusu
Rahmi Bey ise Adliye vekilinin bu sözü üzerine, isyan sahası dışındaki
müsebbiplerin Cumhuriyet’in diğer adli teşkilâtıyla cezalandırılabileceğini;
Mahmud Bey’in, bu sözü ile adliye teşkilâtının acz içinde olduğunu itiraf
ettiğini söyledi. Bunun üzerine Adliye Vekili’nin verdiği şu cevap
önemlidir: “Adliye kanunları tabiî zamanlarda cari olur. Her memlekette
fevkalâde hâdiselerin karşısına fevkalâde tedbirlerle çıkılır ve böyle
tedbirlerle önüne geçilir. Fevkalâde hâdiseleri tabiî günler için yapılan
kanunlara tevdi etmek onun cürümlerini himaye etmek demek olur.”
Tezkereleri savunan Zonguldak Mebusu
Tunalı Hilmi Bey’in müzakere esnasında söylediği şu cümleler hadiseye nasıl
yaklaşıldığını göstermesi açısından önemlidir: “Yeni Türkiye,yeni bir
devreye girmiştir. Onda terbiyeden, ticaretten, her türlüyaşayıştan tutunuz da
her şey yenileşecektir. Eğer yenileşmezse eski Türkiye yeni Türkiye'ye galebe
çalacaktır bir. Eğer yenileşmezse arkadaşlar, yeni dünya eski Türkiye
karşısında imiş gibi daima galebe çalmak namzetliği altında bulunacaktır....
Arkadaşlar! Farz ediniz ki ben, farz ediyorum ki Feridun Fikri Bey’in kanaati
doğrudur. Siz defarz ediniz ki, güya bu kanaata hürmetkâr olmak itibariyle
Kanun-ı Esasi’ye muhalif olduğu için Ankara istiklâl Mahkemesi’ne idam
salâhiyeti vermeyeceğiz. Vermediğiniz takdirde eski Türkiye,yeni Türkiye’ye
galebe çalacaktır. O zaman Teşkilât-ı Esasiye nerede kalır? Sonra Paşa
Hazretleri’nin ye’sine hak vermemizi farz ettiğimiz takdirde yine istiklâl
Mahkemesinin icraatı teahhur eder de eski Türkiye yeni Türkiye’ye galebe
çalarsa acaba hangimiz mezardan çıkıp da ye’se düşeceğiz? Binaenaleyh hüküm
süren, istifa kanunudur. Acımak yok, bunlar olacaktır. Merhamet yok. Ancak yeni
yola doğru giden Türkiye'nin arkasından koşacağız.”[144]
20 Nisan’da kabul edilen bu tezkerelerden
sonra Meclis, 22 Nisan’da altı aylığına tatile girdi ve bu süre zarfında hem
Ankara hem de Şark İstiklal Mahkemesi idam yetkilerine sahip bir şekilde
faaliyetlerine devam etti. Taha Akyol bu tarihten itibaren İstiklal
Mahkemelerinin denetimsiz bir infaz aygıtı haline geldiğini ve Millî Mücadele
döneminde böyle bir şeyin hayal bile edilemeyeceğini söylemektedir.[145]
Mahkemenin Diyarbekir’deki İlk Faaliyetleri
Şark İstiklal Mahkemesi, yetki sahası
içerisindeki bazı şehirlerde gezici olarak görev yapmış olan bir mahkemedir. 12
Nisan’da Diyarbekir’e gelen mahkeme 30 Haziran’a kadar burada kaldı ve bu süre
içerisinde toplamda 70 dava dosyasını karara bağlayarak 183 kişi hakkında
çeşitli cezalar verdi. Şeyh Eyüp ve Dr. Fuat Bey’in yargılamalarının yanında;
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Urfa Kâtibi Fethi Bey, Kürt Teali Cemiyeti
Reisi Seyyid Abdülkadir ve Şeyh Said’in yargılanması bu sürede Diyarbekir’de
karara bağlanan önemli davalar arasındadır. Mahkeme, bu süre içerisinde yapmış
olduğu yargılamalara dair ayrıntılı bilgiler içeren iki adet mesai cetvelini de
Meclis’e yollayarak bilgilendirmede bulunmuştur.
17 Haziran’da Savcı tarafından gerekli
makamlara yazılan bir yazı ile mahekemenin başka bir şehre nakledileceği
bildirildi ve herhangi bir evrak veya şahsın Diyarbekir’e gönderilmemesi
istendi. Bunun ardından Diyarbekir’deki son yargılamasını 30 Haziran’da yapan
mahkeme bir süre sonra Urfa’ya geçti.
Mahkemenin Urfa’ya Geçmesi ve Faaliyetleri
Diyarbekir’den ayrılacağını duyuran
Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Urfa vilayetine yazdığı yazı ile “Önümüzdeki
hafta cumartesi Urfa’ya hareket edilecektir” diyerek ve yargılamanın
mektep binasında yapılacağını, kürsüye ihtiyaç olmadığını, sandalye ve koltuk
hazırlanmasını bildirdi.[146] Mahkeme
Temmuz ayı başında Urfa’ya hareket etti ve yaklaşık bir hafta Urfa’da kaldı.
Burada iken, daha önce İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve af ile
serbest bırakılmış olan ancak isyanla alakalı görülerek Şark İstiklal
Mahkemesi’ne sevk edilen Hoca İbrahim Edhem’in yargılaması yapıldı. Haziran
ayına ait olan mesai cetveli de Urfa’dan Meclis’e gönderen Mahkeme bundan başka
bir yargılama yapmadı ve 7 Temmuz’da Diyarbekir’e geri döndü.
Mahkemenin Elaziz’e Gitmesi ve
Faaliyetleri
Mahkeme Urfa’dan Diyarbekir’e döndükten
sonra bir müddet burada kaldı, ardından 11 Temmuz’da Elaziz’e hareket etti.
Mahkeme, Elaziz’e hareketinden evvel yazmış olduğu yazı ile 30 Haziran
tarihinden itibaren zanlıların Elaziz’e gönderilmesini istedi. Diyarbekir
hapishanesinde bulunan ve henüz yargılamaları yapılmayan sanıklar da Elaziz’e
sevk edildi.
Elaziz’de İstiklal Mahkemesi duruşma
salonu için Erkek Öğretmen Okulu tahsis edildi. Hazırlıkların tamamlanmasının
ardından 18 Temmuz’da yargılamalara başlandı. Bu arada Ali Saib Bey izinli
olarak Ankara’da bulunmaktaydı. Elaziz’e dönmek üzere 1 Ağustos’ta Ankara’dan
hareket etti. Savcı Ahmed Süreyya Bey ise 3 Ağustos’ta izinli olarak Elaziz’den
ayrıldı. Onun yokluğunda mahkeme savcılığını Avni Bey üstlendi.
Mahkeme Elaziz’de bulunduğu zaman zarfında
398 dosyayı karara bağladı. Son kararını 19 Nisan 1926’da veren mahkeme burada
yaptığı yargılamalara dair olan 10 adet mesai cetvelini Meclis’e sunarak
bilgilendirmede bulundu. Mahkeme Elaziz’de bulunduğu bu süre zarfında mesai
cetvellerinin haricinde Başvekâlet ve Meclis’e yazdığı yazılarla da
yargılamalar hakkında bilgi vermekteydi. 19 Ekim 1925’de Başvekâlete yazılan
yazı ile mahkemede 682 mevkuf (tutuklu), 379 gayr-ı mevkuf (tutuksuz) toplam
1.061 sanığın bulunduğu bildirilerek, izinli olan Savcı Ahmed Süreyya Bey’in,
Eylül’ün onuna kadar vazifeye dönmesi istemişti.[147]
Yine Başvekâlete yazılan diğer bir yazıya
göre mahkeme, kuruluşundan 7 Mart 1926 tarihine kadar 2.968 maznuna ait 487’si
siyasi, 53’ü adi ceza olmak üzere toplamda 540 davaya baktı. Bunlardan 399’u
siyasi, 38’i adi olmak üzere toplamda 438 dava evrakı karara bağlandı. Bu dava
evrakında 122 vicahi, 65 gıyabi toplamda 187 kişi hakkında idam kararı
verilmiş, 621 kişi muhtelif cezalara çarptırılmış, 1780 kişi ise beraat
etmiştir.[148] Bunların
yanında Mahkeme, Elaziz’deki yargılamalarını bitirdikten sonra 20 Nisan’da
Başvekâlete bir yazı yazarak o ana kadar toplamda 3000 kişinin yargılandığını,
Diyarbekir’de 500’e yakın kişinin beklediğini ve 50 kişinin de diğer yerlerden
geleceğini bildirmişti.[149]
Bu arada Mahkeme Reisliğinde değişiklik
yaşandı. 4. yasama yılının başlamasından bir gün sonra Şark İstiklal Mahkemesi
Başkanı Mazhar Müfit Bey sağlık sebeplerinden dolağı mahkeme başkanlığından
istifa etti. Mahkeme Başkanlığı için ilk seçim 13 Kasım tarihinde yapıldı. 119
kişin katıldığı seçimlerde Hacim Muhittin Bey 114 oy almasına rağmen ekseriyet
olmadığı için seçim başka bir güne ertelendi. Ertesi gün 14 Kasım’da yapılan
ikinci bir seçimde yine Hacim Muhittin Bey 129 oy alarak Şark İstiklal
Mahkemesi Riyasetine seçildi. 16 Nisan’da yola çıkan yeni başkan 24 Nisan’da
Elaziz’e gelerek vazifeye başladı.
Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların İsyanla
İlgili Beyanatları
22 Nisan tarihinde altı aylığına tatile
giren Meclis, 1 Kasım 1925 tarihinde yeni döneme başladı. Mustafa Kemal Paşa 4.
Yasama yılının açılış konuşmasında isyan hakkında açıklamalarda da bulunarak
isyan hadisesini irticai (gerici), umumi (genel), mürettep (planlı) bir cereyan
olarak niteledi ve bu irtica hadisesinin bazı vilayetlerdeki sosyal ve idari
hastalıkları göz önüne serdiğini ve bu hastalıkların tedavisine ısrarla devam
edileceğini beyan etti. Konuşmanın bir bölümü şöyledir:
“Meclis-i Âli, faaliyetine fasıla verdiği
zaman Cumhuriyet Ordusunun, irtica hadisesini tertip ve tesviye etmekle meşgul
bulunduğu malumdur. Ordu; Cumhuriyet düşmanlarını süratle ve katiyetle tenkil
etmiştir....
isyan hadisesinin; irticai, umumi,
mürettep bir cereyan-ı efkâr ve bir silsile-i istihzaratın fiilî bir işareti ve
neticesi olduğu bir seneden beri cereyan eden ahval ve hadisat ile bir defa
daha sabit olmuştur.
Büyük Millet Meclisi’nin, vaziyetin hâmil
olduğu ciddiyet ve ehemmiyeti hakkıyla derpiş (öngörme) ederek ittihaz ettiği
tedâbir, vatanın selâmet ve masuniyetini (korunma) ve vatandaşlarının huzur
emniyetini temin eylemiştir. Meclis-i Âli müşahadesinde ve tedâbirindeki
isabetle tarih-i millimizdeki mevki-i ihtiramını bihakkın teyit eyledi..
irtica hadisesi bazı vilayetlerimizde
mevcut ve mahsus olan içtimai ve idari hastalıkları bütün milletin enzar-ı
ibretinde tamamen tebarüz ettirmiş ki bir kül olan bu aziz vatanda umum
vatandaşların bedenî, malî, mefkûrevi bütün mükellefiyetlerini aynı suhulet ve
müsaraatle (acele etme) ifa etmesini temin edinceye kadar müşahede ettiğimiz
hastalıkların tedavisinde ısrarla devam mecburiyetindeyiz (bravo sesleri,
alkışlar). Bu yolda ittihazı lâzım gelen esaslı ve katî tedbirlerin Büyük Millet
Meclisi’ne mütemadi bir surette ve itina ile takip olunacağına millet emin
olabilir.”[150]
Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından
birkaç gün sonra İsmet Paşa, 9 Kasım tarihinde Meclis’te, devletin genel
siyaseti üzerine yaptığı beyanda İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarına değindi.
Beyanatında Şark İsyanı’nı “irtica hadisesi” olarak niteleyen İsmet Paşa,
İstiklal Mahkemelerinin faaliyetleriyle; memleketin sosyal düzen, huzur ve
sükûnunu sağlamak yolunda hayırlı bir tesir icra ettiğini söyledi. Ayrıca
memleketin huzurunu sağlamak amacıyla tekke ve zaviyeler ile Terakkiperver
Fırkası’nın kapatılması gibi birçok önleyici tedbirleri almak zorunda
kaldıklarına değindi. Devamında Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ve bu tedbirlerin
alınma amacını şöyle açıklamıştır: “Büyük MilletMeclisinin Takrir-i
Sükûn Kanunu’nu ile ve tedabir-i sairesi ile aldığı vaziyet, milletin yüksek
seviye-i medeniyeye varması için ve Cumhuriyet Kanunlarının esaslarını teyit ve
tesis etmek için, bir murakabe-i âliye tesis etmesi suretinde tecelli
etmiştir.”[151]
İsmet Paşa, 12 Aralık 1925 tarihli Meclis
görüşmelerinde de dâhilî ve haricî hadiseler hakkında bir beyanatta bulundu.
Beyanatında son zamanlarda Anadolu’nun farklı yerlerinde meydana çıkan ve
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin ilgilendiği irtica hadiseleri hakkında bilgi
verdi. İsmet Paşa’nın irtica hadiseleri dediği olaylar Şapka Kanunu’ndan sonra
Sivas, Giresun, Erzurum ve Rize civarında çıkan hadiselerdi. Ayrıca 7 Aralık’ta
Hazro’da askerî birliğe yapılan saldırıdan da bahseden İsmet Paşa, bu hadisenin
Cenevre’de Musul meselesinin müzakeresinin başladığı bir sırada olmasına dikkat
çekerek, bu hadisenin dış devletlerin tahrik ve teşvikleriyle isyan sahasında
yeniden bir isyan parlatmak teşebbüsü mahiyetinden telakki edilebileceğini
söyledi. Bunun yanında Hazro’da yaşanan hadise ile Şapka Kanunu sonrasında
Anadolu’nun farklı yerlerinde çıkan hadiseler arasında bağlantı kuran İsmet
Paşa; Sivas, Giresun, Erzurum, Rize ve Adana gibi irticai hadiselerin ortaya
çıktığı yerlerin, Şeyh Said İsyanı’nı bastırmak için seferberlik ilan edilen ve
asker sevk edilen yerler olduğunu ve yeni çıkabilecek isyanlara karşı asker
sevk edilebilecek bu yerlerin irtica ile zehirlenmek istediğini vurguladı.[152]
Mahkemenin Malatya’ya Gitmesi
Mahkeme Elaziz’de bulunduğu sırada 20
Nisan 1926’da yazdığı yazı ile Elaziz’deki işlerin 19 Nisan’da bittiğini üç
dört gün sonra Malatya’ya, dönüşte Diyarbekir’e gidileceğini, Malatya’da bir
haftadan fazla iş olmadığını bildirdi. 24 Nisan’da Malatya’ya hareket eden
heyet 28 Nisan Çarşamba günü Elaziz’e geri döndü. Mahkeme Malatya’da herhangi
bir yargılama yapmadı. Elaziz’e dönüşünde 2 Mayıs’ta 462 numaralı dosyayı
karara bağladı.
Mahkemenin İkinci Kez Diyarbekir’e Gitmesi
ve Faaliyetleri
Mahkeme 10 Mayıs 1926 Pazartesi günü
Diyarbekir’e ulaştı ve yargılamalara 19 Mayıs’ta başlamıştır. Diyarbekir’e bu
gelişinde iki ay kalan mahkeme, 83 dava dosyasını karara bağladı ve en son
kararını 18 Temmuz’da verdi. Mahkeme tarafından 5 Temmuz’da tüm vilayetlere
gönderilen yazı ile buradaki işleri halletmek üzere Elaziz’e gidileceği, bu
yüzden bu tarihten itibaren mahkemeye evrak gönderilmemesi istendi.[153]
Mahkeme Diyarbekir’de bulunduğu bu sürede
2 adet mesai cetvelini Meclis’e sunarak yargılamalar hakkında ayrıntılı
bilgilendirmede bulundu. Bunun yanında Ahmed Süreyya Bey 19 Temmuz’da 7.
Kolordu Komutanlığına yazdığı yazıda Mahkemenin Diyarbekir’de 700’e yakın
kişinin muhakemesini tamamladığını ve Mahkeme heyetinin Elaziz’i merkez olarak
kabul ederek buraya gideceğini bildirdi. Ayrıca Diyarbekir hapishanesinde
İstiklal Mahkemesinin bakacağı 173 kişi olduğunu, bunların toptan veya birkaç
posta halinde Elaziz’e gönderilmesini istedi.[154]
Bu arada Şark İstiklal Mahkemesi’nin
talebi doğrultusunda, Meclis’te 28 Nisan 1926’da mahkemeye bir savcı yardımcısı
seçilme kararı alınmıştı. Seçim 15 Mayıs tarihinde yapıldı ve Erzincan Mebusu
Abdülhak Bey Şark İstiklal Mahkemesi Savcı Yardımcısı olarak seçildi. Ayrıca 18
Mayıs 1926 tarihli Meclis toplantısında, Başvekâlet tezkeresi ile 7 Eylül
1926’da bitecek olan İstiklal Mahkemelerinin süresinin altı ay daha
uzatılmasına ve idam kararlarını -eskisi gibi- mahkemelerin infaz edebilmesine
karar verilmişti. Böylece İstiklal Mahkemesinin süresi üçüncü kez uzatılmış
oluyordu. Bununla birlikte bir değişiklik de İstiklal Mehâkimi Kanunu’nda
yapıldı. 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan Yeni Ceza
Kanunu ile İstiklal Mehâkimi Kanunu’nu uygun hale getirmek için 29 Mayıs
1926’da kanunda bazı değişiklikler yapıldı.
Mahkemenin İkinci Kez Elaziz’e Gitmesi ve
Faaliyetleri
5 Temmuz’da Elaziz’e gideceğini
bildirmesine rağmen bazı gecikmeler neticesinde 21 Temmuz Çarşamba günü
Elaziz’e varan Mahkeme, 25 Temmuz’da yazdığı yazı ile sanık ve evrakların
Elaziz’e gönderilmesini istedi. Ahmed Süreyya, 25 Temmuz’da Elaziz Vilayetine
yazdığı bu yazı ile mahkemenin faaliyete geçtiğini, Diyarbekir’den 200’e yakın
maznunun geleceğini, bu yüzden hapishane binasının teslimini istedi.[155] Ayrıca
Adliye Vekâleti’ne yazılan 28 Temmuz 1926 tarihli yazı ile Mahkemenin o tarihe
kadar 546 dosyayı karara bağladığı ve 179 kişinin vicahen idama mahkum edilip
1.404 kişinin muhtelif cezalara mahkûm edildiği ve 2.196 kişi hakkında da
beraat kararı verildiği bildirildi.[156]
Mahkeme, Elaziz’e bu ikinci ve son
gelişinden sonra bir daha yer değiştirmedi. 2 Ağustos 1926 tarihinde
yargılamalara başladı ve en son kararını 1 Mart 1927 tarihinde verdi. Burada
bulunduğu süre içerisinde 7 adet mesai cetvelini Meclis’e gönderdi.
Yargılamaların son bulmasının ardından 1 Mart tarihinde, Mahkemenin son altı
aylık faaliyetini içeren bir yazı Meclis’e sunuldu. Buna göre son altı ay
içerisinde Savcılıktan 309 iddianame ile 900 maznun mahkemeye sevk edilmiş,
bunlardan 28 kişi hakkında vicahen idam kararı verilerek infaz edilmiştir.
Ayrıca 436 kişi hakkında çeşitli cezalar verilmiş ve 346 kişinin ise vicahen
beraatına karar verilmiştir. Firari 131 maznun hakkında da gıyaben idam kararı
verilmiştir.[157]
Mahkemenin Elaziz’de bulunduğu bu süre
içerisinde mahkeme üyelerinde bazı değişikler yaşandı. 20 Kasım’da Reis Hacim
Muhittin Bey istifa etti. Yerine 6 Aralık’ta Ali Saib Bey seçildi. Ayrıca
Kocaeli Mebusu İbrahim Bey’de Ali Saib Bey’den boşalan Mahkeme azalığına
seçildi.
İsyan Hakkında Açıklamalar ve Umumi
Islahat Vurgusu
Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1926 tarihli
5. Yasama yılı açılış konuşmasında yine “Şark irticaı”na değinerek, Şark
irticaının gerektirdiği ıslahat tedbirlerinin isabetle ve başarıyla
uygulandığını, bu sayede vatandaşların sosyal ve ekonomik hayatları üzerinde
şimdiden tesirleri görüldüğünü ifade etti. Ayrıca Takrir-i Sükûn Kanunu’na da
değinerek bu kanunun, umumi ıslahatın anlaşılmasında, tatbikinde ve genel
olarak sükûn ve istikrarın sağlanarak devletin nüfuz ve haysiyetini yeniden
sağlamasına katkıda bulunduğunu, bir müddet daha uzatılmasının uygun olduğunu
söyledi.
Şu cümleler önemlidir: “içtimai
bünyemizin hiçbir hâdisesini, hiçbir derdini yarım tedbirlerle uyuşturmak
şiarında ve istidadında olmayan Cumhuriyet, tevessül ettiği radikal ıslahatın
ilk devrelerini geçirmiş ve günden güne artacak semerelerini iktitaf (toplama)
etmek devrine girmiştir. Şiarımızın ve istidadımızın ilham ettiği ve esasen
memleket ihtiyaçlarına mutabık olduğu eserleriyle tezahür eden yolumuzda
katiyetle yürümek azmindeyiz....
Milletimizin mukadderatına vazıyet
ettiğinden beri Büyük Millet Meclisi ’nin şiarı, Heyet-i içtimaiyemizin
kaybettiği asırları süratle telâfi etmek ve bu maksatla istihdaf ettiği
gayelere emniyet ve sükûnetle varmak için halin icap ettirdiği tedbirleri
tereddütsüz ittihaz ve tatbik eylemektir. Büyük Millet Meclisinin son senelerde
çizdiği istikametlerden gûnagûn (çeşitli) mugalatalar (yanıltmaca) ve
teşvişlerle (karışıklık) milletimizi inhiraf ettirmek isteyenlere karşı,
bizzarure vazettiği Takrir-i Sükûn Kanunu bu şiarın âsârındandır. Bu kanunun,
ıslahat-ı umumiyenin iyi anlaşılmasına, hüsn-i tatbikine alelumum sükûn ve
istikrarın vusulüne ve devlet nüfuz ve haysiyetinin takrir ve teyidine ne
derece nâfi olduğu meydandadır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun alelumum fena
hareketlere ve suiistimallere karşı hürriyet-i efkâr ve matbuatı asla takyit
etmediği müsellemdir. Bu hutut dahilinde tatbik edilmekte bulunan Takrir-i
Sükûn Kanunu’nun, milletin hayatı için asıl olan huzur ve emniyetin, ıslahat ve
inkılâbâtın müdafaa ve teyidi gibi esasat-ı hayatiye, iktiza ettirirse münasip
bir müddet daha idame-i mer'iyyeti, Büyük Millet Meclisi’nce derpiş ve mütalaa
edilmeye şayandır’”-5,
İsmet Paşa da birkaç gün sonra yaptığı
konuşmada aynı ıslahat vurgusunda bulunmuş ve şunları söylemiştir:
“Bizim dahili politikamız, umumi ıslahatın
tatbikatı ile ve millî vahdetin tarsinine (kuvvetlendirme) matuf mesai ile
ifade olunabilir. Büyük Millet Meclisi’nin ıslahatı, umumi ve esasi ıslahatı,
memleketin her tarafında muvaffakiyetle tatbik olunmuştur. ilk ve çetin
devreler geçirilmiştir. Bütün memlekette yepyeni bir nizam, selametle, isabetle
teessüs etmiştir. Bu memlekette yüzlerce seneden beri tevessül olunan ıslahat
fikirleri niçin yarım kalmış ve niçin akim kalmış?... Tarih, bunu tetkik
ederken, sizin muvaffakiyetinizin sırrını hakkiyle kavrayacaktır ümidindeyim.
Tevessül ettiğimiz ıslahat, gösteriş yapmak veyahut ahara kendimizi beğendirmek
için tevessül olunmuş tedabir mahiyetinde değildir.’”59
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun İki Sene Daha
Uzatılması
4 Mart 1925 tarihinde 2 yıl için kabul
edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun süresi 4 Mart 1927 tarihinde doluyordu. 2
Mart’ta İsmet Paşa, Meclis’e verdiği tezkere ile bu kanunun iki yıl daha
uzatılmasını, ancak Mart’ın 7’sinde süresi dolacak olan İstiklal Mahkemelerinin
uzatılmasına gerek olmadığını ifade etti. İsmet Paşa, Mahkemelerin süresinin
uzatılmasına gerek olmadığını söylerken, gerektiği durumlarda yine bu
mahkemelerin faaliyete geçirilebileceğini de vurgulamıştı. Yapılan teklif
sonrasında Takrîr-i Sükûn Kanunu 4 Mart 1929 yılına kadar uzatıldı. Meclis’te
kanunla ilgili herhangi bir muhalif konuşma olmamış, oylama da işari olarak
yapılmıştı.
İsmet Paşa o gün Meclis’e yaptığı
konuşmada Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemelerinin birçok faydalar
getirdiğini, bu kanun ve mahkemelerin sayesinde ıslahatların kısa zamanda
gerçekleştirildiğini söyledi. İsmet Paşa’nın şu cümleleri önemlidir:
“iki sene evvel karşısında bulunduğumuz
hadisatın en mühimi, Şeyh Said isyanı ’yla tebarüz (belirme) eden hareket-i
fiiliye değildi. Asıl tehlike memleketin umumi hayatında hâsıl olan teşevvüş
(karışıklık) ve tezebzüb (kararsızlık) idi. Bu, memleketin birçok zamanlardan
beri hayat-ı siyasesine ârız (gelen) olan başlıca derttir. Memleketin
tekâmülâtına ve samimi ıslahatçıların bütün gayretlerine mani olan, asıl engel
olan budur ve küçük ihtirasatı işletmeğe alışmış mütereddi münevverlerle,
hürriyet-i vicdanı başkalarının vicdanıyatına tecavüz için vasıta addeden
siyasetçilerin faaliyetidir....
ittihaz buyurduğunuz tedbir, bizim
kanaatimizce, yalnız Şark’ta hâdis olan hareketi değil, memleketin terakkisine
ve tekâmülüne başlıca engel olan, nizam-ı içtimaiyedeki teşevvüşü izaleye başlıca
medar olmuştur..
Efendiler, Takrir-i Sükûn devrinden
ettiğimiz büyük istifadelerden birisi de, asırlardan beri bu memlekette ciddi
erbab-ı gayretin tahayyül ve tasavvur ettikleri ıslahatın asgarifedakârlıklarla
icra ve tesis olunabilmesidir. Hakikat-i ahvalde büyük ıslahat tedvinat esasen
milletin istidat ve kabulüne ve bunu ihtisas eden Büyük Millet Meclisi’nin
karar ve tasvibine muallaktır. Böyle olmakla beraber şimdiye kadar erbab-ı
gayrete bu yolda büyük mesafe kat etmeye mani olan erbab-ı teşevvüş Takrir-i
Sükûn Kanunu’nun ve istiklâl Mahkemelerinin tesiriylefaaliyetlerinden esaslı
surette mahrum kalmışlardır.”[158]
Mahkemenin Görevinin Sona Ermesi
4 Mart 1925’te 117 numaralı Meclis kararı
ile 6 ay için kurulmuş olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin süresi; 20 Nisan 1925,
28 Şubat 1926 ve 18 Mayıs 1926 tarihlerinde alınan kararlarla üç defa altışar
ay uzatılmıştı. En son alınan kararla mahkemenin süresi 7 Mart 1927 tarihinde
doluyordu. Bu süresinin bir daha uzatılmaması üzerine Şark İstiklal Mahkemesi,
7 Mart tarihinden itibaren fiilen faaliyetlerini durdurdu ve bu tarihten sonra
mahkemeye gönderilen dosyaları geri iade ederek kabul etmedi.[159] Bundan
sonra Meclis’e yazılan yazı ile savcılıktaki tüm belgelerin ait olduğu
makamlara gönderildiği ve mevsim şartlarının iyileşmesiyle birlikte tüm heyetin
hemen Ankara’ya hareket ederek Meclis’e katılacağı bildirildi.[160] Mahkeme,
son olarak 13 Mart 1927 tarihinde yayınladığı beyanname ile 7 Mart 1927
tarihinden itibaren salahiyet-i kazaiyesinin (yargı yetkisi) son bulduğunu ve
bu yüzden mahkemeye evrak gönderilmemesini ilan etti.[161]
İKİNCİ BÖLÜM
ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ VE ÖZELLİKLERİ
Mahkeme Heyeti
Mahkeme Üyelerinin Biyografileri
Mazhar Müfit Kansu
1289 (1872) Denizli doğumlu olan Mazhar
Müfit Bey’in; babası Süleyman Müfit Bey, annesi Fatıma Gülfem Hanım’dır.
Rüşdiye, İdadi ve Mekteb-i Mülkiyeden mezun olduktan sonra, önce Gelibolu, daha
sonra Edirne İdadilerinde muallimlik ve müdür muavinliği yaptıktan sonra Edirne
vilayetinde Havsa, Çorlu, Uzunköprü ve İskece Kaymakamlıklarında bulundu.
Ardından Gümülcine, Lazistan, Karesi Mutasarrıflıkları, Bitlis ve Mamüratü’l-Aziz
Valiliklerinde bulunan Mazhar Müfit Bey; Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal
Paşa’nın Erzurum’da bulunduğu sırada yanına gelerek Millî Mücadele’ye iştirak
ederek Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Sivas’a geldi. Sivas Kongresinde
bulunduktan sonra Heyet-i Temsiliye üyeliğine seçildi ve Ankara’ya gelerek
Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalışmalarda bulundu. Son Osmanlı Mebusan
Meclisi’ne Hakkâri Mebusu olarak seçilerek İstanbul’a gitmesinin ardından,
İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusanın dağıtılması üzerine firar ederek
Ankara’ya geldi ve Büyük Millet Meclisi’ne iltihak etti. Birinci Meclis’te yine
Hakkâri Mebusu olan Mazhar Müfit Bey, Sakarya Harbi’nde Meclis namına Kayseri
ve Mülhakatı Müfettişliğini üstlenmiş, akabinde Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle
kendisine verilen bazı vazifeleri ifa ettikten sonra yine Paşa’nın emriyle
Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Niğde İstiklal Mahkemesi azalığında bulundu. Yine
Birinci Meclis’te Mebus iken üç ay müddetle Mamüratü’l-Aziz valiliğinde de
bulundu. İkinci Meclis’e Denizli mebusu olarak giren Mazhar Müfit Bey, bu
dönemde 16 Mart 1925 yılında Şark İstiklal Mahkemesi Reisliğine seçildi ve bu
görevi 2 Kasım 1925 tarihine kadar idare etti. Daha sonra III., IV. ve V. Dönem
Denizli, VI. ve VII. Dönem Çoruh Milletvekilliği yaptı.[162] Mahkemenin
radikal üyelerinden olduğu ve Terakkiperver
üyelerini ve gazetecileri suçlamak için
Şeyh Said’in ağzından laf almaya çalıştığı belirtilen Kansu, 12 Kasım 1948
tarihinde öldü.[163]
Ali Saib Ursavaş
1303 (1887) Kerkük doğumlu olan Ali Saib
Bey’in; babası Mehmed Emin Bey, annesi Leyla Hanımdır. 1908 yılında Mekteb-i
Harbiye’den mezun olarak Mülazım-ı sani rütbesiyle Bağdat’ta 6. Ordu’da
askerlik görevine başladı. 1911’da Şam’da bulunan 8. Ordu’ya geçti. Aynı yıl
İtalya Harbi nedeniyle gönüllü olarak Bingazi’ye giderek bir sene orada kaldı. 1912’da
yine gönüllü olarak Balkan Harbi’ne iştirak etti. 1913 senesinde kendi
isteğiyle Jandarma’ya geçerek Beyrut Jandarma Alayı’na tayin edildi. 1915
senesinde Halep Jandarma Alayı’na geçtikten sonra 1917’de Deyrizor Jandarma
Alayına Yüzbaşı oldu. 1918’de mütareke sonrasında Kars ve Zülkadriye Jandarma
Kumandanlıklarında bulundu. 1919’da ise vekâleten Kozan Jandarma
Kumandanlığı’nı yerine getirdi. Ardından Urfa Jandarma Tabur Kumandanlığına
tayin edildi. Burada Urfa Havalisi Kuva-yı Milliye Kumandanlığı yaptı. Büyük
Millet Meclisi’nin açılması ile birlikte Urfa Mebusu olarak Meclis’e girdi.
Millî Mücadele sırasında Konya İstiklal Mahkemesi azalığını yerine getirdi.
İkinci Meclis’e Kozan Mebusu olarak giren Ali Saib Bey, Şeyh Said İsyan’ı
sonrasında Şark İstiklal Mahkemesi azalığına seçildi. Mahkemenin başından
sonuna kadar mahkeme heyetinde görev aldı ve mahkemenin kapanmasına yakın bir
dönemde Mahkeme Reisi Hacim Muhittin Bey’in görevinden ayrılması üzerine
Mahkeme Başkanlığına seçildi. Bundan sonra III., IV., V. ve VI. Dönem Urfa
Milletvekilliği yapan Ali Saib Bey 26 Eylül 1939’da öldü.[164]
Ahmed Süreyya Bey, Ali Saib Bey
hakkında “Arkadaş olarak mert ve dostluğuna sadık bir insandı” demesine
rağmen sadece Mahkeme Heyetinin değil aynı zamanda Savcılığın her işine ve her
muamelesine vakıf olmaya çalıştığını, adeta Şark İstiklal Mahkemesi’nin daimi
teftiş ve kontrolünü yapmak ister gibi bir hal ve tavır içinde olduğunu
söylemektedir.[165]
Ali Saib Bey mahkemenin en aktif üyeleri
arasındadır. Mahkeme’nin başından sonuna kadar aralıksız vazifede kalmıştır.
Bazı özellikleri ve yargılamalar sırasında sergilediği tavırlar dolayısıyla
Şark İstiklal Mahkemesi üyeleri arasında hakkında en çok tartışma ve iddialar
olan kişidir. Mahkeme tutanaklarına bakıldığı zaman Mahkeme Heyeti arasında,
sanıklara karşı kullandığı sert tavrı ile ön plana çıkmaktadır. Ali Saib Bey,
İstiklal Mahkemesi üyeliğine seçilmeden önce 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu
görüşmeleri sırasında Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey’in İstanbul matbuatı
hakkında söylediği sözler sonrasında “Allah belalarını versin,
kahrolsunlar” diyerek söze girmesi, onun daha sonra sergileyeceği sert
tavırları göstermesi açısından önemlidir.[166]
Ankara İstiklal Mahkemesi Azası Kılıç Ali
Bey’le yakın arkadaş olan ve Ahmed Süreyya ile yaptığı tartışmaları Kılıç Ali
Bey’e bildiren Saib Bey’in, Mahkeme üzerinde nüfuzu olduğu anlaşılmaktadır.[167] Mazhar
Müfid Bey’in Mahkeme Reisliğinden ayrılmasından sonra, kendisi gibi Mahkeme
azaları olan Lütfi Müfid ve Avni Beyler 3 Kasım 1925’te Mustafa Kemal ve İsmet
Paşalara yazdıkları yazı ile Ali Saib Bey’in işleri bilen ve yüksek isabetle
çaba sarfeden birisi olduğundan bahsederek Mahkeme Reisliğine seçilmesini
istemelerine rağmen Meclis’te Hacim Muhiddin Bey riyasete seçilmişti. Ali Saib
Bey ancak Hacim Muhittin Bey’in istifasından sonra Mahkeme’nin görevinin
bitmesine birkaç ay kala Mahkeme’nin başkanlığına getirildi.[168]
Şark İstiklal Mahkemesi’nde, gazeteciler
davasında yargılanıp beraat eden Eşref Edib’in “eli kanlı cellad”,
“kara vicdanlı bir insan kasabı”'[169]'1'1 olarak
tanımladığı Ali Saib Bey hakkında anlattıkları dikkat çekicidir. Eşref Edip,
mahkemenin hakiki reisinin Ali Saib Bey olduğunu ve Mahkeme tarafından, Ali
Saib Bey’in görüş ve düşüncelerinin Ankara’nın görüşü diye telakki edildiğini
belirtmektedir.[170] Ayrıca
Eşref Edib, Ankara’nın Ali Saib vasıtasıyla mahkemeyi yönlendirdiğini
söyleyerek şunları ifade etmektedir: “Mahkemenin iki yüzü var! Bir
resmi yüzü, diğeri ise içyüzü. Reis Mazhar Müfid (Kansu) mahkemenin resmi
yüzünü idare ediyor. Ali Saib (Ursavaş) ise içyüzünü. Bunun gibi Ankara’nın da
iki şifresi var. Biri mahkeme reisliğine mahsus, diğeri Ali Saib (Ursavaş)’ın
şahsına. Görünürde Reis, Mazhar Müfid (Kansu), hakikatte mahkemenin diktatörü
Ali Saib. Herkes bunu biliyor; mahkeme reisi, azaları, savcısı, kalem
memurları, gazeteciler, hatta halk..”™
Ali Saib Bey hakkında ciddi birçok iddia
bulunmaktadır. Mahkeme üyeliği sırasında rüşvet karşılığında bazı sanıkları
kurtardığı ve mahkeme üyeliği vasfını kullanarak Kozan, Kadirli, Feke,
Saimbeyli ahalisini tehdit altında bulundurarak korkuttuğu ve bu yolla hem
bölgedeki siyasi rakiplerini sindirdiği, hem de hatırı sayılır bir servet elde
ettiği iddia edilmektedir.[171] [172] Şark
İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Cemilpaşazade Kadri Bey, yine
kendisi gibi Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan ve yapmış olduğu Kürtçülük
faaliyetleri birçok kişi tarafından bilinen Cemilpaşazade Ekrem Bey’in
yargılama sonunda hapis cezası alarak idamdan kurtulmasını, Ali Saib ve Lütfü
Müfid’e rüşvet olarak verilen binlerce kırmızı altın neticesinde olduğunu
söylemektedir.[173] Bunun
yanında dönemin Van Milletvekili İbrahim Arvas “Elaziz istiklal
Mahkemesi’nde kelle müzayedesi yapılıyordu” dedikten sonra beş yüz
altına bir kelle alıp satıldığını ve Ali Saib Bey’in Ankara’ya dönerken altmış
bin altın ile geldiğini söylemektedir. Arvas, aynı iddiaları Ahmet Süreyya Bey
içinde tekrarlamaktadır.[174]
Bu konuda Şark İstiklal Mahkemesi
dosyaları arasında dikkat çekici bir belge bulunmaktadır. Belge, Urfa’da
bulunan Badilli aşireti reisi Said Bey’i kurtarmak için Ali Saib Bey’in Urfa’ya
gelerek 500 madenî altın pazarlığı yaptığına dair olan bir ihbarnamedir. Kırık
ve bozuk bir hatla yazılmış olan ve imza yerinde Dündar ismi yazılı olan mektup
şöyledir:
Bey Efendi
Ali Saib Bey geçende Urfa’yayalnız gelip
gitmesini takiben kulaktan kulağaBadilli Said Bey’in adamlarıyla konuşarak
merkumu kurtarmak için beş yüz madenî altın pazarlık ettikleri, buna binaen
Said Bey’in dehalet edeceği ahali arasında söylenmiş idi. Öylece de teslim
oldu. istiklal Mahkemesinin burada hiçbir işi olmadığı halde mahza Said Bey’in
bütün pisliklerini temizlemek için geldiği, Said Bey’in mahrem adamının
rivayetine atfen kulaktan kulağa söyleniyor. Fasık-ı mahrum olmanızı
Cumhuriyet’in şerefini korumanızı arz eylerim.
Dündar[175]
Mahkeme Reisi Mazhar Müfit Bey, Hamvizade
Said Bey’in konağında misafir bulunduğu bir sırada, 4 Temmuz 1925 Cumartesi
günü, on beş yaşlarında bir genç, konağın bahçesinde bulunan hizmetçilerden
birisinin yanına gelerek Mahkeme reisi Mazhar Müfit Bey’e verilmek üzere bu
mektubu vererek oradan uzaklaşmıştır. Ardından mektup Said Bey’e ulaştırılmış o
da Ali Saib Bey’e vermiştir. Ali Saib Bey ise mektubu Şark İstiklal Mahkemesi
Savcılığına, Ahmet Süreyya Bey’e vermiştir. Bundan sonra mektubun kim
tarafından gönderildiği ile ilgili tahkikat başlamıştır. Yapılan tahkikat
sonunda mektubu Urfa’nın Karaburç mahallesinden kasap çırağı Mahmudelbarut oğlu
Hüseyin’in getirdiği anlaşılmıştır. Hüseyin ilk başta mektubu getirenin kendisi
olduğunu inkâr etmesine rağmen, daha sonra şallı aba giyen bir şahıs tarafından
bu mektubun kendisine verildiğini, yakalandığı takdirde de inkâr etmesini
tembih ettiğini ayrıca bu iş için para da aldığını itiraf etmiştir. Tahkikatın
ilerleyen safhalarında bu mektubu Hüseyin’e veren kişinin Ahmed oğlu Reşid
namında birisinin olduğu anlaşılmış, ancak o da bunu inkâr etmiştir.
Ahmed Süreyya Bey, mektubun kırık ve bozuk
bir hatla yazılmış olmasına rağmen düzgün bir ifade ile yazılmış olmasının,
mektubu yazan kişinin tahsili yerinde düzgün ifadeye muktedir bir şahıs
olduğunu gösterdiğini ve bilerek bozuk yazıldığı kanaatinde olduğunu tutmuş
olduğu raporda söylemiştir. Ancak dosyada konuyla ilgili herhangi bir belge
olmadığı için meselenin nasıl sonuçlandığı ve bu kişiler hakkında ne gibi bir
yaptırım uygulandığı bilinmemektedir.
Ömrünün sonlarına doğru Ali Saib Bey’in
başından geçen ve Atatürk’ün onu “gönül defterinden silmesine” sebep olan bir
diğer önemli olay ise 1935 yılında Atatürk’ü hedef alan bir suikast teşebbüsüne
adının karışmasıdır. 1935 yılında yaşanan bu olay yüzünden Ali Saib Bey’in
dokunulmazlığı kaldırılarak hâkim karşısına çıkarılmıştır. Ankara Cumhuriyet
Savcısı olayı Çerkez Ethem ile Ali Saib Bey’in tertip ettiğini söylemesine
rağmen, yapılan yargılamada Ali Saib Bey iddiaları reddetmiş ve sonuçta
hakkında beraat kararı verilmiştir.[176]
Lütfi Müfit Özdeş
1290 (1874) İstanbul doğumlu olan Lütfi
Müfit Bey’in; babası Nuri Bey, annesi Gülsüm Hanım’dır. 1901’de Mülazım,
1904’te Erkan-ı Harp Yüzbaşısı olarak Erkan-ı Harbiye’den mezun oldu.
Mezuniyetinin ardından orduya katılmak için beklerken on arkadaşıyla birlikte
bazı “gizli eylemleri” neticesinde hapse girdi. Birkaç hafta sonra serbest
kaldı ve Beşinci Ordu merkezi olan Şam’a gönderildi. Burada iki yıllık staj
müddetini tamamladıktan sonra Kolağası olarak Ordu Erkan-ı Harbiyesine nakil
edildi. 1906’da Halep, 1907’de Selanik’e nakledildi. Meşrutiyette Selanik
Harbiyesinde olan Lütfi Müfit Bey, 1909 senesi başında 20. Alay 2 Tabur
Kumandanı olarak Köprülü’de bulundu. 31 Mart Hadisesi’nde İstanbul’a gelerek
Hurşit Paşa Divan-ı Harbi’nde çalıştı. Altı ay kadar Erkan-ı Harbiye Harita
Şubesinde çalıştı. 1910’da Yemen’e Binbaşı olarak gitti. Balkan Harbi’nde
Yozgat Fırkası Erkan-ı Harbi olarak çalıştı. 1914’te Erkan-ı Harb-i Umumiye 3.
Şubesinde çalıştı ve 7. Alay Kumandanı oldu. Harb-i Umumi’de alayıyla birlikte
Birinci Kuvve-i Seferiye olarak İran’a geçti. Dilman ve Çağlayan Harbi’ni
yaptı. 1916’da Umum Depo Kıtaatı Müfettişliği Heyet-i Erkan Reisi oldu. 1917’de
Galiçya’ya 10. Alay Kumandanı olarak gitti. Aynı yılın sonunda on zabitiyle
birlikte Kırım ve havalisinde, oradaki Türklerin teşkilâtına gizlice
görevlendirildi. 1921 senesine kadar İstanbul’da kaldı ve İstanbul’daki Karakol
Grubu ile ve kısmen Müdafaa-i Milliye Grubuyla çalıştı. Aynı yıl Anadolu’ya
geçti ve Sakarya Harbi’nde Yahşihan Menzili Erkan-ı Harp Reisi olarak bulundu.
Ardından Konya’da 1. Alay Depo Kumandanlığı’na ve sonrasında Karahisar cephesinde
bulunan 135. Alay Kumandanlığı’na nakledildi. Büyük Taarruz’da, alayıyla
birlikte Karahisar’a girdi. Başkumandanlık Harbi’nde Yunanlılarla Eşme
Muharebesi yaptı. Piyade olarak İzmir’e, 10 Eylül sabahı girdi. Bilahare 57.
Alay Liva Kumandanlığı’na tayin edildi. 1923’te emekliye ayrıldı. 1924’de ara
seçimle İkinci Meclis’e Kırşehir Mebusu olarak girdi. Şark İsyanı’nın
başlamasından sonra Mahkemeye aza oldu. Bundan sonra III., IV. ve V. Dönem
Kırşehir Milletvekilliği yaptı ve 18 Nisan 1940 tarihinde öldü.[177]
Okul yıllarından itibaren Mustafa Kemal
Paşa ile yakın arkadaş olduğu bilinen Lütfi Müfit Bey, faaliyet süresi boyunca
Şark İstiklal Mahkemesi azalığını yerine getirmiştir. Mahkeme Savcısı Ahmed
Süreyya Bey ile yaptığı bir tartışmada “Bizim muayyen, millî gayemiz
vardır. Ona varmak için ara sıra kanununfevkine de çıkarız” diyen
Mahkeme üyesidir.
Ahmet Süreyya Örgeevren
1304 (1888) Balıkesir Sındırgı doğumlu
olan Ahmet Süreyya Bey’in; babası Hilmi Bey, annesi Hasibe Hanım’dır. İbtidai
ve Rüşdi tahsilini Sındırgı’da, İdadi tahsilini ise Bursa’da yaptı. 1906
senesinde İstanbul Hukuk Mektebine girdi ve 1910’da mezun oldu. Önce Razlık
kazası Savcılığına tayin oldu, daha sonra sırasıyla Taşoz, Edremit kazaları
Savcılıklarında bulundu. Daha sonra Karaisalı Bidayet Mahkemesi Reisliğine
terfi etti. Ardından Hayrabolu Hâkim Münferit Muavinliğine tayin olunan Ahmed
Süreyya Bey oradan istifa ederek İzmir’e geldi ve avukatlık yapmaya başladı.
1914 senesinde İhtiyat Zabitan Mektebi’ne giren ve Birinci Mürettip olarak
Dördüncü Ordu emrine giden Ahmet Süreyya Bey, umumi seferberlik devam ettiği
müddetçe asker olarak çalıştı. Terhis olduktan sonra Almanya’ya gidecek olan
hukukçular arasında yer almak için sınava girip kazanmasına rağmen Mondros
Mütarekesi’nin imzalanması üzerine Almanya’ya gidemedi ve akabinde Aydın
sancağı Sulh Hâkimliğine tayin edildi. Aydın’da bu görevi yürütürken İzmir’e
gelen Ahmet Süreyya Bey, İzmir’in işgal edilmesi ve Yunanlıların izin vermemesi
üzerine Aydın’a geri dönemedi ve altı ay kadar İzmir’de kalarak burada hâkimlik
yaptı. Daha sonra bir fırsatını bulup Nazilli’ye kaçtı ve bakanlıktan aldığı
emir üzerine mahkemesini Söke’ye naklederek bir buçuk sene orada çalıştı.
Burada Kuva-yı Milliye teşkilâtına da dâhil oldu. Söke’nin işgal olunması
üzerine Muğla’ya geldi ve burada Büyük Taarruz’dan on gün evvel elli neferlik
bir müfreze teşkil ederek silahlandırdı. Ardından 4-5 Eylül 1922 tarihinde Söke
üzerine yürüyerek Söke’nin geri alınmasında yer aldı. İzmir’in geri
alınmasından sonra müfrezesini dağıtarak bir müddet fahri olarak Birinci
Kolordu İstihbaratında çalıştı. Bundan sonra tekrardan avukatlık yapmaya
başlayan Ahmet Süreyya Bey, 2. Dönem Karesi mebusu olarak TBMM’ye girdi ve Şeyh
Said İsyanı’nın başlamasından sonra Şark İstiklal Mahkemesi’ne Savcı olarak
seçildi. Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığı görevine başladıktan sonra
Mahkeme’nin Diyarbekir’deki ilk dönem yargılamalarını bitirip Elaziz’e geçtiği
sırada bir müddet izinli olarak Ankara’ya gitti. Daha sonra tekrardan görevine
dönen Ahmet Süreyya Bey, Şark İstiklal Mahkemesi kapanana kadar Mahkeme’nin
Savcılık görevini yürüttü. Daha sonra IV. Dönem Aksaray, V., VII. ve VIII.
Dönem Balıkesir, VI. Dönem Bitlis Milletvekilliklerinde bulunan Ahmet Süreyya
Bey 7 Ağustos 1969 yılında öldü.[178]
Taha Akyol, Ahmet Süreyya Bey’in eskiden
liberal-muhalif çizgideyken Şeyh Said isyanı üzerine radikalleştiğini ve
inkılâpçı kanada katıldığını, ancak birikimli bir hukukçu olduğunu
söylemektedir.[179] Ahmed
Süreyya, Şark İstiklal Mahkemesi’nin hukukçu üyesidir ve hatıratında Mahkeme
Heyetinden farklı olarak hukuk çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ve bu yüzden
Mahkeme üyeleri ile arasında geçen tartışmaları anlatmaktadır. Bunun yanında
gazetecilerin İstiklal Mahkemesinde yargılanmasına karşı çıktığını, hatta
tutuklanarak Diyarbekir’e getirilen gazetecilerin, kendisinin mahkeme
heyetinden farklı düşündüğünü gördükleri zaman biraz müsterih olduklarını
söylemektedir.[180] Ancak
İstanbul basınını susturmak için İstanbul da bir İstiklal Mahkemesi kurulmasını
isteyen kişi de Ahmet Süreyya Bey’dir.[181]
Avni Doğan
1308 (1892) Yozgat doğumlu olan Avni
Bey’in babası; Hayrullah Bey, annesi Zehra Hanım’dır. İbtidai tahsilini
Yozgat’ta tamamladıktan sonra İstanbul Sultanisinde okuyarak 1909 yılında mezun
oldu. Daha sonra Mülkiye-i Şahaneye girerek 1913’de mezun oldu. Aynı yıl
Sadaret Mektubi Kalemi Hulefalığına ve dört ay sonra Sadaret Umur-ı Mühimme ve
Kalem-i Mahsus Hulefalığına terfi etti. 1914’te İhtiyat Zabit Mülazımı olarak
Kafkas, Çanakkale, Medine cephelerinde bulunarak Harb-i Umumi’ye iştirak etti.
Terhisinden sonra Adana’da Fransız işgaline karşı Yeni Adana gazetesini
çıkardı. Bunun üzerine 1920’de Fransızlar tarafından Adana’dan sürüldü. Aynı
yıl önce Boğazlıyan ve daha sonra Ereğli Kaymakamlığına atandı. 1921’de Ereğli
Kaymakamlığından istifa ederek ticaretle uğraşmaya başladı. Birkaç ay sonra,
seferberliğe iltihak ederek Milli Mücadele’ye iştirak etti. 1923 senesinde
Bozok Mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne katıldı. Şark İstiklal
Mahkemesi’nin kurulmasından sonra Mahkeme üyeliğine seçildi. III., IV. ve V.
(İstifa: 01.10.1936 Konya Valiliğine atanması nedeniyle) Dönem Yozgat, VI. ve
VII. (İstifa: 02.08.1943) Dönem Çankırı, IX. Dönem Yozgat, XI. Dönem Ankara,
XII. Dönem Kastamonu Milletvekilliği ve Kurucu Meclis’te Devlet Bakanlığı
yaptı. Bu arada Kastamonu, Samsun ve Ankara Valilikleri de yapan Avni Doğan 14
Haziran 1965 yılında öldü.[182]
Şark İstiklal Mahkemesi heyeti teşekkül
ettiğinde 31 yaşında Mahkemenin en genç üyesi (yedek üye) olarak heyete katılan
Avni Bey, Savcı Ahmet Süreyya Bey’in yokluğunda Mahkeme Savcılığı görevini
yerine getirmiştir.
Hacim Muhittin Çarıklı
1297 (1881) Uşak doğumlu olan Hacim
Muhittin Bey’in; babası Ahmet Muhittin Bey, annesi Hatice Nâfıa Hanım’dır.
1901’de İzmir Mekteb-i İdadisi’nden, 1904’te Mekteb-i Mülkiye’den mezun oldu.
1907 Temmuz ayına kadar Aydın’da Maiyet Memurluğu yaptı. Ardından İzmir merkez
ile Denizli ve Saruhan livalarında da aynı vazifede bulundu. Daha sonra
sırasıyla Kula kazası Kaymakam Vekilliği; Burhaniye, Gönen, Bergama, Tavas,
Çeşme Kaymakamlıklarında bulundu. Daha sonra 1914 ile 1915 tarihlerinde Aydın
Polis Müdüriyetinde bulundu. Ardından yine sırasıyla Akhisar Kaymakamlığı ile
Havran ve Karesi Mutasarrıflıklarında bulunduktan sonra İzmir’in işgali üzerine
Balıkesir bölgesinde Kuva-yı Millîye’de çalıştı ve Heyet-i Merkeziye
Riyasetinde bulundu. İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Karesi
Mebusu olarak girdikten sonra İstanbul’un işgali üzerine firar ederek Birinci
Büyük Millet Meclisi’ne Karesi Mebusu olarak iştirak etti. İkinci Meclis’e
Giresun Mebusu olarak giren Hacim Muhittin Bey, Konya İstiklal Mahkemesi
azalığı ve Elcezire İstiklal Mahkemesi Başkanlığını yaptı. Şeyh Said İsyanından
sonra kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin başkanlığına seçilmekle birlikte,
henüz Mahkeme göreve başlamadan önce sağlık sorunlarını göstererek başkanlıktan
istifa etti ve yerine Mazhar Müfit Bey seçildi. Ancak Mazhar Müfit Bey’in
istifasından sonra tekrardan 14 Kasım 1925 tarihinde Mahkeme Başkanlığına
seçildi, bu görevi bir sene ifa ettikten sonra 20 Kasım 1926’da istifa etti.
İkinci Dönem Giresun Milletvekilliğinden başka III. Dönem Giresun, IV., V.,
VI., VII. ve VIII. Dönem Balıkesir Milletvekilliklerini de yapan Hacim Muhittin
Bey 5 Aralık 1965’te öldü.[183]
Abdülhak Fırat
1297 (1881) Erzincan doğumlu olan Abdülhak
Bey’in; babası Mehmet Sıdkı Efendi, annesi Aliyye Hanım’dır. 1899 senesinde
Mekteb-i Harbiye’ye girdi ve 1901’de Mülazım-ı Sani olarak mezun oldu. Kıtaat-ı
redife ve muzaffada, Erkan-ı Harbiye ve Divan-ı Harplerde vazife gördü. 1909
tarihinde İstanbul Hukuk Mektebi’ne girdi ve 1914’te mezun oldu. Yüzbaşı olarak
Balkan Harbi’ne iştirak etti. Onuncu Kolordu Erkan-ı Harbiyesi Harekât
Şubesi’nde ve Edirne’nin geri alınmasında Sol Cenah Ordusu Üçüncü Mehâkim
Şubesi Müdüriyeti’nde bulundu. Harpten sonra Harbiye Nezareti Umur-ı Mehâkim
Müdüriyeti Azalığıyla Encümen-i Adliye-i Askeriye Azalığında bulundu. 1915’te
Harb-i Umumi’ye iştirak ederek 1918 senesine kadar 151. Alay Üçüncü Tabur
Kumandanlığında ve Kırk Sekizinci Fırka Erkan-ı Harbi vekâletinde hizmet ederek
çeşitli mevki ve cephelerde bulundu. Harb-i Umumi’den sonra İstanbul Usera
Müfettişliği Tahkikat Şubesi Müşavir-i Adliliği’nde ve Erkan-ı Harbiye-i
Umumiye Dördüncü Kavanin ve Nizamat Şubesi’nde çalıştı. 1921’de Harekât-ı
Milli’ye iştirak ederek Millî Mücadele’nin sonuna kadar Müdafaa-i Milliye
Vekâleti Umur-ı Mehâkim Müdür Vekâletinde, Birinci ve Yedinci Depo Alaylarının
İkinci ve Dördüncü Tabur ve Yirmi Birinci Fırkanın 16. Kafkas Alayının İkinci
Tabur Kumandanlıklarında ve aynı alayın Divan-ı Harp Riyasetinde bulundu.
Sonrasında tekrardan Müdafaa-i Milliye Vekâleti Umur-ı Mekahim Muavinliğiyle
Hukuk Müşavirliği Vekâletinde bulunduğu sırada, İstanbul’un Millî Hükümet’e
iltihakı üzerine memuriyetine ek olarak İstanbul İstitlaat Komisyonu Müşavir-i
Adliliğini ifa etti. Daha sonra Müdafaa-i Milliye Vekâleti Muhakemat Şubesi
Müdürü olarak bulunduğu esnada İkinci Dönemde araseçimle Erzincan Mebusu
seçilmesi üzerine Binbaşılıktan emekliye ayrılarak Meclis’e giren Abdülhak Bey,
Şark İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasından bir yıl sonra Mahkeme’nin bir Savcı
yardımcısına ihtiyaç duyması neticesinde 15 Mayıs 1926 tarihinde Şark İstiklal
Mahkemesi’ne Savcı Yardımcısı olarak seçildi ve dokuz ay bu görevde bulundu.
Bundan sonra III., IV., V., VI., VII. ve VIII. Dönem Erzincan
Milletvekilliklerini de yapan Abdülhak Bey 3 Nisan 1953’te öldü.[184]
İbrahim Tolon
1296 (1878) Karadeniz Ereğlisi doğumlu
olan İbrahim Bey’in; babası Hurşit Bey, annesi Fatma Hanım’dır. İbtidai, Askeri
Rüşdi ve İdadi tahsillerinden sonra 1899 senesinde Mekteb-i Harbiye’den Piyade
Mülazım-ı sanisi olarak mezun oldu. 1903’te Mülazım-ı evvel 1908’de Yüzbaşı,
1916’da Binbaşı ve 1923’te Kaymakam rütbesine terfi etti. Jandarma Zabit
Mektebi Müdürlüğü’nden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Kocaeli Mebusu
olarak katıldı. İkinci Dönem Kocaeli mebusluğu yaptığı sırada Hacim Muhittin
Bey’in Mahkeme Riyasetinden istifası ve yerine Ali Saib Bey’in seçilmesi
üzerine 6 Aralık 1926’da Mahkeme üyeliğine seçildi ve bu görevi üç ay yerine
getirdi. Bundan sonra III., VI. ve VII. Dönem Kocaeli Milletvekili de yapan
İbrahim Bey 2 Aralık 1956’da öldü.[185]
Mahkeme Savcılığı
Şark İstiklal Mahkemesi’nin Savcılık
görevini yürüten ilk kişi, bir hukukçu olan Ahmed Süreyya Bey oldu. Ancak onun
izinli olduğu bir dönemde, bu görevi Mahkemenin yedek üyesi ve Mülkiye mezunu
olan Avni Doğan idare etti. Mahkeme savcılığı yoğun bir mesai ile
çalışmaktaydı. Mahkemeye gelen bütün evraklar savcılığın elinden geçiyordu.
Savcı, bu yoğun evrak mesaisinin yanında duruşmalarda da bizzat bulunuyordu.
Bu yoğun mesai neticesinde, İstiklal
Mahkemesi Savcısının talebi üzerine, 5. Kolordu Kumandanlığı Adli Müfettişi
olmakla birlikte 3. Ordu Müfettişi Kâzım Bey’in müşaviri olarak çalışmakta olan
Münir Bey, İstiklal Mahkemesi Savcılığına yardımcı olmak amacıyla geçici olarak
görevlendirilmişti.[186] Ancak
savcılığın yoğunluğunun giderek artması üzerine, gerektiğinde savcının yerine
duruşmalara katılabilecek bir savcı yardımcısının varlığına ihtiyaç duyulmuştu.
Bu ihtiyacı karşılamak üzere Şark İstiklal Mahkemesi’nin talebi doğrultusunda
mahkemeye bir Savcı Yardımcısı seçmek için önce İstiklal Mehâkimi Kanunu
düzenlendi, ardından 15 Mayıs 1926 tarihinde Mahkeme için Savcı Muavini
seçildi. Savcı Muavinliği görevine seçilen Erzincan Mebusu Abdülhak Bey, aslen
asker olmakla birlikte hukuk eğitimi de almıştı.[187]
Savcılığın görev ve yetkileri İstiklal
Mehâkimi Kanunu ile düzenlenmişti. Öncelikle İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 6.
maddesine göre Savcı’nın Mahkeme kararlarına itiraz hakkı bulunmaktaydı. Şark
İstiklal Mahkemesi’nin aldığı kararlara bakıldığında Savcının bu hakkını nadir
olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Buna örnek olarak 462 numaralı karara
yapılmış olan itiraz gösterilebilir. 2 Mayıs 1926’da Nazimiye Kaymakamı İsmail
Hakkı Bey hakkında, vazifede tekâsül ve terahi (tembellik ve ihmal) fiilinden
dolayı verilen mahkûmiyet kararına, Savcı Ahmed Süreyya Bey “Ruh-ı madelet
(adillik) ve ahkâm-ı kanuniyeye münafi (aykırı)” olduğu gerekçesiyle itiraz
etmiştir. Neticede Mahkeme’nin verdiği karar 25 Ekim 1926 tarihinde Meclis’te
görüşülmüş ve Kaymakam İsmail Hakkı hakkında verilen cezanın iptaline karar
verilmiştir.[188]
Mahkeme Savcılığı ile ilgili bir diğer
düzenleme, İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 8. Maddesi ile yapılmıştır. Buna göre
Mahkeme’nin vasıta-i muhaberesi yani diğer makamlarla haberleşme merkezi olarak
Savcılık makamı kabul edilmişti. Ancak bazı makamlar, bazı dosyaları Mahkeme
Başkanlığına gönderiyordu. Bu yüzden Savcılık bu makamları uyararak, bu tarz işlemlerin
karışıklığa sebebiyet verdiğini bildirmişti.[189]
İstiklal Mahkemesi Savcılığı, yargı
sahasında bulunan yerel savcılıklarla birlikte çalışmaktaydı. Yerel
savcılıkların görevi, İstiklal Mahkemesinin yetki alanına giren suçlarla ilgili
tahkikatı tam bir şekilde yaptıktan sonra fezleke hazırlayarak İstiklal Mahkemesine
göndermekti. Yerel savcılıkların men-i muhakeme ve lüzum-ı muhakeme yani
soruşturmanın açılması veya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermeye
yetkileri yoktu. İstiklal Mahkemesinin bakacağı suçlar hakkında tahkikat ve
takibat icrası İstiklal Mahkemesi Savcılığına aitti.[190] Bunun
yanında yerel mahkemelerin men-i muhakeme kararı verme yetkisi olmamasına
rağmen 14 Ocak 1926 tarihinde Kiğı Müstantikliğinin (Sorgu Hâkimliği) bir
mahkûm hakkında verdiği men-i muhakeme kararının İstiklal Mahkemesi Savcılığı
tarafından uygun görülerek tasdik edildiği belgelerden anlaşılmaktadır.[191]
Ahmed Süreyya Bey’in yerel savcılıklarla
bazı sıkıntılar yaşadığı anlaşılıyor. Savcılık, devamlı bir şekilde, yerel
savcılıklardan gönderilen tahkikat evraklarının noksan olduğundan şikâyet
etmektedir. Savcı, belirgin bir suçla zanlı olmayan, haklarında tam bir
tahkikat yapılmayan ve tahkikat evrakı gönderilmeyen bir kimsenin mahkemeye
sevk edilmesini kesinlikle istemiyordu. Hatta 24 Aralık 1925’te Maden
Savcılığı’na yazdığı yazı ile evrakların bir daha noksan gönderilmesi halinde,
ilgili olan şahıslar hakkında “muamele-i intibahiye” icra edileceğini
yazmıştır.[192] Mahkeme,
kendisine gönderilen maznunların tahkikatlarının tam olarak yapılmasını ve bu
evrakların gönderilmesini istemekte idi. Bu tür işlemleri tamamlanmayan
zanlıların gönderilmesi istenmiyordu.
Mahkeme Heyeti Arasındaki Görüş
Ayrılıkları
Mahkeme heyeti, birbiriyle uyumlu ve iyi
geçinebilmiş bir heyet gibi görünmemektedir. Avni Doğan hatırasında, “istiklal
Mahkemesi başkan ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek
nasip olmadı ” diyerek bu durumu gözler önüne sermiştir. Heyet daha
Diyarbekir’e varmadan kimin otomobili önden gidecek gibi basit bir protokol
meselesinden dolayı küfür ve tartışmalar yaşamıştı. Mahkeme Heyeti, dava
sonunda karar almak için bir odaya toplandıkları zaman bile çok büyük
tartışmalar yaşanıyor, hatta silahlar bile çekiliyordu. [193]
Mahkeme azasından Ali Saib Bey’in
Mahkeme’nin tüm işlerine vakıf olmaya çalışması ve Savcılığın yapmış olduğu
yazışmalardan bile haberdar olmak istemesinin Ahmed Süreyya Bey’i ciddi anlamda
rahatsız etmiş olduğu anlaşılıyor.[194] Öncelikle
Mahkeme’nin görev ve yetkileriyle ilgili, heyet arasında ciddi tartışmalar
yaşanmış ve bu tartışmalar Ankara ile yapılan yazışmalar ile son bulabilmişti.
Ahmed Süreyya Bey, İstiklal Mahkemesinin, İstiklal Mehâkimi Kanunu’ndaki
yargılama yetkisiyle sınırlı olduğunda ısrarcı davranmaktaydı. Ancak başta Ali
Saib Bey olmak üzere diğer iki aza; Ceza Kanunu’nun bütün madde ve hükümleriyle
ilgili fiillerin muhakemelerini yapma taraftarı idiler. Çünkü Ankara İstiklal
Mahkemesi öyle yapmaktaydı. Ahmed Süreyya Bey’in hatıratında genişçe anlattığı
bu tartışmalar sonrasında Ankara ile yazışmalar yapılmış ve Şark İstiklal Mahkemesi’nin
bakacağı suçlarda genişletilmişti.[195]
Benzer durum gazetecilerin yargılanmasında
da yaşanmıştı. Gazetecilerin yargılanması meselesinde Mahkeme Heyeti arasında
görüş ayrılığı vardı. Ahmed Süreyya Bey gazetecilerin davaya dahil edilmeleri
konusunda isteksiz davranmış olmasına rağmen Mahkeme Heyeti, gazetecileri Şeyh
Said davasına dahil etmişti. Daha sonra gazetecilerin müstakil olarak yargılandığı
davanın savcılığını yapan Avni Doğan ise gazetecilerin cezalandırılması yolunda
Mahkeme Heyeti tarafından baskıya maruz kaldığını hatıralarında anlatmıştır.
Mahkemenin Hukuki Dayanakları
Hıyanet-i Vataniye Kanunu
Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Büyük Millet Meclisi’nin
açılmasından kısa bir süre sonra 29 Nisan 1920 yılında kabul edilen 2 Numaralı
kanundur ve İstiklal Mahkemelerinin kuruluş süreci bu kanunun kabulüyle
başlamıştır. Millî Mücadele’nin devam ettiği ve Meclis’in Anadolu üzerindeki
otoritesini henüz tesis edememiş olduğu süreçte çıkarılan bu kanunla asker
kaçaklarının önüne geçerek hem Millî Mücadele’nin başarısı, hem de kamu
düzeninin sağlanması amaçlanmıştı. Kanun metni şu şekildedir:
Hiyanet-i Vataniye Kanunu
BirinciMadde - Makam-ı muallâ-yı hilâfet
ve saltanatı ve memâlik-i mahrusa-i şahaneyi yed-i ecanipten tahlis ve
taarruzatı def maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi’nin
meşruiyetine isyanı mutazammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya
ifsadatta bulunan kesan, hain-i vatan addolunur.
ikinci Madde - Bilfiil hiyanet-i
vataniyede bulunanlar salben idam olunur. Fer-an zimedhal olanlar ile
müteşebbisleri Kanun-ı Ceza’nın kırk beşinci ve kırk altıncı maddesi mucibince
tecziye edilirler.
Üçüncü Madde - Vaiz ve hitabet suretiyle
alenen veya ezmene-i muhtelif eşhas-ı muhtelifeyi sırren ve kavlen hıyanet-i
vataniye cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki suver ve
vesait-i muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikâp eyleyenler muvakkat küreğe
konurlar. Tahrikât ve teşvikat sebebiyle madde-i fesat meydana çıkarsa muharrik
ve müşevvikler idam olunurlar.
Dördüncü Madde - Hiyanet-i vataniye
maznunlarının merci-i muhakemesi ika-ı cürüm edilen mahaldeki Bidayet Ceza
Mahkemesi’dir. Ahval-i müstacele ve fevkalâdede maznunun derdest edildiği mahal
mahkemesi de icra-yı muhakeme ve ita-yı karara salâhiyettardır.
Beşinci Madde - Hiyanet-i vataniye
maznunlarının muhakemesi bidayet ceza mahkemelerinden verilecek gayr-i muvakkat
tevkif müzekkeresi üzerine herhalde mevkufen icra edilir.
Altıncı Madde - Zabıta-i adliye
memurlarının tanzim edecekleri tahkikat-ı ibtidaiye evrakı daire-i istintaka
tevdi olunmaksızın mahallin en büyük mülkiye memuruna ita olunur ve onun
tarafından dahi müddei-i umumiler vasıtasıyla yirmi dört saat zarfında
mahkemeye verilir.
Yedinci Madde - Hiyanet-i vataniye
maznunlarına ait muhakemat, bir sebeb-i mücbir olmadıkça âzami yirmi günde
hükme rabt olunacaktır. Bu müddeti bilâ-sebeb-i mücbir tecavüz ettiren mahallî
zabıtası ile mahkeme heyeti Kanun-ı Ceza ’nın yüz ikinci maddesi zeyli
mucibince cürmünün derecesine göre tecziye edilmek üzere mâfevki mahkemesince
muhakemesi bi’l-icra âzami yirmi gün zarfında hükme rabt edilecektir.
Sekizinci Madde- işbu kanuna tevfikan
mehâkimden sâdır olacak mukarrerat katî olup Büyük Millet Meclisince
ba’de’t-tasdik mahallerinde infaz olunur. Tasdik edilmediği takdirde Meclis’ce
ittihaz edilecek karara tevfik-i muamele olunur.
Dokuzuncu Madde - İşbu cerâimin emr-i
muhakemesi için mahkemelerce istenilen şahsa, celp ve davete hacet kalmaksızın
bilâ-hüküm ihzar müzekkeresi tastır kılınır:
Onuncu Madde - İsyana iştirak etmeyen
eşhas hakkında li-garezin isnadatta bulunanlar isnat ettikleri cürmün cezasıyla
mücazat olunurlar.
On Birinci Madde - Haklarında gıyaben
hüküm sâdır olan eşhas, derdestlerinde işbu kanuna tevfikan yeniden ve vicahen
muhakemeleri icra olunur.
On İkinci Madde - İşbu kanun her mahallin
idare âmiri tarafından nahiye ve kaza, liva ve vilâyat merkezlerine ve köy
heyet-i ihtiyariyeleri, müçtemian celb edilerek ifham ve suret-i tebliği
mutazammın heyet-i mezkûre azalarının imzalarını havi zabıt varakaları
tutularak idare meclislerince hıfzedilmekle beraber kavaninin neşir ve ilânı
hakkındaki kanuna tevfikan ayrıca neşir muamelesi dahi yapılacaktır.
On Üçüncü Madde - İşbu kanunun icra-yı
ahkâmına Büyük Millet Meclisi memurdur.
On Dördüncü Madde - İşbu kanun her mahalde
tarih-i tebliğ ve ilânından kırk sekiz saat sonra mer'i olacaktır.
29 Nisan 1336 ve 30 Recep 1338
14 maddeden oluşan Hıyanet-i Vataniye
Kanunu, kabul edilmesinden sonra Bidayet Mahkemeleri ile Divan-ı Harpler
tarafından uygulamış ancak bu iki mahkemenin, ihtilal döneminin olağan üstü
koşullarına göre çalışamaması neticesinde Kanun’un dört aylık uygulama
süresinde istenilen sonuç alınamadı. Bunun üzerine 11 Eylül 1920’de Firariler
Hakkında Kanun kabul edilerek İstiklal Mahkemelerinin kurulması
kararlaştırıldı.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun bazı
maddeleri zaman içerisinde değişikliğe uğramıştır. İlk değişiklikler
-saltanatın kaldırılmasından sonra yaşanan gergin ortamda, Meclis’in
dağılmasından bir gün önce- 15 Nisan 1923’te 334 ve 335 sayılı kanunlarla
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. ve 8. maddelerinde yapıldı. Kanun’un ilk
maddesinde, Büyük Millet Meclisi’nin hilafet, saltanat ve Osmanlı devletini ecnebi
elinden kurtarmak maksadıyla teşekkül ettiği ve Meclis’in meşrutiyetine karşı
sözle, fiilen ve yazı ile muhalefet edenlerin vatan haini olduğu vurgulanmıştı.
Ancak 15 Nisan 1923 tarihinde 1. maddede yapılan değişiklikle “Büyük Millet
Meclisi’nin hilafet, saltanat ve Osmanlı devletini ecnebilerin elinden
kurtarmak amacıyla teşekkül ettiği”ni ifade eden bölüm çıkarıldı. Bunun yerine
saltanatın kaldırılması kanuna muhalefet etmek hıyanet-i vataniye kapsamına
alındı. Bu düzenleme ile saltanatı geri getirmek isteyenler ile karşı
devrimciler, İstiklal Mahkemelerinde yargılana bilecekti. Değişiklik sonrası
birinci madde şu şekildedir:
“Birinci Madde — Hiyanet-i Vataniye
Kanununun birinci maddesi ber-veçh-i âti tadil olunmuştur:
Saltanatın ilgasına ve hukuk-ı hâkimiyet
ve hükümranisinin gayr-i kabil-i terk ve tecezzi veferağ olmak üzere Türkiye
halkının mümessili hakikisi olan BüyükMillet Meclisi’nin şahsiyet-i
maneviyesinde mündemiç bulunduğuna dair 1 Teşrinisani 1338 tarihli karar
hilâfında veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı
mutazammınkavlen veya tahriren veya fiilen ankasdin muhalefet veya ifsadat veya
neşriyatta bulunan kesan haini vatan addolunur.”
8. maddede yapılan değişiklikle ise
savaşın bitmiş ve olağan üstü durumun sona ermiş olmasından dolayı mahkeme
kararlarına temyiz ve itiraz hakları tanındı.[196] 335
sayılı kanun metni şu şekildedir:
“Birinci Madde — Hiyanet-i Vataniye
Kanununun sekizinci maddesi ber-veçh-i âti tadil olunmuştur:
işbu kanuna tevfikan mehâkimden sadır olan
mukarrerattan mahkûmiyeti mutazammın olanlar resen ve beraet veya adem-i
mesuliyet ile vazife ve salâhiyet gibi mukarrerat müddei-i umumilerin veya
alâkadaranın istidalarına binaen Heyet-i temyiziye ceza dairesince mevadd-ı
saireye tercihan tetkik olunur. Heyet-i temyiziye ceza dairesi ahkâm ve
mukarrerat-ı mezkûreyi vazife ve salâhiyetten ve tahsisatın hükme müessir olacak
surette noksanından ve iptal hakkı mucip olacak surette usul-ı muhakemeye
adem-i riayetten ve hükmün kanuna muhalefetinden nâşiâdiyen nakız ve o dairede
ifa-yi muamele etmek üzere hükmü veren mahkemeye iade eder. Nakız kararlarına
karşı ısrar caiz değildir.”
Kanundaki diğer önemli değişiklik, Şeyh
Said İsyanı’ndan sonra 25 Şubat 1925 tarihinde 556 numaralı kanunla yapıldı. Bu
değişiklikle dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gayelere alet ederek cemiyet
kuran veya bu cemiyetlere üye olan ve bu maksatları söz, yazı ile veya fiilen
yayanlar, bu kanununun kapsamına alındı. Değişiklik sonrasında birinci madde şu
şekli aldı:
“Birinci Madde — Dini veya mukaddesatı
diniyeyi siyasi gayelere esas veya alet ittihaz maksadıyla cemiyetler teşkili
memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dâhil olanlar
haini vatan addolunur. Dini veya mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek
şekli devleti tebdil ve tağyir veya emniyet-i devleti ihlâl veya dini veya
mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali
arasına fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müçtemian kavli
veya tahriri veyahut fili bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası
suretiyle harekette bulunanlar kezalik haini vatan addolunur.”
2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu 12
Nisan 1991 tarihinde çıkarılan 3713 numaralı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında
yürürlükten kaldırılmıştır.
Firariler Hakkında Kanun
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kabulünden
sonra, kanun kapsamına giren suçlara Bidayet Mahkemeleri ile Divan-ı Harpler
bakmaktaydı. Ancak bu iki mahkeme tarafından kanunun istenilen şekilde
uygulanamaması, özellikle Millî Mücadele’nin devam ettiği bir dönemde asker
kaçaklarının önüne geçilememesi üzerine, bu meselede kesin sonuçların alınabilmesi
için olağan üstü mahkemelerin varlığına ihtiyaç duyularak 11 Eylül 1920’de 21
numaralı Firariler Hakkında Kanun çıkarıldı ve bu Kanun’a dayanarak İstiklal
Mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Bu Kanun’a göre kurulacak olan
mahkemeler, asker kaçaklarıyla uğraşacak ve vermiş oldukları kararların temyizi
olmayacaktı. Kanun’la ayrıca mahkeme heyetinin üç kişiden oluşup üyelerin
Meclis içinden seçileceği, mahkemelerin adet ve kurulacağı bölgelerin hükümetin
teklifi üzerine Meclis’in tayin edeceği ve bunlardan başka birkaç husus
belirlendi.[197] Kanunun
tam metni şöyledir:
Firariler Hakkında Kanun
BirinciMadde - Muvazzaf ve gönlü ile
hizmet-i askeriyeye dahil olup da firar edenler veya her ne suretle olursa
olsun firara sebebiyet verenler vefirari derdest ve sevkinde tekâsül
gösterenler ve firarileri ihfa ve iaşe ve ilbas edenler hakkında mülki ve
askerî kavaninde mevcut ahkâm ve inde ’l-icab diğer gûna mukarrerat-ı cezaiyeyi
müstakilen hüküm ve tenzif etmek üzere Büyük Millet Meclisi azalarından
mürekkep (istiklal Mahkemeleri) teşkil olunmuştur.
ikinci Madde - Bu mahkemeler azasının
adedi (üç) olup Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyeti ârasıyla intihap ve içlerinden
birisi kendileri tarafından reis addolunur.
Üçüncü Madde - İşbu mahkemelerin adedini
ve mıntıkalarını Heyet-i Vekilenin teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi tayin
eder.
Dördüncü Madde - İstiklal Mahkemelerinin
kararları kati olup infazına bi’l-ûmum kuva-yı müsellaha ve gayr-i müsellaha-i
devlet memurdur.
Beşinci Madde - İstiklal Mahkemelerinin
evâmir ve mukarreratını infaz etmeyenler veya infazda taallül gösterenler işbu
mahkemeler tarafından taht-ı muhakemeye alınır.
Altıncı Madde - Her İstiklal Mahkemesi
ketebe ve müstahdemin maaşatı şehrî yüz lirayı geçmeyecektir.
Yedinci Madde - Her İstiklal Mahkemesi
vazifeye mübadereti anında firari ve bakaya efradının bir müddet-i muayyene
zarfında icabetini teminen her türlü vesait-i tebliğiyeye müracaat eder.
Sekizinci Madde - İşbu kanun tarih-i
neşrinden muteberdir.
Dokuzuncu Madde - İşbu kanunun icrasına
Büyük Millet Meclisi memurdur.
11 Eylül 1336 ve 28 Zilhicce 1338
Bu kanunla birlikte kurulma kararı verilen
İstiklal Mahkemelerinin yalnız asker firarileri ve firara ilişkin suçlara
bakması kararlaştırılmıştı. Ancak çok geçmeden 26 Eylül 1920’de çıkarılan 28
numaralı Kanunla, İstiklal Mahkemelerinin yetkileri genişletilerek, Mahkemelere
asker kaçakları yanında, askeri ve siyasi casusluk suçları ile Hıyanet-i Vataniye
Kanunu’nun kapsamında bulunan suçlara bakma yetkisi de verildi. 28 numaralı
kanun metni şöyledir:
Kumandanların merâtib-i askeriye arasında
itaat ve inzibat teminine matuf hukuk ve salâhiyetleri mahfuz kalmak üzere
istihlâs ve istiklâl-i vatan ve hilâfet için mücahede eden
BüyükMilletMeclisi’nin amal ve makasıdına münafi olarak düşman maksat ve
menfaatini terviç yollu teşvikat ve tahrikat ve ifsadatta bulunanlar ve
memleketin kuva-yı maddiye ve maneviyesini her ne suretle olursa olsun kesir ve
tenkise sâi edenler ve düşman hesabına askerî ve siyasi casusluk edenlerle 29
Nisan 1336 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanununun muhtevi olduğu mevaddan dolayı
maznunualeyh bulunanların icra-yı muhakeme ve tenfiz-i hüküm salâhiyeti
istiklâl Mahkemeleri teşekkül eden mıntakalarda mehâkim-i mezkûreye
verilmiştir. Elyevm bidayet mehâkiminde derdest-i rüyet bulunan mevad İstiklâl
Mehâkimine devredilmeyip bidayet mahkemeleri tarafından intaç edilecektir.
26 Eylül 1336 ve 12 Muharrem 1339
Ayrıca 28 Kasım 1920’de kabul edilen 65
numaralı kanun ile bu kanunda bir değişiklik daha yapılarak daha önce üç olarak
belirlenen Mahkeme üyelerinin sayısı dörde çıkarıldı.
İstiklal Mahkemeleri belli bir dönem, bu
kanun ve eklerinde belirlenen usullere göre yargılamalarını yaptıktan sonra 31
Temmuz 1922 tarihinde çıkarılan ve İstiklal Mahkemelerini yeniden düzenleyen
İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun on dördüncü maddesiyle Firariler Hakkındaki Kanun
ve ekleri yürürlükten kaldırıldı.
İstiklal Mehâkimi Kanunu
Sakarya Savaşı’nın kazanılmasından sonra
askerden firar ve diğer suçların azalması, İstiklal Mahkemelerine ihtiyaç
kalmadığı kanaatini ön plana çıkarmış ve Meclis’te Mahkemelerin kaldırılması
gündeme gelmişti. Ancak hükümetin mahkemelere ihtiyaç olduğunu belirtmesi
üzerine bu teklifler kabul edilmemekteydi. Bununla yanında İstiklal
Mahkemelerinin geniş yetkilerle çalışmasından dolayı rahatsızlıklar vardı ve
muhalefet, Mahkemelerle ilgili bazı düzenlemeler yapmak istiyordu.[198]
İstiklal Mahkemelerinin
kaldırılmasıyla ilgili tekliflerin verildiği sırada, Başkumandanlık Kanunu’nda
yapılan değişiklikten dolayı Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın
Mahkemelere tayin ettiği azaların vazifelerinin son bulduğuna karar verilerek
Mahkeme üyeleri geri çağırıldı. Ardından özel bir komisyonun hazırladığı 31
Temmuz 1922 tarih ve 249 numaralı İstiklal Mehâkimi Kanunu kabul edildi. Bu
Kanun ile firariler hakkındaki 11 Eylül 1920 tarihli kanun ve ekleri yürürlükten
kaldırılarak, İstiklal Mahkemelerinin çalışma yöntemleri yeniden düzenlendi.
Buna göre yeni bir mahkemenin kurulması Meclis çoğunluğuna bırakılarak yetki ve
görevleri eskiye göre daha belirgin hale getirildi ve daha önce temyiz edilme
ihtimali olmayan idam kararlarının Meclis’in onayından geçmesi kararlaştırıldı.[199] İstiklal
Mehâkimi Kanunu’nun tam metni şöyledir:
istiklal Mehâkimi Kanunu
BirinciMadde - İcra Vekilleri Heyeti’nce
gösterilecek lüzum ve BüyükMillet Meclisi’nce ekseriyet-i mutlaka ile verilecek
karar üzerine icap eden mahallerde İstiklal Mahkemeleri teşkil olunur.
İkinci Madde - Bu mahkemeler Büyük Millet
Meclisi’nin ekseriyet-i mutlakası ve rey-i hafi ile kendi azası meyanından
müntahap bir reis ve iki aza ve bir müddei-i umumiden teşekkül eder. Ancak
heyet-i mahkemeye tarî olacak noksanın ikmalini teminen ayrıca bir aza daha
intihap olunur.
Üçüncü Madde - İstiklal Mahkemelerinin
vezâifi ber-veçh-i âtidir:
Muvazzaf ve gönlü ile hizmet-i askeriyeye
dahil olup da firar edenler ve firara sebebiyet verenler ve firari derdest ve
sevkinde tekâsül gösterenler ve firarileri bi’l-ihtiyar ihfa ve iaşe ve ilbas
edenler hakkında Ceza Kanunnamesi’yle Askerî Kavânininde muayyen ceza-yı hüküm
ve esbab-ı muhaffife ve müşeddide mevcut olduğu takdirdeyalnız bu fıkradaki
cerâime münhasır olmak üzere tensip edeceği diğer güna mukarreratı ittihaz
eylemek;
29 Nisan sene 1336 tarihli Hiyanet-i
Vataniye Kanunu’nun muhtevi olduğu ceraimi;
Devletin emniyeti hariciye ve dahiliyesini
ihlâl edenler hakkında Ceza Kanunu’nun birinci babının birinci ve ikinci
fasıllarında muharrer cerâimi;
Askerî ve siyasi casusluk ve suikast-i
siyasi ve asker ailelerine taarruz ve tecavüz ceraimi;
H) Seferberlikte tedarik-i vesait-i
nakliye komisyonlarının suiistimalât ve müsamahatı hakkında Askerî Ceza
Kanunu’na müzeyyel 12 Şevval 1332 ve 21 Ağustos
tarihli kanun-ı muvakkatin birinci
maddesini muaddil 28 Rebiyülâhır 1332 ve 2 Mart
tarihli kanunda musarrah cerâimi rüyet
etmek;
K) ihtilasta bulunan, rüşvet alan bilumum
memurin-i mülkiye ve askeriyeyi ve bunlara hangi sınıftan olursa olsun iştirak
ve vesatet eyleyenleri;
S) Nüfuz- memuriyetinden istifade ederek
halka zülüm ve işkencede bulunan memurin-i mülkiye ve askeriyeyi muhakeme
etmek.
Dördüncü Madde - Büyük Millet Meclisi
lüzum gördüğü İstiklal Mahkemeleri için üçüncü maddede muharrer vezâiften bir
kısmının istisnasına karar verebilir.
Beşinci Madde - İstiklal Mahkemelerinin
idamdan gayri hükümleri katî olup infazına, bi’l-umum kuva-yı müselleha ve
gayr-i müselleha-i devlet memurdur. İdam hükümleri Büyük Millet Meclisi’nce
bi’l-umum mesâile tercihan tetkik ve tasdik olunduktan sonra infaz olunur. Şu
kadar ki müstacel ve müstesna hal ve zamanda idam hükümlerinin dahi Meclis’ce
tasdik edilmeksizin infazına Meclis kararıyla mezuniyet verilebilir.
Altıncı Madde - İstiklal Mahkemeleri
kararlarına bu mahkeme müddei-i umumisinin hakk-ı itirazı vardır. Müddet-i
itiraz yevmi tefhimin ferdasından itibaren üç gündür ve itirazı vâki Büyük
Millet Meclisi’nce katiyen hallolunur.
Yedinci Madde - İstiklâl Mahkemesi
heyetleri her altı ayda bir intihap olunur ve bu müddetin hitamından evvel
heyet tamamen veya kısmen Meclis kararıyla tebdil edilebileceği gibi esbab-ı
teşkilin zevaliyle faaliyeti dahi tatil olunur
Sekizinci Madde - Müddei-i umumiler işbu
kanun ahkâmına tevfikan muttali olacakları cerâim hakkında takibat-ı kanuniyede
bulunurlar. Tevkif ve tahliye kararlarında müddei-i umumilerin mütalâası
alınmadıkça tevkif ve tahliye yapılamaz, İstiklâl Mahkemelerinin vasıta-i
muhabere ve tebliğ ve tebellüğü Müddei-i umumileridir.
İstiklâl Mahkemelerinin mukarreratının
infazı hususunda kuvve-i müselleha ve gayr-i müsellehaya Müddei-i umumiler
âmirdir.
Dokuzuncu Madde - İstiklal Mahkemelerinin
evâmir ve mukarreratını infaz etmeyenler veya infazda taallül gösterenler
müddei-i umumilerinin talep ve sevki üzerine aynı mahkemeler tarafından taht-ı
muhakemeye alınırlar.
Onuncu Madde - İstiklal Mahkemeleri Askerî
Ceza Kanunu’nun yedinci faslındaki hukuk-ı emiriyeden maada hukuk-ı şahsiyeye
hükmedemezler.
On Birinci Madde - İstiklal Mehâkimi ile
mehâkim-i sair arasında tahaddüs edecek ihtilâfı merci Türkiye Büyük Millet Meclisi
Adliye encümenince bilcümle umuru takdimen hallolunur.
On ikinci Madde - Her istiklal Mahkemesi
ketebe ve müstahdemin maaşatı asliyesi şehrî yüz lirayı geçmeyecektir.
On Üçüncü Madde - Her istiklal Mahkemesi
ayda bir defa Heyet-i Umumiyeye hulâsa-i hüküm ve mesai cetveli göndermeğe
mecburdur.
On Dördüncü Madde - Firariler hakkındaki
11 Eylül 1336 tarihli kanun ile İstiklal Mahkemeleri Kanunu’nun birinci
maddesine müzeyyel 26 Eylül 1336 tarihli kanun ve firariler hakkındaki 11 Eylül
1336 tarihli kanunun 2’nci maddesini muaddil 6 Rebiyülevvel 1339 ve 28
Teşrinisani 1336 tarihli kanun mülgadır.
On Beşinci Madde - İşbu kanun tarihi
neşrinin ferdasından itibaren mer'idir.
On Altıncı Madde - işbu kanun Büyük Millet
Meclisi tarafından icra olunur.
31 Temmuz 1338 ve 4 Zilhicce 1340
İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun çıkarılarak,
Mahkemelerin işleyişinde yapılan bu değişikliklerin bir nedeni de Mustafa Kemal
Paşa’nın giderek artan gücünü frenlemek ve yetkilerini kısıtlamaktı. Çünkü
mahkemelerin geniş yetkilerle çalışmasından ve Başkumandanlık Kanunu’yla
birlikte doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanmış olmalarından dolayı bir
rahatsızlık söz konusuydu.[200] Ergün
Aybars bu Kanun’un çıkarılmasıyla birlikte “İstiklal Mahkemelerine ve
M. Kemal’e karşı olanların isteği yerine geldi” dedikten sonra bu
Kanun’un bazı maddelerinden dolayı İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarında zaman
kaybının yaşandığını ve Mahkemelerin, ihtilal mahkemeleri olma niteliğini
kaybettiğini vurgulamaktadır.[201]
Şark İstiklal Mahkemesi, 31 Temmuz 1922
tarihli İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun birinci maddesine dayanılarak 3 Mart 1925
tarihinde İsmet Paşa’nın Meclis’e sunduğu “Harekât-ı Askeriye Mıntıkasında ve
Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi Teşkili Hakkında” 117 numaralı Meclis
kararıyla kurulmuştur. Yine aynı Kanun’un beşinci maddesine göre aciliyetine
binaen Mahkeme’ye idam kararlarını uygulama yetkisi verilmiştir.
İstiklal Mahkemelerine dayanak oluşturan
İstiklal Mehâkimi Kanunu, Mahkeme’nin faaliyet süreci içerisinde birkaç
değişikliğe uğramıştır. İlk olarak 13 Şubat 1926 tarihinde 738 numaralı
Kanun’la İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun 12 maddesi değiştirildi. Değişiklik Şark
İstiklal Mahkemesi’nin talebi üzerine yapıldı. Değişikliğin amacı yoğun çalışma
mesaisi içerisinde olan Mahkeme’nin, özellikle de savcılığın işlerini
kolaylaştırmaktı. Mahkeme Savcısı hem dosyaları hazırlıyor hem de duruşmalarda
hazır bulunuyordu. Bu yoğun mesai karşısında savcının yetersiz kalması üzere
Mahkemeye bir savcı muavini seçilmesi ihtiyacı doğmuştu. Yapılan değişiklikle
Kanun’a, gerekli olduğu takdirde İstiklal Mahkemelerine bir müddei-i umumi
muavini seçebilme maddesi konuldu.
Diğer değişiklik 29 Mayıs 1926 tarihinde
868 numaralı Kanun ile yapıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi üyelerinden olan
Afyon Mebusu Ali ve Denizli Mebusu Necip Ali Beylerin vermiş olduğu kanun
teklifiyle İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinin C fıkrası
değiştirildi. Değişikliğin amacı İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinin
C fıkrasında geçen ceza numaralarının 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren
yürürlüğe girecek olan yeni Ceza Kanunu’na tatbik edilmesiydi.
7 Mart 1927 tarihinde Şark İstiklal
Mahkemesi’nin görev süresi son bulmasına rağmen yirmi iki yıl daha yürürlükte
kalan İstiklal Mehâkimi Kanunu ve kanuna yapılan ekler 4 Mayıs 1949 tarihinde
5384 numaralı Kanun ile yürürlükten kaldırıldı.
Takrir-i Sükûn Kanunu
578 numaralı Takrir-i Sükûn Kanunu, Şeyh
Said İsyanı sonrasında yaşanan hükümet değişikliği ile birlikte yeni Başvekil
İsmet Paşa’nın teklifi ile 4 Mart 1925 tarihinde kabul edildi. İsmet Paşa,
Meclis’e sunduğu kanun tasarısında bu Kanun’un amacının, memleket dahilinde
emniyet, asayiş, huzur, sükun ve kamu düzenini ihlal edecek irtica ve ihtilal,
hareket ve teşebbüslerine karşı gereken tedbirleri alarak Türkiye
Cumhuriyeti’nin nüfuz ve kudretini takviye ve inkılâbın esaslarını
sağlamlaştırma ve masum halka zarar verenlerin süratle takip ve
cezalandırılması olduğunu söylemişti. Meclis’te büyük tartışmalar sonrasında
kabul edilen bu Kanun’la, memleket dahilinde irtica ve isyan hareketlerine,
kamu düzenini ve emniyeti ihlal edecek her türlü teşkilât, tahrik, teşebbüs ve
neşriyatı hükümetin men etmeye izinli olduğu vurgulanarak bu fiilleri
işleyenlerin İstiklal Mahkemelerine gönderilmesi kararı alındı. Kanunun metni
şöyledir:
Takriri Sükûn Kanunu
Birinci Madde — irticaa ve isyana ve
memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini
ihlâle bâis bilûmum teşkilât ve tahrika ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı
Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle, re'sen ve idareten men'e mezundur.
işbu efal erbabını Hükümet, istiklâl
Mahkemesine tevdi edebilir.
ikinci Madde — İşbu kanun tarihi neşrinden
itibaren iki sene müddetle mer'iyü’l- icradır.
Üçüncü Madde —İşbu kanunun tatbikine İcra
Vekilleri Heyeti memurdur
8 Şaban 1343 ve 4 Mart 1341
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dönemine damga
vuran bu Kanun’un kabulünden sonra Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri kurulmuş
ve memleket dahilinde sert tedbirler alınmıştır. İki yıl için kabul edilen
Kanun’un süresi 2 Mart 1927 tarihli 979 numaralı kanunla iki yıl daha uzatılmış
ve 4 Mart 1927 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.
Hem kabul edildiği dönemde hem de
sonrasında Kanun’la ilgili çok önemli eleştiri ve yorumlar yapılmıştır.
Kanun’un kabulü sırasında yapılan tartışmalarda, kanunla birlikte kurulan
İstiklal Mahkemelerinin, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğu görüşü ön
plana çıkmıştı. Feridun Fikri Bey bu Kanun’u Şüpheliler Kanunu’na benzetmiş;
Kâzım Paşa, Kanun’un açık olmayıp elastiki bir kanun olduğunu belirttikten
sonra “İstiklal Mahkemeleri şeref değildir” demiş, Rauf Orbay
da anayasaya aykırı olduğunu söyleyerek, bu Kanun’un sükûn getirmeyeceğini dile
getirmişti.
Bunların yanında bir çok yazar veya
araştırmacı tarafından bu Kanun’la ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Shaw
kitabında bu Kanun’la “İkiyıl için hükümete diktatörce yetkiler
tanındığını” söylemektedir.[202] Kemal
Karpat ise: “1925 Takrir-i Sükûn Kanunu TC tarihinde yeni bir devrenin
başlangıcı sayılabilir. Nüfuzunu memleketin her köşesine yaymış, teşkilâtlı
muhalefeti ortadan kaldırmış olan hükümet bundan böyle bütün kuvveti elinde
tutarak iş görebilecek durumdaydı” demiştir.[203] Bernard
Lewis “İki yıl için hükümete olağan üstü ve gerçekte diktatörlük
yetkileri veren zecri Takrir-i Sükûn Kanunu acele Meclis ’ten geçirildi” demektedir.[204]
Ayrıca bu dönemde yapılan reform ve
inkılâpların bu Kanun’un oluşturmuş olduğu elverişli ortamdan istifade edilerek
yapıldığı görüşü de ağır basmaktadır. Yine Bernard Lewis bu konuyla ilgili
olarak Atatürk’ün “Takrir-i Sükûn Kanunu’nun desteğine dayanan büyük
reformcu” olduğunu söylemektedir.[205] Mahkeme
üyelerinden olan Avni Doğan aynı konuya değinerek “Gazi Mustafa Kemal
Paşa, bu Kanun etrafında duyulan endişeleri reddederek onun en adil şekilde
tatbik edildiğini ve Takrir-i Sükûn Kanunu ’nun devrimlerin yapılmasında büyük
rolü olduğunu belirtmiştir” demektedir.[206] Mete
Tuncay ise şunları söylemiştir: “Takrir-i Sükûn Kanunu’nun gölgesi
altında çeşitli toplumsal düzeltim girişimleriyle bu çizgi sürdürülmüş ve
bunlara yurdun türlü yerlerinden yükselen tepkiler istiklal Mahkemeleri
aracılığıyla bastır ılm ıştır.'”[207]'9
Mahkemelerde yapılan bazı hukuksuzlukları
mazur görerek diğer ülkelerdeki ile kıyaslayarak nispeten hafif telakki eden
Kırçak’ın, Takrir-i Sükûn Kanunu hakkındaki yorumu şöyledir: “Yasanın
çıkarılışında, yeni kurulmuş bir devleti ayakta tutabilmek için zorunluluk
vardı denilebilir. Üstelik dünyanın her ülkesinde gerçekleştirilen rejim
değişikliklerinde ister sağ olsun ister sol ister orta yol olsun, sel gibi kan
aktığını ve insanların toplama kamplarında çürütüldüğü unutulmamalıdır...
İlerici aydınların ezilmesi ve düşünce özgürlüğünün yok edilmesi kolay örtbas
edilemeyecek tarihsel bir yanlışlıktır. İrticayı susturmak ile düşünce
özgürlüğünü yasaklamak arasında çok büyük ayırım vardır. Takrir-i Sükûn Yasası
bu yönüyle toplumun ruhuna yerleşmesi gereken demokrasi havasını uzun bir süre
ortadan kaldırmış, egemen sınıfları güçlendirmiştir. ”[208]
Mustafa Kemal Paşa ise Nutuk’ta Takrir-i
Sükûn Kanunu ile İstiklal Mahkemelerinin bir baskı unsuru olarak
kullanılmadığını dile getirmiştir. Ayrıca şapka inkılâbının kolaylıkla
yapılmasında bu kanunun yürürlükte olmasının etkili olduğunu, ancak bu kanun
olmasaydı yine bu inkılâpların yapılacağını ifade etmesi dikkat çekicidir.
Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamaları şöyledir:
“Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklal
Mahkemelerini vasıta-i istibdat olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve
bu fikri telkine çalışanlar oldu.
Biz, fevkalade ittihaz olunan ve fakat
kanuni olan tedbirleri hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun fevkine çıkmak
için, vasıta olarak kullanmadık. Bilakis, memlekette sükûn ve asayiş tesisi
için tatbik ettik. Devletin hayat ve istiklalini, temin için kullandık. Biz, o
tedbirleri, milletin medeni ve içtimai inkişafında istifadeli kıldık.
Efendiler! Takrir-i Sükûn Kanunu’nun cari
ve İstiklal Mahkemelerinin hal-i faaliyette bulunduğu müddet zarfında yapılan
işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis ’in ve milletin emniyet ve
itimadının, tamamen mahalline masruf olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Memlekette ika edilen, büyük isyan ve
suikastlar bertaraf edilerek, temin olunan asayiş ve huzur, elbette, umumca
mucib-i memnuniyet olmuştur.
Efendiler, milletimizin başında, cehil,
gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün düşmanlığının alamet-i farikası gibi
telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak
kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle, Türk milletinin, medeni hayat-ı
içtimaiyeden, zihniyet itibarıyla da, hiçbir farkı olmadığını göstermek bir
lazıme idi. Bunu, Takrir-i Sükûn Kanunu câri olduğu zamanda yaptık. Bu kanun
câri olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat bunda, Kanun’un meriyeti de suhuletbahş
oldu denirse, bu, çok doğrudur. Filhakika, Takrir-i Sükûn kanununun meriyeti,
bazı mürtecilerin, milleti vâsi mikyasta tesmim etmesine meydan
bırakmamıştır...”[209]
Mahkemenin Özellikleri
Yargı Sahası
Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı sahası
23 ve 25 Şubat 1925 tarihli tezkerelerde “Harekât-ı isyaniye sahası” olarak
tabir edilen ve idare-i örfiye ilan edilen on dört vilayet ile iki kaymakamlık
merkezini kapsamaktadır. Bunlar Muş, Ergani, Elaziz, Genç, Mardin, Diyarbekir,
Bitlis, Urfa, Siverek, Siird, Dersim, Malatya, Van, Hakkâri Vilayetleri ile
Hınıs ve Kiğı Kaymakamlıklarıdır.
Gezici Mahkeme
Şark istiklal Mahkemesi gezici bir mahkeme
idi. Görev alanı içerisinde bazı vilayet merkezlerine uğrayarak yargılamalarını
yapmaktaydı. Mahkeme, gideceği şehirlerin valiliklerine, hareketinden yaklaşık
on gün kadar önce yazı yazarak mahkemenin geleceğini ve yapılması gereken
hazırlıkları bildirmekteydi. Vazifesine ilk olarak Diyarbekir’de başlayan
Mahkeme, yargılamalarını daha çok Diyarbekir ve Elaziz’de yaptı. Bunun
haricinde Urfa ve Malatya’ya da giden mahkeme, Urfa’da da bir yargılama
yapmıştır.
12 Nisan 1925’te Diyarbekir’e gelerek
göreve başlayan Mahkeme, 30 Haziran 1925’te 70 numaralı dosyayı karara
bağladıktan sonra Temmuz ayı başında Urfa’ya geçmiştir. Yaklaşık bir hafta
burada kalmış ve 5 Temmuz 1926’da 71 numaralı dosyayı karara bağlamıştır. 7
Temmuz’da tekrardan Diyarbekir’e gitmiş ve 11 Temmuz’da Diyarbekir’den Elaziz’e
hareket etmiştir. Elaziz’de 18 Temmuz’da yargılamalara başlamış ve buradaki en
son kararını 19 Nisan 1926 tarihinde vermiştir. Mahkeme Elaziz’de bulunduğu bu
ilk görev süresi içerisinde 72 ila 461 numaralı dosyaları karara bağlamıştır.
24 Nisan 1926’da Malatya’ya hareket eden Mahkeme, 28 Nisan’da Elaziz’e geri
dönmüştür. Malatya’da bulunduğu süre içerisinde herhangi bir yargılama
yapmamıştır. Elaziz’e dönünce 2 Mayıs 1926’da 462 numaralı dosyayı karara
bağlamıştır. Ardından 10 Mayıs 1926’da Diyarbekir’e ikinci kez giden Mahkeme 19
Mayıs’ta yargılamalara başlamış ve burada 546 numaralı dosyayı 18 Temmuz 1926
tarihinde karara bağladıktan sonra 21 Temmuz 1926’da Elaziz’e geri dönmüştür.
Mahkeme Elaziz’e bu ikinci gelişinden sonra bir daha yer değiştirmemiş ve 7
Mart 1927 tarihinde görev süresi dolana kadar yargılamalarına burada devam
etmiştir. Mahkeme, yer değişikliklerine rağmen asıl yargı merkezi olarak
Elaziz’i seçmiş ve kararların çoğunu orada vermiştir.[210]
Yargılama Şekli
İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun sekizinci
maddesine göre Şark İstiklal Mahkemesi’nin yerel mahkeme ve makamlarla
yazışmaları Mahkeme Savcılığı üzerinden yapılmaktaydı. Yerel savcılıklar ve
Divan-ı Harpler ve diğer makamlar isyanla alakalı olarak yakaladıkları kişileri
yargılanmak üzere İstiklal Mahkemesi Savcılığına bildiriyor, Savcılık bunlarla
ilgili ön çalışmayı yapıp kendi yetki alanına giren zanlılarla ilgili
iddianameyi hazırladıktan sonra İstiklal Mahkemesi Başkanlığına gönderiyordu.
Esasen mahkemenin bir istintak dairesi (sorgu hâkimliği) olmadığı için mahkeme
daha çok yerel savcılıklarla çalışıyor ve ön sorgu işlemlerini yerel mahkemeler
tarafından yapılıyordu. İstiklal Mahkemesi Savcısı Süreyya Bey, gerekli gördüğü
durumda bazı kişilerin ifadelerini de almaktaydı.
Bir kişinin muhakemesi başlamadan önce
Usul-ı Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu’nun 248 ve 249’uncu maddeleri gereğince
mahkeme heyetinin önüne çıkarılarak; adı, baba adı, yaşı, mesleği sorulup
hüviyeti tespit edildikten sonra avukat tutup tutmadığı soruluyor, zanlıların
avukat tutmadığını söylemesi halinde avukat tutması bildiriliyordu.
Yargılama, bir başkan ve iki üyeden oluşan
Mahkeme Heyeti tarafından yapılmakta idi. Savcı da yargılama esnasında hazır
bulunuyordu. Yargılama başladıktan sonra iddianame okunup Savcı tarafından dava
ile ilgili açıklama yapılmasının ardından sanık veya sanıkların sorgusuna
geçiliyordu. İstiklal Mahkemesindeki bütün yargılamalar aleni olarak ve
kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda yapılıyordu. Verilen kararlardan
sonra alkışlamalarda olmaktaydı. Kararlar mahkûmların yüzlerine bildiriliyordu.
Yargılamaların gece yarılarına kadar devam
ettiği oluyordu. Örneğin Mahkeme’nin ilk yargılaması olan Şeyh Eyüb ve Dr.
Fuad’ın yargılamaları gece 12’ye kadar devam etmiş ve aynı gece bu kişilerin
idam kararları Meclis’e bildirilmişti.[211] Yargılamalar
hem vicahen yani yüz yüze hem de sanıkların gıyabında yapılmakta idi. Gıyabında
yargılaması yapılarak hakkında hüküm verilen şahıslar, yakalanmalarının
ardından tekrardan hâkim karşısına çıkarılmaktaydılar.
İstiklal Mahkemesinde yargılanan tüm
mahkûmların fotoğrafları çekilmekteydi. Dahiliye Vekili Cemil Bey 19 Nisan
1925’te yazdığı yazıda isyanla alakadar bulunan şahısların münferit ya da grup
halinde, reislerin ise ikişer parça münferit fotoğraflarının gönderilmesini
istemiş, Savcı Ahmed Süreyya Bey de bu fotoğrafların gönderileceğini
bildirmişti. Ancak Şark İstiklal Mahkemesi dosyaları içerisinde sanıklara ait
pek fotoğraf bulunmamaktadır.[212]
Yargılanmayı bekleyen sanıkların hepsi
Diyarbekir veya Elaziz’deki hapishanelerde tutulmuyordu. Civar kaza ve nahiye
hapishanelerinde de İstiklal Mahkemesi sanıkları bulunmaktaydı. Muhakeme vakti
gelen sanıkların mahkemeye getirilmesi için maznunun bulunduğu yerin
savcılığına yazı yazılarak muhakemenin tarihi bildiriliyor ve kişinin muhakeme
tarihinde hazır bulunması isteniyordu. Sanığın istenilen tarihte mahkemeye
ulaşmasının mümkün olmadığı durumlarda, yerel savcılıkların muhakeme tarihinin
değiştirilmesini istediği de oluyordu.[213]
Bir sanığın mahkeme huzuruna çıktıktan
sonra muhakemesi çok uzun sürmemekte idi. Bir maznunun sorgusuna geçildiği
zaman, daha önce alınmış olan ifadesi var ise öncelikle bu ifadeler okunuyordu.
İfadeler oldukça ayrıntılı idi. Bu yüzden bazıları hariç sanıkların Mahkeme
tarafından yapılan sorguları çok uzun sürmemekte idi. Bunun yanında sanık
hakkında mektup vesaire delillerde mahkemede okunmakta idi. Muhakeme esnasında
Savcı da yeri geldiği zaman söz alarak sorular sormakta ve fikirlerini
söylemekteydi.
Şunu söylemek gerek ki Mahkeme Heyeti,
İsyan’ın amaç ve maksadı konusunda kesin fikre sahip olduğu için, özellikle
Şeyh Said davası gibi önemli kişilerin yargılandığı davalarda, üzerinde durduğu
birkaç konu oluyordu. Bunlar: “İsyanın amacı ne idi?”, “Önceden tertip edilmiş
miydi?”, “Herhangi bir dış bağlantı var mıydı?”, “Diyarbekir’in işgal edilmek
istenmesinin amacı ne idi ve buradan herhangi bir yardım alınmış veya şehirden
birileriyle irtibata geçilmiş miydi?” Mahkeme zanlılara daha çok bu konular
üzerinde yoğunlaşan sorular sormuştur. Bunları sorarken de daha çok isyanla
alakalı olan başka kişileri ortaya çıkarmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Mahkemenin Baktığı Suçlar
İstiklal Mahkemelerinin hangi suçlara
bakacağı 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesiyle
belirlenmişti. Ayrıca aynı Kanun’un onuncu maddesinde Mahkemelerin şahsi hukuk
davalarına hükmedemeyecekleri yazılıydı.
Şark İstiklal Mahkemesi göreve başladıktan
sonra 18 Haziran 1925 tarihinde 103 numara ile yayınladığı beyanname ile
İstiklal Mahkemesinin bakacağı suç çeşitlerini ilan etmiştir. Bu beyannamede
hem İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun üçüncü maddesinde geçen suçlara hem de
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile Takrir-i Sükûn Kanunu’nda geçen suçlara atıf
yapılmıştır.[214]
103 numaralı beyanname şu şekildedir;
istiklal Mahkemelerinin rü’yet edeceği
mevadd-ı cürmiyeber-vech-i âtidir.
A:
Muvazzaf ve gönüllü asker olup da firar
edenleri
Firara sebebiyet verenleri
Firari derdest ve sevkinde tekâsül
gösterenleri
Firarileri ihfa, iaşe ve ilbas edenleri
Haklarında Ceza Kanunnamesiyle, Askeri
Kavânin’de muharrer cezayı ve icap ederse kanun haricinde ve münasip
görecekleri cezayı tertip ederler.
B:
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ’nun 15 Nisan
339 tarihli muaddel birinci maddesinde muharrer ceraimi
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun muaddel
birinci maddesiyle müzeyyel 25 Şubat 341tarihli kanunda musarrah ef’al-i
memnuayı
4 Mart 341 tarihli Takrir-i Sükûn
Kanunu’yla musarrah ef’al-i memnuayı
H:
Kanun-ı Ceza’nın birinci babının birinci
ve ikinci fasıllarında muharrer emniyet-i dahiliyeve hariciyeyi ihlal cürmüyle
mürettep 48, 49, 50, 51, 52, 53, 54 ve zeyli 55, 56, 57, 58 ve zeyilleri 59, 60
ve zeyli 61,62 ve zeyli 63, 64, 65, 66’ncı maddelerde muharrer mevaddı
Askerî ve siyasi casusluk ve su-i kasd-ı
siyasi ve asker ailelerine taarruz ve tecavüz ceraimi Askeri Ceza Kanunu’na
müzeyyel 21 Ağustos 330tarihli Kanun-ı Muvakkat’ın birinci maddesine muaddil 2
Mart 331 tarihli kanunda musarrah ceraim
Ihtilasda bulunan, rüşvet alan bilumum
memurîn-i mülkiye ve askeriyeyi ve bunlara hangi sınıftan olursa olsun iştirak
eyleyenleri
Nüfuz-ı memuriyetten istifade ederek halka
zulüm ve işkence eden memurîn-i mülkiyeve askeriyeyi ve bunlara müteferri ahval
ve ef’al-i cürmiyeyi takip, tahkik ve muhakeme etmek istiklal Mahkemesince
münhasır vazaif-i kanuniyedendir.
Zaman içerisinde bu beyannameye ek olarak
iki beyanname daha çıkarılmıştır. Birincisi 3 Ağustos 1925 tarihli tamimdir.
Buna göre 103 Numaralı beyannamenin A fıkrasında geçen “Asker firarileri ve
firara sebebiyet verenler ve bunları ihfa, iaşe ve ilbas edenleri ve
derdestlerinde tekâsül gösterenlerin” İstiklal Mahkemesine gönderilmeyerek
Divan-ı Harplere teslim edilmesi istenmiş, hatta bu suçlarla ilgili olup
mahkemeye sevk edilen ve yollarda olanların da en yakın Divan-ı Harplere
gönderilmesi bildirilmiştir.[215]
İkinci olarak 21 Eylül 1925 tarihinde
çıkarılan tamim ile bazı yerel mahkemelerin seneler önce meydana gelmiş ve
İsyan ile alakası olmayan suçlara ait dosyaları mahkemeye gönderdiği, bu
işlemin İstiklal Mahkemesinin iş yoğunluğunu artırdığı, bu yüzden yalnızca
İsyan ile alakalı ve İstiklal Mahkemesi Kanunu’na dâhil olan şahısların
mahkemeye sevk edilmesi istenmiştir.[216] Örneğin
asayişin ihlaline dair olan davalara bakmak Mahkeme’nin yetkisinde idi ancak
bazı makamlar İsyan’dan önceki dönemde işlenmiş olan asayişi ihlal davalarını
da İstiklal Mahkemesine göndermekteydi. İstiklal Mahkemesi Savcılığı, bu tür
davaları kabul etmeyerek ait olduğu makamlara iade etmekteydi.[217]
Şahsi Hukuk Davaları
İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun onuncu
maddesi gereğince, İstiklal Mahkemeleri Askerî Ceza Kanunu’nun yedinci
faslındaki hukuk-ı emiriyeden (öşür) başka hukuk-ı şahsiye davalarına bakması
men edilmişti. Bu yüzden Mahkeme şahsi hukuka ait olan davaları yargı alanına
girmediği gerekçesiyle kabul etmemekte idi.[218]
Bu konuda Ankara ve Şark Mahkemelerinin
uygulama farklılığını ve aynı kanuna tabi olan mahkemelerin, aynı hukuk
anlayışı ile hareket etmediğini gösteren dikkat çekici bir olay yaşanmıştır.
Mevzu Şark İstiklal Mahkemesi’nde idam edilmiş olan Hoca Askeri’nin Mersin’de
bir Hıristiyan tüccar nezdinde kalan para ve malları ile ilgilidir.
Hoca Askeri önce Ankara İstiklal
Mahkemesi’nde yargılanmış, daha sonra Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilerek
yargılaması sonucunda idam edilmiştir. Hoca Askeri ticaretle uğraştığı için bir
miktar serveti bulunmaktaydı. Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, 16 Haziran
1925’te bir gazetede Hoca Askeri’nin servetiyle ilgili çıkan haber üzerine Şark
İstiklal Mahkemesi Savcılığına yazdığı yazıyla “verese ve eytama” (mirasçılar
ve öksüzler) ait hukukun muhafazası için bu konuyu tahkik etmelerini ve bu işin
Mahkeme’nin salahiyeti dâhilinde olduğunu bildirmiştir. Şark İstiklal Mahkemesi
savcısı Ahmed Süreyya Bey ise karşılık olarak yazdığı yazı ile İstiklal
Mahkemelerinin şahsi hukuku ilgilendiren bu tür meseleleri takip etmeye izinli
ve mecbur olmadığını söylemiş ve meselenin Dahiliye ve eytam muamelatıyla
halledilmesini istemiştir. Ancak Ankara Savcısı konuyla ilgili tekrardan yazı
yazarak konunun halledilmesini ve bunun Mahkeme’nin yetkisi dahilinde olduğunu
söylemiştir. Bunun üzerine Ahmed Süreyya üslubunu biraz daha
sertleştirerek, “istiklal Mahkemesi, onun bunun veresesinin varisi
olamaz” diyerek cevap vermiş ve dosya birkaç defa bu şekilde iki
Savcılık arasında gidip gelmiştir.
Necib Ali ile Ahmed Süreyya arasında geçen
bu yazışmalar, Mahkeme dosyaları arasında yer almaktadır. Bu karşılıklı
yazışmalar Ahmet Süreyya Bey’den sonra Mahkeme’nin Savcılığını yapmış olan Avni
Doğan’ın da dikkatini çekmiş olacak ki bu belgelerin üzerine “İki
Müddei-i Umuminin tarz-ı tefekkürlerini gösterir hoş bir vesikadır” notunu
düşmüştür.[219] İki
Mahkeme de aynı kanunlara göre yargılama yapmasına rağmen bu tür uygulama
farklılıkları olmakta idi. İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Mebuslarda da
Mahkemeler farklı uygulamalara gitmiştir. Örneğin Şark İstiklal Mahkemesi,
yargılanacak olan Mebusların dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istemesine
rağmen Ankara İstiklal Mahkemesi böyle bir uygulamaya ihtiyaç duymamıştır.[220]
İstiklal Mahkemesi İle İlgili Olmayan
Yargılamalar
Yukarıda belirtildiği gibi İstiklal
Mahkemeleri, isyanla alakalı suçlara bakmakta idi. Ancak isyanla alakası
olmayan, adam öldürme ve gasp gibi suçlardan zanlı olan bazı kişilerin İstiklal
Mahkemesinde yargılanması bazı sebepler doğrultusunda uygun görülmüştü.
Örneğin: 3. Ordu Müfettişi İzzeddin Bey,
İstiklal Mahkemesi Savcılığına yazdığı yazı ile Hizan’da çeşitli cinayetler
işleyen, halkı korkutan ve haklarında gıyaben idam kararı verilmiş olan Şeyh
Mazhar, Telli Bey ve birkaç kişinin Hizan bölgesinde idam edilmelerinin
hükümetin güç ve adaletini, bölge halkı üzerinde daha yüksek tecelli
ettireceğini bildirmiş ve bu kişilerin İstiklal Mahkemesine sevk olunarak,
orada muhakeme olunmalarını talep etmiştir. Savcı Ahmed Bey ise bu kişilerin
işlemiş olduğu suçların katil ve gasp gibi suçlar olduğunu, isyanla alakadar
olmadığı gerekçesiyle bu kişilerin İstiklal Mahkemesine sevkinin mümkün
olmadığını bildirmekle birlikte belirtilen amacın kabule değer olduğu cihetle
bu konuda Bakanlar Kuruluna yazı yazılmasını ve Bakanlar Kurulunun, Takrir-i
Sükûn Kanunu’nun verdiği yetki ile bu tür kişileri İstiklal Mahkemesine sevk
edebileceğini bildirmişti. Bu yazışmalar 1926 yılı Mayıs içerisinde
yapılmıştır. Daha sonra bu kişilerden Şeyh Mazhar İstiklal Mahkemesine sevk
edilmiş ve 9 Ocak 1927 tarihinde hakkında idam kararı verilmiştir.[221]
Bunun yanı sıra İstiklal Mahkemesi
dosyalarında bu konu ile ilgili olarak Haralambos isminde bir kişiye ait bazı
evraklar dikkat çekmektedir. Haralambos aslen Kayserili olup İstanbul’da ikamet
eden ve mütareke yıllarında Divan-ı Harb-i Örfi Müddei- i Umumiliğinde bulunmuş
olan bir avukattır. 23 Ağustos 1925 tarihinde İstiklal Mahkemesi savcılığının
İstanbul Polis Müdüriyetine yazdığı yazı ile bu kişinin şark isyanı ile alakası
olduğu, tahkikatın yapılarak ve tevkif edilerek ilk trenle Elaziz’e
gönderilmesi istenmiştir. Bunun üzerine Haralambos 24 Ağustos’ta evrakıyla
birlikte Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiştir. Bu şahsa ait İstiklal
Mahkemesi evrakında herhangi bir yargılama ve yazışma bulunmamaktadır. İsyanla
ne gibi alakası olduğuna dair bir belge de mevcut değildir. Yalnız 31 Ağustos
1925 tarihinde İstanbul Polis Müdüriyetinden yazılan bir istihbarat yazısında
bu şahsın Nemrud Mustafa Divan-ı Harbinde vazife yaptığı esnada Şeyhülislam
Hayri Efendi’yi bizzat sorgulayıp, işkence yaptığı bildirilmektedir.[222]
Firari Asilerin Teslim Olma ve Yakalanma
Şekilleri
Firar etmiş olan isyancıların, özellikle
asi reislerinin yakalanması için çeşitli yollara başvurulduğu anlaşılmaktadır.
Örneğin Siirt vilayetinde firar halinde olan bazı asi reisleri (Reşkotan ve
Bekiran aşiret reisleri Rızo ve Keleş) ile irtibat halinde olan valilik,
firarilerin yakalanması için bölgedeki kişileri aracı yapıyordu. Asi reisleri,
aracı olan bu kişilere teslim olacaklarını söylüyor ve hükümetin haklarında ne
gibi bir muamele yapacaklarını anlamaya çalışıyorlardı. Yetkililer bu tür
“birinci dereceden” şahısları yakalamak ve onları ürkütmemek amacıyla, daha
önceden teslim olan “ikici dereceden” bazı isyancıların tutuklanarak İstiklal
Mahkemesine sevk edilmelerini geçici olarak erteliyor ve aileleri ile birlikte
belirlenen yerlerde ikamet etmelerine müsaade ediyorlardı.[223]
Bu tür uygulamalar yüzünden farklı
olaylarda yaşanmakta idi. Yukarıda bahsedilen konu ile ilgili Siirt vilayetinde
meydana gelen dikkat çekici bir olay yaşanmıştır. Fettahpaşazade Kubinli Aziz
Bey oğlu Musa ve Cemil Bey oğlu Mehmed Bey adında iki kişi, Garzan Savcısı
tarafından, casusluk suçlamasıyla tutuklanarak İstiklal Mahkemesine sevk
edilmek istenmiştir. Ancak 18. Alay Kumandanı ve İdare-i Örfiye Kumandanı Ruşen
Bey, Savcının kararını tanımayarak, bu iki kişiyi serbest bıraktırıp
kendisinden habersiz hiçbir işlemin yapılmamasını istemiştir. Bu olay üzerine
Garzan Savcısı Sabri Bey durumu İstiklal Mahkemesine şikâyet etmiştir. İstiklal
Mahkemesi ilk başta Ruşen Bey’in bu uygulamasını gayr-ı kanuni görmüş, Alay
Kumandanı’nın bu kişileri teslim etmesini, aksi takdirde kendisinin İstiklal
Mahkemesine sevk edileceğini gerekli makamlara yazmıştır. Ardından Siirt
valisinin yaptığı tetkikat ile olayın daha farklı olduğu anlaşılmıştır. Vali
hazırladığı raporda bu kişilerin Hazo isyanında ve Cemil Çeto’nun yakalanma
harekâtında hizmeti geçmiş, istihbarat işlerine bakan ve ayrıca Rızo ve
Keleş’in teslim olmaları konusunda aracılık etmekte olan kişiler olduğunu
bildirmiştir. Ayrıca Siirt Valisi, Garzan
Hâkimi ve savcısının bu tür müdahaleleriyle
bazı askeri harekâtın başarısız olduğunu da raporunda bildirmiştir. Vali,
hâkimin Siirtli bir Arap, savcının ise Bitlisli bir Kürt olduğundan ve bu
kişilerin kendi emellerine ters olan durumlarda, meseleyi başka hallere sokarak
İstiklal Mahkemesini meşgul ettiğini bildirmişti. Neticede yukarıda ismi geçen
Musa ve Mehmed’in İstiklal Mahkemesinde yargılanmasına bir sebep olmadığı
görülmüş, Garzan hâkim ve savcının görevine ise son verilmiştir.[224]
Bunun yanında Silvan bölgesindeki isyan
liderlerinden olan Şeyh Şemseddin de firar halinde iken bu tür bir pazarlık
sonrasında teslim olmayı kabul etmişti. Şeyh Said’in yakalanması ise Binbaşı
Kasım Bey ile olan muhabereler sonrasında gerçekleştirildiğine daha önce
değinilmişti. Ayrıca Şeyh Şerifin yakalanması da yine isyan zamanında
isyancılara katılmış olan Jandarma Hamid’in yardımları ile sağlanmıştır. Hamid
hakkında hazırlanan fezlekede, onun isyana katıldığının sabit olduğu, ancak
Şeyh Şerifin yakalanmasında da yegâne sebebin kendisi olduğu belirtilerek, ordu
müfettişliğinin yayınlamış olduğu beyannameden istifade ederek affedilmesinin
uygun olacağı söylenmişti. Ancak İstiklal Mahkemesinde Şeyh Şerifi nasıl
yakalattığını anlatan Jandarma Hamid idamdan kurtulamamıştır.
Delil ve Kanaat-i Vicdaniye
Taha Akyol, Mahkeme kararlarının, partizan
üyeler tarafından, delile göre değil kanaat sistemine göre verildiğini
söylemektedir.[225] Şark
İstiklal Mahkemesi kararlarına bakıldığında heyetin vicdani kanaatinin önemli
olduğu açıktır. Mahkeme bir kişinin beraatına karar vereceği zaman, kişinin
suçlu olduğuna veya isyanla alakalı olduğuna dair “kanaat-i vicdaniyeyi temin
edecek” bir delil veya emare olmadığından beraatına diyerek kararlarını
vermekteydi. Aynı şekilde bir kişinin cezalandırılmasına karar verilirken de,
zanlı hakkında yapılan ihbar ve şehadetler ile kanuni delil ve emarelerin sabit
olduğu vurgulanarak kişinin suçluluğuna “kanaat-i vicdaniye hâsıl olduğundan”
denilerek cezalandırılmasına karar veriliyordu. Bu açıdan bakıldığında
mahkemenin kararlarını verirken delil unsurunu kullanmadığını iddia etmek pek
mümkün değildir. Ancak burada tartışılması gereken mahkemeye sunulan delillerin
sıhhati ve yeterliliği ile şahitlerin ifadelerinin doğruluğudur.
Bir kişinin İstiklal Mahkemesinin
sanıkları arasında yer almasında, askerî ve sivil makamların tutmuş oldukları
raporlar ile şahitlerin vermiş olduğu ifadeler ve verilen ihbarlar etkili
olmaktaydı. Bu rapor ve ihbarlarda o köy veya kasabadan kimlerin silahlı olarak
cepheye gitmiş olduğu ve şehirlerde ne gibi propaganda faaliyetlerinde
bulundukları yazmaktaydı.
Diğer yandan isyancıların kendi aralarında
yapmış oldukları yazışmaların ve mektupların, bir kişinin İsyan’a iştirak
ettiğini gösteren en önemli delillerden olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle
imzalı olan, İsyan’ın sevk ve idaresinden bahseden mektuplar muhakeme sırasında
yeri geldiği zaman sanıklara gösterilmekte ve mahkemede okutulmakta idi. Bu tür
açık bir delil olması nedeniyle sanıkların bazıları imzası olan mektupları
sahiplenmeyerek inkâr ediyordu. Bir kısmı ise mektupların başkaları tarafından
kendi isimleriyle yazıldığını iddia etmekteydiler.
Muhakeme sırasında bir sanığın, başka bir
kişi hakkında verdiği ifadeye göre yargılamalar da yapılmakta idi. Örneğin
Cemilpaşazelerin Şeyh Said davasında dâhil edilmesi muhakeme esnasında iki
sanığın, onlar hakkında duyuma dayanarak verdiği ifade sonrasında olmuştu. Yine
gazetecilerin yargılanması Şeyh Said ve Kasım Bey’in ifadelerinin bir neticesi
olarak ortaya çıkmıştı.[226]
Bu konuda dikkat çeken bir dava da eski
Ayan üyelerinden ve Kürdistan Teali Cemiyeti eski reisi Seyyid Abdülkadir’in
yargılamasıdır. Daha önce ayrıntılarına değinildiği üzere Seyyid Abdülkadir
isyanın asıl tertipçilerinden olmak ile suçlanarak İstanbul’da tutuklanmış
Diyarbekir’e getirilmiştir. Onun suçlu olduğuna dair ileri sürülen en önemli
delil İstanbul Polis Müdüriyeti tarafından hazırlanan raporlar olmuştur. Bu
belgeler Seyyid Abdülkadir’in adamı Palulu Sadi’nin İngiliz yetkili sanarak
İstanbul Polis Teşkilâtından bir memurla isyan üzerine yaptığı pazarlıklardan
bahseden gizli raporlardan oluşmaktaydı. Abdullah Sadi, mahkemede bu
görüşmelerin kendisi tarafından yaptığını itiraf etmiş hatta bu görüşmeleri
Seyyid Abdülkadir’in bilgisi dahilinde ve onun adına yaptığını iddia etmişti.
Sadi, bunun yanında birkaç iddiada daha bulunmasına rağmen, görüşmeleri Seyyid
Abdülkadir adına yaptığına dair kendi itirafından başka bir delil
bulunmamaktadır ve Seyyid Abdülkadir bu iddiaları mahkemede reddetmiştir.
Seyyid Abdülkadir, esas olarak bu raporlara ve Sadi’nin itiraflarına
dayanılarak idam edilmiştir. Ergün Aybars mahkemede delil olarak kullanılan bu
gizli rapor hakkında şunları söylemektedir: “Bu raporlar, Türk polisinin
yaptığı gizli çalışmalar sonucu hazırlanmıştır. Olağan dönemin hukuk
mahkemelerinde bu çeşit gizli raporlar delil kabul edilemez. Ancak, İstiklal
Mahkemeleri olağanüstü yetkilere sahip inkılâp mahkemeleri olduklarını,
olağanüstü tehlikeler içinde, özellikle karşıdevrimi bastırmak için
çalıştıklarını göz önüne almak gerekir.”[227]
Bununla birlikte sanıkların mahkemede
yaptıkları savunmalara bakıldığı vakit birçoğu, haklarında ihbarname veren
kişilerin kendi düşman ve hasımları olduğunu öne sürmüşlerdir. Bunlara bölgede
çalışan devlet memurlarının vermiş olduğu ihbarlar da dâhildir. Şark İstiklal
Mahkemesi’nde isyancılarla beraber hareket ettiği gerekçesiyle yargılanmış
birçok memur da bulunmaktadır. Bu memurlar hakkındaki ihbarların birçoğunu yine
aynı yerdeki diğer memurlar vermekteydi. Örneğin Genç Valisi İsmail Hakkı Bey
hakkında bölge memurları tarafından verilen olumsuz ihbarları, İsmail Bey’in
kendisi bu kişilerle olan husumetine yüklemekteydi. Bu konuda enteresan bir
olay da Hanili Mustafa ve Salih Beylerle ilgilidir. Bu kişiler, Mahkeme
huzurunda kendi haklarına ihbar veren kişilerin, düşmanları olduğunu
söyleyince; Ali Saib Bey, bu tür hakikatlerin hasımlardan çıkacağını
söylemişti.
Yerel savcıların sanıklar hakkında
hazırlamış olduğu fezlekeler de önemlidir. Mahkemenin genelde bu fezlekelerde
belirtilen görüş doğrultusunda kararlarını almış olduğu anlaşılmaktadır. Bu
fezlekeler, yapılan ihbarların önüne de geçmekteydi. Örneğin Şeyh Said
davasında yargılanan altmış yaşındaki Monla Süleyman hakkında Çapakçur Tapu
Memuru, Fahran Nahiye Müdürü, Çapakçur Kaymakamı rapor vermiş ve Şeyh Said ile
birlikte gezdiğini ihbar etmişlerdi. Hatta Genç Jandarma Kumandanlığı Monla
Süleyman’nın cepheye dahi gittiğini bildirmişti. Ancak bu ihbarlara rağmen
tahkik heyetinin İstiklal Mahkemesine gönderdiği fezlekede bu kişinin
suçluluğunun anlaşılamamış olduğu yazılmış ve İstiklal Mahkemesi bunu esas
alarak bu kişi hakkında beraat kararı vermiştir.
Yine bazı raporlara
rağmen hakkında yeteri kadar delil bulunamadığı için beraat eden başka maznunlar
vardır. Şeyh Said ile aynı davada yargılanan elli beş yaşındaki rençber Ahmed,
askerlerin Rotcan Dağlarında tarama yaptığı bir sırada silahlı olarak
yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında tahkikat yapılarak İstiklal
Mahkemesine sevk edilmiştir. 19. Alay 1. Bölük tarafından tutulan raporda, bu
kişinin İsyan’a iştirak ederek birçok cephede bulunduğu ve yakalandığı zaman kendisine çoban
süsü vererek kurtulmaya çalıştığı yazılı olmasına rağmen İstiklal Mahkemesi
yeteri kadar delil bulunmadığı gerekçesiyle bu kişi hakkında beraat kararı
verilmiştir.
Maznunların Dava Vekili (Avukat) Tutma
Hakkı
İstiklal Mahkemeleri ile ilgili tartışma
konularından biri de zanlıların avukat tutma hakları olup olmadığı veya bu
hakkı kullanıp kullanamadıklarıdır. Taha Akyol, İstiklal Mahkemelerinde hiçbir
zaman avukat olmadı demektedir. Bunun yanında bu konuda yazılmış birçok kitapta
aynı görüş paylaşılarak İstiklal Mahkemelerinde avukat olmadığı yazmaktadır.[228] Ankara
İstiklal Mahkemesi’nin, sanıkların bu hakkını pek önemsemediği açıktır. İzmir
Suikastı davasında yargılanan İzmir Mebusu Şükrü Bey, bir avukat tutacağını
söylemesi üzerine, Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya’nın “istiklal
Mahkemeleri, dava vekillerinin cambazlığına gelmez.... Avukatlarla falan
geçirecek vaktimiz yok” demesi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.[229]
Ancak konumuz olan “Şark İstiklal
Mahkemesi’nde” bu durumun biraz daha farklı olduğu anlaşılmaktadır. Şark
İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Bey bu konuya çok dikkat ve hürmet
gösterildiğini ve sanıkların müdafaa haklarını tamamen serbest olarak
kullanabilmelerine büyük ehemmiyet verilerek müdafaalarını yapmak üzere avukat
tutabileceklerinin sanıklara her vakit önceden bildirildiğini söylemektedir.[230] Savcının
söylediği gibi, Şark İstiklal Mahkemesi’nde sanıklar yargılanmaya başlamadan
önce, Usul- i Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu’nun 248. maddesi gereğince Mahkeme
Heyeti huzuruna çıkarılarak ön sorguları yapılıp hüviyetleri tespit edildikten
sonra, yine aynı Kanun’un 249 ve 350 numaralı maddeleri gereğince her birisine
avukat tutup tutmadıkları soruluyor ve tutmamışlar ise avukat tutmaları
bildiriliyordu. Buna rağmen mahkeme dosyalarından anlaşıldığına göre,
sanıkların geneli avukat tutmamış ve savunmalarını kendileri yapmışlardır.
Ancak avukat tutan sanıklar da vardır. Ahmed Süreyya Bey, Şeyh Said davasındaki
sanıkların hiçbirisinin avukat tutmadığını söylemesine rağmen, yargılananlar
arasında olan Şeyh Şemseddin’in avukat tutmuş olduğu görülmektedir. Şeyh
Şemseddin, İzzet Kemaleddin Efendi ve Şekib Hüseyin Hasib Efendi adında iki
kişiyi avukat olarak tutmuş, bu kişiler Şeyh Şemseddin’in vekili olduklarını
vekâletnameyi mahkemeye ibraz etmişler ve mahkemede bu talebi kabul etmiştir.
Zabıtnamede Şeyh Şemseddin’in sorgusu sırasında bu avukatların bir müdahalesi
görünmüyor ancak son celsede Şeyh Şemseddin’in savunmasını avukatı İzzet Efendi
yapmıştır.[231]
Avukat tutan başka sanıklarda olmuştur.[232] Ancak
bazı davaların çok kısa sürmesi ve idamların kısa zaman içinde uygulanmış
olması göz önüne alınırsa avukatların ne gibi bir fonksiyonu olduğu tam olarak
anlaşılamamaktadır. Örneğin Şark İstiklal Mahkemesi’nin ilk yargılamaları olan
Şeyh Eyüb ve Dr Fuat davaları -bu kişilerin mahkemeye sevk edilmeleri de dahil
olmak üzere- toplamda birkaç gün sürmüştür.
Kefaletle Tahliye ve Gayr-ı Mevkuf
Yargılanma
İstiklal Mahkemesinde yargılanan bazı
kişiler, kefalet senedi alınarak gayr-ı mevkuf yani tutuksuz olarak da
yargılanmışlardır. Örneğin Kozan’da mevkuf olarak bulunan Çeçenlerden Gül
Murad, Reşid ve birkaç kişinin 27 Eylül 1925 tarihinde tutuksuz olarak
yargılanmasına karar verilmiş ve 1 Aralık 1925’te mahkemede hazır bulunmaları
istenmiştir.[233] Aynı
şekilde 14 Kasım 1926’da Mülazım Hüseyin Turgut’un gayr-ı mevkuf yargılanmasına
karar verilmiştir. 28 Aralık 1926 tarihinde Emekli Jandarma Yüzbaşısı Fethullah
Efendi kefalet senedi alınarak serbest bırakılmış ve tutuksuz olarak
yargılanmıştır. Bunların yanında mahkemenin tutuksuz olarak yargılama kararı
verdiği başka kişilerde vardır. Ancak bu kararlar daha çok Mahkeme’nin son
aylarında verilmiştir.
Küçük Yaştakilerin Yargılanması ve Verilen
Cezalar
Şark İstiklal Mahkemesi’nde, küçük yaşta
olup isyana iştirak ettiği gerekçesiyle yargılananlar da olmuştur. İsyana
iştirak ettiği anlaşılan ancak 15 yaşını geçmeyen zanlılar hakkında Ceza
Kanunu’nun 40. maddesi gereğince idam yerine ıslah-ı nefis için hapis cezası
verilmiştir. Örneğin Şeyh Said davasında yargılanan, Hasan bin Salih hakkında
yapılan tahkikat ve ihbarlar neticesinde İsyan’a silahlı olarak iştirak ettiği
sabit görülmüş ve hakkında idam kararı verilmişti. Ancak idam cezası bu madde
gereğince 10 sene kürek cezası olarak değiştirilmiştir.
Şeyh Said davasında yargılanan bir diğer
sanık, Örfi bin Mahmut’tur. Örfi’nin silahlı olarak asilerin arasında gezdiğine
dair rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır. Savcı, onun küçük bir mücrim
olduğunu ancak İsyan’a ailesinin arasında karışmış olduğunu ve yaşının da on
beşi geçmemiş olduğundan, hakkında verilecek cezada yaşının dikkate alınmasını
istemiştir. Örfi ifadesinde yaşını 11 olarak söylemiştir. İhbarnamelerde ise 16
olarak geçmektedir. Örfi hakkında, Ceza Kanunu’nun 45. maddesinin hem-fiillerle
yani suç ortaklarıyla ilgili fıkrası gereğince 10 sene kürek cezası verilmiş
ancak yaşının on beşi geçmemiş olmasından dolayı Ceza Kanunu’nun 40. maddesi
gereğince ıslah-ı nefis için üç sene hapsine karar hükmedilmiştir.
Batı İllerine Yapılan Şevkler
Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak
altı aya kadar mahkûm olan kişiler, Dahiliye Vekâleti’nin emri gereğince
mahkumiyet müddetlerini mensup oldukları vilayet hapishanelerinde
tamamlamaktaydılar. Hakkında tahliye kararı verilenler ise başka bir sebepten
dolayı tutuklu değillerse aynı gün tahliye edilmekteydiler.[234] Yargılamanın
neticesinde daha uzun süreli kalebent ve kürek gibi cezalara mahkûm edilenler
ise cezalarını çekmek üzere Kütahya, Konya, Çorum, Uşak, Kastamonu, Burdur,
Isparta gibi Batı illerine sevk edilmekte ve cezalarını tamamladıktan sonra
yine aynı şehirde zabtiye nezareti yani kolluk kuvvetlerinin gözetimi altında
bulunarak vilayet haricine çıkmalarına izin verilmemekteydi.
Bununla birlikte bazı mahkûmların aileleri
de batı illerine sevk edilmekteydi. Batıya sevk edilen mahkûm aileleri iki
kısımdır. Bunlardan birincisi: İdare-i Örfiye mıntıkasında isyan sebebiyle idam
edilen veya firarda olanların aileleridir. Bunlar 1925 yılı içerisinde Batı’ya
sevk edilmişlerdir. Diğer kısım ise: İstiklal Mahkemesi tarafından mahkûm olup
cezasını batı illerinde çekmek üzere Batı’ya sevk edilen mahkûmların
aileleridir. Bunlarla alakalı yazışmalar 1926 yılında başlamıştır.
Hakkında idam ve ağır ceza verilen
kişilerin ailelerinin, intikam fikriyle hareket ederek bölgede gizliden gizliye
yeniden karışıklık çıkarma ihtimalinden dolayı, bu ailelerin İsyan bölgesinde
ikamet etmeleri uygun görülmemiştir. Bu amaçla Dahiliye Vekâleti, Elaziz
Vilayetine yazdığı yazı ile idam ve ağır cezaya mahkum edilenlerin aile
fertlerinin miktarını ve bunlardan hangilerinin başka yerlere nakillerinin
gerektiğini gösteren cetvellerin hazırlanmasını istemiştir. Ayrıca başka
yerlere nakledilecek ailelerden hangilerinin iskân ve iaşelerinin hükümetçe
temin edilmesi gerektiği de sorulmuştur.
Bunun yanında Bakanlığın istediği bu
cetvelleri gönderen Vali Ali Rıza Bey, cetvelde adı geçen kişilerin çoğunun köy
ahalisinden ve “gayrı müdrik” yani birşeyi idrakten yoksun, çiftçi takımından
kişiler olup, bu şahısların bölgede yeni bir fesat çıkartmalarını pek mümkün
görmediğini ifade ederek, maslahata daha uygun olması için, bu şahıslardan
ziyade, isyan ve ihtilale sebebiyet verebilecek, hükümetin nüfuzuna mukavemet
edebilecek, öldürülmüş veya firari olan derebey ve ağaların ailelerinin başka
yerlere sevk edilmesi gerektiğini Dahiliye Vekâleti’ne bildirmiştir.[235]
Ailelerin Batı’ya sevk edilmesinin başka
bir sebebi daha bulunmaktaydı. İstiklal Mahkemeleri tarafından idama mahkûm
olanlar, bulundukları yerlerde infaz ediliyordu. Diğer cezalara mahkûm olanlar
ise bölgenin vaziyeti dolayısıyla Batı’daki hapishanelere sevk edilmekteydi.
Ancak Batı illerine sevk edilen firarilerden bir kısmı yolda firar etmekteydi.
Bu kişiler firar ettikten sonra tekrardan ailelerinin bulunduğu Doğu illerine
geliyor ve buradaki isyancı çetelere katılıyor, hatta onları ihbar edenleri
öldürüyorlardı. Örneğin Zaza Ahmed, Ömer Küşto Bolu’ya sevk edilmiş, ancak
Niğde-Ulukışla arasında firar etmiştir. 15 seneye mahkûm olan Şükrü Ağa ise
Muğla’ya gönderilmiş ancak yolda Urfa’da iken firar etmiştir. Daha sonra
Kâhta’ya geçerek isyan çıkarmaya çalışmıştır. Firar eden bir diğer şahıs ise
Süryani cemaatinden Barsum’dur, firar ederek Halep’e gitmiştir.[236] Bu
sebeple Savcılık, Başvekâlet’e yazdığı yazı ile bu kişilerin firar sebepleri ne
olursa olsun Doğu’ya dönmelerinin temel sebebinin aileleri olduğunu, bu yüzden bunların
ailelerinin de Batı’ya sevk edilmesinin, bölgenin sükûn ve selameti açısından
uygun olacağını bildirmiştir. Savcılığın tabiri ile bu “cezrî” yani radikal ve
köktenci bir tedbir olarak düşünülmüştür. 3. Ordu Müfettişliği de bu teklifi
uygun görmekle birlikte, bu tür kişilerin miktarının 6000’i geçeceğinden, bu
işin bir kanun, karar ve para meselesi olduğunu söylemiştir. Neticede bunun
kararı Başvekâlet’e bırakılmıştır.[237]
Dikkat edilen bir diğer mesele de
mahkûmlarla ailelerinin ayrı vilayetlere sevk edilmesiydi. Örneğin Cemil
Çeto’nun oğlu Feramuz ve üç arkadaşı Kastamonu Hapishanesine sevk edilmişken,
bunların 37 kişiden oluşan aile fertleri Niğde’ye sevk edilmişlerdi. Daha sonra
Feramuz ve arkadaşları, ailelerinin bulunduğu Niğde hapishanesine sevklerini
istemişlerse de diğer mahkûmlara emsal teşkil edeceği gerekçesiyle Mahkeme
tarafından kabul edilmemiştir.[238] Bununla
birlikte Mahkeme’nin bu tür talepler arasından mahzur görmediğine izin verdiği
de olmuştur. Örneğin 5 Eylül 1926’da rüşvet’ten dolayı 3 sene hapse mahkûm olan
ve Elaziz hapishanesinde bulunan Jandarma Halil oğlu Hamdi, cezasının kalan
kısmını Tokat Hapishanesinde çekmek için başvurmuş, Mahkeme bir sakınca
görmemiş ve talebi karşılamıştır.[239]
Bu iki aile grubundan farklı olarak,
Batı’ya sevk edilen bir diğer kesim de İsyan’la alakalı olarak yargılanan ancak
haklarında yeterli delil olmadığı için beraat eden şahıslardır. Esasen beraat
eden şahıslara beraat ettiklerine dair fotoğraflı vesika verilmekteydi.[240] Bu
kişilerden bazılarının Doğu’da ikamet etmeleri sakıncalı görülerek Batı’ya sevk
edilmeleri bir zaruriyet olarak görülmüştür. Bu gibi şahısların sevkleriyle
ilgili işleri 3. Ordu Müfettişliği yapmıştır. Bu yüzden beraat edenlerin
listesi 3. Ordu Müfettişliğine de gönderiliyordu.[241]
Yeni Ceza Kanunu’nun Uygulanması
İstiklal Mahkemesi görevine devam ederken
1 Mart 1926 tarihinde yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilmiş ve yürürlüğe giriş
tarihi olarak 1 Temmuz 1926 belirlenmişti. İstiklal Mahkemelerinin görevine
devam ettiği dönemde Ceza Kanunu’nun değişmesinin yargılamalarda bazı
karışıklıklara neden olma ihtimali vardı. Bu konudaki ilk düzenleme, İstiklal
Mehâkimi Kanunu’nda düzenleme ile başlamıştı. İstiklal Mehâkimi Kanunu’nun “H”
fıkrası, Ceza Kanunu’nun hangi maddelerine bakacağı açıklanıyordu. Karışıklık
olmaması için bu fıkra bir kanun teklifi ile yeni Ceza Kanunu’na göre
düzenlendi. [242]
Önemli meselelerden birisi de Yeni Ceza
Kanunu’nun, İstiklal Mahkemesi mahkûmları için tatbik edilip edilmeyeceğiydi.
Adliye Vekâleti; Yeni Ceza Kanunu’nun bütün mahkemelerin mahkûmlarına tatbik
edilecek maddelerinin İstiklal Mahkemesi mahkûmları için de tatbik edilmesini
istiyordu. Ancak Şark İstiklal Mahkemesi Heyeti, yeni kanunun bazı maddelerinin
siyaseten ve bilhassa Şark’ın hususiyeti itibarıyla, İstiklal Mahkemesi
mahkûmlarını kapsamasını uygun görmüyordu.
Esasen problem daha çok Eski Ceza
Kanunu’nun 13 ve 14. maddelerine göre ceza almış olanların, cezalarının Yeni
Ceza Kanunu’na göre değiştirilip değiştirilmeyeceği hakkındaydı. Batı illerinde
mahkûmiyetlerini tamamlayan mahkûmlar, Eski Ceza Kanunu’nun 13 ve 14.
Maddelerine göre yine batı illerinde süre sınırlaması olmadan zabtiye nezareti
altına bulundurulmaktaydılar. Mahkemenin böyle bir karar vermesi, bu
mahkûmların cezalarını çektikten sonra bir daha Doğu illerine gelmelerine mani
olmak maksadına yönelikti. Bu kişiler hakkında Yeni Ceza Kanunu tatbik edilirse
bu kişiler belli bir müddet zabtiye nezareti altında bulundurulacaklar, sonra
da serbest kalacaklardı.[243] 1
Temmuz 1926 tarihinde Adliye Vekâletine yazılan yazıda bu konu şu şekilde anlatmaktaydı. “istiklal
Mahkemelerinin sebeb-i teşekkülleri siyasi, idari ve bilhassa bazı zaruretlere
istinad ettiği gibi, mahkeme hükümlerinde bu ciheti alelekser nazar-ı dikkate
almış ve mahkumiyet kararını verirken müddet-i cezaiyelerini Garp cihetlerinde
ikmal ve ikmal-i müddetten sonra fimabad ila yevmil vefat o vilayet dahilinde
ve zabtiye nezareti altında kalması hususlarını da ayrıca tespit eylemiştir.
Şimdi Kanun ’un tatbiki münasebetiyle bunlar serbest bırakıldıkları halde hemen
memleketlerine avdet eyleyecekleri ve o halde ise Şark’ta yeniden birtakım
vaziyetlerin tahaddüsü pek mümkün olmakla beraber İstiklal Mahkemesinin de
nüfuz ve tesirini haleldar eyleyeceğinden hususat-ı mesrude, mahkememiz
mahkûmlarına teşmillerinin muvafık olmayacağını...”'[244]
Adliye Vekili Recep Bey, Mahkeme’nin
zabtiye nezareti altında bulunanların serbest bırakılmalarındaki sakıncalara
yönelik uyarılarını haklı görmekle birlikte, bir yandan da mutlak olan bir
kanunun hükümlerinin uygulanma zarureti olduğunu, bu yüzden bu iki noktanın
uzlaştırılması gerektiği fikrindeydi. Yapılan yazışmalarda zabtiye nezareti
altında bulunanlar dışındaki tüm cezaların yeni Kanun’a göre değiştirilmesinde
bir sakınca olmadığına karar verildiği anlaşılmaktadır.[245] Türk
Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra Mahkeme’nin görev süresinin bitimine
kadar, cezalar hem yeni hem de eski ceza kanununa göre verilmiştir. Yeni ceza
kanununun yürürlüğe girmesinden sonra İstiklal Mahkemesi tarafından verilen ilk
karar, 521 numara ve 6 Temmuz 1926 tarihli karardır.
Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Siyasal Emirle
Hareket
İstiklal Mahkemelerinin kararlarını
verirken bağımsız olup olmadıkları veya siyasi iktidarın emriyle hareket edip
etmedikleri, en çok tartışılan mevzulardan biri olmuştur.
Bazıları Ankara’dan alınan talimatların ve
Gazi Paşa’nın düşüncelerinin kararlara kaynak teşkil ettiğini söylerken
bazıları bu tür iddiaların somut delillere dayanmadığını söylemektedirler.[246] İzmir
Suikasti Davasında yargılanan Ali Fuat Cebesoy’un hatıralarında anlattığına
göre, suikast davasının sonuçlanıp beraat etmesinden bir süre sonra Mustafa
Kemal Paşa ile bir araya gelmiş ve bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat
Paşa’ya “Paşaları senin hatırın için affettirdim” demiştir.[247]
Yapılan yargılamaların ve Mahkeme’nin
faaliyetlerinin Ankara tarafından çok yakından takip edildiği, yapılan
yazışmalardan anlaşılmaktadır. Mahkeme ile Başvekâlet arasında, günü gününe
yapılan yazışmalarla Mahkeme’nin yaptığı her faaliyet Ankara’ya
bildirilmekteydi. Bazı kişiler, Başvekâlet tezkeresi ile de Mahkeme’ye sevk
ediliyordu. Bunun yanında Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri arasında sıkı bir
irtibat bulunuyordu. Yaptıkları faaliyetleri birbirlerine bildirmekteydiler.
Siyasi iktidarın yargılamalara müdahale
ettiğine dair verilen en çarpıcı örnek, Şark İstiklal Mahkemesinde,
gazetecilerin yargılanmasıdır. Bu davanın savcılığını yürüten Avni Bey,
gazeteciler ile ilgili iddianameyi hazırlamadan önce Mahkeme Heyeti tarafından
kendisine telkinler başladığını belirttikten sonra, gazetecilerin yargılamaları
sırasında kendisine Ankara’dan ikinci derece bazı şahıslar tarafından yapılan
telkinleri de şöyle anlatmaktadır: “Beni cesaretlendirmek için
Ankara’da ikinci derecedeki bazı zevattan, her gün şifreler alıyorum. Bu
şifrelerde gazetecilerin Cumhuriyet ’in ilanından itibaren hükümete karşı
aldıkları menfi durum izah olunarak haklarında tatbik edilecek cezanın bana
itibar sağlayacağı ifade edilmekte idi.”[248]
“Gazeteciler ve İsyan” bölümünde ayrıntısı
verildiği üzere, bu davada yargılanan on gazeteci yargılanmaları sırasında
Mustafa Kemal Paşa’ya bir af telgraf yazmışlardı. Bunun sonrasında Mustafa
Kemal Paşa’nın mahkeme heyetine gönderdiği telgrafta ise sanıkların hatalarını
anladıkları ve bu durumun göz önüne alınmasını istemesi üzerine haklarında
beraat kararı verilmişti.
Gazetecilerin yargılanması ile ilgili
olarak Mete Tuncay’ın kitabında vermiş olduğu bir belge önemlidir. Tuncay,
kitabında yer verdiği bu belge için “istiklal Mahkemelerinin
bağımsızlığı ve yasallığı savlarının iç yüzünü ortaya koymaktadır” diyor.
Bunun yanında “Bu belge yorum gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde
istiklal Mahkemelerinin siyasal iktidarın emriyle hareket ettiklerini
gösteriyor” demektedir. [249] Tuncay’ın
TTK Arşivi’nde rastladığını söylediği ve Savcı vekili Avni Bey’in Dahiliye
Vekili Cemil Bey’e gönderdiği 9 Eylül 1925 tarihli belge Tuncay’ın kitabında
aktardığı şekli ile şöyledir:
Dahiliye Vekili Cemil Beyefendi ’ye
Süreyya Bey vazifeye dönmekten çok
korktuğu(m) için (?) vukuf ve takdirine çok hürmetkâr olduğum Cemil Bey’e şu
satırları yazmayı lüzum gördüm. Gazetecilerin memlekete ika ettikleri zararı en
çok idrak edenlerden birisiyim. Ahmed Emin ve rüfekasını buraya celp ve tevkif
ettirirken bu hususta hiçbir tereddüt hissetmedim.
Gazi Paşa hazretlerinin gazetecilerin
kurtulmaları şayan-ı arzuları tarzındaki şifreli emirleri gelinceye kadar
muhakemenin tarz-ı cereyanı da çok iyiydi. Bu emir geldikten sonra hepimizden
(içimizden!) bir arkadaş gazetecilere ve Gazi hazretlerinin ulüvvü cenaplarına
mazhar olarak beraat edecekleri ve beraattan sonra Fırka lehine sarf-ı mesai
için Ankara ’ya gidilerek Reis-i Cumhur hazretleriyle kendilerinin mülakatına
delalet olunacağı ihsas olunmuştur.
Bu ihsastan sonra tekrar eski vazifeye
(vaziyete!) rücu ile mahkûmiyetleri cihetine gitmeyi mübeccel Gazi
hazretleriyle İsmet Paşa hazretlerinin şeref-i zâtileri için tehlikeli
görmekteyim. Müşarunileyh hazeratına rüfekamızla [arkadaşlarla] müştereken
yazdığımız bir şifrede sarahaten değilse de buna yakın maruzatta bulundum.
Semahat-ı ruhaniye ve temayülat-ı
asilanesini çok iyi tanıdığım zat-ı âlilerinden bana yürüyecek doğru yolun
iraesini hürmetle rica ederim. İrae buyuracakları tariki bilakaydüşart kabul
ettiğimi şimdiden arz ederim efendim.
İstiklal Mahkemesi Müddei-i Umumi Vekili
Bozok Mebusu Avni[250]
Bu yazı, Mustafa Kemal Paşa’nın
gazetecilerin affedilmesi için Mahkeme’ye yazdığı yazı ile aynı tarihlidir.
Anlaşıldığına göre gazetecilerin affedileceği gazetecilere bildirildikten
sonra, affedilmelerinden vazgeçilmiştir ve Avni Bey de bu durumu Mustafa Kemal
Paşa ile İsmet Paşa’nın şeref-i zâtileri için tehlikeli görerek ne yapması
gerektiğini Dâhiliye Vekili’ne danışmaktadır. Bilindiği üzere dört gün sonra
gazeteciler hakkında beraat kararı verilmiştir. Bu belge Mahkeme’ye müdahaleyi
net bir şekilde göstermekle birlikte, Şark İstiklal Mahkemesi dosyalarında
tarafımızdan yapılan incelemede bu belgeye veya bunun gibi, net bir şekilde
Mahkeme kararlarına müdahaleyi gösteren bir evraka rastlanmamıştır.
Ayrıca Mahkeme’de yargılanmış olan
gazetecilerden Eşref Edib’in anlatımına göre: Mahkeme’nin asıl başkanı Ali Saib
Bey’dir ve Mustafa Kemal Paşa’nın, heyet içerisindeki adamıdır. Mahkeme
Heyetinin Ankara ile görüşmek için sahip olduğu şifrenin yanında, Ali Saib
Bey’in bir de şahsına ait şifre vardır ve Ankara ile direk temas halindedir.[251]
İstiklal Mahkemesi ve Hukuk
İstiklal Mahkemelerinin yargılamalarında
ve aldığı kararlarda hukuka ne kadar riayet ettiği tartışma konusudur. Şüphesiz
bu Mahkemeler olağanüstü mahkemelerdi ve belli amaç doğrultusunda hareket
etmekteydiler. Dönemin Meclis tutanaklarına da yansıdığı şekilde yüz yıllardan
beri engellenmiş olan ıslahatların kısa zamanda yerleşmesinde ve sosyal düzenin
tesis edilmesinde etkili olan bu Mahkemeler, geniş ve hatta hukukun üstünde
yetkilere sahipti. Bu konuda mahkeme üyelerinden Avni Doğan “istiklal
Mahkemelerinin salahiyetleri hudutsuz olduğu kadar, bu salahiyetler kontrolsüz
idi” demektedir.[252] Akyol,
bu hudutsuz ve kontrolsüz yetkilerin adalet için mi yoksa siyaset için mi
kullanıldığı sorusuna, siyaset için kullanıldığı cevabını vermektedir.[253] Aybars
da bu Mahkemelerin hukuka göre değil, inkılâp ilkelerine yönelik çalıştığını
söylemektedir.
Şark İstiklal Mahkemesi’nin, Adiliye
Vekâletine gönderdiği bir yazıda, mahkemenin kararlarını verirken siyasi, idari
ve bazı zaruri sebepleri göz önüne aldığı açıkça dile getirilmiştir. Zaten aynı
yazıya göre, mahkemenin kurulma nedeni de bu siyasi, idari ve zaruri sebeplere
dayanmaktaydı. Yeni Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinin, İstiklal Mahkemesi
mahkûmlarına teşmilini siyasi ve bölgesel bazı sebeplerden dolayı uygun
görmeyen Şark İstiklal Mahkemesi’nin, 1 Temmuz 1926 tarihli bu yazısının ilgili
bölümü şu şekildedir:
“İstiklal Mahkemelerinin sebeb-i
teşekkülleri siyasi, idari ve bilhassa bazı zaruretlere istinad ettiği gibi,
Mahkeme hükümlerinde bu ciheti alelekser nazar-ı dikkate almış ve mahkûmiyet
kararını verirken müddet-i cezaiyelerini Garp cihetlerinde ikmal ve ikmal-i
müddetten sonra fimabad ila yevmil vefat o vilayet dâhilinde ve zabtiye
nezareti altında kalması hususlarını da ayrıca tespit eylemiştir. Şimdi kanunun
tatbiki münasebetiyle bunlar serbest bırakıldıkları halde hemen memleketlerine
avdet eyleyecekleri ve o halde ise Şark’ta yeniden bir takım vaziyetlerin
tahaddüsü pek mümkün olmakla beraber istiklal Mahkemesinin de nüfuz ve tesirini
haleldar eyleyeceğinden hususat-ı mesrude mahkememiz mahkûmlarına teşmillerinin
muvafık olmayacağını... ”256
Bunların yanı sıra Mahkeme Heyeti arasında
ortak bir hukuk anlayışı olmadığı da bilinmektedir. Avni Doğan bunu
hatıralarında şöyle anlatıyor: “Herkesin kendine göre bir politikası,
kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya
toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar
başlar, bazen tabancalar çekilirdi.”251
Şark İstiklal Mahkemesi’nin bakacağı
davalar İstiklal Mehâkimi Kanunu’nda belirtilerek sınırı çizilmişti. Hatta
Mahkeme, yargılamalarına başlamadan önce yayınladığı bir beyanname ile de hangi
suçlara bakacağını ilan etmişti. Ancak Ahmed Süreyya’nın hatıralarında geniş
olarak anlattığı gibi Mahkeme Heyetinin, özellikle azadan Ali Saib Bey’in, Ceza
Kanunu’nun ve Askeri Ceza Kanunu’nun bütün madde ve hükümleriyle ilgili
fiillerin yargılamalarını yapmak istemesi bazı tartışmalara neden olmuştu.
Ahmed Süreyya Bey, savcı olarak bu fikre iştirak etmediğini söylüyor ancak
diğerleri hem Takrir-i Sükûn Kanunu’nu, hem de Ankara İstiklal Mahkemesi’nin bu
şekilde uygulama yaptığını söyleyerek Mahkemenin yetkisini genişletme fikrinde
olduklarını söylüyorlardı. Bu tartışmalar esnasında yine azadan olan Lütfi
Müfid Bey’in söylemiş olduğu “Bizim muayyen, millî gayemiz vardır. Ona
varmak için, ara sıra kanunun fevkine de çıkarız” sözü Mahkeme’nin
bakışını göstermesi açısından önemlidir.[254] [255] [256] Neticede
bu tartışmalardan sonra Mahkeme, yayınlamış olduğu beyannamede söylediği
suçların dışındaki suçlara da bakmaya başlamıştı.[257] Esasen
Lütfi Müfid Bey’in bu sözlerine benzer açıklamaları Adliye Vekili Mahmud Esat
Bey, Meclis müzakereleri sırasında dile getirerek şunları söylemişti: “Adliye
kanunları tabiî zamanlarda cari olur. Her memlekettefevkalâde hâdiselerin
karşısına fevkalâde tedbirlerle çıkılır ve böyle tedbirlerle önüne geçilir.
Fevkalâde hâdiseleri tabiî günler için yapılan kanunlara tevdi etmek onun
cürümlerini himaye etmek demek olur.”
Mesai Cetvelleri
Şark İstiklal Mahkemesi, İstiklal Mehâkimi
Kanunu’nun on üçüncü maddesine göre bakmış olduğu davaların hüküm özetlerini ve
mesai cetvellerini her ay Meclis’e göndermek mecburiyetinde idi. Bu bir nevi
mahkemenin çalışmalarının Meclis tarafında denetlenmesi anlamına gelmekteydi.
Bu mesai cetvellerinde hükme bağlanan sanıkların miktar ve isimleri, nev-i
cürüm (suçun türü) ve hülasa-i hüküm (hüküm özeti) ve karar bildirilmekteydi.
Bunun yanında bir önceki aydan devreden, o ayda mahkemeye gelen ve bir sonraki
aya devreden işler bildiriliyordu.
12 Nisan’da göreve başlayan Şark İstiklal
Mahkemesi, bu tarihten itibaren 22 adet mesai cetvelini Meclis’e göndermiştir.[258] 1924
Nisan ayı yargılamalarını gösteren ilk mesai cetveli 14 Mayıs 1924’de
Diyarbekir’den, 1927 Ocak ayı yargılamalarını gösteren son mesai cetveli ise 3
Şubat tarihinde Elaziz’den gönderilmiştir. Mahkeme 7 Mart 1927 tarihine kadar
görev yapmış olmasına rağmen, en son şubat ayına dair mesai cetveli
bulunmamaktadır. Şark İstiklal Mahkemesi’nde verilen karar sayısı 798’dir.
Mesai cetvelleri 726 numaralı karara kadar olan kısmı kapsamaktadır. Bunların
dışında Mahkeme dosyaları arasında, Mahkeme Savcılığının, Mahkeme’ye göndermiş
olduğu iddianame ve talepnameler ile mahkemeye sevk edilen şahıslara dair
mahkûm olan ve beraat edenlerin miktarını gösteren 6 adet tablo da
bulunmaktadır. Bu altı adet tablo, 1 Eylül 1926 ile 28 Şubat 1927 tarihleri
arasını kapsamaktadır.[259]
Yargılanan Kişi Sayısı
En çok tartışma konusu olmuş ve merak
edilen meselelerden birisi de Şark İstiklal Mahkemesi’nde kaç kişinin
yargılanmış olduğudur. Bu konuda birçok rakamlar verilmiş olmasına rağmen,
bunların arasında belgelere dayanan tek rakam Aybars’ın kitabında geçmektedir.
O da İstiklal Mahkemesi arşiv belgelerine dayanmaktadır.
Şark İstiklal Mahkemesi, yapmış olduğu
yargılamalara dair cetvelleri her ay düzenli olarak Meclis’e göndermiştir. Bu
cetvellerde kaç kişinin yargılandığı ve hangi cezaların verildiği görülmektedir.
Bunun haricinde farklı tarihlerde farklı sebeplerle Meclis’e, Başvekâlet’e ve
diğer makamlara da gönderilen yazılarda yargılama rakamlarına dair bilgiler
bulunmaktadır.
Bu belgeler arasında Şark İstiklal
Mahkemesi’nin yapmış olduğu yargılamaya dair toplam rakamların verildiği en son
belge, 13 Mart 1927 tarihli Savcı Ahmed Süreyya Bey’in TBMM’ye gönderdiği 432
numaralı belgedir. Bu belgeye göre Mahkemenin göreve başladığı 13 Nisan 1925
tarihinden 7 Mart 1927 tarihine kadar olan yargılama rakamları şöyledir: 207
vicahi, 213 gıyabi olmak üzere toplamda 420 idam kararı verilmiştir. 1811 kişi
çeşitli cezalarla mahkûm olmuş, 2779 kişi hakkında ise beraat kararı
verilmiştir. Yani Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılananların toplam sayısı
5010’dur.[263]
Kaç kişinin yargılandığına dair rakam
veren şahıslardan birisi Olson’dur. Onun anlatımına göre 1925 yılının Ağustos
ayının sonu itibarıyla, İngiliz İstihbaratının tahminine göre Kürt eşrafından
327 kişiye idam cezası verilmiştir. Ayrıca yine aynı kaynağa göre İstiklal
Mahkemesi toplamda 7740 kişiyi tutuklamış ve 660 kişiyi idam etmiştir. [264]
Olson’un İngiliz İstihbaratının
tahminlerine dayandırdığı bu bilgiler arşiv belgeleriyle uyuşmamaktadır.
Örneğin arşiv belgelerine göre 1925 yılının Ağustos başı itibarıyla mahkemeye
1120 kişi sevk olunmuş bunlardan 357 kişi hakkında hüküm verilmiştir.[265] Yine
7 Mayıs 1926 tarihli Başvekâlet’e yazılan yazıya göre; Mahkeme’nin kurulduğu
tarihten 7 Mart 1926 tarihine kadar 2968 maznuna ait 487’si siyasi, 53’ü adi
ceraim olmak üzere toplamda 540 dava mahkemeye sevk edilmiş, bunlardan 399’u
siyasi, 38’i adi ceraim olmak üzere toplamda 438 dava karara bağlanmıştır.
Karara bağlanan bu davalarda 122 kişi vicahi 65 kişi gıyabi olmak üzere 187
kişiye idam, 621 kişiye de muhtelif cezalar verilmiş, 1780 kişi de beraat
etmiştir.[266]
Tabii bu rakamlar mahkemede hakkında hüküm
verilenlere aittir. İstiklal Mahkemesine sevk edilen ancak Mahkeme’nin kendi
yetki alanına girmediği gerekçesiyle yerel mahkemelere sevk ettiği kişilerde
vardır. Esasen Şark İstiklal Mahkemesi geniş yetkilere sahip olmasına rağmen,
Mahkeme’nin yoğunluğundan dolayı, bir zaman sonra asker kaçaklarına dair
davaları yerel mahkemelere sevk etmeye başlamış ve bu tür davalarının İstiklal
Mahkemesine gönderilmemesini istemiştir.
Divan-ı Harp Yargılamaları
İstiklal Mahkemelerinde kaç kişinin
yargılanmış olduğunu yukarıda söylendi. Ancak bu rakamlara Divan-ı Harplerin
yani sıkıyönetim mahkemelerinin vermiş oldukları kararlar dahil değildir. İsyan
dolayısıyla bölgede kaç kişinin yargılandığı ve idam edildiğine dair çeşitli
rivayetler vardır. Mete Tuncay bu rakamların Takrir-i Sükûn döneminin “devlet
terörü” hakkında yeterli fikir veremeyeceğini söylemektedir.[267] Şark
İstiklal Mahkemesi faaliyete geçmeden önce bölgede kurulan, onunla birlikte
faaliyetlerine devam eden ve Mahkeme’nin kaldırılmasından sonra belli bir
müddet daha çalışmaya devam eden Divan-ı Harplerin bölgede yaptığı
yargılamalara ilişkin bilgi bulunmamaktadır.
İsyan ile birlikte Doğu illerinde
sıkıyönetim ilan edilmesi ve Divan-ı Harplerin teşekkülü 23 Şubat 1925
tarihindedir. Bununla birlikte 31 Mart 1925’te Divan-ı Harplerin idam
kararlarını Meclis’e sormadan uygulama kararı alınmıştır.[268] Adliye
Vekili Mahmut Esat Bey’in 20 Nisan 1925 tarihli Meclis görüşmelerinde
söylediğine göre, o tarih itibariyle İsyan bölgesinde on tane Divan-ı Harp
vardır ve hepsi de hüküm vermektedir.[269] Ayrıca
Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığı tarafından Meclis’e yazılan 1 Eylül 1925
tarihli yazıya göre isyandan sonra isyan sahasında 7 adet Divan-ı Harp
kurulmuş, bunlardan 2 tanesi daha sonra ilga edilmiştir.
Şark İstiklal Mahkemesi 13 Nisan 1925’te
faaliyetlerine başlamıştı. Mahkeme, göreve başlamasıyla birlikte bir tamim
yayınlayarak isyanla alakalı olarak tamimde belirtilen ceza türlerine ait
maznunların İstiklal Mahkemesine sevk edilmesini istemişti. Savcı Ahmed Süreyya
Bey, 4 Mayıs 1925 tarihli yazısında İstiklal Mahkemelerinin yetki alanına giren
suçların hiçbirinin Divan-ı Harbi Örfilerce muhakemesine başlanılmamasını,
başlanılmış olanların ise bulundukları noktada bırakılması istemişti.[270] Bu
tamimle birlikte Divan-ı Harplerin, ellerinde İsyan’la alakalı olan davaları
İstiklal Mahkemesine göndermeye başladığı anlaşılmaktadır. Ancak bu tamimin
yayınlanmasına kadar olan sürede Divan-ı Harplerin isyanla ilgili davalara
bakarak idam kararları verdiği bilinmektedir. Örneğin Vakit gazetesinin 20
Nisan 1925 tarihli haberine göre 18 Nisan 1925 tarihinde Divan-ı Harb-i Örfi
yapmış olduğu muhakeme neticesinde verdiği karar ile Elaziz’de 23 asi idam
edilmiştir.[271] Yine
27 Nisan tarihli habere göre Divan-ı Harb’in yaptığı yargılamalar sonrasında 22
Nisan tarihinde, Şeyh Said’in keramet sahibi olduğunu iddia eden Ahmet Hüsnü
sekiz, asayişi ihlal eden Ali on beş sene mahkûm edilmiş, ayrıca asilere
katılan bir kişi ile Diyarbekir hücumuna iştirak etmiş olan bir asi idama
mahkûm edilmiştir.[272]
İstiklal Mahkemesi, Divan-ı Harplerin
elinde bulunan dosyaların kendisine havale edilmesini bildirmesine rağmen, kısa
bir süre sonra Mahkeme’nin yoğunluğu nedeniyle seferberlik ilanından sonra
firar eden askerlerin Divan-ı Harplere gönderilmesini isteyerek iş yükünü
hafifletmeyi de amaçlamıştır. Kısaca, Şark İstiklal Mahkemesi’nin 13 Nisan
1925’de göreve başlamasıyla birlikte Divan-ı Harpler ve İstiklal Mahkemeleri
birlikte yargılamalar yapmış, 4 Mayıs tarihindeki tamimden sonra Divan-ı
Harpler ellerindeki dosyaları İstiklal Mahkemesine havale etmiş ve bu tarihten
sonra 7 Mart 1927 tarihine kadar firariler hariç İsyan’la alakalı tüm
yargılamaları İstiklal Mahkemesi yapmıştır. Şark İstiklal Mahkemesi, görevinin
bitiminde ise elinde kalan dosyaları Elaziz Havalisi Kumandanlığına teslim
etmiştir.
Şark İstiklal Mahkemesi dosyalarında
Divan-ı Harplere ve oradan İstiklal Mahkemesine sevk edilenlere dair bazı
rakamlar vardır. Mahkeme’nin göreve başlamasından sonra bölgedeki Kolordu
Kumandanlıkları tarafından 3. Ordu Müfettişliğine ve Şark İstiklal Mahkemesi’ne
yazılan belgelerde, Divan-ı Harplerde kaç kişinin muhakeme edilmekte olduğuna
dair bazı rakamlar bulunmaktadır. Şüphesiz rakamlar Divan-ı Harplerde kaç
kişinin yargılandığına dair kesin bilgililer çıkarılamaz ancak kısmen fikir
verebilir. Unutulmamalıdır ki bu rakamlarda bahsedilenlerin çoğu da İstiklal
Mahkemesinin görevine başlamasıyla birlikte İstiklal Mahkemesine sevk
edilmişlerdir.
ve 17 Nisan 1925 tarihlerinde Sarıkamış’ta
9. Kolordu Kumandanı Asım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine gönderilen
yazılara göre Hınıs Divan-ı Harbi Örfisi 10 Nisan 1925 tarihinde işe
başlamıştır ve Hınıs Divan-ı Harbi’nde 17 şahsa ait üç dosya vardır. Mülga
Erzurum Divan-ı Harbi’nde ise Hıyanet-i Vataniye suçundan muhakemeleri icra
edilmekte olan 19 maznun bulunmaktadır. Bunların beşi Kiğı’dan, sekizi
Erzurum’dan gönderilmiştir ve bir kişi de Erzurum’dan tutuklu olarak gelmiştir.
Bu maznunlar Hınıs’a gönderilecektir. Ayrıca 15 Nisan 1925’de tutuklanan
meşayih ve beylerin soruşturma evrakları tamamlanmak üzeredir.[273]
Nisan 1925 tarihinde Lice’de 5. Kolordu
Komutanı Naci Bey tarafından, 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: 5
kişinin tahkikatları yapılarak Divan-ı Harbe sevk edilmiştir. İlk sorguları
henüz tamamlanmamış 111 mevkuf vardır. Lice Divan-ı Harbi henüz işe
başlamamıştır. Divan-ı Harp, 16 Nisan 1925’te öğleye kadar Lice’ye gelecektir.
Divan-ı Harp henüz faaliyete geçmediğinden hiçbir maznun hakkında karar
verilmemiş ve infaz da yapılmamıştır.[274]
Nisan 1925 tarihinde Diyarbekir’den 7.
Kolordu Komutanı Mirliva (...?) tarafından Şark İstiklal Mahkemesi Savcılığına
yazılan yazıya göre: Diyarbekir Divan-ı Harbi Örfisinde tahkikatı ve muhakemesi
devam eden 43 takım evrak vardır. Bu 43 takım evrakta 200’den fazla şahıs
bulunmaktadır. Bu şahıslardan bir kişi hakkında vicahen, bir kişi hakkında ise
gıyaben idam kararı verilmiş, bir kişinin davası da beraat ile sonuçlanmıştır. 3
kişi İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.[275]Ayrıca
daha sonra bu 43 evraktan 22’si İstiklal Mahkemesi savcısının talebiyle 20
Nisan’da İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.
Nisan 1925 tarihinde Elaziz Havali
Kumandanı Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre:
Elaziz Divan-ı Harb-i Örfisinde muhakemeleri yapılmakta olan 20 evrakta 175
şahıs vardır. Ayrıca tahkikatı devam eden 23 evrak 183 şahıs bulunmaktadır.[276]
23 Nisan 1925 tarihinde Bitlis’te Bitlis
Valisi ve 2. Fırka Kumandanı Kazım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan
yazıya göre: Divan-ı Harb-i Örfi Müstantikliğinde tahkikatı devam eden 8,
Divan-ı Harp’te muhakeme edilmekte olan 1 evrak vardır. Bu evraklarda,
içerisinde Şeyh Said’in de bulunduğu 100’den fazla zanlı bulunmaktadır. Bu
zanlılardan bir kısmı hakkında Hınıs Divan-ı Harbi Örfisi ve bir kısmı hakkında
da İstiklal Mahkemesi takibat yürütmektedir. Ayrıca rapora göre şimdiye kadar
Divan-ı Harbi Örfi tarafından hıyanet cünha derecesinde 8 evrakın hükümleri
tasdik ve infaz edilmiştir.[277]
25 Nisan 1925 tarihinde
Sarıkamış’ta 9. Kolordu Kumandanı Asım Bey tarafından
Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre;
Hınıs Divan-ı Harb-i Örfisinde görülmekte olan 9 evrak, 67 şahıs vardır.
Bunların bir kısmının muhakemelerine başlanmış, bir kısmına ise başlanmamıştır.
Bunlardan başka Kiğı’dan Hınıs Divan-ı Harbi’ne gönderilen 24 kişi ilk tahkikat
evrakları mevcut olmadığından, sorgu evraklarının tamamlanması için Kiğı’ya
yazı yazılmıştır. Ayrıca 2 kişi hakkında da evrak mevcuttur.[278]
1 Mayıs 1925 tarihinde Diyarbekir’den 5.
Kolordu Kumandanı Mirliva Naci Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan
yazıya göre: Lice Divan-ı Harb-i Örfisine muhakeme için gönderilen ve henüz
hükme bağlanmayan 7 takım evrak ve 17 şahıs vardır. Bu şahıslardan Lice eski
Müftüsü Abdülhamid hakkında idam kararı verilmiş, evrakı incelenmiş ve tenfizi
emir olunmuştur. Tahkikatı tamamlanan fakat Divan-ı Harbe yeni gönderilmiş olan
3 takım evrak ve 24 şahıs vardır. Ayrıca tahkikatı henüz başlamamış ve Divan-ı
Harb’e gönderilmemiş 132 kişi mevcuttur.[279]
8 Mayıs 1925 ve 10 Mayıs 1925 tarihinde
Elaziz Havali Kumandanı Mirliva Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine
gönderilen yazılara göre; Divan-ı Harbi Örfi’de muhakeme edilmekte olan 40
takım evrakta 330 şahıs vardır. Belgelerde bu kişiler hakkında Müstantik (sorgu
hâkimi) tarafından verilen kararlar mevcuttur. Kararlar 24/3/1925 ile 4/5/1925
tarihleri arasında verilmiştir.[280]
8 Mayıs 1925 tarihinde 9. Kolordu
Kumandanı Asım Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya göre: Hınıs
Divan-ı Harbi Örfisinde 7 evrak 32 kişi mevcuttur. Bunların dışında 200’den
fazla kişi firari ve gayr-ı mevkuftur. Bunlara 10 günlük zaman tanınmış, teslim
olmamaları halinde gıyabi olarak muhakemelerine başlanacaktır.[281]
Mayıs 1925 tarihinde Elaziz Havali
Kumandanı Mirliva Nureddin Bey tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan yazıya
göre: Divan-ı Harb-i Örfi’de evvelce arz edilenler hariç, muhakemesi devam
etmekte olan 29 takım evrakta 88 şahıs mevcuttur. Haklarında Müstantiklik
kararı verilmiştir. Verilen kararlar 10/5/1925 ve 16/5/1925 arasıdır. [282]
23 Mayıs 1925 tarihinde Elaziz Havali
Kumandanı Mirliva Nureddin tarafından 3. Ordu Müfettişliğine yazılan ve bir
önceki yazı ek olan belgeye göre: Muhakemesi devam etmekte olan 5 evrak 24 kişi
vardır.[283]
Bunların dışında 9. Kolordu Komutanı
Mirliva Asım Bey tarafından, İstiklal Mahkemesine yazılan yazıda 8 Temmuz 1925
tarihinde Hınıs Divan-ı Harbinden 153 kişi Elaziz İstiklal Mahkemesi’ne sevk
edilmiş olduğu ve bunlara yolda Muş vilayetinden de katılacaklar olduğu
bildirilmişti.[284] Yine
bir belgeye göre 15 Mayıs 26 tarihi itibarıyla Diyarbekir Divan-ı Harbi
Örfisinin İstintak dairesinde, Hıyanet-i Vataniye cürmünden haklarında tahkikat
devam eden 157 mevkuf, 160 gayr-ı mevkuf maznun bulunmaktaydı.[285]
Divan-ı Harp’ten, İstiklal Mahkemesine
sevk esnasında firarların ve ölümlerin yaşandığı da anlaşılıyor. Örneğin;
Bağdatlı Abdüllatif bin Mahmud namında kişi Casusluk suçlamasıyla maznun olarak
Urfa Divan-ı Harbi tarafından 20 Mayıs 1925 tarihinde Şark İstiklal
Mahkemesi’ne sevk edilmiş, ancak sevki sırasında firar etmeye çalışmış ve ölü
olarak ele geçirilmiştir.[286]
İdamların Uygulanması ve Son Sözler
İstiklal Mahkemesi tarafından verilen idam
hükümleri yerel savcılıklar tarafından infaz edilmekteydi. İnfazlar yerel
Savcılık, Merkez Kumandanı, Jandarma Kumandanı, Tabip, İstiklal Mahkemesi
Muhafız Takım Kumandanı, Hapishane İmamı huzurunda yapılmaktaydı. İnfazların
tamamlanması ardından bu kişilerce tutulan, hükmün infazına dair olan “zabıt
varakaları” mahkemeye sunulmaktaydı. Bu zabıt varakalarına göre infazlar ilk
başlarda kararın verilmesinden 3 veya 4 gün sonra uygulanmış daha sonraları ise
kararın verildiği aynı gün veya bir gün sonra infaz edilmeye başlanmıştır.
Ayrıca maznunlardan Müslüman olanlara imam tarafından, Gayrimüslim olanlara da
bir papaz tarafından dini telkinatta bulunuluyordu. İnfaz tarihi Cuma gününe
denk gelenlerin infazı ise ertesi güne ertelenmekteydi. Savcı’nın Mahkeme’nin
idam kararlarına itiraz etme hakkı bulunmasına rağmen, bu hakkı kullanmadığı
görülmektedir.
İnfazdan önce herkese son bir diyeceği
olup olmadığı soruluyordu. Bu konuda Diyabekir’de tutulan infaz zabıt
varakaları daha ayrıntılı bilgi vermesine rağmen Elaziz’de tutulan zabıtlarda
genelde son sözlere dair bilgi bulunmamaktadır. İstiklal Mahkemesi dosyalarında
bulunan “İnfaz zabıt varakaları”nda yazıldığı şekilde bazı idam mahkûmlarının
son istekleri ve son sözleri şöyledir.[287]
Şeyh Mehmed Eyüb bin Halid: “.Amentü
billah ila âhir okuyarak ve kelime-i şehadet getirerek kader-i ilahi böyle
olduğu ve başka bir diyeceği olmadığı.” (Karar No:1)
Dr. Fuad: “.Allah şahid-i âlîdir
ki: Şu isyan meselesinde hiçbir su-i medhalim yoktur. Tabii zamanla yani Şeyh
Tahir tutulduktan sonra hakikat tavzih edecektir. Eğer benim Şeyh Tahir’le bir
alakam bir münasebetim ve iddia olunduğu gibi vechle kendisini evimde misafir
ettiğim tahakküm etmezse bana bu idam hükmünü veren heyette eğer his ve vicdan
ve insaniyet varsa hayat-ı siyasiyeden ve belki de insanlıktan istifa
edeceklerini ümit ederim. Aksi sübut bulursa [ki bir mütehakkildir] demenizi
rica ederim. ...” (Karar No:2)
Jandarma Sabri bin Tevfik ve Jandarma
Cemil bin Rıza: “...bir diyecekleri olmadığı ve işi Allah’a havale
eylediklerini beyan eylemekle.” (Karar No:7)
Mehmed Şerif, Mehmed bin Ahmed, Emin bin
Mehmed, Ahmed bin Hüseyin, Mehmed bin Gazanşer, Mehmed Ali, Abdülkerim: “.Allah
iman selameti versin bi kusuruz sebep olana Allah bırakmasın ve sebep
olanlardan haklarını isteyeceklerini.” (Karar No:19)
Ahmed bin İskender: “...buradaki
çocuklarının Piçar köyündeki kızının yanın gitmelerinin ve bin kuruş hayrına
sarf olunmasının ve kurban kesilmesinin ve iki ölçek buğday alınmasının...” (Karar
No:19)
Ahmed bin Haydar: “...iki ölçek
buğday ve bir kurban edilmesinin ailelerine tembih edilmesini.” (Karar
No:19)
Seyyid Abdülkadir: “.vasiyetnamesini
katib-i adlilikçe tasdik ettirilmiş olduğundan münderecatı vechle muamele
ifasını ve hükümet bu hareketiyle Kürtlerle Arapların birleşmesine hizmet
etmekte olduğunu.” (Karar No:32)
Seyyid Abdulkadir oğlu Seyyid
Mehmed: “.evlad-ı Hüseyin şehit edilerek vak’a-i kerbelaya muntazır
edildiğini.”(Karar No:32)
Abdullah Sadi: “.masum ise de
Allah’ın takdirine ve mahkemenin kararına razı bulunduğunu ve Hükümet-i
Cumhuriye ile bütün millete arz-ı şükran eder olduğunu.” (Karar No:32)
Kemal Fevzi: “.yalnız
masumiyetinden bahsettiğini.” (Karar No:32)
Hacı Ahti Mehmed Tevfik: “.yaşasın
Kürt mefkûresi.” (Karar No:32)
Hoca Askeri: “.IstanbulMüftülüğünde
bulunduğundan terekemde bulunan bir senelik maaşının ailesine verilmesini ve
masum olduğundan affını.” (Karar No:32)
Emin bin Ali:“ .katırcı Mehmed Ali oğlu
Mehmet’te eşyası bulunduğunu ve bu meyanda bir yirmi beş madenî Mecidiye
kıymetinde iki hançeri de bulunduğundan, hükümet tarafından alınmasını beyan
eylediği. ” (Karar No:59)
Hüseyin Bey bin İsmail: “.vasiyetini
Hapishane Müdürüne verdiğini, başkaca bir diyeceği olmadığı.” (Karar
No:64)
Kamil Beyoğlu Abdüllatif: “.Vartolu
İsmail Bey, dayısı olduğundan ailesine bakmasının tebliği.” (Karar
No:69)
Monla Mahmud bin Reşid: “.cenazesinin
ailesi meyanına defni hususunda Dağ kapısında mukim Hacı Paşa’ya tefhimi.” (Karar
No:69)
Hanili Mahmud Bey bin Mustafa: “.üç
seneye mahkûm bulunan mahdumu Örfinin Adana ’ya gönderilmeyip burada
bırakılması için İstiklal Müddei-i Umumisine söylenmesini...” (Karar
No:69)
Hanili Mustafa Bey: “.cenazesinin
Mehmedbey mahallesinde mukim Şeyh Ömer Efendi hanesinde Gecce(?) ailesine
teslimini.” (Karar No:69)
Hanili Said Bey oğlu Salih Bey: “.cenazesinin
Hani’ye defni hususunda teşebbüsatta bulunmak üzere Cizreli zade Münir Efendi
’nin hanesinde bulunan hemşiresine söylenmesi.” (Karar No:69)
Şeyh Ömer bin Şeyh Bekir: “.cesedinin
Beyaztürbe mahallesinde Şeyh Cafer’in ailesine teslimini.” (Karar
No:69)
Timur ağa bin Esad: “.beraat eden
Binbaşı Kasım Bey’e cesedinin teslimi ve cevahir hanımın ellerinden
ayaklarından öptüğünü ve kendisine helal etmelerini ve kendisi cümlesine helal
ettiğini ve Salih Bey mezarını yapmasını ve ailesini bakmasını.” (Karar
No:69)
Baba Bey:“ .mezarının yapılması için
Mülkiye Hapishane Müdürü’nde on iki Mecidiyesi bulunduğunu.” (Karar
No:69)
İbrahim Edhem: “.son hadisede
gerek fiilen ve gerek fer’an medhaldar bulunmadığını ancak iyi düşünememesi
sebebiyle bazı kimseleri ziyaret etmek için uzak mahallere kadar gittiğini ve
yine düşüncesizliği mülabesesiyle görüştüğü her türlü lakırdısını kabul
ettiğini ve bazı kimselerden de mektup ve buna mümasil bazı evrak alıp üzerinde
taşıdığını beyan ve maahaza kendisi daha çocuk iken bir gün yaptığı hareketle
validesini hiddete sevk ve validesi tarafından da kendisine inşallah boynun ipe
gelir diye bedduada bulunduğunu ve bu akıbete bu suretle düçar olduğunu ve
söylediği lakırdıların diğerlerine ibret olmak üzere matbuatla ilanını gerek
mevcut zevatın ve gerekse kendisini bilen ve tanıyan eşhasın haklarını helal
etmesinin matbuata ilaveten dercini ve başka diyeceği olmadığını.”(Karar
71)
Mehmed oğlu Reşid: “...kendilerine
gadr edildiğini ve Cenab-ı Hak’tan af dilediğini... ” (Karar No:523)
Mahmud oğlu Sadık: “.bu meselede
kabahati olmadığı iftiraya uğradığını hükümetten adalet istemiş olduğunu.” (Karar
No:523)
Sadun oğlu Hançer: “.bir kabahati
olmadığı ve varsa zaten cezasını çekiyor olduğunu ve Cenab-ı Hak’tan iman
selameti temenni eylediğini.” (Karar No:523)
Aşiret Reisi Bocolu Timur oğlu Ömer; “.Cenab-ı
Hak’tan affını temenniden başka diyeceği olmadığı.” (Karar No:523)
Şemun oğlu Muhtar Yusuf: “.bir
diyeceği olmadığını yalnız hapishanede Çavuş oğlu Fetho ile Çaycı Abdo’ya
hayrına sarf edilmek üzere iki madenî lira verdiğini.” (Karar No:523)
Ömer oğlu Sadık: “.Cenab-ı Hak’tan
affını dilemekten başka bir diyeceği yok. ” (Karar No:523)
Mehmed oğlu Aziz: “.Hükümet-i
Cumhuriye’ye malıyla canıyla çalıştığı halde Şırnaklı Abdurrahman’ın iftirasına
uğradığını, ondan huzur-ı Ilahi’de davacı olduğunu.” (Karar No:523)
İsa oğlu Halid: “.bir diyeceği
olmadığını ve bütün ümmet-i Muhammed’e hakkını helal ettiğini.” (Karar
No:523)
Kadir Bezor: “.iki fırka askere
erzak verdiğini ve yardım ettiklerini ve asker katletmediğini ve kelime-i
tevhidden başka bir diyeceği olmadığını.” (Karar No:543)
Biçar Aşireti Reisi Cemil Çeto: “.Hükümete
elden geldiği kadar muavenet ettiğini ve hain-i vatan olmadığını ve kaderi
böyle olduğunu ve kelime-i tevhidden başka diyeceği olmadığı.” (Karar
No:543)
Şükrü Ağa:“.hakkını sebep olanlardan
huzur-ı Ilahi’de isteyeceğini ve kendisini teslim olduğundan Mahkeme haksız
yere hüküm ettiğinden Mahkeme’den davacı olduğunu.” (Karar No:544)
Hasenanlı Halid Bey: “.sizden
bekleyecek bir ümidim yok. Her bir şeye Allah’ı tevkil ettim.” (Karar
No:546)
Mahmud oğulları Derviş ve Mehmed: “...madenî
mevcutları olan doksan beş kuruşun valideleri Karasu kerimesi Papo’ya
verilmesini ve valideleri tarafından bir kurban kesilmesini ve iskat ve salat-ı
teşbih için beş yüz kuruş sarf edilmesini.” (Karar No:623)
Şeyh Emir oğlu Bero: “.yalnız
madenî bir lira ile on sekiz mecidiyesini Beşiri Kaymakamlığı vasıtasıyla Azl
karyesinde bulunan pederi Şeyh Emir’e verilmesi.” (Karar No:624)
Mahkeme dosyalarındaki son sözler bunlarla
sınırlıdır. Burada şunu ilave etmek gerekir ki Garo Sasuni gibi bazı kişilerin
kitaplarında başta Şeyh Said olmak üzere birçok mahkûmun idamlarından önce
Kürtlük ve Kürdistan üzerine sözler söylediği aktarılmaktadır. Ancak bu
bilgilerin gerçeği yansıtması mümkün görünmemektedir. Çünkü Sasuni gibi
şahısların kitaplarında aktarılan bu tür sözler, idam edilen şahısların hem
Mahkeme’de vermiş oldukları ifadeleriyle ve hem de müdafaalarıyla tamamen
çelişmektedir. Mahkeme huzurunda Kürtlük ve İsyan’la alakası olmadığını iddia
eden ve son ana kadar affedilmeyi umdukları anlaşılan bu kişilerin bu tür
sözler söylemiş olmalarını iddia etmek tutarlı değildir. Ayrıca bu tür sözler
söylediklerine dair herhangi bir belge de bulunmamaktadır.[288]
Ayrıca idam edilenlere atfedilen bu tür
sözlerin, herhangi bir sebepten dolayı Mahkeme tarafından kayıt altına
aldırılmamış olması da mümkün değildir. Çünkü verdiği her kararda, İsyan’ı, bir
Kürt ve Kürdistan hareketi olarak tanımlayan ve son söz olarak “Yaşasın Kürt
mefkûresi” diyen Hacı Ahti’nin sözlerinin kayda geçmesine müsaade eden Mahkeme
Heyeti, diğerlerinin de bu tür sözler söylemeleri halinde, kendi iddiasının
gerçekliğine delil olarak bu sözleri kayıta geçirmesi ve kullanması
kaçınılmazdı.
Şark İstiklal Mahkemesi Hapishaneleri
Şark İstiklal Mahkemesi gezici bir
mahkemedir. Yargılamaları daha çok Diyarbekir ve Elaziz’de yapılmıştır.
Mahkeme, Diyarbekir’de bulunduğu sırada askerî hapishaneyi, Elaziz’de bulunduğu
zaman zarfında ise daha önce Askerlik Şubesi emrindeki askerlerin bulunduğu
eski Ermeni Protestan Kilisesini hapishane olarak kullanmıştır.[289]Ancak
hapishane olarak kullanılan kilise binasında, zaman içinde yaşanan yoğunluk ve
izdiham neticesinde, İstiklal Mahkemesi’nin talebiyle kilise binasının
yanındaki cami de hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştır.[290] İstiklal
Mahkemesinde yargılanacak olan şahıslar genel olarak mahkemenin bulunduğu bu
iki şehirdeki hapishanelere sevk edilmekteydi. Ancak tüm zanlılar bu iki
şehirde tutulmuyordu. Maznunların civar kazaların hapishanelerinde tutulması ve
muhakeme sırası gelen mahkûmların celp edilmesi, Mahkeme’nin yapmış olduğu
uygulamalar arasındaydı.
Arşiv belgelerinde Diyarbekir’deki
hapishane hakkında çok belge olmamakla birlikte, Elaziz’de hapishane olarak
kullanılan kilise binası hakkında bazı belgeler bulunmaktadır. Elaziz’de
bulunan hapishanenin muhafazasını 5. Fırka’ya ait bir bölük yapmaktaydı. Bir
ara bu hapishanenin muhafazasının vilayet jandarması tarafından yapılması
gündeme gelmesine rağmen, jandarmanın sayısının yetersizliğinden dolayı bundan
vazgeçilerek hem jandarmanın hem de askerin bu işi birlikte yapması, kilise
binasını 5. Fırkanın, bitişiğindeki camiyi de vilayet jandarmasının muhafaza
etmesi kararlaştırılmıştı.[291] Yapılan
yazışmalarda hem hapishanenin fiziki şartlarının hem de tutukluların sağlık
durumlarının pekiyi olmadığı anlaşılmaktadır. Tevkifhane Müdürü Osman Nuri
İstiklal Mahkemesine yazdığı bir yazıda, tevkifhanenin darlığı yüzünden günden
güne hastalıkların arttığı, sabah ve akşam vizitelerini yapmak için bir doktora
şiddetle ihtiyaç olduğu bildiriliyordu.[292]
Hapishanenin durumuyla ilgili en geniş
bilgiyi veren Elaziz Askeri Hastanesi Tabipleri tarafından tutulan rapordur.
Elaziz Havali Kumandanlığının emri ile tevkifhane olarak kullanılan kilise
binası ve tutuklular muayene edilmiş, neticede hem tutukluların sağlığı hem de
Muhafız Taburu ve şehir halkının, ortaya çıkması muhtemel bulaşıcı bir
hastalığa maruz kalamaması için 22 maddelik bir rapor hazırlanmıştır. Bu rapora
bakıldığında hem hapishanenin şartları ve hem de tutukluların durumu iyi
değildir. Rapora göre, bina içerisinde temizlikten eser yoktur. Tutukluların,
yemeklerini kilise binası ile etrafındaki parmaklıklar arasında kendilerinin
yapıyor olması bu durumun başlıca nedenidir. Bu yüzden acilen mahkûmlardan
aylık toplanıp yemeklerin toplu halde yapılması istenmektedir. Tutukluların da
çoğu pis, bitli ve çamaşırları aylarca yıkanmamıştır. Ayrıca bina yetersizdir
ve başka bir binaya geçilmelidir. Raporun son kısmındaki tavsiye durumu daha
net göstermektedir. Buna göre beraat edenler temizlenmeden şehre bırakılmamalı
ve kilise binası boşaltıldıktan sonra 40 gün boş bırakılmalı ve sonra
temizlenmelidir. Bu rapor üzerine Havali Kumandanlığı, Mahkeme’ye 13 Mart
1926’da yazı yazarak Vilayet Sıhhiyesince tetkikat yapılması gerektiğini bildirmiştir.
Ancak daha sonra hapishanenin durumuyla ilgili ne gibi bir gelişme olduğuna
dair bir belge mevcut değildir.[293]
Yine Tevkifhane Müdürü Osman Nuri’nin 24
Temmuz 1925 tarihinde Mahkemeye yazdığı yazıdan anlaşıldığına göre tevkifhane
oldukça yetersiz ve kalabalıktır. Onun anlatımına göre tevkifhanenin kapasitesi
ancak 200 kişidir. Ancak o an itibariyle Mülkiye Tevkifhanesinde 561 mahpus
bulunmaktadır. Bir saat içerisinde de 179 mevkuf Diyarbekir’den gelecektir. Bu,
hem barınma hem de güvenlik noktasında sıkıntılar doğurmaktadır. Bu koşullar
altında idama mahkûm bir kişi kaçmaya çalışmış, bir onbaşıyı yaralamış ve
güçlükle zabtedilmiştir. Osman Nuri’nin bildirdiği bu durum İstiklal Mahkemesi
tarafından, Elaziz Havali Kumandanlığına ileterek şartların iyileştirilmesini
istemiştir. Ayrıca meydana gelen bu firar teşebbüsünde Muhafız Kıtasının çok
uyuşuk hareket etmesinin de neden olduğunu söylemiş ve hapishaneye
gönderilen “kıta zabitanın Türk, zeki, cesur ve cevval olmasını ve
efradın her halde Türk oğlu Türk ve muallem ve pişkin efrattan terkip
buyurulmasını” rica etmiştir.[294] Bu
tür problemler Diyarbekir Hapishanesinde de yaşanmaktaydı. Diyarbekir
Hapishanesinde uzun müddet duran bazı mahpusların problem çıkarmaları üzerine
3. Ordu Müfettişliği, o sırada Elaziz’de bulunan Mahkeme’ye yazı yazarak
hapishanede bulunan bazı kişilerin bir an önce muhakeme edilmesini istemişti.
Hatta Mahkeme’nin dönmesinin uzaması halinde bu kişileri Elaziz’e göndermeyi
uygun görmüştü.[295]
Bunun yanı sıra Elaziz hapishanesinden
firarlarda olmaktaydı. Örneğin 25 Eylül 1926’da idamına hükmedilen Çapakçurlu
Mahmud oğlu Mehmed hapishaneden firar ederek yine Çapakçur civarında eşkıyalığa
başlamış, hatta iki kişiyi de katletmiştir. Bunun üzerine Hapishane Müdürü,
Mahkeme’ye tevkifhanede bir gardiyanın olduğunu ve ikiye çıkarılması
gerektiğini, ayrıca tevkifhanenin muhafazasında 20 kişinin olduğunu, bu sayının
da 70’e çıkarılması gerektiğini, aksi takdirde yeni firarların olabileceğini
bildirmiştir. [296]
Hapishanede ölümlerde gerçekleşiyordu.
Keferzili Hasan Molla 18 Haziran 1926’da hapishanede ölmüştü. Doktor raporuna
göre lekeli humma 15 gün devam etmiş ve tifodan ölmüştür.[297] Ayrıca
26 Ocak 1926 tarihli bir belgeden anlaşıldığına göre Divan-ı Harb-i Örfi
mevkufları ile İstiklal Mahkemesi mevkufları hapishanede karışık halde
bulunmaktaydı.[298]
İstiklal Mahkemesi kurulduğundan itibaren
hapishanenin müdürlüğünü Osman Nuri yerine getirmiştir. Mahkeme’nin görevinin
sonlarına doğru Mahkeme, Millî Müdafaa Vekâleti’ne yazdığı yazı ile Osman
Nuri’nin fedakâr bir şekilde bu vazifeyi gördüğünü, hatta idam mahkûmları
tarafından yaralandığını bildirmişti. Ayrıca Mahkeme’nin görevi bitince Osman
Nuri’nin Elaziz’de kalmasını sakıncalı görmüş, burada kalırsa halkın her türlü
tecavüz, fenalık, suikast ve intikamına uğrama ihtimali olduğundan onun 3.
Ordu’ya nakli istenmiştir.[299]
Bunlardan ayrı olarak, Mahkeme 17 Mayıs
1341 tarihinde aldığı kararla maznun ve mevkufların ailelerine göndereceği ve
onlara gelecek olan mektupların İstanbul’da Polis Müdüriyeti, taşrada ise en
büyük mülki memurluklarca açılarak tedkik edileceğini ve sakıncalı bir durum
yok ise teslim edilmesini, aksi takdirde Mahkeme’ye gönderilmesini karara
bağlamıştı.[300]Ancak
Mahkeme dosyalarına bakıldığı zaman bazı mahkûmların idamlarından önce
ailelerine yazmış olduğu mektupların hâlâ Mahkeme dosyalarında olduğu
görülmektedir. Örneğin idam edilen Ankaralı İbrahim Edhem Hoca’nın ailesine
yazmış olduğu mektuplar dosyasında durmaktadır ve gerekli kişilere ulaştırılmadığı
anlaşılmaktadır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞEYH SAİD DAVASI VE İSYANIN NİTELİĞİ
Şeyh Said Davası
Şeyh Said Kimdir?
1865 Palu doğumlu olan Şeyh Said’in babası
Şeyh Mahmud Fevzi, annesi Gule Hanım’dır. Dedesi, Nakşibendi tarikatının
Halidiye koluna mensup Palulu Şeyh Ali Sebti’dir. Şeyh Ali Sebti’nin Halid
el-Bağdadi’nin ya da onun kardeşi ve halifesi olan Mahmud Sahib’in halifesi
olduğu kaydedilmektedir. Şeyh Ali Sebti, Diyarbekir’in Septi köyünden gelerek
Palu’nun Kasımiye mahallesine yerleşmiştir. Bir süre sonra Erzurum’un Hınıs
ilçesine göç etmiş ve daha sonra Palu’ya geri dönmüştür. Şeyh Ali Sebti’nin
ölümünden sonra, oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Mahmud Fevzi, Hınıs’a
geri dönmüştür. Şeyh Mahmud’un beş oğlundan birisi olan Şeyh Said, babasının
ölümünden sonra ailenin reisi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Piran
bölgesine göç eden Şeyh Said, savaş sonrasında tekrardan Hınıs’a yerleşmiştir.
Palu ve Hınıs’ta medreseler kuran ve müderrislik yapan Şeyh Said, dini ve
sosyal konularda ve aşiretler arası çatışmalarda halkın ilk olarak başvurduğu
bir kişi olarak ün kazanmıştır. [301]
Şeyh Said, İstiklal Mahkemesindeki
sorgusunda okuduğu medreseler ve aldığı derslerle ilgili şu bilgileri
vermiştir:
“Reis MüfidBey: Nerede tahsil ettiniz,
Şeyh SaidEfendi?
Şeyh Said: Muş ’ta, Malazgirt’te, Palu’da
tahsil ettim.
Reis Müfid Bey: Oralarda nerede tahsil
ettiniz, medresede mi okudunuz, kimlerden ders aldınız?
Şeyh Said: Evet, medreselerde okudum.
Palu’da Amcam Şeyh Hasanyanında okudum. Muş ’ta Fakı Mehmed Emin Efendi;
Malazgirt’te Abdülhakim ve Hınıs’ta da Musa Efendi’nin yanında okudum.
Reis Müfid Bey: Ne okudunuz Şeyh Efendi?
Şeyh Said: Envar,Muharrer, Nahiv, Sarf,Mantık,Meâni,
istiare, Beyan, Bediî, Akâid gibi şeyler okudum.
Reis MüfidBey: İstiare buyurdunuz, ne
demektir?
Şeyh Said: İstiare müşebbehi terk etmek,
istiare masdardır. Sarf sualini sorarsanız.
Reis MüfidBey: Akâid de okudunuz, değil
mi?
Şeyh Said: Evet, akâid de okudum.”[302]
Metin Toker; Şeyh Said’in çok zengin bir
kişi olduğunu, yanında sadece çoban olarak 120’ye yakın adamının bulunduğunu,
her yıl on sürüye yakın koyunu olduğunu ve bunları bizzat Halep’e kadar götürüp
satarak oradan mal aldığını yazmaktadır. Ayrıca Hınıs - Halep yolunun Şeyh
Said’in nüfuzu altında olduğunu söyleyen Toker, bunun hem Şeyh Said’in geniş
bir bölgede yaptığı ticari faaliyetlerden, hem de ailesinin akıllıca ve
isabetli bir şekilde yaptığı evliliklerden kaynaklandığını söylemektedir.[303]
Şeyh Said’in, evlilik yoluyla Hamidiye
Alayları Kumandanlarından ve Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti’nin
kurucularından olan Cibranlı Halid Bey ile akrabalığı bulunmaktaydı. Bununla
birlikte isyanda adı geçen önemli birçok kişinin Şeyh Said’in hısım veya
akrabası olduğu bilinmektedir. İstiklal Mahkemesi sanıklarından Fakih Hasan
ifadesinde bu duruma vurgu yapmıştır. Onun anlatımına göre; Şeyh Said, Şeyh
Abdullah’ın kayınpederidir. Şeyh Said’in iki kız kardeşi ve bir kızı Çan
şeyhleriyle evlidir. Çan şeyhlerinin bir kız kardeşi Said ile evli ve Ali
Rıza’nın annesidir. Çan şeyhinin bir kızı Hacı Sadık Bey’de, iki kızı da Hacı
İsmail Ağa’dadır. Yusuf Ağa ise Hacı Sadık Bey’in yeğeni ve damadıdır.[304]
Şeyh Said’in beş erkek kardeşi vardı.
Bunların bazıları isyana katılmış, bazıları ise muhalif kalmıştır. Şeyh Said
vermiş olduğu ifadede kardeşlerinden Mehmed Mehdi ve Abdurrahim’in kendi
müttefiki olduğunu, Şeyh Tahir’in kararsız kaldığını, Hınıs Müftüsü Şeyh
Bahaeddin’in kendisine muhalif olduğunu, yine Hınıs’ta bulunan bir diğer
kardeşi Ziyaeddin’in fikrini bilmediğini söylemiştir. Ayrıca Şeyh Said’in beşi
kız, beşi erkek on çocuğu vardı. Yine kendisinin ifadesine göre erkek
çocuklarından Ali Rıza, Gıyaseddin ve Selahaddin isyana iştirak etmişti.
Diğerleri ise henüz küçüktü.[305]
Şeyh Said ve Arkadaşlarının Yargılanma
Süreci
15 Nisan 1925’te yakalanan Şeyh Said’in
ilk ifadesi Varto Müstantikliği (Sorgu Hâkimliği) tarafından 16 Nisan’da
alınmıştı. İcra Vekilleri Heyetinin 15 Nisan 1925 tarihli toplantısında Şeyh
Said ve arkadaşlarının muhakemelerinin Diyarbekir’de görülmesi kararı
alındıktan sonra Şeyh Said ve beraberindeki 39 kişi, 6 Mayıs’ta Diyarbekir’e
getirilerek Mülkiye Hapishanesine teslim edildi.[306] Hapishaneye
teslim edildiklerinde Şeyh Said’in 250, Şeyh Abdullah’ın 80 ve Binbaşı Kasım
Bey’in 96 madenî lirası ayrıca Şeyh Said ve Kasım Bey’in birer altın saati
bulunmaktaydı. Bunlar Hapishane tarafından alınmış, daha sonra talepleri
üzerine kendilerine iade edilmişti. Şeyh Said, Diyarbekir’e getirildikten sonra
Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Bey tarafından 21 Mayıs tarihinde
ifadesi tekrar alındı.[307]
Bundan sonra Savcı Ahmed Süreyya, Şeyh
Said ve 37 kişi hakkında hazırlamış olduğu 70 numaralı iddianameyi, 23 Mayıs’ta
mahkemeye sundu.[308] 25
Mayıs’ta Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na göre, mahkeme heyeti önüne çıkarılan
sanıkların hüviyetleri tespit edildi ve muhakeme esnasında kendilerine yardımcı
olmak üzere avukat intihap edip etmedikleri soruldu. Hiçbirinin avukat
tutmadığı anlaşılınca, avukat tutmaları sanılara bildirildi.[309]
Şeyh Said ve 37 sanığın muhakemesi 26
Mayıs’ta başladı. O gün sorgulara geçilmeden önce, Hacı Mehmed Sadık bin
Hüseyin de davaya dâhil edildi. Böylece Şeyh Said davasındaki maznun sayısı 39
oldu. Zabıt Kâtibinin iddianameyi okuması ve Savcı Ahmed Süreyya’nın davanın
içeriğini açıklamasının ardından mahkeme heyeti tarafından Şeyh Said’in
sorgusuna geçildi. O gün yalnız Şeyh Said’in sorgusu yapıldı. Daha sonra Şeyh
Said, Kasım Bey, Şeyh Abdullah, Şeyh İsmail ve Şeyh Şerif hakkında Savcılığın
hazırlamış olduğu 21 Mayıs tarihli muvacehenamenin okunmasının ardından; Savcı
Ahmed Süreyya söze girerek Şeyh Said’in müdafaasını yaparken kullandığı bazı
ifadelere itirazla, Şeyh Said’in daha önce verdiği ifadelerle muhakeme
sırasındaki ifadeleri arasında bazı çelişkiler olduğunu söyleyerek Şeyh Said’in
hem savcılık hem de Varto Müstantikliği tarafından tutulan ifadelerinin
okunmasını istedi. Savcının isteği üzerine bu iki ifade okundu ve ardından
Savcı Ahmet Süreyya Bey’in, Şeyh Said’e bazı sorular yöneltmesiyle o gün Şeyh
Said’in sorgusu tamamlandı.[310]
26 Mayıs’taki duruşmanın sonunda Savcı’nın
talebi doğrultusunda Nakib Bekir Sıdkı Bey, Cemilpaşazade Ekrem Bey, Kadri Bey,
Memduh Bey, Cevdet Bey, Muhittin Bey ile Çan Şeyhlerinden Şeyh Hasan ve
arkadaşlarının (toplam 14 kişi) davaya dahil edilme kararı alındı. Ayrıca
yakalandığı anlaşılan Şeyh Şemseddin’in evrakının Divan-ı Harp’ten
getirilmesine karar verilerek dava 30 Mayıs Cumartesi gününe ertelendi.[311]
30 Mayıs Cumartesi günü, önceki celsede
muhakemelerinin birleştirilerek yapılmasına karar verilen şahıslar da mahkemeye
getirildi. Hüviyetleri tetkik edildikten sonra gerekli kanuni ihtarların
yapılması, zabıt kâtibinin haklarındaki iddianameyi okuması ve savcının
teşrih-i davada bulunmasından sonra tekrar Şeyh Said’in sorgusuna geçildi. Kısa
bir sorgudan sonra dava dosyasında bulunan yüzden fazla mektup ve dava evrakı
teker teker okundu. Ardından 8 sanığın (Şeyh Abdullah, Kasım Bey, Şeyh İsmail,
Şeyh Abdüllatif, Hacı Halid Bey, Abdülhamit Bey, Kamil Bey, Kasım Bey’in yeğeni
Reşid) sorguları tamamlandı ve muhakeme 1 Haziran 341 tarihine ertelendi.[312]
1 Haziran Salı günkü muhakeme Aşiret
Süvari Alayı Binbaşı İsmail Efendi’nin sorgusuyla başladı ve toplamda 26
kişinin sorgusu yapıldı. Günün sonunda Savcı’nın talebi doğrultusunda Malazgird
Mal Müdürü Şükrü Efendi ve Yüzbaşı Ali Avni Efendi’nin davaya dahil
edilmelerine karar verilerek muhakeme 7 Haziran Pazar gününe ertelendi.[313]
7 Haziran Pazar günü muhakemenin
başlamasıyla birlikte 48 numaralı kararla; maznunlardan Hanili Mustafa Bey’in
zevcesi Kadriye Hanım ve hizmetçisi Hatice Hanım hakkında beraat, yine Mustafa
Bey’in kızı Hamide Hanım ile uşağı Hasan hakkında daha önce Divan-ı Harp
tarafından men-i muhakeme kararı verilmiş olduğundan tahliye kararları verildi.
Bu kararın ardından 8 sanığın daha muhakemesi tamamlandı ve günün sonunda
isyanın sebeplerinden biri olduğu gerekçesiyle 5 gazetecinin davaya dahil
edilmelerine karar verilerek, muhakeme 8 Haziran Pazartesi gününe ertelendi.[314]
Muhakeme, 8 Haziran Pazartesi günü Demirci
oğlu Süleyman’ın sorgusuyla başladı ve toplamda 10 kişinin sorgusu tamamlandı.
Günün sonunda Genç Valisi İsmail Hakkı Bey ile Çapakçur Kadısı Ali Rıza
Efendi’nin davaya dahil edilmesine karar verilerek muhakeme 9 Haziran tarihine
ertelendi.[315]
9 Haziran’da Kaymakam Hüseyin Hilmi Bey’in
sorgusuna kaldığı yerden devam edildi. Ardından Liceli Tahir ve İzzet Beyzade
Mehmed Bey’in davaya dahil edilmesine karar verilerek onlarında
yargılanmasından sonra Hanili Mustafa, Salih Beyler ile Hasan bin Salih’in
sorgusu yapıldı ve muhakeme 14 Haziran’a ertelendi.[316]
Haziran’da 10 kişinin sorgusu yapıldı.
Sorgusu yapılan kişilerden Binbaşı Kasım Bey’in babası Ahmed Ağa hakkında isyanla
alakalı bir belge olmadığından 49 numaralı kararla beraatına karar verildi.
Ayrıca Madenli Kadri Efendi ve Monla Mahmud o gün davaya dahil edilerek
muhakemeleri yapıldı. Günün sonunda muhakeme 15 Haziran’a ertelendi.[317]
Haziran’da Genç Valisi İsmail Hakkı Bey ve
Nahiye Müdürü Tayyib Ali Bey’in sorguları yapılarak muhakeme 19 Haziran gününe
ertelendi.[318]
19 Haziran’da ilk olarak Çapakçur Hâkimi
Ali Rıza Efendi ile Şeyh Şemseddin’in sorguları yapıldı. Ardından Darahini
Müftüsü İlyas Efendi ile Hanili Mustafa Bey’in oğlu Mahmud Bey’in davaya dahil
edilmeleri kararının verilmesinden sonra sorguları tamamlandı. Ardından Genç
eski Mebusu Hamdi Bey ve Palu Jandarmalarından Mustafa şahit olarak mahkemede
dinlendikten sonra Cemilpaşazadelerin sorgusuna geçildi Cemilpaşazade Ekrem,
Ömer, Cevdet, Kadri, Memduh ve Muhittin Beylerin sorguları tamamlandıktan sonra
Nakib Bekir Bey’in sorgusu yapıldı.
Sorguların tamamlanmasının ardından Savcı
söze girerek şimdiye kadar isyanla aslen veya feran zi-medhal (ikinci dereceden
fail) olan 74 kişinin muhakemesinin yapıldığını, bunlardan başka bu davaya
dahil edilmesine rağmen halen muhakemesi yapılmamış olan kişilerin davalarının
ayrılmasını talep etti. Bunun üzerine Mahkeme heyeti tarafından henüz sorgusu
yapılmayan Mal Müdürü Şükrü ve gazetecilerin davalarının ayrılmasına karar
verildi. Ardından dava evrakının tedkik edilmek üzere Savcılık makamına teslim
edilmesine ve sanıkların da son savunmalarını hazırlamaları için mühlet
verilmesine karar verilerek muhakeme 20 Haziran’a ertelendi.[319]
20 Haziran’daki duruşma Savcı Bey’in
konuşmasıyla başladı. Savcı Ahmed Süreyya Bey isyanın sebeplerini kısaca
özetledi ve her bir maznun hakkındaki son mütalaasını sundu. Savcı Bey
isimlerini teker teker verdiği bu şahıslardan başta Şeyh Said olmak üzere 53
kişinin isyanın asıl failleri olduğunu ve cezalandırılmalarını talep etti.
Ardından Rüştü Efendi’nin adem-i mesuliyetini, 6 kişinin fer’an zi-medhal
(ikinci dereceden dahil) olarak mücrimiyetlerini, Vali İsmail Hakkı Bey’in
tekasül ve terahi fiilinden dolayı cezalandırılmasını ve geriye kalan diğer
kişilerin de haklarında masumiyet kararı verilmesini talep etti. Ardından
kimisi sözlü olarak kimisi de yazılı olmak üzere maznunlar son müdafaalarını
yapmaya başladı. O gün Şeyh Said başta olmak üzere 61 kişi müdafaasını yaptı ve
muhakeme 28 Haziran’a ertelendi.[320]
28 Haziran’da maznunların savunmaları
devam etti. 15 kişinin daha savunmasını yapmasının ardından muhakeme son buldu
ve mahkeme heyeti, maznunlar hakkında kararını açıkladı. Toplamda 92 kişinin
sanık olarak yer aldığı muhakeme sonunda 47 kişi hakkında idam kararı, 9 kişi
hakkında da çeşitli cezalar verildi. 30 kişi beraat etti, 6 kişinin dosyası da
başka bir zamanda görülmek üzere ayrıldı. Ayrıca mahkemenin yargı sahası
içerisinde bulunan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verildi.[321]
Şeyh Said Dosyasında Yargılanalar ve
Aldıkları Cezalar
Şeyh Said ile aynı davada maznun olarak
toplam 92 kişi yargılandı. Yargılama sonunda 47 kişi idam edilmiş, 9 kişi
hakkında çeşitli cezalar verilmiş, 30 kişi de beraat etmiştir. Ayrıca 6 kişinin
dosyası da ayrıca görülmek üzere ayrılmıştır. Bu 92 kişin ismi ve aldıkları
cezalar şöyledir:
İdam Edilenler
Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Mehmed Said
Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Abdullah
Şeyh Hasan oğlu Şeyh İsmail
Şeyh Hasan oğlu Şeyh Abdüllatif
Hacı Yusuf oğlu Hacı Halid
Halid oğlu Kamil Bey
Hacı Halid oğlu Molla Emin
Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali
Halil oğlu Mehmed Ağa
Halid oğlu Baba Bey
Esat oğlu Timur Ağa
Kamil oğlu Abdüllatif Bey
İbrahim oğlu Mehmed
İbrahim oğlu Süleyman
Selim oğlu Bahri Bey
Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Cemil
Yusuf oğlu Çerkes
Mehmed oğlu Halid
Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Şerif
Hasan oğlu Süleyman
Hüseyin oğlu Ali Badan
Selim oğlu Yusuf
Halil oğlu Molla Cemil
Hacı Süleyman oğlu Fakih Hasan Fehmi Efendi
Hüseyin oğlu Hacı Sadık Bey
Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh İbrahim Efendi
Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh Ali Efendi
Şeyh Halid Efendi oğlu Şeyh Celal Efendi
Ahmed Efendi oğlu Şeyh Hasan Efendi
Demirci Ömer oğlu Süleyman
Rüstem oğlu Ali (Arap Abdi)
Şerif oğlu Süleyman
Şerfi oğlu Hamid
Nadir oğlu Halid Nadir
Mehmed oğlu Tahir
Mehmed oğlu Tahir Efendi
İzzet oğlu Mehmed Bey
Hacı Ali oğlu Mustafa Bey
Şeyh Ali oğlu Şeyh Abdullah
Şeyh Bekir oğlu Şeyh Ömer
Şeyh Mehmed oğlu Şeyh Adem
Said oğlu Salih Bey
Hasan Fahri oğlu Kadri Efendi
Reşid oğlu Molla Mahmud
Şeyh Yusuf oğlu Şeyh Şemseddin
İsmail oğlu Tayyib Ali Bey
Mustafa Bey oğlu Mahmud Bey
Çeşitli Cezalar Alanlar
Sultan oğlu Hüseyin Hilmi Efendi (15 sene kürek)
Süleyman oğlu Abdülmecid Efendi (10 sene kürek)
Maksud oğlu Mehmed Mihri Efendi (10 sene kürek)
Kasım oğlu Ekrem Bey (10 sene kürek)
Yahya Efendi oğlu Ali Avni Efendi (10 sene kürek)
Salih Bey oğlu Hasan (10 sene hapis)
Mahmud Bey oğlu Örfi (3 sene hapis)
İlyas Fevzi oğlu İsmail Hakkı Bey (1 yıl hapis)
Ali Rıza Efendi (Hudud-ı millî haricine çıkarılma)
Beraat Edenler
Ahmed oğlu Kasım Bey
Nadir oğlu Molla Abdülhamid
Ahmed oğlu Reşid
Ali oğlu İsmail
Ahmed oğlu Reşid
Mehmed oğlu Maksud
Mahmud oğlu Hüseyin
Haydar oğlu Nimet
Mehmed oğlu Ahmed
İsmail oğlu Niyazi Efendi
Hasan oğlu Ali
Faris oğlu Mehmed Salih Efendi
Cemilpaşazade Ömer Bey
Cemilpaşazade Cevdet Bey
Cemilpaşazade Kadri Bey
Cemilpaşazade Memduh Bey
Cemilpaşazade Muhittin Bey
Hacı Mesud Efendi oğlu Bekir Sıdkı Bey
Ahmed oğlu Süleyman
İsmail oğlu Ahmed
Süleyman oğlu Rüştü Efendi
Şeyh Yunus kızı Kadriye Hanım
Mustafa kızı Hamide Hanım
Şeyh Ali kızı Hatice Hanım
Yusuf oğlu Hasan
Süleyman oğlu Ahmed Ağa
Ahmed Ağa oğlu Ali
Ahmed Ağa oğlu Cündi
Molla Fethullah oğlu Molla İlyas Efendi
Hacı Sadullah oğlu İbrahim Bey
Davası Ayrılanlar
Şükrü Efendi
Eşref Edib
Velid Ebuzziya
Sadri Edhem
Fevzi Lütfi
Abdülkadir Kemali
Şeyh Said İle Aynı Dosyada Yargılananlar
Hakkında Ayrıntılı Bilgiler
Şeyh Said
Şeyh Said ile ilgili daha önce bilgi
verildiği için burada tekrar edilmemiştir.
Şeyh Abdullah
Şeyh Mahmud oğlu Şeyh Abdullah, Genç
doğumlu Melekanlı, 38 yaşında, Medrese ve Postnişin, Şeyh Said’in damadı.
İsyan’ın başlamasından sonra Şeyh Said
tarafından Girvas ve Muş cephelerine kumandan olarak tayin edildi. Muş ve
birkaç cephede kumandanlıklarda bulunmuş olmasına rağmen kendi ifadesinde
hiçbir hücuma kumandanlık etmediğini, hem Muş’ta hem de Varto’da halkı
yatıştırmak ve isyancıları döndürmek istediğini, Hükümete bazı itirazları
olmasına rağmen isyana taraftar olmadığını söylemiştir. Bunun yanında Varto’nun
işgalinden sorumlu tutulan Şeyh Abdullah; Varto’yu kendisinin işgal etmediğini,
işgalden sekiz saat sonra şehre girdiğini ifade etmiştir.
Kendisinin “kumandan” unvanıyla ismi geçen
bazı mektupları inkâr ederek, bu mektupların kendi adına başkaları tarafından
yazıldığını, böylece kendisinin de bu işin içine sokulduğunu iddia etse de bazı
mektuplar kendisine gösterilince mektupların kendisinin olduğunu kabul etmiş,
mektupların cebren yazdırıldığını söylemiştir.[322]
Mahkemede okumuş olduğu müdafaanamesinde
de İsyan’ın başından sonuna kadar hükümetin lehine ve isyancıların aleyhine
çalıştığını, isyancılar arasında hükümete dehalet kapısını (teslim olmayı)
kendisinin açtığını ve böylece Kasım Bey’in Şeyh Said’i tevkif etmesine sebep
olduğunu söyledikten sonra, teslim ve tesellüm arasında fark olduğunu
söyleyerek mahkemenin karar verirken bu durumu göz önüne almasını istemiştir.
İsyana iştirak ve kumandanlık ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri bulunan
Şeyh Abdullah hakkında idam kararı verilmiştir.[323]
Binbaşı Kasım Bey
Müteakid Binbaşı Ahmed oğlu Kasım Bey,
Cibranlı aşiretinden olup, Varto’nun Kolan karyesindendir. Kasım Bey,
Harbiye’den 1897 çıkışlıdır ve 1915 tarihinde binbaşılığa tayin edilmiştir. I.
Dünya Savaşı’nın ilk iki senesinde Mürsel Paşa’nın kumandanı olduğu Süvari
Fırkası’nda, çeşitli cephelerde bulunmuştur. 1918’de İran’da Hemedan sınırına
yakın bölgede Altıncı Ordu emrinde iken Mondros mütarekesinin imzalanması ile
birlikte terhis edilmiştir.[324] İsyan
başladığı zaman 41 yaşında olan ve Varto’nun Gümgüm kasabasında oturan Kasım
Bey, Şeyh Said’in bacanağıdır. Cibranlı Halid Bey’in bir kardeşi Şeyh Said ile
diğer kardeşi de Kasım Bey’le evliydi.[325]
Şeyh Said ile birlikte isyana iştirak
suçlamasıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş olan Kasım Bey, 15 Nisan 1925’te
Abdurrahmanpaşa Köprüsü’nde Şeyh Said’i tutarak Hükümet güçlerine teslim eden
kişidir. Mahkemede, bölgedeki Kürtçülük faaliyetleri, eski Bitlis mebusu Yusuf
Ziya ile yaptığı görüşme ve burada öğrendiği Kürdistan İstihlas ve İstiklal
Cemiyeti hakkında o ana kadar bilinmeyen birçok bilgiyi açıklamıştır. Bunun
yanında Cibranlı Halid Bey ile Şeyh Said’in görüşmesi hakkında da bilgiler
veren Kasım Bey, İsyan’ın arkasına İngiliz parmağı ve parası olduğunu
söylemiştir.
Esasen, Kasım Bey’in isyana fiilen ve
silahlı olarak iştirak ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır.
Gümgüm kasabası Muhtarı Mehmed oğlu Sofi, Gümgüm Tapu Memuru Ziya Efendi ve
Gümgüm kasabası Heyet-i İhtiyariyesinden Abdullah oğlu Hasan; şahit olarak
vermiş oldukları ifadelerinde Kasım Bey’in İsyan hareketine silahlı olarak ve
maiyeti ile birlikte iştirak ettiğini ihbar etmişlerdir.[326]
Ayrıca mahkeme dosyasında -muhtemelen-
savcılık tarafından tutulmuş olan defterde Kasım Bey’in Şah Hüseyin adında
birine yazdığı mektupta şu cümlelerin geçtiği vurgulanmıştır: “Buraya
gelenler eşkıya değil, sizi eşkıya Türklerden kurtardı. Bilatehir yerinize
geliniz. Bulan (Lolan) ve Hormek rüesası ile birlikte emniyet için hemen
Şeyh’in ziyaretinize geliniz” Yine aynı defterde Kasım Bey’in
hizmetkârı olan ve onunla birlikte İsyan’a iştirak edip bu sebeple Divan-ı
Harp’te yargılanarak idam edilen Ahmed’in vermiş olduğu ifadesinde, efendisi
Kasım Bey’le beraber kaçtıklarını, mağlubiyet üzerine teslim olduklarını ve
Kasım Bey’in, Şeyh Said’in yakalanmasını kolaylaştırdığını söylediği
yazmaktadır.
Savcılık, Kasım Bey’le ilgili kanaatini bu
defterde şu şekilde yazmıştı: “Bu Kasım Bey daha bidayet-i Isyan’da
biraderleri ve tevabiiyle beraber isyana fiilen ve müsellahan iştirak etmiş ve
ilim ve irfanı ve Türk ordusundaki tecâribi hasebiyle müktesebat-ı İlmiyesini
usat lehine sarf etmiş ve Şeyh Said ve diğer rüesa-yı usatın düşünemediği
tertibatı bu düşünmüş ve aynen tatbik etmiştir. Ahiren dehalet ve Şeyh Said’in
derdestine az çok say’ etmesi aleyhlerine teveccüh eden mağlubiyetten nâşidir.
Şeyh Said’ten fazla ika-ı mazarrat etmiştir. ” Yani savcılık Kasım
Bey’i Şeyh Said kadar suçlu ve İsyan’ın başarısız olacağını anladığı zaman
canını kurtarmak için Şeyh Said’i Hükümet’e teslim eden bir asi olarak görmekte
idi.[327]
Kasım Bey asilerin arasında bulunmuş,
şahit ifadeleri ve raporlara göre de İsyan’a iştirak etmişti. Ancak o,
mahkemede verdiği ifadelere göre, daha isyan başlamadan, bölgedeki gelişmeleri
hükümete ihbar eden hatta Mustafa Kemal Paşa’yı bizzat bilgilendiren kişidir.
İhbarları sayesinde Azadi’nin kurucularının yargılanmasına sebep olmuştur.
Müdafaasında “1335 (1919) senesinden beri âmâl ve makâsıd-ı hükümetten
başka bir şey ile alakadar değilim ve sadakat ve merbutiyetimden ez-serimu
inhiraf etmedim.” diyen Kasım Bey, asilerle birlikte olduğu sürede
onların esiri olduğunu ve o süre içerisinde gizlice hükümetin maksadı
doğrultusunda çalıştığını ve Şeyh Said’i yakalatarak isyan ateşini söndürdüğünü
ifade etmişti. Mumcu’ya göre de, Kasım Bey en başından itibaren, yaptığı
ihbarlarla hükümetin bir ajanı idi.[328] Ancak
Kasım Bey, en başından itibaren hükümetin ajanı gibi görünse de zaman
içerisinde birkaç defa fikir ve tavır değişiklikleri yaşadığı anlaşılıyor.
Örneğin isyandan önce 18 Nisan 1923
yılında Cibranlı Halid, Kasım Bey’e yazdığı mektupta:“1335’te ise ben
mutedil sen ise müfrit idin. Şimdi bililtizam fikrime muhalefet ediyorsun” demektedir.
Dava dosyasında bulunan ve 1923 yılı içerisinde yazılan beş mektupta Kasım
Bey’in Kürtçülük hareketlerine muhalif tavırlar içerisinde olduğu anlaşılıyor.
Ancak daha sonra yukarıda bahsedildiği gibi isyana katıldığına dair rapor ve
ifadeler vardır. Bu durumda Kasım Bey’in isyan başladıktan sonra isyancılara
katıldığı ama isyanın başarısız olacağını anladıktan sonra kendi canını
kurtarmak için Şeyh Said’i hükümete teslim etmiş olduğu sonucu ortaya
çıkabilir. Bunu destekler nitelikte 16 Mayıs 1925 tarihinde savcı tarafından
alınan ifadesinde Kasım Bey şunları söylemiştir: “Ben usattan
(isyancılardan) dahi olsam. Yani bir zaman için olsun usata iştirak etmiş bile
bulunsam. Hükümetin emir ve arzusuna tebean Şeyh Said’i tutup teslim ettiğim
için bizat ve bu hususta bana muavenet eden arkadaşlarımın mazhar-ı muavenet ve
aflarını ve hatta mazhar-ı mükafat olmaklığımı talep ve istirham ederim”[329]
Savcı da son mütalaasında Kasım Bey’in
gerçekte asilerin arasında bulunmuş olmasına rağmen birçok asinin firar
etmesine mani olması ve yine birçok asinin hükümete teslim olması için
teşebbüste bulunmasından dolayı beraatını istemişti. Yargılamanın sonunda hem
Kasım Bey, hem de Şeyh Said’in yakalanmasında yardımcı olan akrabaları hakkında
beraat kararı verilmiştir. Ancak Kasım Bey’le birlikte beraat eden babası ve
kardeşleri çok geçmeden yeniden İstiklal Mahkemesinde hâkim karşısına çıktılar.
Haklarında yapılan bir ihbar sonrasında, hükümet aleyhinde propaganda yapmak
suçlamasıyla ifadeleri alınarak 1 Kasım 1342 tarihinde İstiklal Mahkemesine
sevk edilen Kasım Bey’in babası ve kardeşlerinin, Savcı’nın talebi
doğrultusunda tutuksuz olarak yargılanmasına karar verilmiş, ardından 4 Mart
1926 tarihinde yapılan muhakemeleri sonrasında 396 numaralı kararla yeniden
haklarında beraat kararı verilmiştir.[330]
Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif
Şeyh İsmail Diyarbekir’de post-nişindir.
Şeyh Abdüllatif ise onun hem kardeşi hem de mürididir. Aslen Cizreli olan bu
iki kardeş Diyarbekir’in Tirmil Karyesinde oturmaktaydılar. Şeyh İsmail 36,
Şeyh Abdüllatif 30 yaşındaydı. İki kardeş 15 Nisan’da Şeyh Said’den ayrıldıktan
sonra, Abdurrahmanpaşa Köprüsü’ne bir iki saat mesafedeki Çerkes köyünde
Çerkesler tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmişlerdi.
Bu iki kardeş Şeyh Said’in Diyarbekir’i
aldıktan sonra İngilizlerle irtibata geçeceğini, Cemilpaşazadelerle irtibat
halinde olduğunu ve isyanın amacının Kürdistan kurmak olduğunu söylen birkaç
sanık arasında yer almaktadırlar. Ancak bunların ifadelerinde bazı çelişkilerin
olmasının yanı sıra Şeyh Abdüllatif, mahkemenin ilk günlerinde verdiği bazı
ifadeleri daha sonraki günlerde değiştirerek yalan ifadede bulunduğunu
söylemişti.
Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif,
ifadelerinde İsyan’a katıldıklarını inkâr etmelerine rağmen Şeyh Said bu
ikisinin kendilerine iştirak ettiğini, hatta Şeyh İsmail’i Bozan Bey ve Şeyh
Eyüp’le görüşmek üzere Karacadağ’a gönderdiğini ve bu iki kardeşin asker
getirmek için köylere gittiklerini söylemiştir. İki kardeş bu iddiaları da
reddetmiş ve Şeyh İsmail, Şeyh Said’i kendisine iftira etmekle suçlamıştır.
Yargılama sonunda İki kardeş hakkında muhakeme sonunda idam kararı alınmıştır.[331]
Hacı Halid
Hacı Yusuf oğlu Hacı Halid, elli iki
yaşında, rençber, Boğilan karyesinden.
İfadesinde kerhen isyancılarla beraber
olduğunu, asker geldiğinde korkusundan kaçtığını söylemiş ve isyana iştirak
ettiğini inkâr etmiştir. Savcılık tarafından tutulan defterde bu şahıs hakkında
herhangi bir evrak ve vesikaya tesadüf edilemediği söylenmekle birlikte, bazı
şahitlerin bu kişinin isyana iştirak ettiğine dair ifadelerinin olduğu
yazmaktadır. Hacı Halid hakkında idam kararı verilmiştir.[332]
Abdülhamid Bey
Nadir oğlu Abdülhamid, elli beş yaşında,
aslen Şuşar’ın Kırıkan karyesinden olup Genç’in Melekan karyesinde ikamet
etmekteydi.
Abdülhamid Bey ifadesinde İsyan’a iştirak ettiğini
kabul etmemiştir. Yakalandıktan sonra 17 Nisan’da Varto’da alınan ifadesinde,
bazı aşiret reislerinin Şeyh Abdullah’a hitaben: “Ingilizlere müracaat
ediniz” diye söylediğini, ancak Şeyh Abdullah’ın cevaben “Artık
zamanı geçmiştir.” diye karşılık verdiğini söylemişti. Ancak
mahkemedeki sorgusu sırasında “Böyle bir şeyden haberim yok” demiştir.
Bazı sanıklar onun bir müddet asilerle beraber gezdiğini söylemelerine rağmen
Abdülhamid Bey hakkında dosyasında herhangi bir evrak bulunmamaktadır.
Yargılamanın sonunda İsyan’la alakadar olduğuna dair yeterli delil olmadığından
hakkında beraat kararı verilmiştir.[333]
Kâmil Bey
Halid Bey oğlu Kamil Bey, Cibranlı
aşiretinden, 58 yaşında, Oğnut’un Kanireş köyünden.
Kâmil Bey ifadesinde İsyan’a iştirak
etmediğini söylemiştir. Ancak başta Şeyh Said olmak üzere birçok maznunun Kamil
Bey’in isyana iştirak ettiğine dair ifadeleri vardır. Bunun yanında savcılık
tarafından tutulan defterde Kâmil Bey için şunlar yazılıdır: “Kamil
Bey’in bulunduğu cephelerden Emirulmücahidin ve vekili Hasan Fakih’e ve sair
rüesa ile meşayihe hitaben yazdığı daha birçok harp raporları, mektuplar ve
talimatnameler mevcuttur.” Yargılama sonunda hakkında idam kararı
verilmiştir.[334]
Kargapazarlı Reşid
Ahmed Ağa oğlu Reşid, otuz yaşında,
okuryazar, Genç Vilayetine tabi Oğnut’un Kargapazar karyesinden, evli ve
çocuklu, Binbaşı Kasım Bey’in yeğeni.
İfadesinde isyana iştirak etmediğini ancak
askerlerin Varto’ya geldiği zaman Hormek aşiretinin köylerine geldiğini ve bu
yüzden korkarak kaçtığını, ardında Kasım Bey’e iltihak ederek bir süre Şeyh
Said ile birlikte gezdiğini ve Kasım Bey’in emri ile Abdurrahmanpaşa
Köprüsü’nde Şeyh’i yakaladığını söylemiştir. Bunun yanında Şeyh Said ise
ifadesinde Meneşküt’e geldiği zaman isyan meselesi hakkında bu kişi ile
müzakerede bulunduğunu söylemiştir. Ayrıca 25 Mart 1925 tarihli zabıt
varakasında Reşid’in isyancılarla birlikte Gümgüm’ün işgaline fiilen iştirak
ettiği yazmaktadır. Mahkemedeki yargılamasında da aynı iddialar dile
getirilmekle birlikte hakkında beraat kararı verilmiştir.[335]
Binbaşı İsmail Efendi
Ali Ağa oğlu İsmail Bey, eski aşiret
süvari binbaşı, 55 yaşında, Cibranlı aşiretinden, Varto’nun Karkarut köyünden
İsmail Efendi ifadesinde İsyan’a iştirak
etmediğini söylemektedir. Ancak Şeyh Said ifadesinde onun için “Bizim
müttefikimizdir” demiştir. Ayrıca Gümgüm Tapu Memuru Ziya Efendi’nin
şehadetinde ve 25 Mart 1925 tarihli zabıt varakasında, İsmail Bey’in
isyancılara iltihak edip Gümgüm’ün işgaline fiilen iştirak ettiği yazmaktadır.
Bu ifadelere rağmen Savcı; İsmail Bey’in, Binbaşı Kasım Bey’in emri altında
çalışmış olduğu sabit olduğundan, beraatını istemiş ve hakkında beraat kararı
verilmiştir.[336]
Monla Emin
Hacı Halid oğlu Monla Emin, 30 yaşında,
ilim tahsili ile meşgul, aslen Melekan karyeli olup Muş’un Girvas karyesinde
ikamet etmekte.
Monla Emin, mahkemede İsyan’a iştirak
etmediği yönünde ifadeler vermiş ve müdafaasında: “isyan esnasında
birfenalığa meydan vermemek için Şeyh Abdullah ile birlikte çalıştık” demiştir.
Ancak 17 Nisan’da, Varto’da yapılan sorgusunda isyana iştirak ettiğine dair
ifadesi vardır. Şeyh Said de Meneşküt’e geldiği zaman, vaziyet ve isyan
hakkında onunla müzakerede bulunduğunu söylemektedir. Ayrıca Şeyh Said’in oğlu
Ali Rıza’ya ait olup Monla Emin’in üzerinden çıkan ve Diyarbekir’in sükûtu ile
İngilizlerle muhabereye dair olduğu belirtilen mektubu, Varto’da alınan ifadesinde
okumuş olduğunu söylemesine rağmen muhakeme esnasında okuduğunu inkâr etmiştir.
Monla Emin hakkında isyana iştirakten idam kararı verilmiştir.[337]
Şeyh Ali
Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali, 70 yaşında,
Postnişin, Hacıbey mahallesinden.
Varto’da alınan ifadesinde Şeyh
Abdullah’tan mektup aldığını itiraf eden Şeyh Ali, muhakemesi sırasında isyana
iştirakini ve Şeyh Abdullah’tan aldığı mektubu inkâr etmiş ve “Benim
okumam yok, ifademi okumadan imzaladım.” demiştir. Bununla birlikte
Elaziz Belediye Başkanlığı’nın 17 Mayıs 1925 tarihli bir takririnde Şeyh
Ali’nin maiyetiyle birlikte Elaziz’in işgalinde bulunduğu ve Belediye sandığını
açarak paraları aldığı yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[338]
Mehmed Ağa
Halil oğlu Mehmed Ağa, 28 yaşında,
Oğnut’un Kargapazar köyünden, ağavattan.
Mahkemede İsyan’a iştirak etmediğini
söylemiştir. Ancak şahitlerin ifadesi ile Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği
sabit görülmüştür. Ayrıca 20 Nisan 1925 tarihli zabıt varakasına göre, Şeyh
Said’in oğlu Ali Rıza’nın emri üzerine, Ali Rıza ile birlikte Müfreze Kumandanı
Mahmud Bey’in üzerindeki parayı aldığını itiraf etmiştir. Mehmed Ağa hakkında
idam kararı verilmiştir.[339]
Baba Bey
Halid Bey oğlu Baba Bey, Cibranlı
aşiretinden, 30 yaşında, Aşiret alay kumandanlığı vekilliğinde bulunmuş,
Oğnut’un Toklıyan köyünden.
Mahkemede İsyan’a iştirak etmediğini
söylemiştir. Ancak başta Şeyh Said ve Şeyh Abdullah, onun kendileriyle birlikte
hareket ettiklerini söylemişlerdir. Şahitlerin ifadeleri, raporlar ve mektuplar
da Baba Bey’in Varto’nun işgaline iştirak etmiş olduğu ve isyanın mühim
simalarından olduğu yönündedir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[340]
Bazikanlı Reşid
Ahmed Ağa oğlu Reşid, Cibranlı
Aşiretinden, otuz altı yaşında, rençber ve alışveriş ile meşgul, Bazikan
karyesinden, evli ve çocuklu, Binbaşı Kasım Bey’in kardeşi.
Reşid ifadesinde Şeyh Abdullah’ın ısrar ve
zorlamasıyla İsyan’a iştirak ettiğini itiraf etmiştir. Ayrıca Gümgüm İhtiyar
Heyetinden Abdullah, verdiği ifadede bu kişinin isyancılara iltihak ederek
Gümgüm kasabasının işgaline iştirak ettiğini gördüğünü söylemiştir. Reşid,
Mahkemede de aynı şekilde ifade vermiş, zorla isyancılarla birlikte olduğunu
söylemiştir. Bunun yanında Varto’ya gidiş sebebini de orayı ele geçirmek için
değil, abi olan Kasım Bey’i koruma amacıyla olduğunu söylemiştir.
Yargılamasının sonunda hakkında beraat kararı verilmiştir.[341]
Timur Ağa
Esad oğlu Timur Ağa, Cibranlı aşiretinden,
33 yaşında, Varto’nun Diyadin karyesinden, rençber.
Timur Ağa ifadesinde zorla isyancılara
katıldığını ve beraberce Gümgüm’ü işgal ettiklerini söylemiştir. Ancak Doktor
Faik Ali Bey ve Abdullah oğlu Ali de onun hakkında verdikleri ifadelerinde ve
25 Mart 1925 tarihli zabıt varakasında onun Gümgüm taarruzuna ve işgaline
iştirak ettiği ifade edilmektedir. Timur Ağa’nın hakkında idam kararı
verilmiştir.[342]
Abdüllatif Bey
Kâmil oğlu Abdüllatif Bey, 33 yaşında,
eski Varto Varidat Kâtibi, aslen Muşlu olup, Hınıs doğumlu, Gümgüm kazasında
ikamet etmekte.
Abdüllatif Bey, Şeyh Said’in Diyarbekir’i
aldıktan sonra İngilizlerle irtibata geçerek, onların yardımıyla bir hükümet
kurmak niyetinde olduğunu Zazalardan duyduğu yönünde ifade vermiş, kendisinin
de korkudan İsyan’a iştirak ettiğini söylemiştir. Ancak şahitler onun Gümgüm’ün
işgaline silahlı olarak iştirak ettiği söylemişlerdir. Hakkında idam kararı
verilmiştir.[343]
Mehmed Bey
İbrahim Bey oğlu Mehmed Bey, Cibranlı
aşiretinden, 55 yaşında, rençber, Muş’un Bağlıisa karyesinde ikamet etmekte.
Şeyh Abdullah’ın, kendisini kandırmaya
çalıştığını ancak kendisinin iştirak etmediğini iddia etmiştir. Hakkında idam
kararı verilmiştir.[344]
Süleyman Bey
İbrahim oğlu Süleyman Bey, Cibranlı
aşiretinden, 47 yaşında, rençber, Muş’un Bağlıisa karyesinde ikamet etmekte.
İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini,
Şeyh Abdullah’ın tehdit ve korkusuyla kaçtığını söylemiştir. Ancak şahit
ifadeleri ve zabıt varakalarında Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği yazmaktadır.
Hakkında idam kararı verilmiştir.[345]
Bahri Bey
Selim Bey oğlu Bahri Bey, Cibranlı
aşiretinden, 41 yaşında, aşiret mektebinden mezun, Kıdemli Yüzbaşılıktan
malulen emekli, Muş’un Sultan karyesinde ikamet etmekte.
İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini,
Şeyh Abdullah’ın tehdit ve korkusuyla kaçtığını söylüyor. Ancak şahit ifadeleri
ve zabıt varakalarında, Gümgüm’ün işgaline iştirak ettiği yazmaktadır. Hakkında
idam kararı verilmiştir.[346]
Şeyh Cemil
Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Cemil, 33 yaşında,
aslen Zorabad karyeli, Varto’nun Tepe karyesinde ikamet etmekte.
İfadesinde isyan’a iştirak etmediğini, bir
müfsitliğe kurban gittiğini söylemiştir. Savcılık tarafından tutulan defterde
Şeyh Cemil ile ilgili herhangi bir not yazmamaktadır. Yalnız Varto’da alınan
ifadesinde, kendisinin İsyan’a iştirak ettiğine dair ihbarların olduğu
söylenmiştir. Ancak dosyasında Şeyh Cemil ile ilgili bir belge de yoktur.
Muhakeme sırasında Şeyh Abdullah da onun için: “Gümgüm’e neden gelip
gittiğini bilmiyorum” demiştir. Yargılama sonunda hakkında idam kararı
verilmiştir.[347]
Çerkes
Yusuf oğlu Çerkes, 20 yaşında, Kolhisar
karyesinde ikamet etmekte ve altı yedi senedir Şeyh Said’in hizmetkârı, bekâr
ve ümmi.
Üç dört senedir Şeyh Said’in hizmetinde
bulunan Çerkes, ifadesinde Şeyh Said’in emriyle silahını taşıyıp birlikte
gezdiklerini, harbe iştirak etmediğini, daha sonra ise teslim olduğunu
söylemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[348]
Maksud
Mehmed oğlu Maksud, 20 yaşında, Hınıs
Mezraalı, rençber, bekâr, ümmi, Şeyh Said’in çobanı.
İfadesinde Şeyh Said’in satmış olduğu
hayvanların parasını getirdiğinde kendisini bırakmadığını ve beraberinde
silahsız olarak gezdiğini söylemiştir. Yargılanmasının sonunda hakkında beraat
kararı verilmiştir.[349]
Halid
Mehmed oğlu Halid, Kargapazarlı, 40
yaşında, Rençber.
Mahkemedeki sorgusu çok kısa olan ve
hiçbirşey bilmediğini söyleyen Halid, 17 Nisan’da Varto’da alınan ifadesinde
Piran’da isyanın başladığını duyduğu zaman silahını alarak şeyhlere katılmak
üzere köyünden ayrıldığını, şeyhleri bulamayınca yalnız başına teslim olduğunu
söylemişti. Hakkında idam kararı verilmiştir.[350]
Abdülmecid Efendi
Süleyman bin Abdülmecid Efendi, 46
yaşında, Malazgirt Müddei-i Umumisi, aslen Muşlu.
27 Mart 1925 tarihli Malazgird Müddei-i
Umumi Vekili, Belediye Reisi Müstantik vs. imzalı zabıt varakasında Abdülmecid
Efendi’nin; şaki Süleyman, Ahmed ve rüfekasıyla dostça görüşmekte olduğu ve
kazanın asiler tarafından işgalinde isyancılara her türlü kolaylıkta bulunduğu,
şaki Halid’in oğlunu evinde misafir ettiği ve Şeyh Ali Rıza’nın alenen
Abdülmecid Efendi’ye teşekkür ettiği yazılıdır. Abdülmecid Efendi, hakkındaki
iddiaları reddetmiş, bunların Kaymakam Vekili ve Jandarma Bölük Kumandanının
iftiraları olduğunu söylemiştir. Ancak Savcı; Abdülmecid Efendi’yi, Şeyh’i
hanesinde misafir etmek ve asilere kolaylık sağlamaktan isyanda fer’an
zi-medhal görmüştür. Abdülmecid Efendi 10 sene kürek cezasına çarptırılmıştır.[351]
Şeyh Şerif
Şeyh Mustafa oğlu Şeyh Şerif, 44 yaşında,
Elaziz Cephesi Kumandanı, aslen Diyarbekir’in Tilalo karyesinden olup seyyah
meşayihten.
Kaymakam rütbesiye milis alayında kumandanlık
etmiş ve çeşitli cephelerde bulunmuş olan Şeyh Şerif, 24 Nisan 1925 tarihinde
Çapakçur kazasının Palu hududunda bulunan Metan Karyesinde bir mağarada yalnız
başına saklandığı sırada 5. Fırka 13. Alay 2. Bölük Kumandanı Yüzbaşı Mustafa
Bey tarafından tutuklanmıştır.[352]
Şeyh Şerif muhakemesinde İsyan’a iştirak
ettiğini, Emiru’l-mücahidin lakabını kullandığını, Elaziz cephesi kumandanı
olduğunu ve diğer suçlamaları kabul etmemiştir. Harput’u kendisinin değil
isyancıların işgal ettiğini, Harput Adliye Dairesi’ni de köylülerin yağma
ettiğini söylemiştir. Ancak mahkeme sırasında Şeyh Said dâhil bütün maznunlar
onun İsyan’ın liderlerinden olduğunu itiraf etmişlerdir. Şeyh Said onu önce
Gazik Cephesi Kumandanlığına atadığını, isyanın genişlemesi üzerine Palu ve
Elaziz Cephelerinin de kumandanlıklarını da ona verdiğini söylemiştir.
Tüm maznunların ifadelerine ve yazılmış
olan mektuplara rağmen Şeyh Şerifin İsyan’la olan alakasını reddetmesi ve
yalnızca “isyancılarla teşrik-i mesaide bulundum” demesi
Mahkeme Heyetini dahi şaşırtmıştır. Onun bu tutumu üzerine Hâkim, Şeyh Said’e
bunu niye reis tayin ettin diye sormuş, o da gülerek “RusHarbi’nde
muharebe etmiş, cesur idi, işimize yarar diye kumandan ettim” demiştir.
Binbaşı Kasım Bey ise, Şeyh Şerifin yedi
senedir Kürtçülük faaliyetlerinde bulunduğu söylemiştir. Şeyh Şerif bunu da
kabul etmemiştir. Palu Jandarma Başçavuşu Mustafa, Şeyh Şerifle arasında geçen
konuşmayı mahkemede şu şekilde anlatmıştır: “13 Teşrinisani 41’de idi.
Yalnız kaldım. Şeyh gelmiş beni istemiş. Gitmedim. ‘Ben vazifedeyim, gitmem ’
dedim. Tekrar iki adam geldi, reddettim. Üç müsellah geldi, beni cebren
götürdüler. Kendisi yüz kişinin ortasında oturuyordu, ben girince elini
silahına attı. ‘Sen Türk’sün. Seni Zazaların ayağına kurban edeceğim’ dedi.
Elini tuttular. ‘Bana tabi olacaksınız’ dedi. Jandarma olduğumu ve kendisine
iltihak edemeyeceğimi izah ettim. Beni biraz dövdüler. Sonra ahaliye: ‘Ben
Cumhuriyet’i yakacağım. Beş yüz askerim var. Burhaneddin’i halife yapacağım.
Burhaneddin’i Arabistan’dan Acemistan’a getirdim’ dedi. ‘Paşaları keseceğim.
Zazaları paşa yapacağım’ dedi. Ben yine itiraz ettim, yine beni dövdüler.
‘Zazaları yedi yaşından yetmiş yaşına kadar paşa yapacağım’ dedi. Bana da dedi
ki: ‘Bu köylerden firari filan tutarsan seni köylüler vuracaklar.’ Sonra dedi:
‘Sebeb-i içtimaımı ihbar ederse bunu öldürünüz’ dedi. Beni bırakmadılar.
Arkadaşlarımı topladım, başka köylere gittim. Genç’ten Halil namında birisi
geldi: ‘Genç’e gittim. Genç valisine istida ettim’ dedi. ‘Şeyhler bizi Ingiliz
parasıyla bizi baştan çıkarıyorlar dedik’ dedi.”
Müdafaasında hem Kürtçülük iddialarını hem
de Jandarma Mustafa’nın sözlerini kabul etmeyen Şeyh Şerif şunları
söylemiştir: “Aslen Kürd isem de lakin bendeniz Türk olarak vatan için
çalışmışım. Şu kaç günden beridir ki mahkeme-i âdilenizde cereyan eden
muhakemelere bakılınca; bu Kürdçülük meselesi değil şimdi, senelerden beri
mürettep olduğu ve rüesâ-yı aşâirin ve bazı zevatın yekdiğerine yazmış
oldukları mektupları celselerde okunduğundan anlaşılmıştır. Kulları da bu
Kürtçülük gayesini takip etmiş olsa idim her halde bendenizin de ufak bir
varakam bulunması icap edeceği tabii idi. Bununla müftehirim ki böyle bir
varakam olmadığından aleyhime isnad olunan hıyanet-i vataniyeden masum olduğuma
kanaatiniz tamamıyla lâhik olacaktır.” Muhakemesi sonunda Şeyh Şerifin
hakkında idam kararı verilmiştir.[353]
Jandarma Süleyman
Hasan oğlu Süleyman, 39 yaşında, Jandarma,
Yamaç aşiretinden ve Şenik karyesinden.
Şeyh Şerifin kâtipliğini yaptığı,
mektuplarını yazdığı iddialarını reddetmiş; izinli olarak Darahini’den köyüne gitmekte
iken Şeyh Şerife denk geldiğini, silahını aldıklarını ve zorla Çapakçur’a
götürdüklerini söylemiştir. Ancak maznun ve şahitlerin ifadesi ile İsyan’a
iştiraki sabit görülerek hakkında idam kararı verilmiştir.[354]
Ali Badan
Hüseyin oğlu Ali Badan, 40 yaşında,
rençber, Yamaç aşiretinden ve Şenik karyesinden.
Şeyh Şerif ile Az aşiretinin tehdidi
üzerine İsyan’a iştirak ettiğini ve Şeyh Şerif ile Elaziz’e giderek oradan iki
silah, bir at getirdiğini ve sonra onları askere teslim ettiğini söylemiştir.
Ancak Çapakçur Kaymakamlığının yazısında Elaziz Cephesine gittiği, silah ve
cephane getirdiği yazılıdır. Hakkında idam kararı verilmiştir[355].
Değirmenci Yusuf
Selim oğlu Yusuf, 50 yaşında, Çapakçurlu,
Değirmenci.
Varto’da alınan ifadesine göre bazı
asilerin tehdidiyle, harp etmek üzere Çapakçur Boğazı’na gitmiş, daha sonra
kaçarak teslim olmuştur. Hakkında idam kararı verilmiştir.[356]
Hüseyin
Mahmud oğlu Hüseyin, 37 yaşında,
Çapakçurlu, Çapakçur ahalisinden Şükrü Bey’in hizmetçisi.
Mahkemedeki ifadesinde bir başçavuşun
kendisine nereli olduğunu sorduğunu “Çapakçurluyum” demesi üzerine kendisini
aldığını söyleyen Hüseyin, hakkındaki suçlamaları kabul etmemiştir. Daha önce
Çapakçur’da yapılan tahkikat sonrasında hazırlanan fezlekesinde hakkında beraat
kararı verilmiş olan Hüseyin hakkında İstiklal Mahkemesinde de beraat kararı
verilmiştir.[357]
Monla Cemil
Halil oğlu Monla Cemil, 49 yaşında, Yamaç
aşireti reislerinden, Musyan karyesinden, Musyan karyesi imamı ve mektep
muallimi.
İfadesinde önce tehdit üzerine isyancılara
iştirak ettiğini, daha sonra ise yalandan hasta olup kaçtığını ve cepheye
gitmediğini söylemiştir. Ancak Çapakçur Mahkeme Başkâtibi Adli Bey, Çapakçur
jandarmalarından Derviş, yine Çapakçur Hâkimi Ali Efendi’nin şahit olarak
verdiği ifadelerinde ve bazı raporlarda Monla Cemil’in İsyan’a iştirak ederek
bazı cephelerde bulunduğu ifade edilmektedir. Aleyhinde verilen bu ihbarları
kabul etmeyen Monla Cemil hakkında idam kararı verilmiştir.[358]
Nimet
Haydar oğlu Nimet, 20 yaşında, Darahini
vilayeti Rotçan nahiyesi Ceman karyesinden, Rençber
Askerlerin Rotcan Dağlarında tarama
yaptığı sırada silahlı olarak yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında
tahkikat yapılarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İsyan’a iştirak
etmediğini başka, bir köye öküz almaya gittiğini, kendisini korumak için
yanında silahının olduğunu ve sonra asi olarak yakalandığını söyleyen Nimet
hakkında beraat kararı verilmiştir.[359]
Ahmed
Mehmed oğlu Ahmed, 55 yaşında, rençber,
aslen Pürnekli olup Rotçan’da oturmakta.
Askerlerin Rotcan Dağlarında tarama
yaptığı sırada silahlı olarak yakalanmış ve Divan-ı Harp tarafından hakkında
tahkikat yapılarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. 19. Alay 1. Bölük
tarafından tutulan raporda Ahmed’in İsyan’a iştirak ederek birçok cephede
bulunduğu, yakalandığı zaman kendisine çoban süsü vererek kurtulmaya çalıştığı
yazılmış olmasına rağmen İstiklal Mahkemesindeki yargılamasında hakkında yeteri
kadar delil bulunmadığından beraat kararı verilmiştir.[360]
Fakih Hasan
Hacı Süleyman oğlu Fakih Hasan Fehmi, 35
yaşında, Genç vilayetinin Modan karyesinden, Şeyh Said’in Darahini İnzibat
Memuru.
Fakih Hasan, Şeyh Said tarafından Darahini
inzibat memuru olarak tayin edilmiş ve bu görevi yaklaşık 30 40 gün devam
ettirmiştir. Fakih Hasan esasen ilk başta bu görevi istemediğini, daha sonra
ahalinin ve memurların ısrarı üzerine bu görevi kabul ettiğini söylemiştir.
Hatta Genç merkezinin işgalinden birkaç gün sonra Şeyh Said buradan ayrılmak
üzere iken memur ve esnafın bir kısmı Şeyh Said’in yanına giderek can ve
mallarının muhafazası için Fakih Hasan’ın inzibat memuru olarak tayin
edilmesini istemişlerdir. Fakih Hasan bu görevi yürüttüğü müddet içinde
memurları koruyup kolladığına dair vilayet memurlarının yazıları bulunmaktadır.
İsyancılara iştirak etmediğini, Şeyh
Said’le aynı fikirde dahi olmadığını, hatta İsyan’dan bir ay evvel, İsyan’ın
olacağını gerekli makamlara bildirdiğini söyleyen Fakih Hasan, Darahini’nin
ordu tarafından geri alınması üzerine serbest bırakılmıştı. Ancak bilahare Hani
Nahiye Müdürü’nün, onun hakkında vermiş olduğu ihbar üzerine tutuklanarak
Diyarbekir’e, İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.
Fakih Hasan için Mahkeme’nin tutmuş olduğu
notta şunlar yazmaktadır. “isyan’ın bidayetinden müntehasına kadar
Fakih Hasan isyan ve ihtilalin merkez ve mihver-i sıkleti olan Genç’te Şeyh
Said namına çok çalışmış isyanın muvaffakiyetle neticelenmesi için fevkalade
sarf-ı mesai etmiş; harp raporları, talimatları, ilannameleri kendisi yazmış ve
imza etmiş ve hadise-i isyaniyenin tevessüüne, devamına var kuvvetiyle sarf-ı
mesai eylemiş bir şahıs olduğu evrak-ı dava muhteviyatıyla ayanen mütezahirdir.”
Fakih Hasan aslında isyancılar için değil
devlet için çalışıp memurları muhafaza etmiş olduğunu söylemesine rağmen,
mahkeme dosyasında kendisinin yazmış olduğu ve isyancılar arasında muhabereyi
sağladığına yönelik birçok mektup bulunmaktadır. Hasan, bu mektupların bir
kısmını kendisinin yazmadığını iddia etmiştir. Savcı en son iddiasında onun
memurlar için yapmış olduğu iyiliklerin affını gerektiremeyeceğini söylemiştir.
Fakih Hasan hakkında idam kararı verilmiştir.[361]
Mehmed Mihri Efendi
Maksud oğlu Mehmed Mihri, 31 yaşında,
Diyarbekirli, Jandarma Mülazım-ı evveli.
Şeyh Said tarafından mülazım-ı evvel
rütbesiyle Darahini’de görevlendirilmiştir. Mihri Efendi herhangi bir görev
almadığını ve Şeyh Said ile görüşmediğini söylemesine rağmen; Şeyh Said, yanına
gelip elini öptüğünü mahkemede söylemiştir. Bununla birlikte Fakih Hasan, onun
kendisinden görev istediğini de mahkemede itiraf etmiştir. Mihri, isyanda
fer’an zi-medhal (ikinci dereceden dahil) olmak suçlamasıyla 10 sene kürek
cezasına çarptırılmıştır.[362]
Niyazi Efendi
İsmail oğlu Niyazi, 28 yaşında, Genç
Sıhhiye Kâtibi, Bitlis Taş mahallesinden.
Niyazi hakkında herhangi bir tahkikat
evrakı yoktur. Mahkemede 5 Şubat 1925 tarihli ve Diyarbekir’den Mehmed Salih
imzasıyla kendisine gönderilen mektubun İsyan’la bir alakası görülememiş ve
hakkında beraat kararı verilmiştir.[363]
Jandarma Ali
Hasan oğlu Ali, 19 yaşında, Liceli, Silvan
jandarmalarından.
Ali hakkında herhangi bir tahkikat evrakı
yoktur. 5 Şubat 1341 tarihli ve Diyarbekir’den Mehmed Salih imzasıyla Genç
Sıhhıye Kâtibi Niyazi Efendi’ye yazılan mektupta, Salih Efendi’nin bir tüfeği
bu Ali ile Niyazi’ye gönderdiği yazmaktadır. Mektubun İsyan’la alakası
görülememiş ve Jandarma Ali hakkında beraat kararı verilmiştir.[364]
Mehmed Salih Efendi
Faris oğlu Mehmed Salih, 35 yaşında,
Bitlis Kızılmescit mahallesinden, Tüccar.
Salih Efendi hakkında herhangi bir
tahkikat evrakı yoktur. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[365]
Hacı Sadık Bey
Hüseyin bin Hacı Sadık Bey, 60 yaşında,
Genç’in Valir nahiyesinden, rençber.
İsyan’ın kumandanlarından olmak
suçlamasıyla tutuklanmış olan Hacı Sadık Bey, ifadesinde hakkındaki iddiaları
reddetmiştir. Bir ifadesinde, Şeyh Said’in tüm müracaatına rağmen isyan ve
fikrine iştirak etmedim ve korkudan dağa kaçtım demiş, diğer ifadesinde ise
cepheye gittiğini ancak silah atmadığını söylemiştir. Ancak Şeyh Said, bu
kişinin İsyan’a iştirak ettiğini, Fakih Hasan da Darahini’yi işgal eden
kişilerden birinin Hacı Sadık Bey olduğunu söylemişlerdir. Bunun yanında
şahitlerin ifadesi ve yazılan raporlara göre de Hacı Sadık Bey’in İsyan’a
iştiraki sabit görülmüştür. Mahkeme Reisi’nin tabiriyle Sadık Bey, “Darahini’nin
en büyük kumandanıdır.” Hakkında idam kararı verilmiştir.[366]
Cemilpaşazade Ekrem Bey
Kasım oğlu Ekrem, 33 yaşında, rençber,
Diyarbekirli.
Şeyh Said isyanın başlamasından yaklaşık
on gün sonra Şubatın 25’inde tutuklanmıştır. “Müstakil bir Kürdistan
teşkiline çalışmak ve isyanda alakadar olmak” cürmüyle önce Seyyid
Abdülkadir ile birlikte yargılanmış, ardından dosyası Şeyh Said davası ile
birleştirilmiştir. Ekrem Bey’in Şeyh Said ile aynı fikirde olduğu ve onun ile
muhabere halinde olduğuna dair bazı sanıkların ifadeleri bulunmaktadır. Ekrem
Bey hakkındaki iddiaları reddetmiştir. “Cemilpaşazadeler ve İsyan” bölümünde
hakkında ayrıntılı bilgi verilen Ekrem Bey hakkında 10 sene kürek cezası
verilmiştir.[367]
Cemilpaşazade Ömer Bey
Cemil Paşa oğlu Ömer, 35 yaşında, Rençber,
Diyarbekir Cumhuriyet Halk Fırkası heyet-i idaresi azasından.
Ömer Bey 26 Şubat 1925 günü İsyan olayı
üzerine Merkez Kumandanlığına celp edilmişti. Kürtçülüğü ile bilinen Ömer
Bey’in üzerinden İsyan’la alakası tespit edilemeyen iki mektup çıkmıştı. Ancak
tevkif edildiği esnada Merkez Kumandanına “Hükümetin hata ettiğini,
bütün dahil ve haricin heyecan içerisinde bulunduğunu” söylemişti.
Yapılan tahkikat sonrasında Divan-ı Harp Savcısı, Ömer Bey hakkında men’-i
muhakeme kararı vermiş olmasına rağmen Divan-ı Harp Reisi bu kararı
onaylamamıştır. Ömer Bey’in, tevkifi esnasındaki sözleri “Hükümetin
icraatına muhalif surette idare-i kelamda bulunmak” olarak
değerlendirilmiş ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile ilgili görülmüştü. Ömer Bey,
önce Divan-ı Harb’e, ardından da 13 Nisan’da İstiklal Mahkemesine sevk
edilmiştir.
İstiklal Mahkemesinde, hakkında yapılan
suçlama “isyanın mürettep ve muharrikleri arasında olmak ve Kürtçülükle maruf
bulunmak” olan Ömer Bey’in dosyası, Şeyh Said davası ile birleştirilmiştir.
Ömer Bey’in mahkemedeki savunması birkaç satırdır ve İsyan’la ilgisi olmadığını
söylemiştir.
Divan-ı Harp’teki sorgunda ise 1919
senesinden beri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine dâhil olduğunu ve hâl-i hazırda
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Diyarbekir heyet-i idaresi azasından olduğunu
söyleyen Ömer Bey, Kürt Cemiyetine üyeliğinin ise Sevr Antlaşması sonrası
Ermenistan felaketine karşı hükümetin izni dahilinde olduğunu, Sivas
Kongresi’nden sonra da bu cemiyetin varlığına gerek kalmadığından kapandığını
söylemişti. Bununla birlikte Merkez Kumandanı’na söylediği sözleri de inkâr
etmişti. Ömer Bey’in İstiklal Mahkemesindeki yargılamasının ardından hakkında
beraat kararı verilmiştir.[368]
Cemilpaşazade Cevdet, Kadri, Memduh,
Muhittin Beyler
Bu dört kişi, 7/8 Mart Diyarbekir hücumu
sonrası 7. Kolordu tarafından şüphe üzerine nezarete alınmıştı. Yapılan
tahkikat sonrasında haklarında bir kayıt olmadığından yine 7. Kolordu
tarafından serbest bırakılmaları istenmişti.
İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya
da bu kişilerin hakkında yeterli iddia ve ihbar olmadığı kanaatindeydi. Ancak 5
Mayıs tarihinde İstiklal Mahkemesi Heyeti, Diyarbekir hücumuna iştirak etmekten
maznun olan Monla Süleyman oğlu Mahmud’un daha önce vermiş olduğu ifadesine
nazaran bu dört kişinin İstiklal Mahkemesine sevk edilmesi kararını aldı. Monla
Süleyman oğlu Mahmud 9 Mart’ta verdiği ifadede Cemilpaşaların hükümet
nazarından sükûtu dolayısıyla mühim bir inkılâp yapıp yeni bir hükümet
teşkilinde mevki kazanmak için Şeyh Said ile müşterek olduklarını zannettiğini
söylemişti. Doğrudan Mahkemenin verdiği karar ile tevkif edilen
Cemilpaşazadeler, haklarındaki iddiaları reddetmiştir. Mahkemede yargılanmaları
çok uzun sürmemiş olan Cemilpaşazadeler hakkında beraat kararı verilmiştir.[369]
Nakib Bekir Sıdkı Bey
Hacı Mustafa Efendi oğlu Nakib Bekir Bey,
35 yaşında, Diyarbekir’in Defterdar mahallesinden, Nakibüleşraftan.
Nakib Bekir Bey hakkında Şeyh Said ile
aynı fikirde olduğuna dair ihbarlar yapılmıştır. Ayrıca Hani’nin işgalinden
sonra Hanili Mustafa ve Salih Beylerin Bekir Bey’e mektup yazdığı da yapılan
ihbarlar arasındadır. Muhakemesinde de aynı iddialar gündeme gelmiş Şeyh Said,
Bekir Bey’in şeriat taraftarı olduğunu duyduğunu ancak herhangi bir muhaberesi
olmadığını söylemiştir. Aynı şekilde Hanili Salih ve Mustafa Beyler de
kendilerinin Bekir Bey’e mektup yazmış olduğuna dair iddiaları reddetmiştir.
Bekir Bey’in hakkında yapılan bir ihbar da
Şeyh Said’in sakalına küfür eden Maksud adında birisi ile münakaşaya girmiş
olmasıdır. Bekir Bey ifadesinde bu hareketini Şeyh Said’e taraftar olduğu için
yapmadığını, Müslüman olan herhangi birinin sakalına küfür etmenin günah olduğu
hasebiyle yaptığını söylemiştir. Bu mesele mahkemedeki sorgusunda da gündeme
gelmiştir. Mahkemenin baskısı üzerine Bekir Bey, bu kez Şeyh Said’in Müslüman
olmasında ısrar etmeyerek bu fikrinden rücu ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine
Mahkeme Heyeti, Şeyh Said’e: “Bekir Bey senin Müslüman olmadığını
anladım diyor” demesi üzerine Şeyh Said de: “Allah bilir
Müslüman olup olmadığımı. inşallah Müslüman’ım.” demiştir. Bekir Bey
hakkında beraat kararı verilmiştir.[370]
Şeyh İbrahim
Şeyh Halid oğlu Şeyh İbrahim, 53 yaşında,
Çan karyesinden, Çapakçur müftüsü, Şeyh Said’in eniştesi.
Kardeşleri ile birlikte Çapakçur’u işgal
etmiş, sonrasında Çapakçur Kaymakamlığı yapmıştır. İfadesinde cebir ve tehdid
üzerine Şeyh Said’in teklif ettiği vazifeyi kabul ettiğini ve bu şekilde
memurların hayatını koruduğunu söylemiştir. Ancak Şeyh Said, İsyan’dan sonra
Şeyh İbrahim’in, kendisine katıldığını, ayrıca Çan şeyhlerini Kiğı Boğazı’nı muhafazaya
gönderdiğini söylemiştir. Bunların yanı sıra, Şeyh İbrahim’in İsyan’a fiilen
iştirak ettiğine dair mektup ve raporlar bulunmaktadır. Hakkında idam kararı
verilmiştir.[371]
Şeyh Ali Efendi
Şeyh Halid oğlu Şeyh Ali, 34 yaşında,
rençber, Çan karyesinden.
İfadesinde Şeyh Şerifin teklif ve tehdidi
üzerine isyancılara iltihak ettiğini, maiyetiyle beraber Elaziz üzerine gidip
şehri işgal ettiklerini ve daha sonra şeriat uğrunda çalışacakları halde
isyancıların talan yapmaya başladıklarını görünce geri döndüğünü söylemiştir.
Başta Şeyh Said olmak üzere diğer maznunların ve şahitlerin ifadeleri ve
raporlarla İsyan’a iştirak sabit görülen Şeyh Ali hakkında idam kararı
verilmiştir.[372]
Şeyh Celal
Şeyh Halid oğlu Şeyh Celal, 48 yaşında,
rençber, Çan karyesinden.
İfadesinde Şeyh Şerifle birlikte Elaziz ve
Palu cephelerine harplere gittiğini, sonrada geri döndüğünü kabul etmiştir. Hem
maznunların hem de şahitlerin ifadesinde Şeyh Celal’in İsyan’a iştirak ettiği
sabit görülmüş ve hakkında idam kararı verilmiştir.[373]
Şeyh Hasan
Şeyh Ahmed oğlu Şeyh Hasan, 70 yaşında,
rençber, Çan karyesinden.
İlk ifadesinde maiyetiyle birlikte Kiğı’yı
işgal için gittiğini ancak müsademede milislerin şiddetli mukavemeti sonucunda
başarılı olamadıklarını söylemiş ve İsyan’a katıldığını kabul etmiştir. Ancak
mahkemedeki sorgusunda iddiaları inkar eden Şeyh Hasan hakkında tutulan rapor
ve şahitlerin ifadeleri ile İsyan’a iştiraki sabit görülmüş ve hakkında idam
kararı verilmiştir.[374]
Demirci Süleyman
Ömer oğlu Süleyman, 55 yaşında, Demirci,
Az karyesinden, Az aşireti reisi.
İlk ifadesinde şeyhlerin ve
yardımcılarının hükümeti işgal ve memurları vazifeden men etmeleri üzerine
korkup kaçtığını, biraderi Mustafa’nın Kiğı cephesinde maktul düştüğünü,
birinci muharebeye katılmadığını ancak kendisini “şeriat” diyerek
kandırdıklarını ve kendisinin bu maksatla ikinci muharebeye iştirak ettiğini
söylemiştir. İstihbarat raporlarında Demirci Süleyman’ın isyana iştirak ettiği
ve kardeşinin ölümü üzerine esir memurları öldürme girişiminde bulunduğu, ancak
Şeyh İbrahim’in buna mani olduğu yazmaktadır. Bununla birlikte bir diğer
raporda hükümet tarafından affedilmek için şaki Yado’yu ele geçirmek istediği
ancak başaramadığı, Şeyhlerin iğfaline geldiğini söylediği yazmaktadır.
Mahkemedeki sorgusunda eski ifadesinin bir kısmını inkâr eden Demirci Süleyman
hakkında idam kararı verilmiştir.[375]
Arab Abdi
Ali oğlu Arab Abdi, 50 yaşında, rençber,
Çevlik karyesinden.
Arab Abdi ilk ifadesinde hakkındaki
iddiaları reddetmiş, hatta isyana engel olmaya çalıştığını ancak muvaffak
olamadığını söylemiştir. Şahitler ve istihbarat raporlarında Arap Abdi’nin
isyana iştirak ettiği, Çapakçur reislerinden olup isyanın başlangıcından
itibaren halkı kışkırtarak cephelere kuvvet sevk ettiği yazmaktadır.
Mahkemedeki sorgusunda da iddiaları inkâr eden Arab Abdi, burada Çapakçur
kaymakamı Hüseyin Hilmi ile tartışarak onun asilerle muhaberesi olduğunu
söylemiştir. Arab Abdi hakkında idam kararı verilmiştir.[376]
Monla Süleyman
Ahmed oğlu Monla Süleyman, 60 yaşında,
Çapakçur’un Dereinazik karyesinden.
Süleyman ilk ifadesinde İsyan’a iştirak ve
ahaliyi isyana tahrik etmediğini ve aleyhinde söylenen sözlerin garezden dolayı
söylendiğini ifade etmiştir. Çapakçur Tapu Memuru, Fahran Nahiye Müdürü ve
Çapakçur Kaymakamı’nın vermiş olduğu raporlarda bu şahsın Şeyh Said ile beraber
gezdiği bildirilmiştir. Bunun yanında, Genç Jandarma Kumandanlığı 2 Mayıs 1925
tarihli telgrafında bu kişinin cepheye gittiğini bildirmiştir. Bu ihbarlara
rağmen tahkik heyetinin hazırlamış olduğu fezlekede “Monla Süleyman’ın cürmü anlaşılamamıştır”
yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusu gayet kısa süren Monla Süleyman hakkında
beraat kararı verilmiştir.[377]
Süleyman
Şerif oğlu Süleyman, 26 yaşında, rençber,
Çapakçur’un Yusufanlı karyesinden.
İlk ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini,
askerlerin gelmesinden sonra herkes gibi kendisinin de korkup kaçtığını, sonra
ise gelerek teslim olduğunu söylemiştir. Ancak sonraki ifadesinde Az aşireti
ile birlikte cepheye gittiğini itiraf etmiş ve kendini şeyhlerin iğfal ettiğini
itiraf etmiştir. Hakkındaki raporlar da bu yöndedir. Çapakçur’a vardığında
hapishaneyi basarak mahpusları serbest bıraktığına dair rapor bulunmaktadır.
Mahkemedeki sorgusu kısa sürmüş, hakkındaki iddiaları reddetmiştir. Süleyman
hakkında idam kararı verilmiştir.[378]
Jandarma Hamid
Şerif oğlu Hamid, 24 yaşında, Jandarma,
Çapakçur’un Yusufanlı karyesinden, Şerif oğlu Süleyman’ın kardeşi.
İfadesinde cepheye gitmediğini ancak
başlangıçta asilerin lehine az çok çalıştığını, bunun da cehaletinden
kaynaklandığını söylemiştir. Ayrıca Şeyh Şerifin yakalanmasına sebep olduğunu
söyleyen Hamid, bu konuyu teyit eden bir vesikayı Fırka Kumandanından almıştır.
Şahitlerin ifadeleri ve raporlarla, Hamid’in İsyan’a iştiraki sabit
görülmüştür. Kardeşi Süleyman’la birlikte cepheye gittiği, memurların evini
yağmaladığı bildirilmiştir. Bununla birlikte heyet-i tahkika tarafından
hazırlanan fezlekede Hamid’in İsyan’a iştirak ettiğinin kesin olduğu ancak Şeyh
Şerifin yakalanmasında yegâne sebebin bu şahıs olduğu vurgulanmış ve Ordu
Müfettişliğinin yayınlamış olduğu beyannameye göre kanunun 65. maddesinden istifade
etmesi uygun görülmüş ve icabının yapılması için Fırka Kumandanlığına sevk
edilmiştir. Mahkemedeki sorgusunda aynı mevzu gündeme gelmiş ancak, Savcı Ahmed
Süreyya, bu kişinin Şeyh Şerifin yakalanmasında katkıda bulunmuş olmasına
rağmen, bir jandarma olarak İsyan’a katılmış olduğu sabit olduğundan idamını
istemiş ve hakkında idam kararı verilmiştir.[379]
Halid Doğan
Nadir oğlu Halid Doğan, 35 yaşında, Rençber,
Çevlik’ten.
İlk ifadesinde Çanlı Şeyh Ali’nin tehdidi
ile Harput cephesine gittiğini, daha sonra Harput’tan kaçmaya mecbur olduğunu
ve oradan getirdiği at ve silahı hükümete teslim edip kendisinin de teslim
olduğunu söylemiştir. Hakkında tutulan fezleke, rapor ve şahitlerin ifadeleri
İsyan’a katıldığı yönündedir. Mahkemede iddiaları reddeden Halid Doğan hakkında
idam kararı verilmiştir.[380]
Tahir
Mehmed oğlu Tahir, 27 yaşında,
Jandarma-Reçber, Çapakçur’un Kürük karyesinden.
Şahitlerin ifadesine göre Diyarbekir
cephesine ve taarruzuna gitmiş, sonra yaralı olarak gelmiştir. Yanında da at ve
silah getirmiştir. Hakkındaki iddiaları reddeden Tahir, ilk ifadesinde isyana
iştirak etmediğini ve yarasının da kurşun yarası olmadığını söylemiştir.
Bununla birlikte yarasını tedavi eden doktora rüşvet vermek istediği anlaşılan
Tahir, mahkemede de yarasının kurşun yarası olmadığında ısrar etmiştir. Bunun
üzerine mahkemede bir daha muayene edilmiş ve yarasının kurşun yarası olduğu
tespit edilmiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[381]
Ahmed
İsmail oğlu Ahmed, 62 yaşında, rençber,
Çapakçur’un Velvare karyesinden.
Asi reislerinden Çevlikli Şükrü Bey’e
yataklık ederek isyanda fer’an zi-medhal (ikinci dereceden dahil) olmak
suçlamasıyla tutuklanmıştır. İfadesinde Şükrü Bey’e yataklık etmediğini ve
İsyan’a katılmadığını ancak insaniyet namına Şükrü Bey’in ailesini hanesine
kabul ettiğini söylemiştir. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[382]
Rüşdü Efendi
Süleyman oğlu Rüşdü, 34 yaşında, Simsorlu,
rençber ve Çapakçur Halk Fırkası reisi.
İfadesinde kendisinin katiyen isyanla
alakadar olmadığı gibi isyanın çıkmasından önce böyle bir hadisenin ortaya
çıkacağını hissederek gerekli makamlara malumat verdiğini ve isyanın ortaya çıkışından
sonra da tenkiline çalıştığını söylemiştir. Rüşdü Bey hakkında Jandarma
Kumandanı ve Çapakçur Hâkimi’nin isyancılar arasında bazı cephelerde
bulunduğuna dair raporlar bulunmaktadır. Ancak Rüşdü Bey Ankara’ya çekmiş
olduğu telgrafın isyancılar tarafından haber alınarak hain ilan edildiğini ve
hem kendi hem de ailesinin canını kurtarmak için isyancılar arasında bulunmaya
mecbur olduğunu söylemiştir. Ayrıca raporlarda Rüştü Bey’in Çan şeyhlerinin
teslim olmasında etkili olduğu da yazmaktadır. Mahkemedeki sorgusunun ardından
Savcı Ahmed Süreyya Bey bu durumu göz önüne alarak Rüşdü Efendi’nin beraatını
istemiş ve hakkında beraat kararı verilmiştir.[383]
Hüseyin Hilmi Bey
Sultan oğlu Hüseyin Hilmi Bey, 36 yaşında,
aslen Ahlat kazasından, Çapakçur Kaymakamı.
İfadesinde, İsyan başladıktan sonra
asilere ve ahaliye nasihatta bulunduğunu ancak tesir edemediğini, merkez
kazanın işgalinden sonra ise orada kalıp fedakârlık gösterdiğini söylemişti.
Hüseyin Hilmi, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’ya bir mektup yazarak hürmetlerini
sunmuş ve tertibat ve tedbir almak için Ali Rıza’yı yanına davet etmiştir.
Ayrıca raporlarda Şeyh Abdullah’ın elini öptüğü ona karşı da hürmette bulunduğu
yazılıdır. İsyanda fer’an zi-medhal olmak suçuyla tutuklanmış olan Hüseyin
Hilmi, Savcı tarafından hazırlanmış olan son iddianamede de aynı suçtan dolayı
cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında 15 sene kürek cezası verilmiştir.[384]
Tahir Efendi
Mehmed oğlu Tahir Efendi, 44 yaşında,
Lice’nin Kaya mahallesinden, Genç Tahrirat Kalemi Sermüsevvidi.
Tahir Efendi, İsyan’ın amillerinden olmak
ve Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan’ın kâtipliğini yapmakla suçlanmıştı. İlk
ifadesinde Vali’nin emriyle Şeyh Said’e nasihate gittiğini ancak müsbet bir
sonuç alamadığını, işgalden sonra ise cebir ve tazyik ile Fakih Hasan’ın
nezdinde istemeyerek hizmet ettiğini, mektup ve talimatnameler yazdığını
söylemiştir. Şeyh Said ve Fakih Hasan başta olmak üzere birçok kişi, Tahir
Efendi’nin kâtiplik görevini yürüttüğünü ifade etmektedir. Şeyh Said’in
dosyasındaki mektuplarının bir kısmını Tahir Efendi yazmıştır. Bunun yanında,
vazife gördüğü bu süre içerisinde maaş da almıştır. Ayrıca Şeyh Said’in
İngilizlerle muhaberesi olduğunu ve icab ederse İngilizlere muavenet edeceğini
Fakih Hasan’dan duyduğunu da söylemiştir. Yargılama sonucunda hakkında idam
kararı verilmiştir.[385]
Mehmed Bey
İzzet oğlu Mehmed Bey, 31 yaşında,
Çapakçur Garip karyesinden.
İfadesinde İsyan’a iştirak ettiğini inkâr
etmiştir. Ancak şahitlerin ifadelerine ve raporlara göre İsyan’a katılmış,
cephelerde bulunmuştur. Diyarbekir cephesine gittiği,
dönüşünde otomatik silah ve cephane
getirdiği raporlarda yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[386]
Hanili Mustafa Bey
Hacı Ali oğlu Mustafa Bey, 53 yaşında,
Hani nahiyesi eşrafından,
Mustafa Bey ifadesinde “Ahkâm-ı
diniye ve şer’iyenin temin, tatbik ve infazı ” için Şeyh Said ile
beraber hükümet aleyhine kıyam ve isyan ettiğini, isyan hareketini sevk ve
idare ettiğini, Diyarbekir ve diğer cephelerde bulunduğunu itiraf etmiştir.
Şeyh Said de ifadesinde Mustafa Bey’in başlangıçta İsyan’a katılarak maiyeti ile
birlikte Hani’yi işgal ettiğini söylemiştir. Ayrıca raporlarda Mustafa Bey’in
müsademede bir zabit ile iki askeri şehit ettiği ve kendisinin de yaralı olarak
ele geçirildiği yazmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiştir.[387]
Kadriye Hanım
Şeyh Yunus kızı Kadriye Hanım, Hanili
Mustafa Bey’in zevcesi, 50 yaşında.
İsyan hareketine iştirak ve propaganda
yapmak suçlamasıyla tutuklanmıştır. Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından
yapılan sorguda bunu inkâr etmesine rağmen, şahitlerin ifadeleri olduğu
gerekçesiyle muhakeme edilmesine karar verilmiş ve İstiklal Mahkemesine sevk
edilmiştir. İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın talebi doğrultusunda 7 Haziran
tarihinde, 48 numaralı kararla hakkında beraat kararı verilmiştir.[388]
Hatice Hanım
Ali kızı Hatice Hanım, 40 yaşında, eşi
seferberlikte vefat etmiş, Hanili Mustafa Bey’in hizmetçisi.
Hükümet aleyhinde propaganda yapmak ve
Diyarbekir’e silah ve cephane sevk etmek suçlamasıyla tutuklanmıştır. 5.
Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından yapılan sorguda Hatice Hanım’ın isyancılar
arasında dolaştığı ve hükümet aleyhinde bulunduğuna dair şahitlerin ifadeleri
olduğu gerekçesiyle muhakeme edilmesine karar verilmiş ve İstiklal Mahkemesine
sevk edilmiştir. İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın talebi doğrultusunda 7 Haziran
tarihinde, 48 numaralı kararla hakkında beraat kararı verilmiştir.[389]
Hamide Hanım
Hanili Mustafa Bey kızı Hamide Hanım,
Salih Bey oğlu Ömer Bey’in zevcesi, 18 yaşında, Hani’de ikamet etmekte.
Hükümet aleyhinde propaganda yapmak
suçuyla tutuklanmış, 5. Kolordu Heyet-i Tahkikası tarafından yapılan tahkikatta
yeterli delil olmadığından men-i muhakemesine karar verilmişti. Savcı’nın
talebi doğrultusunda daha önce men-i muhakeme kararı verilmiş olan Hamide Hanım
hakkında 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla tahliye kararı verilmiştir.[390]
Hasan
Yusuf oğlu Hasan, 12 yaşında, Mustafa
Bey’in hizmetçisi
İsyan’a iştirak etmek suçlamasıyla
tutuklanmıştır. 5. Kolordu Heyet-i Tahkika tarafından yapılan tahkikatta
yeterli delil olmadığından men-i muhakemesine karar verilmişti. Savcı’nın
talebi doğrultusunda daha önce men-i muhakeme kararı verilmiş olan Hasan
hakkında 7 Haziran tarihinde, 48 numaralı kararla tahliye kararı verilmiştir.[391]
Örfi
Mahmud Bey oğlu Örfi, 11 yaşında
(ihbarnamede yaşı 16 olarak bildirilmiş), Hanili Mustafa Bey’in torunu.
Örfi elinde silah ve belinde üç sıra fişek
olarak askerlere silah atmak suçlamasıyla tutuklanmıştı. Örfi’nin silahlı
olarak gezdiğine dair rapor ve şahitlerin ifadeleri bulunmaktadır. İfadesinde
babasıyla birlikte dağlarda gezdiğini, ancak silah atmadığını söyleyen Örfi
İstiklal Mahkemesine sevk edilmişti. İstiklal Mahkemesi Savcısı, Örfi’nin küçük
bir mücrim olduğunu ancak İsyan’a ailesi arasında karışmışsa da yaşının henüz
on beş olmamış olduğundan dolayı, hakkında verilecek hükümde yaşının ve bu durumun
dikkate alınmasını talep etmiştir. Mahkeme bunu göz önüne alarak hakkında idam
cezasına bedel ıslah-ı nefs için üç sene müddetle hapis kararı verilmiştir.[392]
Şeyh Abdullah
Şeyh Ali oğlu Şeyh Abdullah, 57 yaşında,
meşayihten, Hanili nahiyesinden.
İfadesinde İsyan’a katılmadığını, köyünde
kimse kalmadığından korkup kaçarak dağlarda silahlı olarak tek başına gezdiğini
ve cepheye gitmediğini söylemiştir. Ancak Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey’in şahit
olarak verdiği ifadede Şeyh Abdullah’ın, İsyan’dan önce üç seneye mahkûm olarak
Lice’ye sevk edildiğini, 14 Şubat tarihinde Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in
yardımcılarıyla birlikte postayı basarak iki jandarmayı dağa kaldırdıkları
zaman, Şeyh Abdullah’ı dajandarmaların elinden kurtardıklarını, 15 Şubat sabahı
isyancılar nahiyeyi bastıklarında Şeyh Abdullah’ın asilerin arasında olduğunu
ve Şeyh Abdullah’ın İsyan’a katıldığını bütün Hani halkının bildiğini
söylemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[393]
Şeyh Ömer
Şeyh Bekir oğlu Şeyh Ömer, 60 yaşında,
Cafer Tayyar Baba Dergâhı Mütevellisi, Hani nahiyesinden.
İfadesinde köyde kimse kalmadığında korkup
kaçtığını, dağa çıkıp yalnız gezdiğini sonra da gelerek teslim olduğunu, ayrıca
Şeyh Said’in Hani’ye geldiği zaman onu karşılamaya gitmediğini de söylemiştir.
21 Mayıs’ta şahit olarak ifade veren Muallim Zübeyir Efendi, Şeyh Ömer hakkında
“Hükümet taraftarı olduğunu efkâr ve harekâtından anladım” demişti. Lice Erkek
Mektebi başmuallimi Ali Fehmi Efendi tarafından verilen 28 Nisan tarihli
raporda ise Şeyh Ömer’in vaaz ve nasihat yapmak suretiyle halkı İsyan’a teşvik
ettiği söylenmiş ve bunun üzerine 5 Kolordu tahkikat heyeti, muhakemesinin
yapılmasına karar vermişti. İstiklal Mahkemesindeki yargılamasında hakkındaki
iddiaları reddeden Şeyh Ömer hakkında idam kararı verilmiştir.[394]
Şeyh Adem
Şeyh Mehmed oğlu Şeyh Adem, 50 yaşında,
Hani nahiyesinden, Hani nahiye azasından.
İfadesinde İsyan’a iştirak etmediğini
söylemiştir. Mustafa Bey ve Halid Bey’in, Şeyh Said tarafından barıştırılması
Şeyh Adem’in tekkesinde yapılmıştır. Savcı, Şeyh Adem’in tekkesinin siyasi bir
merkez olarak kullanılmasına müsaade ettiğini dile getirmiştir. Yargılamasının
ardından hakkında idam kararı verilmiştir.[395]
Hanili Salih Bey
Said oğlu Salih Bey, 55 yaşında, eşraftan,
Hani nahiyesinden, Hanili Mustafa Bey’in amcası.
Salih Bey ifadesinde Hükümetin dine karşı
gösterdiği ilgisizliğinden dolayı kıyam ve isyan ettiğini, kendine tabi
olanlarla birlikte çeşitli cephelere gittiğini ve isyan hareketini idare
ettiğini itiraf emiştir. Şeyh Said de Salih Bey’in kendi müşavirlerinden
olduğunu söylemiştir. Diğer maznunların ifadeleri ve raporlarla Salih Bey’in
İsyan’a iştirak ettiği sabit görülmüştür.
Mahkeme tarafından isyancıların en mühim
şahısları arasında görülen Salih Bey isyan’a iştirak ettiğini inkâr etmemiştir.
Şeyh Said’in Diyarbekir’e hücum etme niyeti olmamasına rağmen Salih Bey’in
uygun görmesi üzerine Diyarbekir hücumu gerçekleştirilmiştir. Ayrıca İsyan’ın
tertip edilmediğini, hazırlandığını, Hükümetin Şer’-i şerife aykırı
hareketlerinin bu isyanı hazırladığını söylemiştir. İsyanı da “Vahşiyane
bir miting” olarak nitelemiştir. Diyabekir’i almak istemelerinin
nedeni olarak da buradan hükümete yazılacak bir telgrafın büyük tesiri
olacağını düşünmelerini göstermiştir. Bunun yanında Mustafa Bey ve Hamdi Bey’in
Şeyh Adem’in tekkesinde Şeyh Said tarafından barıştırılması olayını organize
eden Salih Beydir. Bu toplantının hiçbir siyası amacı olmadığını sadece
barıştırma maksatlı olduğunu iddia etmiştir. Cemilpaşazadelerle de bir
muhaberesi olmadığını söylemiştir. Yargılama sonunda hakkında idam kararı
verilmiştir.[396]
Hasan
Hanili Salih Bey oğlu Hasan, 14 yaşında.
İfadesinde başka bir dava yüzünden şahit
olarak Maden’e gitmiş olduğunu, dönüşünde Hani’nin işgal edilmiş olduğunu
gördüğünü ve ailesinin yanında bulunduğunu ancak hiç silah atmadığını
söylemiştir. Hakkında yapılan tahkikat ve ihbarlarla babası Salih Bey’le
birlikte silahlı olarak İsyan hareketinde bulunduğu kesin görülmüştür. İstiklal
Mahkemesi Savcısı, Hasan’ın hakkında verilecek cezada yaşının dikkate
alınmasını istemiş ve 10 sene kürek cezası verilmiştir.[397]
Ahmed Ağa
Süleyman oğlu Ahmed Ağa, 86 yaşında,
Cibranlı aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan
karyesinden, Binbaşı Kasım Bey’in babası.
İsyan’a iştirak suçlamasıyla 12. Fırka
tarafından diğer maznunlar arasında mahkemeye sevk edilmiş olan Ahmed Ağa’nın,
hakkında bir delil olmaması ve yaşı dolayısıyla İsyan’a iştirak etmesi mümkün
görülmemiş, muhakeme devam ederken 14 Haziran tarihinde 49 numaralı karar ile
hakkında beraat kararı verilmiştir.[398]
^Ali
Ahmed Ağa oğlu Ali, 27 yaşında, Cibranlı
aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan karyesinden,
Binbaşı Kasım Bey’in kardeşi.
Şeyh Said ifadesinde Meneşküt’e geldiği
zaman Ahmed’le de vaziyet ve firar üzerine müzakere ettiğini söylemiştir.
Ayrıca bu şahsın silahlı olarak İsyan’a iştirak ettiğine dair bazı şahitlerin
ifadeleri vardır. Ali de ilk ifadesinde Zazaların cebir ve tazyikiyle
isyancılara katılıp İsyan’a katıldığını söylemiştir. Ancak İstiklal
Mahkemesinde bu ifadesi okunduğu zaman bu ifadenin kendisinin olmadığını ve
İsyan’a iştirak etmediğini söylemiştir. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[399]
Cündi
Ahmed Ağa oğlu Cündi, Cibranlı
aşiretinden, Gümgüm kasabasında ikamet etmekte, aslen Kolan karyesinden,
Binbaşı Kasım Bey’in küçük kardeşi.
Şeyhlerin ve diğer maznunların bir
kısmının ifadesine göre isyancılarla beraber bulunmuş ve İsyan’a iştirak
etmiştir. Kendi ifadesinde de zorla ve istemeyerek isyancılara katıldığını
söylemiştir. Mahkemedeki sorgusu iki satır olan Cündi, bir şeyden haberi
olmadığını söylüyor. Hakkında beraat kararı verilmiştir.[400]
Madenli Kadri Efendi
Hasan Fahri oğlu Kadri Efendi, 31 yaşında,
Bakırmaden’in Arpameydan mahallesinden, rençber ve Meclis-i Umumi azasından.
Kadri Efendi, Şeyh Said’in verdiği görev
üzerine Maden inzibat kumandanlığını yapmıştır. Şeyh Said, iyi bir adam olduğu
için bu görevi ona verdiğini söylemiştir. Ayrıca Şeyh Said’e yazmış olduğu 20
Mart 1925 tarihli mektupta Şeyh Said’e hürmetlerini bildirerek tuttuğu yolun
hak ve doğru olduğunu söylemiştir. Kadri Efendi, Maden işgal edilmeden önce
şehri isyancılara karşı savunduğunu ancak işgal sonrası mecburen boyun eğerek
şehrin asayişini sağlamak için bu görevi üstlendiğini, aslında kendisinin
hükümet taraftarı olduğunu ifade etmiştir. Teşkil etmiş olduğu kuvve-i
muaveneden ve yaptığı teşkilât dolayısı ile Kadri Efendi’ye Birinci Süvari
Fırka Kumandanlığı tarafından verilmiş 2 Mart tarihli teşekkürname de vardır.
Yargılaması sonunda Madenli Kadri Efendi hakkında idam kararı verilmiştir.[401]
Monla Mahmud
Reşid oğlu Monla Mahmud, 65 yaşında, İmam,
Bakırmaden’in Piran karyesinden.
Şeyh Abdurrahim tarafından Maden’e vekili
olarak gönderdiği yazılıdır. İfadesinde Şeyh Said’in biraderi Abdurrahim’in
tazyik ve tehdidi üzerine isyancılar tarafından işgal edilen Maden’de kalıp bu
esnada isyancıların tecavüzlerine mani olduğunu ve bu suretle vatan hizmetinde
bulunduğunu ifade etmiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[402]
Yüzbaşı Avni Bey
Yahya oğlu Ali Avni, 34 yaşında, Genç
vilayeti Jandarma Yüzbaşısı, Elaziz’in Rızaiye mahallesinden
Şeyh Said’in 16/17 Şubat 1925 tarihli Ali
Avni Efendi’nin yüzbaşı rütbesiyle vazife ifa edeceğine dair buyuruldusu
vardır. Fakih Hasan da bu şahsın yüzbaşı rütbesiyle vazifelendirilerek, yarı
maaşla çalışmış olduğunu söylemiştir. Ali Avni Bey vazife aldığını ısrarla
inkâr etmiştir. Ancak muhakeme esnasında Şeyh Said, ona vazife verdiğini ve
görüştüğünü söylemiştir. Savcı son olarak hazırladığı iddianamesinde Ali Avni
Bey’in “Asilere teslim-i nefs eden ve onlardan hizmet vepara kabul
eden” bir şahıs olduğu söyleyerek cezalandırılmasını istemiştir.
Hakkında on sene kürek cezası verilmiştir.[403]
Şükrü Efendi
Malazgird Kazası Mal Müdürü.
Abdülmecid Efendi’nin sorgusu sırasında
İsyan’la alakadar olduğu gerekçesiyle 1 Haziran tarihinde davaya dâhil
edilmiştir. Ancak muhakemesi yapılmadan 9 Haziran’da davası ayrılmıştır.
Eşref Edip Bey, Velid Ebuzziya Bey, Sadri
Edhem Bey, Fevzi Lütfi Bey, Abdülkadir Kemali Bey
7 Haziran tarihinde Şeyh Said davasına
dahil edilmişlerdir. Ancak muhakemeleri yapılmadan 19 Haziran’da davaları
ayrılmıştır.
İsmail Hakkı Bey
İlyas Fevzi oğlu İsmail Hakkı Bey, 53
yaşında, Rizeli, Genç Valisi.
İsmail Hakkı Bey’in, Şeyh Said davası
başladıktan sonra yapılan ihbar ve ifadeler üzerine, 8 Haziran tarihli celsede
davaya dahil edilmesine karar verildi. Vali hakkındaki iddia İsyan ortaya
çıkmasından önce kendisine birçok ikaz ve ihbarların yapıldığı ancak Vali’nin
bunlara itibar ve ehemmiyet vermediği yönündedir. Mahallî Savcılığın yazmış
olduğu raporda Vali İsmail Hakkı Bey’in adeta kasıt derecesinde atalet ve
lakaytlığından bahsedilmektedir.
Vali Bey ifadesinde bir kusurunun
olmadığını, Şeyh Said’in maiyetiyle birlikte Palu’ya gelmesini araştırdığını ve
her sene mu’tad olarak pederinin kabrini ziyaret için gelmiş olduğunun ortaya
çıktığını, bundan başkada şüpheli bir durum olmadığını söylemiştir. Bununla
birlikte, isyanla alakalı kendisine hiçbir ihbarın yapılmadığını iddia
etmiştir. Savcı son mütalaasında İsyan’ın, Vali Bey’in kendi yetki alanında
temerküz etmiş olmasına ve ihbarlara rağmen kusur göstererek İsyan hareketinin
yayılmasına istemeyerek sebep olduğunu söyleyerek cezalandırılmasını
istemiştir. Hakkında bir sene hapis cezası verilmiştir
Bir sene hapis ve ömür boyu memuriyetten
men cezasına çarptırılan İsmail Hakkı Bey, hapis cezasını yattıktan sonra, 7
Şubat 1927’de Dahiliye Vekili Cemil Bey tarafından başvekâlete yazılan tezkere
ile affedilmesi istenmiş ve olay Meclis’in onayından geçmek ve görüşülmek üzere
Meclis gündemine alınmış, 26 Mart’ta bu konuyla ilgili görüşme yapılmıştır.
Dahiliye Vekâleti’nin teklifi tepki ile karşılanmış ve İsmail Hakkı Bey’in
affedilmesine karşı çıkılmıştır. Görüşmelerde Kılıç Ali Bey: “Sonra
sıra Çerkez Ethem’e gelecek” diyerek karşı çıkmıştır. Tepkiler
sonrasında bu teklif reddedilmiştir. Ancak daha sonra 1 Haziran 1929 tarihinde
İsmail Hakkı Bey’in affedilme meselesi tekrardan Meclis’in gündemine gelmiş ve
1474 numaralı kanunun çıkarılmasıyla affedilmiştir[404]
Ali Rıza Efendi
Kazım oğlu Ali Rıza Efendi, 52 yaşında,
Çapakçur Bidayet Hâkimi, aslen Bağdatlı.
Şeyh Said maiyetiyle birlikte Çapakçur’a
geldiği zaman onu karşılamaya gitmiş ve Şeyh Said’in İsyan hareketi için “Sahabe-i
güzinin harekâtına müşabih mahiyettedir. Mübecceldir. Kendisinden muvaffakiyet
me’muldür” gibi sözler sarf ederek muhitini tahrik etmek suretiyle
isyan hareketinin fer’an zi-medhali olarak görülmüştür. Ayrıca Ali Rıza Efendi,
Muallim Mehmed Zeki hakkında 3 ay hapis cezasını veren kişidir. Ali Rıza Efendi
ifadesinde Şeyh Said’i karşılama amaçlı gitmediğini, Muallim ile ilgili olarak
hazırlanmış olan fezlekelerden yola çıkarak bu cezayı verdiğini söylemiştir.
Ali Rıza Efendi’nin yargılanmasının sonunda sınır dışı edilmesine karar
verilmiştir.[405]
Tayyib Ali Efendi
İsmail oğlu Tayyib Ali Efendi, 33 yaşında,
Mütevellizadelerden, Perhankök Nahiyesi Müdürü.
Şeyh Said, Tayyib Efendi için “Başlangıçta
bizim fikirde idi sonra fikrini değiştirdi” demiştir. Fakih Hasan ise
Tayyib Efendi’nin, İsyan’ın başlamasından evvel Cibranlı Halid ve şeyhlerle
muhaberesi olduğunu, kendisinin bunu Vali’ye söylediğini ama Vali’nin buna
aldırış etmediğini söylemiştir. Eski Mebus Hamdi Bey’in de, Tayyib Efendi’nin
Kürtçü olduğu ve bu yolda faaliyette bulunduğuna dair ihbarı vardır. Tayyib Ali
Efendi, hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddetmiş, kendisinin 339 yılında
mebusluğa aday olması ile birlikte Hamdi Bey’in kendi aleyhine döndüğünü ve
Kürtçülükle itham etmeye başladığını söylemiştir. Yargılaması sonrasında
hakkında idam kararı verilmiştir.[406]
Şeyh Şemseddin
Şeyh Yusuf oğlu Şeyh Şemseddin, 60
yaşında, rençber, aslen Diyarbekirli, Silvan’ın Gündiyan karyesinde oturmakta.
Şeyh Şemseddin ifadesinde İsyan’a iştirak
etmediğini bilakis hükümete sadakat ve İsyan’a mukavemet gösterdiğini ve bu
yüzden takdirnameler aldığını ancak bilahare korkudan dağa kaçtığını ifade
etmiştir. Şeyh Said’in ifadesine göre, kendisi Şeyh Şemseddin’e mektup yazarak
kıyamını istemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bunun yanında Şeyh Said, Şeyh
Şemseddin’in kendi emir ve iradesi altında olmadığını, doğrudan doğruya kendi
başına hareket ettiğini de söylemiştir.
Şeyh Şemseddin, İsyan’ın ilk zamanlarında
hükümete bağlılığını göstermiş hatta Kulp kazası ve civarında halkı aydınlatmak
ve işrad etmek ile görevlendirilmiştir. Ancak irşad görevini yerine getirmekte
iken Lice’nin isyancıların eline geçmesiyle birlikte fikir değiştirmiş, Silvan
civarındaki isyan hareketini sevk ve idare etmiş, ordu ile muharebeye dahi
girmiştir. Ancak İsyan’ın başarıya ulaşamayacağını anladığı zaman hükümete
teslim olmayı tercih etmiştir. Şeyh Şemseddin’in bu tarz hareket ettiğine dair
birçok rapor ve şahit ifadeleri bulunmaktadır. Şeyh Şemseddin, hakkındaki
iddiaları muhakemesi sırasında reddetmiş, kendisinin şeyh olmadığını, İsyan’a
katiyen iştirak etmediğini ve Şeyh Said’i de daha önce hiç tanımadığını
söylemiştir. Yargılaması sonunda hakkında idam kararı verilmiştir.[407]
İlyas Efendi
Monla Fethullah oğlu Hacı İlyas Efendi, 69
yaşında, Genç Müftüsü, Genç vilayetinin Valir karyesinden.
Hacı İlyas Efendi; Şeyh Said, Darahini’ye
geldiği zaman onunla birlikte Vali’yi ziyarete gitmiştir. Şeyh Said’e hitaben
tuttuğu yolun doğru ve hak olduğunu beyan ettiğine dair iddialar vardır. Şeyh
Said de Genç’i işgal ettikten sonra Hacı İlyas Efendi’yi müftü olarak tayin
ettiğini söylemiştir. Buna karşın Hacı İlyas, Şeyh’in fikirlerine
katılmadığını, hareketini doğru gördüğüne dair beyanda da bulunmadığını
söylemiştir. Savcı, İlyas Efendi’nin Şeyh Said ile konuştuğunun anlaşılmış
olmasına rağmen İsyan hareketi ile bir münasebetinin görülmediğini söyleyerek
beraatını istemiş, hakkında beraat kararı verilmiştir.[408]
Mahmud Bey
Hanili Mustafa Bey oğlu Mahmud Bey, 36
yaşında, Hanili
Şahitler, Mahmud Bey’in İsyan’dan önce
Erzurum’dan çok miktarda silah getirirken yakalandığını ve sonra Kürdistan’ın
istiklali için kendilerinin de hazırlanmalarını gerektiğini söylediğini ve
propagandada bulunduğunu söylemişlerdir. Mahmud Bey ifadesinde iddiaları
reddetmiş, dokuz aydır mevkuf olduğunu, Erzurum’dan getirdiği söylenen
silahları da 1917 yılında Urfa meselesinden dolayı Ermeni ve Fransızlara karşı
olan harp yüzünden hükümetin emriyle aldığını söylemiş, bunun yanında diğer
iddiaları da reddetmiştir. Savcı, Mahmud Bey’in İsyan esnasında Diyarbekir
hapishanesinde mevkuf olmasından dolayı isyana fiilen iştirak edemediğini ancak
hazırlık safhasında mühim bir rol oynamış olduğunu söyleyerek
cezalandırılmasını istemiştir. Hakkında idam kararı verilmiştir.[409]
İbrahim Bey
Liceli Hacı Sadullah oğlu İbrahim Bey, 66
yaşında, Lice’de Camiikebir mahallesinde oturmakta, çiftçi.
İbrahim Bey, İsyan’a iştirak ve Şeyh Said
tarafından Lice Kaymakamlığına atanarak bu vazifeyi yerine getirmekle
suçlanmıştır. Şeyh Said tarafından İbrahim Bey’e yazılmış olan mektuplar
bulunmaktadır. İbrahim Bey ise ifadesinde İsyan’a iştirak etmediğini, Şeyh
Said’in kendisine kaymakamlık teklif ettiği halde kendisinin kabul etmediğini
söylemiştir. Yargılanmasının sonunda, hakkında beraat kararı verilmiştir.[410]
İsyanın Niteliği
2.1 Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti
(Azadi)
Kaynaklarda Şeyh Said İsyanı’nın
tertipçisi olarak gizli bir Kürt cemiyetinden bahsedilmekte ve isyanın bu örgüt
tarafından yapılan birkaç senelik hazırlığın neticesinde başlatıldığı vurgulanmaktadır.
Bu açıdan öncelikle bu örgüt hakkında bazı bilgiler vererek hem isyanda bir
rolü olup olmadığını hem de Şeyh Said’in bu örgütle ne tür bir ilişki
içerisinde olduğunu değerlendirmek gerekmektedir.
Cemiyet Hakkında Genel Bilgiler
Mahkeme tutanaklarında Kürdistan İstiklal
ve İstihlas Cemiyeti olarak geçen bu örgüt, birçok kaynakta farklı isimle
zikredilmekte, kuruluş tarihi ve kurucuları hakkında çeşitli bilgiler
verilmektedir. Örgütle ilgili ilk bilgiler Şeyh Said’in yakalanmasını sağlayan
ve onunla birlikte yargılanan Binbaşı Kasım Bey tarafından Şark İstiklal
Mahkemesi’ndeki muhakemesi sırasında verilmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki
günümüzde yapılmış olan yayınların çoğunda -özellikle yerli yayınlarda- örgüt
hakkındaki bilgiler genel olarak aynı kaynaklara dayanmaktadır ve bu
kaynakların temelinde de Kasım Bey’in ifadeleri yer almaktadır. Bunun yanında
Bruinessen ve Olson gibi yabancı arşivlerden yararlanan kişilerin
çalışmalarında da örgüt hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Şeyh Said İsyanı hakkında ilk çalışmayı
yapanlardan birisi olan Behçet Cemal, bu cemiyetin Kürt Teali Cemiyetinin
dağılmasından sonra 1923 yılında kurulduğunu ve kurucularının arasında Cibranlı
Halid ve Yusuf Ziya’nın yanında eski Kürt Teali Cemiyeti lideri Seyyid Abdülkadir’in
de olduğunu belirtmektedir.[411] İsyan’ın
gerçekleştiği dönemde yaşayan M. Şerif Fırat ise Azadi örgütünden bahsetmemekle
birlikte, olayların ilk plan aşamasının Kürt Teali Cemiyeti adı altında
yapıldığını, Lozan’dan sonra bu cemiyetin dağılması üzerine irtica hareketinin
başında Yusuf Ziya ve Şeyh Said’in kaldığını söylemektedir.[412] Nuri
Dersimi de, örgütün 1922 yılında Cibranlı Halid Bey’in başkanlığında Erzurum’da
“Kürt İstiklal Cemiyeti” adı altında kurulduğunu söylemektedir.[413]
Bunların yanı sıra Cemilpaşazadelerden
olan ve Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış olan Kadri Cemil Paşa da
hatıratında, Kürt aydınlarının Cibranlı Halit Bey’in etrafında toplanarak 1922
yılında istiklal anlamına gelen “Azadi” adında bir örgüt kurduklarını
söylemektedir.[414] Yine
Cemilpaşazadelerden olan ve Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak mahkûm
olmuş olan Cemilpaşazade Ekrem Bey de bu örgüt hakkında şunları
söylemektedir: “Cibranlı Halit Bey, Bitlisli Yusuf Ziya Bey ve
arkadaşları Lozan muahedesinden sonra Erzurum’da Azadi ismiyle bir gizli siyasi
Kürt Cemiyetini teşkil etmişlerdi. 1924 senesinin yazında biz Diyarbekirdeki
Kürtçüler de bu cemiyetin bir şubesini teşkil ettik.”[415]
Uğur Mumcu ise “Kürt Azadi (İstiklal)
Cemiyeti”nin 1923’te Erzurum’da kurulduğunu, ilk başkanının Mutki Aşireti Reisi
Muşlu Hacı Musa olduğunu yazmaktadır.[416] Abdülhaluk
Çay da aynı şekilde isyanın organizatörünün 1923 yılında kurulmuş olan Azadi
olduğunu söyler.[417]
Robert Olson’un anlatımına göre; 1921
yılında kurulan bu cemiyetin ilk adı “Kürt Özgürlük Cemiyeti”dir. Daha sonra
“Kürt İstiklal Cemiyeti” adını almış ve kısaca “Azadi” denilmiştir. Cemiyet
Erzurum’da Miralay Cibranlı Halit Bey tarafından kurulmuştur. Örgütün yaklaşık
23 şubesi vardır. Şube liderlerinin çoğu Türk ordusunun subaylarıdır ve örgüte
mensup aşiret üyelerinin birçoğu da Hamidiye Alaylarında kumandanlık yapmış
kişilerdir.[418] Olson’un
bu örgütle ilgili vermiş olduğu bilgiler İngiliz Hava Bakanlığı ile Sömürgeler
Bakanlığına gelen raporlara dayanmaktadır. İngiliz istihbaratının Azadi
hakkındaki bilgi kaynağı ise 1924’te Beytüşşebab İsyanı’ndan sonra Türk
ordusundan firar etmiş olan askerlerdir. Olson, bu askerlerden birisi olan
İhsan Nuri için şunları söylemektedir; “Ihsan Nuri, Ingiliz
istihbaratının Azadi’nin kökenleri ve amaçları hakkındaki üç bilgi kaynağından
biri ve 4 Eylül 1924 Beytüşşebab ’taki isyanın baş kışkırtıcısı idi”[419] Olson
eserinde Azadi üyeleri hakkında geniş bilgi vermekle birlikte bazı eleştirilere
uğramıştır. Yaşar Kalafat, Azadi’ye sempati duyan veya Azadi ile hiçbir
ilişkisi olmayan, yörenin tanınmış birçok simasının herhangi bir belge
gösterilmeden, Olson tarafından Azadi’nin üyesi olarak gösterildiğini
söylemektedir.[420]
Martin Van Bruinessen’e göre; örgüt 1923
yılında kurulmuştur. Kurucu ve mensuplarının çoğu Türk ordusunda görevli askeri
deneyime sahip subaylardır. Bunun yanında birçok şeyh de bu örgüte girmiştir.[421] Örgütün
Kuzey Kürdistan’daki nüfuzlu kişilerle bağlantıya geçtiğini ve aynı zamanda
1923 seçimlerinde seçim kampanyası bahanesiyle Yusuf Ziya’nın birçok aşiret
reisiyle görüştüğünü söyleyen Bruinessen, 1924 yılında örgütün ilk kongresini
yaptığını ve kongrede Mayıs 1925’te genel bir ayaklanmanın başlatılması ve
isyana destek vermesi için yabancı devletlerle anlaşma yapılma kararları
alındığını yazmaktadır. Ayrıca bu kongrede Şeyh Said’in ön plana çıkarak isyan
için çekingen davranan Hamidiye komutanlarını Kürdistan’ın bağımsızlığı için
savaşmaya ikna ettiğini aktarır.[422]
Olson’un belirttiğine göre 1924 yılında
yapıldığı söylenen bu kongre ile ilgili ilk değerlendirmeyi Bruinessen
yapmaktadır.[423] Bruineessen’nin
kongre ile ilgili tek kaynağı, kongrede bulunmayan ancak bulunanların çoğunu
tanımış olduğunu söyleyen Molla Hasan Hişyar’dır. Bruinessen, bu kişinin
anlatımlarının bağımsız bir teyidini gerçekleştiremediğini söylemektedir.[424] İsyanla
ilgili İngiliz Devlet Arşivlerinde araştırma yapan Olson da, Devlet Arşivleri
Bürosu’nda bu kongre ile ilgili herhangi bir belge bulamadığını söylemekle
beraber bunu örgütün kendisini iyi gizlemiş olabileceğine bağlamaktadır.[425] M.
Şerif Fırat ise herhangi bir kongreden bahsetmemekle birlikte isyanın Cibranlı
Halid’in başkanlığında, Yusuf Ziya ile birlikte 1924 yılı ilkbaharında
planlandığını ve Şeyh Said’in manevi nüfuzundan dolayı başa geçirildiğini
yazmaktadır.[426]
Örgütün bölgede ne kadar şubeleştiği
konusunda en geniş bilgiyi Olson vermektedir. Örgütün yaklaşık 23 şubesi
olduğunu söyleyen Olson, eserinde bu şubeler ve mensupları hakkında bilgiler
verir. Bunun yanında N. Dersimi de; Bitlis, Darahini, Elaziz, Diyarbekir, Urfa,
Siirt ve daha birçok yerde şubelerinin kurulduğunu söylemiştir.[427] Kadri
Cemil Paşa hatıratında; Mülazım İsmail Hakkı Saveyş adında birisinin bu örgütün
teşkilâtlandırılması için görevlendirildiğini, bu kişinin Diyarbekir’de örgütün
şubesini açtığını belirtmektedir.[428]
Başta Bruinessen ve Olson olmak üzere
birçok kaynak örgütün gizliliğine vurgu yapmaktadır. Örgütün başkentten uzakta,
Anadolu’da ve çok gizli olarak kurulmuş olmasından dolayı, örgütten çok az
bahsedildiği ve örgüt hakkında hemen hemen hiçbir bilgi olmadığından
bahsedilmektedir.[429] Kadri
Cemil Paşa da bu gizli yapılanmaya değinmekte ve örgütün Diyarbekir ile Erzurum
arasındaki ilişkisinin şifre ile elden götürülerek yapıldığını söylemektedir.[430]
Çok gizli bir teşkilâtlanma yürütmüş
olduğu söylenen örgütün hükümetin gözünden kaçmadığı ve örgüt liderlerinin
faaliyetlerinin takip edildiği anlaşılmaktadır. Bunun yanında bazı kişilerin
bölgedeki bu tür faaliyetler hakkında hükümete ihbarlarda bulunduğu kaydedilir.
Örneğin M. Şerif Fırat, Azadi hakkında hükümete ilk ihbarı Hormek aşiretinin
verdiğini söylemektedir. M. Şerif Fırat’ın anlatımına göre; 1920 yılında
Cibranlı Halit Bey, Lolan ve Hormek aşiretleriyle toplantı yaparak Kürtçülük
propagandasında bulunmuştur. Bu faaliyetler, adı geçen aşiret mensupları
tarafından mutasarrıflıklara bildirilmesi üzerine Halid Bey’in faaliyetleri
Kolordu tarafından şüpheli görülerek Erzurum’a çağırılmış ve burada
alıkonulmuştur.[431] Örgütün
faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olan Hükümetin, bir şekilde bu örgüte son
vermek istediği de dile getirilmektedir. Fırat’ın söylemine göre 1924 yılında
Erzurum’a gelen M. Kemal Paşa, yaptığı tahkikat neticesinde yakında bir isyanın
başlayacağını anlamış ve Cibranlı Halid Bey ile Yusuf Ziya’nın yakalanma
emirlerini bizzat vermiştir.[432]
Olson da aynı şekilde Kürtçülük
faaliyetlerini ve bu faaliyetleri yürütenleri takip eden Hükümetin, Azadi’nin
faaliyetlerinden haberdar olduğunu aktarmaktadır. Ayrıca Olson, İsyan’ın henüz
olgunlaşmadan Türk hükümetinin harekete geçerek Kürt subaylarını tutuklama ve
hareketi bastırma ihtimalinin, Azadi’yi korkuttuğundan bahseder.[433]
İhsan Ş. Kaymaz da Şeyh Said İsyanı’nın
arkasında Azadi adında bir örgüt olduğunun anlaşıldığını ve hem İngilizlerin
1924 yılı başından itibaren bu örgütle bağlantı kurduğunu hem de Türklerin bu
örgütün faaliyetlerinden haberdar olduğunu söylemektedir.[434] Bununla
birlikte -İngiliz kaynaklarına göre- Türk hükümetinin örgütle iletişim kurarak
Musul meselesini çözüme kavuşturana kadar örgütün hareketsiz kalmasına
çalıştığını, hatta 1924 Ağustosunda Diyarbekir’de bir Türk-Kürt kongresinin
gizli olarak gerçekleştirildiğini ve Nesturi operasyonu öncesinde bir sorun
çıkmaması için Azadi temsilcileriyle görüşerek zaman kazanmaya çalıştığını
söyleyen Kaymaz, bu doğrudan görüşmelerden sonuç alamayan Türk hükümetinin
örgütün lider kadrosunu saf dışı bırakmak için harekete geçtiğini
belirtmektedir.[435]
Kasım Bey’in Cemiyet Hakkında Verdiği
Bilgiler
Mahkeme tutanaklarında Kürt İstiklal ve
İstihlas Cemiyeti ile ilgili en geniş bilgiyi Binbaşı Kasım Bey vermiştir.
Kasım Bey’in mahkemede bu örgüt hakkında vermiş olduğu bilgiler, dönemin
gazetelerinde de yayınlanmış ve birçok kişi örgütün varlığından bu şekilde
haberdar olmuştur. Daha önce de denildiği gibi birçok kaynakta Azadi ile ilgili
verilen bilgiler, Kasım Bey’in ifadelerine dayanmaktadır. Kasım Bey ise
cemiyetle ilgili bilgilerini 1923 senesinde eski Bitlis Mebusu Yusuf Ziya
Bey’le yaptığı konuşmadan öğrenmiştir.
Kasım Bey örgüt hakkındaki ifadelerini 26
Mayıs ve 7 Haziran tarihleri olmak üzere iki farklı günde vermiştir. 26 Mayıs
tarihli sorgusunda bölgedeki Kürtçülük faaliyetlerinden kısaca bahsetmiş ve
Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ile yaptığı görüşmeyi anlatmıştır. Bu tarihteki
ifadesi şu şekildedir:
“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in bu isyanının
esbabını ve kimlerle tertibatta bulunduğunu lütfen söyler misiniz?
Kasım Bey: Esasen Seyyid Abdulkadir’le
Bedirhanilerpaylaşamayan iki kardeş gibi Kürdistan riyasetini taksim
edemiyorlardı. Abdurrezzak Bedirhani Kürdlüğü telkin için Rusya’ya geçti. Bu
efkâr ilerledi. İstanbul’da Kürd Teali Cemiyeti açıldı. Muş’ta da zannederim.
Burada da açıldı. Seyyid Abdülkadir riyaset ediyormuş. Harp seneleri bir
durgunluk oldu. Mütarekenin ilk senelerinde artık devr-i fetret başlayınca
fırsat buldular cemiyeti yine ihya ettiler. Her tarafta şubeler için
yazılmıştı. Bazı yerlerde küşad edildi. Ve 335’teMustafa Kemal Paşa
hazretlerinin Erzurum Kongresini teşriflerinde bendeniz orada idim. Herkesçe
bir kanaat vardı ki hatta avamda bile “Kürdistan olacak”. Şerif Paşa namında
bir mösyö Paris’te mümessil olarak Kürdlük için çalışıyordu. Biz yazdık. Bu hiç
kimsenin murahhası veya vekili değildir dedik. İngiliz mümessiline Vilson’a
müracaat ettik. 336 senesinde Meclis-i Millî açılınca tebrikler ettik.
Ümitlenen insanlar benimle alay ettiler. “Sen Kürd iken bu adamlara neden
meylediyorsun” dediler. Bendeniz mefkûremi onlara söylemezdim. Bir kere
Kürdlerde ezelden ebede kadar ittifak olmayacaktır. Lafzi bir kelime-i
şehadette ancak ittifak ederler. Sonra lisanları yoktu. Müstakil olsalar bile
ya İngilizce ya Farisi veya Arabi konuşacaklardı. Binaenaleyh Kürd hükümeti
değil Arap veya İran hükümeti olacaktı. Ben de altı yüz senedir beraber yaşadığımız
bir milletten ayrılmak istemedim.
Reis Müfid Bey: Müftüzade Reşid Bey
nerededir efendim?
Kasım Bey: Müftüzade Reşid Bey evvelce
Malatya mutasarrıfı idi. Müteaddid mutasarrıflıklarda bulunmuştur. Şimdi
nerededir, bilmiyorum. 339’da sâbık mebus maslup Yusuf Ziya, mumaileyh Reşid
Bey’le birlikte Millet Meclisi’nin feshini müteakip intihap propagandası için
Varto’ya gelmişlerdi. Gittim, görüştüm. Merhabadan sonra Yusuf Ziya, ‘Hacı
İlyas Sami gâvur oldu’ dedi. Sükût ettim. Yine tekrar etti. ‘Bir risale neşretti,
gâvur oldu. Artık ona rey vermeyin, bize verin’ dedi. ‘Kime verelim’ dedim.
Reşid Bey’i gösterdi. Güldüm. ‘Reşid Bey’in kırk senedir gâvur olduğu
bilmiyorum. İlyas Sami Bey’i yeni duydum’ dedim. ‘Belki rekabettir’ dedim,
geçti. Kemal Paşa hazretlerine fena sözler söyledi. Sükûta davet ettim. Devam
etti. ‘Hükümetin istediği adamları istemeyiniz’ dedim.
Kendi evimde olduğundan pek men
edemiyordum. ‘Ahali sizin lokmanız değildir’ dedim. ‘Avama böyle şeyler
söylemeyiniz’ dedim. Ertesi gün beni çağırdı. ‘Yemin et, sana bir şey
söyleyeceğim’ dedi. ‘Ben zabit olduğum zaman bir yemin ettim, bir daha etmem’
dedim. ‘Bir sırdır’ dedi. ‘Ben söz veririm’ dedim. ‘Kürdistan Istihlası ve
istiklal Cemiyeti teşekkül etmiş, siz bu işi deruhte edeceksiniz ve yemin
edeceksiniz’ dedi. ‘Ben bu cemiyeti istihfaf ediyorum’ dedim. Yalvardı, hatta
arada ısrar etmeye başladı. ‘Çık dışarı’ dedim. Yalvardı, gezinmeye çıktık.
‘Neden kabul etmiyorsun’ dedi. ‘Kürdlerde istiklale istidat yok’ dedim. ‘Yardım
edenler çoktur’ dedi. ‘Kim diye’ sordum. ‘Bize para, esliha ve cephaneyi hep
bir devlet verecek, hangi devlet olduğunu söylemem’ dedi. Iskandil ettim. ‘Farz
edelim Ingiliz versin’ dedim. ‘Ingiliz parasıyla Müslümanlar öldürülür mü?’
dedim. Agid ve Kerem’in cemiyette olduklarını söyledi. Bazı rüesaya
uğrayacağını söyledi. Ben kendini kandırdım. ‘Hayatın tehlikededir, yapma’
dedim. On dört saatlik mesafeyi bir günde gitti. Bitlis’e girdi. Yusuf Ziya’nın
hikâyesi budur...
... Bazı Kürtler İstanbul’la -Yusuf Ziya
da gitmişti- alakadar oluyorlardı. Şeyh Said Efendi ile de görüşüyorlardı.
Bilmem efkârını açtı mı açmadı mı? Hatta biz Yusuf Ziya hakkında zabıt varakası
da tuttuk. Tevkif ettiler. Sonra propaganda şekil ve mahiyetinde tevil ettiler
ve beraat ettirdiler. Tekrar tevkif ettiler. Erzurum’da Halet Bey’in 336’da
Erzurum’a gittiği sırada Midhat Bey, Hoca Raif Efendi ile bir muhalefet grubu
vardı. Halet Bey her tarafın Kürdleriyle temas ettiği için efkâr-ı umumiyeyi
yüzde seksen nisbetinde Kürtlüğe çevirdiler. Mustafa Kemal Paşa’ya da arz etmiştim
ve tedâbir ittihaz lüzumunu bildirmiştim. Tedâbir gecikti ve Şeyh Said Efendi
de Perşembeyi Çarşambadan evvel getirdi. İşte bu.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in oğlu Ali
Rıza’nın İstanbul’a gidişi bu isyanla alakadar mıdır?
Kasım Bey: Ali Rıza esasen Haleb’e, oradan
İstanbul’a geçti. Sonra döndü. Seyyid Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi.
“Bu düdük ötmez. Ömrümüz on beş gündür” dedim. “Merak etme, olacak” dedi.”[436]
(...)
“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in demin bahis
buyurduğunuz Reşid ve Yusuf Ziya ile bir alakası var mıydı?
Kasım Bey: Evvelki günkü ifadesinde
haberim yoktur diyor. Bendenizin ki mesmuattır. Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid
Abdülkadir’le alakası olduğunu bilmiyorum.”
(...)
“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, sen 339
senesinde Ziya Bey’in geldiğini ve görüştüğünüzü söyledin. Sana teklifâtta
bulunmuşlar. Bir Kürd cemiyeti var yemin edersen sana söyleyeceğiz diye.
Kürdistan istiklal ve Istihlas Cemiyeti teşekkül etmiş. Bütün rüesa buna yemin
ederek dâhil olmuşlar. Demek ki Kör Sadi’nin buradaki itirafâtı hiç imiş. Size
soruyorum. Böyle bir cemiyetten bahsedilince bu cemiyetin nerede olduğunu ve
kimlerden müteşekkil bulunduğunu ve ne zaman teşekkül ettiğini sormadın mı? Bu
iki tanesini olsun anlayamadın mı?
Kasım Bey: Sordum kendisine. ‘Yemin
etmedikçe söylemem’ dedi. ‘Fakat muhterem zevat vardır’ dedi. Seyyid Abdülkadir
ve oğlu olduğunu duymuştum. Düşündüm,fakat cevap alamadım.
Reis Müfid Bey: Kürdistan istihlas
Cemiyeti deyince Haleb’de ve istanbul’da teşekkül eden cemiyetler buna müessir
olmaz. Kürdistan’da olmalı ki buna müessir olabilsin. Binaenaleyh bu cemiyetin
nerelerde şuabatı vardı?
Kasım Bey: ‘Parası da çoktur. Kırk bin
tüfek bir devlet verecek. iki milyon lirası vardır’ dedi. Cemiyetin şuabatı
hakkında bir şey sormadım. ‘Cemiyette muhterem zevat vardır’ dedi. Fakat esami
ta’dad etmedi. Reşid Bey misafirim oldu, kaldı. Ziya gitmişti. ‘Bu nedir
Allah’ını seversen’ dedim. ‘Yalan canım, bir talimat yoktur’ dedi. Cebinden beş
altı kart çıkardı. Birisinde (Abdullah Tevfik zade Bekir Sıdkı) ve bir kısmında
Bekir Sıdkı’dan evvel bir ‘Kef’ harfi vardı. ‘Kef’sizler efrada ve ‘Kef’li
olanlar da rüesaya aittir’ dedi ve ‘Talimat bundan ibarettir’ dedi. Teşkilât da
beşer beşer imiş ve her beşinin de diğer beşten haberi yokmuş. Osman Kadri
Bey’e, Halet Bey’e açtım. Halet Bey ‘Bir vesaik varsa Dâhiliye Vekâletine
gönderelim’ dedi. Reşid Bey’den istedim, vermedi. Ben de çalamadım.
Reis Müfid Bey: Bekir Sıdkı’nın kim
olduğunu öğrendin mi?
Kasım Bey: Kendisine sormadım. Evvelce
gelen haberlere nazaran Zazaların şehirden kendilerine tabi olacağını
zannediyorlardı. Öyle bir ümit ile geliyorlarmış.
ReisMüfid Bey: Hiç anlamadınız mı? Şu
memleket dâhilinde nerede şuabatı olduğunu ve Diyarbekir’e ne için hücum
ettiklerini etrafındakilere olsun sormadın mı? Zazaların kendileriyle beraber
olduğunu nereden biliyorlarmış ve Zazalarla bunların arasındaki münasebatı
temin eden kimlermiş?
Kasım Bey: Aralarındaki vasıta evvelce
temin edilmiştir. Fakat nasıl bilmem. Gelen haberlerde Zazaların beraber olduğu
söyleniyordu. Kürdlerde bu hamakat olduktan sonra sormaya lüzum var mı?”431
Özetle; 1923 tarihli görüşmede Yusuf Ziya
Bey, Kürdistan İstihlas ve İstiklal Cemiyeti’nin kurulduğunu; para, silah ve
cephaneyi bir devletin vereceğini söyleyerek Kasım Bey’e cemiyetin işlerini
yapmasını teklif etmiştir. Kasım Bey ise bu teklifi kabul etmemiştir. Bunun
yanı sıra Yusuf Ziya Bey, isim vermeyerek cemiyete muhterem kişilerin de üye
olduğunu, cemiyetin iki milyon lirası olduğunu ve bir devletin kırk bin tüfek
vereceğinden bahsetmiştir. Ayrıca Kasım Bey, örgütün gayet gizli bir
yapılanmaya sahip olduğunu ve cemiyetin beşer beşer teşkilâtlandığını ve her
beşinin diğer beş kişiden haberi olmadığını da bu konuşmasında öğrendiğini
söylemiştir. Bu bilgilere ek olarak, mahkemedeki sorgusundan önce 16 Mayıs 1925
tarihinde savcı tarafından alınan ifadesinde Kasım Bey, Yusuf Ziya ile yaptığı
bu görüşmede Yusuf Ziya’nın Kürdistan İstihlas ve İstiklal Cemiyetinin
İstanbul’da teşekkül ettiğini söylediğini aktarmaktadır.[437] [438]
7 Haziran tarihli muhakemede ise Kasım Bey
örgüt hakkında daha geniş bilgiler vermiş ve bu kez Cibranlı Halid ile Şeyh
Said arasında bir sene önce yapılan görüşmeden bahsetmiştir. Ancak Kasım Bey’in
bu tarihteki ifadesi ile ilk ifadesi arasında bazı çelişkiler vardır. Örneğin
ilk ifadesinde eski Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir’in bu gizli
cemiyete üye olduğunu -duyuma dayalı olarak- bildiğini söylemesine ve “Şeyh
Said’in Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid Abdülkadir ile alakası olduğunu bilmiyorum”
demesine rağmen ikinci ifadesinde isyancıların yönetim kadrosunu dini ve siyasi
olarak iki kanada ayırmış ve Seyyid Abdülkadir’in bu iki grubun lideri olduğunu
söylemiştir. İfadeleri şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, meydana
çıkmamış birçok hakayık var. Bunlar böyle kalıyor. Bunların günahı sizin
boynunuza kalır. Şeyh SaidEfendi’nin bu harekâtı hakkında bize iyi malumat ver?
Kasım Bey: Bendeniz geçen seferki
ifadâtımda imsak ettim. Çünkü tedkikat çok oluyor, belki itiraf edenler
hakkında teshilatı mucip olur dedim.
ReisMüfid Bey: Sen şimdi geçen sene ki
Cibranlı Halid Bey’le olan mülakatı söyle?
Kasım Bey: Geçen sene Kemal Paşa
geldiklerinde heyet-i istikbaliye meyanında gittim. Halid Bey’de kaldım. Bana
dedi ki, ‘Şeyh Said geldi. Bu güzün çıkacağım. Bana ittiba edenlere Kuran’ı
temhir ettireceğim’ dedi. ‘O vesika olur, başka yeminler yaptırınız’ dedim.
Saat beşe kadar münakasa ettik, Şeyh Said’le görüştük.
Reis MüfidBey: Bu muhavere nerede oluyor?
Kasım Bey: Habeşi’de, kendi evinde. Ben
milliyetimi inkâr edemem. 340’ta idi. Dedim ‘Ben Kürd’üm, Allahyoktur demekle
insan kâfir olur,fakat milliyetini inkâr edemez’ dedim. ‘Bu tertibatınız doğru
değildir’ dedim. Tekrar konuştuk. ‘Benim üzerime vacip oldu çıkacağım, kıyam
edeceğim’ dedi. ‘On beş gün sonra çıkacağım’ dedi. Halid Bey’in tevkifi,
Kerem’in takibi kendisinin şehadete çağırılması çıktı. Niyabet varakasıyla
ifadesini verdikten sonra Şuşar cihetine çıktı. Kamil Bey’le görüşmüş, rüesa
söz vermişler. ilk söz veren Kamil Bey olmuştur. Kıyam edersen iştirak ederiz
demişler. Çapakçur’a Melekan’a geçmişler. Şeyh Abdullah demiş ki “Ben buna
muvafakat etmem. Bu hükümet malımızın nısfını istese veririm. İtaatten çıkmam”
demiş. Çan şeyhlerine, Çapakçur’a, Piran’a gelmiş orada bu mesele tahaddüs
etmiş.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi, bu
söylenen sözlerin hangisi doğru hangisi yalandır?
Şeyh Said: O suretle geldim, o doğrudur.
Kasım Bey’le de görüştüm. Bu şeriat için dertleşirdim. Şeriatın zevaline
teessüf ediyordum. Böyle zeki adam nerede görsem söylerdim.
Reis Müfid Bey: Bu müddet zarfında daha
evvel tasavvur etmişsiniz. Demek ki bunun söylediği şeylerin hepsi doğrudur.
Şeyh Said: Belâ, çoğu doğrudur. O kıyam
münakaşası aklıma gelmiyor.”
Bundan sonra, Kürdistan Cemiyeti’nin
Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti adı altında gizli bir cemiyete inkılâp
ettiğini söyleyen Kasım Bey, bu gizli cemiyetin çok müthiş bir yemini olduğunu
ve müntesibinin kafasını kesseler hiç bir şey söylemeyeceğini de ifade
etmiştir. Ayrıca Kasım Bey, Kürtleri diniyun ve siyasiyun olarak iki kısma
ayrıldığını Halid ve Kerem Beylerin siyasiyun cihetinin reislerinden olduğunu,
Şeyh Said’in de bu örgüte dâhil olup diniyyun cihetinden olduğunu, hem diniyun
hem de siyasiyunların başlarının İstanbul’da Seyyid Abdulkadir olduğunu
anlatmıştır.[439] Yine
Bağdat’taki komitenin İngilizlerle, Halep’teki komitenin de Fransızlarla
görüştüğünü ancak işleri bitiremeden Şeyh Said’in acele ettiğini belirtmiştir.
Kasım Bey’in sorgusu şu şekilde devam etmiştir:
“Reis Müfid Bey: Bunlar beyninde iki türlü
cereyan bulunduğundan ve birisinin diniyun, diğerinin siyasiyun olduğundan
bahsettiniz?
Kasım Bey: Bunlar bendenizin tabirimdir
efendim.
Reis Müfid Bey: Bunlar dâhilde teşkilât
yapmakla beraber hariçteki şuabat ile de temasta bulunduklarını söylediniz.
Dâhildeki teşkilât nerelerde ve nasıldır ve hariçteki şuabatın derece-i
mesaileri hakkında bana malumat verir misiniz?
Kasım Bey: Beyefendi, daire-i
mahremiyetlerine girmediğim için çok şey bilmiyorum. Yalnız Halid Bey’den
işittiklerimi arz edeyim. Süleymaniyeli Tevfik, Salih Efendi, İsmail Hakkı
Efendi namında üç zabit vardı. Mezunen İsmail Hakkı Diyarbekir’e sonra Urfa’ya
ve Haleb’e gidiyor. Yazdığı bir mektupta ‘Haleb’de Bozo Bekir Necmi Bey’e
takdim ettim. Buradaki ticaret şubesini himaye etmesini rica ettim vaat aldı’
yazıyordu. Zabitler okurken gülüşüyorlardı. Halid Bey ‘Bozo şifredir. Kürd’tür.
Necmi Fransız’dır. Nihad Türk’tür’ diyordu. Bağdad’dan Ömer Kutbeddin imzalı
bir mektup geliyor. ‘Buradaki Suad Bey’e (İngilizler) söyledim. Ticaret
şubeleriyle muhabere ettiler ve bu büyük ticarethaneye yazdılar (Londra) şube
müdürü sizi tanıyor memnun oluyor’ diyor.
Reis Müfid Bey: Dediniz ki üç zabitin
yoldan çıkıp geldiğini ve Diyarbekir’de mezuniyet aldığını ve oradan Urfa’ya
gittiklerini söylediniz. Acaba o zabitler dönmüş müdür?
Kasım Bey: Diyarbekir’de mezuniyet emrini
beklemek için gelmiş. Buzabitin avdetine dair haberim yoktur. Zaten
dönmeyecekti.
Reis MüfidBey: Demek oluyor ki dâhilde bir
teşkilâtı mevcuttur?
Kasım Bey: Tevfik Bey, Salih Bey, Ali
Yaver Efendi geçen sene Erzurum’da idiler. Teşkilâtı Yusuf Ziya ve Halid Bey
açık söylediler. Teşkilât beşer beşer yapılıyor. Ve beşlik gruplar
yekdiğerlerinden malûmattar değil.
Reis MüfidBey: Bu teşkilât nerelerde?
Şehirlerde yok mu?
Kasım Bey: Bitlis’te her halde vardır.
Çünkü Ziya orada idi. Erzurum’da Kürd teşkilâtı olmasa bile muhalif teşkilât
vardı.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’de var mıdır?
Kasım Bey:334’te Diyarbekir’de bir cemiyet
vardı. Ekrem Bey de reis idi. Bir beyannamesini gördüm. Halkı cemiyet teşkiline
teşvik ediyordu.
Reis Müfid Bey: Haleb’de bulunan Kürd
cemiyetleriyle Kürdistan’ın istiklali için çalışan zümre ile muhabere
ettiklerini söyledin. Bu muhabere ne vasıtasıyla oluyordu? Ve aralarında
vasıtalık eden bir adam yok mu?
Kasım Bey: Haleb’den mektuplaryazılıyordu.
Halid Bey’e gelenler İstanbul’a geliyor. İstanbul’dan buraya geliyordu. Zarflar
re’sen kendisine idi.
Reis Müfid Bey: Mesela Bitlis, Cizre
tarikiyle bir yol yok mu?
Kasım Bey: Onu işitmedim ve sormadım.
Reis Müfid Bey: Demek siz buna kanisiniz?
Kasım Bey: Kani değil, en son kani olan
bendeniz oldum. Herkes kanidir. Artık bu aşikârdır.
Reis Müfid Bey: İstanbul’da var mı acaba
bunlardan?
Kasım Bey: HalidBey ‘İstanbul’da da
vardır’ dedi. ‘Bedirhaniler göze müstahhim olduklarından ayrıldılar ve İstiklal
ve İstihlas Cemiyeti teşkil ettiler. Seyyid Abdülkadir’i kendi müracaatı
üzerine reis yaptılar’ dedi.
(...)
Reis Müfid Bey: Kasım Efendi, sizden şunu
öğrenmek isterim. Dini zümrenin bir adı var mıydı?
Kasım Bey: Onlar öyle cemiyet şeklinde
değildir. Bu sunufa bendeniz tefrik ettim. O vakit bildiklerimi söyleseydim
kavl-i mücerredde kalırdı. Bu günkü isyan söylediklerimin hakikatini ispat
etti.
Reis Müfid Bey: Gerek siyasi zümrenin ve
gerek dini zümrenin başları acaba İstanbul’da mıdır? Yoksa başka yerde midir?
Kasım Bey: Evet, İstanbul’da
Reis MüfidBey: Kimlerdir bunlar?
Kasım Bey: Seyyid Abdülkadir hepsinin
başında idi. Memuzin kitabı, Jin gazetesi, sair Kürtçe eşar, kavaid -o lisan
kavaide sığmaz ya- yapmışlardı.
ReisMüfidBey: Demek her ikisinin de başı
İstanbul’da
Kasım Bey: Bunlar hep İstanbul’dan
geliyordu.
Reis MüfidBey: Bunların başında maslup
SeyyidAbdülkadir Efendi mi var?
Kasım Bey: Evet, Mehmet Mihri filan bir
sürü daha vardı.
Reis MüfidBey: Hacı Sadık Bey bu isyanda
alakadar mıdır? Değil midir?
Kasım Bey: Tanımıyorum. Sadık Bey bizden
çok uzaktı. İştirak kavlen veya eliyle olur. Şüphesiz iştirak etmişti. Fakat
belki silah atmadı. Kendisi de itiraf ediyordu.
Reis Müfid Bey: Kasım Bey, bu isyan için
tertibat olduğu anlaşılıyor. Bu isyandan gaye nedir?
Kasım Bey: İstiklaldir. Kendileri de
kısmen itiraf ettiler.
Reis Müfid Bey: Bu gayeye vusul için
bazısı siyasi çalışmış, bazısı da dini çalışmış; neticesi ne olacak?
Kasım Bey: Herkes kendine terettüp eden
vazifeyi yapıyordu. Maksat müşterekti ve istiklaldi.”[440]
Kasım Bey’in ifadesine göre isyanın asıl
tertipçileri isyan sahasının dışındadır ve isyanın asıl lideri İstanbul’da
bulunan Seyyid Abdülkadir’dir. Ayrıca örgüt mensuplarını dini ve siyasi olarak
iki kısma ayıran Kasım Bey, bu şekilde farklı fikirlere sahip olan ve farklı
kesimlerden birçok kişinin aynı amaç doğrultusunda hareket etmiş olduğunu iddia
etmiştir. Kasım Bey’in bu söylemiş oldukları daha sonra bu konuda yazılmış olan
eserlere kaynak olması açısından önemlidir. Örneğin Behçet Cemal, Kürt İstiklal
ve İstihlas Cemiyeti’nin Yusuf Ziya, Cibranlı Halid ve Seyyid Abdülkadir
tarafından kurulduğunu ve isyanın siyasi şefinin Seyyid Abdülkadir, askeri
şefinin ise Şeyh Said olduğunu söylemektedir.[441]
Mahkeme heyeti, isyanın dini ve siyasi
ayağıyla ilgili olarak Şeyh Said’e de bazı sorular sormuştur. Tutanaklarda
geçen bir bölüm şöyledir:
Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, sen şimdiye
kadar mütemadiyen dini cepheden bahsettin. Biraz da meselenin siyasi kısmından
bahset?
Şeyh Said: Medhaldar değilim ki bileyim.
Ali Saib Bey: Peki, seni siyasiler kendi
emellerine alet etmişler?
Şeyh Said: Bilmiyorum, onu bilmiyorum.
Ali Saib Bey: Bu kadar vacibatı terk
ettikten sonra bunu da ederdin. Neden bu cihette ısrar ettin?
Şeyh Said: Âni ateş alan kuru ot gibi
oldu. içinden çıkamadık.
Ali Saib Bey: Senin bilmediğin tesirler
var?
Şeyh Said: Ben bilseydim derdim. Neden
saklayayım.
Ali Saib Bey: Belki bilmezsin. Fakat en
müsait seni buldular. Seni haberdar etmediler ve Diyarbekir ’i sen almış olsa
idin, o vakit senin de önüne çıkacaklardı.
Şeyh Said: Allah bilir.
Ali Saib Bey: Sen Diyarbekir’de toplayacak
olduğun ulemâ ve beylerle ne yapacaktın? O vakit beyler içinde öyle kurnazları
var ki o vakit senin ellerini kollarını tutarlardı.
Şeyh Said: Allah bilir.”[442]
Yukarıdaki Şeyh Said’in ifadesinde ön
plana çıkan husus ve mahkeme reisinin söylediği, siyasilerin Şeyh Said’i kendi
emellerine alet etmiş olduğudur. Bu mahkeme reisinin iddiasıdır. Şeyh Said bu
soruya “Bilmiyorum, onu bilmiyorum” diyerek cevap vermiştir.
Vedat Şadilli, bu iddiayı destekler şekilde başlangıçta İslam şeriatı adına
başlatılan isyanın kısa zaman sonra Seyyid Abdülkadir, İhsan Nuri, Cibranlı
Halid, Hasenanlı Halid ve Yusuf Ziya gibi yerli İngiliz ajanları tarafından
maksadından saptırılarak bir Kürt devleti amacına doğru kaydırıldığını
söylemektedir. Yine Vedat Şadilli’ye göre Şeyh Said bunu anlamış ancak bir şey
yapamamıştır.[443] Şeyh
Said’in mahkeme tutanaklarında geçen, bu durumla ilgili bir ifadesi de
şöyledir:
“Ali Saib Bey: Diyarbekir’e girse idiniz,
ukalâ olarak kimleri getirecektin?
Şeyh Said: Yine bu adamları.
Ali Saib Bey: Şeyhlerden sana fayda yok.
Hangisine sorsan okuryazar olmadığını söylüyorlar. Bunlardan ne istifade
edecektin? Şeyh mi toplayacaktın? Yoksa Bey mi toplayacaktın?
Şeyh Said: Ulema toplayacaktım. Beyler
toplayacaktım. Zi-nüfuz beyleri, Kitab’ı korduk hükümetten rica ederdik?
Ali Saib Bey: Zi-nüfuz beylerin önüne de
kitap mı koyacaktın?
Şeyh Said: Belâ, Kitab’ı kordum.
Ali Saib Bey: Ne yapacaktı bu beyler
Kitabı?
Şeyh Said: Şeriatı isterdik. Kabul
etmeselerdi cebren yaptırırdım.
Ali Saib Bey: Beylere cebren yaptıracak
kuvvet var mıydı? Nüfuz-ı umumi, nâfiz olan beyler vasıtasıyla geçer. Malum ya?
Şeyh Said: Nüfuz-ı umumi elime geçseydi,
onların nüfuzu hususi kalırdı.
Ali Saib Bey: Seninle beraber ayağa kalkan
şeyhler, hepsi kabahati senin üzerine atıyor. Sen buradan beyleri toplayacağını
söylüyorsun?
Cevap: Söyletmeselerdi onlar bizi
mahvederdiler. Fakat zann-ı gâlibimiz onlar da bizimle iştirak ederler
kanaatinde idim.
Ali Saib Bey: Sendeki kanaat bütün nâfiz
beyler senin bu hareketine iştirak ederler öylemi?
Şeyh Said: Hayır.
Ali Saib Bey: Onlar ihtiyaç gördüğü zaman,
sen onlarla çalışmamışsın. Çünkü onlar evvelce burada bir Kürd cemiyeti teşkil
etmişler, sen onlara muavenet etmemişsin?
Şeyh Said: Evet, ben onlara yardım
etmemiştim.
Ali Saib Bey: Her muhalif olanı, şeriat
taraftarı mı biliyordunuz?
Şeyh Said:Muhalif olan şeriat taraftarıdır
derdik. Hatta burayı (Diyarbekir) muhasara ederken, on bir rüesanın şeriat taraftarı
olduklarından hapis olduklarını duymuştum. Onlar şeriat taraftarıdırlar.
Herhalde bize muavenet eder dedik.
Ali Saib Bey: Sana bir sual sorsalardı.
Biz bir cemiyet teşkil ettik. Sen o vakit bizimle ne için birleşmedin
deselerdi. Sen ne cevap verecektin?
Şeyh Said: O vakit bir münazaa olurdu. Ben
din talep ederken onlar din talep etmeselerdi münazaa olurdu.
Ali Saib Bey: Onlar manen ve maddeten sana
tefevvuk edeceklerdi, öyle mi?
Şeyh Said: Ederlerdi. Beni mahvederlerdi.
Ali Saib Bey: Sen bunlara karşı ne ile
mukabele edecektin?
Şeyh Said: Tasvip etmeselerdi, benimle
mücadele etselerdi bizi mağlup ederlerdi.
Ali Saib Bey: Zi-nüfuz beylerin iştirak
edeceklerine dair sana nereden kanaat geldi?
Şeyh Said: Şeriatımız hamdolsun bakidir.
Ahkâmı meflûçtur.”[444]
Şeyh Said’in Cemiyet Liderleri ile
Görüşmesi ve Azadi Bağlantısı
Şeyh Said’in isyan öncesinde herhangi bir
Kürt Cemiyetine üye olmadığı ve siyasi yapılanmalarla pek de ilgili olmadığı
bilinmektedir. Behçet Cemal, Şeyh Said’i isyandan önce tanıyanların, Şeyh’in
din, mezhep, siyaset ve hükümet ile alakasının hiçbir zaman koyun sürülerinden
daha fazla olmadığını söylediklerini aktarıyor.[445] Bununla
birlikte Şeyh Said’in mütareke yıllarında Diyarbekir’de kurulmuş olan Kürt
cemiyetine üye olmadığı ve herhangi bir yardımda bulunmadığı da mahkeme
tutanaklarında geçmektedir.[446] O
halde Şeyh Said’in, kurucuları ve üyeleri genel olarak askerlerden oluşan bir
örgüte lider olduğuna dair iddialar neye dayanmaktadır ve Şeyh Said kendi
adıyla anılacak bir isyanın başına nasıl geçmiştir.
Kaynaklarda askerlerden başka Şeyh Said
başta olmak üzere birçok şeyhin bu örgüte üye olduğu ve Şeyh Said’in, Yusuf
Ziya veya Cibranlı Halid Bey’in vasıtasıyla örgüte girdiği yazmaktadır.[447] M.
Şerif Fırat, Şeyh Said’in örgütle bağlantısını 1922 yılına kadar götürerek bu
tarihte Şeyh ile Cibranlı Halid Bey’in Erzurum’da günlerce irtica harekâtını
konuştuklarını ve Cibranlı Halid’in Şeyh’ten aldığı fetvaları bölgede yayarak
taraftar topladığını söylemektedir. Ayrıca 1924 yılında Yusuf Ziya’nın,
Erzurum’da Cibranlı Halid’in evinde bir hafta kalıp burada alınan kararları
Şeyh Said’e imzalattığı ve ardından Yusuf Ziya’nın bu karar suretini gezdiği
yerlerde ağa, şeyh ve hocalara gösterdiğini yazmaktadır.[448] Bununla
birlikte M. Şerif Fırat, Azadi’nin liderlerinden olan Yusuf Ziya’nın Divan-ı
Harp’te yargılanması esnasında hıyanetini itiraf ederek, irtica hareketinin
liderleri arasında Şeyh Said’in de ismini verdiğini söylemektedir.[449]
Şeyh Said’in örgüte giriş tarihi olarak
kaynaklarda tek bir tarih bulunmamaktadır. Bazıları 1924 tarihini vermektedir.
Örneğin Mumcu, Şeyh Said’in bu örgüte 1924 yılında Erzurum’da yapılan ilk
kongresinde katıldığını ve yine 1924 Ağustos ayında Erzurum’da Şeyh Said’in,
Cibranlı Halid Bey ve Mutki Aşireti Reisi Musa Bey’le yaptığı görüşmeden sonra
cemiyetin başkanlığına getirildiğini ifade etmektedir.[450]
Bunun yanında 1924 yılı içinde yapılan
inkılâpların şeyh, hoca ve aşiret reislerinin örgüte girmelerini
kolaylaştırdığı ve bu yüzden 1924’te yapıldığı ifade edilen kongreye dinî bir
görünüm verildiği yorumları vardır. Ayrıca dindar halkın bu harekete katılması
için bilerek harekete dinî bir renk verildiği ve Şeyh Said gibi kişilerin
isyana dahil edildiği söylenmektedir. Savcı Ahmed Süreyya Bey de hatıratında bu
duruma dikkat ederek din unsurunun halkın isyana katılmalarını sağlamak için
etkili bir propaganda unsuru ve manevi bir silah olarak kullandığını belirtir.[451]
Bunun yanında bazı yazarlar Yusuf Ziya ve
Cibranlı Halid gibi isyanın siyasi ayağını oluşturan kişilerin Divan-ı Harp
tarafından yakalanmasından sonra, siyasi liderlerin ortadan kalktığını ve
isyanın liderliğinin Şeyh Said gibi din adamlarına kaldığını ifade
etmektedirler. Aynı görüşe göre isyandaki dini söylemin ağır basmasının
nedenlerinden birisi de budur.[452]
Bunun yanında Şeyh Said’in bölgedeki
aşiretler arasında, özellikle Zaza Kürtleri arasında nüfuza sahip olmasından ve
kitleleri harekete geçirmesi mümkün olduğundan örgüte dahil edildiği ifade
edilmektedir.[453]
Şeyh Said’in örgüt üyeliği ile ilgili bu
tür çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ancak Şeyh muhakemesi sırasında herhangi
bir örgütle bağlantısı olduğu iddiaların reddetmiş ve isyanı ansızın gelişen
bir olay olarak anlatmıştır. Bu aşamada Şeyh Said’in, Kürt İstiklal ve İstihlas
Cemiyetinin liderleri ile olan görüşmeleri önemlidir. Sorgusunda Yusuf Ziya ve
Cibranlı Halid ile olan ilişkisi gündeme gelmiştir. Şeyh Said’in ifadesine göre
Yusuf Ziya ile ilk görüşmesi Ramazan ayında olmuştur. Yusuf Ziya ile Muşlu
Reşid, Ramazan’da kendisini ziyarete gelmiş, bir saat kalıp çay içip
gitmişlerdir. Hatta Şeyh Said, Yusuf Ziya Bey’in Bitlis Mebusu olduğunu orada
öğrenmiştir. İkinci kez, bahar bayramında görüşmüşlerdir. Yusuf Ziya, Hınıs’a
Şeyh Said’in köyüne gelmiş, orada “Kürdistan hükümetini teşkil etmek
üzereyiz.” demiş, buna karşın Şeyh “Bu muhaldir,fikrim kabul
etmiyor.” demiştir. Daha sonra “Onun ümidini kestim, o da kani
oldu.” diyen Şeyh Said, Yusuf Ziya’nın kendisinden 400 not borç
istediğini, ancak parasının oğlu Ali Rıza’da olduğu için veremediğini ve bundan
sonra Yusuf Ziya’nın Erzurum’a gittiğini dönüşte de bir daha görüşmediğini
söylüyor. Şeyh Said, Varto’da alınan ifadesinde Yusuf Ziya Bey’le ihtilal fikri
üzerine konuşmadığını söylemiştir.[454]
Örgütün diğer lideri Cibranlı Halid ise,
Şeyh Said’in kayınbiraderi ve aynı zamanda da teyze oğludur. Cibranlı aşiret
ağalarından, Hamidiye Alayları için kurulan aşiret mektebine giden sayılı
aşiret reisi oğullarından olan Halid Bey’in diğer aşiret subaylarından daha
milliyetçi bir kişi olduğu söylenmektedir.[455] Şeyh
Said ifadesinde ticaret için her sene Erzurum’a gittiğini ve orada Cibranlı
Halid ile görüşerek hilafet ve şeriat meselelerini konuşup ve müzakere ettiğin
söylemiştir.[456] Tutanaklarda
geçen bölümler şöyledir:
“ReisMüfid Bey: Kürd Teali Cemiyetinden
malumatınız olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya geldiğinde ne
görüştünüz?
Şeyh Said: Yusuf Ziya’yı tanırım. Bana
gelmişti.
Reis Müfid Bey: Yusuf Ziya Bey size Kürd
meselelerinden bir şey söylemedi mi?
Şeyh Said: Ramazanda idi. Bitlisli Haydar
Efendi, Yusuf Ziya Bey’in Muşlu Reşid Bey’le ziyarete geldiğini söyledi.
Kendisinden ders okumuştum, tanıdım. Yusuf Ziya’nın Bitlis Mebusu olduğunu
orada öğrendim. Bir saat kaldılar, çay içtiler, kalktılar gittiler.
ReisMüfid Bey: Tabii bunu söylediği zaman
arkadaşlarından ve teşkilâtından bahsetmiştir.
Şeyh Said: Bir müddet sonra bahar bayramı
idi. Hınıs’a gelmişti. Benim köyüme misafir geldi. Orada açtı. Dedi ki, ‘Biz
Kürdistan hükümetini teşkil etmek üzereyiz’ dedi. ‘Bu muhaldir’ dedim. Fikrim
bunu kabul edemiyordu.
Reis Müfid Bey: Erzurum’a kime gidiyordu
efendim?
Şeyh Said: Benden para istedi. Dört yüz
not istedi. Paramı Ali Rıza’ya vermiştim, veremedim. Eşya almıştı. Borcunu
vermek üzere Erzurum’a gidiyorum dedi.
Reis Müfid Bey: O size bir Kürdistan
hükümeti teşkil edeceğini söyledi. Böyle mühim bir söz üzerine kabul
etmediğinizi söylediniz. Bu adam kimlerle iş yapıyormuş?
Şeyh Said: Hayır, onun da ümidini kestim.
Kendi de kâni oldu. Erzurum’dan avdetinde bir daha görmedim.
Reis Müfid Bey: Cibranlı Halid Bey’le
bunun münasebeti var mı? Halid Bey’in tavsiyesiyle gezmedi mi?
Şeyh Said: Bilmiyorum. Meclis-i Mebusan
için gezdiği zaman Halid Bey’in tavsiyesi vardır dediler.
Reis MüfidBey: Bir Kürdistan hükümeti
yapacağız dedi, bu kadar mıdır? Başka bir şey söylemedi mi?
Şeyh Said: Izahatımyoktur. Bildiğim bir
şeyyok.Muhaldir, olmaz dedim. Ne tedbiriniz var ne tertibiniz var dedim.”[457]
(...)
“Süreyya Bey: Hacı Musa Bey’i tanır mısın?
Şeyh Said: Hacı Musa
Bey’iMedine-iMünevvere’de gördüm. Yirmi iki sene evveldi.
Süreyya Bey: Muhabere ve muhavereniz filan
yok muydu?
Şeyh Said: Ne mükâtebe ve ne muhabere,
hiçbir şey görüşmedim.
Süreyya Bey: Hasenanlı HalidBey?
Şeyh Said: Halid Bey’le de muhaberem
yoktur. Yakındır.
Süreyya Bey: Cibranlı HalidBey. Bununla
tanışır mısın?
Şeyh Said: Cibranlı Halid Bey ’le
tanışırım.
Süreyya Bey: Hasenanlı Halid Bey’le de
tanışır mısın? Ondan sonra görüşmedin mi?
Şeyh Said: Hasenanlı Halid Bey’i de
gördüm. Ondan sonra hiç görüşmedim. Bir kere kısa bir müddet gördüm. Elimi öptü
gitti. Ben, harem tarafında idim.
Süreyya Bey: Göbey kimdir? Ne için gelmişti?
Şeyh Said: Göbey, Bulanık’tan Hınıs’a
gelmişti. Aşar iltizam etmişti.
Süreyya Bey: Kaç gün kaldı Hınıs’ta?
Şeyh Said: Bir iki gece zannederim
Hınıs’ta kaldı.
Süreyya Bey: Hasenanlı Halid Bey Hınıs’a
gelsin, iki gün kalsın da yalnız senin evine gelip elini öpüp dönsün. Bu mümkün
müdür?
Şeyh Said: O kadar dostluğumuz da yoktur.
Kasaba zaten küçüktür. Ufak bir kasabadır. Ondan sonra daha görüşmedim.
Süreyya Bey: Cibranlı HalidBey’le nerede
görüştün?
Şeyh Said: Cibranlı Halid Bey’le bu bahar
Erzurum’da görüştüm. Para almak üzere Erzurum’a gitmiştim. Orada kendi
divanında görüştüm.
Süreyya Bey: Şeriattan, devlet idaresinden
bahsetmedi mi HalidBey?
Şeyh Said: Bir şey konuşmadık. Şeriattan
bahsettik. Akâidden toplama Kürdçe bir tercüme yapmıştı. Bana gösterdi. Okudum
o kadar.
Süreyya Bey: Irşad için Varto’ya isyandan
iki ay evvel filan gelmedin mi?
Şeyh Said: Kıyamdan evvel hiç Varto’ya
gelmedim.
Süreyya Bey: Bu fikir benim içimde vardı
müteessir oluyordum dediniz. Cibranlı Halid Bey gibi bir adamı görünce insan bu
fikrini nasihat kabilinden olsun açmaz mıydı?
Şeyh Said: Nasihat kabilinden, gazetelerde
her hangi birisi muhalif-i şeriat bir şey bulursa bana gösterirdi.
(...)
Süreyya Bey: Cibranlı Halid Bey, Hasenanlı
Halid Bey bir Kürdistan hükümeti kurmak istiyorlarmış ve her tarafta bu suretle
haberler gönderiyorlarmış. Size bu hususta bir haber göndermediler mi?
Şeyh Said: Hayır, haber göndermediler.
Yalnız Yusuf Ziya bu şeylerden bir nebze açtı. Ben kapattım.
Süreyya Bey: Ne vakit idi bu, Şeyh Efendi?
Şeyh Said: iki sene evvel ilkbaharda idi.
isyandan bahsetti. ittifak edelim dedi. Ayrılak, bir hükümet teşkil edelim
dedi. İttifak edersen bir şey yaparız diyordu.
Süreyya Bey: Bunu işittiğiniz zaman bu
nasıl olur diye sormadınız mı?
Şeyh Said: Ben dedim. Kürdistan’da bütün
ahali ittifak edemez dedim. O da Bitlis’te cephane çoktur. Asker de yoktur
dedi. Ben de onun imkânsızlığından bahsettim.
Süreyya Bey: Parayı nereden bulacaklarını
sormadınız mı?
Şeyh Said: Para meselesini sormadım.”459,
İfadelerden anlaşılacağı üzere Şeyh Said,
Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyetinin lider ve üyelerinin birçoğunu
tanımaktadır. Zaman zaman onlarla görüşmelerde de bulunmuştur. Ancak kendi
ifadesine göre hem onların örgütlerine üye değildir hem de onlarla aynı fikirde
bulunmamaktadır. Şeyh Said, Varto’da alınan ifadesinin bir bölümünde Hasenanlı
Halid, Nuh Bey ve Hasenanlı Kerem’in kendisinden önce harekâta başladığını ve
kendisinin bunlarla bir alakasının bulunmadığını söylemiştir.[458] [459]
Bunun yanında isyan başladıktan sonra
isyancıların Cibranlı Halid ve Nuh Bey gibi kişilerle irtibat halinde
olduklarına dair mektuplar bulunmaktadır. Örneğin 1 Mart 1925 tarihli bir
mektuba göre Şeyh Abdullah, Cibranlı Halid ve Nuh Bey ile muhabere halindedir.[460] Yine
5 Mart 1925 tarihli başka bir mektupta Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile Şeyh
Abdullah, Halid Bey ve Nuh Bey’in adamları ile görüşmüştür. Fakih Hasan’a
yazılan mektupta şöyle denilmektedir: “Halid Bey ve Nuh Bey’in adamları
geldi. Gümgüm (Varto merkez) sükût etmezse iştirak edemeyeceklerdir.”
Anlaşıldığı kadarıyla Ali Rıza ve Şeyh Abdullah, Cibranlı Halid ve Nuh Bey’in
adamları ile görüşerek onları isyana iştirak etmeleri için ikna etmeye
çalışmaktadırlar. Ancak Azadi örgütünün liderlerinden olan Cibranlı Halid’in
adamlarını isyana katılmaları için ikna etmeye çalışmaları, Şeyh Said’in bu
örgüt ile var olduğu iddia edilen bağlantısını ve Şeyh Said’in örgütün emri ile
isyanı başlatmış olduğu yönündeki iddiaları sorgulamayı gerektirecektir.
Bazı örgüt üyelerinin hatıralarında
anlattıkları, Şeyh Said’in örgüt ile bağlantısı olup olmadığını göstermesi
açısından önemlidir. Örneğin Şeyh Said ile birlikte yargılanan, muhakemesi
sırasında hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddeden, ancak daha sonra
yazdığı hatıralarında kendisinin Azadi’nin
Diyarbekir kurucuları arasında olduğunu ifade eden Kadri Bey, Şeyh Said’in
örgüte üye olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermemekle birlikte onun
başlattığı bu isyan hareketini “Kürt millî mücadele” tarihinin
bir parçası olduğunu söylemektedir.[461] Ancak
onun hatıratında anlattığına göre bu isyandan Azadi’in haberi yoktur. Kadri Bey
şunları söylemektedir: “8 Şubat 1925 tarihinde Türk karakol erlerinden
bazılarının Piran’da öldürüldüğünün haberini Diyarbekir’de işittiğimizde bu
hususta bir şeyden haberi olmayan Azadi kuruluşu ve görevli Diyarbekir şubesi
üyeleri bizler olayın içeriğini ve ne amaçla yapıldığını anlayamadık. Cemiyetin
reisi Halit Cibri ve nüfuzlu azalarının tutuklu olması, örgüt kuruluşunun
tamamlanmamış olmasından ötürü, örgüt kararı ile bu kıyam hareketinin
yapıldığını çok uzak görüyorduk. Hayret ve tereddüt içinde idik.”[462]
Daha önce ifade edildiği üzere örgütün
dini ve siyasi olarak iki kanadı olduğu ve bunların ortak amaç için çalıştığı
iddia edilmiştir. Ancak bu muhaliflerin hepsinin örgütün içerisinde olduğu ve
aynı fikir, amaç doğrultusunda hareket edip etmedikleri tartışmalıdır. Bu
kişilerin birbirleriyle yaptığı görüşmelere dair çok fazla bilgi mevcut
değildir ve olanlara da burada yer verilmiştir. Bununla birlikte mahkeme dosyalarında
bulunan bir belge hükümete muhalif olan kişilerin birbirine bakışını göstermesi
açısından önemlidir. Seyyid Abdülkadir ve Yusuf Ziya arasında yapılmış olan bir
görüşmeyi, Seyyid Abdülkadir’in adamı Palulu Sadi, Mister Templen ile yaptığı
görüşmede şöyle anlatmıştı ki bu kişilerin farklı amaçlar doğrultusunda hareket
ettiğini göstermektedir: “Yusuf Ziya meselesine gelince: Birkaç ay
evvel mumaileyh Seyyid Abdülkadir ’i ziyaretle ikinci Grup namına teklifatta
bulundu. Bunların işi Ankara hükümetini iskat etmekti. Yani mesele bir taklib-i
hükümet idi. Bunda ise Kürt menafi-i milliyesine taalluk eder bir cihet
görülemediği için Seyyid teklifatı kabul etmedi ve bu meseleye karışmam dedi.”[463]
Genel olarak bakıldığı zaman Şeyh Said’in
örgüte üyeliğini gösteren ve örgütün emri ile bu isyanı başlattığına dair net
bir delil mevcut değildir. Ortada Kasım Bey’in anlattıkları ile birkaç kitapta
delilleri ortaya konulmadan verilen bilgiler vardır. Yeri gelmişken şunu da
belirtmek gerekir ki isyandan önce bazı kişiler tarafından yapılan ihbarlar
vardır ki bu ihbarlarda da doğrudan Şeyh Said’in bir isyan hazırlığı içerisinde
olduğuna dair bir ifade bulunmamaktadır. Bu ihbarlar daha çok bölgedeki
Kürtçülük faaliyetleri ve hükümete karşı muhalif grupların faaliyetlerinden
bahsedilmektedir. Bu durumda birbirinden farklı amaçlarla hareket eden
grupların birbirine yakın zamanlarda ve birbirini tetikler şekilde harekete geçmiş
olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.
2.2.
Planlanmış Bir İsyan mıydı?
13 Şubat 1925’te başlayan isyan,
Piran’dajandarmalarla birkaç kanun kaçağının arasında çıkan çatışmadan sonra,
kendiliğinden gelişen bir olay mıydı, yoksa birkaç yıl süren hazırlık
safhasından sonra fitili Piran’da erkenden tutuşan mürettep (planlı) bir
hareket miydi? Bir önceki bölümde isyanının planlayıcısı olduğu iddia edilen
Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti ve bu örgütün Şeyh Said ile olan
bağlantısına değinilmişti. Şeyh Said isyanına bu örgütün faaliyetleri
çerçevesinde bakılması halinde ve Şeyh Said’in örgütle ilişkisi veya üyesi
olduğuna dair iddiaların kabul edilmesi durumunda, isyanın birkaç senelik
hazırlık safhası olduğunu değerlendirmek kaçınılmazdır. Ancak bir önceki
bölümde yer verildiği üzere Şeyh Said’in bu örgütün üyesi olduğu ve örgüt
liderlerinden aldığı emir ile isyanı başlatmış olduğu -en azından eldeki
verilere göre- delil ve iddiaları yetersiz görünmektedir. Ayrıca Şeyh Said,
hükümetin yapmış olduğu icraatlardan memnuniyetsiz olduğunu ve bu icraatlar
aleyhinde vaazlarda bulunduğunu söylemesine rağmen bu örgütle olduğu iddia
edilen bağlantıyı da kesinlikle reddetmiştir. Bu açıdan bu bölümde isyanın
planlanmış olduğuna dair ileri sürülen iddialara yer verildikten sonra, mahkeme
tutanaklarına ve belgelere bu konunun nasıl yansıdığı üzerinden hareket
edilecektir.
Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed
Süreyya Bey, İstiklal Mahkemesi ve Divan-ı Harplerin isyan bölgesinde
yaptıkları soruşturmaların ve yargılama dosyasında mevcut belgelerin isyanın
çok evvelden hazırlandığını gösterdiğini söylemektedir.[464] Mahkeme
heyetinin de aynı görüşle hareket ederek sorgulamaları daha çok isyanın asıl
tertipçilerini ortaya çıkarmaya yönelik olarak yürüttükleri görülmektedir.
Bazı yazarlara göre Şeyh Said İsyanı,
Türkiye genelinde karşı bir ihtilal hareketi olarak, hükümet muhalifleri,
saltanat-hilafet yanlıları ve Kürt grupları tarafından planlanmış ve yabancı
devletlerden yardım görmüş bir hareketti. İktidarın; isyanı umumi, mürettep,
irticai olarak tanımlaması ve doğu ile birlikte batı illerinde de bir mahkeme
kurulması, var olduğu iddia edilen diğer tertipçileri bulmaya yönelik bir
tavırdı.
İsyanın önceden planlandığını
söyleyenlerin ortak kanaatlerinden biri de, isyanın planlandığı zamandan önce
meydana gelmiş olmasıdır. Onlara göre; 1924 senesi boyunca devam etmiş olan
isyan hazırlıkları son birkaç ay içinde hız kazanmıştı. 1924 yılında Muş ve
Bitlis’te meydana gelmiş olan Nesturî İsyanı sonrasında Bitlis’te kurulmuş olan
Divan-ı Harb’in yaptığı soruşturmalar ve Yusuf Ziya ile arkadaşlarının
tutuklanmış olması, bölgede faaliyet gösteren ve isyan hazırlıkları yapan gizli
Kürt cemiyetinin faaliyetlerini ortaya çıkarmış, Şeyh Said de tutuklanma
tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu durumdan Halep ve İstanbul’daki karşı
devrim şefleri korkmuş ve isyana hemen başlamaya karar vermişlerdi. Bunun
üzerine Şeyh Said de harekete geçmiş ve isyanı başlatmıştı.[465] Ahmed
Süreyya da Şeyh Said’in İstanbul’da bulunan ve Seyyid Abdülkadir ile görüşme
halinde olan oğlu Ali Rıza’nın, İngilizlerle anlaşmaya varıldığına dair bir
mektubu Şeyh Said’e göndermiş olabileceğini ve isyanın erken başlamasının bir
sebebinin de bu olabileceğini söyler.[466]
İsyanın planlı bir hareket olduğunu kabul
etmekle birlikte erken başlamasını hükümetin bir komplosu olarak
değerlendirenler de vardır. Bunlara göre; Azadi’nin faaliyetlerinden haberdar
olan hükümet, Şeyh Said’i adım adım izlemiş, daha fazla kuvvet toplamasına mani
olmak ve hareketi doğmadan boğmak istemiştir. Bu amaçla bir jandarma birliği
Piran’a yollanarak Şeyh’in emri altında bulunan bazı kişiler tutuklanmak
istenmiştir.[467] Yine
aynı görüşe göre; Piran hadisinden sonra, isyan hazırlıkları tamamlanmadan önce
bir hareket yapılmasını istemeyen Şeyh Said, bazı tedbirler almaya çalışmasına
rağmen gittiği her yerde heyecan halinde olan Kürtlerin ayaklandığını görerek
isyanın başına geçmiştir.[468]
İsyanın planlanma aşaması ve Şeyh Said’in
bu süre içerisinde yapmış olduğu faaliyet ve toplantılarla ilgili birçok
kitapta bilgi verilmesine rağmen bu bilgilerin kaynağı hatıra kabilinden birkaç
kaynağa dayanmaktadır. Bunların en başında M. Şerif Fırat’ın kitabı
gelmektedir. Fırat’ın anlatımına göre hazırlıklar 1922 yılında başlamıştır.
1922 baharında Cibranlı Halid ile Şeyh Said, Erzurum’da günlerce irtica
hareketi üzerinde konuşmuş ve Cibranlı, Şeyh Said’den aldığı ve Mustafa Kemal
Paşa aleyhinde olan fetvayı bütün aşiret ağalarına duyurmuştur. 1924 yılı
ilkbaharında ise Yusuf Ziya, Erzurum’a gelerek Cibranlı Halid ile görüşmüş ve
isyanla alakalı kararlar almışlardır. Bu kararlara göre; aşiretler
silahlanacak, İngiliz yardımı temin edilecek ve Şeyh Said isyan kapısını
açacaktır. Bu kararların alınmasının ardından Yusuf Ziya, Hınıs’ın Kolhisar
köyünde bulunan Şeyh Sadi’in yanına gelerek bu kararı imzalatmış ve bu imzalı
kararı bölgede gezerek birçok şeyh ve ağaya göstermiştir.
Yine Fırat’ın anlatımına göre; bu
faaliyetlerden haberdar olan ve 1924 yılı Ekim ayında Erzurum’a gelen Mustafa
Kemal Paşa, Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya’nın tutuklanma emirlerini vererek
bunları Divan-ı Harb’e sevk ettirmiştir. Bu arada bu kişilerle ilişkisi olan
Şeyh Said 22 Aralık 1924’te Hınıs merkezinde Divan-ı Harb’e ifade vermiş
ardından 27 Aralık 1924’te Cibranlı’nın kurtarılma emrini vererek Şuşar
Gökoğlan nahiyesinin Kırıkhan köyüne gelmiştir.[469] 4
Ocak 1925 tarihinde Kırıkhan’da, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın da katıldığı
bir toplantı gerçekleşmiş ve Şeyh Said burada fetva hazırlamıştır.[470] 6
Ocak 1925 Karlıova’nın Kanireş köyüne geçen Şeyh burada da bir toplantı yapmış
ve 8 Ocak 1925’te Solhan’a bağlı Melekan’a gelip Şeyh Abdullah ve Firari
Kerem’le sabahlara kadar isyanın ne şekilde yapılacağına dair konuşmuş ve karar
almıştır. 9 Ocak 1925’te Melekan’dan Çapakur’un Çan karyesine gelerek kararı
Şeyh Mustafa’ya bildiren Şeyh, 12 Ocak 1925’te Çapaçur’a, ertesi gün ise
Simsor’a gitmiştir. 15 Ocak’ta Darahini şehir merkezine gelmiş ve buradaki
kişilere isyan patlayınca Darahini’yi işgal etmelerini söylemiştir. 21 Ocak’ta
Şeyh Lice’ye, 25 Ocak’ta ise Hani’ye gelmiş ve burada Salih Bey’e misafir
olmuştur. 3 Şubat’ta Hani’de Şeyh Şerifle görüşen Şeyh Said, 5 Şubat Hani’den
ayrılarak çok sayıda silahlı ile Piran’a gelmiştir. 8 Şubat’ta ise Piran hadisesi
patlamıştır.[471] Daha
önce belirttiğimiz gibi isyanın başlamasına kadar olan süreç hakkında bu
bilgileri veren kişi M. Şerif Fırat’tır. Fırat bu bilgileri hatıratında
herhangi bir kaynak göstermeden anlatmaktadır. Daha sonra yapılan yayınlar onu
kaynak göstermektedir.
Şeyh Said’in İfadelerine ve Mektuplara
Göre Tertip
Bu bölümde mahkeme tutanaklarında isyanın
planlı olduğuna dair gösterilen delil ve iddialar ile Şeyh Said’in bunlara
verdiği cevaplar incelenecektir. Bu konuda Şeyh Said’e sorulan bazı sorular ve
cevapları şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi Piran’a
gelmezden evvel din meselesinden dolayı kıyamı tasavvur ediyordunuz değil mi?
Şeyh Said: Kalbimde tasavvur ediyordum,
lakin muharebe suretiyle değil. Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek
kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik. Meclis-i
Mebusan’a göndermek istedim.
Reis Müfid Bey: Ne için yapmadınız, böyle
bir risale yazmadınız?
Şeyh Said: Evet arz ettiğim gibi biz
evvela bu fikri kitabeten halletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim
ve bazı rüfeka bulmak istiyordum. Fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi.
Piran vak’ası çıktı. Önünü alamadım.[472]
^(■■■)
Reis MüfidBey: Bu isyanı kimlerle ve
nerede hazırladınız?
Şeyh Said: Tertibatı evvel yoktu, Piran
Vakası ’nda alevlendi. Biz de düştük içine ve işe başladık. Ben Lice’ye geldim.
Hiçbir suretle kimseye bir şey dememiştim. Bu vakadan oldu, kimseye sırran ve
alenen bir şey söylememiştim.
Reis Müfid Bey: Mahdumunuz Ali Rıza
Efendi’nin İstanbul’dan geldikten sonra kaç gün geçti bu kıyam vaki’ oldu?
Şeyh Said: Ali Rıza İstanbul’dan geldikten
takriben bir ay sonra oldu.
Reis Müfid Bey: Mahdumunuz İstanbul’da bu
isyan meselesini kimlerle görüşmüş ve size ne haber getirdi?
Şeyh Said: İsyan meselesinden İstanbul’da
katiyen işitmemiş. Hatta Erzurum’a geldim, Halid Bey’i bekledim gelmedi. Oğlu
geldi ve babasının mahpus olduğunu söyledi. İşitmemiştim.
Reis Müfid Bey: Mahdumunuz İstanbul’dan
geldikten sonra şeriat şöyle olmuş böyle olmuş diye her halde bir şey
söylemiştir zannederim?
Şeyh Said: Hınıs Kürtlerinden birisine misafir
olmuş ve Seyyid Abdülkadir Efendi’yi ziyaret etmiş.
ReisMüfidBey: İstanbul’a ne maksatla
gitmiştir?
Şeyh Said: Ağnam götürmüş idi. Halep tüccarlarına verdiler.
ReisMüfidBey: Mahdumunuz İstanbul’dan
geldikten sonra nerede birleştiniz?
Şeyh Said: İstanbul’dan avdetinde oğlumla
Şuşar’da birleştim.
Reis Müfid Bey: ‘Jandarmalar geldi, adam
vuruldu, bu isyan vaki oldu’ dediniz, böyle midir? Yoksa başka şekilde midir?
Şeyh Said: Jandarmalar vurulmasa idi, o vacibi kitabeten halledecektim.
Reis Müfid Bey: Size ne idi, jandarmalar
vazife-i memuresini ifa ediyor diye bütün halkı kaldırıyorsunuz?
Şeyh Said: Hayır, bence bir şey yoktu. Bir
niza vuku bulur. Bunlar yemin etmiş, siz ısrar ediyorsunuz yapmayınız dedim.
Reis MüfidBey: Sizin bu nasihatinizin üzerine oldu mu bir şey?
Şeyh Said: Ya vuruştular.
Reis MüfidBey: Vurdular diye siz ne oldu
da halkı kıyam ettirdiniz?
Şeyh Said: Ben köyden çıktım, kıyam koptu. Olunca ben de başına geçtim.[473]
(...)
Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, maksat isyan.
Jandarma gelmiş gibi değildir. Propagandalar, irşadât yapılıyormuş ?
Şeyh Said: Jandarma meselesi olmasaydı
kitabeten, hitabeten belki bir sene sonra olurdu. Belki altı ay sonra olurdu
yahut olmazdı.
Reis Müfid Bey: Jandarma meselesi,
tasavvur ve tasmim buyurduğunuz fiile bir vesile oldu. Olmasa idi altı ay sonra
olacaktı değil mi?
Şeyh Said: Hayır, olmasa idi belki olmazdı. Allahü Teâlâ kader etse idi
olurdu.
Reis Müfid Bey: Her şeyi kaza ve kadere
atfediyorsunuz. İrade-i cüz ’iyenizi inkâr mı ediyorsunuz?
Şeyh Said: Hayır, ihtiyar da vardır. Ben
de boş değilim, benim de dahlim var tabii. inkâr etmiyorum.
(...)
Reis MüfidBey: Demek bu kıyam ve isyanı münhasıran zât-ı âliniz düşündünüz?
Şeyh Said: Evet, benimfikrimde vardı.
Ulema,fuzala, ukalayı göreyim dedim. Ahkâm-ı din metruk oldu, men’iyât
unutulmuş. Onları isteyelim dedim. Öyle ümit ediyorduk.
Reis Müfid Bey: Ukala ile ulema ile
müşavere ettiniz mi?
Şeyh Said: Müşavere etmedim, edemedim, vakit kalmadı, bu iş zuhur etti.[474]
(...)
Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi! Bu isyan
musammem mi, yoksa tasavvursuz mu oldu? Bunun esası nedir?
Şeyh Said: Esasını kime atfedeyim?
Ali Saib Bey: Lice’yeyazdığın mektuba
nazaran bunu evvelce tasavvur ettiğin anlaşılıyor?
Şeyh Said: O yazı benim değildir, imza da
benim değildir. O ifadede zaten benim değildir. Bedende? çıkmak ne demektir.[475]
Ali Saib Bey: Bu mektubu imza ederken
okumadın mı? ‘Ah Türkler kaleden dışarı çıksalar’ diyorsun.
Şeyh Said: Okuryazarım. Aklıma gelmiyor.
Ali Saib Bey: Bir intikam hissi tabiidir,
beş altı günde tahassul etmez.
Şeyh Said: Vallahi o intikam meselesini
bilmem. Yalnız diyorlardı Diyarbekir’de kale olmasaydı şöyle alır, böyle
keserdik diyorlardı. Onu demek istedim. Fikrimde isyan yoktu.
Ali Saib Bey: ‘Piran’a gelinceye
kadarfikrimde isyan yoktu, Hani’ye geldiğim zaman da böyle’ diyorsun. Peki,
Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i ne için barıştırmaya çalıştın?
Şeyh Said: Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i din
için barıştırdım. Birbirleri aleyhinde mütemadiyen uğraşıp duruyorlardı.
Müslümanlık namına barıştırdım.
Ali Saib Bey: Bunların arasında senelerden
beri buğz vardır. Eskiden gelmeyip de vakadan birkaç gün evvel gelmeniz
tasavvur olduğunu ispat ediyor.
Şeyh Said: Öyle tesadüfi oldu. Lice ’de de
birisini barıştırdım. Bunlar hep tesadüftür.416
(...)
Reis Müfid Bey: ‘Tesadüfün hadisatın
getirdiği bir noktada isyan zuhura geldi, ben de karıştım’ diyorsunuz. Fakat dediniz
ki: isyandan üç ay evvel çıktım”. Ne için çıktınız?
Şeyh Said: Biz çıktık, lakin Divan-ı
Harb’e, Bitlis’e şehadet için istediler. Şeyh Abdülbaki’ye yazdım. ‘Benim
ifademi burada alsınlar, müsaade al’ dedim. Müsaade edildiğine dair haber
geldi. Hınıs mahkemesinde ifademi aldılar. Memleketin kışı uzundur. Palu’ya
gelip kalmak istedim.
ReisMüfidBey: Hangi ayda çıktınız, yani
kışın en şiddetli zamanında?...
Şeyh Said: Kânunuevvel’de (Aralık) çıktım.
Reis Müfid Bey: Sizin gibi müsin olan bir
kimse kışın en şiddetli mevsiminde çıkar mı?
Şeyh Said: Günde üç saatten fazla
gitmiyorduk. Yerler müsait idi. Odun, ateş yoktu.
Reis Müfid Bey: ilkbaharda yahut
sonbaharda yahut yazın çıksa idiniz sizin için daha iyi değil miydi? [476]
Şeyh Said: Yazın ticaret ve ziraat ile
meşgulüz. Kânunuevvel muattaliyet zamanıdır. İş yoktur.
Reis Müfid Bey: Hadise-i isyana kadar ne
miktar zaman geçti.
Şeyh Said: İki aydan ziyade geçti.
Reis Müfid Bey: İsyan başlamadan iki ay
evvel çıkıyorsunuz. Palu’ya gidiyor bir seyahat yapıyorsunuz. Aradan çok
geçmeden isyan patlıyor. Dediniz ki, Sebilürreşad’ı okuyoruz. Demek ondan
mülhem oldunuz. Tasavvur ettiniz ve sonra isyan ettiniz değil mi?
Şeyh Said: Evet, fikrimde vardı. Patlatmak
niyetimizde yoktu, fakat patladı.
Reis Müfid Bey: Sizin oğlunuz Halep’ten
geçiyor?
Şeyh Said: Halep’e ticaret için gitmişti.
Parasını İstanbul’a poliçe vermişlerdi, İstanbul’a gitti, parasını aldı geldi.
Reis Müfid Bey: İstanbul’a ticaret için
Halep’ten geçti ve oralarda bazı kimselerle görüştü. Size söyledi, siz de
isyana kıyam ettiniz öyle mi?
Şeyh Said: O geldiğinde ben çıkmıştım,
dışarıda idim. Şuşar’da birleştik. İsyandan takriben kırk gün evveldi.”4'[477]'1
Şeyh Said’in buraya kadar olan ifadeleri,
muhakemesinin başladığı ilk güne yani 26 Mayıs’a aittir. Şeyh Said, “silahlı”
bir isyanın önceden hazırlandığını kabul etmemiş, isyandan evvel gizli veya
açık kimseye bir şey söylemediğini ileri sürmüştür. Ayrıca isyanı “Kalbimde
tasavvur ediyordum” demiş, ancak bunu da din meselesinden dolayı bir risale
yazıp âlimlerle istişare ederek hükümeti uyarmak olarak izah etmiştir.
Piran’daki olaydan dolayı da bunu yapmaya vakti olmadığını söylemiştir. Bunun
yanında, oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gitmesi ve Seyyid Abdülkadir’le
görüşmesinin de isyanla alakalı olmayıp ticari amaçlı olduğunu, Diyarbekir’in
de bir plan dahilinde alınmaya çalışılmadığını, doğal olarak geliştiğini ve
hatta bunun için bir hazırlık da yapılmadığını söylemiştir. Ayrıca Kürt Teali
Cemiyetini bilmediğini söyleyen Şeyh Said, isyandan önce Yusuf Ziya ile
görüşmesinde de onun fikirlerine katılmadığını bizzat kendisine söylediğini
ifade etmiştir.
Yukarıdaki diyaloglarda geçtiği üzere,
muhakeme sırasında Ali Saib Bey’in, isyanın daha önce planlandığına dair delil
olarak gündeme getirdiği iki mesele olmuştu. Birisi Şeyh Said’in Lice’ye yazmış
olduğu mektup, diğeri de Hanili Mustafa ve Hamdi Beylerin barıştırılmasıdır.
Ali Saib Bey, Şeyh Said’in 25/26 Mart 1925
tarihinde yazmış olduğu mektupta Lice halkına hitaben söylediği “Cihat
aşkı, intikam ateşiyleyanan tutuşan Liceliler, şimdiye kadar diyorlardı ki: ‘Ah
Türkler bir defa surdan dışarı çıksaydılar.’ işte çıktılar. Sıra sizindir.” ifadelerini
delil göstererek, bir intikam hissinin beş altı günde ortaya çıkmayacağını
ifade ederek, bu mektubun isyanın önceden planlandığının bir delili olduğunu
ileri sürmüştür. Mektubun tamamı şu şekildedir.
Liceli Müftüzade Said Efendi ve Hüsnü
Beylere
Selam ve dualar ederim. Şimdi Salih
Bey’den aldığım rapordan bugün Lice’nin seçme yiğitlerinden mürekkep
kuvvetinizin, Türklerin cüz ’i bir mukavemetine dayanamayarak münhezim
olduğunuz anlaşılıyor. Doğrusu buna ihtimal vermek bile istemem. Cihat aşkı,
intikam ateşiyle yanan tutuşan Liceliler, şimdiye kadar diyorlardı ki: ‘Ah
Türkler bir defa surdan dışarı çıksaydılar. ’ İşte çıktılar. Sıra sizindir. Biz
bu taarruzu bu cephede bekliyorduk. Kuvvetinizi toplayınız, askerin kuvve-i
maneviyesini ıslah ediniz. Üç saat evvel yazmış olduğum ve serâpâ hakikat olan
beyannameyi bi’l-müvacehe okuyunuz. Mealini lisan-ı münasiple anlatınız.
Cihadın fezâili, cebânetin fenalığı, hezimetin namuskâr Lice kadınları ve bütün
muhadderât-ı İslamiye hakkında bâdî olacak fezâyihi birer birer ta’dad etmek
suretiyle güzel bir mev’izadan sonra muhlisane bir dua okuyup, Tilalo ve
civardaki ve tensip edeceğiniz düşman mevâzıına bu gece baskın yapınız.
İnşallah muvaffak olacaksınız, korkmayınız. Ruhaniyet-i hazret-i risaletpenâhi
mededkârınız olsun amin
29/30 Şaban 343 (25/26 Mart 1925)
Hadimü’l-mücahidîn Mehmed Said
en-Nakşibendi[478]
Barıştırma meselesi ise, Şeyh Said’in
isyandan birkaç gün evvel Hani’ye gelerek Hani’nin ileri gelenlerinden olup
aralarında husumet olan Mustafa ve Hamdi Beyleri barıştırmasıdır. Şeyh Said
onları din namına barıştırdığını ve bu olayın isyanın öncesine denk gelmesini
tesadüf olduğunu söylemiştir. Aynı mevzu, olayın tarafları olan Mustafa ve
Salih Beylerin muhakemesinde de gündeme gelmiştir. Mahkeme reisi, Şeyh Said’in
bu iki kişiyi barıştırarak büyük bir kuvvet elde etmeyi planladığı
görüşündeydi. Şeyh Said ise bu kişilerin dargın olduğunu Lice’ye geldiğinin
ertesi günü öğrendiğini savunmuştur. Şeyh Said dahil, olayda bulunan diğer
kişilerde toplanmanın barıştırma meselesi olduğunu başka bir şeyin konuşulmadığını
ifade etmişlerdir.
İsyanın Piran Hadisesi’nden önce
planlandığına dair gösterilen bir belge de, askerlerin Piran’ı asilerden geri
aldıktan sonra, Şeyh Said’in biraderi Abdurrahim’in evinde kitaplarının
arasında bulunan bir beyannamedir. Bu beyannamenin tarihi yoktur. Savcı Ahmed
Süreyya bu belgenin beyannameden ziyade bir taahhütname niteliği taşıdığını ve
belgenin Piran Hadisesi’nden önceki hazırlık safhasında hazırlanmış olan bir
ahitname olması gerektiğini söylemiştir. Belgede, isyana fiilen katılmış olan
Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in de imzası vardır.[479] Şeyh
Said ifadesinde bu beyannameden haberi olmadığını ve beyanname ile aynı fikirde
de olmadığını söylemiştir. Beyanname şöyledir:
Beyanname
Türk Cumhuriyeti’nin İslamiyet’e mugayir
ahval ve harekât ve bilhassa muhibb-i İslamiyet olan Kürt eşraf ve hanedanına
reva görmekte olduğu mezalim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri
gazete ve evrak-ı resmiyelerinde okunuyor. Bunlar Ermenilere yaptığı muamele
gibi Kürt müteneffizanına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta
geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu husus müzakere kılındığı ve karar
verildiği de mevsuk menâbiden istihbar kılınmış ve buna dair birçok alâim
mesbuk ve mevcut bulunmuştur. Salabet-i İslamiye ve asabiyet-i Kürdiyesi
galeyana gelen birçok zevat bir cemiyet-i İslamiye teşkil ederek müstakil bir
İslam hükümeti vücuda getirmek fikrindedirler. Allah muvaffakiyet versin. Amin.
İşte İslamiyet’ten fersah fersah ırak olan ve adeta kadim putperestlik dini
ihya ve ayin-i metrukelerini icraya hatve atan bu Türk laik hükümetinin
izmihlaline çalışanlara an-samimü’l-kalp muavenet-i maddiye ve bedeniyede bulunacağımızı
ve bu uğurda icap eden her türlü fedakârlığı ifada tereddüt ve rehavet
göstermeyeceğimizi ve emin olduğumuz her ferdi her zatı bu hususa tahrik ve
teşvik edeceğimizi taahhüt eylediğimizden işbu taahhütnamenin zirini bi’t-tav’
ve’r-rıza imza ve temhir eyleriz.
Mustafa Zülfi Ağazade,Molla Imranzade,
Kürdiyanzade, Abdullahzade,Mustafa bin Zülfi oğlu Mehmed, Fahri, Abdurrahim,
Diranlı Sofi Ömerzade Molla Bekir, Hacı Bedir AğazadeMehmed, Büyük Hacı Ağazade
Hasan, Zülfi Perzid Ağazade, Hacı Ali Ağazade, Melamiyanzade Ahmed[480]
Savcı Ahmed Süreyya Bey’in şüpheli gördüğü
diğer bir husus da; Şeyh Said’in Hınıs’tan Piran’a giderken ziyaret maksadıyla
uğradığını söylediği yerlerde, ahalinin kalabalık bir şekilde onu karşılamaya
çıkmalarıdır. Şeyh Said bunun memleketlerinde adet olduğunu ve kendisinin
Piran’a her gittiğinde iki yüz, üç yüz kişinin kendisini karşılamaya çıktığını
söylemiştir.[481]
Bir diğer mevzu, Piran’daki hadiseden
birkaç gün sonra Hani ve Darahini’nin, Şeyh Said emir vermeden halk tarafından
işgal edilmiş olmasıdır. Savcı, bu durumun isyanın daha önce planlanmış
olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Bu konuda aralarında geçen konuşma şöyledir:
“Süreyya Bey: Darahini ne vakit işgal
edildi? Siz asker mi sevk ettiniz? Siz nerede idiniz ve Darahini’nin işgali
için emir verdiniz mi?
Şeyh Said: Darahini işgalinde Çemihini’de
idim. Fakat işgal emri vermemiştim.
Süreyya Bey: Darahini işgaline siz emir
vermediğiniz halde bir kuvvet çıkıp işgal ediyor. Şeyh Efendi’nin Piran’da bir
vakası oluyor değil mi? Peki, siz Diyabekir’in, Hani’nin işgali için emir
verdiniz mi?
Şeyh Said: Verdim. Kahkik’ten mesela Şeyh
Abdullah’a, Şeyh Şerif’e, Şeyh Hasan’a emirler verdim. Darahini’yi ahali işgal
etti.
Süreyya Bey: Hani’yi kim işgal etti?
Şeyh Said: Hani’yi de ahali işgal etti.
Süreyya Bey: Ya ahali bunu düşünmüş, size
haber vermişler veyahut sizden emir almadan işgal ettiler. Bundan anlaşılır ki
vaka musammemdir.
Şeyh Said: Bilmiyorum. Yalnız Piran
vakasıyla bu patladı, ben de içinde idim, sonra başına geçtim.
Süreyya Bey: Ne için bu vaka Hani’nin,
Diyarbekir ’in işgaline sebep oluyor da Sivas’ta bir kasabanın işgaline sebep
olmuyor?
Şeyh Said: Hani için ne emir verdim, ne
kâğıt yazdım. Hiçbir şey.
Süreyya Bey: Demek ki evvelce tasmim
edilmiş bir şeydir?
Şeyh Said: Allahu Teâlânın emriyle her
yerde birden patladı. Biz de kaçmadık inkâr etmiyorum. Patladıktan sonra
elimden geldiği kadar çalıştım.
Süreyya Bey: Sizin emriniz olmadan Hani
işgal edilirse siz ne zannedersiniz?
Şeyh Said: Ben yazmadım. Adam göndermedim
ve bilmiyorum.
Süreyya Bey: Bu bir eser-i tertip değil
midir, Size bir zann-ı yakîn gelmez mi?
Şeyh Said: Hayır, eser-i tertip olamaz.”422
Ahmed Süreyya Bey hatıralarında, Şeyh
Said’in bazı şahıslara vermiş olduğu cephe kumandanlıklarının da çok önceden
tespit edilmiş bir husus olduğunu;[482] [483] ayrıca
Seyyid Abdülkadir’in, Palulu Kör Sadi vasıtasıyla İngilizlerle temasa
geçtiğini, bunun da isyanın hazırlık safhası olduğunu söylemektedir.[484]
Bununla birlikte mahkeme dosyasında
bulunan ve Ahmed Süreyya’nın, isyanın önceden planlanmış olduğunun en önemli
delillerinden biri olarak gösterdiği 17 Ocak 1925 tarihli Şeyh Said’in Şeyh
Şerife yazmış olduğu mektup şöyledir:
Hulefa-i Sebtiye-i Halidiye-i
Nakşibendiyeden reşadetlü Şeyh Mustafa Efendi’nin mahdum-ı aliyyü’l-kadrleri
reşadetlü Şeyh Şerif Efendi’ye
Reşadetlü Şeyh Şerif Efendi Hazretleri
Mahsusen selamlar ve dualar eylerim.
Sıhhat ve afiyetinizin iş’arıyla memnunen ve mesruren müteşekkir oldum. Yarın
bi-havlihi ve meşiyyetihi Teâlâ Sibsur’a, Abunur’a, Analu’ya ve andan Zeyneb’e
geleceğim. inşallah Zeyneb’de zatınızla mülakat hâsıl olur. Mehmâemken sükûnet
ve itminan matlubumdur. Bakalım takdir-i Cenab-ı Rabbü’l-izzet cellecelalehü ne
surettedir ve neler zuhur eder ve biz de behemehâl Allahu Teâlânın zuhuratına
tâbi olacağız. Hüseyin Efendi, gayrın kısrağı olan hayvanı sahibine teslim
eylesinler ve paralarını Hanikliden alsınlar ve bir miktar emanetlerin Kiğı
’dadır. Serian celp ettirmek lazımdır. Ve’s-selâmualeyküm ve alâmenittebealhüdâ
17 Kanunusaniefrenci 1341 (17 Ocak 1925)
Palulu Mehmed Said en-Nakşibendi[485]
Bu mektup Piran vakasından 27 gün önce
isyanın kumandanlarından Şeyh Şerife yazılmıştır. Ahmed Süreyya Bey, bu
mektupta geçen “Kiğı’da olan emanetler”in Şeyh Şerife tahsis edilmiş silah ile
cephaneler olduğunu ve ayrıca Şeyh Said’in “Allah’ın zuhuratına tabi
olacağız” diyerek cahil ve mutaassıp olan Şeyh Şerifi dinî sözlerle
bağlamaya çalıştığını söylemektedir.[486]
Şeyh Said’in damadı Şeyh Abdullah ve Kasım
Bey, ifadelerinde Şeyh Said’in isyanın başlamasından önce Piran’a gelirken
yolda söyledikleri hakkında bilgiler vermiştir. Savcı bunları da isyanın
planlanmış olduğuna delil olarak göstermiştir. Zabıtnamede geçen bölüm
şöyledir:
“Şeyh Abdullah: Evvelce Piran’a geçerken
bana ve herkese teklif etti. ‘Hükümet bana vurmadıkça vurmuyorum. Bana vursun
ben de vururum. Siz de vurunuz’ dedi. Kendine taraftar arıyordu, hatta ben
reddettim, kabul etmedim. Bitlis Divan-ı Harbi’nin bunu istemesinden korktu.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi! Sen
bunun mürettep olmadığını söyledin. Bak damadın ne diyor?
Şeyh Said: Benim de hükümete karşı isyanım
mukarrer değildi.
Reis Müfid Bey: Demek mesele Bitlis
Divan-ı Harbi’nin istemesinden zuhur ediyor. Gördün mü Şeyh Said Efendi;
damadın ne söylüyor, yalan mı söylüyor damadın? Sen bir şey mi yapmıştın ki
kaçacaktın
Şeyh Said: ‘Beni tutarlarsa kaçarım’
diyordum. Yusuf Ziya bir kere bizim eve gelmişti ve ‘olmaz, bu fikri terk
ediniz’ dedim.
Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi sen daha evvel
karar veriyorsun, damadına da malumat veriyorsun. Hâlâ da dinden şeriattan
bahsediyorsun.
Şeyh Said: Bizim dinden başka bir fikrim
yoktu, din içindi. Başka bir fikir yoktu.
ReisMüfid Bey: Kasım Efendi sen anlat.
Yollardan geçerken ne söyledi, neler yaptı?
Kasım Bey: Mesmuatımız o idi ki, Şeyh Said
‘din için kıyam farz oldu’ demişti. ‘Bir Türk öldürmek yetmiş gâvur öldürmekten
efdaldir’ demiş. Tedbirler için de görüştük, onlar hakkında arz-ı malumat ettim
efendim.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi sana din
bunu mu emir ediyor?
Şeyh Said: Sükût...”[487]
(...)
Ali Saib Bey: Şeyh Abdullah Efendi! Şeyh
SaidPiran’a geçerken sana uğramış ve demiş ki: ‘Yusuf Ziya takip ediliyor, beni
de ararlarsa bana muavenet edin.’ Böyle deyince sen ona ne dedin?
Şeyh Abdullah: Yusuf Ziya’nın bahsi
olmadı. Divan-ı Harp’ten korktu. ‘Hükümet beni vurursa siz de hepiniz müdahale
edin’ dedi.
Ali Saib Bey: Şeyh SaidEfendi, sen niye
tutulmaktan vehmediyordun?
Şeyh Said: Tutulmaktan korkmadım. Niyabet
geldi, şehadeti verdim.
Ali Saib Bey: Melekan’dan Şeyh Abdullah
Efendi’ye ne dedin, nereden biliyordun böyle bir kıyamın vâki olacağını? Sen
Şeyh Abdullah’a demişsin ki ‘Hükümet beni vurursa siz de benimle beraber olun.’
Ne için dini alet ediyorsun, sen kendi nefsini muhafaza için?
Şeyh Said: Dinimiz için söyledim,
ahkâmının icrasını talep ettim. ‘Kıyam vuku bulursa siz de yardım ediniz’
dedim. Dinden maada katiyen bir fikrim yoktu.”[488]
Bu konuşmalardan sonra Ahmed Süreyya söze
girerek, Kürt istiklal taraftarı olan Yusuf Ziya’nın davasına şahit olarak
çağırılmasından korkmasının, kendisinin de bu teşkilâta dahil olduğuna işaret
ettiğini, ayrıca isyanın erkenden başlamasına sebep olduğunu söylemiştir.
Ayrıca Piran’a giderken uğradığı yerlere de sırf telkin ve tertip amacıyla
gittiğini söylemiş ve şu soruyu sormuştur: “Kendisi bu iki cihetten
hangisini kabul ediyor, şahsını kurtarmak için mi, yoksa din için mi mücadeleye
davet etmiştir?”
Bundan sonra Şeyh Said: “isyan
meselesi niyetimizde vardı. Bela, niyetimizde vardı. Hin-i vukuu (meydana gelme
zamanı) malum değildi. Dinimiz için çalışalım diyorduk” demiştir.[489]
Diğer Sanıkların İfadelerine Göre İsyanın
Tertibi
İsyanın kimler tarafından ne zaman
planlandığı diğer sanıklara da yöneltilmişti. Sanıkların geneli isyanın Piran
hadisesi ile başladığını ve başka bir şey bilmediklerini söylemelerine rağmen
isyanın ileri gelen birkaç kişisinin farklı bazı açıklamaları olmuştur.
Şeyh Said’in hizmetkârlarından olan
Maksud’un ifadesinde de şöyle bir konuşma geçmiştir:
“Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, Şuşar’da
ahaliye ne söylüyordu?
Maksud: “Hükümet şeriatı kaldırmış ”
diyordu.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi!‘Piran’a
gelinceye kadar böyle bir fikrim yoktur’ diyordun. Bak adamın ne diyor?
Şeyh Said: Evvelce, Piran’a gelmezden
evvel kıyama davet etmedim. Fakat ahval-i hazıradan bahsederdim. Neyi inkâr
edeyim?”[490]
Şeyh Said’in Darahini İnzibat Memuru olan
Fakih Hasan’ın ifadesinde de bu konuda önemli konuşmalar geçmiştir. Fakih Hasan
isyanın önceden planlanmış olduğunu itiraf eder mahiyette açıklamalarda
bulunmuştur. Hatta isyandan önce bir isyan hazırlığı olduğu konusunda Genç
Valisi İsmail Hakkı Bey’i uyardığını söylemektedir. Zabıtnamede geçen bölüm
şöyledir:
“Reis MüfidBey: İsyan neden zuhur
etmiştir? Sebebi nedir izah ediniz?
Fakih Hasan: ... Vakadan otuz gün evvel
Şeyh Said köye gelmiş. Ahali istikbale gitti, ben de Şeyh’in yanına gittim.
Orada şeriat bahsi oldu, ‘Sen tahriren müracaat et’ dedim. Kendisi benim sözümü
tasdik etti. ‘Doğrudur, kıtale sebebiyet doğru değildir. Tahriren müracaat
lazımdır’ dedi. Mebus-ı sâbık Hamdi Bey Dâhiliye Vekâletine ihbar verdi. Vali
buna ‘yalandır’ diye Dâhiliye’ye tekzip etti, öyle mesele kapandı; Çapakçur’da
Rüşdü Bey vardı.
Reis Müfid Bey: ‘Şeyh Efendi isyandan
evvel geldiği zaman şeriat meselesi açıldı dediniz. Ne münasebetle açıldı.
Fakih Hasan: Konuşurlarken söyledi. ‘Bazı
şeyler var ki şer-i şerife mugayirdir’ dedi. ‘Bunları kabul etmeyeceğiz,
müdafaa edeceğiz ’ dedi.
Reis MüfidBey: O gün mevzubahis olan
mesele yalnız şeriat meselesi miydi?
Fakih Hasan: Ben orada bir saat oturdum.
Bundan başka bir şey görüşülmedi.
Reis Müfid Bey: Senin orada bulunduğun
müddet zarfında şeriat meselesinden başka bir şey görüşülmedi mi?
Fakih Hasan: Hayır, Çapakçur’a geldim.
Rüşdü Bey ihbariye verdi, vali onu tehdit etti, yine mesele kapandı. Çapakçur
muallimi Mehmed Efendi de Dâhiliye’ye bir ihbariye verdi; Vali merkez vilayete
celp ettirdi, azlettirdi. Sonra Lice’ye gönderdi, usat girince onu Lice’de
katletti.
Reis Müfid Bey: Muallim ne gibi ihbarda
bulundu; beyler ve aşâir arasında bir ihzarât var diye mi; sonra mahkeme bunu
ne için mahkûm ediyor?
Fakih Hasan: isyan vuku bulacağına ve
aralarında muhabereleri olduğuna dair ihbaratta bulunmuş. Vali, muallimi tazyik
etti, azletti ve mahkemece üç aya mahkûm ettirdi. Hâlbuki sonradan meydana
çıktı.
Reis Müfid Bey: Demek bu Piran’daki bir
jandarma meselesi değil. Daha evvel tertip edilmiş öyle mi?
Fakih Hasan: Tabii tertip olmazsa bu rüya
değil ki, nâgehan olsun.
Reis Müfid Bey: Bu isyan, acaba kaç sene
evvel tertip edilmiştir? Sonra Mebus-ı sâbık Hamdi Bey, Rüşdü Efendi, bir de
Muallim Efendi; bu isyanı daha evvel keşif ve ihbar etmişler. Siz bunu
Darahini’deki mülakattan sonra mı anladınız?
Fakih Hasan: Bir ay evvel ben, Muallim’in,
Hamdi ve Rüşdü Beylerin ihbarından anladım ve Vali’ye dedim ki ‘ihbarlar
doğrudur. Yazınız, işi kapatmayınız’ dedim. Vali beni tekdir etti. ‘Asıl ve
esası yoktur’ dedi.
Reis Müfid Bey: Siz oranın ileri
gelenlerinden olduğunuz halde bir ay evvel haber alıyorsunuz da, orada yabancı
bir muallim sizden daha evvel haber alıyor. Bu nasıl olur?
Fakih Hasan: Şeyh Said Efendi,
Erzurum’danyeni gelmişti, Çapakçur’a geldi. Muallim Çapakçur’da haber almış
olacak.
Reis Müfid Bey: Demek ki bu isyan aylarca
evvel tertip edilmiş.
Fakih Hasan: Onların verdiği ihbarların
doğru olduğu ve müretteb olduğu kanaatindeyim.
Reis MüfidBey: Bu tertibatı yalnız Şeyh
Said Efendi mi yapıyor?
Fakih Hasan: Köylerde şeriat bahsi
açılınca hepsi kabul ediyor ve iştirake söz veriyorlardı. Sonra Piran’da vaka
çıktı, büyüdü.
Reis Müfid Bey: Bu jandarma vakası
olmasaydı bu isyan ne zaman zuhur edecekti?
Fakih Hasan: Jandarma vakası olmasaydı
isyan çıkar mıydı yoksa tahriren mi teşebbüsatta bulunulurdu bilmem.[491]
(...)
Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi, uyuyor
muydun? Bak, Hasan Fakih Efendi’ye ‘kıyam edelim’ demişsin.
Şeyh Said: Hayır, uyumuyordum. Dedim ki
‘biz müracaat edelim, hükümetimize bildirelim ve tasdik ettirelim’ dedim.”[492]
Fakih Hasan Mahkemedeki ifadesinde isyanın
daha önce tertip edilmiş olduğunu söylemesine rağmen, Şeyh Said namına yazmış
olduğu bir mektupta isyanın ani olarak ortaya çıktığını ve vaktiyle konuşulup
düşünülmediğini söylemektedir. Mektup 16 Mart 1925 tarihinde Piçar Beylerinden
Salih, Mustafa ve Mahmud Efendilere; onları ittifaka dahil etmek veya tarafsız
kalmalarını sağlamak amacıyla yazılmıştı. Mektupta konuyla alakalı geçen kısım
şöyledir:
“...Kardeşlerim bizimle müttehid
olmanız ve bizlere muavenet-i lazımede bulunmanızı vaktiyle sizlere arz-ı
malumat edilmediğinden kusurumuz varsa da bu kusurda sizleri nazar-ı ehemmiyete
almamak fikrine mebni değildir. Zaten bu mesele pek ani olarak zuhur etmiş yani
vaktiyle görüşülmüş, konuşulmuş değildir; buna iman etmelisiniz. Mamafih
maksadımız, âmâl ve gayemiz din-i mübin-i Islamiye’yi âli tutmak ve şeriat-ı
garra-yı Ahmediye’yi düstur ittihaz etmek ve dinsizleri mevki’-i ikbalden
düşürmektir. Şu hale nazaran sizlerin muhalif kalmanız mugayir-i hak ve hakikat
olmakla sizin için insafsızlıktır. Bunu asalet ve necabetinizle, akaid-i
Islamiye’nize de muvafık değildir. Muhalif bulunmanız netice itibariyle
hakkınızda iyi değildir...”[493]
İsyanın tertip edilmesi veya hazırlanmış
olması hakkında ilginç konuşmalardan biri de Hanili Salih Bey’in müdafaasında
geçmektedir. İsyanı vahşiyane bir miting olarak niteleyen ve cinnet hali ile
bütün halkın isyana iştirak ettiğini söyleyen Salih Bey, Hükümetin şeriata
muhalif icraatlarının isyanı hazırladığını ifade etmiştir. Mahkeme Reisi ile
arasında geçen konuşma şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Bu vahşiyane mitingi niye
tertip ettiniz, medeni bir şekilde miting tertip edemez miydiniz?
Hanili Salih Bey: Başka çaresini
bulamadık. isterseniz isyan deyiniz, ben böyle telakki ediyorum.
Reis Müfid Bey: Sizi Şeyh Said Efendi mi
iğfal etti, yoksa bu cereyana kendiliğinizden mi kapıldınız?
Hanili Salih Bey: Hayır, ben iğfale
kapılacak adam değilim. Şeyh Said Efendi bir kibritti, o olmasa idi başka
birisi yapardı. Şeyh Said Efendi ne beni kandırabilir ne de icbar edebilir.
Reis Müfid Bey: ‘Şeyh Said Efendi bir
kibritti, kabiliyet hazırlanmıştı ’ demiştiniz. Demek ki evvelce tertip
edilmiştir?
Hanili Salih Bey: Şüphesiz hazırlanmıştı.
Hükümetin mugayir-i şer’-i şerif harekâtı bu vaziyeti ihzar etmişti.
Reis MüfidBey: Ne vakitten beri
hazırlanmıştır?
Hanili Salih Bey: Geçen sene, işte o
tarihte.
Reis Müfid Bey: Ne suretle hazırlanmıştır?
Hanili Salih Bey: ‘Tertip edilmişti’
başkadır, ‘hazırlanmıştı ’ başkadır. ‘Hükümetin harekâtı hazırladı’ dedim.
Reis Müfid Bey: Halkın bu teessüratını
hissedip de bu fertleri toplayan kimdi?
Hanili Salih Bey: Fertleri toplayanyoktu.
Herfertte bir teessür görüyordum. Önayak olan kimse yoktu. Bilahare Şeyh Said
Efendi geldi. Tesadüftür.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi olmasaydı
bu iş yine olacaktı, öyle mi?
Hanili Salih Bey: ihtimal başka bir sebep
yine bu hadiseyi meydana getirebilirdi. ”494
İsyan’ın planlanmış olduğu ve hazırlık
safhasıyla ilgili en geniş bilgiyi veren Kasım Bey olmuştur. Daha önceki
bölümlerde Kasım Bey’in bu ifadelerine yer verilmişti. Özetle Kasım Bey
ifadesinde Şeyh Said’in, Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid Bey ile olan
ilişkilerini; gizli bir Kürt örgütünün faaliyetlerini anlatmış ve isyanın
birkaç yıldır gizlice hazırlanmakta olduğundan bahsetmişti.
Raporlara Göre İsyan Hazırlıkları
İsyan sırasında bölgede bulunan nahiye
müdürü, kaymakam ve jandarma kumandanı gibi bazı devlet görevlilerinin isyanla
ilgili olarak hazırladıkları ve İstiklal Mahkemesine veya askeri makamlara
sunmuş oldukları raporlar bulunmaktadır. Bu raporlarda isyanın hazırlık aşaması
ile ilgili bilgiler verilmektedir. Bölgede yaşayan ve bir kısmı bir süre
asilerin elinde esir olarak kalmış olan bu memurların anlattıkları önemlidir.
Ancak şunu ifade etmek gerekir ki bu kişilerin vermiş oldukları bilgilerin
geneli esaret altında kaldıkları zaman duyduklarına dayanmaktadır.
Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey, 5 Mayıs 1925
tarihinde, İstiklal Mahkemesi Savcısı’na yazılı olarak verdiği ifadede 1924
senesi Ağustos ayı içerisinde Şeyh Said’in, Çapakçur kazasının Çan köyüne
gelerek kayınbiraderi Şeyh İbrahim’in evinde Çan şeyhleri, Fakih Hasan ve civar
köylerden gelen ağalar ile birlikte hükümet aleyhine tertibat aldıklarını, aynı
zamanda Darahini vilayetinde Darahinili Yusuf Ağa’nın hanesinde de bir
kongrenin toplandığını söylemiştir. Nahiye Müdürü, yapıldığını söylediği bu iki
kongreyi Çapakçur’da esir bulunduğu sırada “şayian” işittiğini söylemektedir.
Hüsnü Bey, Çan ve Darahini’de yapılan bu kongreden, daha önce 25 Nisan’da 7.
Fırka’ya yazdığı raporda da bahsetmiştir.[494] [495]
Ayrıca Hüsnü Bey, Şeyh Said’in oğlu Ali
Rıza’nın isyandan önce koyun satmak bahanesiyle İstanbul’a ve Halep’e
gittiğini, kardeşi Tahir’in ise Diyarbekir ve Lice’ye sık sık gidip gelmesi
dolayısıyla isyanın asıl tertipçilerinin; İstanbul, Ankara, Diyarbekir ve
Lice’de olmaları gerektiğini de söylemiştir. İsyanın asıl müessirlerinin
kendince henüz meçhul olduğunu söyleyen Hüsnü Bey şunları da söylemiştir: “Şeyh
Said ve avanesinin Hükümet-i Cumhuriyemiz aleyhinde isyan edecek kadar milliyet
duygusu, akıl ve zeka ve sairesi olmadığından bunları tahrik eden müessirlerin
behemehal vilayet merkezlerinde bulunması kadar bedihi bir şey olamaz. Makam-ı
âlilerinin bu şahısları tezahür ettireceği katidir.”
Hüsnü Bey, 14 Şubat 1925 tarihinde
isyancılar tarafından Serdi köyüne getirildiği zaman Şeyh Said’in kardeşi olan
Şeyh Tahir’in şunları söylediğini de ifade etmiştir: “Dinsiz Türkler
bizi yalnız zannetmeyiniz. Bizim her yerde adamlarımız vardır. iki tanesini
söyleyeyim. Liceli Fehmi, Diyarbekirli Doktor Fuad; bunları Halep’e
gönderiyoruz. Biz top, tüfek, asker de buluyoruz.” Hüsnü Bey verdiği
ifadede, Şeyh Tahir’in bu sözlerinden, isyancıların Diyarbekir ve Halep’le de
muhabereleri olduğunun anlaşıldığını söylemektedir.[496]
Lice Kaymakamı Asım Bey, 26 Mayıs 1925
tarihli raporunda isyanın başlamasından ve Şeyh Said’in Piran’a gelmesinden
önce yapılmış olan kongre ve toplantılarla ilgili diğer raporlara göre
ayrıntılı bilgiler vermektedir. İsyanı tahrik ve teşvik edenlerin şeyhler,
fakihler, mollalar, beyler, ağalar ve köy kâhyaları olduğunu söyleyen Asım Bey;
isyanı Şeyh Said’in, Piran Hadisesinden önce geçtiği kasaba ve köylerde yaptığı
toplantılarda tertip etiğini ifade etmiştir.
Asım Bey’in anlatımına göre; ilk büyük
kongre, kış gireceği sırada Çapakçur’a bağlı Çan köyünde otuza yakın Çan
şeyhinin ve uzaktan yakından bir takım kişilerin katılımıyla Şeyh Said’in
başkanlığında yapılmış ve gizli kararlar alınmıştır. İkinci mühim toplantı kış
girdikten sonra Tavsala’da Haydar Ağa’nın evinde yapılmıştır. Üçüncü toplantı
ise 5-7 Şubat 1925 tarihlerinde Lice’de Kazım Bey’in konağında yapılmıştır. Bu
toplantıda Lice ahalisi arasındaki parti çekişmelerine son verilmiş, hatta
Müftüzade Said ayağa kalkarak: “Artık aramızda bir şey kalmadı. Hepsi
ile kardeş oldum” gibi sözler söylemiştir. Şeyh Said de aynı
toplantıda “Erzurum Daru’l-muallimin Mektebinde, muallimler tarafından
‘insanların aslı maymundur ’ gibi sözler söylediklerinden talebelerden birçoğu bunun
üzerine mektebi terk etmiştir” diye beyanatta bulunmuştur. 8 Şubat
1925 Pazar gecesi Derkam köyünde Ahmed Bekir Komu’nda, Ahmed Kahya nezdinde
gizli bir toplantı yapan Şeyh Said, 9 Şubat 1925 Pazartesi gecesini ise Serdi
köyünde geçirmiş ve orada da gizli toplantılar yapmıştır. Dördüncü önemli
toplantıyı ise 9 Şubat 1925 gecesi Hani’de Salih Bey’in evinde, Hanili şeyh ve
beylerden müteşekkil bir grupla yapmış ve isyan meselesi Salih Bey’in evinde
kesinleştirilmiştir. Ayrıca Hani’de Mustafa Bey’le Hamdi Bey’i barıştırmıştır.
Beşinci toplantı ise 11 Şubat 1925 tarihinde Piran’da olmuştur. Bu toplantıya
Şeyh Abdurrahim, Kör Muallim Fahri, Piran ağaları ve Şeyh’in beraberindekiler
katılmıştır ve bu toplantıdan sonra isyan orada başlamıştır. Bununla birlikte
raporda, birinci toplantıyı takip eden günlerde Şeyh Said’in, Hacı İbrahim
Bey’e “Ahvali görüyorsun bu ahir (...?) din zaafa uğruyor, ben yetmiş
sekseni, sen de altmışı buldun, bundan sonra başımıza gelecek akıbetten
endişeye mahal yoktur” tarzında bir şeyler söylediği de yazmaktadır.
Asım Bey’in raporunda, isyandan önce Şeyh
Said’in söylediği ve isyan için daha önce hazırlıklar yapıldığına dair bazı
sözleri bulunmaktadır. Asım Bey bunları Meclis idare azası Molla Mustafa’dan
aktarmaktadır. Raporda, Şeyh Said’in ilk defa Lice’ye geldiği ve oradan Hani’ye
doğru yola çıktığı gün, Liceli Molla Mustafa’nın kardeşlerinden Abdülbaki’nin
Lice Belediye Meclis Azasından Ali Ağa’ya “Şeyh Said, Hizan’da mukim
MehmedSelim Efendi’ye ve Silvan’da mukim Şeyh Şemseddin’e uğrayacaktı, uğramadı
bu iş çürüktür. ” dediğini yazmaktadır. Ayrıca yine raporda, Asım
Bey’in Molla Mustafa’dan duyarak aktardığına göre, Şeyh Said başlangıçta Hınıs
aşiretleri ile Halid Bey, Musa Bey ve Yusuf Ziya Bey’le bir sene önce müşavere
ve müzakere etmiş ve “Burası Kürdistan’dır. Türkiye Hükümeti dinimize
halel getiriyor. Ya telgraf yazarız veya bir şey yaparız, buna bir çare
buluruz” demiştir.[497]
Erganimadeni jandarmalarından Mülazim-i
sani Hüseyin Hüsnü, Eğil Takım Kumandanı Mülazım-ı sani Mustafa Hamdi ve
Erganimadeni Merkez Takım Kumandanı Tahir Sami Beyler hazırladıları raporda
Piran Hadisesi’nden sonra asilerin esaretinde kaldığı zaman; Şeyh Said’in
kardeşi Şeyh Abdurrahim’in, 1919 senesinden beri gayet gizli bir şekilde
çalıştıklarını ve Şeyh Said’de iki yük madeni altın bulunduğunu söylediğini
ifade etmişlerdir.[498]
Bir diğer rapor Lice Jandarma Kumandanının
hazırlamış olduğu 13 Nisan 1925 tarihli rapordur. Rapora göre Şeyh Said’in 5
Şubat’ta büyük bir debdebe ile Lice’ye girmesi, Lice Jandarma Kumandanı
Ziya’nın dikkatini çekmişti. İngilizlerin Musul meselesini kazanmak için para
kuvvetiyle bazı adamları elde ettiğine dair gelen gizli tamimlerin de
doğruluğunun güç kazanmış olduğundan bahseden komutan, bu şüpheli durum üzerine
Şeyh Said’i gözlem altına almış ve misafir olduğu hanedeki hizmetkârlardan
birisinin babasını elde ederek bazı bilgilere ulaşmıştır. Jandarma Komutanı
hazırlamış olduğu raporda bu bölümü şöyle anlatmaktadır: “Şeyh zahiren
cevami ve mesacitte ahaliden ve bilhassa beylerden yekdiğerine dargın olanları
barıştırmış ve buradan hareketinden bir gece evvel nısfülleylden (gece yarısı)
sonra ta sabaha kadar Bilal Efendizade Fehmi,Müftü’nün oğlu Said ve Tahir
Ağalar dahil olduğu halde bir içtima-ı hafi (gizli toplantı) yapmışlar vepederi
elde edilen hizmetçinin Şeyh’e kahve götürdüğü bir zaman işittiğine nazaran,
Kürdistan kıyamı için henüz vaktin gelmediği ve Nisan 341 ayının mutasavver
(tasarlanmış) kıyamın icrası için pek müsait olduğunu, Şeyh tarafından
söylendiği halde Fehmi ile Hoca Said tarafından vaktin en müsait zaman olduğunun
ileri sürüldüğü işitilmiş vepederi vasıtasıyla acizlerine bu malumat iblağ
edilmiş idi.”4" İsyanın Nisan ayı içerisinde
başlamasının planlandığını söyleyen jandarma komutanı, Piran’dakijandarma
hadisesinin planlanmış olan isyanın Nisan ayından önce başlamasına sebebiyet
verdiğini de söylemektedir.
Raporlarda önemli bilgiler verilmekte
birlikte dikkati çeken birkaç husus vardır. Birincisi devlet görevlileri bu
raporları asilerin elinden kurtarıldıktan sonra yazmışlardır ve anlatmış
oldukları esir kaldıkları zaman duyduklarına dayanmaktadır. Bir diğeri Lice
Jandarma Kumandanı, Şeyh Said’in isyandan önce Lice’ye geldiğinde yaptığı
toplantıdan ve bir muhbir vasıtasıyla, isyancıların hangi tarihte isyana
başlayacaklarını öğrendiğinden bahsetmektedir. Ancak isyan başlamadan önce elde
etmiş olduğu bu istihbaratı gerekli makamlara bildirmiş olduğuna dair bir bilgi
mevcut değildir.
İsyan Hakkında Yapılan İhbarlar
İsyan başlamadan önce bölgedeki
gelişmeleri ve isyan hazırlıklarını yetkili makamlara bildiren veya
bildirdiğini iddia eden kişiler olmuştur. Bu ihbarlar İstiklal Mahkemesi
yargılamaları sırasında gündeme gelmiş ve isyanın önceden planlandığının
delillerinden biri olarak kullanılmıştır. [499]
İhbarların bir kısmı isyandan iki sene
öncesine kadar gitmektedir. Mebus Hamid Bey ve Binbaşı Kasım Bey’in ihbarları
bu şekildedir. Bu ihbarlarda bölgedeki gelişmelerden, Kürtçülük
faaliyetlerinden bahsedilmekte ve daha çok Azadi olarak bilinen Kürt İstiklal
ve İstihlas Cemiyeti ile adı geçen kişiler hakkında bilgiler verilmektedir. M.
Şerif Fırat’ın Hormek aşireti tarafından verildiğini söylediği ihbarda bu
niteliktedir. Çapakçur Başmuallimi Mehmed Zeki Bey’in verdiği ihbarların ilki
ise isyandan altı ay öncesine dayanmaktadır. Bunların yanında isyandan birkaç ay
önce ihbarda bulunduğunu iddia eden kişiler de vardır. Doğrudan hükümete
yapılan ihbarların yanında, ihbarların bölgede iletildiği şahıs, Genç Valisi
İsmail Hakkı Bey’dir.
Hormek Aşiretinin İsyan Hakkındaki İhbarı
1921 yılından beri hazırlık aşamasında
olan irtica hareketinin 1924 yılına gelindiğinde şiddetlendiğini, fakat isyan
bölgesindeki idare memurlarının Cibranlı Halid’in adamları tarafından
aldatılması sonucunda durumun üst makamlara yazılmadığını söyleyen M. Şerif
Fırat, ayrıca “Bu irtica hareketini ilk önce gizli bir mektupla
GaziMustafa Kemal’e arz eden Varto’daki Hormek aşiretinin aydınları olmuştu.
...Bu haberden sonra büyük kurtarıcı 1924 Ekim ayında Pasin depreminden ötürü
Erzurum’a gelmişti. Erzurum yurtseverlerinden ve idare makamından edindiği
tahkikatta ve Cibranlı Halid’in bizzat gösterdiği muhalefetten, yakında isyanın
başlayacağını anlamış ve Ankara’ya dönerken Yusuf Ziya, Cibranlı Halit ve
arkadaşlarının yakalanma emrini buyurmuştu.” demektedir.[500]
Fırat’ın iddiasına göre Hormek aşiretinin
isyan hakkında vermiş olduğu bir diğer ihbar, Şeyh Said’in 4 Ocak 1925
tarihinde yapılan toplantı akabinde Hormek aşireti reislerine gönderdiği mektup
sonrasında olmuştur. Fırat’ın anlatımına göre Kırıkhan’da yapılan toplantıda
bulunan aşiret ağaları ve hocalar; Varto ve Hınıs bölgelerinde bulunan Alevi
aşiretlerinin bu cihada katılmadıkları takdirde işin güçleşeceğinden bahsetmiş,
bunun üzerine Şeyh Said, Varto’daki Hormek aşireti ağalarına bir mektup
yazmıştır. Hormekliler bu mektubu aldıktan sonra isyana karşı duracaklarını
bildirerek, mektubu Varto Kaymakamı Sırrı Bey’e göndermişlerdir. Böylece isyana
karşı hükümet tarafından gereken tedbirlerin alınmasını sağlamışlardı.[501] M.
Şerif Fırat’ın kitabında geçen ve Hormek aşireti reislerine gönderildiği
söylenen mektup şöyledir:
Hormek aşireti rüesasından Halil, Veli ve
Haydar Ağalara
Esselamün-aleyküm, rahmetullahi ve
berakatihi, lehülhamd, velminne, hidayet-i rabbani ile din-i mübin-i Ahmadiyi
kafir olan Mustafa Kemal’in yed-i zulmünden tahlis etmek gazası niyetiyle
Şuşar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden
Lailahaillallah Muhammeden resulallah diyen bütün İslam müvehhitleri üzerine
farz olduğundan minnelkadım memleketimizde büyük bir gayret ve şecaat sahibi
olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garra-yı Ahmedi’yeye ve bu cihad-ı
ekbere itba, edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühelensar, dinimizi ve
namusumuzu bu mülhitlerin elinden kurtaralım, size istediğinizyerleri verelim.
Bu dinsiz hükümet bizi kendisi gibi dinsizyapacaktır. Bunlarla cihatfarzdır.
Yacuhidu yukatilufisebilillah 4 Kanunusani 1341 (4 Ocak 1925) ElseyitMuhammet
Saidi Nakşibendi.[502]
Fırat, ayrıca 4 Ocak 1925 tarihinde
yapılan toplantıda, Şeyh Said’in yazmış olduğu bir fetvadan bahsetmektedir. Bu
fetvada yine Fırat’ın kitabında geçtiği şekilde şöyledir:
“Kurulduğu günden beri din-i muabin-i
Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal’e
arkadaşlarının, Kuran’ın ahkâmına ayıkırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi
inkar ettikleri ve Halifeyi İslamı sürdükleri için gayrı meşru olan bu
idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğunu, Cumhuriyet’in
başında bulunanların ve Cumhuriyet’e tabi olanların mal ve canlarının şeriatı
gurrayı Ahmediye’ye göre helal olduğu ve saire.”[503]
İsyanın başlamasında yaklaşık bir ay önce
yazılmış olduğu söylenen bu fetva ve mektup, -şayet doğru ise- isyanın
hazırlıklarının çok önceleri başladığını göstermektedir. Ancak Şeyh Said’in
muhakemesi sırasında, isyandan önce yapılan bazı ihbarlar mahkemede gündeme
gelmiş ve Savcı bunları Şeyh Said’e sormuştur. Fırat’ın kitabında geçen ve
Hormek aşiretinin yapmış olduğunu söylediği bu ihbar, mektup ve fetva, muhakeme
sırasında gündeme gelmemiştir. Ayrıca mahkeme dosyasında bunlarla ilgili bir
belge bulunmamaktadır. Fırat’ın Varto Kaymakamı Sırrı Bey’e verildiğini
söylediği ve Şeyh Said’e ait olan mektubun, kaymakam tarafından, delil olarak
İstiklal Mahkemesine gönderilmiş olmaması, bu mektupların gerçekliğine şüphe
düşürmektedir.
Çapakçur Başmuallimi Mehmed Zeki’nin
İhbarları
Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin yapmış
olduğu ilk ihbar 26 Ekim 1924 tarihinde tutmuş olduğu bir zabıt varakasına
dayanmaktadır. İsyandan yaklaşık beş ay önce hazırlanan bu tutanağa göre,
Kadımadrak köyünden Hacı Mehmed adında birisi, Çapakçur merkezinde, hükümet
maliye dairesinde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Paşa aleyhinde sözler söylemiş ve
aynı sözleri daha sonra başka ortamlarda da pervazısca sarf etmiştir. Ayrıca
zabıt varakasına göre; Kürtçülük zihniyeti ile hareket eden Hacı Mehmed;
Mustafa Kemal’in haccı kaldırdığını ve İslamiyet’e darbe vurduğunu söylemiş,
hükümet aleyhinde konuşarak “Hükümet bizden ne kadar uzak durursa
başımız gaileden kurtulacak” demiştir. Muallim Mehmed Zeki Efendi bu
konuşmalara şahit olan kişilerin de isminin olduğu bir zabıt varakası
tutmuştur. Bu zabıt varakasında beş kişinin ismi yazmasına rağmen sadece eski
Genç Mebusu Hamdi Bey bu belgeyi imzalamıştır. Tutulmuş olan bu zabıt varakası
3 Kasım 1924’te eski Genç Mebusu Hamdi Bey’in yazdığı ihbar ile birlikte
Dahiliye Vekâleti’ne sunulmuştur. Zabıt varakası şöyledir:
Zabıtvarakası
Kadımadrak karyeli Hacı Mehmed’in Çapakçur
merkezinde hükümette maliye dairesinde Hükümet-i Cumhur iye aleyhinde ve
bilhassa Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri hakkında ber-vech-i zir
lisandırazlıkta bulunmuştur. Şöyleki: Ferâiz-i ilahiyeden birisi olan “Hac” ki
bi’l-umum Müslümanların gitmesi ve hatta bizim gibi zenginlerin tekar ziyareti
lazım iken “Kemal’in” bırakmadığı açık bir lisan ilefikri gıcıklamak, Kürtçülük
zihniyetiyle “Kemal’in” Islamiyete bir darbe vurduğunu söylemiş olup sâmiûn ve
hâzirun ise birer suretle mukabele de bulunmuşlardır. Ezcümle Mal Muavini Sıdkı
Efendi hac feraiz-i ilahiyeden olduğu gibi insanların kendi yanlarında hac
sevabına nail olacak hasenat ve hayırlar mevcuttur. Şayet bufikir-i hacdan
bahsediliyorsa!Mesela Hacımadrak üzerine bir köprü yapılsın gibi. Işte, maruz
muhavere esnasında Çevlikli tüccar esnafından Mahmud Çavuş, Tapu memuru
Abdulhalim, Merkez tahsildarı Halid, Mal Müdürü refiki Bedri Beyler mevcut
idiler.
Aynı günde kendi hanesine avdetle akşamla
yatsı arasında yine Çapakçur’daki söylemiş olduğu ve Hükümet-i Cumhuriye
aleyhindeki hezeyanları bilâ-perva Genç Mebus- ı sabıkı Hamdi Bey, Çanlı Şeyh
Said Efendi, karye-i mezkure ahalisinden Ahmed Şemdin, Ahmed Haço ve saireler
huzurunda malumat furuşlukta bulunmuş evvelki sözlerini teyit ve tekrar
etmiştir. Vicdanımızın sada-yı zindegisi işbu malumatı zabt ve kayt eylemeye
sevk eylemiş, mesele-i maruzada Mebus-ı sabık Hamdi Bey de mevcut bulunmakla
tasdik buyurmayı fariza-i zimmet addeylemiştir. Elyevm yine üçüncü sabah
muhaveresinde hükümetin hiç bize lazım olmadığını, hükümet bizden ne kadar uzak
olursa başımız gâileden kurtulacağını da yine Çanlı Şeyh Said, mezkur karyeli
Jandarma Seyfi, Mebus-ı sabık Hamdi Bey mevcut idiler. Merkumun hulasa-i fikri
her-bar hükümet-i hâzıramız aleyhinde bulunduğunu mübeyyin işbu zabıt varakası
bi’t-tanzim imza kılındı.
26 Teşrinievvel 340 (26 Ekim 1924)
Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed
işbu zabıt varakası münderecatının
cereyan-ı hale muvafık ve hakikate mukarin bulunduğu tasdik olunur
Çanlı Şeyh Said (imza etmemiştir), Karye-i
mezkur eli Ahmed Haco (imza etmemiştir), Karye-i mezkureli Ahmed Şemdin (bu
dahi imza etmemiştir.), Karye-i mezkureli Jandarma Seyfi (imza etmemiştir.),
Kadımadrak karyesinden GençMebus-ı sabıkı Hamdi (imza)504
Bu ihbar üzerine Dahiliye Vekâleti’nin
emriyle Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey tarafından bir tahkikat
yapılmıştır. Yapılan tahkikatta Hacı Mehmed, hükümet aleyhinde bulunduğuna dair
iddiaları kabul etmemiş ve Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin göstermiş olduğu
şahitler de Hacı Mehmed’in lehine ifade vermiştir. Bunun üzerine Kaymakam,
asılsız ihbarda bulunduğu gerekçesiyle Muallim Mehmed Zeki aleyhinde bir
fezleke hazırlamıştır.
Bu arada Çapakçur Kaymakamlığının
bildirmesi üzerine Genç Valisi tarafından alınan bir kararla 6 Ocak tarihinde
Muallim Mehmed Zeki görevden alındı. Görevden alınma sebepleri göreve
devamsızlık, ücretsiz dağıtması gereken kitapları fahiş fiyatlara satmak ve
okul namına gönderilen paraları zimmetine geçirmek fiilleri zikredilmektedir.
Genç Valisi bir yazısında bu görevden almanın Hacı Mehmed olayı ile ilgisi
olmadığını söylemektedir.
Mehmed Zeki görevden alınınca aynı gün
eski Mebus Hamdi Bey’in teşvikiyle Mustafa Kemal Paşa’ya ve Dâhiliye Vekâletine
telgraf çekmiştir. “Kürtçülük propagandası ve esrarı” başlığı altında çektiği
telgrafta, ailesi ve kendisinin hayatının tehlikede olduğunu ve Hacı Mehmed’in
propagandada bulunarak suikastler tertip etmekte olduğunu bildirmiştir.[504] Muallim’in
çekmiş olduğu telgraf şöyledir:
Ankara Türkiye Cumhuriyeti Reisi
Tahlis-iVatan Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerine.
Sureti Dahiliye Vekâlet-i Celilesine.
Kürdçülük propagandası ve esrarı hakkında
hükümet-i mahalliyece ifademin ahzına irade buyurulmuştur. Bu muhitte bilhassa
Genç vilayeti dâhilinde hissiyat ve hayatı memuriyetim ve efrad-ı ailemin
hayatı hemen tehlikeye maruzdur. ifade vermekten tevahhuş ve hazer eylerim.
Kadımadraklı Hacı Mehmed serbesttir. Propagandası, tehdidi, hükümet-i hazıra
aleyhindeki mefsedet, melanetler tertibi ve şahsi suikast ihzaratındadırlar. Bu
hususlarda evvela hayatımızın her suretle taht-i tehdide aldırılmasına muntazar
halet-i nez’de olanlara merhamet talep, hükümet-i milliyenin adaletine dehalet
ederim. Ta ’cil buyurulsun efendim.5 Kanunusani 341 (5 Ocak 1925)
Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed Zeki
Dündaralp[505]
Bu telgraf üzerine Dâhiliye Vekâleti, Genç
Vilayetine yazdığı yazı ile konu hakkında izahat istemiştir. Bunun üzerine
Vali, Jandarma Kumandanı ile birlikte tekrardan Muallim’in ifadesini almış ve
tahkikat yapmıştır. Vali, Dahiliye Vekâleti’ne cevaben yazdığı 13 Ocak tarihli
yazı da Muallim Mehmed Zeki Bey ile eski Mebus Hamdi Beylerin, başka kişilerle
olan şahsi husumetlerine siyasi bir şekil vererek asılsız ihbarlarda
bulunduklarını ve bu kişilerin Bitlis Divan-ı Harbine sevk edilmelerini
belirtmiştir. Genç Valisinin cevabi yazısı şöyledir:
“Muallim’in alınan ifadesinde
hezeyanlarından hiç birisini ispat edememiş ve hiçbir delil ve emare
gösterememiş ve güya hayatı tehlikede bulunduğundan Ankara’da ifade
verebileceğini söylemiştir. Kadımakraklı cahil Hacı Mehmed ise böyle birşeyden
katiyen malumatı olmadığını ifade ve haricen yapılan tahkikat da onu teyit
etmektedir. Mebus-ı sabık hakkında mükerreren arz edildiği vechle mumaileyh
Hamdi ve Muallim Mehmed Efendilerin husumet-i şahsiyelerine siyasi bir şekil vererek
hükümet-i Cumhuriyemiz aleyhinde bulunmalarına ve Kürt hükümeti tesis
etmelerine dair bu muhitte asıl ve esastan âri meseleler ihdas suretiyle
halktan, mebuslardan bazılarını lekelemek, hükümet nazarından düşürmek ve
mutazarrır etmek istedikleri anlaşılmaktadır. Bunların bu gibi su-i hal ve
iftiraları muhitin efkar-ı ammesine pek su-i tesir icra ve asayiş-i umumiyeyi
ihlal etmekte olduğundan bu gibi iftira ve cereyanlara nihayet verilmek ve
yekdiğeri haklarında burada siyasi malumatlarını ve iddialarını ispat etmek
üzere her ikisinin Bitlis Divan-ı Harbine izamlarına müsaade buyurulması
selamet-i vatan namına maruzdur”
Valinin, Dahiliye Vekâleti’ne bu telgrafı
çektiği aynı gün 13 Ocak’ta Muallim de bir telgraf çekerek susması ve ifadesini
değiştirmesi için Genç valisi tarafından kendisine işkence, tehdit ve baskı
yapılmaya başlandığını, memuriyetine son verildiğini bildirmiş ayrıca
ifadesinin Ankara’da alınmasını istemiştir. Muallim çekmiş olduğu bu telgraf
şöyledir:
Ankara Türkiye Cumhuriyeti Reisi Tahlis-i
Vatan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.
Cereyan ve mesail-i mühime-i Kürdiyeyi
himaye tarikiyle bilhassa Hacı Mehmed’i ihbar eylediğime rağmen sükût ve
tebdil-i ifade eylemekliğim için Genç valisi İsmail Hakkı Bey tarafından
işkence, tehdit ve tazyika başlanıldım. İstirahatlerinin temini için memuriyetlerime
hâtime çektiler. Değil memuriyetim zat-ı halaskârileri gibi dühat ve mukaddes
Cumhuriyetimiz uğruna canım ve efrad-ı ailemi fedaya müheyyayım. İfademin
Hükümet-i Cumhuriyenin makarrı olan Ankara vilayeti merkezinde ahzına irade
buyurulmasını sabırsızlıkla beklerim efendim.13 Ocak 341 (1925)
Çapakçur Merkez Başmuallimi Mehmed Zeki
Dündaralp507
Mehmet Zeki Efendi bu telgraftan iki gün
sonra 15 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf daha çekmiştir. Bu
telgrafında vaziyetin günden güne vahim bir hal aldığından, Hacı Musa Bey’in
tesiriyle Bitlis eşrafından Hacı Necmeddin’in torunu olan ve bir Kürt casusu
olan Sıddık’ın Çapakçur Başmuallimliğine kendi yerine tayin edildiğinden
bahsetmiştir. Ayrıca hem Çapakçur’da bulunan Kürt cemiyetinin varlığından hem
Vali’nin bu işlere sessiz kaldığından hem de memleketin başına gelebilecek
muhtemel bir ihtilalden bahsetmiştir. Muallim Mehmed Zeki Bey’in son telgrafı
şöyledir:
Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti Reisi
Tahlis-i Vatan Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Meşhur Hacı Musa Bey Genç vilayetine kadar
gelmemiş ise de tesir-i nüfuzu ve hafiyeliği ile Bitlis eşrafından Hacı
Necmeddin hafidi Sıddık gelerek Çapakçur Başmuallimliğine muallimlik şeraitini
hâiz olmadığı halde bilâ-imtihan Kürdçülük kuvveti tesiriyle tayin edilmiş ve
ettirilmiştir. Bu tesir ve tehdit ahengine Çapakçur kaymakamı da serfüru
eylemiştir. Vali Bey ’den sorulsun ki hüviyetini tedkik eylemediği efendi
kıyafetindeki bir Kürd casusunu hangi kuvvetin tahtında muallimliğe tayin
etmiştir? Vilayetten ve Çapakçur merkezlerinden bu kabil memur kıyafetli Kürd,
yerli ve hariçten eşhas-ı muzırra da gelmektedir. Acaba Çapakçur’da böyle bir
kuvvetli cemiyetin mevcut olduğu hissedilmedi mi? Edilmiş ise ne için Hükümet-i
Cumhuriye-i mukaddese haberdar edilmiyor. Mir-i mumaileyh muhit alevlensin,
esrar-ı hükümet keşf edilsin, eşhas-ı muzırra dağılsın, tahassun eylesin ve
memleket bir ihtilal içinde mi kalsın istiyorlar? Acizlerini tazyikve ifademin
ne için bu muhitte verilmesini Ankara’ya ifadeye gelmekliğimi takip ve tehire
uğratıyor. Çapakçur’da vücuduyla kaim müsbetmurad ne suretle tekzip
edilecektir? irade buyurunuz. Vaziyet günden güne kesb-i vehamet ediyor.
Fazlasını hükümet-i mahalliye tedkik ve tahkik buyursun. Bendeniz başka esrar
ve ifadeyi huzurunuzda vermeyi sabırsızlıklarla bekliyorum. Telgraf parası
vermeye istikraza takatimyok. Şifremyok. Fazlaca tazyik ve tehir edilirsem,
çekeceğim böyle açık telgraflarla esrar-ı mühimme efvah-ı nasta şüyu’
bulacaktır.
15 Kanunusani 341 (15 Ocak 1925)
Çapakçur Başmuallim-i sabıkı Mehmed Zeki
Dündaralp508
Vali’nin yazmış olduğu 13 Ocak tarihli
şifre üzerine Dahiliye Vekâleti’nden bir cevapname yazılarak İdare-i Vilayat
Kanunu’nun 19. maddesi gereğince Muallim hakkında tahkikatın savcılığa teslim
edilmesi emir buyuruluyor. Bunun üzerine Vali, olayı Çapakçur Savcılığına sevk
ediyor. Hilaf-ı hakikat ihbarda bulunmak suçlamasıyla, Muallim mahkemeye celp
ediyor. Bundan korkan Muallim, Lice’de bulunan eniştesinin yanına firar ediyor.
2 Şubat’ta Muallim’in gıyabında mahkeme yapılıyor. 5 Şubat’ta üç ay
mahkûmiyetine karar veriliyor. Bu olaydan bir hafta sonra Piran’da isyan
başlıyor ve Lice’de bulunan Muallim isyancılar tarafından evinde şehit
ediliyor. Bir yazışmada Vali, Muallimin öldürülmesinin isyan ile ilgisi olmadığını,
Mehmet Zeki’nin, Liceli Galip Ağa’nın evinden geceleyin çıkarken Galip Ağa
zannedilerek öldürüldüğünü söylemiştir.
Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in, Muallim
ile ilgili daha farklı iddiaları da olmuş ve bunları Dahiliye Vekâleti’ne
bildirmiştir. İsmail Hakkı Bey, Muallim’in Elaziz vilayeti’nin Percenek köyü
Muallimi iken kötü hal ve idaresi dolayısıyla azledilmiş ve askere sevk edilmek
üzere asker alım şubesine teslim edilmiş iken, o vakit Çapakçur Mal
Müdürlüğü’nde bulunan Abdülgani Efendi’nin yanına firar ettiğini ve eniştesi
vasıtasıyla, kendisi henüz vali değil iken, 19 Haziran 1924’de Çapakçur Mektebi
Başmuallimi tayin edildiğini söylemiştir.
Muallim Mehmed Zeki Olayı başka belgelerde
daha farklı olarak karşımıza çıkmaktadır. Muallim Mehmed Zeki’nin eniştesi Lice
Ziraat Bankası Memuru olan Abdülgani, 11 Nisan’da 5. Kolorduya yazdığı yazıya
göre; Muallim Mehmed, Şeyh Said hakkında bir şey yazmaya cesaret edememiş ancak
Şeyh Said’in casuslarından olan Hacı Mehmed hakkında yazı yazmıştır. Yapılan
tahkikatlarda ise Kürt casuslarının vermiş olduğu ifadelerle Muallim azledilmiş
ve yerine meşhur Bitlisli Hacı Musa Bey’in yeğeni, Kürt casusu Sıdkı Efendi,
muallim olarak tayin edilmiştir. Bunun üzerine hayatının tehlikede olduğunu
anlayan Muallim, Lice’ye eniştesi Abdülgani Bey’in yanına gelmiş ve oradan
Diyarbekir’e bir rapor yazmıştır. İsyanın başlamasından sonra Hacı Mehmed, Şeyh
Said ile birlikte Diyarbekir cephesinde bulunduğu sırada Lice’nin Kaya
Mahallesi’nden para karşılığında temin edilen bazı kişiler 10 Mart günü saat on
bir sıralarında Muallim’in olduğu evi basarak kapının önünde şehit etmişlerdir.
Muallim, evin önünde yaklaşık bir saat yağmur altında kalmıştır. Muallim’in
şehadetinden sonra Hacı Mehmed, Muallim’in Kadımadrak’taki evini ve
hayvanlarını yağma ettirmiştir.509
Muallim Mehmed Zeki Olayı, Şeyh Said’in
yargılanmasından önce 20 Mayıs 1925 tarihinde İzmir’de yayınlanan Türkili
gazetesinde “Çapakçur Telgrafhanesinde Boğulan Esrar” başlığıyla
haber olmuştu. Haberde şöyle deniliyordu: “Bir muallim, isyanı
vukuundan üç ay evvel haber verdiği için bir yalanla mahkûm edilmişti. isyanın
zuhurundan sonra ise Şeyh Said’in emriyle şehit edildi.” Haberde,
Çapakur’da tutulan zabıtname ile Muallim Mehmed Zeki Efendi’nin Gazi Paşa’ya
çektiği üç telgraf da yayınlanmış ve bu telgrafların Gazi Paşa’ya ulaşıp
ulaşmadığını sorguladıktan sonra şu not düşülmüştü: “Şubatın on üçüncü
günü hayatının tehlikede olduğunu anlayarak Lice’ye giden genç Muallim, bir
taraftan Çapakçur mahkemesince müfterilikle mahkûm edilirken üç gün sonra Şeyh
Said başta hainler isyan bayrağını kaldırıyorlar. Âsiler Lice’ye gelince genç
Muallim’in kale içindeki evine gidiyorlar. Kendisini aşağı indirip kapısının
önünde öldürüyorlar. Günlerce sokakta kalan cesedini de köpeklere yedirmek
suretiyle dinsizliklerini bir kere daha gösteriyorlar”[506]
Şeyh Said davası başladıktan sonra,
Muallim’in yapmış olduğu ihbarları ciddiye almadıkları gerekçesiyle Çapakçur
Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey ve Genç Valisi İsmail Hakkı Bey bu davaya dâhil
edilmişlerdir. Ayrıca Muallim’i 3 ay hapse mahkûm eden Genç hâkimi Ali Rıza
Efendi de aynı davada yargılanmıştır. Şunu da ifade etmek gerekir ki Muallim
Mehmed Zeki Efendi’nin ihbarlarında bölgedeki Kürtçülük faaliyetlerinden
bahsediliyor olmasına rağmen Şeyh Said hakkında ve onun isyan ile ilgili
yaptığı ifade edilen hazırlıklardan bahsedilmemektedir.
Genç Eski Mebusu Hamdi Bey’in İhbarları
Eski Genç Mebusu Hamdi Bey’in isyanla
ilgili olarak yapmış olduğu ihbarlar, önemli bir yer teşkil etmektedir. Şeyh
Said’in yargılanması sırasında şahit olarak da mahkemede bilgisine başvurulmuş
olan Hamdi Bey’in, mahkeme dosyasında öncelikli olarak 1923 yılı içerisinde
Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiş olduğu dört adet telgraf bulunmaktadır. Bu
telgrafları 1923 yılında olan seçimler dolayısıyla kendisine verilen şifre ile
göndermiştir.
Hamdi Bey bu telgraflarda, bölgede
Kürdistan zihniyeti üzerine propagandalar yapılarak halkın efkârının ifsad
edildiğinden, yine muhalif mebuslardan Yusuf Ziya Bey’in bölgeye gelerek
hilafet ve Kürtçülük propagandasında bulunduğundan ve bölgedeki diğer
gelişmelerden bahsetmektedir. Telgraflarda şöyledir:
Telgraf:
Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Numara:3Gayet mühim ve müstaceldir
Mütekaddim 9Mayıs 39 tarih ve bir numaralı
şifreye lahikadır. Mutasarrıf’ın idaresizliğine rağmen âmâl-i muzırralarına
nâil olacak fikr-i fesadıyla hizmet-i askeriye ile mükellef sevke tabi iken
desise ile geri kalan ihtiyat Zabiti muhaliflerden Tayyib Efendi’yle Çanlı Şeyh
Mustafa ’ya rey kazandırmak için Tayyib’in pederi Genç Vergi Başkâtibi İsmail
ve bacanağı Müddei-i Umumi Abdülmecid Efendiler grubumuz namzetlerine rey
verdirmemeye çalışmakta ve muzır propagandalarla ortaya Kürdistan zihniyetini
sokarak halkın efkârını ifsad etmekte olduklarından mumaileyhimin İstiklal
Mahkemesine sevkleri esbabının istikmal buyurulması selamet-i vatan namına
maruzdur. 11 Mayıs 339 (1923)
Telgraf:
Büyük Millet Meclisi Reisi Baş Kumandan
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Numara:4 Müstaceldir
Livamız namzetlerinden Bitlis Mebusu
muhaliflerden Yusuf Ziya Efendi İstanbul’dan doğruca bu havalice nafizü’l-kelam
bulunan GençMelekankaryeli Şeyh Abdullah Efendi’nin nezdine gelerek hilafet
meselesini ve Kürtçülük zihniyetini ilka ile muzır propagandalar yaparak halkın
efkârını ifsat ve ihlal etmekte ve dolayısıyla teşkilâtımıza engel olup
intihabata fesat karıştırmış ve mamafih bu telkinat üzerine Şeyh Abdullah dahi
Erzurum’da bulunan Miralay Kürt Halid Bey’in nezdine gitmiş olduğu gibi bu
efkâr-ı muzırralarını suret-i hafiyede bizzat ve bilvasıta her tarafa intişar
ettirmekte ve her ne hikmete mebni ise Mutasarrıf-ı liva işbu mühim hususlarda
lakayt bulunmakta ve binaenaleyh esasen bu babda Trabzon ’da, Erzurum ’da,
Diyarbekir ’de Dersim ’de, Elaziz’de, Genç’te ve mahall-i sairede son derece
hafi teşkilâtlar mevcut olup peyderpey öteye beriye sirayet ve teşa’ub etmekte
olduğu mahsus idüğünden icabının ifa buyurulması selamet-i vatan namına
maruzdur.9 Haziran 39 (1923)
Telgraf:
Büyük Millet Meclisi Reisi Baş Kumandan
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Numara:5Mühim ve Müstaceldir
Mütekaddim 9 Haziran 339 tarih ve 4
numaralı şifreye lahikadır. Erzurum’da bulunan aşiret reisi Vartolu Halid Bey,
Erzurum Mebusu Süleyman Necati Bey ve hem- pâlarıyla bi’l-ittifak istiklâliyet
efkâr-ı muzırrasına rağmen İngiltere’nin âmâl-i fâsidesine hizmetle Van
hududunda isyan eden Kürd Simiko nam şerir ile Bitlis, Muş, Genç ve mahall-i saire
rüesa ve meşayihiyle dahi muhabere-i hafiye-ifesadiyede bulunmakta olduğuna bu
kere muttali bulunduğum maruzdur.17 Haziran 39 (1923)
Telgraf:
Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Numara:8Mühim ve Müstaceldir
Ingiltere’nin ıtmâ ve ilkaâtıyla Zaho’da
müteşekkil Kürt cemiyetince mutasavver bulunan Kürdistan namıyla muhtariyet
ilanı âmâl-i muzırrasına rağmen vilayet-i şarkiyedeki ekrad ve aşâir-i rüesa ve
meşayihle muhabere ve ittihad etmekte ve binaenaleyh bu babda ötede beride
gizlice dolaşmakta bulunan Bedirhaniler ve sair eşhası leime cahil ahaliyi
tesmim ve idlal ile tedabir-i hainanede bulunmakta oldukları mahsus idüğünden
icabının ifası selamet-i vatan namına maruzdur.13 Eylül 39511
Hamdi Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya
göndermiş olduğu bu telgrafların yanında 1924 yılı içerisinde Dahiliye
Vekâleti’ne göndermiş olduğu üç adet rapor bulunmaktadır. Bunlardan 11 Temmuz
1924 tarihli raporunda Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi’nin Kürtçülük
zihniyetini taşımakla birlikte, Şeyh Şerife hükümetin sırlarını verdiğini,
ayrıca yine Oğnut Nahiye Müdürü Tayyib Efendi ve sairenin Şeyh Şerifle hem
fikir olarak Kürdistan’ın muhtariyeti için faaliyet gösterdiklerini ve tedbir
alınmasını bildirmiştir. Bu raporlarda bahsedilen Şeyh Şerif ve Tayyib Efendi,
İstiklal Mahkemesinde yargılanarak idam edilmiş, Hüseyin Hilmi Bey ise 15 sene
kürek cezasına çarptırılmıştır. Rapor şöyledir:
Dahiliye Vekâlet-i Celilesine
On beş gün mukaddem maa aile müteehhil
bulunduğum Çapakçur kazasına avdetle ahval-i hazıra-i umumiye hakkında bu kere
de icra eylediğim tahkikat ve tedkikat-ı amîka neticesinde istihsal edebildiğim
malumat ve istitlaât-ı çakeranemi ber-vech-i zîr arz ve tezbir eylerim. Şöyle
ki;
Çapakçur kazası Kaymakamı muhaliflerden
Hüseyin Hilmi Bey’in esasen Çerkes bulunmak dolayısıyla idare-i hazıra
aleyhinde olup Ekrad ve aşâirin âmâl-i muzırralarına hâdim ve hal-i hazırda
cereyan edegelmekte bulunan Kürdçülük zihniyetini taşımakta olduğu gibi akdemce
arz eylediğim vechle daima öteyi beriyi dolaşarak hükümet-i mukaddese-i
hazıramız aleyhindefena propagandalarla cahil ahalinin efkârını tahriş ve
tesmim etmekte bulunan Dikvanlı Şeyh Şerif ile müttehidü’l-efkâr olup hükümetin
esrar-ı mühimmesini ve tamimen tebliğ buyurula gelen evâmir ve şifrelerin
münderecatını Şeyh-i mumaileyhin vasıtasıyla Ekrad ve aşâire haber vermektedir.
Mamafih Çapakçur müteneffizanından olup
Genç Vergi Başkâtibi bulunan muhaliflerden İsmail Efendiyle oğlu Oğnut nahiyesi
Müdürü Tayyib ve biraderi Çapakçur Nüfus Kâtibi Maruf ve Sandık Emini Züfer
Efendilerle Müdür-i mumaileyh Tayyib Efendi’nin kayınpederi olup Varto kazası
kaymakamlığında iken Kürdçülük zihniyetini takip ettiğinden dolayı azledilen ve
şimdi Çapakçur’un kaza merkezinde ikametle mazuliyet maaşını almakta bulunan
Bitlisli Abdülhamid Bey dahi şeyh-i mumaileyh hemfikir bulunmakta ve daire-i
hazıra aleyhinde olup evvel ve ahir arz ve izah edegeldiğim vechle rüfekaları
gibi vilayât-ı şarkıyede Kürdistan namıyla muhtariyet teşkili âmâl-ı
muzırrasıyla çalışmakta olduklarını ve hatta mumaileyhimden Abdülmecid ve
damadı Müdür Tayyib Efendilerin tavassutuyla Muşlu Hacı Musa ve Erzurum’da
mukim aşiret reisiMiralay Halid Beylerle muhabere-i hafiye-i fesadiyede
bulunmakta olduklarını ve maahaza Tayyib Efendi iseMuş ve Erzurum’la hem-hudud
ve etraf-ı erbaası aşâirle muhat bulunmak itibarıyla ehemmiyet-i mevkıası
derkar bulunan Oğnut nahiyesi Müdüriyetinde müstahdem bulunmasından nâşî
tamimen müdüriyet namına da tebliğ oluna gelmekte bulunan hükümetin mahrem
esrarını ve evamir-i mühimme münderecatını dahi aşâir rüesasıyla meşayihine
söylemekte ve hükümet-i mukaddese-i Cumhuriyemiz aleyhinde her tarafa hafiyen
muhabere ve ittihad etmekte ve ber-vech-i maruz Kürdistan namıyla muhtariyet
istihsali âmâl-i bâtılanesine rağmen tedabir ve teşebbüsat-ı hainanede
bulunmakta olduklarını yerliyerince tamamiyle vâkıf olduğumu ber-tafsil Genç
Vali Vekili İsmail Hakkı Bey’e şifahen arz etmiş olduğum gibi işin ehemmiyet-i
fevkaladesine ve umuma ait bulunmasına mebni icab ve tedabir-i lazımenin ifa
buyurulması zımnında hasbe’l-hamiye selamet-i vatan namına keyfiyetin zat-ı
devletlerine de arzına lüzum görmüş ve bu vesile ile revabıt-ı samimanemi teyid
ile tazimat ve ihtiramat-ı çakeranemi takdim ve temenni-i muvaffakıyet
eylerim.11 Temmuz 340 (1924)
Genç Mebus-ı Sabıkı
Hamdi512
24 Eylül 1924 tarihli olup Hamdi Bey’in
müracaatı üzerine Genç Vilayeti vasıtasıyla Dahiliye Vekâletine gönderilen
raporda ise, Molla Said-i Kürdi’nin İstanbul’daki Kürt cemiyetinin kararıyla
memur olarak şark vilayetlerine gönderildiği ve amacının Kürdistan’da
muhtariyet ilan edilerek Irak’a bağlamak olduğu, ayrıca Molla Said-i Kürdi’nin
Erzurum’a gelerek Cibranlı Halid Bey’le ve saire başka kişilerle görüştüğü,
oradan da Van’a gittiğini bildirilmişti.[507] Ayrıca
aynı raporda Şeyh Şerif, Muşlu Hacı Musa, Halid Bey, Yusuf Ziya ve Tayyib
Bey’in de aynı hususta faaliyet göstererek birbirleriyle muhabere halinde
olduğundan bahsedilmektedir. Raporun tamamı şöyledir;
Monla Said-i Kürdi nam eşhas İstanbul’da
müteşekkil Kürd cemiyetince mukarrer olduğu vechle vilayât-ı şarkiye havalisine
memuren i’zam edilerek Kürdistan namıyla muhtariyet teşkil ve ilanıyla Irak’a
rabtı âmâl-i bâtılasına rağmen, evvel emirde Erzurum ’a gelerek Varto aşiret
reisi Miralay Kürd Halid Bey ’le ve ahiren Oğnut nahiyesinden geçmekte iken
aşiret reisi Binbaşı Baba Bey’le ve saire ile de görüşerek teâti-i efkârla Muş,
Van cihetlerine savuşmuş ve bu havali Ekrad ve aşair ve rüesa ve meşayihiyle
bi’l-ittihat bir takım fena propagandalarla ve ilkaât-ı menfure ilcasıyla
efkar-ı umumiyeyi tahriş ve tesmim etmekte ve dolayısıylaMusul’un Zaho
kazasındaki Kürt cemiyeti ile bu babda muhabere ve ittihat etmekte oldukları
müstahberdir. Mamafih Palu kazasının Dikvan nahiyesinden ve Kürd cemiyeti
azasından bulunan Şeyh Şerif dahi bu âmâl-i muzırrayı takiben her-bar öteyi
beriyi dolaşmakta ve Muşlu Hacı Musa Bey’le mumaileyh Halid Bey ve Bitlis
Mebus-ı sabıkı Yusuf Ziya ve Çapakçur müteneffizanından olup Muş ve Erzurum’la
hem-hudud ve etraf-ı erbaası aşairle muhat bulunmak itibarıyla ehemmiyet-i
fevkaladesi derkâr bulunan Oğnut nahiyesi müdürü Tayyib Efendiler dahi bu
hususta yekdiğerleriyle muhabere ve ittihad etmekte ve cahil ahaliyi idlal ve
iğfal etmekte oldukları mahsus ve müstatli’dir. Binaenaleyh bu gibi eşhas-ı
muzırranın böyle sellemehüsselam ötede beride dolaşarak teşebbüsat-ı hainanede
bulunmaları ve hususiyle bunlardan bazısının devlet memuriyetinde istihdamları
bi’n-netice gayr-ı kabil-i telif hâlâta sebebiyet vereceği ecilden katiyen
tecviz buyurulamayacağı müstağni-i arz ve izahtır. Esasen Ingiltere’nin
siyaset-i melunanesi icabatı olarak Musul vilayetinin, vilayet-i şarkıyenin
kilidi olmak itibariyle Van, Hakkari, Erzurum, Muş, Bitlis, Diyarbekir,
Siverek, Elaziz, Malatya, Genç vilayetleriyle alakadar addedile gelmekte ve bu
vilayetlerin Irak gibi müstakil bir kitle haline vazıyla beraber Irak’a rabtı
âmâl-i muzırrasıyla uğraşmakta oldukları derkâr idüğünden işbu ahval-i
muzırraya meydan ve imkan kalmamak üzere vilayât-ı şarkıyede idare-i örfiye ilanıyla
beraber bu gibi muzır eşhasın serbest bırakılmayarak tecziyeleri ehem ve elzem
idüğünden icabat ve tedabir-i serianın ifası hususunun Dahiliye Vekâlet-i
Celilesine arz ve iş’ar buyurulması sâika-i hamiyetle selamet-i vatan namına
maruzdur efendim. 24 Eylül 340 (1924)
Çapakçur Kadımadrak karyesinde mukim
Genç Mebus-ı Sabıkı
Hamdi514
Hamdi Bey’in yukarıdaki 24 Eylül 1924
tarihli raporunda belirttiği, memurlardan ve ahaliden bazılarının Said-i Kürdi
ile teşrik-i mesai ederek bir Kürt hükümeti teşkil etme hususu Bitlis Divan-ı
Harbine bildirilmiş ve bunun üzerine Çapakçur Savcısı vasıtasıyla Hamdi Bey’in
ifadesi alınmıştır. Dahiliye Vekâleti bu tahkikatın neticesini Ocak 1925
içerisinde hem Dokuzuncu hem de Yedinci Kolorduya sormuştur. Yedinci Kolordu Komutanı
Mürsel Paşa yazdığı cevapta Hamdi Bey’in ihbarlarının söylentiye dayandığı ve
ihbarlarının kaynağını gösteremediği belirtilmiştir.
Hamdi Bey’in Dahiliye Vekâleti’ne
göndermiş olduğu üçünü rapor, 3 Kasım 1924 tarihlidir. Bu raporda devlet
erkânının vilayet dâhilinde, Kürtçülük cereyanlarına ve hükümet aleyhtarlığına
karşı lakayt bulunduğundan, bilhassa bu cereyanların faal unsurlarından olan
Oğnut Müdürü Tayyib Efendi’nin, yapılmış olan ihbarlara ve müracaatlara rağmen,
daha güçlü olduğu Fahran nahiyesine tayin edildiğinden ve camilerde Cumhuriyet
Hükümetine dua edilmediğinden ve hükümet aleyhinde kötü söz söyleyen
Kadımadraklı Hacı Mehmed hakkında hiçbir işlem yapılmadığından bahsetmiştir.
Ayrıca -Bir önceki bölümde tam metni verilen- Muallim Mehmed Zeki Bey
tarafından tutulmuş olan 26 Ekim 1924 tarihli zabıt varakası da bu raporun eki
olarak Dahiliye Vekâletine sunulmuştur. Raporun tamamı şöyledir:
Dahiliye Vekâlet-i Celilesine
Maruzat-ı Mühimme-i Bendeganemdir
Merbutan takdim kılınan 26 Teşrinievvel 340
tarihli zabıt varakası münderecatından da keyfiyet müsteban buyurulacağı
vechle, bu havalide de hükümet-i mukaddese-i Cumhuriyemiz aleyhindeki Kürdçülük
zihniyeti tamamiyle yerleşmiş ve efkâr-ı umumiye zehirlenmiş iken taşradaki
evliya-yı umur efendilerimiz maalesef halen işe ehemmiyet vermemekte ve hatta
birtakımları gerek menafi’-i hasiselerine, gerekse hanedan taraftaranından olup
muhalif bulunmalarına rağmen bu gibi ahval-i muhimmeyi tekzibe bile cüret
etmektedirler. Ez-an cümle geçenlerde makam-ı âlilerine telgrafiyen vuku bulan
müracaat-ı çakeranem üzerine şeref-vârid olan irade-i name-i telgrafileri
mucibince ahval-i umumiye hakkındaki istitlaâtımın vilayet şifresiyle arzı
zımnında Genç Vali vekili İsmail Hakkı Bey ’e mütekaddim maruzatımın münderecatını
ve esrar-ı mühimme-i hükümeti tamamiyle alakadarana ifşa ile âmâl-i
hainanelerine iştirak etmekte bulunduğu cereyani-i muamele ile müberhendir.
Şöyleki:
Evvel, ahir arz ve izah eylediğim
vechleKürd cemiyeti azasından ve âmâl-i muzırra ashaplarından bulunan Çapakçur
Ekradından İhtiyat Zabiti Tayyib Efendi Genç’e mülhak Oğnut Nahiyesi
Müdüriyetinde iken mumaileyhin Kürdçülük zihniyetiyle idare-i hazıra aleyhinde
olup Halid ve Hacı Musa Beyler ve saire ile muhabere-i hafiyesi ve Ekradı iğfal
ve idlal etmekte olduğu hakkında Vali Vekili’ne mükerreren vuku bulan
ihbaratıma ve iş’arat-ı resmiyeye ehemmiyet vermeyerek âmâl-i menafi-i cuyanesi
hasebiyle bu kere de mumaileyhi bi’l-iltizam memleketi bulunan Çapakçur
kazasının Fahran Nahiyesi Müdüriyetine tahvil ettirilmesine mebni memleketi
bulunmak itibarıyla müteneffiz bulunduğu hane-i mezkurede bir takım ilkaât-ı
menfure ilcasıyla Kürdçülük teşkilât ve zihniyetini tevsi etmekte ve cahil
ahalinin efkârını zehirlemektedir.
Mamafih herbar Hükümet-i Cumhuriyemiz
aleyhinde sâî olan eşhas-ı leimeden olduğu merbut zabıt varakası münderecatıyla
da müeyyed ve müsbet bulunan Çapakçur’un Kadımadarak karyesi ahalisinden Maksud
oğlu Hacı Mehmed nam eşhas melun eşkıya yatağı ve hâmisi olduğu gibi sırf
menafi’-i şahsiyeleri uğrunda devre çıkmış olan Genç Vali Vekili’ni Jandarma
Tabur Kumandanı Beyler karye-i mezkurede bir saat mesafede kaza merkezinde
bulundukları bir sırada beş gece evvelisi merkum Hacı Mehmed’in tahrikiyle bir
seneden beri ötede beride dolaşmakta ve icra-yı şekavet edegelmekte bulunan
Çevlikli Yado nam şaki çetesiyle beraber nısfü’l-leylde mukim bulunduğum mezkûr
Kadımadrak karyesine müsellehan baskın yaparak ve birçok mermi atarak karye
halkını ve âcizlerini tehdit ile alâmelainnas suret-i cebriyede karye-i
mezkureli Hacı Ali’nin dükkânındaki eşyasını nehb ve garetle merkumu fena
derecede darp ve işkence etmiş olduklarını, merkumun Vali Bey’e vuku bulan
şikâyeti üzerine eşkıya yatağı bulunan yalnız hain-i merkum Hacı Mehmed yalnız
merkez kazaya celp ile kendisinden bir miktar para alarak bırakmış oldukları
tevatüre nefvah-ı nasta söylenmektedir. Fi’l-hakika merkumun cihet-i adliyeye
teslim edilmeyerek hod-serâne bırakılmış olması da haber-i mezkûru teyid
etmektedir. Binaenaleyh Vali Vekili Bey’in Laz bulunması dolayısıyla
muhaliflerden olduğu cihetle bu gibi ahval-i müessifeye asla ehemmiyet
vermemekte ve aksi takdirinde tekzip bile etmekte olduğu şâyân-ı hayret ve
teessüftür. Bununla beraber ahval-ı hazıra hakkında selamet-i vatan uğrunda
gayet mühim ve mahrem olan maruzatımı dahi alakadar olan eşhasa söylemesi
üzerine birçok tehdidata maruz bırakılmaktayım. Bendeniz Türk millet-i
necibesinden bulunmaklığım hasebiyle her an milliyet ve vatanımız uğrunda
fedakârlık etmiş ve bu misillü tehdidat-ı hainaneye asla ehemmiyet vermemekte
bulunmuş ve fakat birtakım takdiratsız, vicdansız evliya-yı umur efendilere
karşı takbihat ve tehalüke maruz bırakılmaklığıma karşı vicdanen muazzeb
bulunmakta isem de her ne olursa olsun bu mesleğimde sebat edeceğimi, vatan
hainleriyle herbar pençeleşeceğimi ve hükümet-i hazıra-i mukaddesemize karşı
olan merbutiyet ve sadakatimi muhafaza yolunda hayatımı bile fedaya âmâde
bulunduğumu bu kere de teyit ve temin eylerim.
Maahaza bu havalide hükümet merakizinden
maada camileri bulunan kurâda cuma hutbelerinde Cumhuriyet’e asla dua
okunmamakta olduğu ve ezcümle meskûn bulunduğum mezkûr Kadımadrak karyesinde de
cami olup cuma günlerinde hatip tarafından katiyen dua edilmeyerek meskûtün-anh
bırakılmakta olduğu meşhud iken evliya-yı umur efendilerimiz tarafından buna da
ehemmiyet verilmemektedir. Bu ahval-i müessife sıdk-ı maruzatıma delil-i vâzıh
bulunmuş ve bi’n-netice telafisi gayr-ı kabil vekayiin ve tuğyan-ı umuminin
zuhuruna ve tedabir-i hainanelerinin ikaına meydan ve imkân bırakacağı müstağni-i
arz ve izah idüğünden icab-ı seriinin ve tedabir-i mânianın ifa buyurulmasını
selamet-i vatan namına tekrar arz ve temenni-i muvaffakıyet ile tazimat ve
ihtiramat-ı mahsusamı takdim eylerim efendim. 3 Teşrinisani 340 (3 Kasım 1924)
Çapakçur Kadımadrak karyesinde mukim
Genç Mebus-ı Sabıkı Hamdi
Haşiye:
Merbut Zabıt varakasında münderiç olduğu
vechle Çapakçur ’un Hükümet dairesindeMaliye odasında Reis-i CumhurMünci-i
vatan GaziMustafa Kemal Paşa Hazretleriyle hükümet-i hazıra aleyhinde
lisandarlıkta ve tefevvühat-ı hainanede bulunan şahıs ise maru’l-arz eşkıya
çetesine yataklık ederek vaka-i mezkureye muharrik ve müşevvik bulunduğundan
dolayı Vali Vekili Bey tarafından merkez kazaya celp ile her ne hikmete mebni
ise cihet-i adliyeye teslim edilmeksizin hod-serane salıverilmiş ve hatta
evrakı bile ait bulunduğu mahkemeye verilmemiş olan mütecasir Kadımadrak
karyeli Hacı Mehmed nam şahıstır. Va esâfa zehi ibret
Hamdi[508]
Hamdi Bey’in yapmış olduğu bu ihbarlar
üzerine, bölgeden Hamdi Bey aleyhine şikâyet telgrafları gönderilmeye
başlanmıştı. 5 Ocak 1925 tarihinde Belediye Reisi, Müftü ve eşraftan bazı
kişilerin, Çapakçur’dan Dâhiliye Vekâleti’ne çektikleri telgrafta Hamdi Bey’in
yapmış olduğu ihbarların asılsız olduğu, bölge halkının onu milletvekili
seçmediğinden dolayı bu tür yalan ihbarlarda bulunduğunu söyleyerek memleketlerinin
bu kötü ahlaklı kişiden kurtarılmasını istemişlerdi. Telgraf metni şöyledir:
“Mebus-ı sabık Hamdi Efendi kendisini
mebus intihap etmediğimizden münfail kazada mevcut camilerde Cumhuriyet namına
hutbe okunmadığından, ahalimizden bazılarının Monla Said-i Kürdi âmâline
hizmeten Kürdistan teşkili mesaisinde olduklarından bahisle isnadatta
bulunuyor. Bu yalanları müteessiren haber aldık. Bütün huttabımız hararetle
Cumhuriyet namına hutbe okumakta, hiçbir ferdimiz başka emel taşımamaktadır.
Hamdi Efendi’nin yalanı irtikâbı dört maksada mebnidir. Kendisini intihap
etmeyen halkımızdan ve namzedliğini vermeyen Halk Fırkası’ndan aralarında
münaferet ve ikilik sokmak suretiyle intikam almak suretiyle hükümete tecellük
eylemek müstakbel intihabat için tehditlerle bir zemin-i muvaffakiyyet
hazırlamaktır. Hükümet-i cumhuriyenin bi-riya hadimleri biz vilayet ve kaza
hükümetlerinden sorarak su-i ahlakla müştehir ve bir rüyayı arz için
Abdülhamid’in kahve ocağına kadar başvurup mükâfat-ı sadakat dileyen bu hainden,
yabancısı olduğu memleketimizin halas buyurulmasını irca ederiz.”[509]
Bununla birlikte Hamdi Bey de 6 Ocak’ta,
Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafla; Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in
hainleri kendi aleyhine tahrik ettiğini, hayatının tehlikede olduğunu söylemiş
ve gereğinin yapılmasını istemiştir. Karşılıklı yapılan bu şikâyetler üzerine
Dâhiliye Vekâleti Genç Vilayetine yazı yazarak olayın araştırılmasını istedi.
Vali’nin Dahiliye Vekâleti’ne cevaben gönderdiği 11 Ocak’taki yazısıyla bölge
halkının Cumhuriyet hükümetine bağlı olduğu, Hamdi Bey’in mebus seçilemediği
için bölge halkından ve bazı memurlardan öç almak için bu tür isnatlarda
bulunduğu belirtilmişti.
Genç Halk Fırkası Reisi Mehmed Rıza Bey ve
diğer azalar da Hamdi Bey’in bu ihbarları karşısında Dahiliye Vekâleti’ne
şikayette bulunmuşlardır. 12 Ocak 1925 tarihli telgraf şöyledir:
“Vilayetimiz bidayet-i teşekkülü olan 98
tarihinden bu ana kadar ahali-i vilayet, hükümetin emirleri dairesinde hareket,
itaat ve merbutiyetleri sayesinde teveccüh kazanmış ez-cümle ilan-ı meşturiyeti
müteakip birçok vilayet halkı fırkacılık ve itaatsizlikleri yüzünden idam,
nefy, hapis cezalarına maruz kaldıkları halde yine bu vilayet halkı mümtaz
olarak çıkmış ve Gazi Paşa hazretleri kongrenin bidayet-i teşekkülünde
Erzurum’da verdiği emir ve talimat üzerine İstanbul hükümetiyle kat-ı alaka
eyleyerek bilistinad 335 senesinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini teşekkül ettirilmiş
ve verilen emirlerin infazında çalışılmış ve binaberîn Cumhuriyet Fırkası’ndan
mebusluğa namzet gösterilenlere müttefikan intihab gibi temin-i muvaffakiyet
gösterilmiş hulasa asayiş ve itaat hususunda vilayetimizden vilayetlere
numune-i imtisal olduğu bididar bulunmuştur. Hakikat böyle iken geçen seneden
beri vilayetimiz halkından olmayan hiç bir suretle vilayetimizle alakası
bulunmayan ve memuriyet-i esbakı mahkeme zabıt kâtibi olan mebus-ı sabık Hamdi
Efendi bir zamanları Kürtçülük meselesini şimdide güya hutbelerde Cumhuriyet
namına dua edilmediğini ve idare-i cumhuriye aleyhine Vilayet halkı bir
propagandada bulunduklarından bahisle daire-i merkeziyeyi işgal etmekte
olduğunu kemal-i teessürle işittik. Sırf yalandan ibaret olan şu işarat mucib-i
meyusiyetimiz olmuştur. Esasen tercüme-i halinin bozuk, müfsitlikle meşhur olan
Hamdi Efendi devr-i istibdadda dahi Sultan Hamid zamanında yine birtakım
yalanlara kendisi kahve ocağına kadar sevk ve safsata ve hezeyandan ibaret olan
ifadesini nazar-ı teemmül etmeyerek avdet ettirilmişti. Cumhuriyet idaresinden
bütün manasıyla razı ve hiçbir muhalif yoktur. Olmuş olsa Hamdi Efendi’den
ziyade vazife bizimdir. Cemiyetimiz muhaliflerin esamisini arz-ı malumat
ederdi. Lütfen Hamdi Efendi’nin işaratları güzel tedkik ve tahkik edilsin,
doğru olursa bütün vilayet ahalisi iştirak ettirilmek suretiyle en ağır ceza
tatbik edilsin. Aksi takdirde vilayetimize isnat ettiği şu lekelerden dolayı
hükümetçe hakkında müfteri cezası verilsin. Ve vilayetimizce alakası olmayan
mumaileyhin şu iftiralarına nihayet verilmek suretiyle memleketten
kaldırılmasını adalet-i hazıradan kemal-i tazarru ile istirham eyleriz”[510]
Hükümetin bölgedeki gelişmeler hakkında
daha önce de başka mevzularda da Hamdi Bey’den faydalandığı anlaşılmaktadır.
Dahiliye Vekâleti, Musul meselesi ile Nasturi teşkilâtı hakkında bilgi toplamak
için Hamdi Bey’i uygun görmüş ve 26 Mayıs 1924 tarihinde Diyarbekir Vilayetine
yazdığı yazı ile onun Musul’a giderek oradan malumat göndermesini ve bunun
karşılığında Hamdi Bey’e 500 lira ücret de verileceğini bildirmişti. Ancak
yapılan yazışmalardan Hamdi Bey’in Musul’a gitmekten imtina ettiği yazılıdır.[511]
Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan
Fehmi’nin İhbarı
İsyanı, meydana gelmesinden yaklaşık bir
ay önce Genç Valisi’ne ihbar ettiğini söyleyen kişilerden birisi de Şeyh
Said’in Darahini inzibat memurluğu görevini yerine getiren Fakih Hasan’dır.
Fakih Hasan İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanarak idam edilen sanıklar
arasındadır.
Fakih Hasan’nın Mahkemede verdiği
ifadesine göre; isyanın başlamasından bir ay öncesinde Muallim Mehmed Zeki,
Rüşdü Bey ve Hamdi Beylerin vermiş olduğu ihbarlardan isyan hazırlığı olduğunu
anlamış ve Genç Valisine: “ihbarlar doğrudur. Yazınız işi kapatmayınız” demiş,
Vali de onu azarlayarak, “asıl ve esası yoktur” demiştir.
Bunun yanında Fakih Hasan, isyanın başlamasından ve Çapakçur’un işgal
edilmesinden sonra, ahalinin camide toplandığı bir gün, camide bulunan valiye,
daha önce onu ihtar ettiğini hatırlatarak, “bu ahalinin vebali sana
aittir” diye söylemiştir.
Genç Valisi İsmail Hakkı, mahkemedeki
sorgusunda Fakih Hasan’ın isyanla ilgili herhangi bir ihbarda bulunduğunu kabul
etmemesine rağmen, camide geçen konuşmayı tasdik eden başkalarının verdiği bazı
ifadeler vardır. Camide geçen olaya şahit olanlardan birisi, tüccardan Bitlisli
Bahri Efendi’dir. Onun anlatımına göre; cuma namazı için camiye giden Bahri,
orada Fakih Hasan’ın ve ondan başka memur reislerinin toplandığını görmüştür.
Fakih Hasan, Vali ve Jandarma Kumandanı’na hitaben: “Mustafa Kemal Paşa
hazretlerine yazdığım şu telgrafı okuyunuz. Ben ümmiyim. okuryazar değilim.
Vali Bey, siz valisiniz; bunda tashih edilecek bir şey var ise tashih ediniz. ” demiş,
Vali de: “Ben böyle şeylere karışmam diğer efendilere veriniz” demiştir.
Bunun üzerine Fakih Hasan, Vali’ye hitaben: “Bundan iki ay evvel şifahi
olarak bu harekât-ı isyaniyenin zuhur edeceğini hususi bir surette size
söyledim. Siz vaktiyle bunun çaresine bakmadınız. Bu masum ahaliye yazık değil
midir? Seni hükümet buraya vali göndermişti” demiş, Vali de: “Sizin
de elinizde kalsam hayatım gitmiştir. Türk idaresi altında kalsam yine hayatım
gitmiştir. Çünkü bu mesele hakkındaki ihbarları tekzip ettim. Artık benim için
yaşamak kalmamıştır.” diyerek cevap vermiştir.[512]
Çapakçur Halk Fırkası Reisi Rüştü Bey’in
İhbarı
Çapakçur Halk Fırkası Reisi olan Rüştü
Bey, Şeyh Said ile birlikte yargılandıktan sonra beraat eden şahıslardandır.
Rüştü Bey, isyanın başlamasından yaklaşık dört ay önce 23 Eylül 1924 tarihinde
Ankara Halk Fırkası Başkanlığına çekmiş olduğu telgrafla bölgedeki gelişmeler
hakkında bilgi vermiştir.
Rüştü Bey’in ifadesinde anlattığına göre;
Muşlu Hacı Musa Bey, Çapakçur Müddei-i Umumisi Şemseddin Bey’in kardeşi olan Mustafa
Bey’i propaganda için Çapakçur’a gönderiyor. Çapakçur’da kardeşi ile görüşen
Mustafa Bey ardından Simsor’a geçiyor. Orada Hasan oğlu Ali ve Ahmed oğlu Arif
adında iki kişiye: “Siz de Kürtsünüz, hükümet-i cumhuriye kâfir olmuş.
Müstakil bir Kürt hükümeti teşekkül edecektir. Siz de bunu biliniz. ” demiştir.
Ardından bu iki kişi bu durumu Rüştü Bey’e ihbar ediyor. O da 23 Eylül 1924
tarihinde olayı Halk Fırkası başkanlığına iletiyor. Bunun üzerine Dâhiliye
Vekâleti, Genç Valisi’nin tahkikat yapmasını istiyor. Vali de olayı Çapakçur
Kaymakamı Hüseyin Hilmi’ye havale ediyor; Hilmi Bey, konu ile ilgili tahkikat
yaparak dosyayı Vali’ye gönderiyor. Bu kez Vali, şahitleri tekrar dinlemek
üzere celp ediyor.
Rüşdü Bey sorgusunda bu bölümü şöyle
anlatmıştır: “ifademi aldılar. Şahitlerin de ifadelerini aldılar,
Vilayete gönderdiler. Vali bunları tevkifhanede bıraktı. ‘Sizyalan
söylüyorsunuz. Kürdistan’da böyle bir şey yoktur’ dedi. Dâhiliye Vekâletine de
böylece yazdı. Sonra kasabaya geldi. Bana ‘Ne cesaretle bu telgrafı veriyorsun’
dedi. ‘Bir daha böyle bir şey yazarsan gözlerini patlatırım’ dedi.” Bu
olaydan sonra Vali, Bakanlığa işin asıl ve esası yoktur diye yazı yazmıştır.
Rüştü Bey’in Halk Fırkası’na göndermiş
olduğu telgraf şöyledir;
Telgraf
Ankara Halk Fırkası Riyaset-i Aliyyesine
Bura Müddei-i umumisi Muşlu Şemseddin
Bey’in biraderi Mustafa, Muş’tan buraya gelmiş ve kardeşi mumaileyh ile
görüştükten sonra tekrar Muş ’a avdet etmek üzere Simsor karyesine uğramış ve
Simiko ile Seyyid Taha ve Hacı Musa Bey ve Şeyh Mahmud Süleymani ve şehzadeler
yekdiğeri ile ittihad etmiş, zalim olan hükümet-i hazırayı tarumar etmekle Kürt
Hükümetinin vücuda getirilmesi esbabını ihzar eylemiş olduğu malumatını
biraderi mumaileyh Şemseddin Bey’e getirdiğini ve bu muhabereyi temin
vazifesiyle mükellef bulunduğunu ve biraderinin ifadesine nazaran bu havali
ahalisi de muhalif olduğunu bildiği hasebiyle bunu söylemekte bir beis
görmediğini ifade etmiştir. Şemseddin Bey’in de eşhas-ı merkume ile müttehid
bulunmakta olduğu ve ahalinin de fikrini zehirlemeye başlamakta bulunduğunu
bila-mezuniyet yaylaları dolaşmış olmasıyla sabittir. Ahali nazarında bir tesir
yapmak üzere vazifesine nihayet vermesiyle beraber hakkında takibat-ı
kanuniyenin icrası selamet-i millet icabından olduğunu arz eylerim. 23 Eylül
340 (1924)
Çapakçur Halk Fırkası Reisi Rüşdü
Böyle bir telgrafla bölgedeki gelişmeleri
Halk Fırkası Başkanlığı’na bildiren Rüştü Bey’in isyana iştirak suçuyla
yargılanmasının sebebi, isyancılar arasında bazı cephelerde bulunduğuna dair
raporların olmasıdır. Rüştü Bey isyancıların arasında bulunmuştur, ancak bunu
çekmiş olduğu bu telgrafın isyancılar tarafından haber alınarak hain ilan
edilmesi üzerine ailesini koruma amaçlı yaptığını söylemiştir. Bunun yanında
Rüştü Bey’in Çan şeyhlerinin teslim olmasında da etkili olduğu raporlarda
kayıtlıdır.
Binbaşı Kasım Bey’in İhbarları
Binbaşı Kasım Bey, Abdurrahmanpaşa Köprüsü
üzerinde Şeyh Said’i tutarak hükümete teslim etmiş ve isyanın bastırılmasında
önemli bir rol almıştı. Kasım Bey, mahkemedeki sorgusunda isyanı çeşitli
vesilelerle hükümete bildirdiğini ve isyancılar arasında olduğu vakitlerde de
hükümet lehine faaliyetlerde bulunduğunu söylemiştir. 1335 (1919) yılından
itibaren hükümetin maksatları doğrultusunda çalıştığını ifade eden Kasım Bey, İstiklal
Mahkemesine verdiği müdafaanamesinde henüz daha isyan başlamadan hükümet namına
yaptığı çalışmaları ve daha sonra Şeyh Said isyanı hakkında yapmış olduğu
ihbarları şu şekilde anlatmıştır:
“...Hükümet-i Milliye’nin henüz teşekkülü
ve kahr-ı a’dâile meşgul bulunduğu bir sırada Erzurum, Harput ve
Diyarbekiryollarını kat’ ve bendeden şaki-i meşhur Hallo’nun tenkili için gelen
Şark Cephesi Kumandanları avdetinden sonra kendisine teminat vererek hükümetle
bi’l-muhabere dehalet ve istîmanını temin eyledim. Muş Mutasarrıflığının 25
Ağustos 336 ve 478 numaralı telgrafıyla 4 Eylül 336 ve 534 numaralı tahrirî
emirleridir. Cephelere gönderilmek üzere küçük kazamızdan madenî olarak kırk üç
bin altı yüz doksan kuruşu iâneten derç ve cem ederek bizzat Muş Mutasarrıfı
Fehmi Bey’e teslim eyledim. 337’de Hacı Musa Bey ve Muşluların müttefikan Muş
mustasarrıfı Mehmed Ali ve Şube Reisi İsmail Beyleri teb’idlerinde Varto’dan
Erzurum’a geçmekteler iken, ben de hanemde alıkoyarak bir hafta sonra Şark
Cephesi Kumandanlığına uzun bir telgrafla tafsilat arz ederek makamlarına
iadelerini istirham ve temin eyledim, vicdanlarına eminim. 337’de Licelilerin
otuz kadar esterlerini yükleriyle beraber gasp eden eşkıyadan Mehmed Bey ve
rüfekasının takibine gelen müfrezelere yardım ederek meydana çıkarmış ve kısm-ı
azamını istirdad eylemiştim. Diğer kısmını da merkumûnun istîmanlarıyla
takipten aflarını cepheden istirham ve temin eylediğim zaman ashabına iade
ettirmiştim. 339’da Bitlis Mebus-ı sabıkı Yusuf Ziya’nın Kürdlükle alakasını Varto’ya
geldiğinde anladığım gün de derhal süvari fırkasına -ol vakit Üçüncü Alay
Kumandanı idim.- şifre ile arz eyledim ve aldığım emir üzerine zabıt varakası
tanzim ve takdim ile merkumu muhakemelere sürükledim. Neticesi meydandadır.
Şerif Paşa’nın Kürdlerle alakadar olmayıp Kürdlerin Türkiye camiasından
ayrılmayacağı hakkında telgraflarla muhite ve halka numune-i mümessili oldum,
bu yüzden bazılarının nefretini kazandım. Lord Gürzon’un Lozan’da Kürd
mebusları müntehap olmayıp Gazi Paşa tarafından tayin edildiği mealinde zehirli
sözlerine karşı ilk tekzib ve tel’in telgrafını Muş Mebusu İlyas Sami Bey
vasıtasıyla yazdım. Meclis’te okunup hüsn-i tesir yaptığı cevabını aldım. Bu
telgraf ve Yusuf Ziya’nın meselesi; Kürd rüesasının bir kısmı aleyhimde tezyifler,
tahkirler yapmaya ve hatta suikast teşebbüsünde bulunmalarını da istintaç
eylemiş iken, asla meyyalat etmemiş ve sadakatimde sabit-kadem ve musırr
kalmıştım. Hasenanlı Halid Bey’in takibi esnasında da Gazi Paşa hazretlerine,
Başvekâlete, Dâhiliye Vekâletine ve Muş Mebusu İlyas Sami Bey’e; Muş Valisi
Sırrı Bey’den, Bulanık’ta Kazım Paşa’ya telgraf verdim. Kürd cereyanının git
gide kuvvetlendiğini, binaenaleyh bir an evvel önünün alınmasını, Muş Mebusları
İlyas Sami, Osman Kadri ve Erzurum Mebusu Halet Beylere sıra buldukça
müşâfeheten veMeclis’teler ise mektuplarla arz ederdim. Bilhassa Halk Fırkası
Katib-i Umumiliğine -Receb Beyefendi zamanında- uzun bir mektup takdimiyle
aşiret hayatına hâtime vermesi ve eşhas-ı mühimme ve müteneffizanmm Anadolu
içerilerinde iskânları ile aşâirin kısmen olsun Türk ahali ile tebdilleri
zamanının hulul eylediğini dermeyan eylemiştim. Geçen sene Gazi Paşa
Hazretleri’nin Erzurum’u seyahat ve teşriflerinde Muş Vilayeti heyet-i
istikbaliyesinden olarak gitmiştim, ayrıca hususi bir ziyaretle şerefyâb oldum.
Ve Kürdlük, iftirak fikrinin avamda hemen yüzde seksen nisbetinde bulunduğunun
ve tedabir-i katiye-i serianın ittihazı pek muktazi bulunduğunu Ali Said Paşa
huzuruyla arz eyledim. Cibranlı Halid Bey’in tevkifiyle Bitlis’e izamı,
Hasenanlı Halid Bey’in takibini müteakib, Şeyh Said’in din irşadatında
bulunarak; Hınıs’ın Şuşar nahiyesinden Oğnut, oradan Çapakçur’a ve Darahini ’ye
ve ilerisine geçtiğini işittim. Muahharan Piran Vakası ve Darahini işgalini
işittik. Muhitime su-i tesir yapmamak için elimden dilimden geleni diriğ
etmedim. 23 Şubat 341 tarihiyle ilyas Sami Bey’den aldığım telgrafa cevaben 25
Şubat 341 tarihiyle Dâhiliye Vekâletine ve İlyas Sami Bey’e 21 Kânunuevvel 341
telgrafıyla vaziyetimi bildirmiş olduğumdan sadakatimde sabit-kadem kalacağımı
yazdım. Genç’in Oğnut nahiyesinden iki yüze karib Kürd kuvvetleri mıntıkamıza
girdiler. Merkez kazaya gelmeleri mukarrer iken abluka vaziyetinde tekrar
ricatlerini temin eylediğimi telgrafla yine İlyas Sami Bey’e yazdım. Meclis’te
okunarak 3 Mayıs 341 tarihiyle 21/75 numara ile Büyük Millet Meclisi Riyaset-i
Celilesinin takdirnamesini cevaben aldım. Son dakikalara kadar ruhumla merbutu
bulunduğum hükümetten ayrılmayacağımı birçok muhabere ve mükâlemede anlamış
olan âsiler, Genç’in Oğnut, Meneşküt ve Muş’un Ziyaret nahiyesiyle Akça’nın bir
kısım halkı içtima ederek aşiretimin bir takım cahil hoca ve şeyhlerinin
inzımam-ı muavenetiyle aşiret halkını iğfal ederek mıntıkaya girdiler ve
bendenize teslim olmamı haber gönderdiler ‘Son nefsim hükümetle beraberdir’
cevabını alınca leylen merkez kazaya hücum tasavvurunda bulunduklarını haber
aldım. Makine başında Muş Valisi’ne ahvali arz ettim ve kazadaki ester-suvarın
yüzde sekseni Kürd olduğundan, emin olamadığımı, behemehâl bir bölük askerin
sürat-i izamı şiddetle lazım geldiğini söyledim; muvaffak olamadım. Hınıs’ta
askeri kaymakamı Osman Bey’den yüz nefer istedim. Kolordu’ya yazıp emrini
alacağını söyledi, bir daha bulamadım. Akşamleyin Jandarma Kumandanı -ol vakit-
Mülazım-ı evvel Abdülbaki Efendi ile görüşerek âsilerin tehacümü takdirinde
müdafaa mümkün olamayınca birlikte çıkmak mı yahut esir olmak mı lazım
geleceğini müdavele-i fikir etmek lüzumunu konuştuk. Kaymakam Vekili’yle
görüşüp halledeceğini söyledi ve aynı gece de âsiler sabaha yakın hücum
ettiler. Yirmi dakika kadar müdafaa edildi. Kasabayı işgal ettiler, bizim
kapıya doğru geldiler. Daha evvel kapıya gelmiş bulunan birkaç akrabam
Zazaların kapıya taarruzunu men ettiler. işgalden üç dört saat sonraya kadar
kapıyı açmadım, muahharan Şeyh Abdullah birkaç hoca ile ilhah ederek açtırdılar
ve birçok münakaşa ve mükâleme cereyan etti. Fakat netice itibarıyla ellerinde
esir bulunuyordum. Teslim olmasa idim, Girnoslu Hacı Selim ve kardeşleriyle;
etbaı hayatıma kast edeceklerini yemin etmişlerdi. Onlar merkez kazada
bulundukları kaç gün nereye gitsem akrabamdan iki üç silahlı beraberimde gelir
idi. Bu halleri mevcud hükümet memurları görüyor ve pekâlâ biliyorlardı. Bugün
ne derece vicdana mâlik olduklarını kestiremem. Şu emr-i vaki içinde bulununca
artık bunların elden geldiği mertebe sezdirmeyerek harekâtını ta’kim etmek ve
gelecek kuva-yı askeriyenin yolları üzerine düşürmeyerek, harekât-ı askeriyeyi
suhuletle temin eylemek maksadını düşündüm. işgallerinin ferdasında Hınıs’a
hareket edeceklerdi. Hınıs’ta zayıf bir kuvvet var idi. Âsiler, Varto ’ya altı
yedi yüz kişi ile girdiler, Hınıs’a gidinceye kadar bini tecavüz ederdi.
Binaenaleyh Hınıs’ta bilâ-tevakkuf işgallerini muhakkak gördüm. Ve türlü
bahaneler serdiyle tehir ettim. Bugün yarın ile sallayarak 12. Fırka’nın
vüruduna kadar iki hafta geçtiği halde Hınıs’a hareketlerini ta’kim ettim. İki
üç gün Hınıs’a hareketleri teahhur edince ‘o halde Muş ’a hareket edelim ’
dediler. ‘Arkadan Hınıs kuvvetinin Varto’ya gelmesi pek melhuzdur’ dedim. Bu
suretle her iki veçheden hareketlerini durdurdum. Kısm-ı azam efradı
hastalanarak hanelerine gönderildi. Varto’yu işgalleriyle beraber telgraf
hattının tamiri ve hükümetle muhabere yapılması lüzumunu söyledim ve hattı
tamir ettirdim. Birkaç saat Hınıs Kaymakamı mani oldu, sonra Erzurum’u bulduk;
Başmüdür’e Ankarayolunu vermeyi istirham ettim, ‘Kırıktır’ dediler, 9.
Kolordu’yu istedim, ‘Kırık’ cevabını aldım; O halde Erzurum Mevki Müstahkemi
Kumandanı Hasan Paşa ile Vali Bey’i makine başına istedim, ondan da cevap yok.
iki gün uğraştım, çare-sâz olamadım. Muhabere imkânını bulsa idim, ‘hiç olmazsa
Erzurum’a bir adam isterler ben gider o suretle yakamı kurtarırım’ fikrinde
idim, muvaffak olamadım. Fırkanın Varto’ya taarruz ve işgali gününde ailemi
ayrıca çıkardılar. Hayvanım olmadığı halde başkasından bir hayvan alarak beni
de beraber götürdüler. Meneşküt nahiyesine, Zazaların içine gittik. Muş
ovasında tertibat alırlardı, Oğnut cihetini mühim göstererek tertibatı
dağıttırdım. Oğnut cihetini tahkim edince Muş ovasına kuvvetin gönderilmesini
ileriye sürerek bozardım. Bulunduğum müddetçe müsademeye meydan vermedim. Muş
Ovası’nda bir defa cüz’i askerin ilerlemesiyle hemen bilâ-tevakkuf geriye
çekilmelerini rey verdim. Varto’dan mufarakatimizde Şeyh Abdullah’a teslimiyet
ve istîmanın yegâne çare olduğunu söylerdim, kendisi de kâni olmuştu. Fakat
‘Zazalar ancak beş yüz asker vardır. Onları da vaktinde esir ederiz’ diyorlar
ve Şeyh’i tehir ediyorlardı. Şeyh Saidgeldiğinde tedbir değişti. Muş Ovası’ndan
Murad Köprüsü’ne geçerek Nuh Bey’e iltihak ederek, Muş ve Bitlis’in sükûtunu
temin eylemek ve olamazsa İran’a geçerek dertlerine çare aramakfikirleri
meydana çıktı ve Muş Ovası’na kadar gidildi. Orada artık bütün mevcudiyetimle
bu hareketin imkânsızlığından tafsilat verdim. Köprüden geçmenin gayr-ı mümkün
olduğunu ikna edince, geçitten geçmeyi söylediler. Geceleyin geçide
gitmeyeceğimi musırran beyan ettim. Tekrar avdetle Girvas karyesine gidildi.
Ertesi günü Girvas’tan Varto cihetine dağdan geçildi. En suhuletle geçmek
yollarını gösterdiklerinde türlü tas’ibât göstererek ”520
Ayrıca 9. Kolordu Komutanı Asım Bey’in 3.
Ordu Müfettişliğine yazdığı yazıda da Mütareke senelerinde Yusuf Ziya’nın
“Kürdistan İstihlası Cemiyeti”nin propagandasını yaparken Binbaşı Kasım tarafından
hükümete ihbar edilmiş olduğu, ancak Hınıs Hâkimi ve Müstantiki tarafından
iltimas edilerek beraat kararı verildiği yazmaktadır.[513] [514]
Genç Vilayetine Verilen Diğer İhbarlar
Yukarıda bahsedilenlerin yanında, bazı
nahiye müdürleri ile jandarma subaylarının, İsyan’ın başlamasından önce Genç
Valisi İsmail Hakkı Bey’e ihbarda bulunduklarına dair iddialar vardır. Genç
Valisi, muhakemesi esnasında, bu iddiaları reddetmiş, kendisine herhangi bir
rapor veya malumat verilmediğini ileri sürmüştür. Vali yalnızca Hınıslı
Kerem’in takibi esnasında, Kerem’in köylerde bazı propagandalarda bulunduğunu
haber aldığını söylemiştir.
Genç Valisi’ne isyandan önce bilgi
verildiğini Mahkeme’ye ihbar eden Lice Banka Memuru Abdülgani ve Bitlisli
tüccardan Bahri Efendi’dir. Abdülgani, 6 Mayıs 1925 tarihinde Şark İstiklal
Mahkemesine Mehmed Zeki’nin ihbarları ve Vali’nin bu konudaki kayıtsızlığı
hakkında bir telgraf göndermiş, bunun üzerine Mahkeme bu telgrafla alakalı
Abdülgani’nin ifadesinin alınmasını istemişti. Bunun üzerine hem Abdülgani’nin
hem de Bahri Çavuş’un ifadesi alınmıştır. İfadelerinde isyandan önce kimlerin
Vali’ye ihbarlarda bulunduğunu söylemişlerdir. Bunların verdiği bilgilere göre;
Oğnut Jandarma Kumandanlığında görevli Mehmet Çavuş bir mesele için Garzan
karyesine gitmiş ve Sadin Ağa’yı tutuklamak istemiş. Sadin Ağa silahına
davranarak “Siz burada ne geziyorsunuz. Hükümetinizin bir hafta ömrü
kalmıştır.” demiştir. Mehmet Çavuş bu olayı bir rapor haline getirerek
Vali’ye sunmasına rağmen, Vali kabul etmeyerek bu gibi yolsuz ihbarlarda
bulunmamasını ihtar etmiş ve bu olaydan bir hafta sonra isyan patlamıştır.
Bahri Çavuş’un söylediğine göre, Mehmet Çavuş bu olayı kendisine anlatmış ve
raporun da üzerinde olduğunu söylemiştir. Ayrıca Vali’nin, Oğnut Nahiye Müdürü
Tevfik Efendi tarafından yazılan raporları Kalem’de saklayarak
neticelendirmediği iddia edilmektedir.
Bir diğer ihbar, Piçar Nahiyesi Müdürü
Mustafa Bey’in, Karakol Kumandanı Süleyman Çavuşu Vali İsmail Bey’in yanına
göndererek durumdan haberdar etmesi ve bazı tedbirlerin alınmasını istemesidir.
Yine Bahri Çavuş’un anlatımına göre: Süleyman Çavuş isyandan yirmi gün evvel
isyan hazırlıkları olduğunu Vali’ye bildirmiş, Vali de ona: “Çapakçur
Başmuallimi’nin akıbetini gördünüz, azledildi, ispat edebilirseniz meydana ona
göre çıkın.” diye cevap vermiştir. Bahri Çavuş bunları, esir olduğu
bir zaman Süleyman Çavuş’un kendisinden duyduğunu söylemiştir.
Bir diğer ihbar, Takım kumandanı Fehmi
Efendi’nin ihbarıdır. Şeyh Said Meneşküt’te dolaştığı zaman Merkez Takım
Kumandanı Fehmi Efendi de yirmi otuz kadar askerle Hınıslı Kerem’in takibinde
bulunmaktaydı. Fehmi Efendi köylerde gezerken Şeyh Said’in de oralarda isyan
hazırlığı yaptığını gördüğünü Vali’ye söylemiş, ancak Vali bunları üst
makamlara bildirmemiştir.
Banka memuru Abdülgani’nin verdiği ifadeye
göre, isyandan yirmi gün önce bazı eşkıyaların vilayet merkezine gelerek Takım
Kumandanı Mülazım Abdülgani Efendinin hanesini ablukaya alıp ateş açmaları
mevzusuna da Vali, lakayt kalarak olayı layıkıyla araştırmamıştır. İfadesinde
Genç Valisi İsmail Hakkı’nın da isyanla alakalı olduğunu söyleyen Abdülgani,
valinin Trabzonlu olup Ali Şükrü Bey’in ya biraderi ya da yakın bir akrabası
olduğunu da iddia etmiştir.[515]
Vali İsmail Hakkı ile karşı karşıya gelen
bir kişi de Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey olmuştur. Mehmed Hamdi Bey, Yusuf
Ziya’nın Kürdistan istiklal fikrini ahaliye telkin ettiği haberini aldıktan
sonra tahkikat için köylere gitmiş ve dönüşte gördüğü durumu Vali Bey’e haber
vermişti. Vali ise “Âsâr-ı fiiliyeyok, teşkilâtları olup olmadığı
meçhul” diyerek cevap vermişti.[516] Şunu
ifade etmek gerekir ki bu ihbarlara bakıldığı zaman ihbarların kaynağı
Abdülgani ile Bahri Efendilerdir ve ifadelerinde başkalarından duyduklarına
dayanmaktadırlar. Ancak bu iki kişinin bahsettiği şahıslarla ilgili herhangi
bir tahkikat yapıldığına dair bir belge yoktur. Ayrıca bu kadar ihbarlar
kendisine söylendiği halde bunlara itibar etmediği ifade edilen İsmail Hakkı
Bey muhakeme sonrasında memuriyetten men ve bir sene hapisle kurtulmuştu. Bunun
yanı sıra 1927 yılında İsmail Hakkı Bey’in affedilmesi için hükümet tarafından
Meclis’e bir teklif sunulmuştu. 1927 yılındaki bu teklif Meclis’te tepki ile
karşılanıp kabul edilmemesine rağmen 1929 Haziran ayında çıkarılan başka bir
kanun ile İsmail Hakkı Bey affedilmiştir.
İsyanın Sebep, Amaç ve Niteliği
Birçok kişi, isyan hakkında “İrticai
hareket”, “Karşı devrimci ihtilal”, “Kürdistan kurmayı hedefleyen millî hareket”,
“İslami düzen kurmak ve halifeyi yeniden idarenin başına getirmek için yapılmış
olan dini kıyam”, “Menfaatleri tehdit altında olan feodalizmin tepkisi” gibi
farklı tanımlamalar yapmakta ve buna paralel olarak Şeyh Said’in şahsı ile
ilgili olarak “yobaz bir serüvenci”, “samimi bir Kürt milliyetçisi”, “İslam
akaidini ihya etmek için kıyam eden mücahit” tabirleri kullanmaktadırlar.
Behçet Cemal, isyanı “Karşı
ihtilal hareketi” olarak nitelemektedir.[517] Metin
Toker ise “Şeyh Said bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade karşı
ihtilalin bir darbecisi gibi hareket ediyordu ve açtığı bayrak hilafet
bayrağıydı, şeriat bayrağıydı” demektedir.[518] Kemal
Karpat ise İsyan’ın maksadının “Bağımsız bir Kürdistan kurmak ve
halifeliği yeniden diriltmek” ve aynı zamanda “Doğu bölgesinde
köyleri kontrol altında alarak derebeylik sistemini parçalamak istidadını
gösteren hükümet otoritesine karşı bir tepki” olduğunu söylemektedir.[519]
Yaşar Kalafat isyanın amacını belirtirken
şunları söylemektedir: “... Şeyh Said de diğer din adamları gibi
Cumhuriyet sistemine kuruluşundan beri karşı idiler. Fakat Doğu Anadolu’da
müstakil bir Kürdistan kurmak gibi bölücü bir fikirden tamamen münezzehti.
Islami bir müessese olan hilafet makamınınyeniden tesisi ve İslam hukukunun
devlet idaresinde uygulanması gibi fikirlerden hareket etmekten başka bir şey
değildi”[520]
Mahmut Goloğlu ise, olayı devrimlere karşı
bir irtica hareketi olarak görmektedir. Onun deyimiyle bu ayaklanma “Din
işlerinin dünya işlerinden ve özellikle politikadan ayrılması amacıyla yapılmış
devrimlere karşı ümmetçi anlayışın tam bir gerici tepkisi” idi. Ayrıca
Goloğlu, farklı birçok amacı hedef edinmiş grup ve kişilerin isyanda yer almış
olmasına rağmen, isyanı asıl yapanların “Devlet düzeninin tek temelinin
din ve tek devlet politikasının ümmetçilik olduğuna hiçbir gücün sarsamayacağı
şekilde inanmış” olan Nakşibendilerin yaptığını vurgulayarak,
isyanın “Temeldayanağı irtica idi” demektedir.[521] Ancak
Goloğlu’na göre isyan başarı olsaydı, sadece bir irtica hareketi olarak
kalmayarak, Türkiye’nin parçalanmasına ve yabancı işgali altına girmesine neden
olabilecekti.[522]
Vedat Şadilli de şunları
söylemektedir: “Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından
sonra Şeyh Said ayaklanması, bir Kürtçülük hareketi olarak gösterilmek
istenmişse de gerçekten bu ayaklanmanın sebepleri çok daha başkadır. Millî
Mücadele’ye ‘Millî egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk
devleti kurmak’ kararı ile başlayanM.Kemal, Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin
kaldırılmasından sonra, bu tip hareketlerin başlayabileceğini biliyordu.”[523]
Mete Tuncay, Mahkeme tutanaklarında geçen
ve Savcı’nın görüşlerine paralel şekilde düşünerek isyanın “Dinsel bir
giysi altında ulusal bir başkaldırı olduğu kanısındayım.” demektedir. [524] Kırçak,
İsyan’ın dinsel sloganlarla yürütülmekle birlikte ayrılıkçı bir hareket
olduğunu söyler.[525] Uğur
Mumcu ayaklanmanın İslami düzen istemleriyle başlayıp, sonunda bağımsız Kürt
İslam devleti amaçlandığını söylemektedir.[526]
B. Lewis ise “Kürt ayaklanmasını,
Allahsız Cumhuriyet’i devirmeyi ve Halifeyi geri getirmeyi isteyen derviş
şeyhler yönetmişti.” diyerek hadiseyi bir Kürt ayaklanması olarak
nitelemekte aynı zamanda irticai tarafına da değinmektedir.[527] Necip
Fazıl Kısakürek, Şeyh Said’in sırf kendi başına ve sadece inancı uğrunda
hareket ettiğini söylemektedir.[528]
İsyanın Azadi tarafından tasarlanıp
İngilizlerce kışkırtıldığını söyleyen İhsan Ş. Kaymaz da şu önemli tespitlerde
bulunmaktadır: “ilk hareketi başlatanların ulusalcı Kürt aydınları
olması, teşkbaşına Şeyh Said ayaklanmasına ulusal nitelik kazandırmaya yeterli
değildir. Bu, eyleme ulusalcı bir boyut ekler ama kesinlikle eylemin bütününü
karakterize etmez. ... Şeyh Said ayaklanmasının ulusal nitelikte bir eylem
olduğunu ileri sürmek, hiçbir ölçüte göre olanaklı değildir. Azadi’nin varlığı,
tek başına, hareketi ulusalcı olarak tanımlamaya yetmez. Bu nedenle, ulusallık
savına dayanmaya ve onu savunmaya çalışanlar kendi söylemleri içerisinde çok
ciddi mantıksal çelişkilere ve tutarsızlıklara düşmekten kurtulamamaktadırlar.
İlişki kalıplarının, dinsel öğretinin parametreleriyle belirlendiği feodal bir
toplumda ‘ulusçuluk’ yaftasını yakıştırmaya çalışmak, zorlama bir düşüncedir. ”[529]
İsyanı bir Kürt ulusal hareketi olarak
niteleyen ve isyanın dinî yönünü oldukça zayıf görenler de vardır. Örneğin
Hasretyan, İsyan’ı o güne kadar görülmemiş yaygınlık ve örgütlülükte bir Kürt
ulusal hareketi olarak nitelemekle birlikte, birçok kişi tarafından kabul
edilen, İsyan’ın içindeki dinî faktörü oldukça zayıf görmektedir.
Hasretyan “Şeriatın geri getirilmesini isteyen mücadele sloganı
bağımsız Kürdistan sloganıyla karşılaştırıldığında ikinci derecede rol
oynadığını” söylemektedir. Hatta “Çoğu Kürt aşiretininyüzeysel
olarakMüslüman olduğunu”, “Dinifanatizmin Kürtlerin belirgin özelliklerinden
olmadığını”, “Kürtlerin padişahla hep mücadele etmiş
olduğunu” söylemektedir.[530] Başka
bir Ermeni yazar Garo Sasuni de aynı şekilde bu hareketin “Tartışma
götürmez bir Millî bağımsızlık hareketi” olduğunu söylemesinin
yanında “Kürt isyanı dinci ve gerici bir isyan olmadığı gibi, gerici
Türk unsurlar ile de hiçbir ilgisi, bağı mevcut değildi” demektedir.[531] Ancak
mahkeme tutanaklarına ve mektuplara bakıldığında dinî söylem o kadar ağır
basmaktadır ki, olaya tamamen milliyetçi bir açıdan yaklaşanların söylemiş
oldukları gerçekle bağdaşmamaktadır.
Hasretyan gibi isyanı tamamen Kürt millî
hareketi olarak niteleyenler, dini söylemin bilerek tercih edildiğini, hatta
harekete dini bir renk vermek ve dindar halkın desteğini kazanmak amacıyla Şeyh
Said gibi kişilerin örgüte dahil edildiğini belirtmektedirler.[532] Ancak
Hasretyan Şeyh Said’in dini söylemlerle hareket etmesini eleştirmektedir. Ona
göre, Şeyh Said’in dini kendine perde yapması ve asıl amacı olan Kürdistan
kurma düşüncesini gizlemesi bir eksikliktir, çünkü birçok Kürt lideri Şeyh
Said’in din davasına önem vermemiştir.[533]
Bir kısım ise Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid
gibi isyanın siyasi ayağını oluşturan kişilerin önceden yakalanmasından dolayı
siyasi liderlerin ortadan kalktığını ve isyanın dini kişilerce yönetilmek
zorunda kalındığından dolayı dini söylemin ağır bastığını söylemektedirler.[534]
Bruinessen, Şeyh Said’in çok inançlı bir
insan olmasının yanında samimi bir milliyetçi olduğunu, isyana katılanların da
dinî ve millî bağlılıklarını birbirinden ayırt etmemin mümkün olmadığını
söyleyerek, isyanın hem dinî hem de milliyetçi nitelikte olduğunu vurgular.
Ancak Şeyh Said’in birincil amacının Kürdistan kurmak ve isyana katılanların
asıl motivasyonunun da milliyetçilik olduğunu söylemektedir.[535] Bruinessen’in
bu fikir ve kanaatleri daha çok, ayaklanmaya aktif olarak katılmış olduklarını
söylediği kişilerle yaptığı mülakatlara dayanmaktadır. Bu kişilerin anlattığına
göre Şeyh, birincil olarak milliyetçi duygularla harekete geçmiş ve isyanı bir
araç olarak kullanmıştır. Ancak Bruinessen bu kişilerin ayaklanmayı efsanevi
şekilde anlatmalarının bu kaynaklarla ilgili bir sorun olduğunu da
söylemektedir. Yine kendisi bu kaynaklarının, din adamlarına karşı olan
görüşlerinin etkisiyle, milliyetçi vurgularda bulunduklarını söyler.[536]
Ayaklanma “Kürt derebeyliğinin Cumhuriyet
hükümetine karşı bir tepkisi” olarak da nitelendirilmektedir.[537] Tuncay,
resmî görüşün gerisinde nadiren dile getirildiğini söylediği bu görüşe temkinli
yaklaştığı anlaşılıyor. Ona göre Cumhuriyet’in anti-feodal niteliği,
anti-kapitalist niteliğine benzemektedir.[538]
Mahkeme Heyetinin İsyana Bakışı
Şark İstiklal Mahkemesi 16 Nisan 1925’te
verdiği ilk idam kararında, isyanın gayesini “Müstakil bir Kürdistan
teşkilini temin ve Türkiye Devlet-i Cumhuresi’ni inhilal ve inkısama sevk
etmek” olarak açıklamıştı. Bundan sonra verilen kararlarda da hep aynı
şekilde isyanın amacı, “Müstakil bir Kürdistan Hükümeti teşkil” etmek
olarak geçmektedir. Kararlarda irtica vurgusu yok gibidir. Birkaç yerde,
örneğin İbrahim Edhem’in kararında “Fikr-i irticakâranesini neşretmek” cümlesi
geçmektedir. Bir yerde de “Irticakar Kürt istiklali” denilmektedir.
Daha sonraki kararlarda da sıklıkla şu tabir kullanılmaktadır: “Kürt
istiklalinin temini için zahiren din ve şeriatperdesi altında Hükümet-i
Cumhuriye aleyhinde müsellahan kıyam ve isyan.”
Mahkeme Savcısı Ahmed Süreyya Bey, Şeyh
Said ve 37 sanık hakkında hazırlamış olduğu 70 numaralı iddianamede de İsyan’ın
amacını, “Güya dini ve şer’i fakat her halde müstakil bir Kürt hükümeti
tesis eylemek.” şeklinde ifade etmiştir. Ahmed Süreyya Bey
hatıralarında da İsyan’ın dış görünüşü itibarıyla dinci ve şeriatçı olduğunu
ancak asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerinin maksat ve gayesi
bakımından ise tastamam bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devlet ve hükümetçiliği
olmaktan başka bir şey olmadığını vurgulamış, buna delil olarak isyancıların
mektuplarında kullanmış oldukları bazı ifadeleri delil olarak göstermiştir.[539] Ayrıca
Savcıya göre, Şeyh Said’in mahkemede “İnat ve ısrarla inkâr ve saklamaya devam
ettiği” iki şeyden birisi isyanın planlı olduğu, diğeri de Kürtlük davası
güdüldüğüdür. Ahmed Süreyya, Şeyh Said’in bu konuda gayet ketum olmayı terk
etmediğini söylüyor. Ona göre, Şeyh’in amacı, bu iki hususun kesin bir şekilde
tespit edilememesi halinde Şeyh Said’in idam cezasında kurtulma ümidi
beslemesidir.[540]
Hükümetin İsyana Bakışı
İsyan başladığı zaman Ali Fethi Bey
Hükümetinden Dahiliye Vekili Cemil Bey, yaptığı açıklamalarda İsyan’ın
bastırılmak üzere olan mahallî bir hareket olduğu söylemiş ve isyanı şekavet
(haydutluk, eşkıyalık) hareketi olarak tanımlamıştı. Ali Fethi Bey ise
Meclis’te yaptığı ilk açıklamada kendisine ulaştırılan vesika ve raporlara göre
İsyan’ı değerlendirmiş; bir vesikaya göre isyanın şeriatın teminini amaçlayan
planlı bir isyan olduğunu, diğer rapora göre ise Abdulhamid’in oğullarından
birinin saltanatını temin etmek görüntüsü altında Kürtçülük olduğunu
söylemiştir.
Başvekil Ali Fethi Bey, isyan’ı mahallî ve
kısa sürede bastırılacak bir isyan olarak görmüş ve isyan bölgesinde
sıkıyönetim kararını isyanın başlamasından ancak on gün sonra alabilmişti.
Ancak başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere İsmet Paşa ve Halk Fırkası
içerisindeki bir grubun isyana bakışı farklı idi. Mustafa Kemal Paşa; isyanı
umumi, mürettep ve irticai olarak görmekte idi. Bu yüzden Halk Fırkası
içerisindeki bir grup, isyan karşısında Fethi Bey’in pasif kaldığını söyleyerek
onu ciddi eleştirilere tabi tutmuştu. Hükümet değişikliği yaşanıp İsmet Paşa
Başvekil olduktan sonra, hem isyanın bastırılacağını hem de memleket genelinde
olabilecek hadiselere karşı tedbir alınacağını söyledi. Halk Fırkası vekilleri
Takrir-i Sükûn Kanunu görüşmeleri sırasında da İsyan’dan ziyade İstanbul
basınına yüklenmişlerdi.
Hükümet değişikliğinden sonraki dönemlerde
Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar isyanı irticai bir hareket olarak tanımlamaya
devam etmişlerdir. İsmet İnönü daha sonra kaleme alınan hatıralarında da Şeyh
Said İsyanı’nı millî bir hareket olarak kabul etmemek gerektiğini söyledikten
sonra, isyanın sebepleri arasında Doğu Anadolu’daki sosyal meseleler üzerinde
düşünmek icap ettiğini söylemiştir.[541]
Bununla birlikte 30 Nisan 1925 tarihinde
Erkân-ı Harp Riyaseti’nden (Genel Kurmay Başkanlığı) gönderilen yazıda sınırlı
bir sahada ve çeşitli amaçlar doğrultusunda meydana gelen isyanın, özellikle
İstanbul basınında umumi bir Kürt kıyamı şeklinde gösterilmesinin içerde ve
dışarda bazı kişiler tarafından propaganda zemini haline getirildiği
bildirilmiş ve isyanın “iftiraktan (ayrılık) ziyade irticai ve cehalet ve iğfal
eseri olduğu” şeklinde yayınların yapılmasının gerekli olduğu bildirilmişti. Bu
durum 3 Mayıs tarihli Bakanlar Kurulu’nda da görüşülerek umumi ve mürettep bir
irtica hareketinin basında Kürt meselesi şeklinde yer almasının hem hakikatle
bağdaşmadığı hem de siyaseten mahzurlu olduğu kararı alınmıştı.[542]
Görüldüğü üzere Şark İstiklal Mahkemesi,
İsyan sanıklarını Kürt devleti kurmak ve ülkeyi bölmek suçlaması ile
yargılarken hükümet yetkilileri isyanı irticai bir isyan olarak
tanımlamışlardır. Hatta Bakanları Kurulu’nun aldığı karardan sonra dahi mahkeme
verdiği kararlarda isyanın bir Kürt devleti kurma amacına yönelik olduğunu
vurgulamaya devam etmiştir. Bu açıdan Hükümet’in, 3 Mayıs’ta aldığı kararda
irtica hareketinin, basında Kürt meselesi olarak yer almasının hakikat ile
bağdaşmadığını vurgulamasına rağmen bunun siyaseten tercih etmiş olabileceği de
göz ardı edilmemelidir.
Hareketin dışarıya karşı irticai, içeriye
karşı Kürt hareketi olarak lanse edilmeye çalışıldığı birçok kişi tarafından
dile getirilmektedir. Örneğin hadiseyi ulusal Kürt hareketi olarak görenler
Hükümetin bunu bilerek irticai bir hareket olarak göstererek dış devletlerin
harekete yardım etmelerine engel olduğunu söylemekteler. Dersimi’ye göre bu
propaganda ile Ruslar, Kürtlerin yardım isteklerine sessiz kalmışlardır.[543] Hasretyan
da isyanı, irticai bir hareket olarak gösteren Kemalistlerin bu isyanı ulusal
ve uluslararası kamuoyunda küçük düşürmeye çalıştığını belirtmektedir.[544] Bununla
birlikte isyanın İslami bir hareket olduğunu söyleyen Mahmut Akyürekli
iddianamelerde geçen Kürt hareketi vurgusuyla, hareketin İslami karakterinin
görünmez kılınarak Anadolu’da dindar halkın tepkisinin önüne geçilmek istendiğini
yazmaktadır.[545] Mete
Tuncay, hükümetin isyanın rengini bu şekilde farklı göstererek
hedefleyebileceği amacın, tüm yurt genelinde başlatacağı genel bir karşı
hareketi haklı kılmaya yönelik olabileceğini söylemektedir.[546] Aynı
şekilde Akyol da, hükümetin takip ettiği bu umumi irtica tezinin basını ve muhalefeti
susturmada hayli işe yaradığını belirtmektedir.[547]
Muhalefetin İsyana Bakışı
İsyan’ın başladığı ve Ankara’ya
yankılandığı ilk zamanlarda muhalefetin yaklaşımı Ali Fethi Bey Hükümetinden
pek de farklı olmamış, hükümetin çıkarmış olduğu sıkıyönetim kararına ve aldığı
diğer tedbirlere destek vermişlerdir. Kazım Karabekir bölgede sıkıyönetim
ilanının gerekli olduğunu söylemiş ve isyancıları, “sınırlı mütegallibe” (zorba
takımı, derebeyi) olarak ifade etmişti. Hatta bu sınırlı mütegallibenin dış
teşviklerle bazı amaçlarına ulaşmak için halkı dinî açıdan tahrik ettiğini ve
her türlü lanete layık olduklarını dile getirmişti.
Terakkiperver üyelerinden ve Erzurum
Mebusu olan Rüştü Bey ise 26 Şubat’ta İstiklal gazetesine verdiği beyanatta,
bölgedeki vali ve kaymakamların aczinin olayı bu hale getirdiğini söyleyerek
şunları söyledi: “Eğer bu vali ve kaymakamlar vazifelerinin ehli
insanlar olsaydılar usat (asiler) namı verilen ve hakikatte birkaç çapulcunun
hareketinden başka bir şey olmayan bu şer zümrenin maksatları daha evvelden
keşif ve men edilirdi.” Rüştü Bey açıklamasının devamında asi
kuvvetlerinin yedi binden fazla olmadığını ve İsyan’ın Nisan’ın sonuna kadar
bastırılabileceğini söyledi. Ayrıca İsyan’da ecnebi parmağı olduğunu
zannetmiyorum diyerek şunları ifade etti: “Hadisede ecnebi parmağı
olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Genç ve Muş memleketin ortasındadır. Ecnebilerle
temas etmek maksadı olsaydı asiler hududa yakın mesela Zaho’ya çekilip şimdiye
kadar tek bir memurumuzun giremediği aşiretlerle birleşebilirlerdi”[548]
Ancak muhalefetin hükümete verdiği bu
destek çok uzun sürmedi, hükümet krizi ile birlikte Ali Fethi Bey’in istifası
ve İsmet Paşa Hükümeti’nin kurulması sonrasında, muhalefet alınmak istenen sert
tedbirleri şiddetle eleştirdi ve çıkarılan kanunlara karşı çıktı. O dönemde
muhalefetin iki önemli ismi olan Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay, hatıralarında
Şeyh Said İsyanı hakkında bazı tespitlerde bulunmuşlardır. Ali Fuat Cebesoy,
İsmet Paşa Kabinesinde Dahiliye Vekilliği yapan Ferit ve Recep Beylerin doğu
illerinin durumuna önem vermediklerini ve Şark vilayetlerinin çoğunda hükümetin
iktidarsız valilerle birkaç katibin eline bırakıldığını belirtmiştir. Bunun
yanı sıra İsyan’ın başta İngilizler olmak üzere Kürt Teali Cemiyeti ve
Tarikat-ı Salahiye gibi örgütler tarafından tahrik edilerek, bizzat şeyhler
tarafından kumanda edildiğini belirten Cebesoy, İsyan’da muhalefet ile
matbuatın zerre kadar suçu olmadığını ifade etmiştir.[549] Şeyh
Said’in Birinci Dünya Harbi sırasında Ruslar hesabına isyan ettiğini, daha
sonra Rus Konsolosluğuna sığındığını söyleyen ve Şeyh Said’e ağır hakarette
bulunan Rauf Orbay ise Halk Fırkası içerisindeki müfritlerin bu isyan
bahanesiyle TCF’nin kapatılmasına çalıştıklarını ve isyanı siyasi maksatlarına
alet ettiklerini belirtmiştir.[550]
Şeyh Said’e Göre İsyanın Gerekçe, Sebep ve
Amacı
Şeyh Said, mahkemede isyanın nedeni olarak
dinî meseleleri gerekçe göstermiş ve dinin muhafazası için kıyam ettiğini
söylemiştir. Maksadını her defasında, “Ahkâm-ı şer’iye ve diniyeyi i’lâ
ve tatbik” yani şeriat ve din hükümlerini yüceltmek ve uygulamak
olarak tanımlamıştır. Bütün hareketini Kuran’dan istihraç ettiğini söyleyen
Şeyh Said, İsyan’ı “Vaktin imamı şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine
kıyam vaciptir” esasına dayandırmış ve buna göre isyanın şer’an caiz
olduğunu savunmuştur. Bunun yanında “Kıyam fikrimizce cihattır.
Hükümete ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki (zorla uygulatmak) için kıyam
cihattır” diyerek aynı zaman bu kıyamın bir cihat olduğunu da
söylemiştir.
Şeyh Said sorgusunun yapıldığı ilk gün 26
Mayıs tarihinde İsyan’ın sebeplerini bu şekilde izah etmişti. Hükümetin şeriat
kurallarını tatbik etmediğini, Men-i Müskirat Kanunu’nu uygulamadığını ve had
cezalarını terk ettiğini söyleyerek, bunun üzerine kendisinin şeriat
kurallarına uygun olarak bu ahkâmın uygulanmasına vesile olmak için bu hareketi
gerçekleştirdiği üzerinde durmuştu. Şeyh Said’in ahkâm-ı şer’iyeye yani şeriat
hükümlerine uygun hareket etme vurgusu üzerine, Mahkeme heyeti Şeyh Said’e,
kendisinin yapmış olduğu hareketin şeriat hükümlerine uygun olup olmadığına
dair sorular sormuşlardır. Heyet, onun icma-ı ümmete başvurmadığını, “Bize
silah çeken bizden değildir” hadisine ters hareket ettiğini ve -bir
mektupta geçen cümlelere göre- şahsi menfaatini umumun menfaatine tercih
ettiğini söyleyerek, şeriat ahkâmına uygun hareket etmediğini söylemiştir. Bu
konu ile ilgili mahkemede geçen konuşmalar şöyledir:
“Reis Müfid Bey: isyan harekâtını siz
nasıl tasavvur ettiniz, nasıl buldunuz? Sizi teşvik eden veyahut ilham mı vaki
oldu?
Şeyh Said: Hâşâ ilham vaki olmadı.
Kitaplarda gördük ki imam-ı vakit, şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine kıyam
vaciptir. Hükümete şeriat meselesini anlatmak istedik, hiç olmazsa bir kısmının
icrasını talep edecektik. Allahü teâlâ’nın kaderi beni bu işe düşürdü; içine
bir düştüm, bir daha çıkamadım.
Reis Müfid Bey: Buyurdunuz ki, kütüb-i
fıkhiyede imam şeriattan inhiraf ederse kıyam vaciptir. Bunun hiçbir şurûtu yok
mu Şeyh Efendi?
Şeyh Said: Bunun şurûtu nedir, şurûtunu
bilmiyorum. Şer’an vaciptir biliyorum.
Reis Müfid Bey: Bu halin imamdan vukuunda bir
Müslüman kıyam mı eder?
Şeyh Said: Benim de niyetim böyle değildi,
bilmecburiye oldu. inhiraf yok. Ahval-i şer’iyeyi icra etmezse dedim.
Reis Müfid Bey: Kıyamınızın esbabı ne idi?
Siz gayeniz demek ki şeriattan vaki olduğuna hüküm ettiniz. Ondan kıyam ettiniz
öylemi, Şeyh Efendi?
Şeyh Said: Kitap, ‘Kıyam vaciptir’ diyor.
‘Şeriatı icra ettireceksin’ diyor. Ahkâm-ı şer’iye katl, zina, müskirat ilâ
ahir gibi ahvali men ediyor. Hepimiz hamdolsun Müslümanız. Kürt, Türk yoktur.
Bütün hatt-ı harekâtımızı bizim Kur’an-ı azimüşşandan istihraç ediyoruz. Şeriat
meselesi bir de Sebilürreşad’ınyazdıkları haddimizi artırıyor, bizi teşvik
ediyordu.”55
(...)
“Reis Müfid Bey: Şeriat-ı mutahharanın
ahkâmı icra edilmediğinden dolayı bu isyanı vücuda getirdiniz öyle mi?
Şeyh Said: ‘imam eğer şeriat ahkâmını icra
etmezse’ dedim. Bu, şer’an isyanın cevazına delildir. Vaktaki vuku buldu, işte
şeriat da ‘vaciptir’ diyor. Hiç olmazsa günahkâr olmayız dedim.
Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi siz buyurdunuz
ki, ‘Müslümanlar birbirinin kardeşidir.’ Müslüman’ı Müslüman üzerine kıtale
sevk etmek caiz midir?
Şeyh Said: Evet,yekdiğerinin kardeşidir.
İmama kıyam etmek muharebeyi intaç etmez mi? Kitap öyle diyor.
Reis Müfid Bey: İslamlar madem
kardeştirler, nasıl olurda siz Müslümanları birbiri üzerine kıtale sevk
ettiniz?
Şeyh Said: Ya Hazret-i Ali muharebe
ettikleri adam Müslüman değil mi idi? Yine kardeş kalır.
ReisMüfidBey: Siz icma’-ı ümmetle intihap
edilmiş bir Reis-i Cumhur, birMeclis-i Mebusan, bir Heyet-i Vekile vardır;
Bunlara dinde gördüğünüz lakaydiyi bildirmeden Müslümanları ne için kıtale sevk
ettiniz?
Şeyh Said: E..Kıtale ben sevk etmek
istemedim, bu zevata da yazamadım. Niyette kaldı, kader bırakmadı, kavgaya
düştük, iş elimize geçti.
Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, buyurdunuz ki
vaciptir?
Şeyh Said: Belâ, kitap ‘vaciptir’ diyor.
Reis Müfid Bey: Evet, kitap söylüyor. Ama
icma’-ı ümmete müracaat etmek lazımdır.
Şeyh Said: İcma-ı ümmet. Müctehidlerin
icmaı lazımdır.
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.3-4.
Reis Müfid Bey: Vacipti bu kıyam
buyurdunuz. Küffar; bilâd-ı Islamiye’yi, Kuran-ı azimüşşanı çiğnerken cihat
nedir?
Şeyh Said: O da cihattır, farzdır; evet,
belâ.
Reis Müfid Bey: Yunan bütün memleketimizi
çiğnerken bu topladığınız dört bin kişi ile Yunan üzerine yürümediniz?
Şeyh Said: O vakit biz çok perişandık,
vaktimiz olsaydı durmazdık. Balkan muharebesinde müheyya olduk, istemediler; bu
muharebede muhacir fakir idik, o zaman yine giderdik. Vaktimiz yoktu.”[551]
(...)
“Reis Müfid Bey: Sizden ve benden daha
ziyade mu’tekid olan Müslüman askerine kurşun atılır mı?
Şeyh Said: Evet, o da İslam askeridir.
Kıyam fikrimizce cihattır, hükümete ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki için
kıyam cihattır.
Reis Müfid Bey: Siz yalnız reyinizle kıyam
ediyorsunuz. Lazım gelirdi ki ulemâ, fuzalâ ile müşavere etmeliydiniz?
Şeyh Said: Hayır, ben müçtehit değilim
fakat böyle anladım. Ahkâm-ı şer’iyemizin hepsi değil, fakat çokları metruktur.
Reis Müfid Bey: Mademki müçtehit
değilsiniz, şeriat yoktur diye fırlamamalıydınız?
Şeyh Said:(Sükût) ”[552]
(...)
“Ali Saib Bey: Ahkâm-ış er’iyeden ne gibi
şeyler istiyordun Şeyh Efendi?
Şeyh Said: Müskiratın men’i.
Ali Saib Bey: Müskirat memnu değil mi,
Men’-i Müskirat Kanunu var?[553]
Şeyh Said: Sonra lağvolmuş zannettik,
böyle duyduk. Tekfiryok. Katl için hadd vardır. Recmvardır. Ilââhir.
Ali Saib Bey: Pekâlâ bunu on beş sene
yirmi sene evvel niye düşünmedin? Niye müracaat etmedin?
Şeyh Said: Evvel de düşündük fakat Allahu
teâlâ kader etmemiş, vakt ü saati tekmil olmamıştı.”[554]
(...)
“Ali Saib Bey: Isyan ettiğin zaman,
askeri, Müslüman askeri olarak mı görüyordun, yoksa kâfir askeri mi?
Şeyh Said: Hayır, Müslüman askeri olarak
telakki ettim.
Ali Saib Bey: Bir hadis var: ‘Men selle
aleyna’s-seyfefeleyseminna’ böyle midir?
Şeyh Said: Orada diyor.
Ali Saib Bey: Dava ettin mi, bunun
manasını söyle?
Şeyh Said: Belâ, bu hadis-i şerif vardır.
Fakat ‘din için olursa’ diyor. Bu ‘selle seyf’ ile bir hukuk müdafaa
etmiyordum, din müdafaa ediyordum. ‘Bize kim kılıç çekerse bizden değildir’
diyor.
Ali Saib Bey: ‘Şeriatı terk etmiş, onu
öldürmek caizdir’ diye bir hadis var mı?
Şeyh Said: Imam şeriatın ahkâmını icra
etmez, kâfir olursa ona kıyam caizdir.
Ali Saib Bey: Ahkâm nedir, ne gibi
ahkâmdır terk edilen?
Şeyh Said: Şürbün haddi terk olunmuştur.
Biz ümmet-i Muhammediye’den değil miyiz, ister babamızdan terk olunmuş olsun
yine biz mesul değil miyiz?
Ali Saib Bey: Bu hadis-i şerifi tefsir et:
‘İslam’a kılıç çeken Müslüman değildir.’ Öyle değil mi?
Şeyh Said: Ben peygambere mi kılıç
çekiyorum? Ümmet-i Muhammed’in bir kısmını şeriata davet için yaptım.
Ali Saib Bey: Şerait-i Islamiye’yi
hamdolsun tamamen ikmal ediyoruz. Yapılmayan ne var?
Şeyh Said: Kur’an ahkâmından neyi icra
ediyoruz? Riddet haddi bir, katlin haddi iki, diyet üç, kısas dört, darp haddi
beş, bunların hangisini gördük?
Ali Saib Bey: Bunların hepsi Ceza
Kanunu’nda var. Islamlar içerisinde sizden âlim ve mütedeyyin kimseler yok mu,
varsa neden yalnız siz düşünüyorsunuz?
Şeyh Said: Çoktur. Benim aklımın hiffetinden bilmem. Benden âlim tabii
çoktur.
Ali Saib Bey: Bunlar hakikaten yapılmıyorsa onlar ne için talep etmiyorlar?
Şeyh Said: Ne kadar ehl-i şeriat varsa hep
talep ediyorlar, fakat canından malından korkuyorlar.
Ali Saib Bey: Bütün ulemâ içerisinde en âlim ve en cesuru sensin öyle mi?
Şeyh Said: En âlimi ben değil, fakat en tehlikeye atılan benim. ”56
(...)
“Ali Saib Bey: Ahkâm-ı şer’iyece menâfi-i
şahsiye, menâfi-i umumiyeye tercih edilir mi?
Şeyh Said: Menâfi-i şahsiye menafi-i
umumiyeye tercih edilmez.
Ali Saib Bey: Tercih eden bir adam ahkâm-ı
şer ’iyeyi yapmamış olur değil mi?
Şeyh Said: Menâfi-i şahsiyesini tercih
etmemelidir, şeriata muhaliftir.
Ali Saib Bey: Sen, Şeyh Şerif’e yazdığın
mektubunda nefsin her şeyden mukaddes olduğunu yazıyorsun?
Şeyh Said: Ben onu yazdım, benim cepheme
gelmesini isterdim.
Ali Saib Bey: Sen emirü’l-mücahidînsin,
başkumandansın, emir eder getirirsin, öyle değil mi?
Şeyh Said: Hayır, öyle değildi, herkes keyfine.
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.10-11.
Ali Saib Bey: Ahkâm-ışer’iyeye muhalif
olarak emir vermek doğru mudur, Şeyh Efendi?
Şeyh Said: Dersimlilerle muharebeye
gittiğini duymuştum. Bir de zarurette kalmıştım, buraya gelmesi için yazdım. O
vakit Dersim’de idi.
Ali Saib Bey: Siz şer’in muhafazası için
ayaklandığınızı söylüyorsunuz. Nasıl olup da nefsin her şeye müreccah olduğunu yazıyorsunuz?
Şeyh Said: Nefisten ‘murad orayı terk edip
buraya gel’ demek istedim. Menâfi-i umumiye burada idi. ‘Ya müdafaa edelim veya
kaçalım’ dedim.
Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, elinizle top
tutuyorsunuz. Üfleyince tayyare indiriyorsunuz?...
Şeyh Said: Ne o doğrudur, ne de o. Bunu
kim söylemişse yalandır.
Ali Saib Bey: Ilm-i remil, ilm-i nücumdan
bir şey bilir misiniz?
Şeyh Said: Hayır, anlamam.
Ali Saib Bey: O halde mektuplarınıza
nazaran muvaffak olunacağını nereden anlıyordunuz?
Şeyh Said: Muvaffakıyet için ‘Inşaallah’
derdim.
Ali Saib Bey: Menâfi-i şahsiye menafi-i
umumiyeye tercih edilirse ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olur diye bir şey
sormuştum, bak sana mektubunu okuyorum (diyerek okudu.)
Zîri 7 Ramazan 1343 tarihiyle müverrah ve
Hâdimü’l-mücahidîn Mehmed Said el- Nakşibendi imzasıyla mümzâ ve Şeyh Şerif
Efendi’ye hitaben muharrer olan mezkûr mektubun aynen meali zîrde münderiçtir:
‘Selam ve dualar eylerim. Fişeklerin noksan ve fıkdanından cepheyi Belkini
Dağı’na aldım. Bu tarafta asker-i Rum ziyadedir. Eğer helakimize mucip bir mani
yok ise Karaçol’dan geri çekilesiniz ve bir miktar kâfi kuvvet bize
gönderesiniz. Şeyh Hüseyin ile beraber ve ahvalinizi güzelce mebsut olarak
yazasınız. Dersim ne haldedir, lehimize veyahut aleyhimizedir? Bugün bizim
hayatımızı düşün, kimsenin hayatını ve malını düşünme. Biz mahvolduktan sonra
gayrın hayatı ve malı bize ne fayda verir? Nefis, gayrın üzerine mukaddemdir.
Cümle harp arkadaşlarımıza selam ve dualar eylerim.’[555]
Ali Saib Bey: Asker-i Rumî nedir?
Şeyh Said: Kürdler biz Türk askerine
‘asker-i Rum’ deriz. Tabirdir, öyle deriz.
Ali Saib Bey: Onun reyine bırakıyorsun,
emr-i kat’i vermiyorsun.
Şeyh Said: Orada Dersimlilerle muharebe
ediyordu. Emr-i kat’î vermedim, kendi fikrine terk ettim.
Ali Saib Bey: Bak yazdığınız bu mektubun
mündericatı ahkâm-ı şer’iyeye muvafık mıdır Şeyh Efendi?
Şeyh Said: ‘Biz telef olduktan sonra sizin
orada lüzumunuz yoktur’ demek istedim. Biz reis idik, reisin mefkudiyeti,
ölümü; umumun menâfıine mugayir değil mi idi?”[556]
(...)
“Reis MüfidBey: Şeriatı kimden
isteyecektin?
Şeyh Said: Ahkâm-ı şer’iyemiz bugün
metruktür. Cumhuriyetten evvel de, sultanlar zamanından beri metruktür; yalnız,
bunlar kaldırmış değildirler. Allah emir etmiş onu feshetmek nasıl, Allah’ın
emrini yerine getirmek lazım değil mi? Bunları infaz edecek ulemâ-yı Islamiye’dir,
ikinci kavilce de hulefâdır.
Reis Müfid Bey: Hulefâdan maksadınız ne?
Şeyh Said: Hulefâdan maksat halifelerdir.
Onlar ahkâm-ı şer’iyeyi yerine getirmekle muvazzaftırlar.
ReisMüfidBey: Bir halife mi olsun
istiyordun?..
Şeyh Said: Olsa dinimize muvafıktır, o da
ahkâm-ı şer’iyedendir.
Reis Müfid Bey: Kürre-i arzda üç yüz elli
milyon Müslüman var. Bunların içerisinde Müslümanlık için kavga eden yegâne
Türklerdir. Bunu bilmez misiniz?
Şeyh Said: Vaciptir; benim de üzerime
vaciptir, senin üzerine vaciptir.
ReisMüfid Bey: On asırdan beri âlem-i
nasârâya karşı İslamiyet’i muhafaza etmişler. Şimdi de Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nda devletin dini din-i İslam’dır diyor. Peki, bu Cumhuriyet neyi
bırakmış?[557] [558]
Şeyh Said: Evet Türklerdir. Madem ki
onların elinden geliyor yine yapsınlar. Biz Kürtler sizinle beraber yok muyduk,
hangi muharebede sizden ayrıldık? Mademki Müslüman’dır, ahkâm-ı şer’iyeyi icra
borcu mudur, borcu değil midir?
Reis MüfidBey: Her Müslüman kendi
ef’alinden mesuldür, öyle değil mi?
Şeyh Said: Evet, eşhas kendi ef’alinin
mesulüdür; fakat cemiyetin, hükümetin hatasından her İslam mesul değil midir?
Reis Müfid Bey: Elli milyonluk bir
Müslüman’ın başına geçen hükümet eline kırbaç alıp köy köy gezecek mi, Şeyh
Said namaz kıldı mı diye?
Şeyh Said: Evet, her köyden sual edecek.
Ben bilmem, kitap öyle söylüyor Efendimize göstereyim. ‘Filan köyden ezan
okunuyor mu, cemaat var mı?’ diye sormak lazımdır.
Reis Müfid Bey: Bu Türklere karşı şeriatın
muhafazası için musammem birfikri meydana getirmek kastıyla isyan ettiniz öyle
mi? Doğrusunu söyle!
Şeyh Said: Neyin doğrusunu söyleyeyim?
Şeriatın ahkâmı ne ise icra etsin, bunda ne zarar vardı? Dünyamızda,
ahiretimizde bahtiyar olurduk.”56'1
İsyanın dinî gerekçeleri ve ahkâm-ı
şer’iyeye uygunluk üzerine yapılan bu tartışmalardan sonra, Savcı Ahmet Süreyya
Bey söze girerek şunları söyledi: “Her hangi bir şahsın, devletin
herhangi bir cüzünde (parça) isyan vücuda getirerek taklib-i hükümete (hükümet
darbesi) kıyamdan sonra işlediği bu cinayeti muhik (haklı) göstermek için
katiyen bir sebeb-i makul gösteremez. O işi herhangi bir şahsın veya herhangi
bir müellifin nokta-i nazarında meşru olsa bile Türk Cumhuriyeti’nde
yaşayanlarca işaret ettiğim bu kabil (tür) harekât daima hıyanet olacaktır.” Yani
Savcı Şeyh’in göstermiş olduğu bu dini gerekçelerin isyanı makul
gösteremeyeceğini ve savunmasında bu noktaları dikkate almaması gerektiğini
söylemekteydi.
Mektup ve Belgelere Göre İsyanın Niteliği
Şeyh Said dosyasında İsyancılar arasında
yapılmış olan birçok yazışma, mektup ve belge delil olarak bulunmaktadır. Bu
mektup ve belgelerin yüzden fazlası tüm sanıkların ve mahkeme heyetinin önünde
okunmuştur. Mektuplar daha çok, İsyan’ın başlamasından sonra yazılmış ve askerî
nitelikte, cephelerdeki gelişmelerden bilgi veren mektup ve yazışmalardır.
Bunun yanında başka aşiretleri ittifaka dahil etmek için yazılan mektuplar ve
isyancılar tarafından kaleme alınmış olan bazı beyannameler de mevcuttur.
İsyanın öncesine ait birkaç tane mektup da bulunmaktadır.
Mektuplarda kullanılan tabirler İsyan’ın
niteliğini anlamak açısından önemlidir. Bazı mektuplarda “Türkler”, “Türk
askerleri” ve Türk askerleri için “düşmanlar” tabiri kullanılmaktadır. İsyana
katılmayan Kürt ve aşiret mensuplarına da “melun” ve “Türk” denilmektedir.
Mektuplarda geçen bu tür tabirler mahkemede de gündeme gelmiş ve Savcı
tarafından isyanın millî bir hareket olduğuna dair delil olarak gösterilmiştir.
Bu konuda en dikkati çeken mektup 29/30 Şaban 343 (25/26 Mart 1925) tarihli
Şeyh Said tarafından Liceli Müftüzade Said ve Hüsnü Beylere yazmış olduğu
mektuptur. Mektupta “Türkler ve düşmanlar” tabiri geçmektedir.[559] Bu
mektup, Şeyh Said’in muhakemesi başlamadan önce Savcı Ahmed Süreyya Bey
tarafından alınan ilk sorgusunda da gündeme gelmişti. Savcı mektupta
geçen “Türkler ve düşmanlar” tabirlerini Şeyh Said’e sormuş,
kendisinin din ve şeriat namı altında kıyam ettiği halde Kürt ve Türk diye
ayırım yapmış olmasının ve Türkleri düşman olarak vasıflandırmasının bu işin
din meselesi olmadığını gösterdiğini söylemiş ve bu konu hakkında ne diyeceği
sormuştu. Şeyh Said ise “Bu mektubun zirindeki imza benimfakat yazısı
kâtibim Liceli Bilal Efendi mahdumu Fehmi Efendi’ye aittir” diyerek
cevap vermiştir.[560]
Sadece bu mektupta değil, birkaç mektupta
daha aynı tabirler kullanılmıştır. Şeyh Şerif ve Fakih Hasan arasında yapılan
1/2 Mart 1925ve 4 Mart 1925 tarihli yazışmalarda Harputluların “Türklüğü” iddia
etmeye başladıklarından bahsetmektedir. Yazışmalarda geçen bölümler şöyledir:
“...Palu’yu, Harput’u işgal eylediğinizi
işitmiş, memnun olmuş ve himmetinize müteşekkir kalmış olduğumuzu muhakkak
biliniz. Harputlular Türklüğü iddia ile içlerinden sizi çıkarmaları ve Palu’yu
da bırakıp Gökdere’ye kadar gelmelerine bir türlü mana veremedik.... ”[561]
“. ikinci taarruzda Rüşdü Beylerle Necib
Ağa ve birtakım Palu ve Elazizli kimseler Türklük davasında bulunuyorlar.
Bunlar için emir nedir?..”[562]
Şeyh Said tarafından, Şeyh Şerife yazılmış
olan 7 Ramazan 1343 (1 Nisan 1925) tarihli mektupta Türk askeri için “Asker-i
Rum” tabirini kullanmıştır. Şeyh Said bunun için “Kürdler biz Türk askerine
asker-i Rum deriz. Tabirdir. Öyle deriz” cevabını vermiştir.[563] [564] Ahmet
Süreyya’nın hatıratında değindiği ve işin din meselesi olmadığını gösteriyor
dediği tabirler mektuplarda bunlarla sınırlıdır. Bunların haricinde İstiklal
Mahkemesi dosyalarında İsyan’ın amacının Kürt hükümeti kurmak olduğunu
gösteren, net ifadeler içeren bir mektup bulunmamaktadır. Bununla birlikte
bağımsız İslam Cumhuriyeti kurulmasından bahseden bir beyanname vardır. Bu
beyanname Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in evinde bulunmuştur. Savcı bunun
isyandan önce hazırlanmış bir taahhütname olduğu kanaatindedir. Şeyh Said
mahkemede bu beyannameden haberi olmadığını söylemiştir.[565]
Mektuplarda dinî söylemler ağır
basmaktadır. İsyanın din için yapıldığı vurgulanmaktadır. Özellikle bazı
aşiretleri isyana davet için yazılan mektuplarda bu dinî söylemin daha ağır
bastığı görülmektedir. Bazı örnekler şöyledir;
Şeyh Said tarafından yazılan 7 Ramazan (1
Nisan 1925) tarihli mektup:
“.Zira cümlemiz, an-samimü’l-kalbbilâ-garaz
vela-ivaz dinimizin i’lâsı için bütün nefsimizi ve ırzımızı ve emval ve
emlakimizi tehlikeye attık. Her şey Allah’ın kaderiyledir. Kaderimizde ne var
ise göreceğiz.”[566]
Çanlı İbrahim tarafından Fakih Hasan’a
yazılan 2 Nisan 1925tarihli mektup:
“.Binaenaleyh gayemiz davamız şeriat-ı
garranın ahkâmını mevki-i icraya vaz’ ve adalet etmektir.Mamafıh Şeyh Efendi de
bu gibi muhalif-i şeriat hakaretlere razı değildir.”575
Hasan Fahrizade Kadri ve Mahmud Kahyazade
imzalı 24 Şaban 1343 - 20 Mart 1925 tarihli Şeyh Said’e yazılan mektup;
“...İslamiyet'in mabihi’l-istinadı olan
şeriat-ı mutahhara-i Ahmediyenin ihyası emrindeki teşebbüsat-ı dindaranelerine bütün
ruhumuzla merbutuz. Muvaffakıyet-i semuhilerini Cenab-ı Hak’tan temenni
eyleriz. ”[567]
Şeyh Said’in damadı olan Melekanlı Şeyh
Abdullah’a ait iki önemli belge bulunmaktadır. Bunlardan birisi 20 Mart 1925
tarihinde Çarik aşireti reisi Hasan Ağa’ya yazılan mektuptur. Şeyh Abdullah bu
mektupta; hükümetten ayrılarak ayrı bir devlet kurma peşinde olmadıklarını,
dine yapılan baskı ve müdahaleye engel olmak niyetinde olduklarını,
niyetlerinin başka şekilde anlatıldığından bahsetmektedir. Mektubun tamamı şu
şekildedir:
ÇarikliReisi Hasan Ağa’ya
Son zamanlarda din-iMuhammedî’nin görmüş
olduğu tazyik cümle ulemâ ve meşâyihi irşadât ve tezahürata mecbur etti. Bugün
Hükümetten bir istiklal ve iftirak peşinde değiliz. Umur-i diniyeye vaki’
müdahalenin men’ini istiyoruz. İhtimal ki zat-ı alileri ve emsaliniz rüesa ve
beylere başka nâ-meşru bir tarzda tefhim edilmiştir. Hâşâ biz Kur’an elimizde
olarak din kardeşlerimizi müzaherete davet ediyoruz. Dinimiz bir, ırkımız bir,
lisanımız birdir. Ve inşallah hiçbir kimseye hile ve hud’a yapmayı bilmez ve
tenezzül etmeyiz. Hazret-i Muhammed’e salavat, ehl-i beytine salavat,
getirelim, birleşelim. Sizden muavenet-i askeri istemem. Yalnız muvafakat-ı
fikir arzu ederim. Karşımızda tertibat aldığınızı işittim. Çok müteessir oldum.
Acaba sizle benim aramızda bir kin ve bir garaz var mıdır. Haşa yoktur. Neden
olsun. Zât-ı âlinizden ümidim pek büyüktür. Çünkü cümlemiz bir kıble bir Kur’an’a
tâbi olduğumuzdan ümidvar bulunduğum. Necabetinizi ve cevabınızı beklerim
efendim.
Varto 20 Mart 341 (1925)
Melekani Abdullah[568]
Şeyh Abdullah’a ait olan diğer belge,
Tezahürat-ı Diniye Reisi Melekanlı Abdullah imzasıyla yazılan, 20 Mart 1925
tarihli beyannamedir. Şeyh Abdullah Türk askerlerine hitaben yazdığı bu
beyannamede; dindaş olan Türk askerine kurşun atmak için değil, dini emirlerin
serbest bırakılmasını istemek için toplandıklarını söylemiş ve tüm
Müslümanların bu maksatta uzlaşması gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca hükümetten
ayrılarak ayrı bir devlet kurma amacında olmadıklarını bu beyannamede
tekrarlamıştır. Beyannamenin tamamı şu şekildedir:
Ey İslam askeri kardeşlerimiz!
Bizi yoktan var eden Cenab-ı Hakk’ın,
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü vesselama inzal buyurdukları Kur
’an-ı azimüşşan ellerimizde ve beytimizdedir. Siz dindaşlarımıza kurşun atmaya
değil Kur’an’ın emir eylediği umur-ı diniyenin serbest bulunmasını istirham
maksadıyla içtima ve tezahüratta bulunuyoruz. Bilcümle İslam’ın bu maksatta
muvafakat etmesi vaciptir. “Tealev ilâ kelimetin sevein beynena ve beyneküm
âlâye.” Ey aşâir-i ehl-i sünnet ve’l-cemaat. Cenab-ı Hak bu dini bize gönderdi
ki kıyamete kadar hürmetkâr ve muhafazakâr bulunalım. Allah’a da onunla
ubudiyet edelim. Bazı eşhas buna taarruz ediyor. Hükümet men etmiyor. Sizin
imanınız kabul eder mi ki birisi Allah yoktur, peygamber yalancıdır desin. Asla
ve kat’a kabul eder bir mümin tasavvur edemem. Biz hükümetten istiklal ve
iftirak istemiyoruz. Çünkü o kabiliyet bizde yoktur. Ancak istediğimiz dindir.
Dinin ve ahkâm-ı şeriatın serbest bulunmasıdır. Eğer siz buna ve Kur’an’a tabi
iseniz geliniz görüşelim, öpüşelim. Şayet Kur’an’a da kurşun atmak arzu eden
varsa siz onlara da ıslah duasını isteyiniz ve’s- selamü aleyküm
Varto 20 Mart 341 (1925)
Tezahürat-ı Diniye Reisi Melekani Abdullah[569]
Yine tarihsiz ve imzasız bir beyannamede;
birkaç sene önce din ve devletin, düşmanın ayakları altında bulunduğu bir
sırada Mustafa Kemal Paşa’nın din ve vatan muhafazası görevini üzerine alarak,
vatanın kurtulmasına sebep olduğu ancak daha sonra İslam şeriatının ihmal
edildiği söylenerek, Cumhuriyet Hükümeti’nden istenilen talepler sıralanmıştı.
Bu talepler arasında, İslam kadınlarına verilen serbestliği şeriata göre
sınırlandırılması, medreselerin açılması, Men’-i Müskirat Kanunu’nun
uygulanması gibi maddeler bulunmaktadır. Beyannamenin tamamı şu şekildedir:
Ey din kardeşlerimiz. Kısa bir şey arz
eyliyorum. Şöyle ki hepimizMüslümanız müminiz kardeşiz. Birkaç sene evvel
dinimiz devletimiz düşman ayakları altında kalacak bir dereceye gelmişti.
Mustafa Kemal Paşa hazretleri muhafaza-i din ve vatan vazifesini deruhte etti.
Ve millet mebuslarını Ankara’da topladı. Hakikaten vatanı kurtarmaya sebep
oldu. Ve büyük hizmetler gösterdi. inkâr etmiyoruz. Umum millet kendisine
borçlu ve müteşekkir kaldı. Büyük bir vücut ve istinatgâh tanıdı. Ve daha
birçok ümit beklerken ümitlerimiz boşa çıktı. Şeriat-ı İslamiye ihmal edildi.
Din-i mübin-i İslam’a zaaf târî oluyor. Hükümet-i Cumhuriye’den ber-vech-i âti
maddelerin tatbik ve icrasını bekliyoruz. Madde 1- İslam kadınlarına verilmiş
olan serbestliğin şeriata muvafık bir surette tahdidi. 2- Medreselerin, Şer’iye
ve Evkaf dairelerinin tekrar küşad ve ihyası 3- Men-i Müskirat Kanunu’nun
kemafi’s-sabık temami-i tatbik-i ahkâmının temini. 4- İslam kadınlarının dans
mahallerine gitmelerinin ve dans etmelerinin men’i. 5- Şeriat-ı İslamiye’ye
mugayir olan ahval ve harekâtın men ’i esbabının temini ve 6- Fuhuşhanelerin,
umumhanelerin kapatılması men edilmesi.[570]
Yine muhakeme dosyasında, Şeyh Said
tarafından kendi el yazısıyla, Milli Aşiret Reisi İbrahim Paşa’nın oğlu Halil
Bey’e yazılmış olduğunun anlaşıldığı kaydedilen, imzasız ve tarihsiz bir
mektupta, mevcut hükümetin dine ve dindarlara savaş ilan edittiğinden
bahsedilmektedir. Arapça yazılı olan mektupta mevcut hükümetin; İslam
hilafetini kaldırdığı, saltanat ailesini sürgün ederek mallarına el koyduğu,
medreseleri kapattığı, şeyhülislamlık müessesini kaldırdığı, vakıf
müesseselerinin mal varlıklarını Milli Eğitim Bakanlığına devrettiği,
kadınların tesettürünü kaldırdığı, zinayı serbest bıraktığı vs ifade
edilmektedir.[571]
Darahini İnzibat memuru Fakih Hasan
Fehmi’nin, Şeyh Said namına, Piçar beylerinden Salih, Mustafa ve Mahmud
Efendilere yazmış olduğu 16 Mart 1925 tarihli mektupta, mevcut hükümetin dini
ve İslami ananeleri ortadan kaldırarak ladini ilan ettiği ve bu durumun İslam
namını taşıyan her ferdi son derece müteessir ettiğinden bahsedilmektedir.
Mektubun ilgili bölümü şu şekildedir:
“.. .Hükümet-i hazıranın din-i mübin-i
İslamiye’yi ve bilhassa an’anât-ı İslamiye’yi ortadan kaldırmak ve lâdini ilan
ettikleri, cümlenin malum olduğu gibi bi’t-tabi’ siz de bu ciheti pekâlâ
anlamış idiniz. İslam olan ve İslam namını taşıyan her fert, hükümetin bu
ahvalinden son derece müteessir olmuştu. Nihayet bu tesirâticabatı olarak
bi’l-umum Islamlarca maruf olan Palulu Şeyh Ali Efendi hazretlerinin hafidi
Şeyh Said Efendi hazretleri malından emval ve eşyasından ve evlad-ı iyalinden
ve hatta kendi hayatından bile vazgeçerek hükümetin kabul ve icra ettiği şu
lâdini mesailine tahammül etmeyerek başına topladığı Islamlarla teşrik-i mesai
ederek 14 Şubat 341 tarihinde vilayetimiz merkez hükümetiyle Çapakçur
hükümetlerini işgal etti. Ve Melekanlı Şeyh Abdullah Efendi hazretlerine
yazdığı mektup üzerine Şeyh-i mumaileyh dahi Genç ve Oğnut Meneşküt halkıyla
Varto’yı işgal ve Varto’dan yetmiş seyyar jandarmasını esir alarak bugün merkez
vilayetine geldiler...”[572]
Melekanlı Şeyh Abdullah tarafında Elman
aşâiri Bedirhan Ağa’ya yazılan 19 Mart 1925 tarihli mektupta da, isteklerinin
şeriat davası olduğu yazılıdır. Mektup şu şekildedir:
Elman Aşairi Bedirhan Ağa’ya
Bilhassa selam ederim. Aşâirinizin
cümlesine selam ederim. Dinimiz birdir. Gerek davamız bir ola. Bizim
istediğimiz şeriat davasıdır. Siz onlar değilsiniz ki müttefik olmayasız. Evvel
ve ahir din davası kol ve tüfek kuvvetiyle ileri gelmiştir. Bunun için bize
iltihak ediniz ve etrafınızda bulunan aşâirle muhabere ediniz. Sözünüzü bir
ediniz ki inşallah Muş ’u işgal edelim. Zaten Allahu teâlâ müyesser eder.
Burada bulunan aşâir reisleri cümlesi size
selam ederler. El-baki dua
19 Mart 341 (1925)
Melekanlı Şeyh Abdullah[573]
Bu belgelere bakıldığı zaman isyan
sahasında ve isyana katılanlar arasında dinin önemli bir unsur olduğu
anlaşılmaktadır. Bazı yazarlar isyancıların asıl amaçlarını gizlemek ve dindar
halkı isyana katılmaya ikna etmek amacıyla dini söylemleri tercih ettiklerini
ifade etmelerine rağmen isyana katılan geniş kitleler açısından bakıldığında
temel nedenin din unsuru olduğu görülmektedir. Bu açıdan Hasretyan gibi bazı
yazarların Şeyh Said isyanında dinin hiçbir etkisi olmadığını dile getirmeleri
temelsiz bir iddiadan ibarettir. Bunun yanında bu tür dini söylemler sadece
isyancıların yayınladıkları beyannamelerde değil, askeri makamların
yayınladıkları beyannamelerde de kullanıldığı ve böylece bölge halkının ikna
etmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu durum isyana katılan kitlelerdeki dini
etkiyi göstermektedir. Buna bir örnek olması açısından 8 Nisan 1926 tarihinde
Kırk Birinci Fırka Kumandanının “Ey Müslümanlar” başlığıyla yayınlamış olduğu
beyanname şu şekildedir:
Ey Müslümanlar!
Biliyor musunuz ne büyük bir gaflet
içindeyiz. Etrafımızı saran din düşmanlarını bu halimizle sevindiriyoruz.
Küffar üzerimize ordularını sevk etseydi bu kadar muvaffak olamazdı. Çünkü
onlar bir dirhem kanı akmadan bir parasını sarf etmeden asırlardan beri
beklediği maksadına nâil oluyor. Çünkü onların arzusu yeryüzünde Müslüman
bırakmamaktır. Yaptığınız bu hareket ne büyük gaflettir. Kime karşı kurşun
atıyorsunuz. Kime karşı isyan ediyorsunuz. Düşünmüyor musunuz karşımızdaki ordu
dinimizi, namusumuzu, canımızı Yunan piçlerinin, Ingiliz kâfirlerinin kirli ayakları
altında kalmaktan kurtarmış ve bu uğurdayüz binlerce şehit vermiştir. Şimdi bu
hale karşı şühedamızın ruhu ağlıyor.
Fahr-i Muhammed Mustafa Sallallahu Teala
Aleyhivesellem efendimizin ruh-ı mübarekleri fevkalade müteessir, biz ise
birbirimizi boğazlıyoruz. Bunu hangi din, hangi şeriat emir eder, bugün belki
şunun bunun balını yağma edebiliriz. Fakat Allahu azimüşşana kasem ederim ki
bunlar bize karim olur. Ingilizlerin memleketimizi çiğnediği zaman ne ırz ve ne
de namus kalmayacağı gibi bugün Müslüman kanı dökmeye kullandığınız
silahlarınızın pek çabuk ellerinizden düşer. Bir Ingiliz jandarması, bir
Mısırlı Müslüman köyünden geçerken bir tavuk avlamış ve köylü kadın ağlamaya
başlamış, buna Ingiliz neferi kızmış kadını da keyfi için bir kurşunla yere sermiş,
bu esnada kocası yetişerek deli gibi olup bir bıçakla jandarma üzerine
yürüyerek koluna saplayacağı esnada jandarma bunu da öldürmüş, bu herifin
jandarmaya karşı bıçakla hücum etmesi Ingiliz kanununa karşı o kadar büyük bir
cürüm imiş ki o köy halkı kâmilen idam edildiği gibi köy ateşe verilmiş. Ben
Yemen’e giderken Mısır’dan geçiyordum. Şimendiferle giderken bu köyün yandığını
görüp şimendiferdeki bir Mısırlı Müslüman’a sordum. Bana ağlayarak bu vakayı
hikaye eyledi. Iki sene evvel Hindistan’da bizim için iane toplamak üzere bir
cemiyet teşkil eden Müslümanların bu hareketini kabahat telakki eden Ingiliz
kumandanı elli bin Müslüman’ı kurşuna dizdirdiği gibi bir Hint şehrinde bir
Ingiliz kadınını bir Müslüman’ın yanlışlıkla yere düşürdüğü için Hint valisi o
şehrin kadın ve erkek bütün Müslümanlarını kendi yüz üstü saatlerce yılan gibi
sürüklemelerini emir ederek icra ettirmiştir.
Velhasıl İzmir’de Yunanlıların gebe
kadınların karınlarını yararak çıkardıkları çocuklarını köpeklere attıklarını
ve birçok Müslüman evladını diri diri ateşlere atarak yaktıklarını bilmem ne
için duymamış gibi hareket ediyorsunuz.
Ey gafil Müslümanlar! İşte Arabistan, işte
Arnavutluk, işte Trablusgarp, işte Tunus, işte Fas ağlamaktan gözleri
patlamıştır. Her biri ayrı ayrı devletin esiri, kölesi olmuştur. İnsaf ediniz.
Bugün efendi iken yarın nasıl köle olmaya razı olursunuz. Size tam bir Müslüman
ve temiz bir dindaşınız sıfatıyla bu hitabı yapıyorum. Bunu kendim için bir
vicdan borcu telakki ediyorum. Belki içinizde düşünemeyenler bulunuyor diyorum
ve tekrar ederim. Yaptığınız hatadır. Dine, namusa, millete karşı zulüm ve
isyandır. Hatanın neresinden dönülürse kârdır. Cenab-ı Vacibulvücud’dan
mağfiret temenni ederek hareketinizden vazgeçiniz. Köylerinize avdet ederek
selamet ile oturunuz. Tekrar ediyorum. Biliniz bu devlet böyle birçok isyanlar
görmüş ve söndürmüştür. Hiçbir zaman acze hamletmeyiniz. Bir bölüğü, bir taburu
dar bir yerde sıkıştırıp esir etmek, onları soymak, silahlarını almak büyük bir
marifet değildir. Bir bölük soyulur, yerine bir alay gelir. Bir alay bozulur,
yerine bir fırka gelir. Fırkalar bile mahvolsa ordular geleceğinden ve dinimiz
ve namusunuz uğrunda son nefesin sarf olunacağında kimsenin şüphesi olmasın.
Bunun misali de vardır. Harb-i Umumide mağlup olduk. Bizi tamamıyla esir edecek
bir muahadeyi İstanbul’da eski hükümet ve İngiliz parasıyla bu güne kadar
yaşayan padişahlar tasdik ettikten sonra biz bir avuç ordu silahlarımıza
sarılarak yedi düvele meydan okuduk ve Allah’ın inayeti ve peygamber-i zişanımızın
imdadıyla azmimiz sayesinde muvaffak olup beş yüz bin kişilik Yunan ordusunu
birkaç gün içinde denize dökerek bütün silah, top ve cephanesini iğtinam ederek
ordumuzu beş kat daha takviye eyledik. Bununla bütün dünya Müslümanları iftihar
etmiştir. Şüphe yok ki bu vazifeyi ifa da bir hisseniz vardır.
Ey Müslüman kardeşler! Yaptığınız hatadır.
Hatadır. Hatadır. Allah cümlemizi ıslah eylesin. Amin
Kırk Birinci Fırka Kumandanı
25 Ramazanulmübarek sene 1344 (8 Nisan
1926)[574]
Şeyh Said’i İsyana Sevk ve Teşvik Eden
Gazete Haberleri
Şeyh Said muhakemesinin başında şeriat
hükümlerinin uygulanmadığını gerekçe göstererek isyan ettiğini söylemişti.
Muhakemenin ilerleyen zamanlarında Mahkeme Reisi yeniden Şeyh Said’e, kendisini
isyana sevk eden sebepleri sormuş, Şeyh de iki sebep göstermiş ve şöyle cevap
vermişti. “Birisi kütüb-i şer’iye ve akide idi. Ruhumuz çıksa akidemiz
çıkmaz. İkincisi de matbuat, mütemadiyen bizim din nokta-i nazarında kinimizi
tezyit ettiriyordu. ” Bu cevap karşısında mahkeme reisi, üçüncü bir
sebep olarak Meclis’teki muhalefeti de zikretmişti. Şeyh Said ise “Muhalefet
vardı,fakat o sebep değildi” diyerek cevap vermişti.[575]
Şeyh Said’in gazetelerden okuduğu ve
kendini isyana teşvik ettiğini söylediği haberler, hem isyanın niteliğini
göstermesi açısından hem de ifadelerde adı geçen gazete yazarlarının, davaya
dahil edilmesine sebep olmasından dolayı önemlidir. Mahkeme tutanaklarında
geçen ifadelerin bir bölümü şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, şer’-i
şerifin icra edilmediğini, kadınların serbest gezdiğini, mebusların arasında
ihtilaf olduğunu nereden anladın da kıyam ettin?
Şeyh Said: Malumatım kitaptan idi.
Reis MüfidBey: Şer ’-i şerifin tatbik
edilmediğini hangi gazetelerde okur anlardın?
Şeyh Said: Şer’-i şerifin muhalefet
meselesini matbuattan; Sebilürreşat’tan, Tevhidi Efkâr’dan anlardım. Tanin,
Son Telgraf okumazdım. Cumhuriyet, Vakit; onları nadiren görürdüm. En çok
Sebilürreşad okurdum ve bazen de Tevhid-i Efkâr’dan.
Reis MüfidBey: Bazen diye ikiye ayırdınız.
Birisi matbuat, öbürleri kimlerdir?
Şeyh Said: Tüccar müccar. Erzurum mebusları
gelirlerdi, onlardan intişar ederdi. Muhabere etmezdim, tereşşuh ederdi.
Reis Müfid Bey: Erzurum mebuslarından
kimleri tanırsın?
Şeyh Said: Raif Hoca’yı bir kere gördüm,
diğerlerini görmedim.
ReisMüfid Bey: Nereden biliyorsun şer-i
şerifin tatbik edilmediğinin Erzurum mebuslarından tereşşuh ettiğini?
Şeyh Said: Raif Hoca’nın Meclis’teki
beyanatını gördüm.
Reis MüfidBey: Başka hangi beyanatını
okudun, hangi gazetede gördün?
Şeyh Said: Aklıma gelmiyor hangi gazetede
okuduğum.
Reis MüfidBey: Başka hatırladığın ne gibi
şeyler var?
Şeyh Said: Bazı risaleler gördüm. Ahmed
Cevdet mi Abdullah Cevdet mi bilmiyorum. Bir risale gördüm. Mesela
Sebilürreşat’ta görüyorduk ki: Musa mağrur iken, Isa meşhur iken, Muhammed emin
iken bunlar birer din çıkarmışlar, bu kadar ulakâ bir din çıkaramazlar mı gibi
şeyler okur canımız sıkılırdı. Sebilürreşat’ta yazıyordu ki: Izmid muharriri
Kılınçzade Hakkı, fahr-i kainat efendimiz hakkında itâle-i lisanda bulunmuştur.
Hasan Fehmi namında bir müftü mahkemeye müracaat etmiş, yüz lira ceza-yı nakdi
ile Kılınçzade mahkûm olmuş, Ankara adliyesi onu beraat ettirmiş.
Reis Müfid Bey: Hâlbuki mahkeme Ankara ’ya
gelmez. Temyiz Mahkemesi Eskişehir’dedir.
Şeyh Said: Belâ belâ, Eskişehir’e gelmiş
beraat etmiş diye okudum.
Reis MüfidBey: Başka neler işittin?
Şeyh Said: Mesela Meşihat-ı Islamiye’yi
şimdi Kız Mektebi yapmışlar. Talibattan birisi piyano çalmış, biri de keman
çalmış, sabahlara kadar müsamere yapmışlar. Bunları okuyunca müteessir
oluyorduk. ‘Meşihat-ı Islamiye ’de bir vakitler büyük ulema otururlardı ’ diye
meyus olurduk, acırdık. Maksadımız ‘Şeref-i Islamiye parlasın’ derdik.
Reis MüfidBey: Başka neler okudun?
Şeyh Said: Bir risale, mebuslardan üç kişi
telif etmişti. Ilyas Sami (Muş) ve iki kişi ‘Reddiye ’ diye. ‘Müçtehitler
zaman-ı sabıkta hulefanın dalkavukluklarını yapmışlar’ derlerdi. Bu da canımızı
sıkardı.
Reis MüfidBey: Bu reddiyeyi kime
yazmışlardı?
Şeyh Said: Birisi hilafet lehinde bir
risale yazmış, evvel mebusmuş. O da bir reddiye yazmış.
Reis MüfidBey: Başka neler okuyordun?
Şeyh Said: Sebilürreşad’ın her nüshasında
bir şey vardı ve benim üzerimde tesiratilkâ ediyordu. Farmasonluğu tarif
ediyordu, laikliği tarif ediyordu; hepinizin manzuru olmuştur. Ben cibilliyet-i
Islamiyemle mahzun oluyordum.”[576]
(...)
“Reis Müfid Bey: Dediğin risaleler üç dört
sene evvel yazılmıştır. Sen ne için bunlara birer reddiye yazmadın?
Şeyh Said: Ben o vakitler bir şeye
karışmak istemedim ve karışmadım. Okuyordum teessüf ediyordum. Kalbime nefret
hissi geliyordu. Bunun men’i lazımdır derdim.”[577]
(...)
“Reis Müfid Bey: Raif Hoca’nın beyanatını
okuduğunu söyledin, hâlbuki o Ziya Hoca’nındır. Beyanatın mealini söyle
Şeyh Said: BenRaif Hoca’nın biliyorum.
Reis MüfidBey: Okuyunca memnun oldunuz
değil mi?
Şeyh Said: ‘Hükümeti dinen teyit edelim,
muvafık mutabık bir hükümet yapalım.’ diyordu. Biz de bir mebusun Millet
Meclisi’nde dini mevzubahis etmesi bizi memnun etti, müsterih etti.
Reis MüfidBey: O beyanatı kimseye
göstermediniz mi?
Şeyh Said: Bana da bir başkası gösterdi. ‘Bak’
dedi, ‘Allah razı olsun bu adam dini mevzubahis etmiş, keşke hepsi öyle olsa’
dedi.
Reis Müfid Bey: Mebusların hepsinin hoca
olmasını mı istiyorsunuz?
Şeyh Said: Yok, hoca olması lazım değil;
dindar ve Müslüman olsun.”[578]
(...)
“Ali Saib Bey: Sen ahkâm-ı şer’iyeye
muhalif ahvali nereden anlıyordun?
Şeyh Said: Gazetelerden anlıyordum.
Ali Saib Bey: En çok gazetelerden
anlıyordun öyle mi? Bak şimdi gazeteciler gelecek, göreceksin hepsi genç
çocuklar. Senin tasavvur ettiğin gibi koca sarıklı, uzun sakallı adamlar değil
Şeyh Said: Ben ne bileyim, Sebilürreşad
diyordu. ‘Kız çocukları, erkek çocukları şapka giyiyorlar’ diye Sebilürreşad
yazıyordu.
Ali Saib Bey: Sen şemsiye taşımadın mı,
işte o da şemsiyedir?
Şeyh Said: Şemsiye taşıdım, fakat o şapka
imiş. Hatta yirmi beş yaşında delikanlılar bile giyermiş. ‘Italyan
mekteplerinde çocuklar tenessül (tanassur) ediyorlar’ diyorlardı.”5'8'8
Kitabeten, Matbuat Vasıtasıyla Hükümete
Müracaat Meselesi
Şeyh Said mahkemedeki sorgusunda vacip
olarak gördüğü ve zihninde tasavvur ettiği kıyamın aslında “kitabeten müracaat”
yani din ile ilgili taleplerini yazılı olarak hükümete bildirmek şeklinde
olduğunu söylemişti. Şeyh Said’in ifadesine göre; yanına birkaç kişi daha bulup
ilmî tartışmalardan sonra, bir kitap yazarak şeriatın hükümlerini açıklayacak
ve kanunların da şeriata uygun olmasını talep edecekti. Ancak kendi değişiyle;
Piran hadisesi buna müsaade etmemişti. Hatta jandarma meselesi olmasaydı, belki
altı, belki de bir sene sonra kitabeten müracaat ederek bu vacibi halledecekti.
İsyandan yaklaşık bir ay önce, Şeyh Said
ile Fakih Hasan arasında geçen bir konuşma, Şeyh Said’in silahlı isyandan
ziyade hükümete müracaat ederek bazı taleplerde bulunma düşüncesine daha yakın
olduğunu destekler niteliktedir. Fakih Hasan’ın anlatımına göre; Şeyh Said,
Fakih Hasan’ın köyüne gelince orada şeriat bahsi olmuş, bunun üzerine Fakih
Hasan, hükümete yazılı olarak müracaat etmesini söylemiş, Şeyh Said de onu
tasdik ederek; “Doğrudur kıtale sebebiyet doğru değildir, tahriren
müracaat lazımdır” demiştir.
Şeyh Said’in bu yöntemi tercih etmemesinin
sebebi sadece Piran Hadisesi değildir. Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinde
bu konuda söyledikleri önemlidir. Varto’daki ifadesinde, matbuat vasıtasıyla
müracaatta bulunmayı gereksiz ve faydasız gördüğünden bu yola iltifat
etmediğini söyleyen Şeyh Said, gerek mebusların ve gerekse matbuat erkânının,
kendisini eski kafa ve itikatta görerek mürteci addedeceklerini hatta
eğleneceklerini ve [579] müracaatlarını
reddedeceklerini düşündüğünü söylemişti. Şeyh Said, bu düşüncelerden dolayı
biraz daha güçlü olduktan sonra hükümete müracaat etmeyi düşünmüştü. Bunu teyid
eden bir konuşmasını isyan başladıktan sonra Darahini’de Yusuf Ağa’nın evinde
yapmıştı. Devlet memurları Şeyh Said’e telgraf hatlarını tamir ettirip
taleplerini Ankara Hükümetine bildirmesini söyleyince Şeyh Said: “Hayır,
şimdi müracaat etmem. Ne vakit ayaklarımızı uzatacak kadar kendimize biryer
yaparsak ol vakit müracaat edeceğim” diye cevap vermişti.[580]
Kitabeten müracaat etmesi konusunda Şeyh
Said’i birkaç kişinin daha uyardığı mahkeme konuşmalarından anlaşılıyor.
Tutanaklarda geçen bölüm şöyledir:
“Ali Saib Bey: Şeyh SaidEfendi, bu sana
nasihat etti mi?
Şeyh Said: İsmail Efendi, bu [Liceli
Tahir], bir adam daha vardı. ‘Bu ne iştir. Ne yapıyorsunuz?’ dediler, İsmail
Efendi söyledi. ‘Dinimizin istikametini dava ediyoruz’ dedim. ‘Kitabeten
yazınız’ dediler. ‘İstihza ederler tahkir ederler, Kürtleri nazar-ı itibara
almazlar’ dedim. ‘Başka yerde yapınız’ dediler. ‘Ben burada bir kere başladık’
dedim. Doğrusu nasihatleri tesir etti; hatta adam gönderdim, hücuma gidenleri
geri çevirdim.
Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, geçenki
ifadelerinle şimdiki ifadelerin arasında ayrılık görüyorum.
Şeyh Said: Hayır, hakiki söyledim. Bu sözü
orada beraber söyledim, tafsilat olduğundan tay ettim.
Ali Saib Bey: Bu kanaat sende orada mı
hâsıl oldu?
Şeyh Said: Evvelden bende o kanaat vardı.
Ali Saib Bey: Sen Piran’da bu vaka
olmasaydı müracaat edecektim dedin?
Şeyh Said: Belâ, niyetimde müracaat vardı.
Fakat biraz kuvvetli olup müracaat edecektim.
Ali Saib Bey: Sen isyan fikrini, kıyam
fikrini kafana koymuşsun, buğz ve adavetin neticesi ne olur?
Şeyh Said: Buğz ve adavet kalbimde
vardı,fakat kıyamyoktu, evvelleriyoktu hakikat buydu.”[581]
Kürtçülük, Kürt Hükümeti Kurma ve
Muhtariyet Talebi
Şeyh Said, ifadesinin başından sonuna
kadar Kürtçülük iddialarını reddetmiş ve Kürt hükümeti kurmaya yönelik
amaçlarının olmadığını savunmuştur. Hatta ifadesinin en başında, bu konuda
henüz bir soru sorulmamışken, “Hamd olsun hepimiz Müslümanız. Kürt Türk
yoktur. ” demiştir. Diyarbekir’i almak istemelerinin sebebini de, din
konusundaki taleplerini daha güçlü bir şekilde hükümete sunmak olarak izah eden
Şeyh Said, kraliyet kurma iddialarını reddetmiş ve “Ben ne riyazet
kabul ederdim ne de elimden gelirdi” demiştir. Hatta Diyarbekir’i
aldıktan sonra hükümetin taleplerini kabul etmemesi halinde bile “Hükümetten
ayrılmazdık. O vakit ne yapacaktık bilmem” demiştir.
Ancak Şeyh Said’in, Varto’da vermiş olduğu
ifadesinde farklı bazı söylemleri bulunmaktadır. Bu ifadeye göre Şeyh Said,
İsyan’ın maksadını şöyle anlatmıştı: “Ahkâm-ı şer’iyenin bu vaziyette
keşmekeş devam eder ve hükümet de bunun önüne geçmek üzere tedabir ittihaz
etmezse, kendi aralarında ahkâm-ı diniyeyi layık-ı vechle temin ve tatbik etmek
fikriyle muhtariyet talep ve temin eylemek ve hükümet buna da muvafakat
etmediği takdirde Diyarbekir ’i zabt eder etmez, icap ederse Ingiliz
Hükümeti’ne müracaat ederek Türk hükümetinin maksatlarına temine davet ve icbar
edilmesini talep etmekten ibaret”[582] Yani
Şeyh Said, hükümetin şeriat hükümlerini, içinde bulunduğu keşmekeşlikten
kurtarmadığı takdirde dinî kuralların layıkıyla uygulanmasını sağlamak fikriyle
“Muhtariyet” talep etmek amacında olduğunu hatta hükümetin bunu kabul etmemesi
halinde İngilizlere müracaat ederek, İngilizlerin vasıtasıyla Türk hükümetini
buna zorlamak niyetinde olduğunu söylemişti.
Şeyh Said’in yakalanmasından sonra 16
Nisan’da yapılan sorgusunda geçen bu ifadeler, daha sonra verdiği ifadelere
tamamen zıttır. Şeyh Said, daha sonra hem Savcı tarafından alınan ifadesinde,
hem de mahkeme sorgusunda böyle bir muhtariyet talebinden veya İngiliz
yardımından kesinlikle bahsetmemiş ve bu tür iddiaları da reddetmiştir.
İfadelerdeki bu çelişkiler birkaç sebepten kaynaklanabilir. Birincisi Şeyh Said
Varto’da vermiş olduğu ifadesini daha sonra değiştirmiş ve bu iddiaları gündeme
getirmemiş olabilir. Savcı Ahmet Süreyya Bey de Şeyh Said’in muhakemesinin
yapıldığı ilk gün bu duruma dikkat çekerek, Şeyh Said’in ifadeleri arasında
çelişkiler olduğundan bahsetmiş ve önceki ifadelerin mahkemede okunmasını
istemişti. Mahkeme tutanaklarına bakıldığı zaman bu durum yalnız Şeyh Said için
geçerli değildir. Bunun yanında diğer sanıkların da ilk ifadeleri ile
mahkemedeki ifadelerinde farklılıklara rastlanmaktadır. Sanıkların birçoğu
muhakemeleri sırasında Varto’da alınan ifadelerinin bir kısmını inkâr etmişler
ve ifadelerinde yazan bazı cümleleri kullanmadıklarını iddia etmişlerdir.
Şeyh Said’in yukarıda zikredilen ifadeleri
arasındaki çelişkileri açıklamak için ikinci bir sebep ortaya çıkmaktadır ki bu
daha hem Varto’da alınan ifadelerin hem de mahkeme tutanaklarının sıhhatini
sorgulamayı gerektirecektir. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Şeyh Said’in
Varto’da alınan ifadesinin orijinali mahkeme dosyasında bulunmamaktadır.
Yukarıda aktarılan bölüm mahkeme tutanaklarında geçmektedir. Varto’da alınan
ifadenin orijinali mahkeme dosyalarında olmadığından dolayı tutanakta geçen
bölümle kıyaslaması tarafımızdan yapılamamıştır. Ancak Şeyh Said’in
ifadelerinin bir kısmı dönemin bazı gazetelerinde yayınlanmıştır. Bu açıdan
Varto’da alınan ifadede geçen böyle önemli bir itirafın, dönemin gazetelerine
yansıyıp yansımadığı önemlidir. Böyle bir itirafın yargılamaları takip eden
basın tarafından yayınlanma ihtimali yüksektir. Ancak bu ifadelerin gazetelerde
yer almadığı görülmektedir. Örneğin Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 28 ve 31
Nisan 1925 tarihli nüshalarında, Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadelerinden
bahsedilmekle birlikte böyle önemli bir itiraftan söz edilmemiştir. Yine Vakit
gazetesinin 27 Nisan 1925 tarihli nüshasında “Şeyh Said’in Ifadatı” başlığı
altında yapılan haberde Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinde, “Kürdistan
Krallığını teşkil için fırsatın zuhur ettiğini zannederek harekete geçtik” dediği
yazmakla birlikte -ki muhakeme zabıtnamesinin orijinalinde bu ifadeler de
yoktur- İngilizlerin yardımıyla muhtariyet talep edileceğine dair bir bilgiden
bahsedilmemektedir. Bununla birlikte yine Vakit gazetesinin 7 Haziran 1925
tarihli nüshasında Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinin büyük bir bölümü
neşredilmiştir. Fakat muhtariyet talebi ve İngiliz yardımı ile ilgili mahkeme
zabıtnamesinde yer alan bölüm burada da yer almamaktadır.
Diğer Maznunların İfadelerinde Göre Sebep
ve Amaç
Hem mahkeme sırasında hem de mahkeme
öncesindeki sorgularda sanıklara isyanın maksadı, neden başladığı sorulmuştu.
Sanıkların geneli isyanın dinî sebeplerden çıktığını ve Piran’da başladığını
söylemişlerdi. İsyanın önde gelen kişilerinin ifadelerine göre İsyan, hükümet
kurma amacı taşımamaktaydı, amaç dindi ve bu konuda hükümetten bazı taleplerde
bulunacaklardı.
Örneğin, Şeyh Said’in damadı olup isyanda
önemli bir rol oynayan Şeyh Abdullah ifadesinde, “Hükümete itirazlarım
vardı. Fakat isyan taraftarı değildim” demektedir. Bunun yanında Muş
Vilayetine yazılan tarihsiz ve imzasız belgeye göre; 11 Mart Perşembe günü
sabaha karşı Şeyh Abdullah 500 kişilik bir kuvvetle Gümgüm’e geldiğinde, Şeyh
Abdullah’a maksatlarının ne olduğu sorulmuştu. Şeyh Abdullah verdiği cevapta
maksatlarının beylik, ihtilal çıkarmak veya hükümete karşı gelmek değil, yalnız
dini bir meseleyi hükümetten istirham etmek olduğunu söylemiş ve bunu
gerçekleştirmek için üç gün boyunca Hınıs telgrafını tamir edip meseleyi
Ankara’ya anlatmak istemişlerse de Erzurum’un buna yol vermediğini, şimdi ise
Muş valisini aracı yaparak dertlerini Ankara’ya arz etmek istediklerini
belirtmişti. Belgenin ilgili bölümü şu şekildedir:
“Bu içtimadaki maksadı beylik değil,
ihtilal çıkarmak değil, Hükümet-i Cumhuriye ’mize karşı gelmek değil, yalnız
bir mesele-i diniyeyi Hükümet-i Cumhuriye’mizden istirham olduğu ve bunun için
üç gün çalışarak Hınıs telgrafını yaptırıp Ankara’ya meseleyi anlatmak istediği
halde Erzurum yol vermedi, şimdi de zat-ı alilerini vasıta edip zat-ı alileri
vasıtasıyla Ankara’ya dertlerini ve meseleyi anlatmak ve katre kanları
kalıncaya kadar topraklarını ecnebiyeye vermemek olduğunu arz etmektir ve
ecnebiler de bunu yani İslamiyet toprağına tama’ etmemelerini anlatmaktır”[583]
Darahini İnzibat Memuru olan Fakih Hasan
da maksadın şeriat meselesi olduğunu söylemişti. Tutanakta geçen ifadesinin bir
kısmı şöyledir:
“Reis MüfidBey: Diyarbekir’i aldıktan
sonra maksatları ne idi?
Fakih Hasan: Diyarbekir’i aldıktan sonra
ne yapacaklardı bilmiyorum, yalnız bildiğim şeriat meselesiydi. Ben kendisine
bir mektup yazdım: ‘Şeriat böyle İslam’ı İslam’a vurdurmak değildir’ dedim. O
bana ‘şaşarım aklına’ dedi. ‘Biz Kürdlüğü muhafaza edeceğiz’ dedi.
Reis Müfid Bey: Bu memleketleri aldıktan
sonra halife mi yapacaklardı?
Fakih Hasan: Sonra bir halife
getireceklerdi, yine bu hükümetle idi. Bir kısım mebusların da beraber olduğunu
söyledi. ‘Halife elyak olsun da kim olursa olsun’ diyordu.
Reis Müfid Bey: işgalden sonra bir halife
yapacaklarını söylediniz, nasıl yapacaktınız, Hilafet olmadığına dair kanun
olduğunu siz bilmiyor musunuz?
Fakih Hasan: Kanun olduğunu ben
bilmiyordum. Onlar söylüyorlardı, bilmem; muhaberesi var mıydı yok muydu,
bilmiyorum.
Reis Müfid Bey: Demek oluyor ki, bunların
maksadı din perdesi altında hükümet tesis etmek idi?
Fakih Hasan: ifadem doğrudur. Her ne
olursa olsun ben doğruluktan ayrılmıyorum.”[584]
(...)
“Ali Saib Bey: Sen Şeyh SaidEfendi’ye
gittiğin zaman ‘ne var ne yok’ dedin, o da sana şeriat meselesini söyledi. Öyle
mi?
Fakih Hasan: Kendisi, Şeyh Said Efendi
daima söylerdi ki: ‘Mebuslar şer-i şerifi kaldırmışlar. Birkaç madde var onları
talep edeceğiz’ dedi.”[585]
Savcı Ahmed Süreyya Bey tarafından 18 Mart
1925 tarihinde Fakih Hasan’ın ifadesi alınmıştı. Fakih Hasan’ın bu ifadede bazı
sorulara verdiği cevaplar şöyledir:
“Süreyya Bey: Şeyh Said’in bu kıyamdaki
maksadı ne idi?
Fakih Hasan: Şeriat istemekti.
Süreyya Bey: Şeriat ortadan kalkmış mı idi
ki şeriat isteniliyordu?
Fakih Hasan: Hayır kalkmamıştı. Yalnız
Şeyh Said’in ifadesine göre bazı mebuslar şeriatı kaldırmak istiyorlarmış,
şeriatı muhafaza için kıyam etmiş ve hatta hükümet de bu fikirde imiş ve
programında bile varmış, ahalinin daha ziyade iştiraki de bu yüzdendir.
(...)
Süreyya Bey: Şeyh’in bu işteki maksadı
hakkında ne anladınız?
Fakih Hasan: Kendi aralarında ne vardı
bilmem. Bana şeriat istediklerini söylüyorlardı. Darahini’nin işgalinden sonra
Karaz’da iken ben kendisine mektup yazdım. Maksadının şeriat olduğunu ve silah
istimal etmeyeceğini hatırlattım. Hâlbuki öyle hareket etmediğini ve silah
kullandığını ve bunun muhalif-i şer olduğunu yazdım. Bana cevaben Fehmi’nin
yazısıyla bir mektup gönderdi. Bu mektupta “Ben Kürtlerin hukukunu muhafaza
için yapıyorum” diyordu. Şeyh’in bu mektubunu dairede Ceza Reisinin, Müddei-i
Umuminin, Banka memurunun ve isimlerini der-hatır edemediğim diğer memurların
huzurunda okudum ve bunun maksadı fenadır dedim. Onlar da biz zaten eskiden bu
işin fena olduğunu biliyoruz dediler...
Süreyya Bey: Şeyh Saidmaksadına varmak
için nereleri işgal etmek istiyordu?
Fakih Hasan: Diyarbekir’i,Malatya’yı,
Harput’u,Maraş’ı, Urfa’yı, Siverek’i, Ayıntab’ı, Muş ’u, Bitlis’i, hatta
Sivas’ı, Trabzon’u Erzurum’u ve birçok yerleri işgal etmek istiyordu ve bunun
için de mebusların birçoğu ve paşaların kısm-ı azamı kendi fikrinde olduğunu
söylüyordu. Fakat ben bunları bizzat Şeyh’in ağızından değil, onun erkânından
olan ağavat ve beylerden işitiyordum. Hatta bu Şeyh’in adamları bu havaliye
asker gelirken, gelen askerlerin Abdülhamid’in oğluyla beraber geldiğini ve
kendilerine yardım için geldiğini söylüyorlardı. Fakat gelen asker muharebeye
başlayınca artık kimse inanmaz olmuştu.”[586]
Elaziz Cephe Kumandanı olan Şeyh Şerif de
isyancıların muhtariyet istemeleri halinde onları vuracağından bahsetmişti.
İfadesi şöyledir:
“Reis Müfid Bey: işte Şeyh Şerif Efendi,
Kaymakam Bey’e de sorduk.
Şeyh Şerif: Kaymakam Bey’e demedim mi ki ‘İngilizlerin
dahli varsa ben kendim usata vururum’ dedim. Sorunuz. ‘Muhtariyet isteseler de
vururum’ dedim.
Reis MüfidBey: Ne idi maksadın, bu isyan
edenlerin peşinde koşmaktaki?
Şeyh Şerif: Benim maksadım yoktu. Ben
kumandanlık etmedim, yalandır. ”[587]
(.)
“Süreyya Bey: Bunlar muhtariyet ve
istiklaliyet isteseler ecnebi bir hükümetten, sen bunları vururdun değil mi?
Şeyh Şerif: Vururdum elimden gelse idi.
Kaymakam Hilmi Bey: Öyle söyledi.
Süreyya Bey: Üç yüz beş yüz kişi de olsa
vurur muydun?
Şeyh Şerif: Vallahi yemin, dakikada olsa
vururdum.
Süreyya Bey: Şeyh SaidEfendi’yi de vurur
muydun?
Şeyh Şerif: Karşı gelirdim. Onlar beni
vursaydılar hiç olmazsa kurtarırdım.”[588]
Bir diğer sanık ve yargılamanın sonunda
idam edilen Hanili Mustafa Bey de ifadesinde “Şeriatfikri öyle
saldırmıştı ki, Şeyh Said bile nâdim olup durun yapmayın deseydi önüne
geçemezdi.” demiştir.
Şeyh Said haricinde isyanı haklı
gerekçelerle izah etmeye çalışan kişi Hanili Salih Bey olmuştur. Salih Bey,
İsyanı vahşiyane bir miting olarak nitelemiş ve medreselerin kaldırılması gibi
bazı inkılâpların halk üzerindeki olumsuz tesirlerinden bahsetmiştir. Onun bu
konudaki sorulara verdiği cevaplar şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Bir isyan hadisesi var.
Bu gibi hadisat şüphesiz maksatsız olmaz. Bu isyandan maksat nedir?
Salih Bey: Maksat bizim bu havalide dinden
ibarettir. Evvel emirde medreselerin seddi, ahalinin zihnini hırpaladı. Bizim
bu havalide her köyde bir medrese bulunur. iaşe ederler, beş on talebe bulunur.
Medarisin seddi emri verilince her tarafta bir su-i tesir yaptı. Dinlerini
öğretmek men olununca teessür başladı, Hukuk-ı Aile Kanunu ve ilâ âhir galeyanı
artırdı. Maksadımız biliyorduk ki hükümete karşı duramayacağız. Dini teessür
bir cinnet-i muvakkata halini almıştı. Ekser ahali intihar eder derecesine ileri
atılıyordu, ‘Dinimiz uğruna bir kaçımız ölelim, Diyarbekir ’i işgal edelim ’
diyorduk.
Reis Müfid Bey: Demek ki avam arasında bu
dini şekilde bir galeyan vardı. Zat-ı âlinizin de kanaati bu muydu?
Salih Bey: Evet, başka katiyen bir sâik
yoktur. Bu teessür bende daha ziyade idi. ‘Hükümet dine ait işlere müsaadekâr
bulunsun’ diyordum. Ben de istiyordum ki, ‘Hükümet bir an evvel tashih-i
harekât etsin’ diyordum.
Reis MüfidBey: Bu galeyanı husule getiren
kimlerdi?
Salih Bey: Galeyan kendi kendine geliyordu,
emeğe lüzum yoktu.
ReisMüfid Bey: Salih Bey! Ben gezdiğim
köylerde kelime-i şehadet bilmeyen, namazı bilmeyen adamlara tesadüf ettim. Bu
dediğiniz şekilde bu halk isyan eder mi?
Salih Bey: Bu kabil adamlar her yerde
bulunur, ahalinin ekserisi öyle değildir, kelime-i şehadeti bilmeyenler de
vardır.
Reis Müfid Bey: Size soruyorum,
Medreselerde müderris dediğiniz adamlar okumak yazmak bilmeyen adamlar değil
mi, orada tahsil gören adamlar da aynı değil mi?
Salih Bey: Bizim medreselerden iyi adamlar
çıkmıyor değil efendim.
Reis Müfid Bey: Siz isyan iştirakinizden
maksadınız da din meselesidir öyle mi?
Salih Bey: Yalnız din meselesi, yalnız!
ReisMüfid Bey: Bu halkı dine alet ittihaz
ederek, böyle isyan ettirmek doğru mudur?
Salih Bey: Size karşı öyle söylüyorlar.
Reis Müfid Bey: Sorduklarımız Şeyh
Efendi’nin, Bey’in emriyle girdiklerini söylüyorlar. Hiç dinden, medreselerin
kapandığından bahsetmiyorlar.
Salih Bey: Mustafa Bey muhteldir, sözünü
bilmiyor yarım adam. Şimdi dara gelince şeyhe, ağaya atıyor. Herkeste o
cesaret-i medeniye yok ki, Evet din için yaptım’ desin. Kürd de kendine göre
kurnaz ve ağasının üstüne atıp kurtulacak zanneder.
Reis Müfid Bey: Acaba Yusuf Ziya, Halid de
din meselesi için mi uğraşıyorlardı?
Salih Bey: Onu hiç bilmiyorum. Yalnız
geçen gün bazı şeyler duydum, Kasım Bey’den duydum, taaccüp ettim. Bizim bu
havalide öyle şeyler yok.
Reis Müfid Bey: Doktor Fuad, Hacı Ahti
bunları tanırsın. Bunların fikr-i siyasisini de bilirsin ve işitmişsindir tabii?
Salih Bey: Doktor Fuad’ı uzaktan tanırım.
işitiyorum ki, Doktor Fuad bir Kürd kulübünde imiş. Ben esasen cemiyet, kulüp
ve komit fikirlerinin aleyhdarıyım. Bizim mülhakatta Doktor Fuad gibi eşhasın
zerre kadar tesiri olamaz. Kasabayı bilmiyorum. Bizde yoktur.
Reis Müfid Bey: Ben size bu isyanın
esbabının birisinin de siyasi olduğundan bahsettim. Demek ki maksat ve gayeniz
din meselesidir öyle mi?
Salih Bey: Kendim öyle olduğum gibi ekser
ahaliyi de öyle gördüm.
ReisMüfid Bey: Şeyh Abdüllatif ve Şeyh İsmail,
bunları tanırsın. Bu adamlar huzur-ı mahkemede İngilizlerle muhabere ve ittifak
olduğunu söylediler. Bunlar cahil iken duyarlar da sizin gibi âlim bir zat
işitmez mi?
Salih Bey: Onu bilmiyorum beyim. Katiyen
bilmem ve emin olunuz İngiliz parmağı da olduğunu bilsem iştirak ve kabul
etmezdim. Bu vilayette sâik dindi.
ReisMüfidBey: Harici bir tesirat vücudunu
kabul etmiyorsunuz, öyle mi; ne için?
Salih Bey: Aklıma sığdıramıyorum.
Reis MüfidBey: Fena mıdır; mezmum mudur?
Salih Bey: Fenadır ya... Bir evlat pederine
karşı isyan eder fakat..
Reis Müfid Bey: Haricin parmağını mezmum
görüyorsunuz da; hükümete, pederinize karşı yaptığınız isyanı ne için mezmum
görmediniz?
Salih Bey: Mugalata değildir.
Reis MüfidBey: Siz isyana iştirak ettiniz
mi etmediniz mi?
Salih Bey: Evet, o cereyana ben de
kapıldım.
Reis MüfidBey: Siz de biraderzadeniz
Mustafa Bey gibi muhteli’ş-şuur muydunuz?
Salih Bey: Mustafa Bey ‘ifade-i meram
edemiyor’ demek istedim.
Reis Müfid Bey: Cereyan ile isyan arasında
fark görüyor musunuz?
Salih Bey: Evet, ben fark görüyorum. Ben
cereyana iştirak ettim, benim nazarımda bizim hükümetimiz vahşiyane bir miting
şeklinde idi.
Reis Müfid Bey: Bu vahşiyane mitingi niye
tertip ettiniz, medeni bir şekilde miting tertip edemez miydiniz?
Salih Bey: Başka çaresini bulamadık.
İsterseniz ‘isyan’ deyiniz, ben böyle telakki ediyorum.
Reis Müfid Bey: Sizi Şeyh Said Efendi mi
iğfal etti, yoksa bu cereyana kendiliğinizden mi kapıldınız?
Salih Bey: Hayır, ben iğfale kapılacak
adam değilim. Şeyh Said Efendi bir kibritti, o olmasa idi başka birisi yapardı.
Şeyh Said Efendi ne beni kandırabilir ne de icbar edebilir.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi bir
kibritti, kabiliyet hazırlanmıştı demiştiniz. Demek ki evvelce tertip
edilmiştir?
Salih Bey: Şüphesiz hazırlanmıştı. Hükümetin
mugayir-i şer’-i şerif harekâtı bu vaziyeti ihzar etmişti.
Reis Müfid Bey: Ne vakitten beri
hazırlanmıştır?
Salih Bey: Geçen sene, işte o tarihte.
Reis MüfidBey: Ne suretle hazırlanmıştır?
Salih Bey: Tertip edilmişti başkadır,
hazırlanmıştı başkadır. ‘Hükümetin harekâtı hazırladı ’ dedim.
Reis Müfid Bey: Halkın bu teessüratını
hissedip de bu fertleri toplayan kimdi?
Salih Bey: Fertleri toplayan yoktu. Her
fertte bir teessür görüyordum, önayak olan kimse yoktu. Bilahare Şeyh Said
Efendi geldi, tesadüftür.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi olmasaydı
bu iş yine olacaktı, öyle mi?
Salih Bey: ihtimal başka bir sebep yine bu
hadiseyi meydana getirebilirdi.”59
Ayrıca Hanili Salih Bey, müdafaasında,
hakkındaki Kürtçülük iddialarını reddederek, İslam milletlerinin arasına nefret
sokacak bir hareketi ayıpladığını söyleyerek şunları ifade etmiştir: “Kalben
müteessirdik, fakat bir kıyam-ı umumi olacağını hayalimizden geçirmiyorduk. Bu
muhakemeye gelmezden evvel demek ki çok gafilmişim, kendimi bileli böyle siyasi
bir Kürdlük cereyanı olduğunu bilmiyordum. Akvam-ı islamiye arasına münaferet
sokacak bir hareketi, her cereyanı takbih ederim. Beni mahkûm da etseniz idam
olunurken de söylerim. Siyasi hiçbir cereyandan haberdar değilim. Bu isnad
benim için bir lekedir, ölürken bile bu lekeyi reddederim. Her halde civar
köylerde öyle siyasi cereyanlar yoktu, eğer merkez vilayette var idiyse ondan
da haberdar değilim.”[589] [590]
Yukarıdaki ifadelerin yanında isyanın Kürt
Hükümeti kurmak maksadına yönelik olduğu ve dinin bu iş için perde yapıldığına
dair ifade veren sanıklar da olmuştur. Örneğin Şeyh Abdüllatif isyanın maksadı
için “Din perdesi altında İngilizlerle birleşip bir Kürdistan Beyliği teşkil
etmekti.” demişti.[591] Abdüllatif
Bey de ifadesinde “İşittiğime nazaran Şeyh Said Diyarbekir’i alacak ve
dört kişi İngilizlere gönderecek ve anlaşacakmış, bunları da Zazalardan
işittim. Öyle anlaşılıyor. Böyle işittim efendim. Hükümet mi teşkil
edeceklermiş ne yapacaklarmış bilmiyorum. Muharebe edecekler, İngilizlerin
muavenetiyle hükümet teşkil edeceklermiş” demiştir.[592]
Bu konuda en geniş bilgiyi veren yine
Binbaşı Kasım Bey’dir. Kasım Bey’in ifadelerine daha önce geniş olarak yer
verildiği için bu bölümde tekrarlanmamıştır. Ancak Kasım Bey’in isyanın amacını
net bir şekilde belirttiği birkaç ifadesi şu şekildedir:
“Reis Müfid Bey: Şeyh Said Efendi isyandan
evvel her halde bir tertibat yaptı. Bu tertibatta kimler vardı ve ne idi
esbabı?
Kasım Bey: Tertibat din meselesini ortaya
attılar. Taklib için dini alet ettiler. Güya dini tatbik etmek istiyorlardı.
Reis MüfidBey: Dini alet ettiklerine
kanisiniz. O halde esas maksatları ne idi?
Kasım Bey: Esas maksatları istiklal elde
etmekti.”[593]
(...)
“Reis Müfid Bey: Kasım Bey, bu isyan için
tertibat olduğu anlaşılıyor. Bu isyandan gaye nedir?
Kasım Bey: İstiklaldir. Kendileri de
kısmen itiraf ettiler.
Reis Müfid Bey: Bu gayeye vusul için
bazısı siyasi çalışmış, bazısı da dini çalışmış. Neticesi ne olacak?
Kasım Bey: Herkes kendine terettüp eden
vazifeyi yapıyordu. Maksat müşterekti ve istiklaldi.”[594]
Diğer bir sanık Çapakçur Halk Fırkası
Reisi Süleyman oğlu Rüştü Bey, isyancıların Kürt hükümeti teşkil etmek amacında
olduklarını zannettiğini söylemiştir. İfadesi şöyledir:
“ReisMüfid Bey: Süleyman, biliyorsun ki
bir hadise var. Bu isyan hadisesinin neticesi ne idi, ne yolda meydana geldi?
Rüştü Efendi: Ben de bu vukuatın ne yolda
olduğunu bilmiyorum. Birkaç ay evvel Kaza Kaymakamı tarafından benden bir sual
soruldu, tahkikatyaptım, Hacı Mustafa Bey’in neden dolaştığını anlayamadım.
Sonra, ‘hükümet ezer’ dedim. ‘Onu kimse ezemez’ dediler. Sultan Hamid’in oğlu
ile Simiko ve birkaç şeyhin Acem hududuna geldiğini duydum. Halk Fırkası ’na
yazdım, Genç Vilayetine tahkikat için emir geldi, Vali şahitleri tecziye
ettirdi.
Reis MüfidBey: Bu isyandan maksat ne idi?
Yalnız şeriat meselesi midir?
Rüştü Efendi: Haricen şeriat idi. Fakat
asıl maksat ne idi bilmiyorum. Çünkü kendileriyle temas etmiyordum.
ReisMüfid Bey: Şimdi Simiko ve sairden
bahsediniz. Onların muhaberesinden şeriat meselesi olmadığını anlamadın mı?
Rüştü Efendi: Onların gayesi her halde
şeriat gayesi olduğunu bilmiyorum. Fakat başka ne maksatları vardı bilemiyorum,
zannederim Kürd hükümeti teşkil etmek maksatları vardı.”[595]
Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan’ın
kâtipliğini yapan Liceli Tahir de şunları söylemiştir:
“Reis Müfid Bey: isyanın esbabı nedir; ne
anladın, ne diyordu Şeyh Said?
Liceli Tahir: Bilahare anladım. Lice’den
Piran’a geçtiğini, orada vukuat olduğunu duyunca anladım. Genç hükümetinin
üstüne gittiğini ve hilaf-ı şeriat ahvalden dolayı isyan edeceğini söyledi.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in isyandan
maksadı ne imiş?
Liceli Tahir: Bendeniz evvelce vâkıf
değildim, sonra da bunu biliyorum.
Reis Müfid Bey: Yalnız maksat şeriat mı
imiş?
Liceli Tahir: Hasan Efendi şeriat
ahkâmının tatbiki için çalıştığını söyledi.
Reis Müfid Bey: Hasan Fakih sana isyanın
esbabı hakkında bir şey söylemedi mi, hariçten muhabereleri yok muymuş?
Liceli Tahir: Hasan Efendi, ‘işittiğime
göre Ingiltere ile de muhaberesi vardır’ dedi; bana o kadar söyledi.
Reis Müfid Bey: Eğer maksat şeriat
meselesi olsa ingiltere ile muhabereye lüzum var mıdır?
Liceli Tahir: Evvelce bir ittifak, bir
muhabere olduğunu bilmiyorum.
Reis MüfidBey: Bunun neticesi ne olacaktı,
sen ne tahmin ediyorsun?
Liceli Tahir: Şeyh ’in tarifine göre
birkaç yeri işgal ettikten sonra hükümeti icbar edeceğim dedi.
(...)
Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in ecnebi
hükümetlerle veyahut sakıt hükümdarlarla münasebeti olduğundan Hasan Fakih sana
bahsetmedi mi?
Liceli Tahir: Katiyen malumatım yok, böyle
bir şey bilmiyorum. -demekle ifade-i mazbutası tekrar okunarak-
ReisMüfidBey: ifadende bunu söylemişsin.
Ne işittin, doğru söyle?
Liceli Tahir: Evet, bendeniz onu söyledim.
Halifezade meselesini duymadım.
Reis Müfid Bey: ingiltere’nin Şeyh Said’e
muavenet edeceğini de söyledi mi?
Liceli Tahir: ingiltere ile ittifakı ve
muhaberesi olduğunu icabında muavenet edeceğini söyledi.”[596]
(...)
“Reis Müfid Bey: Elaziz’i, Diyarbekir’i aldıktan sonra maksatları ne idi?
Liceli Tahir: Maksatları benim hissiyatıma
göre, Diyarbekir’i zabt eder etmez Ankara ile muhaberata başlayacaklarmış.
Reis MüfidBey: Bu teklifatı Ankara kabul
etmezse ne olacaktı?
Liceli Tahir: Onu bendeniz bilmiyorum.
Reis MüfidBey: Diyarbekir’i zabt etmek
kolay mıdır?
Liceli Tahir: Diyordum, alsalar bile
netice faydasızdı.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’in içinden
kendilerine muavenet vaat edenler var mıydı?
Liceli Tahir: O kadar dedi fakat esami
tasrih etmezdi, kendisi de bilmezdi. Katiyen idare edemezlerdi, zaten bir
hükümet teşkil edeceğiz demiyorlardı.
Reis Müfid Bey: Hasan Efendi bundan
bahsetmez miydi, Diyarbekir’deki arkadaşlarından bahsetmedi mi?
Liceli Tahir: Hasan Fakih de bilmezdi.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i vesaireyi
aldılar. Ankara muvafakat etmeyince ne yapacaklardı? Müstakil bir hükümet mi
teşkil edeceklerdi?
Liceli Tahir: Onu rivayeten söylüyorlardı.
Reis Müfid Bey: İfadende İngilizlerin
muavenetinden bahsediyorsun. İngilizlerle ittifaktan istiklal çıkmaz mı?
Liceli Tahir: Hariç devlet olunca öyle bir
mana fi’l-hakika çıkar.”[597]
Mahkemede yargılanmış olan Mardinli çiftçi
Mehmed oğlu Arifin hizmetkârı 18 yaşında Gülün bin Maho ifadesinde, Şeyh
Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in köylerine gelerek köy ahalisine
hitaben “Haydi ne duruyorsunuz. Şeriat kayboldu. Silahlanınız Mustafa
Kemal Paşa’dan şeriat isteyeceğiz” dediğini söylemiştir.[598] Bunun
yanında Mahkeme dosyasında Şeyh Said’in hizmetkârlarından olduğu söylenen ve 62
numaralı kararda yargılanan Halid oğlu Bahri ifadesinde, “Maksat din ve
şeriat meselesi ve binnetice taklib-i hükümettir” demiş ve Şeyh
Said’in “Şeriat istiyoruz” tarzında propaganda yaptığını
söylemiştir.[599] Şeyh
Said tarafından Lice zabıta memurluğuna tayin edilmiş olan İsmail oğlu Hüseyin
de ifadesinde; isyanın başarılı olması ve Diyarbekir’in alınmış olması halinde
Ankara’dan Diyarbekir’e birçok “başların” geleceğini ve orada onlarla anlaşma
yapılacağını işittiğini söylemiştir. Ayrıca başarısız olunduğu takdirde ise
İngilizlere isnat edeceklerini zannederdim demiştir.[600]
Halifelik, Vahdeddin ve Kürtler
Bazı kaynaklar tarafından İsyan’ın en
önemli sebeplerinden birisi olarak, halifeliğin kaldırılması gösterilmektedir.
İsyancıların bir amacının da, Musul’da bulunduğu söylenen Abdülhamid’in oğlu
Burhaneddin’i halife yapmak olduğu bazı raporlarda geçmektedir ve bu iddia
mahkeme sırasındaki sorgulara da yansımıştır. İsyancıların böyle bir beklenti
içerisinde oldukları ve bu söylentilerin isyancılar arasında yayıldığı
anlaşılmaktadır. Hatta asilerin Diyarbakır’ı almaya çalıştıkları ve
başaramadıkları bir zamanda, şehri savunmak için gelen askerlerin Abdülhamid’in
oğlunun askerleri olduğu ve isyancılara yardıma geldiği lafları isyancıların
arasında dolaşıyordu.
Bölge halkının halifeye büyük bir bağlılık
içerisinde olduğu bazı kaynaklarda geçmektedir. Kürt milliyetçisi olan ve
isyandan önceki bir dönemde Kürt Hamidiye Alaylarına katılıp Hasenan ve Cibran
aşiretlerinin oluşturduğu İhtiyat Tugayındaki Kürt subaylarla irtibata geçen
Kadri Cemil Paşa, bu tugaydaki subaylarla Kürtlerin millî meseleleri üzerine
konuşmaya çalıştığını, ancak buradaki aşiret mensubu subayların İslam
Halifesine büyük bir sadakatle bağlı olduklarından Kürtlerin millî meselelerine
ait hiçbir şeyi dinlemek istemediklerinden bahsetmektedir.[601] Yine
Kadri Cemil Paşa daha sonraki dönemde yabancı devletlerin egemenliğinde olan
halifenin kurtulacağı inancıyla Kürtlerin Mustafa Kemal Paşa’ya içten bağlılık
gösterdiklerini ancak Yunan savaşından sonra halifenin saltanattan
uzaklaştırılmasıyla birlikte Türk ve Kürt İslamların Mustafa Kemal Paşa’ya
karşı besledikleri sevgi ve güvenin yok olmaya başladığını söylüyor.[602]
Bir diğer yazar Ömer Kürkçüoğlu da
Halifeliğin kaldırılmasının isyanın sebeplerinden birisi olduğu ve aynı zamanda
Türkiye’nin Musul tezine manevi bir darbe vurduğunu belirtmektedir.[603] Bruinessen
ise halifeliğin kaldırılmasını “Kürt-Türk kardeşliğinin en önemli
sembolünün ortadan kaldırılması” olarak nitelemektedir[604] ve
hilafetin ilgasından sonra Kürdistan’da milliyetçilikten ilham alan bir dizi
ayaklanmaların çıktığına dikkat çeker.[605] Bruinessen’e
göre isyanı tertip edenlerin Vahdettin’le irtibata geçmeye çalışmalarının amacı
da dindar Kürt halkının desteğini sağlamaktır.[606]
Mahkeme tutanaklarına Şeyh Said’in
halifelik ile ilgili görüşleri de yansımıştır. Şeyh, ifadesinin bir yerinde,
herhangi ırk ve millete mensup olursa olsun “eslah ve erşed ve a’lem” (en
iyi, en olgun ve en bilgili) bir sülalenin şeriat ahkâmı gereğince halife
olmasını şer’an vacip olarak gördüğünü söylemiştir.[607] Başka
bir yerde ise halifelerin ahkâm-ı şer’iyeyi yerine getirmekle görevli
olduklarını söylemiş, Mahkeme Reisi’nin “bir halife mi olsun
istiyorsun?” sualine “Olsa dinimize muvafıktır. O da ahkâm-ı
şer’iyedendir” cevabını vermiştir. Şeyh Said’in en yakınlarında olan
Fakih Hasan da ifadesinde Şeyh Said’in halifeliği geri getirme amacında
olduğunu söylemiş, “halife elyak (liyakatli) olsun da kim olursa olsun” dediğini
aktarmıştır.
Önemli iddialardan birisi de Sultan
Vahdeddin’in Şark İsyanı ile alakadar hatta tertipçisi olduğudur. Behçet Cemal
karşı devrim olarak nitelediği İsyan hareketini bizzat Vahdeddin tarafından
idare edildiğini söylemektedir. Onun anlatımına göre Vahdeddin İlayı Vatan
adında gizli bir örgüt kurmuş, Bükreş’te Hilafet kongresinin yapılmasından
sonra Anadolu’da karşı propagandaya başlamıştır. Aynı zamanda Hilafet Komitesi
adı altında olan bu örgüt Şeyh Said’le de anlaştığı gibi, Kürt hareketini
İstanbul’dan idare eden Seyyid Abdülkadir’le anlaşmıştır. Behçet Cemal bu
mutabakata göre isyanın 1926’da başlamasının kararlaştırıldığını aktarmaktadır.[608] Bu
iddiayı teyit edecek yeterli delil olmamasına rağmen Behçet Cemal ile aynı
fikirde olan yazarlar vardır.[609] Bunun
aksine bazı araştırmacılar da Vahdeddin ve dinî muhalefetin Kürt isyanıyla
bağlantısının ispat edilemediğini söylemektedirler.[610]
Vahdeddin’le Şeyh Said İsyanı arasında
olduğu iddia edilen bağlantının tespit edilmesine yönelik çalışma İstiklal
Mahkemesinin yargılamaları sırasında başlamıştı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde
Distolcüler davası yani Vahdeddin’in kurmuş olduğu iddia edilen Tarikat-ı
Salahiye Cemiyeti davası devam ederken, Şark İstiklal Mahkemesi’nde de Kürt
Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir ile Kör Sadi’nin yargılamalarını
yapılmaktaydı.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Savcısı Necib
Ali’nin 5 Haziran 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi’ne yazmış olduğu yazı
da bu bağlantının nasıl araştırıldığı anlaşılıyor. Bu yazıya göre; Vahdeddin,
İngilizlerin oluruyla, Tarikat-ı Salahiye adında ve amacı şeriat hükümlerini
uygulayan bir hükümetin iktidara gelmesini sağlamak amacıyla bir cemiyet
kurmuştur, Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmakta olan Kör Sadi’nin bu
cemiyetle alakası vardır, Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti ile Şeyh Said’in
maksatları arasında çok büyük uyum vardır. Necib Ali, ayaklanma ile bu cemiyet
arasında bir münasebet tespit etmek arzusunda olduklarını ve Şeyh Said’in de bu
cihetle sorgulanmasını istemektedir. İsyan ile Cemiyet arasında irtibatı
düşündüren delil ise Tarikat-ı Salahiye Cemiyetinin Musul’da bulunan Şeyh Mahmud’a
üyelik için bir vesika göndermiş olması ve Cemiyet’in Beyazıt’ta bir kahvede
yaptığı toplantılara Kör Sadi’nin iştirak etmiş olmasıdır.[611]
Raporlara Göre İsyanın Amacı
İsyan bölgesinde görev yapmış olan sivil
ve askeri bazı memurların hazırlamış olduğu raporlar bulunmaktadır. Bu
kişilerin isyan hakkında verdiği bilgiler önemlidir. Bu bölümde, bu raporlarda
isyanın maksadı ile ilgili kısımlar aktarılmıştır.
Bir müddet asilerin elinde esir olan Hani
Nahiyesi Müdürü Hüsnü Bey, İstiklal Mahkemesi Savcısı’na verdiği ifadede
isyanın maksat ve gayesinin şeriat perdesi altında Kürdistan istiklali olduğunu
söyledikten sonra asilerin elinde esir olduğu sırada Şeyh Said’in kardeşi Şeyh
Mehdi’nin söylediklerini aktararak şunları ifade etmiştir:
“Mukaddema bu hükümet şeriatı,
medreseleri, mektepleri, Kur’an’ı ilga etti. Güya buna Şeyh Said min-tarafillah
(Allah tarafından) memur imiş, bunun için isyan etmişler. Bilahare asilerin
birkaç binlere bâliğ olarak Diyarbekir’e hücumları esnasında ‘Kürdistan
Hükümeti olacak, Türk memurları kovulacak ’ şayiası çıktı.”
“isyandan gaye ve maksatları şeriat
perde-i nisyanı altında Kürdistan istiklali ve Türklüğün izmihlali gayesi takip
ediliyordu. 15 Şubat 1341’de Şeyh Mehdi tarafından Serdi’ye götürüldüğümüzde
Şeyh Tahir aynen şöyle diyordu: ‘Türk Hükümeti.. Türk Hükümeti.. Ne için Kürt
Hükümeti olmasın? Bak benim hırkamın kolundaki yamalara, hain Türkler siz
görürsünüz. Bundan sonra biz sizi istemiyoruz. Emellerimize muvaffak olursak ne
âlâ, olamaz isek Halep’e gideriz. Oradaki pek âlâ, pek iyi yaşıyor ve
ingilizlerin idaresi sizden iyidir. Siz Türklerden ne iyilik gördük?’ buna
mümasil (benzer) sözler söylediler. Binaenaleyh bu maksat gayelerini pekâlâ
gösteriyor. Darahini vilayetinin Tavsala karyesine geldiğimizde Botyanlı Ömer
Ağa’nın biraderi Sabri Ağa şöyle söylüyordu: ‘Asker gelmeden Diyarbekir’e
girersek işimiz oldu. Yok giremez isek, bizim için hak ve hayat yoktur.’”[612]
Hüsnü Bey, ayrıca 25 Nisan 1925’te 7.
Fırka’ya yazdığı raporda Hani’de esir alınıp Darahini’ye getirilince burada
Darahini İnzibat Memuru Fakih Hasan ile arasında geçen konuşmayı şöyle
aktarmıştır:
“On beş Şubat 341 tarihinde usat
tarafından Hani nahiyesinden Telgraf Müdürü Kadri ve Takım K. Vekili Fahri
Çavuş ve dört jandarma efradı kaldırılarak Darahini’ye sevk edildik. Şeyh
Said’in vekili ve Darahini inzibat Zabiti Fakıh Hasan bizleri hatt-ı harp
nizamına dizdirerek ‘Hani müdürü kimdir? ’ diye sordu. Bendeniz cevap verdim.
‘Nerelisin?’ dedi. Konyalı olduğumu söyledim. ‘Sen Konyalılara kurban ol; bu
dinsiz hükümetin aleyhinde kaç sene mukaddem Konyalılar isyan etmiştir. Bizim
maksadımız sizin gibi dinsizleri dine davet etmektir. Senin, Şeyh’in aleyhindekiyazdığın
raporu gördüm. Seni Şeyh’e kurban edeceğim.’ dedi ve heyet-i nahiyeyi çifte
süngülü ile Jandarma Dairesine hapsetti.”[613]
Lice Kaymakamı Asım Bey, 26 Mayıs 1925
tarihinde verdiği raporun bir bölümünde isyan edenlerin her birinin farklı
maksatları takip ettiğini söyleyerek şunları ifade etmiştir:
“Her şey, fakat hiç bir şey... Bu isyan
eden fertlerin her biri muhtelif maksatlar istihdaf ediyorlardı. Kimi
yekdiğerinden intikam alıyordu; Hani’de Mustafa Bey, Hamdi Bey’i yağma
ettirdiği gibi. Kimi memurinden (memurlar) intikam alıyordu. Kimi tekâlifin
kesretinden kurtulmak istiyordu. Çoğu mahkûm, askerfirarisi ve hazineye
medyundur (borçlu). Kimi şeriat istiyordu, kimi padişahlık, halifeden
bahsediyordu; en sonra Kürtlük meselesi cereyanı almış yürümüştü. Bir misal:
Kurik köyünde topal bir Ali Ağa vardı. Bu adam Darahini, Çapakçur ve Ardeşin
arasında mutavassıtlık yapıyor ve hiçbir şey (.?) etmiyordu. Bir gün makam-ı
istihzada (alay ederek) ‘Darahini körlerin payitahtı’ dedim, bütün yüzü gözü
kızardı. Hem mahcup oldu ve hem de hiddet etti. ‘Evet, Darahini payitaht, Şeyh
Efendi halife ’ dedi. Eğer Kürtler Diyarbekir’i alaydılar Kürtler ve Türkler
arasında çok büyük rezaletler kopacak ve esir Türk memur, zabit ve askerlerden
nişane kalmayacaktı.”[614]
Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey, Şeyh
Said’in Darahini’ye gelmesinden sonra Yusuf Ağa’nın evinde memurlarla yaptığı
konuşmaya şahit olmuş ve bunu 25 Mayıs 1925 tarihli raporunda aktarmıştır.
Rapora göre Şeyh Said, Ankara Hükümetinin; hilafeti, şer’i mahkemeleri, evkafı
lağvedip medreseleri kapattığını ve “ladini” bir Cumhuriyet kurduğunu söylemiş
ve kendisinin de emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle (iyiliği emretme
köyülüğü men etme) mükellef olduğunu söylemiştir:
“Sabahleyin memurîn-i Adliye bendehaneye
geldikleri zaman gece gelmiş olan Şeyh Said’in memurlarla görüşmek üzere Yusuf
Ağa’nın hanesine çağırdığı gelen birisi tarafından haber verilmekle bizzarur
memurînle beraber Yusuf Ağa’nın hanesine Şeyh Said’in nezdine gittiğimizde Şeyh
Said: ‘Hazret-i Peygamberimiz Kuran-ı mu’cibince amel eder ve yanında da Ebubekir
Sıddık ve Ömer hazeratını müsteşar olarak bulundurur fakat rey sahibi Hazret-i
Peygamber idi. Osmanlı Padişahları da mahkeme-i şer’iyelere ve ulemaya ve dine
riayet ve medreseleri ihya, evkafı muhafaza, müskiratı men eylemek suretiyle
altı yüz sene mülkü idare ettiler. Vaktaki meşrutiyet oldu, din ciheti biraz
zafa düçar olduysa da göze çarpacak derece değildi. Ne vakit Ankara Hükümeti
teşekkül etti; hilafeti, mahkeme-i şer’iyeleri, evkafı lağv ve medreseleri
kapattı; laik -kendi tabiriyle Ladini- bir hükümet-i Cumhuriye olduğunu ilan
etti. Ben ulemadanım,‘emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle mükellefim. Maden
dâhilinde Piran’da jandarmalar yanımdaki adamları tutmak istedi; Arada silah
patladı, kan döküldü; artık olan oldu, Diyarbekir postasını zabt ettirdim. Bu
ruhumu feda edip meydana çıktım. Vakt-i merhunundan (belirlenen vakit) evvel bu
işe giriştim. Bakalım ömrümüz iki gün mü, üç gün mü olacaktır? Zira paramız,
topumuz, cephanemiz yoktur; istinadımız sırf din kuvvetidir.’ dedi. Biz de:
‘Medreselerin lağvına mukabil, ilahiyat şubesi açıldı; Mahkeme-i şer’iyenin
zaten mahdud (sınırlı) ve muayyen (belirli) olan vazifesi mahkeme-i asliyeye
verildi, Evkaf’ın idaresi usul-i sâlimeye rapt olundu, alenen müskirat
istimalinin men edildiğine dair tebligat vuku buldu; bunlar kâfidir.’ diye
ifademize o da ‘Hayır kâfi değildir’ diye cevap verdi. Biz: ‘Öyle ise telgraf
hattını tamir ettirip Ankara hükümetine iblağ (ulaştırma) etseniz muvafık
olmaz mı?’ dedik. O da: ‘Hayır, şimdi
müracaat etmem. Ne vakit ayaklarımızı uzatacak kadar kendimize biryeryaparsak
ol vakit müracaat edeceğim’ diye cevap verdi ve yanından ayrıldık.”
Ayrıca Genç Savcısı Mehmed Hamdi Bey, Şeyh
Said, Darahini’den ayrıldıktan sonra Fakih Hasan’ın memurları camiye
toplamasını ve orada geçen konuşmaları da aktarmıştır. Fakih Hasan camide
yapmış olduğu konuşmada; tesettüre ve şeriat hükümlerine riayet edilmediğini,
içki kullanımının serbest olduğunu, kadınların dans ettiğini vs. söyleyerek
bunlardan dolayı kıyamın meydana geldiğini söylemiştir. Ayrıca bu konuşmasında
maksatlarının bir devlet kurmak olmadığını da söylemiştir:
“Fakih Hasan bir gün öğleden evvel ‘özürlü
özürsüz her memur öğlen namazına gelecek’ diye dellal bağırttı. ‘Bundan maksat
ne olabilir?’ diye memurîn ile söyleşiyor iken Tahsil Memuru Hamid Efendi
gelerek: ‘Fakih Hasan memurîne bir beyanname okuyacak ama bunda bir şeytanet
(şeytanlık) var’ dedi. Biz de: ‘Olsa olsa memurîni vasıta edip maksatlarını
hükümete iblağ ettirecekler’ dedik. Öğle okundu, camie gittik. Namaz bittikten
sonra ahaliyi ve memurînden tali kısmını dışarıya çıkardı. Devair rüesasını
(resmi kurum başkanları) camide alıkoyup kapıya da tüfekli Kürt jandarmaları
ikame ve ‘içeriye kimse girmeyecek’ diye emr-i kati verdi. Vali İsmail Hakkı,
Jandarma Binbaşısı Mustafa, Muhasebeci Münir ve Şube Reisi Hüseyin ve Mahkeme
Reisi İsmail Hakkı ve Aza Lütfi ve Aza Mülazımları Mustafa ve Kemal ve Nüfus
Müdürü Şükrü ve Sıhhiye Müdürü Mazhar ve Ziraat Bankası Müdür Fazlı ve Tahsil
Memuru Hamid ve Jandarma Yüzbaşısı Ali Avni ve Mülazım Mihri Bey ve efendilerle
eşraftan Mehmed Ağa ve Diznankaryeli Haydar Ağa ve birkaç faki içeride kaldık.
İnzibat Memuru Fakih Hasan cebinden bir kâğıt çıkardı. Jandarma Yüzbaşısı Ali
Avni Efendi’ye verdi. O da ayağa kalkıp alenen okudu. Kâğıtta şöyle yazılıydı;
‘Tesettüre ve ahkâm-ı şer’iyeye riayet olunmuyor, müskirat istimal olunuyor,
kadınlar dans ediyor, Evkaf ve mahkeme-i şer’iyeler lağv ve medreseler sed
ediliyor; Bundan dolayı kıyam vukua geldi. Maksadımız bunları Ankara
Hükümeti’ne iblağ etmektir’ dedi. Ben Fakih Hasan’a: ‘Sen bunu böyle yazıp bize
okudun fakat Şeyh Said burada yoktur.’ dedim. Cevaben: ‘Onun malumatı olmadıkça
böyle şeye teşebbüs edebilir miyim.’ demesine karşı ‘Öyle ise Maksadımız
istiklal değildir diye yazılmamış ’ dedim. O da: ‘Evet öyle bir maksadımız
yoktur. Sırf yazıldığı vecihledir.’ dedi. Şube Reisi: ‘Sizin Ankara’da
mebusunuz vardır. Onun vasıtasıyla hükümete iblağ etseniz olmaz mı’ demesine
cevaben: ‘Hayır bizim mebusumuzyoktur, o hükümetin emriyle tayin edilmiştir.
Zaten evvelce Kürdistan beş vilayet idi. şimdi livalarla vilayet oldu.’ diye
söyledi.”[615]
Lice Memurlarından altı kişinin (Varidat
Katibi Yusuf, Baytar Ömer Hulusi, Sıhhiye Memuru Naci, Sıhhiye Memuru Kadri,
Banka Memuru Abdülgani, Lice Telgraf Müdürü Nail) hazırlamış olduğu 14 Nisan
1925 tarihli ortak raporda Şeyh Said’in Lice’ye girdikten sonra çevresi ile
yaptığı konuşmaları şöyle anlatılmaktadır:
“Şeyh’in meclisindeki bütün mübahase
Türklerin Kur’an’ı, din ve şeriatı kaldırıp her köyde bir fuhuşhane tesis
ettirecekleri ve Avrupa’dan celp edecekleri erkeklere damızlık yaptırıp İslam
’ı Hristiyanlaştıracaklarını ve kadınların müteaddid (birden çok) erkeklere
istediği varabileceklerini ve nikâhın badema (bundan sonra) men edildiğini,
Ankara’dan Halid Bey’e vürud eden mektupta yazmış bulunduğundan, hâlbuki
Kürtlerin civanmert, dindar bir millet olup Türklerin hâkimiyeti altında
dinsiz, namussuz, istiklalsiz yaşamları gayr-ı caiz, Kürt istiklalinin mutlak
surette istihsal edileceğini ve Türklerin nefy ettikleri Ermenileri getirip
Erzurum, Van,Muş, Bitlis ve havalisinde kemakân (eskiden olduğu gibi)
iskânlarıyla Türklerin kovulacağı yolunda devam ediyordu. Kerameti cümlesinden
olarak elhamdülillah Hani ’de toplar, mitralyözler, makinalı tüfekler mücehhez
birfırkanın bütün mühimmatıyla esir edildiğini ve bundan iğtinam edilen
(ganimet olarak alma) top, cephane ile Diyarbekir ve Bitlis zabt ile Erzurum’a
yürüneceğini söylediği istihbar kılınmış, ve Ermenilerin vatan-ı aslilerine
memâlik-i ecnebiyeden sahiplerine müsaade edildiğini ve mevcut Ermenilerin mal
ve canlarına katiyen müdahale ve zulüm edilmemesini münadilerle (tellal) ilan
ettirmiştir.”[616]
Lice Jandarma Kumandanı Ziya Bey, 13 Nisan
1925 tarihli raporunun son kısmında kıyamın iki sebebi olduğunu söyleyerek şu
açıklamalarda bulunmuştur:
“Kıyam’ın esasi ikidir: Birisi Kürdistan
hükümeti teşkil etmek, diğeri de mahkûm olan Şeyh Said’in affını temin eylemek
gayesine matuftur. Şeyh’in biraderi, oğlu, Lice Müftüsü’yle oğlu Hoca Said,
İhtiyat Zabitlerinden Fehmi’nin efkârı Kürdistan’ın istiklali merkezindedir.
Müftü’nün oğlu Hoca Said medrese odasında Kürdistan istiklalinden mütemadiyen
bahsetmiş ve bir gün bahsederken bu işte muvaffakiyete hâsıl olmazsa hudangerde
o rezil, dinsiz Türk Hükümeti tekrar tesis ederse kendileri için hakk-ı hayat
olamayacağını söylemiştir.”[617] [618]
Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali
Fehmi’nin 28 Nisan 1925 tarihli raporunda isyanın amacının İngiliz himayesi
altında bir Kürt hükümeti kurmak olduğunu söylemektedir:
“isyan; şekli itibariyle soygunculuğu,
mahiyeti itibarıyla Kürtçülüğü, hakikatte ecnebi paralarıyla genç
Cumhuriyetimizi sarsma maksadını hâvi idi ki Kürdistan’ın bilumum şeyhleri
beyleri, bugün masum görünenler dâhil olmak üzere cümlesi methaldardır.
Sebilürreşad mecmuası ile Tevhid-i Efkâr gazetesi işbu irticaı ihzar ettiği
gibi İctihad’ın bazı makaleleri de ezhanı tahrike çok yardım etmiştir.
isyanın esası: Evvela irtica, saniyen Kürt
istiklali, salisen ecnebi tahrik ve teşvikiyle Türkiye ’nin sarsılmasından
ibarettir. Memleketteki şeyhlerle softaların propagandaları, teceddüd, asrilik,
gençlik aleyhine matuf iken, isyandaki az çok düşünebilenler... bir Kürt
hükümeti vefakat İngiliz himayesi altında istiklal sevdasını taşıyorlardı.
Nitekim Şeyh Said, Şeyh Tahir, Salih Bey, Liceli Fehmi bu babda fikirlerini
açıkça beyan etmişlerdi.”621
Şeyh Said’in 5 Şubatta Lice’ye gelmesinden
sonraki süreci gün gün raporunda anlatan Lice Asker Alım Şube Reisi 10 Nisan
1925 tarihli raporunda, isyancıların liderlerinin söylemiş olduğu bazı sözleri
raporunda aktarmaktadır. Bu raporda, Şeyh Said’in kardeşleri Şeyh Tahir ve Şeyh
Muhittin’in Hani postasını ele geçirdikleri haberini Lice’ye getiren Muallim
Ali Fehmi Efendi ifadesine göre, Şeyh Tahir: “Türkiye Hükümetinin
gayr-ı şer’i bir takım ahvalinden, Türkler arasında dinin sükûtundan ve
medreselerin seddi keyfiyetinden bahis açmış ve isyanı mecburi olarak ihtiyar
etmiş olduklarını” söylemiştir. Yine aynı rapora göre 18 Şubat
tarihinde Lice’de isyan taraftarı olanlar halkı isyana iştirak için dolaşarak
propaganda yapmakta ve Şeyh Muhittin’in yazmış olduğu mektubu halka
okumaktaydılar. Mektup “Ey zümre-i kalile-i gâfılin! Kur’an-ı Kerim’e
nasıl karşı korsunuz? Koyduğunuz takdirde cümleniz helak ve tarumar olursunuz.” mealinde
idi ve halk üzerinde büyük tesir bırakmakta idi.
Ayrıca Şeyh Said, 19 Şubat tarihinde Darahini’den
hareket ederek Lice’ye iki saat mesafeye kadar geldiğinde, şehir ahalisi,
Şeyh’in nezdine elçi göndererek şehre girmemesi ve herhangi bir vahşetin
yaşanmamasını istedikleri vakit, Şeyh Said onlara: “Ben dinin i’lası ve
şeriat-ı garranın tesisiyle medarisin (medreseler) ihdası (kurma) için bu
liva-yı isyanı (isyan sancağı) çektim. Katiyen Lice’ye geleceğim, Kur’an’a ve
bana kim karşı korsa koysun.” diyerek cevap vermiştir.
Yine aynı raporda, 23 Şubatta Lice’ye
giren Şeyh Said’in, Kâzım Bey’in konağında iken yanına gelen halka ve memurlara
şu şekilde hitap ettiği yazmaktadır: “Ey Efendiler! Kürdistan’ın, bir
Erzurum vilayeti kadar olan Belçika hükümeti ilan-ı istiklaliyet ettiği halde
biz hala bir rehbere arz-ı ihtiyaç ediyoruz. Dağlarımız maadinle (madenler)
dolu, ovalarımız altınla mezrudur (ekili). Milliyetimizi, diyanetimizi,
şeriatımızı unutmuş; dans salonlarına Avrupai birtakım adet ve kanunlara gayr-ı
şer’-i bazı hallere tapmışız. Şule-i ilim (ilim ışığı) ve irfan olan
medreseleri sedd etmiş,farmasonyetiştiren mektepler açmışız. Ben Kürt menâfiine
(menfaatler) olarak liva-yı isyanı çektim ve perdeyi yırttım, artık siz de
dikmek çaresine bakınız”
Bunun dışında Binbaşı’nın raporunun
sonunda isyanla alakalı fikirlerini beyan ettiği şu bölüm de dikkat çekicidir:
“Şeyh’in bu isyanına iştirak eden
Licelilerin bir kısmı câh (mevki, rütbe)ve servet, bir kısmı nehb ve garet
(yağma) emelleriyle, bir kısmı da Şeyh’in havf (korku) ve tehdidatıyla iştirak
etmiş idi... Birtakım softalar ve mutaassıplar tarafından yapılan propaganda
neticesinde, Şeyh’in cidden sahib-i keramet olduğunu muhitin cahil kafaları
hazmediyordu. Şeyh ‘Top güllesini tutar, kurşunu toprak yapar’ gibi daha birçok
safsatalara iman getirmişlerdi. Şeyh, Lice halkının bilgisinden değil cehalet
ve belahatinden (aptallık) istifade etti. Bir gaye ve emel peşinde koşan ancak
yirmi kişiden ibaret olsa gerektir, diğerlerinin yüzlerini karartan cehalet ve
taassuplarıdır. Şeyh’in musanna (uydurma) kerameti, göz kamaştırır altınları,
zerrin sözleri; şunun bunun gözünü kamaştırdı, fikir ve iradeleri tarumar
etti.”62. [619]
Dış Yardım ve İngilizler
Şeyh Said İsyanı’nın İngilizler veya başka
bir devlet tarafından kışkırtılmış olması ve İsyan’ın başlangıcından itibaren
ya da herhangi bir aşamasında, İsyancıların İngilizlerden yardım alıp
almadıkları hakkında da farklı görüşler vardır.
Şeyh Said isyanından birkaç ay önce bazı
önemli olaylar meydana gelmişti. Lozan Anlaşması gereğince Türkiye ve İngiltere
19 Mayıs 1924 tarihinde bir araya gelerek Musul meselesini görüşmeye
başlamıştı. Musul konusunda Türkiye’nin temel tezi, Musul nüfusunun genelinin,
yüzyıllardır beraber yaşayan Türk ve Kürtlerden meydana geldiği, bu yüzden
Musul’un Kürt ve Türk nüfusunun ana bloğunun yaşadığı Türkiye’ye bağlanması
gerektiği idi. İngilizler ise Türkiye’nin tezine karşı olarak, iki milletin
birbirinden çok farklı ve uyum içinde yaşamadıklarını savunuyordu. Kendi
tezinden emin olan Türkiye, bölgede bir plebisit yapılmasını isterken
İngilizler buna yanaşmamakta idi.[620]
Görüşmeler devam ederken İngiltere masadan
kalkarak 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. Tam da bu gelişmeden
bir gün sonra 7 Ağustos’ta “Hristiyan Kürtler” olarak bilinen ve çoğu Hakkâri
bölgesinde yaşayan Nesturiler, Cumhuriyet’e karşı bir ayaklanma çıkarmıştı.
Irak’ta bulunan İngilizler’in Nesturilere silah ve para yardımı yaptıkları
anlaşılmıştı. Bir diğer önemli gelişme ise bu isyanı bastırmakla görevli olan
Beytüşşebab Grubu’na bağlı bazı subayların 4 Eylül 1924 tarihinde kıtalarından
kaçarak İngilizlere sığınmaları olmuştur. Firar eden bu subaylardan birisi
Azadi’nin kurucularından olan Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza idi.[621] Bu
önemli gelişmeler birkaç ay sonra çıkacak olan Şeyh Said isyanının bu
gelişmelerin bir parçası olduğu ve İngiliz bağlantılı olduğu yönündeki
şüpheleri artırmıştı. Hatta devletin üst kademelerinde ve gazetelerde isyandaki
İngiliz rolüne kesin gözle bakılmakta idi.
Şeyh Said İsyanı’nın başlamasından kısa
bir süre sonra Meclis’te konu ile ilgili açıklama yapan Başvekil Fethi
Bey: “Efendiler! Haricî mesailin (meseleler) hallolunmak üzere
bulunduğu şu sıralarda dahilde zuhur eden bu isyan hareketinin esbab-ı menşeini
aradığımız zaman, bir çok şeyler varid-i hatır (akla gelen) olabilir. Fakat bu
varid-i hatır olabilecek esbab ve avamil (sebepler) hakikaten asıl asiler ve
mürettipler (düzenleyen) tarafından ahaliye karşı izhar edilmemiştir.” diyerek
isyanın Musul meselesinin halledilmesi sırasında çıkmış olduğuna dikkat çekmiş
ve olayı Arnavutluk İsyanı ile 31 Mart Hadisesi’ne benzetmiş ve isyanın dış
bağlantısına üstü kapalı da olsa işaret etmişti.
Esasen isyanın başlarında ve
yargılamaların olduğu dönemde, İsyan’da İngilizlerin parmağı olduğuna dair
genel bir intiba bulunmakta idi. 17 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ankara
mahfilinin bu işte İngilizlerin parmağı olduğuna inandığı yazılıydı. Aynı
şekilde Cumhuriyet gazetesinin 18 Şubat tarihli nüshasında Şeyh Said ve
maiyetinin İngilizlerden yardım gördüğü yazılıyordu.[622] Metin
Toker, kitabında Doğu’da bir Kürt hareketinin İngilizler eliyle hazırlanmakta
olduğunu, hükümetin bunu bildiğini ve bu konuda birçok planın ele geçirildiğini
yazmaktadır.[623]
Kâzım Karabekir Paşa ise, Fethi Bey’le
aynı gün yaptığı Meclis konuşmasında: “Mahdut mütegallibenin, haricî
teşvikatla bazı emellere nail olmak için, halkı dinî tahrik ile idlal
(doğruluktan ayırma) ettikleri anlaşılmıştır” diyerek hem hükümetin
alacağı tedbirlere destek vermiş, hem de İsyan’da dış bir devletin kışkırtması
olduğundan bahsetmişti.[624] Ancak
bununla birlikte muhalif mebuslardan Rüştü Paşa bir gazeteye yaptığı
değerlendirmede, hadise’de yabancı bir devletin parmağı olduğunu düşünmediğini
söylemiş; buna delil olarak da İsyan’ın Genç ve Muş gibi memleketin orta
bölgesinde meydana geldiğini, yabancı devletlerle temas amacı olsaydı, isyanın
daha güneyde, sınıra yakın bölgede çıkmış olması gerektiğini söylemiştir.[625] Necip
Fazıl da aynı durumu, İsyan’da bir İngiliz parmağı olmadığına delil olarak
göstermektedir.[626]
Daha sonra Başvekil olan İsmet Paşa da o
dönemde isyanın dış bağlantılı olduğuna dair beyanatlarda bulunmuştur. Hatta
Şeyh Said İsyanı’nın ateşinin söndüğü bir dönemde, 7 Aralık tarihinde Hazro’daki
askerî birliğe yapılan saldırı ile ilgili yaptığı açıklamasında; Cenevre’de
Musul müzakeresinin başladığı bir sırada bu hadisenin yaşanmış olmasına dikkat
çekerek, haricin tahrik ve teşvikiyle isyan sahasında yeniden bir isyan
parlatılmak istendiğini söylemiştir. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da 9 Mart
tarihinde yayınlamış olduğu beyannamede isyanın reislerinin düşman parası ile
satın alınmış kişiler olduğunu söylemişti.
Birçok kişi tarafından dile getirilen
temel görüş; İngilizlerin, görüşülmekte olan Musul meselesi hakkında
Türkiye’nin elini zayıflatmak için böyle bir isyanı kışkırtmış olduğudur.
Mumcu’ya göre, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın gizli belgeleri, Millî Mücadele
döneminde İngilizlerin bir Kürt devleti kurdurmaya çalıştıklarını gösteriyordu.
Musul petrollerini ele geçirmek amacıyla kurmak istedikleri bu devleti de Kürt
Teali Cemiyeti liderlerini kullanarak yapmaya çalışmışlardı.[627]
İhsan Ş. Kaymaz ise, İngilizlerin Musul
meselesini Milletler Cemiyeti’ne taşımasından bir gün sonra Nesturi
ayaklanmasının çıkmış olmasını ve Milletler Cemiyeti’nin bölgede inceleme
yapmak üzere Musul’a gönderdiği komisyonun 11 Şubat’taki incelemelerinden iki
gün sonra Şeyh Said isyanının çıkmış olmasını, İngilizlerin I. Dünya
Savaşı’ndan sonra kesintisiz bir biçimde süren Türk düşmanı politikalarıyla
düşünüldüğünde, İngilizlerin iddiasının aksine “talihsiz raslantı”larla
açıklanamayacağını vurgulamaktadır.[628]
Behçet Cemal, isyancıların yabancı bir
devletten yardım aldığını “açıkça belirten” bazı delillerden bahsetmektedir.
Onun anlatımına göre isyancıların bölgede dağıttıkları hilafet ve dinden
bahseden beyannamelerin, Şeyh Said’in elinde olmayacak bir teknikle basılıp
dağıtılması, asilerin üzerinde yabancı askerlerinkine benzeyen üniformaların
bulunması ve asilerin yabancı menşeli silahlar kullanması ve yine esirlerin
ceplerinden yabancı paraların çıkması, bu hareketin önceden planlanan, yabancı
bir devletten destek gören karşı bir ihtilal olduğunu açıkça belirtmekteydi.[629]
Yaşar Kalafat ise isyanda İngiliz
parmağına işaret ederek: “Musul meselesinin tartışıldığı dönemde
Kürtlerin Türklerden farklı bir etnik unsur olduklarını ileri süren Ingiltere,
bu isimle anılan Türkleri Şeyh Said Olayı ile isyana sevk ederek Türk
devletinin dış Türkler politikasına da gem vurmuştur” demektedir.[630]
Tuncay da, İngilizlerin bu isyanı
desteklemesinin bir sebebi olmadığını söylemektedir. Ona göre: Halifeliğin
kaldırılmasından memnun olan ve Musul’u elinde tutmak isteyen İngilizler,
Türkiye’nin Rusya’ya karşı zayıflamasını istemezlerdi. Ayrıca Türkiye
Kürtlerinin bağımsızlığının Irak Kürtlerini de etkileme ihtimali bulunmaktaydı.[631]
Mim Kemal Öke, İngiltere’nin isyan ile
olan ilişkisinde iki ihtimalden bahsetmektedir. Birinci ihtimale göre eğer
İngiltere perde arkasından da olsa isyana destek vermiş ve asileri
cesaretlendirmişse müdahalenin dozunu gayet iyi ayarlamış ve asilerin nihai bir
zafere ulaşmalarını sağlayacak şekilde yardım etmekten kaçınmıştır. İkinci
ihtimale göre ise İngiltere isyanın hiçbir safhasında asilere destek olmamış
ancak isyancılara destek olabileceği intibaını hem Ankara’ya hem de asilere
vererek bekle gör siyasetini uygulamıştır.
Öke ayrıca, Musul meselesinin çözüme
kovuşturulmağı ve Türk ileri harekâtı hesaplarının yapıldığı bir sırada çıkan
Şeyh Said isyanın İngilizlere bazı yararlar sağladığını söylemektedir. Bu
faydalardan birisi; çoğunluğu Kürtlerden oluşan Musul’u isteyen Türklerin,
henüz Türkiye’deki Kürtlerle bile barış içinde yaşayamadıkları görüntüsünü
vermiş olmasıdır ki bu Türkiye’nin Musul iddiasını zayıflatmış oluyordu. Diğer
fayda ise; içeride ayaklanmayı bastırmak için uğraşan ve bu yüzden Irak’a
askeri bir harekâta girişemeyen Türkiye’nin Musul meselesinde direnmesi
güçleşiyordu. Bunların yanı sıra ayaklanmanın çıkmasından çok sınırlı
kalmasının İngiltere’yi daha çok ilgilendirdiğini söyleyen Öke, yukarıdaki
faydalardan dolayı İngiltere’nin bir ayaklanma için Kürtlere umut verdiğinin
düşünülebileceğini ifade etmektedir.[632]
Cumhuriyet’in ilanından sonra çıkmış olan
bu İsyan’da, İngilizlerin müdahalesi olup olmadığına dair İngiliz arşivlerinde
yapılan çalışmalarda, İngilizlerin isyanla alakalarını gösterecek bir belgenin
bulunmadığı dile getirilmektedir. Bunun yanında, Türk arşiv kaynaklarında da
İngiliz desteğine dair bir kanıtın olmadığı söylenmektedir.[633] [634] Aynı
şekilde İngilizlerin, Şeyh Said isyanını tasarladıklarını, kışkırttıklarını ve
yönlendirdiklerini kanıtlayan somut delillerin olmadığını söyleyen İhsan Ş.
Kaymaz, başka bir konuya dikkat çekerek ayaklanma sırasında ve sonrasında
Bağdattaki İngiliz yöneticilerinin konuyla ilgili gözlem ve değerlendirmelerine
rastlanmamasının şüphe uyandırdığını söyleyerek şunları ifade etmektedir: “Ayaklanma
sırasında ve sonrasında Bağdattaki Ingiliz yöneticilerinin - özellikle
Dobbs’un- konuyla ilgili hiçbir gözlemine, değerlendirmesine ya da yorumuna
rastlanmamaktadır. Dikkat edilecek olursa, ayaklanma patlak verdikten sonra
konuyla ilgili Ingiliz yazışmalarının neredeyse tamamı, İstanbul’daki Ingiliz
temsilciliği ile Londra arasında gerçekleşmektedir. Oysa Doğu Anadolu’daki bir
Kürt ayaklanmasının en az Istanbul’dakiler kadar, Bağdat’taki Ingiliz
görevlilerini de yakından ilgilendirdiği açıktır. Nitekim Doğu Anadolu ’da
örgütlü bir Kürt bağımsızlık hareketinin bulunduğunu Londra’ya ilk duyuran,
Azadi örgütünün yapısı, üyeleri ve eylemleriyle ilgili bilgileri aktaran,
örgütle casusları aracılığıyla bağlantı içinde olan, Nesturi operasyonu
sırasında Irak’taki Ingiliz makamlarına sığınan Türk ordusunda grevli Kürt
kökenli Azadi üyesi subayları sorgulayan, Azadi’den yararlanılması durumunda
Erzurum ve Bitlis’i kapsayacak bir ayaklanma çıkarılabileceği düşüncesini
ortaya atan ve kişisel olarak bu düşünceye yakınlık duyduğunu da gizlemeyen
Dobbs’tur. Ne olmuştur da Dobbs birdenbire suskunluğa bürünmüştür? Ya da neden
Ingiliz arşiv belgeleri bu konuda araştırmacıya hiçbir şey söylememektedir?....
Dobbs’un kişiliği, yöntemleri ve Azadi ile ilişkileri dikkate alındığında, Şeyh
Said ayaklanmasının, Musul sorunu ile ilgili böylesine kritik bir zamanlamayla
patlak vermiş olmasını sıradan bir rastlantı olarak değerlendirmek olanaklı
görülmemektedir.”64'3
İsyancıların yabancı devletlerle ilişki
kurmaya çalıştığını ancak başarılı olamadıkları da iddia edilmektedir.
Bruinessen, 1924 yılında yapıldığı söylenen kongrede Fransız, İngiliz veya
Ruslardan yardım alma kararının alındığı söylemektedir. Onun anlatımına göre
Şeyh Said’in isteği üzerine Ruslardan yardım alınmak istenmiş, herhangi bir
karşılık bulunamayınca İngilizlere başvurulmuştur. Hatta İngilizlere üç farklı
kanaldan yaklaşılmıştır: Birincisi, Trabzon’daki konsoloslukla; ikincisi,
Irak’taki önde gelen Kürtlerin aracılığı ile son olarak ise Irak’a kaçmış olan
Azadi üyeleri vasıtasıyla. Ancak tüm bu girişimlere rağmen İngilizler de
herhangi bir taahhütte bulunmamışlardır.[635] Daha
önce de ifade edildiği gibi, dikkat edilmesi gereken husus Bruinessen’in bu
konudaki bilgilerinin kaynağıdır. Bruinessen, bu bilgileri sözlü kaynaklara,
anlatımlara dayandırmaktadır. Hatta 1924 tarihinde yapılan ve böyle önemli
kararların alındığı kongrenin kaynağı da bu sözlü kaynaklardır. Kendisi bu
tarihteki kongreyi bağımsız başka kaynaklardan teyit ettiremediğini
söylemektedir.
İsyancıların yardım beklentisi içinde
oldukları, ancak herhangi bir dış yardım alamadıklarını dile getiren
Bruinessen, buna delil olarak isyan sırasında kullanmış oldukları ve Birinci
Dünya Savaşı’ndan kalan silahları gösterir.[636] Yazışma
ve raporlardan anlaşıldığı kadarıyla isyancıların birçoğunun silahları eskiydi.
İsyancılar silah ve cephane ihtiyaçlarını pusuya düşürdükleri askerî
birliklerden ve ele geçirdikleri şehirlerdeki askerî silah depolarını
yağmalayarak karşılamaktaydılar. Şeyh Said, ifadesinin bir yerinde Diyarbekir’i
almak istemelerinin bir nedeni olarak şehirdeki cephaneyi ele geçirmek olarak
göstermiştir. İsyancıların dış bir devletten yardım talebinden bahsedenler arasında
Nuri Dersimi de vardır. Ancak, o Türkiye’nin bu isyanı irticai bir hareket
olarak göstererek Rusların harekete karşı ilgisiz kalmalarını sağladığını
söylemiştir.[637]
Bunun yanında İstanbul’da bulunan İngiliz
Diplomatik Temsilcisi Lindsay tarafından İngiltere Dışışleri Bakanı
Chamgerlain’e gönderilen telgraflara göre İngilizler bu isyandan habersiz
görünmektedir. 27 Şubat 1925 tarihli telgrafta şunlar yazılıdır: “Türk
basını ve hatta resmi açıklamalar, Kürt isyanını Ingiliz entrikasına bağlıyor.
Bu açıklamaları yapanlar kendi söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı bilmem.
Ama Ingiliz makamlarının, hükümetten memnun olmayanların bütün açılımlarını ve
yardım isteklerini geri çevirdiğini açıkladım. (Dışişleri temsilcisi) Nusret
Bey bana teşekkür etti ve Ingiliz entrikası iddiasına şahsen inanmadığını,
hükümetin de inandığını sanmadığını söyledi.”64 Yine bu
yazışmalarda isyanı bastırmak üzere bölgeye sevk edilen askeri gücün, isyanın
bastırılmasından sonra Irak ve Musul için bir tehdit olarak kullanılıp
kullanılmayacağı dile getirilerek askeri yığınağın devam etmesi halinde
Türkiye’nin güney komşularını yani Irak’ta bulunan İngilizleri ve Suriye’de
bulunan Fransızları diken üstünde tutacağından bahsedilmekte idi.[638] [639]
İstanbul’daki bazı İngiliz istihbarat
uzmanları tarafından hazırlanan raporlarda da, isyanı, Musul meselesinde
avantaj sağlamak isteyen Türklerin başlatmış olabilecekleri geçmektedir.[640] İngilizlerin
isyanla ilgisi olmadığını söyleyenler, İngilizlerin bu isyanı yakından takip
etmiş olmalarının sebebini de Musul meselesine dayandırmaktadırlar.[641] Aynı
şekilde Fransızların, Türk askerini Suriye üzerinden geçirmesine İngilizlerin
tavır alması da İngilizlerin isyana verdiği destekten değil, Türklerin Musul’a
yapacakları muhtemel bir harekâttan duyulan endişeden kaynaklandığı şekilde
yorumlanmıştır.[642]
Dönemin, Türkiye’nin İngiliz Büyükelçisi
hazırladığı bir raporda, İsmet Paşa’ya İngiltere’nin İsyan’la bir alakası
olmadığını ve “İngiltere ’nin Türkiye ’de bir sorun yaratmayı istediği
takdirde ülkenin bir ucundan diğer ucuna bir isyan başlatabilirdik” dediğini
yazmıştı. Yine aynı rapora göre, Büyükelçi’nin bu ikazından sonra İsmet Paşa,
İsyan’daki İngiliz parmağından bir daha bahsedem emiştir.[643] İsmet
Paşa daha sonra yayınlanan hatıralarında da İsyan’ı İngilizlerin çıkardığına
dair kesin delillerin bulunamadığını söylemiş ve şu açıklamada
bulunmuştur: “Şeyh Said isyanı ’nı doğrudan doğruya İngilizlerin
hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.
Fakat bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü İngilizlerin
Musul harekatı esnasında ve daha sonra Nasturi ayaklanmalarında olduğu gibi,
hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Said İsyanı’nın patlamasında
zahiren yardımcı oldukları intibahı mevcuttu.”[644]
İngilizlerin bir kışkırtması veya yardımı
olsun olmasın, İsyan’ın Musul meselesinde Türkiye’nin elini zayıflattığı,
Türkiye’nin Musul politikasında takip ederek ısrarla öne sürmüş olduğu Türk ve
Kürt birlikteliğine zarar verdiği kabul edilmektedir. Buna göre; Musul’un
kaybedilmesi Lozan’dan itibaren başlayan bir süreç dahilinde olmuş olsa da; bu
isyan Türkiye’yi, kendi içindeki Kürtlerle çatışma halinde göstermiş, askerî
noktada orduyu meşgul etmiş ve neticece Musul meselesinde Türkiye’nin elini
zayıflatarak, İngilizlerin çıkarlarına hizmet ederek Musul’un kaybını
kolaylaştırmıştır.[645]
Mahkeme Tutanaklarına Göre Dış Yardım
Şeyh Said ve diğer zanlıların yargılanması
esnasında, Mahkeme Heyetinin üzerinde durduğu konulardan birisi de dış yardım
meselesi olmuştur. Zanlıların bazıları Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat
halinde olduğunu iddia etmesine karşın, başta Şeyh Said olmak üzere İsyan’ın
önde gelen şahısları bu iddiaları reddetmiştir. Bu bölümde Şeyh Said ve diğer
zanlıların sorgusu esnasında gündeme gelen dış yardım iddiaları ve bunlara
verilen cevaplar yer almaktadır.
İsyanda İngiliz yardımı veya bağlantısı
olduğunu iddia eden kişilerin başında Kasım Bey gelmektedir. Kasım Bey’in bu
konudaki ifadeleri şöyledir:
“ReisMüfid Bey: Şeyh Said’in oğlu Ali
Rıza’nın, İstanbul’a gidişi bu isyanla alakadar mıdır?
Kasım Bey: Ali Rıza esasen Haleb’e, oradan
İstanbul’a geçti, sonra döndü. Seyyid Abdülkadir Efendi’yi gördüğünü söyledi.
‘Bu düdük ötmez, ömrümüz on beş gündür’ dedim. ‘Merak etme, olacak’ dedi.
Reis Müfid Bey: Ali Rıza, İstanbul’dan
avdetten sonra Seyyid Abdülkadir’den bahsederken size İngiliz nüfuzuyla
Kürdistan teşkil edileceğini söyledi mi?
Kasım Bey: Esasen Ali Rıza söylesin
söylemesin, bu mesâilin İngiliz parmağı ve parasıyla olduğunu biliyorum.[646]
ReisMüfidBey: SeyyidAbdülkadir, AliRıza’ya
bir şey söylememiş mi?
Kasım Bey: Onu Ali Rıza bana söylemedi.
Reis Müfid Bey: Ali Rıza, babasına neler
söylemiş ondan malumatın var mı?
Kasım Bey: Mesmuatıma nazaran Ali Rıza
geldi, Şuşar’da Şeyh Said’e iltihak etti. Fazla bilmiyorum.”[647]
(...)
“Reis MüfidBey: Bu isyanı Şeyh Said kendi
kendine mi yapmıştır?
Kasım Bey: Zaten herkesin silahı vardı,
efkâr-ı umumiye de bozuktu.
Reis MüfidBey: Şeyh Said neye güveniyordu?
Kasım Bey: Maddeten meydanda hiçbir şey
yoktu, belki maneviyata güveniyordu.
Reis MüfidBey: Yalnız maneviyat üzerine
midir, yoksa hariçten bir tesir var mıydı?
Kasım Bey: Har ekât-ımaddiy enin kuvve-i
maneviyeye istinadı Peygamber zamanından sonra artık olmamıştır ve olamaz,
fakat esasını bilmiyorum.
Reis Müfid Bey: Bu isyanda hariçten bir
tesir olduğuna kani misiniz ve Şeyh Said yüzde sekseni yüzde yüze mi
çıkarmıştır ve bu isyanı Şeyh Said başlı başına mı yaptı diyorsunuz?
Kasım Bey: Efkâr-ıumumiyedeki zihniyeti
tamamen kazanmak için bekliyorlardı, fakat Şeyh Said tesri’ etti. Kendini
Divan-ı Harbe istediler, kuşkulandı, gitmedi. Sonra patlak verdi. Birçok yerler
de iştirak etmedi.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in demin bahis
buyurduğunuz Reşid ve Yusuf Ziya ile bir alakası var mıydı?
Kasım Bey: Evvelki günkü ifadesinde
‘haberim yoktur’ diyor. Bendenizin ki mesmuattır. Yusuf Ziya, Reşid ve Seyyid
Abdülkadir’le alakası olduğunu bilmiyorum.”[648]
(...)
“Ali Saib Bey: Demek ki o gazetelerin
hükümete hücumlarından hükümetin zayıf olduğuna hükmettiler?
Kasım Bey: Buranın efkâr-ı umumiyesini ve
Şeyh Said’e bu cesareti veren bu gazetelerdir, Yoksa bu kadar çabuk olamazdı.
Bağdad’daki komiteleri İngilizlerle, Haleb’teki komiteleri Fransızlarla
görüşüyordu. işlerini bitirmediler idi, Şeyh Said Efendi acele etti.”[649]
Önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere
Kasım Bey yargılama sırasında itirafçı konumunda olan kişidir. İfadesinde
İsyan’ın İngiliz parmağı ve parasıyla olduğunu[650] ve
Şeyh Said’in üyesi olduğunu söylediği gizli Kürt cemiyetinin Bağdat’taki
komitesinin İngilizlerle, Halep’teki komitelerinin ise Fransızlarla görüştüğünü
söylemiştir.[651] Yine
Kasım Bey’in ifadelerine göre, Diyarbekir bozgunundan sonra geri çekilen Şeyh
Said, kendisine Murat Köprüsü’nü geçerek İran’a Simiko’nun yanından İngilizlere
iltihak ederiz demiştir.[652]
Kasım Bey’in dışında bu konuda iddiada
bulunan diğer kişiler de Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif kardeşler olmuştur. Bu
iki kardeşin verdiği ifadeler şöyledir:
“Ali Saib Bey: Şeyh İsmail Efendi! Sen,
Diyarbekir’in zabtından sonra İngilizlerle birleşeceğini söylemişsin, doğru
mudur?
Şeyh İsmail: Evet, öyle duydum ve dedim.
Bütün ahvalini bilmem. Piran’da kendini görmedim fakat duydum. Kendisinin de
ifadesi vardır efendim. ”[653]
(...)
“Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i almaktaki
maksadı nedir?
Şeyh İsmail: Diyarbekir’i almak istedi.
Maksadı buraya gelip, Diyarbekir’i alıp bir ecnebi devletine iltihak etmek
istedi.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, hangi
ecnebi ile iştirak edecekti?
Şeyh İsmail: Ya Fransız veya İngiliz’e.
Reis Müfid Bey: İngilizlerin muavenetiyle
hükümet teşkil edecek, böyle miydi fikri?
Şeyh İsmail: Zannederim İngilizlerle
iltihak edecekti. Hizmetçisi Nebi vardı, o söyledi. ‘Diyarbekir ’i alıp
İngilizlerle irtibat tesis edecek’ diyordu.”[654]
(...)
“ReisMüfid Bey: Darahini’ye Şeyh Said’le
beraber gitmediniz mi, ondan sonra beraber gezmediniz mi, ne anladınız
fikrinden?
Şeyh İsmail: Evet gezdim, beni bırakmadı.
Maksadı Ingilizlere iltihak etmek istediğini hissettim.
Reis Müfid Bey: Şeyh Said bu fikirde
yalnız mıydı, yoksa başka tervic edenler de var mıydı?
Şeyh İsmail: Onu bilmem beyim.”
(...)
“Reis Müfid Bey: Buyurdunuz ki Şeyh
Said’in fikrinin İngilizlerle birleşmek olduğunu?
Şeyh İsmail: Nebi’den böyle duymuştum.
Şeyh Efendi ile çok görüşmezdim, etrafında rüesa ile görüşürdü.
ReisMüfid Bey: Şeyh Said muavenetini
bekledi mi, beklediği o devletten bir muavenet görüyor muydu, bir muhaberesi
var mıydı?
Şeyh İsmail: İşitmedim efendim.”
(...)
“Reis Müfid Bey: Said Efendi’nin
İngilizlerle rabıta tesis ve muavenet talep edeceklerini gerekfikrinden anladın
ve gerekse ‘hizmetçisi Nebi’den işittim’ dediniz. Diyabekir’i işgalden sonra
İngilizlerle ne suretle rabıta tesis edecekti?
Şeyh İsmail: Onları anlamadım efendim,
Diyarbekir’i tutsa İngilizlerle görüşeceğini anladım.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi!
İngilizlerle birleşmek de din icabâtından mıdır?
Şeyh Said: Ben İngilizlerle ne vakit
muhabere etmişim?”[655]
(...)
“Reis Müfid Bey: Maksadı ne idi?
Şeyh Abdüllatif:Maksadı dinperdesi altında
İngilizlerle birleşip bir Kürdistan Beyliği teşkil etmekti. Maksadı bu olduğunu
işitiyorduk.
Reis Müfid Bey: Bu söylediğinizfikri
kendisinden işittiniz mi, ne zaman gitmek istiyordu?
Şeyh Abdüllatif: Kendisi İngiliz içine
gitmek istedi. Diyarbekir alınırsa İngiliz’in muavenetiyle hükümet teşkil
edilecek deniyordu, sonraları daha aşikâr oldu. Hizmetçisi diyordu. ‘Acem
içinden İngiliz içine kaçar’ deniliyordu.
Reis Müfid Bey: Nasıl aşikâr oldu? İsyan
zamanı ve isyandan evvel İngilizlerle muhabere ettiği kendisi veya mukarrebîni
tarafından söylendi mi?
Şeyh Abdüllatif: İsyandan evvel duymadık.
Diyarbekir’e hareket olduğunda akrabasından Nebi’den duydum. ‘Diyarbekir
alınırsa bir müddet müdafaa ederiz. Sonra İngilizlere haber göndeririz. Bize
muavenet eder’ dedi.”[656]
(...)
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’i almaktan maksat
İngilizlerden muavenet talep edecek, hükümet teşkil edecek. Demek Şeyh Said
Efendi’nin din perdesi altındaki hareketi bundan ibaret öyle mi?
Şeyh Abdüllatif: Evvel söyledim, din
perdesi altında bir dolap çevirmek istediler.”[657]
Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatif mahkeme
huzurunda benzer ifadeler vermişlerdir. Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat
halinde olduğunu ve Diyarbekir’in alınmasından sonra İngilizlerin yardımıyla
bir hükümet teşkil edileceğini iddia etmişlerdir. Bunun yanında Şeyh İsmail, 17
Mayıs 1925’te Savcı tarafından alınan ifadesinde de benzer şeyleri, Şeyh
Said’in Diyarbekir’i işgal ettikten sonra Siird ve Cizre yoluyla İngilizlerle
münasebet kurmayı düşündüğünü söylemişti. Şeyh İsmail’in verdiği bilgiye göre,
Şeyh Said: “Diyarbekir’i aldıktan sonra hükümet-i hazıraya danışacağım.
Kabul ederse ben de kabul edeceğim, etmezse başka bir hükümetle anlaşacağım” demişti.
Bu iki şahsın ifadeleri hakkında dikkat
edilmesi gereken birkaç husus bulunmaktadır. Her iki kardeşin vermiş olduğu bu
bilgiler duyuma dayalıdır. Her ikisinin bilgi kaynağı da Nebi adında Şeyh
Said’in hizmetkârı olduğunu söyledikleri şahıstır. Nebi yakalanamamış ve
yargılanamamıştır. Şeyh İsmail, müdafaasında bu kişinin öteden beri katil ve
şaki olduğunu ve kendisini darp ederek Şeyh Said’in nezdine götürdüğünü
söylemiştir. Şeyh Said de Savcı tarafından alınan ifadesinde Nebi hakkında
bilgi vermiştir. Şeyh Said, asilerin geri çekilme yolunda oldukları zaman,
Nebi’nin Melhemlü Dağı’na varmadan kaçıp gittiğini, Hınıslı olduğunu, üç dört
sene evvel Erzurum’da gördüğünü, ne iş yaptığını da bilmediğini söylemiştir.
Ayrıca bu şahsın Menaşküt’te kendine iltihak ettiğini ve esasen çiftçi ise de hırsızlık
ve şekavet yaptığını söylemektedir. Diğer bir husus ise Şeyh Abdüllatif,
yargılamanın sonlarına doğru ilk başta vermiş olduğu bazı ifadelerin yalan
olduğunu mahkeme huzurunda itiraf etmiş bir kişidir.
İngilizler konusunda sorguya çekilen diğer
bir sanık, Abdülhamit Bey’dir. Abdülhamit Bey yakalandıktan sonra 17 Nisan’da
Varto’da alınan ifadesinde, bazı aşiret reislerinin Şeyh Abdullah’a
hitaben “Ingilizlere müracaat ediniz” dediğini, Şeyh
Abdullah’ın ise cevaben “Artık zamanı geçmiştir.” diye karşılık
verdiğini söylemesine rağmen mahkemedeki sorgusunda bu tür bir ifade
kullandığını inkâr etmiştir.
Sanıklardan Abdüllatif Bey de İngilizler
konusunda ifade vermiştir. Onun söyledikleri de duyuma dayalıdır. İfadesi
şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Bu işin başa çıkmayacağını
biliyorsunuz. Acaba bu rüesa ecnebi bir hükümetten kuvvet almak için vaat
almışlar mıdır?
Abdüllatif Bey: işittiğime nazaran Şeyh
Said, Diyarbekir’i alacak ve dört kişi Ingilizlere gönderecek ve anlaşacakmış.
Bunları da Zazalardan işittim, öyle anlaşılıyor.
Böyle işittim efendim. Hükümet mi teşkil
edeceklermiş neyapacaklarmış bilmiyorum. Muharebe edecekler, ingilizlerin
muavenetiyle hükümet teşkil edeceklermiş.”[658]
Genç Tahrirat Kalemi Sermüsevvidi iken
isyandan sonra Fakih Hasan’ın kâtipliğini yapan Liceli Tahir de ifadesinde
İngiliz meselesine dair Fakih Hasan’a atfen bazı şeyler söylemiştir. Ancak
Fakih Hasan, “İngiliz meselesinde ona hiçbir şey söylemedim” diyerek
inkâr etmiştir. Liceli Tahir’in ifadesi şöyledir:
“Reis MüfidBey: Yalnız maksat şeriat mı
imiş?
Liceli Tahir: Hasan Efendi şeriat
ahkâmının tatbiki için çalıştığını söyledi.
Reis Müfid Bey: Hasan Fakih sana isyanın
esbabı hakkında bir şey söylemedi mi, hariçten muhabereleri yok muymuş?
Liceli Tahir: Hasan Efendi ‘İşittiğime
göre İngiltere ile de muhaberesi vardır ’ dedi. Bana o kadar söyledi.
Reis Müfid Bey: Eğer maksat şeriat
meselesi olsa İngiltere ile muhabereye lüzum var mıdır?
Liceli Tahir: Evvelce bir ittifak, bir
muhabere olduğunu bilmiyorum.”
(...)
“Reis Müfid Bey: Şeyh Said’in ecnebi
hükümetlerle veyahut sakıt hükümdarlarla münasebeti olduğundan Hasan Fakih sana
bahsetmedi mi?
Liceli Tahir: Katiyen malumatım yok, böyle
bir şey bilmiyorum.
Reis Müfid Bey: İfadende bunu söylemişsin.
Ne işittin doğru söyle?
Liceli Tahir: Evet, bendeniz onu söyledim.
Halifezade meselesini duymadım.
Reis Müfid Bey: İngiltere’nin Şeyh Said’e
muavenet edeceğini de söyledi mi?
Liceli Tahir: İngiltere ile ittifakı ve
muhaberesi olduğunu, icabında muavenet edeceğini söyledi.”[659]
(...)
ReisMüfid Bey: Diyarbekir’i vesaireyi
aldılar. Ankara muvafakat etmeyince ne yapacaklardı, müstakil bir hükümet mi
teşkil edeceklerdi?
Liceli Tahir: Onu rivayeten söylüyorlardı.
Reis Müfid Bey: İfadende İngilizlerin
muavenetinden bahsediyorsun. İngilizlerle ittifaktan istiklal çıkmaz mı?
Liceli Tahir: Hariç devlet olunca öyle bir
mana fi’l-hakika çıkar.”[660]
İngiliz bahsi Darahini İnzibat Memuru
Fakih Hasan’ın sorgusunda da geçmiştir. Fakih Hasan, Darahini merkezli olarak
asilerin arasında muhabere vasıtası olması açısından önemli bir kişidir. Liceli
Tahir’in, kendisi hakkındaki iddialarını kabul etmeyen ve İngiliz bahsinin
katiyen olmadığını söyleyen Fakih Hasan’ın ifadesi şöyledir:
“Reis Müfid Bey: Bunların bu tertibatı
neye istinaden olmuştur, yoksa müsademe başlayınca kendilerine muavenet edecek
bir yer mi tasavvur ediyorlardı?
Fakih Hasan: Düşünseydiler, münevverler
olsaydı, topsuz tüfeksiz bu işin çıkmayacağını takdir etmeliydiler.
Reis Müfid Bey: Hariçten bunlara yardım
edecek bir kuvvet var mıymış, ne idi bunların planları, nereleri zapt
edeceklerdi, sonra ne yapacaklardı, İngilizlerle mi birleşeceklerdi?
Fakih Hasan: Bilmem, öyle bir şeyi katiyen
işitmedim, İngiliz bahsi katiyen olmadı. Darahini’de kuvvetyok idi, Vali de
müsademeye emir vermedi. İlk günü hiçbir şey söylemediler.”[661]
Palu ve Elaziz’i işgal eden ve Elaziz
Cephe Kumandanı unvanını kullanan Şeyh Şerif de İngiliz yardımını kabul
etmemiştir. İfadesi şöyledir:
“Reis Müfid Bey: İşte Şeyh Şerif Efendi,
Kaymakam Bey’e de sorduk.
Şeyh Şerif: Kaymakam Bey’e demedim mi ki
‘İngilizlerin dahli varsa ben kendim usata (isyancılar) vururum’ dedim.
Sorunuz. ‘Muhtariyet isteseler de vururum’ dedim.
(...)
Süreyya Bey: Bunlar muhtariyet ve
istiklaliyet isteseler ecnebi bir hükümetten, sen bunları vururdun değil mi?
Şeyh Şerif: Vururdum elimden gelse idi.
Kaymakam Hilmi Bey: Öyle söyledi.
Süreyya Bey: Üç yüz beş yüz kişi de olsa
vurur muydun?
Şeyh Şerif: Vallahi yemin, dakikada olsa
vururdum.
Süreyya Bey: Şeyh SaidEfendi’yi de vurur
muydun?
Şeyh Şerif: Karşı gelirdim. Onlar beni
vursaydılar hiç olmazsa kurtarırdım.
Süreyya Bey: Bunları ne ile vuracaktın?
Şeyh Şerif: Ben kendim vururdum. Rus’a
vurmadım mı?”[662]
Bunların yanında 64 numaralı kararda
yargılanan Şeyh Said’in Lice İnzibat Memuru Hüseyin de ifadesinde “İngiliz
diye sözler işitirdim. Fakat ne için söylediklerini anlamıyordum” demiştir.[663]
Bunların yanında muhakeme esnasında hem
Diyarbekir’in sükûtu hem de İngilizlerden bahseden bir mektup gündeme
gelmiştir. Mektup Çan şeyhlerinden Şeyh Hasan tarafından Şeyh Abdullah ve Şeyh
Ali’ye yazılmıştır. Mektup yine maznunların arasında bulunan Molla Emin’in
üzerinden çıkmıştır. Mektup ve eki şöyledir:
Muş Cephesinde Şeyh Abdullah ve Şeyh Ali
Efendilere mahsus.
7 Mart 341 tarih alınan postadan Şeyh
SaidEfendi ile Malanlı İbrahim Paşa’nın mahdumunun muhaberesi birleşerek ve
İbrahim Paşa oğlu tarafından Siverek ve Çermük işgal olunmuştur ve Diyarbekir’e
doğru hareket edileceği Şeyh Efendi ile edilen cereyan-ı muhabereden
anlaşılmıştır. Binaenaleyh İbrahim Paşa’nın oğlu Arab ile İngilizlerle çoktan
beri bu fikirde bulunduklarını ve Şeyh Efendi kendisi izhar etmiş olduğunuzu
fevkalade memnun olduğu bu ise size tebşir ediyorum. Ve sizin de Muş’a hareket
edeceği bildiriniz ve aşâir diğerinin hal ve harekâtı ne gibi yolda ise iş’ar
buyurunuz ve kat’-ı muhabere etmeyiniz efendim.
7 Mart 341
Çan meşayihinden Şeyh Hasan
Monla Emin, Said bin Hacı Mehmed ve Said
bin Halil ve Ahmo bin Mahmud ve Haso bin Yusuf
Bâlâdaki eşhasın bilâ-tehir Gaziyan’da
mücahidîne iltihak etmeleri matluptur.
4 Nisan 341
Melekanlı Şeyh zade Abdullah[664]
Şeyh Abdullah’ın bu mektupla ilgili
ifadesi şöyledir:
“Reis MüfidBey: Şeyh Ali Efendi ’ye
yazılmış bir mektup var. Sizin değil midir?
Şeyh Abdullah: Benim malumatım yok. Ben
okuryazar değilim. Arapça okurum, fakat yazamam.
Reis Müfid Bey: Siz yazı yazmak bilmiyorsanız bu kocaman sarığı ne
taşıyorsunuz?
Şeyh Abdullah: Vallahi yazım yok, sarık öyle adettir.
Reis Müfid Bey: Ne yazılı bu mektupta, imza senin değil mi?
Şeyh Abdullah: imzayı da ben atmadım, mektubu da ben yazmadım.
Reis Müfid Bey: Sizde bir memuriyet daha var. ‘Tezahürat-ı diniye reisi’ ne
demek?
Sizin böyle bir mektubunuz var mıydı?
Şeyh Abdullah: Vallahi bilmiyorum.
Reis Müfid Bey: Monla Emin ve Said
isimleri de var. Bak bir taraftan da asker topluyorsunuz?
(...)
Reis Müfid Bey: Bu imzalar aynı imzalardır. Sizin tarafınızdan yazılmıştır.
Şeyh Abdullah: Herkes bir memur, bir
kumandan olmuştu. Ben bu mektuplardan haberdar değilim.”[665]
Aynı mektuptan Molla Emin’in sorgusunda
bahsedilmiştir. Molla Emin’in hem bu mektup hem de dış yardım meselesinde
verdiği ifade şöyledir;
“Reis MüfidBey: Senin üzerinde bir mektup
var, kimindir o?
Molla Emin: Girvas’ta idik. Ali Rıza bir
kâğıt okuyordu. Bana verdi. ‘Sonra okuruz’ dedi.
Reis MüfidBey: Ali Rıza’ya mı aitti?
Molla Emin: Evet efendim, ona gelmişti.
Reis MüfidBey: Ne yazıyordu?
Molla Emin: Cebime koydum, okumadım.
Reis Müfid Bey: ifadende okuduğunu söylüyorsun.
Molla Emin: Katiyen okumadım.
Reis Müfid Bey: Biz o mektupta ne olduğunu
biliyoruz. Mademki cebine koydun, mündericatını kabul ediyorsun demektir.
Molla Emin: Ben muhteviyatını bilmiyorum,
hatta mülazım ifademi alırken de söyledim.
Reis Müfid Bey: O mektupta Diyarbekir’in
sükûtu için ve ingilizlerle muhabereye dairdir, işte odur?
Molla Emin: ihtimal herhalde bilmiyorum.
Reis MüfidBey: Bu mesele hakkında Ali Rıza
ne söyledi sana?
Molla Emin: Gidiyordu. Dayılarından mektup
aldığını söyledi, okumadı bana. Katiyen aklıma bir şey gelmedi, kâğıda baktı,
güldü.
Reis Müfid Bey: Dayısından mı gelmiş?
Molla Emin: Evet, öyle dedi.
ReisMüfid Bey: Dayısından gelen mektubu ne
münasebetle saklamadı da sana verdi?
Molla Emin: Müstacel mazereti vardı.
Duramadı, bana verdi.
Reis Müfid Bey:Müstacel bir mazeret, bir
kâğıdı cebine koymaya mani midir? Başka bir şey söyle de inanalım.
Molla Emin: Bilmem, o kâğıdın muzır
olduğunu bilseydim; saklamaz, imha ederdim.
Reis Müfid Bey: Mektup burada, Çan şeyhi
Şeyh Hasan’dan geliyor. ‘Muş cephesinde Şeyh Abdullah ve Ali Efendi’ye
mahsustur’-diyerek meali kısm-ı mahsusunda münderiç mezkûr mektup tekrar
kıraatle-Bu mektuba ne dersin?
Molla Emin: Ben yazmadım ki bir şey
söyleyeyim.
Reis Müfid Bey: Yazan sen değilsin,
muhatap sen değilsin, neden korkuyorsun söyle?
Molla Emin: imza sahibine sorunuz, ben ne
bileyim. Bana okumadı.
Reis Müfid Bey: Şeyh Abdullah’ın kâtibi
misin?
Molla Emin: Hayır, Arapça bilirim, güzel
yazarım, fakat Türkçe bilmem.
Reis MüfidBey: Şeyh Abdullah imzalı bu
mektubu sen mi yazdın, senin yazın mı?
Molla Emin: Hayır, benim yazım değil.
Reis Müfid Bey: Şeyh Abdullah Efendi kim
yazdı bunu?
Şeyh Abdullah: Bilmiyorum efendim.
Reis MüfidBey: Mektup münderecatı hakkında
izahat ver?
Monla Emin: O mektubu bilmem. Yalnız,
ahali meyanında deveran ediyordu ki, Usat Diyarbekir’i ve etraftaki kasabaları
alacaklar; ingiliz hududuna, bir taraftan Harput’a kadar gidecektik, işgal
mıntıkasını tevsi’ edecektik. Hacı Selim dedi ki:‘Diyarbekir tarafında çok
şehirler işgal ettik, ganâim aldık’ dedi.
Reis MüfidBey: Diyarbekir zabt olduktan
sonra ne olacaktı?
Molla Emin: Kürdistan hududunu tamamıyla
işgal edip Ingiliz hududuna temas edecektik. Sonra Şeyh Said Efendi, Ankara’ya
müracaat edip birtakım metâlibat serd edecekmiş.
Reis Müfid Bey: Peki, hududu malum olan bu
kıtada muayyen bir şey yapmak istemiyorlar mıydı?
Molla Emin: Bilmiyorum; Ben reis, âmir
değildim.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’in işgalinden
sonra Ingilizler muavenet mi edeceklerdi?
Molla Emin: Hacı Selim Ağa diyordu ki:
‘Bir fırka esir aldık’ diyordu. Sonra usatın mağlup olduğunu duyduk.
ReisMüfid Bey: Bir taraftan isyanın
sebeb-i zuhuru şeriattır; diğer taraftan Kürdistan hududundan, Ingiliz
muavenetinden bahsediliyor; demek şeriat perde imiş.
Molla Emin: Bilmiyorum, ben duyduklarımı
söylüyorum, muavenetten bir şey duymadım.
ReisMüfid Bey: Bu kadar vâsi’ hudut
dâhilindeki kıtaatı işgalden sonra ne olacaktı?
Molla Emin: Şeyh Said Efendi hazır, ona
sorulsun; ben bilmem, her vakit Şeyh Abdullah ile gezerim.”[666]
Şeyh Said mahkemede vermiş olduğu
ifadesinde isyanı dışarıdan veya içeriden herhangi bir telkinat ile yapmadığını
ve kendi fikriyle planlamış olduğunu anlatmıştır. Özellikle muhakeme sırasında
gündeme gelen İngiliz yardımı meselesini ve Diyarbekir alındıktan sonra
İngilizlere müracaat edileceği iddialarını kesin olarak reddetmiştir.
Mahkemedeki sorgusunun bir bölümü şöyledir;
“Reis Müfid Bey: isyanı yalnız başınıza
yaptığınızı ben zannetmiyorum. Herhalde sizi teşvik eden vardır?
Şeyh Said: Ne hariçten ne dâhilden bizi
teşvik edenyoktur; hariçten maksadım ecnebilerdir. Ne hariçten, ne de
Türkiye’de müşevvikler yoktur.”[667]
(...)
“Ali Saib Bey: Şeyh Said Efendi! Bu
isyanın müretteb olmadığını, tesadüfen olduğunu söylediniz. Böyle midir?
Şeyh Said: Murad da değildi.
Ali Saib Bey: Hâlbuki arkadaşlarınızdan
bazıları bu isyanın müretteb olduğunu ve Diyarbekir’i aldığınızda Ingiliz
himayesi talep edeceğinizi ifade ediyorlar. Ne diyeceksin?
Şeyh Said: Hayır, hâşâ öyle bir şey yok.”[668]
Muhakemesi başlamadan Savcı tarafından
alınan ifadesinde de şunları söylemişti:
“Diyarbekir’i aldıktan sonra Cizre
üzerinden İngilizlerle temas edeceğime ve muavenet temin eyleyeceğime dair
etbâm arasında geçmiş bir sözden ve böyle bir şeyden haberim yoktur. Bilsem
söylerim. Fakat kimseye iftira etmem ve yalan söylemem.”[669]
Ancak Şeyh Said, hem mahkemede ve hem de
Savcı tarafından alınan ifadelerinde İngiliz yardımı meselesini reddetmesine
rağmen, daha önce Varto’da alınmış olan ifadesinde daha farklı söylemleri
bulunmaktadır. Bu ifadesine göre Şeyh Said, “Muhtariyet” talepleri
olduğundan bahsetmiş ve hükümetin bunu kabul etmemesi halinde İngilizlere
müracaat ederek Türk hükümetini buna zorlayacaklarını söylemiştir. Daha önceki
bölümlerde Varto’da alınan ve Şeyh Said’in diğer ifadeleri ile çelişen bu
sözleri hakkında bir açıklama yapılmıştır.[670]
Şeyh Said’in son yaptığı müdafaasında
söylediği sözler ise şöyledir:
“... Heyet-i Celile-i İstiklaliye-i
Âdilanemizi her bir mukaddesat-ı diniyemle temin ederim ki bu hadise
cereyanında ne ecnebilerin ve ne de Kürd siyasetini takip edenlerin ve ne de
hükümetimizin muhalifi olan Terakkiperverlerin parmağı ve alakası katiyen
içinde yoktur. Bunlarla hâşâ ne muhaberem ve ne mülakatım ve ne iştirakim ve ne
bi’l-vasıta haberim katiyen yoktur. Gerçi kem vuku-ı hadise bu mezkûrlara ima
ve işaret eder ise de siz heyet-i âdilaneyeyakîn ve itminan hâsıl olsun ki bu
işlere sebeb ve bâis,yakînimce yukarıda beyan ettiğim gibi, diyanet tesirinden
maada bir şey göremiyorum...”[671]
“... Esnâ-yı muhaverede söyledim ki
kütüb-i fıkhıyede mesturdur ki: ‘Imam-ı zaman şeriatın ahkâmını icra etmezse
ümmet üzerine vaciptir ki o imam üzerine kıyam edip hal’ ettireler. Yerine,
icra eden diğerini nasb edeler.’ Kasım Bey söyledi ki: ‘Güzel lakin bu kıyama
külliyetli para ve esliha ve cephane lazımdır, bu da ecnebisiz mümkün değildir.
’ Ben de söyledim ki ‘Bu şer’an caiz değildir ki ecnebi küffarını Islam üzerine
taslit ettirmek.’ Söz burada hitam bulup başka konuşuldu.”[672]
28 Haziran tarihinde Mahkeme Heyeti’nin
maznunlar hakkındaki kararı açıklandıktan sonra da Şeyh Said’in son sözü şu
olmuştu: “Allah’a ayandır. Ecnebiler, siyasiler parmağı yoktur. Cezamın
tahfifini istirham ederim.”[673]
Diyarbekir Postahanesinde Bulunan
Kataloglar
İsyanın İngilizlerle bağlantılı olduğuna
dair ileri sürülen iddialardan birisi de Diyarbekir’in asiler tarafından
kuşatıldığı zaman, yabancı bir harp malzemesi şirketine ait silah
kataloglarının Diyarbekir Postahanesine gönderilmiş olduğudur. İsyanın dış
bağlantılı olduğunun önemli delillerinden kabul edilen bu iddia hakkında farklı
görüşler bulunmaktadır. Bazıları da bu belgenin kamuoyunu yanıltmak için
emniyet memurları tarafından uydurulduğunu söylemişlerdir.[674] İsyan’a
İngiliz kışkırtmasının yol açtığı görüşüne katılmayan Mete Tuncay, İngiliz
silah fabrikalarından Şeyh Said adına kataloglar gelmiş olmasının doğru olsa
dahi İngiliz hükümetinin resmî bir politikası olduğu anlamına gelmeyeceğini
söylemektedir.[675] Uğur
Mumcu ise Tuncay’ın bu yorumunu eleştirerek Tuncay’ın konu ile ilgili İngiliz
belgelerini araştırmadan yorum yaptığını ve o dönemdeki İngiliz silah
şirketlerinin denetiminin İngiliz hükümetinin elinde olduğunu söylemektedir.
Hatta Mumcu’nun anlatımına göre, o tarihte İngiliz silah ticaretini elinde
bulunduran ve Muğlalı bir Rum olan şahıs İngilizlerden “sir” unvanını almıştır.[676]
Ahmed Süreyya Bey’in anlatımına göre silah
kataloglarına ait telgraflar 9 Mart tarihinde gönderilmiştir. Bu konuda Meclis
arşivinde birkaç tane belge bulunmaktadır.
Arşivdeki ilk belge, Savcı Ahmed Süreyya
Bey’in 6 Haziran 1925 tarihinde Üçüncü Ordu Müfettişliğine yazdığı yazıdır.
Yazıda Ahmed Süreyya Bey, silah kataloglarıyla ilgili olduğu söylenen ve Dersim
Postahanesi vasıtasıyla Diyarbekir’e gelen evrakların asıllarını, asılları yok
ise suretlerini, bu da mümkün değilse bu husustaki malumatlarını bildirmelerini
istemiştir. İkinci belge ise Ahmed Süreyya Bey’in bu talebine müfettişliğin
cevabi olarak yazdığı yazıdır. Müfettişlik; verdiği cevapta, vesikaların
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne gönderildiğinden dolayı asılları
olmadığını söyleyerek bir bilgilendirme yazısı yazmıştır. Müfettişliğin
göndermiş olduğu yazıya göre İsyan’ın ilk safhasında gelmiş ve Diyarbekir
Postahanesinde bulunmuş olan matbu evrak, “Kürdistan Harbiye Nezaretine”,
“Kürdistan Mezbaha Müdüriyetine”, “Kürdistan Belediye Riyasetine” ve “Kürdistan
Reis-i Hükümetine” yazılmıştı. Bu matbu evrak İngilizce, “buz ve buz
makinelerine”[677] [678] ait
katalog ve risalelerden oluşuyordu. Evrakın hepsinin adresi Fransızca
yazılmıştı, yalnız “Belediye Riyasetine” diye yazılan adres Fransızca ve
Almanca yazılı idi. Matbu risalelerin üzerinde Milano, Mersin ve Adana
Postahanelerinin damgaları bulunmaktaydı. 687
Şunu ifade etmek gerekir ki her ne kadar
bu katalogların gönderildiği adresler problemli ve şüpheli gözükse de dipnotta
da izah edildiği üzere ve bu belgeye göre, katalogların bir silah fabrikasına
ait olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ister İngiliz hükümetinin isterse bir
İngiliz silah fabrikasının, bağımsızlık için isyan ettiği söylenen bir gruba,
silah yardımı yapmak veya silah satmak için postahane vasıtasıyla silah
kataloğu gönderme yöntemini tercih etmesi, mantıklı bir durum gibi
gözükmemektedir.
Bu telgraf ve kataloglarla ilgili mahkeme
dosyalarında başkaca bir belge bulunmamaktadır. Yalnız yargılama esnasında bir
yerde bu telgraf ve kataloglar gündeme gelmiştir. Hanili Salih Bey’in sorgusu
yapıldığı zaman, Salih Bey’in İsyan’ın daha evvel planlanmadığını ve
kendiliğinden geliştiğini söylediği vakit, mahkeme heyeti bu telgraflardan
bahsederek, bunların isyanın daha önce planlandığının bir delili olduğunu
söylemişlerdir. Salih Bey bu telgraflardan haberi olmadığını söylemiştir.
İfadesine göre Şeyh Said de Hükümet Konağı’nda kendisine söylendiği zaman bu
telgraflardan haberi olmuştu. Bu konu ile ilgili Hanili Salih Bey ve Şeyh
Said’in ifadeleri şöyledir:
“ReisMüfid Bey: Şeyh Abdüllatif ve Şeyh
İsmail, bunları tanırsın. Bu adamlar huzur-ı mahkemede İngilizlerle muhabere ve
ittifak olduğunu söylediler. Bunlar cahil iken duyarlar da sizin gibi âlim bir
zat işitmez mi?
Hanili Salih Bey: Onu bilmiyorum Beyim.
Katiyen bilmem ve emin olunuz İngiliz parmağı da olduğunu bilsem iştirak ve
kabul etmezdim. Bu vilayette sâik (sebep) dindi.
ReisMüfidBey: Harici bir tesirat vücudunu
kabul etmiyorsunuz öyle mi, ne için?
Hanili Salih Bey: Aklıma sığdıramıyorum.
Reis MüfidBey: Fena mıdır, mezmum
(kınanmış) mudur?
Hanili Salih Bey: Fenadır ya... Bir evlat
pederine karşı isyan eder fakat..
Reis Müfid Bey: Haricin parmağını mezmum
görüyorsunuz da hükümete, pederinize karşı yaptığınız isyanı ne için mezmum
görmediniz?
Cevap: Mugalata (yanıltmaca) değildir.”[679]
(.)
“Reis Müfid Bey: Demin ‘Kadınlar havadis
getiriyordu, Diyarbekir’e girmek için de arzu vardı’ dediniz. Behemahal (ne
olursa olsun) Diyarbekir’i almak istemenizdeki maksat nedir?
Hanili Salih Bey: Maksat yalnız vilayet
merkezi olması değildi, Diyarbekir’e gelinceye kadar iki üç vilayet ahalisi
karışıyordu.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir’e girince ne
yapacaktınız?
Hanili Salih Bey: Hükümete müracaat
edecektik, birkaç vilayet ahalisi ‘şu şu şudur’ diyecektik.
Reis Müfid Bey: Diyarbekir ahalisinin de
sizinle aynı fikirde olduğunu nereden biliyorsun ki katiyetle söylüyorsun?
Hanili Salih Bey: Hayır, şehir ahalisi
demek istemedim. Diyarbekir ahalisi dediğim gibi en büyük kısmı kasaba
haricidir. Mühim bir merkez olduğu için gerek iaşe ve gerek muhabere daha kolay
olurdu, yoksa şehir ahalisi ile münasebetimiz yoktu.
Reis Müfid Bey: Hükümete müracaat ettiniz,
hükümetin kabul edeceğini nereden biliyordunuz?
Hanili Salih Bey: Madem ki millet
hükümetidir ve birkaç vilayet ahalisi talep ediyor, is’af (kabul etme) eder
fikrinde idik.
Reis Müfid Bey: Kabul etmese ne
yapacaktınız?
Hanili Salih Bey: Bizim gayemiz bu idi,
onu hesap etmemiştik.
Reis Müfid Bey: Bu çok hesapsız bir
hareket olur.
Hanili Salih Bey: Zaten hangi hareketimiz
hesaplıydı? Evvelce de dedim, bizim hareketimiz bir nevi intihardı.
Reis Müfid Bey: Bu tuttuğunuz yol makul
mü, gayr-ı makul mü?
Hanili Salih Bey: Sâika-i teessür insanı
bazı gayr-ı makulyollara sevk eder. Siz harfiyen mantıki olmasını istiyorsunuz,
bizim öyle bir planımız yoktu.
ReisMüfid Bey: intizam olmadığından
bahsediyorsun, hâlbuki ‘Kürdistan Harbiye Nezareti Başvekâleti’ diye gelen
kâğıtlar intizama delalet etmez mi?
Hanili Salih Bey: Ne! Hiç haberim yok,
şimdi ilk defa işitiyorum.
Reis Müfid Bey: Makam-ı iddia on beş gün
evvel ilk isticvabında ‘ben söyledim’ diyor, şimdi birinci defa işittiğinizi
söylüyorsunuz?
Hanili Salih Bey: Emin olunuz ki makam-ı
iddianın benden sorduğunu unutmuşum ve hâlâ da der-hatır edemiyorum.
Reis Müfid Bey: ‘Kürdistan Harbiye
Nezaretine’ diye kâğıtlar geldiğini makam-ı iddia sana ihbar etmiş, birinci
defa işittiğini söylemişsin. Şimdi ben sordum, yine birinci defa duyduğunu
söyledin?
Hanili Salih Bey: Makam-ı iddianın bana bu
suali sorduğunu el-an (şu anda) hatırlamıyorum, hastayım.
Reis Müfid Bey: Mustafa Bey, makam-ı
iddiadan size bu hususta bir şey söylenmiştir.
Mustafa Bey: Bilmiyorum.
Reis MüfidBey: Şeyh SaidEfendi, size
söylenmiş midir?
Şeyh Said: Bey mi idi, Saib Bey mi idi,
biri Hükümet Konağı ’nda söylediler, orada işittim.
Hanili Salih Bey: Geçen gün ilk geldiğimde
beni bir zatın yanına götürdüler ‘Süreyya Bey’ dediler. Bu zat mıydı
bilmiyorum? Cereyan eden bu sözlerden katiyen der-hatır (hatırlama) edemiyorum.
Süreyya Bey: Salih Bey huzurunuzda ikinci
bir kizb irtikâp etmiştir (yalan söyleme). Ben Salih Bey’in ifadesini almadığım
halde bana ifadesini aldığımı söylüyor.
Reis Müfid Bey: Sizin hücum geceniz, böyle
‘Başvekâlet ve Harbiye Nezareti’ diye gelen bu gibi evrakın gelişinden ne
anlarsınız? Ingiltere’den mi geliyor bunlar?
Hanili Salih Bey: Allah belasını versin
Ingiltere’nin. Ben ne bileyim.
Reis Müfid Bey: ‘Kürdistan Harbiye
Nezareti’, ‘Başvekâleti’ ve netice bir hükümet teşkiline delalet etmez mi?
Hanili Salih Bey: Ben bundan bir şey
anlamıyorum. Ne bileyim, neye delalet eder? Birçok manalar varid-i hatır
olabilir. Ihtimal gizli bir fikr-i melanet var. Belki bazı komitelerinin, belki
de Ingiltere’nin bir melanet planıdır; ne bileyim, ben bilmiyorum.
Süreyya Bey: Salih Bey siz dediniz ki:
‘Isyan olduğunu kabul etmeyeceğim ve vahşiyane bir mitingdir, mürettep
değildir, hazırlanmıştır’ dediniz. Bu kadar ince fark yaptınız. Yine dediniz
ki: ‘Bu havalinin hariçle bir irtibatı olmadığını’ söylediniz. Haleb,
Bağdadgibi yerlerle bir irtibatı olması muhtemel midir?
Hanili Salih Bey: Ihtimal. Şimdiye kadar
hissiyatım arz ettiğim gibi idi. Bilmiyorum, bence yoktur.
Süreyya Bey: Diyarbekir üzerine bir
taarruz yapıldı. Taarruz yaptığınız zaman ‘Kürdistan Harbiye Nezaretine’,
‘Kürdistan Reis-i Hükümetine’ diye Ingiltere’den, Fransa’dan, Rusya’dan
mekâtib, postalarla gelirse sizin için büyük bir karine teşkil etmez mi;
haricin bu isyanla alakası vardır der misiniz demez misiniz?
Hanili Salih Bey: Evet, o vakit akla bir
ihtimal gelir.
Süreyya Bey: Şu iki vakanın hudusu
(meydana çıkma) hariçle alakası olduğuna karine- i katıa (kanıt sayılan
belirti) teşkil etmez mi?
Hanili Salih Bey: Karine-i katıa değil,
zann-ı gâlip (gerçeğe yakın olan zan) zuhura getirir.”[680]
Tutulan Raporlara Göre Dış Yardım
Erganimadeni Jandarma Kıtası Mülazım-ı
evvel Hüseyin Hüsnü Bey ve iki kişinin hazırlamış olduğu 20 Şubat 1925 tarihli
raporda isyancıların amacının Sultan Abdülhamid’in oğlunu hilafete geçirmek
olduğu ve bunu gerçekleştirmek için de Rus veya İngilizlerden yardım
alacaklarının anlaşıldığı söylenmektedir. Raporun ilgili bölümü şöyledir:
“...elyevm Musul’da olduğu söylenen Sultan
Abdülhamid’in oğlunu hilafete geçirmek ve bu maksada nâil olmak üzere hatıra
gelmedik muamele-i cinaiyede bulunarak mazlum ahalinin kanını dökmek.
Hudangerde hükümete mukabele edemezlerse Rus yahut Ingiliz’e bi’l-müracaa
maksat ve emellerini bu hükümetler vasıtasıyla istihsal edecekleri anlaşılmakla
işbu raporumuz takdim olunur efendim”[681]
Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali
Fehmi raporunda; isyanın İngilizlerin himayesi altında yapıldığını ve isyanda
İngiliz paralarının tesirinin bariz olduğunu söylemektedir:
“...isyandaki az çok düşünebilenler.bir
Kürt hükümeti ve fakat Ingiliz himayesi altında istiklal sevdasını
taşıyorlardı. Nitekim Şeyh Said, Şeyh Tahir, Salih Bey, Liceli Fehmi bu babda
fikirlerini açıkça beyan etmişlerdi. Ecnebi tahriki, bilhassa Ingiliz
paralarının tesiri barizdi. İngilizlerden tayyare, top geleceğini; çıksalar
Musul ’a kaçacaklarını bâlâdaki eşhas ve hemen kısm-ı azam-ı usat
söylemişlerdir...”[682]
Hani Nahiye Müdürü Hüsnü Bey’in 12 Mayıs
1925 tarihinde Divan-ı Harbi Örfi Riyasetine verdiği raporda, isyancıların dış
bir devlet ile bağlantılı olduğunu Şeyh Tahir’in sözlerinden anladığını
söyleyerek şunları ifade etmiştir:
“...isyan’ın hükümet-i ecnebiye ile
alakası olduğunu şöyle anlıyorum. 15 Şubat’ta biz dağa kaldırıldığımız esnada
Serdi karyesine getirildik. Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir ‘Türkler! Siz bizi
yalnız zannetmeyiniz. Biz Doktor Fuat ile Liceli Fehmi’yi Halep’e
göndereceğiz.’ demesi hariçle olan münasebetlerini göstermektedir.”[683]
Lice Jandarma Kumandanı Ziya Bey’in
Diyarbekir Jandarma Kumandanlığına yazdığı 13 Nisan 1925 tarihli raporunda
İngilizler ve Musul ile ilgili şunları söylemektedir:
“.Musul meselesinin kendi lehine hall
edilmesini temin etmek için İngilizlerin bu havalide müstakil bir Kürdistan
hükümeti teşkil etmek perdesi altında bir şuriş (karışıklık) çıkarabilmek için
bir hayli para dağıttığı ve bu teşkilâtın cenubdan şimale kadar ittisa’
(genişleme) peyda ettiği mevrut ve mahrem tamimlerden anlaşılmıştı.
İngilizler, emellerinin husulü için bizde
Avrupa misyonerlerinin makesi bulunan hocalarla şeyhleri elde etmeyi düşünmüş
ve bunda muvaffak olmuşlardır. Tarihen de sabit olduğu üzere Osmanlı hükümeti
derununda zuhur eden kıyamlar, ihtilaller Çaldıran zaferinin acısını Şah İsmail
Safevi tarafından memleketlerimize meşayih, hocalar kıyafetinde gönderilen bir
takım cehelenin (cahiller) yüzünden çıkmıştır. Bunların camileri, medreseleri,
türbeleri, tekkeleri, ahlaksızlığın, mefsedetin (fesatlık) menşeidir.”[684]
Lice Kaymakamı Asım Bey, Şark İstiklal
Mahkemesi savcılığına verdiği raporda isyancıların dışarı ile olan irtibatları
hakkında şunları söylemiştir:
“Bu defa Molla Mustafa, Şeyh Said’in
İstanbul’da Şeyh Abdülkadir’le mektuplaştığını ve onunla hemfikir olduğunu
söylemiştir. Lice’de Fehmi’nin, Diyarbekir’de Doktor Fuad’la,
Cemilpaşazadelerle görüştüğü ve mektuplaştığı mütevatirdir. Diyarbekirlilerin
de Halep’le mektuplaştıkları zannolunmaktadır. İsyandan evvel Şeyh Said’in
beray-ı ticaret Halep’e gittiğini ve oğlunu İstanbul’a celebliğe (hayvan
ticareti) gönderdiğini söylüyorlar. İsyan zamanında Şeyh Said, Lice’de
fernasından (gafil)birine ‘Erzurum’dan bana cephane yardım edecekler, onlar da
iştirak edeceklerdir ve ben yıkmaya memurum; tamire, ıslaha memur başkalarıdır’
demiş. Şeyh’in muhaberesini temin eden ve kâtib-i hususuliğini deruhte eden
Liceli Fehmi’dir”[685]
3.
Önemli Bazı Yargılamalar
Seyyid Abdülkadir’in Yargılanması ve Şeyh
Said Bağlantısı
Seyyid Abdülkadir ve arkadaşlarının
yargılamaları, Şark İstiklal Mahkemesi’nin önemli davaları arasındadır. Seyyid
Abdülkadir, isyan sahası dışında isyanın asıl tertipçisi olmakla suçlanmış ve
idam edilmiştir. Behçet Cemal, Seyyid Abdülkadir ve arkadaşları için: “İsyanın
şefleri” tabirini kullanmakta ve İsyan’ın onun tarafından
planlandığını söylemektedir.[686] Seyyid
Abdülkadir, 1880 yılında İran’a karşı isyan eden Şeyh Ubeydullah’ın oğludur.
Mumcu, bu isyanın İran’da bağımsız bir Kürt devleti kurmak için çıkarıldığını
kaydetmektedir.[687] Seyyid
Abdülkadir isyanın bastırılmasından sonra babası ile birlikte Taifte sürgün
olarak yaşamış daha sonra ise İstanbul’a gelmiştir. Osmanlı’da Ayan Meclisi
üyeliği ve 1919’da Damat Ferit Paşa Hükümetinde Danıştay Başkanlığı yapan
Seyyid Abdülkadir, 1918 yılında İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali
Cemiyeti’nin kurucu başkanıdır.[688] Bruinessen
onun, Kürtler üzerinde büyük etki sahibi olduğunu ve 1920 yılında İstanbul Kürt
Loncalarının, Seyyid Abdülkadir’i kendi adlarına konuşacak tek insan olarak
açıklamaları üzerine İngiliz gözlemcilerin, onu Kürtlerin temsilcisi olarak
ciddiye aldığını söylenmektedir.[689]
Yine Mumcu’nun aktardığına göre;
İngiltere, kendi koruması altında bağımsız bir Kürt devleti kurmayı planladığı
ve bunun için Kürt ileri gelenleri ile iletişim halinde olduğu bir dönemde
Seyyid Abdülkadir ile de irtibat halindeydi.[690] Ayrıca
İngiltere’nin İstanbul Yüksek Komiserliği’nin Londra’ya gönderdiği raporlarda
onun için: “Satın alındığı takdirde güçlük çıkarmaz” denildiği
aktarılmaktadır.[691] Bunun
yanında Yüksek Komiser Amiral Sir F. de Robeck 26 Mart 1920 tarihinde Dışişleri
Bakanı Lord Curzon’a verdiği bilgide; Kürdistan’ın özerk olmasından, Seyyid
Abdülkadir ile Şerif Paşa’nın da emirlerinde olduğundan bahsedilmekte idi.[692]
Nuri Dersimi de, Seyyid Abdülkadir
hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir. Dersimi, Kürt Teali Cemiyeti’nin
bir toplantısına katıldığı zaman, toplantıdaki gençlerin Kürdistan’ın
bağımsızlığını istediklerini, Seyyid Abdülkadir’in ise buna karşı Türklerin zor
zamanında onlara bir darbe indirmenin Kürtlük şanına yakışmayacağını
söylediğini aktarmaktadır.. Yine Dersimi’nin dediğine göre; Seyyid Abdülkadir
bağımsız bir Kürdistan’a yanaşmıyor, bir Türk vilayeti şeklinde bir Kürdistan
fikrini savunuyordu. Dersimi bu fikrin, Osmanlı diplomatlarının göz boyamak
için söyledikleri fikirlerden farkı olmadığını ifade ederek, bu açıdan Seyyid
Abdülkadir’in bilerek veya bilmeyerek Kürt Teali Cemiyeti içerisinde bir
Osmanlı ajanı rolünü oynadığını söylemektedir.[693]
Seyyid Abdülkadir’in kurucusu ve başkanı
olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti, bu çalışmanın konusu dışında olmakla birlikte,
bu cemiyete üye olan kişilerin farklı amaçlarla hareket ettiği anlaşılmaktadır.
Bu durum Seyyid Abdülkadir ve arkadaşlarının İstiklal Mahkemesindeki
ifadelerine de yansımıştır. Ayrıca bunu teyit edecek bir örneği Behçet Cemal
vermektedir. Behçet Cemal, Kürt Teali Cemiyeti kurulduğu zaman Sabit Sarıoğlu
gibi birçok Şark Türkü’nün bu cemiyete üye olarak, Birinci Cihan Harbi’nden
sonra kurulmak istenen mukavemet teşekküllerini kuvvetlendirmek istediğini söylemektedir.[694] Seyyid
Abdülkadir de mahkemede verdiği ifadesinde, Cemiyeti kurma amaçlarının Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede kurulmak istenen Ermeni devletine karşı yapılan
bir hareket olarak izah etmiştir.
Şeyh Said İsyanı’nın başlamasından iki ay
sonra İçişleri Bakanlığının emri ile İstanbul’da 13 Nisan 1925 gecesi Seyyid
Abdülkadir, oğlu Seyyid Mehmed, Seyyid Abdülkadir’in evinde misafir olarak bulunan
Erbilli Hoşnev aşiretinden Nazif ve Palulu Abdullah Sadi tutuklandılar.
Tutuklanma nedenleri Kürdistan isyan hareketiyle alakalı görülmeleriydi. Şeyh
Said ile Seyyid Abdülkadir arasında irtibat olduğuna dair ileri sürülen en
önemli delillerden birisi Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın isyandan önce
İstanbul’a gelerek Seyyid Abdülkadir ile görüşmesidir. İsyanın bu görüşmede
kararlaştırıldığı söylenmektedir. Ancak hem Seyyid Abdülkadir hem Şeyh Said
savunmalarında bu iddiaları reddetmişlerdir. Şeyh Said, oğlunun ticari amaçlı
olarak İstanbul’a gittiğini söyleyerek kendisini savunmuştur.
Yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirilen
zanlılar ilk önce 6 Mayıs’ta Mahkeme Heyeti’nin önüne çıktılar, yargılamaları
ise 13 Mayıs’ta başladı. Daha sonra Bitlisli Kemal Fevzi, Diyarbekirli Hacı
Ahti Mehmet Tevfik, Hoca Askeri, Cemilpaşazade Ekrem Bey’in de içinde bulunduğu
on bir kişi bu davaya eklenerek yargılamalar devam etti. Seyyid Abdülkadir ve
arkadaşları için yöneltilen iddia, “Kürt isyan ve ihtilaliyle alakadar ve isyanın
amil ve muharriklerinden olmak” idi. Savcı; Seyyid Abdülkadir’in evinden hiç
çıkmamasına rağmen Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile görüşmek için çıktığını ve
onunla görüşerek elim ve hain kararlar verdiğini söyledi. Savcı’ya göre,
İsyan’ın bastırılmaya yüz tuttuğu bir dönemde bile Seyyid Abdülkadir bu
fikirlerinden vazgeçmemişti.[695]
Seyyid Abdülkadir’in idamının en önemli
gerekçelerinden birisi de, Palulu Sadi’nin İstanbul’daki faaliyetleri ve
mahkemede söyledikleridir. Palulu Sadi, isyan öncesinde ve sonrasında, bir
İngiliz yetkilisi sandığı Mister Templen ile bağımsız bir Kürdistan’ın
kurulması için görüşme ve pazarlıklar yapmıştır. Ancak Palulu Sadi’nin
görüştüğü şahıs aslında İstanbul Emniyet Müdüriyeti’nde çalışan Başkomiser
Nizamettin Bey’di ve görüşmeler İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından takip
edilerek raporlar hazırlanmaktaydı. Bu raporların Şark İstiklal Mahkemesinde
okunması sonrasında Palulu Sadi, bu görüşmeleri Seyyid Abdülkadir adına
yaptığını, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın İstanbul’a gelerek Seyyid
Abdülkadir’in evinde iki gün kaldığını, isyanı burada birlikte tertip
ettiklerini ve Seyyid Abdülkadir’in haberi olmadan Kürdistan’da bir yaprağın
bile kıpırdamayacağını iddia etmiştir. Seyyid Abdülkadir ise bu iddiaları
reddetmiş hatta Palulu Sadi ile aralarında kavgalar yaşanmıştı. 23 Mayıs 1925
tarihinde biten yargılamanın sonunda Seyyid Abdülkadir ile beraber altı kişi
hakkında idam kararı verilmiştir. İdam edilenler arasında Palulu Sadi de
bulunmaktadır.
Cemilpaşazadeler ve İsyan
Mahkeme Heyeti’nin üzerinde durduğu ve
açığa çıkartmaya çalıştığı bir diğer mesele isyancıların neden Diyarbekir’i
almaya çalıştığı ve bu saldırıyı yaparken, Diyarbekir’in içinden herhangi bir
yardım alıp almadıklarıdır. Özellikle bölgede Kürtçülük faaliyetleriyle bilinen
Cemilpaşa ailesinin bu isyanla bir alakası olup olmadığı üzerinde durulmuştur.
Mahkemede Şeyh Said’in, Cemilpaşazadelerle
irtibat halinde bulunduğunu söyleyen birkaç kişi olmuştur. Bunlardan ikisi,
Şeyh İsmail ve Şeyh Abdüllatiftir. Ancak bunlarında ifadelerinde bazı
çelişkiler bulunmaktadır. Şeyh İsmail, hem Savcı tarafından alınan ifadesinde,
hem de Mahkemede Cemilpaşazadelerin ve Nakib Bekir Bey’in, Şeyh Said’in
fikrinde olduğunu; Cemilpaşazadelerden kimlerle olduğunu bilmemekle beraber
Said’in bu aileden bazıları ile muhaberesi olduğunu söylemiştir. Şeyh İsmail’in
bu konudaki bilgileri duyuma dayalıdır ve kaynağı da Şeyh Said’in hizmetinde
bulunan Nebi adında bir şahıstır. Şeyh Abdüllatif de benzer şekilde,
Cemilpaşazade Ekrem Bey, Nakib Bekir Bey ve Doktor Fuad’ın Şeyh Said ile
irtibatı olduğunu söylemiştir. Onun da kaynağı Nebi’dir. Bunun yanında Ekrem
Bey’in de Şeyh Said’e bir mektup yazmış olduğunu bizzat Şeyh Said’in ağzından
duyduğunu söylemiştir.
Muhakemenin ilk günlerinde tür ifadeler
veren Şeyh Abdüllatif 19 Haziran’da yani Cemilpaşazadelerin sorgusunun
yapıldığı gün ifadesini değiştirerek, Varto’da ve birkaç gün önce mahkemede
verdiği ifadesinin yalan olduğunu, Varto’da kendisini dövdüklerinden korkudan
mahkemede de yalan ifade verdiğini, aslında Şeyh Said’in Diyarbekir’de kiminle
irtibat halinde olduğunu bilmediğini söylemiştir. Bununla birlikte
Diyarbekir’de bir Kürt cemiyetinin olduğunu ve Cemilpaşazadelerin, Nakib Bekir
Bey ve sairenin bu cemiyete üye olduğunu söyleyen Şeyh İsmail, daha önce alınan
ifadesinde bu cemiyetin iki sene evvel kurulmuş olduğunu söylemesine rağmen,
muhakeme esnasında beş altı sene önce kurulmuş olduğunu söyleyerek çelişkili
ifadelerde bulunmuştur.
Bu konuda ifade veren diğer bir kişide
Hanili Mustafa Bey’dir. Mustafa Bey’in yazdığı bir mektupta Diyarbekir’de üç
mahallenin ve Cemilpaşazadelerin harp ilan ettikleri bilgisi geçmektedir.
Mustafa Bey bu mektubu inkâr etmiştir.
Şeyh Said ise ifadesinde Diyarbekir’e
gitmediğini, ahalisini ve Cemilpaşazadeleri tanımadığını söylemekle birlikte,
Hanili Salih Bey’den; Diyarbekir’de şeriat taraftarı olan 60 kişinin hapis
olduğunu, bunların arasında Cemilpaşazadelerin ve Nakib Bekir Bey’in de
olduğunu işittiğini söylemiştir. Salih Bey ise Şeyh Said’in bu ifadesini kısmen
yalanlayarak, Cemilpaşazadeleri şahsen tanımadığını, Şeyh Said ile
Diyarbekir’de kimler olduğu hakkında konuştukları sırada Cemilpaşazadelerin
isimin geçtiğini ama şeriat taraftarı olduklarının mevzubahis olmadığını
söylemiştir.
İsyanı’nın başlamasından kısa bir süre
sonra bu aileye mensup Ekrem,[696] Ahmed,
Ömer, Cevdet, Kadri, Memduh ve Muhittin Beyler tutuklanarak cezaevine
gönderildiler. Bunlardan Ekrem ve Ahmed Beyler İsyan’la alakadar olmak suçundan
önce Seyyid Abdülkadir ile birlikte yargılandılar. Yargılama sonunda 23
Mayıs’ta verilen karar ile Ahmed Bey beraat etti. Ekrem Bey’in davasının
ayrılmasına karar verildi. 26 Mayıs 1925 tarihinde Şeyh Said’in yargılanmasının
başlamasıyla birlikte, burada verilen ifadeler doğrultusunda
Cemilpaşazadelerden Ekrem, Kadri, Memduh, Ömer, Cevdet ve Muhittin Beyler Şeyh Said
dosyasına dahil edildiler. Cemilpaşazadelerin sorgusu 19 Haziran’da yapıldı ve
çok uzun sürmedi.
Önce Ekrem Bey’in ifadesi alındı. Ekrem
Bey; Şeyh Said ile muhaberesi olduğu, Hacı Ahti’yi Irak’a gönderdiği ve Palulu
Kör Sadi tarafından söylenen, kendisinin Diyarbekir seyyar şube memuru olduğuna
dair iddiaları kabul etmedi. İngiliz Binbaşı Noel ile iyi niyetle dolaştığını,
Diyarbekir’de kurulmuş olan cemiyetin de 1918 yılında kurulan cemiyet olduğunu,
bundan başka cemiyet bilmediğini söyledi. Diğerleri de Ekrem Bey gibi isyanla
ve Kürt cemiyetiyle bağları olduğunu kabul etmediler. Ekrem Bey ifadesinin
sonunda “Kürt Türk’ten ayrı değildir” demiştir. Kadri Bey
ise “Türk oğlu Türk’üm” diyerek ifadesini bitirmişti. Kadri
Bey’in bu son sözüne karşı, Mahkeme Reisi “Mademki Türk olduğunu
söylüyorsun. Ben de kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum.” diyerek
cevap vermişti.
Cemilpaşazadelerin, Şeyh Said taraftarı
olduğunu söyleyen tanıkların ifadelerini değiştirmeleri ve Şeyh Said’in de bu
aile ile bir irtibatı olmadığını söylemesi sonrasında, Savcı da hazırlamış
olduğu son iddianamesinde Cemilpaşazadelerin “Kürd cereyanına
kapıldıkları hakkında birçok işrabât (dolaylı anlatım, ima) mevcud ise de son
hadise-i isyanda aslen veya fer’an (ikinci dereceden) alakadar olduklarını
tesbite kâfi delâil mefkuddur (olmayan, kayıp).” diyerek beraatlarını
talep etmiştir.
Muhakemeleri sırasında
isyan ile bağlantılarını inkar eden Cemilpaşazadeler son savunmalarını da aynı
doğrultuda yapmışlardı. Ekrem Bey yaptığı son müdafaasında vatana bağlılığından
ve yağmager, cahil şeyhlerle aynı fikirde bulunmasının mümkün olmadığından
bahsederek, muhakeme sırasında sanıkların yaptığı itiraflarla masumiyetinin
ortaya çıktığını söyledi. Diğerleri de ortak olarak yazdıkları müdafaalarında
ailelerinin şimdiye kadar memleket için yaptıkları hizmetlerden, Kürtlük ve
Kürtçülük yaygaralarının bazı kişiler tarafından üstünlük vasıtası olarak
kullanılan bir moda olduğundan ve kendilerinin de hiçbir zaman Kürtçü
olmadıklarından bahsettiler.
Yargılama sonunda Ekrem Bey, İsyan’da
“fer’an zi-medhal” (ikinci dereceden dahil) olmak suçundan on sene kürek
cezasına çarptırıldı, diğerleri hakkında ise beraat kararı verildi. Ancak
mahkeme, beraat kararı verirken şöyle bir şerh düşmüştü: “Haklarındaki
ihbarât müstelzim-i muahaze görülemediğinden âtiyen zuhur edecek ahval ve
delail nazar-ı dikkate alınmak üzere onların dahi adem-i mesuliyetlerine” yani
daha sonra ortaya çıkabilecek herhangi bir hareketleri ve delil olursa
tekrardan mahkemeye sevk edilebilecekleri ihtar ediliyordu.
Mahkemede böyle ifadeler veren, Kürtçülük
iddialarını reddederek Türk olduklarını söyleyen Ekrem ve Kadri Beyler daha
sonra kaleme aldıkları hatıralarında kısmen işin hakikatini anlatmış ve
Azadi’nin Diyarbekir şubesini kendilerinin kurduğunu söylemişlerdir.[697] Kadri
Bey’in anlatımına göre Azadi’nin önemli şahıslarından olan ve örgütün
Kürdistan’da teşkilâtlandırılması için görevlendirilen Mülazım İsmail Hakkı
Saveyş, Diyarbekir’de Kadri Cemil Paşa, Cemilpaşazade Kasım Bey, Dr Fuat, Hacı
Ahti, Ekrem Cemil Bey ve bazıları ile görüşmüş ve Diyarbekir’e örgütün şubesini
açmıştır.[698]
Her ikisi de hatıralarında İsyan’ın
hazırlıksız ve çok erken başladığını söylemektedirler. Kadri Cemil Paşa,
Piran’daki olayı duyunca ne amaçla yapıldığını anlayamadıklarını, örgüt lideri
Cibranlı Halit’in tutuklu olması ve teşkilâtın da tamamlanmamış olmasından
dolayı, isyanın örgütün kararı ile başladığını çok uzak gördüklerini
söylemiştir.[699] Aynı
şekilde Ekrem Bey de İsyan’ı hazırlayanların kendilerini hiçbir şeyden haberdar
etmediğini söylemektedir. Yine savunmasında cahil şeyhlerle hemfikir
bulunmasının mümkün olmadığını söyleyen Ekrem Bey, hatıratında Şeyh Said
için “Merhum ve mağfur büyük liderimiz” diyerek bahsetmektedir.[700]
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve İsyan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh
Said İsyanı’nın bağlantısı konusunda çeşitli iddia ve görüşler bulunmaktadır.
Behçet Cemal, karşı ihtilal olarak gördüğü isyanın zehirli tohumlarının,
muhalif parti kanalıyla aleni olarak ekilmiş olduğu iddia etmiştir. Ayrıca TCF
etrafında toplanan muhalefeti dört gruba ayıran Behçet Cemal, saltanatçı olan
Lütfi Fikri ve arkadaşları ile Kürtçü grup olan Seyyid Abdülkadir ve Kürt Teali
Cemiyeti’nin, İsyan’ın asıl unsurları olduğunu, diğerlerinin ise istismar
edildiğini söylemektedir.[701] Aynı
şekilde Neşet Çağatay, dinci bir tepki olarak gördüğü isyanın TCF tarafından
desteklendiğini söylemektedir.[702] Bunun
yanında Azadi’nin kurucularından olan ve Bitlis Divan-ı Harbi tarafından idam
edilen Yusuf Ziya Bey’in 1924 yılı son baharında, yani isyan başlamadan bir
müddet önce Ankara’dan İstanbul’a giderek Mustafa Kemal Paşa’nın muhalifi olan
TCF ve diğer muhalif partilerle görüştükten sonra Erzurum’a döndüğü iddia
edilmektedir.[703] Bruinessen
de bu iddiayı kısmen destekler mahiyette, Azadi örgütünün Yusuf Ziya ve Seyyid
Abdülkadir vasıtasıyla Türk muhalefetiyle ilişki kurma girişimlerinde bulunduğu
ancak bir sonuç alınamadığını belirtmektedir.[704] Bu
tür iddiaların yanında Terakkipever Cumhuriyet Fırkası’nın, İsyan ile hiçbir
bağlantısının olmadığını ve bunun ispatlanamadığını söyleyen birçok araştırmacı
da bulunmaktadır.[705]
Öncelikle İsyan başladıktan sonra
Terakkiperver üyelerinin göstermiş oldukları tavır önemlidir. Daha önceki
bölümlerde ayrıntılı bir şekilde verildiği üzere, Meclis tutanaklarındaki
görüşmelerde TCF üyelerinin isyan karşısında net bir tavır sergileyerek İsyan’ı
irticai bir hareket olarak niteledikleri görülmektedir. Aynı zamanda İsyan’ın
bastırılması için Başvekil Ali Fethi Bey’in almış olduğu tedbirlere tam destek
vermişlerdir. Ancak ilerleyen zamanlarda, hükümet değişikliği sonrasında, İsmet
Paşa’nın almak istediği sert tedbirlere muhalefet ederek, isyan karşısında
İstiklal Mahkemelerinin işletilmesine karşı çıkmışlardır.
Bu arada Terakkiperverlerin, isyan
karşısında mutedil hareket eden Ali Fethi Bey hükümetine destek vermelerini,
kendilerini savunma amaçlı bir taktik olarak yorumlayanlar da vardır. Bu görüşe
göre; İsmet Paşa’nın muhalifleri tasfiye etmek için İsyan’ı kullanacağını TCF
üyeleri bilmekteydiler.[706]
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın,
İsyan’ı kışkırttığına dair ileri sürülen temel argüman parti programında yer
alan maddelerin ve parti mensuplarının yapmış oldukları propagandaların bu
isyanı tertip edenlerin işine yaradığı, halka ve isyancılara cesaret vermiş
olduğudur.[707] Mahkeme
Heyeti’nden olan ve bir süre mahkemenin savcılığını da yapmış olan Avni Doğan,
yapılan soruşturmalarda TCF’nin doğuda açmış olduğu temsilcilikleri tarafından,
dinin siyasete alet edildiğinin meydana çıktığını söylemiştir.[708]
Şark İstiklal Mahkemesi’nde TCF ile
ilişkili olan ilk dava Terakkiperver Urfa Temsilcisi Fethi Bey hakkında yapılan
yargılamadır. Bu önemli dava Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından da yakından
takip edilmiş, Fethi Bey’in vermiş olduğu ifadeler Ankara İstiklal Mahkemesi’ne
bildirilmiştir. Baba adı Hıfzı olan Fethi Bey, 48 yaşında emekli Erkân-ı Harp
Kaymakamlarındandı. TCF Urfa Şubesi kâtipliği görevini yerine getirmekteydi.
Fethi Bey İsyandan yaklaşık üç dört hafta önce Urfa’ya gelmiş, kendisinden önce
Fırka Başkanı olan Hasan Ağa’nın evinde kalmış ve parti teşkilâtlanmasıyla
meşgul olmuştu. Ayrıca Siverek’e giderek orda da parti teşkilâtını kurmuştu.
Siverek’te iken, daha sonra İstiklal Mahkemesinde yargılanarak idam edilecek
olan, Şeyh Eyüb’ün evinde yaklaşık on beş gün misafir olarak kalmıştır. Fethi
Bey mahkemede vermiş olduğu ifadede TCF’nin şubesini açmak için resmi
işlemlerde bulunduğunu ancak Halk Fırkası’nın, resmî açılışı engellemeye
çalıştığını söylemiştir.
Fethi Bey’in zanlı olarak Mahkeme
Heyeti’nin karşısına çıkma nedeni, TCF’nin teşkilâtlanmasını yaparken dini ve
mukaddes olan dinî hisleri alet olarak kullanarak halk arasında nifak ve ikilik
yaymak suçlamasıydı.[709]
Esasen Fethi Bey ve TCF, Şark İstiklal
Mahkemesi’nin ilk yargılaması olan Şeyh Eyüb’ün muhakemesinde gündeme gelmişti.
Yukarıda belirtildiği gibi Fethi Bey, Parti’nin Siverek şubesini
teşkilâtlandırma sürecinde Şeyh Eyüb’ün evinde misafir olarak kalmıştı. Fethi
Bey’in Siverek’teki Parti teşkilâtlanması sırasında yaptığı propagandalar
hakkında, Şeyh Eyüp’ün verdiği ifadeler, mahkemede Fethi Bey’in aleyhine
kullanılmıştır. Şeyh Eyüb’ün ifadesine göre, Fethi Bey propaganda
esnasında: “TCF’nin iyi bir fırka olduğunu, resmen açıldığını, çok
terakki edeceğini, dine hürmetkar olduğunu, Halk Fırkası ’nın ise dinle alakası
olmadığını, dinin terakki etmesi hususunda bir parti teşkil ettiklerini,
partinin Gazi Paşa’nın muvafakatı ile açılarak Gazi’nin bitaraf olduğunu” söylemiştir.
Yapılan muhakeme sonunda Fethi Bey’in,
Siverek’te Parti teşkilâtlanması sırasında halka yaptığı nutuk ve
konferanslarda söyledikleri, halkın dinî hislerini tahrik ve halk arasında
nifak çıkarma olarak görüldü ve hareketi, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci
maddesiyle ilişkilendirildi. Ancak TCF Urfa Kâtibi Fethi Bey, Parti kurucusu
olmaması, sadece seçilmiş bir memuru olması sebebiyle olayda ikinci dereceden
dahil görüldü ve daha önceki mülki ve askerî hizmetleri de hakkında hafifletici
sebepler sayılarak, 18 Mayıs tarihinde, hakkında 3 sene kalebentlik cezası
verildi.
Mahkeme, Fethi Bey hakkında verilen
kararda bir hususa daha vurgu yaptı. O da Fethi Bey’in bu propagandayı Parti
programının 6. maddesine dayanarak yapmış olduğu idi.[710] Mahkeme,
kararında bu altıncı maddenin, daha sonra düzenlenmiş olan Hıyanet-i Vataniye
Kanunu’nun 1. maddesine göre, Hıyanet-i Vataniye kapsamına girdiğini
vurgulamıştı. Esasen Mahkeme bu durumu Fethi Bey’in kararı açıklanmadan önce, 7
Mayıs 1925’te Başvekâlete yazdığı yazıyla da izah etmiş ve Parti programı
nedeniyle Terakkiperverlerin vatan haini olduğunu yazmıştı. Yazının
ayrıntısında 25 Şubat 1925 tarihinde kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun
1. maddesinde yapılan değişiklikten sonra, TCF’nin parti programının 6.
maddesini değiştirmeyerek mevcut durumuyla çalışmaya devam ettiği, dolayısıyla
dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasete alet ettiği söyleniyordu. Ayrıca yazıda,
bu maddenin Parti programında durduğu müddetçe Terakkiperverlerin kanuni
durumlarının 25 Şubat 1925 tarihli kanuna göre vatan haini olmaktan ibaret
olduğu vurgulanmıştı.[711]
Mustafa Kemal Paşa da Nutuk’ta TCF’nin
parti programını eleştirerek onun “En hain dimağların mahsulü” olduğunu
söylemiştir. Ayrıca “Mürettep, umumi, irticai olan Şark isyanı’nın” sebepleri
arasında TCF’nin dinî vaatleri ile Şark’a gönderdiği katib-i mesullerinin
faaliyetlerinin de olduğunu vurgulamıştı.[712] Bunun
dışında Mustafa Kemal Paşa, Fethi Bey ve 6. madde ile ilgili olarak şunları
söylemiştir:
“Hatırat defterini nafile ve teheccüt
namazlarının sevabından bâhis hadislerle dolduran bu Kâtib-i Mesul, Şark
Vilayetlerimizde tahrikât-ı diniyede bulunurken Fırkasının programını tatbik
etmiyor muydu? Masum halka, beş vakit namazdan maada, geceleri de fazla namaz
kılmayı vaaz ve nasihat etmek, belki de ömründe namaz kılmamış olan bir
politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?
Efendiler! Yaptığımız inkılâbın vüsat ve
azameti karşısında, eski hurafat ve müessesatın birer birer sükûtunu gören
mutaassıp ve irticakar anâsır, efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkâr olduğunu
ilan, bir fırkaya ve bahusus bu fırkanın içinde isimleri şöhret bulmuş zevata
dört el ile sarılmaz mı? Yeni fırka yapan zevat bu hakikati müdrik değil
midirler? O halde ellerine aldıkları din bayrağı ile millet ve memleketi nereye
götürmek istiyorlardı? Böyle bir suale verilmesi gereken cevap da hüsnüniyet,
gaflet, kayıtsızlık gibi sözler; memleketi terakkiye isal edeceğim diye ortaya
atılan bir fırka rüesası için mazeret teşkil edemez!
Efendiler! Yeni Fırka, unvan ittihaz
ettiği terakki ve cumhuriyet namlarının zıdd-ı tamlarıyla inkişaf etmiştir. Bu
Fırka’nın rüesası, hakikaten mürtecilere ümit ve kuvvet vermiştir. Buna misal
olarak arz edeyim; Ergani’de usatın valiliğini kabul eden maslup Kadri, Şeyh
Said’eyazdığı mektupta: ‘MilletMeclisinde Kâzım Karabekir Paşa’nınfırkası,
ahkâm-ı şer’iyeye riayetkâr ve dindardır. Bize müzaheret edeceklerine şüphe
etmem. Hatta Şeyh Eyüp nezdinde bulunan Katib-i Mesulleri, Fırka’nın
nizamnamesini getirmiştir...’ diyor. Şeyh Eyüp de muhakemesi sırasında “Dini
kurtaracakyegânefırkanın, Kazım Karabekir Paşa’nın teşkil ettiği fırka olup,
ahkâm-ı şer’iyeye riayet edileceğinin, fırka nizamnamesinde ilan edildiğini”
söylemiştir.
Efendiler! Terakki ve cumhuriyet
kelimelerini kullanarak, bize ve münevveran-ı millete karşı din bayrağını
gizlemek tedbirinde bulunanlar, memlekette umumi irtica ve isyan yapmak için,
dahil ve hariçte, tertipler ve teşvikler yapmakla meşgul olanların
mevcudiyetinden bihaberfarz olunabilirler mi? Yeni fırkaya dahil olanların,
tekmil azası mevzubahis olmasa bile, dinî vaatleri, muvaffakiyet için, müessir
âmil kabul eden ve buna dair formülü nizamnamelerine idhal eden kimseler,
memlekete müteveccih, şahıslarımıza müteveccih suikastlardan bihaber kabul
edilemezler.
isyanın vukuundan aylarca mukaddem,
memleketin şurasında burasında yapılan hafi içtimalardan ve Cemiyet-i Hafiye-i
Islamiye teşkilâtından, İstanbul’da Nakşibendi meşayihinin yaptığı içtimada,
izhar edilecek kıyama müzaheret vaat edildiğinden ve nihayet millî
hudutlarımızın haricinde bulunup, Şark İsyanı ’nı tahrik edenlerin
beyannamelerinde Kazım Karabekir Paşa’nın fırkasından ümit ile bahsolunduğundan
haberdar olmadıklarını farz edelim. Fakat, Fethi Bey Hükümeti zamanında bizzat
Fethi Bey vasıtasıyla, kendilerine fırkanın muzır ve isyan ve irticaa müşevvik
vazı ve mahiyette olduğu bildirildiği zaman olsun, hakikati mütalaa ve müşahade
etmeleri lazım gelmez miydi? Hükümetin ve benim pek halisane olarak bu
ihtaratımızdan sonra olsun hakikati anlamaları ve ona göre hareket etmeleri
icap ederdi. Onlar bilakis bu defa da ‘efkâr ve itikadat-ı diniyeye
riayetkârız, ’ klişesini büsbütün aksi manada tefsire kalkıştılar. Güya malum
formül ile nazarlarında, her dinin ve din salikinin efkâr ve itikadatına
riayetkâr olduğunu ifade etmek... geniş hürriyetperver olduklarını anlatmak
istiyorlarmış... Efendiler! Bu tarz-ı harekete dürüst, samimi denilemez!”’12'2
Bu son paragrafta da işaret edildiği gibi,
Başvekil Ali Fethi Bey, 25 Şubat 1925 tarihinde, Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve
Adnan Adıvar’dan oluşan bir heyeti makamında kabul ederek: “Size
Fırkanızı kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni memur ettiler. Dağıtmazsanız
istikbali çok karanlık görüyorum. Kan dökülecektir. ” dedi ve
Parti’nin kapatılmasını Terakkiperver yöneticilerine bildirdi. Ancak Parti
yöneticileri o zaman bu isteği yerine getirmediler.[713] [714]
Bununla birlikte Parti’nin kapatılma
süreci Şark İstiklal Mahkemesi’nin kendi yargı sahası içindeki TCF şubelerini
kapatma kararı ile başladı. 18 Mayıs’ta alınan kapatma kararı ardından mahkeme
25 Mayıs 1925 tarihinde yargı sahası içinde bulunan on dört vilayetle iki
kaymakamlığa (Muş, Ergani, Elaziz, Genç, Mardin, Diyarbekir, Bitlis, Urfa,
Siverek, Siird, Dersim, Malatya, Van, Hakkâri Vilayetleri ile Hınıs ve Kiğı
Kaymakamlıkları) göndermiş olduğu beyanname ile Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası kulüplerinin kapatılma kararının uygulanmasını ve bu konuda
hazırlanacak olan tutanakların mahkemeye gönderilmesini istedi. Yerel
makamların Mahkeme’ye gönderdiği bu tutanaklara göre, Urfa ve Siverek vilayet
merkezleriyle Urfa’ya bağlı Suruç kazasında TCF kulüpleri olduğu tespit
edilerek kapatıldı. Diğer yerlerde ise herhangi bir teşkilâtlanma olmamıştı.
Bunun yanında bazı yerlerde de
teşkilâtlanma girişimleri olmuş ancak Parti şubesi açılamamıştı. Örneğin
Mardin’de parti şubesinin açılması için başvuru yapılmış ancak müracaat eden
kişinin kanuni vasıfları haiz bulunmaması nedeniyle şubenin açılmasına izin
verilmemişti. Kiğı’da ise Kaymakam’ın İstiklal Mahkemesine yazdığı
yazıda, “Kaza dahilinde esasen TCF şubelerinin açılmasına meydan
verilmemiş” olduğundan bahsedilmektedir. Yine Diyarbekir Vilayetinden
mahkemeye gönderilen yazıda Derik kazasından İlyas Efendi namında birisinin
parti şubesini teşkil etmek için Ankara’ya telgrafla müracaat ettiğini, ancak
fiilen bir şube teşkil edilmediği bildirmiştir.
Dosyalarda bulunan bu belgelere göre
TFC’nin resmî olarak açılmış olan üç şubesi (Urfa, Siverek, Suruç) kapatılmış,
üç yerde (Mardin, Kiğı, Diyarbekir) açılması için teşebbüslerde bulunulmuş
ancak açılamamıştır. Mahkeme’nin yargı sahası içinde bulunan diğer yerlerde ise
parti şubesi bulunmamaktadır.[715] TCF’nin
isyan bölgesinde yapmış olduğu teşkilâtlanma bundan ibaretti.
Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı alanında
bulunan Parti merkezlerini 18 Mayıs’ta kapatmasından sonra Bakanlar Kurulu,
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun verdiği yetkiye dayanarak TCF’nin kapatılmasına karar
verdi ve 3 Haziran 1925 tarihinde Parti tamamen kapatıldı. Şark İstiklal
Mahkemesi üyelerinden Avni Doğan’ın dediği gibi TCF’nin kapatılmasında Şark ve
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin büyük rolü olmuştur.[716]
Şeyh Said’in yargılanması esnasında da
Meclis içerisindeki muhalefet ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gündeme
gelmişti. Şeyh Said kendisini kıyama sevk eden nedenleri sayarken, Mahkeme
Heyeti, Meclis’teki muhalefeti de neden olarak göstermiş, buna karşılık olarak
Şeyh Said: “Muhalefet vardı, fakat o sebep değildi” demişti.[717] Şeyh
Said’in Terakkiperver ile ilgili sorgusu tutanaklarda şu şekilde geçmektedir:
“Ali Saib Bey:Meclis içerisinde bir
muhalefet olduğunu ve bu muhalefetin dini kurtaracağını işittiğini geçen
celsede söylemiştin. Nasıl işittin, bir daha söyler misin?
Şeyh Said: Işitmiştim.
Ali Saib Bey: Meclis içindeki bu
muhalefetten bir şey ümit ettiniz mi?
Şeyh Said: Kalbimizde seviniyorduk.
‘Allahuteala bir sebep çıkarsa da dine hadim büyük adamlar kalksalar.’ derdik.
‘Sebep halk eder’ derdik.
Ali Saib Bey: Sen her iki
Fırka’nınprogramını gördün mü, senin en ziyade hoşuna giden hangisi oldu?
Şeyh Said: Muhabere filan edemedik.
Kendilerinin programını Darahini ’de Belediye Reisi verdi. ‘Müskiratı ilâahir
men edeceğiz’ diyordu, hoşuma gitti. Yalnız bir mesele vardır. ‘Eğer birisi
kötü bir şey yaparsa cebir olmaz’ diyordu. Ötekini de gördüm, fakat
Terakkiperver ’i nispeten doğru gördüm.
Ali Saib Bey: En ziyade hoşuna giden madde
hangisi idi?
Şeyh Said: Müskirat ve fuhşun men’i idi.
Ali Saib Bey: Bir madde vardı o programda.
‘Itikadat-ı diniyeye hürmetkârız’ diye
Şeyh Said: Evet.‘Itikadat-ı diniyeye
hürmetkârız’ diye maddesi çok iyidir.
Ali Saib Bey: Bunların başında bulunan,
buna taraftar olan adamları bilmez miydin?
Şeyh Said: Belediye reisi vardı, her iki
fırka programlarından birer nüsha verdi. Derdim ki ‘Allahu teala bir sebep halk
etse de din terakki etse’ diyorduk. Hiç kimseyi görmedim, yalnız Ergani’nin
işgalinden sonra Ali Bey namında birisinde bir kâğıt gördüm. Kâzım Karabekir
imzalı idi. ‘inşallah işimiz ileri gider’ yazıyordu, bana Ali Bey gösterdi.
Ali Saib Bey: Ali Bey kimdir?
Şeyh Said: Osmaniye’de müftü-i esbak Hacı
Hüseyin Efendi’nin oğlu Ali Bey’dir.
Ali Saib Bey: Şeyh Efendi, sen ne görüştün
Ali Bey’le. O telgraf kimin imzasıyla gelmişti.
Şeyh Said: Telgraf mı ne idi bilmem, kısa
bir şeydi. ‘Allahualem Kâzım Karabekir imzalı idi’ derdim, bu daha aslahtır.
Ali Saib Bey: Mademki bu Terakkiperver
Fırkanın dini kurtaracağına dair sana bir kanaat geldi ve sevindin, ne için bu
Terakkiperver Fırkacılara müracaat etmedin?
Şeyh Said: Yok, müracaat etmedim, vakit
bulamadım. Vakit bulsaydık iki tarafa da müracaat etmek isterdik.
Ali Saib Bey: Bir iyisi var. Bir de fenası
var. Sen iyisini yapan adamlara müracaat edecektin, ‘Şu noksanlarınız var
bunları ikmal ediniz’ diyecektin?
Şeyh Said: Bu sefer içinde gördüm o
programı.
Ali Saib Bey: Evvelce görseydin, müracaat
eder miydin?
Şeyh Said: Benimle birkaç kişi ittifak
etseydi müracaat ederdim.”’12'1
Mahkeme Heyeti bu konuda Kasım Bey’e de
sualler yöneltmiştir. Kasım Bey, ifadesinde 1920 yılından beri Erzurum’da bir
muhalefet cereyanı olduğunu, Hoca Ziya ve Raif Beylerin Erzurum’a geldiklerinde
Cibranlı Halid’e gelerek Halk Fırkası’ndan istifa edip yeni bir fırka
kuracaklarına dair söz verdiklerini ifade etmiştir. Bununla birlikte TCF’nin
programındaki “İtikad-ı diniyeye hürmetkârdır” fıkrasının efkâr-ı umumiyeye çok
tesir ettiğini ve cesaret verdiğini, ayrıca nizamnamede “Tahdid-i merkeziyet
taraftarıdır” maddesinden dolayı TCF’nin hükümeti elde etmesi halinde
kendilerine muhtariyet verileceği ve kan dökülmeden bir istiklal elde edileceği
kanaatinin; İsyan’ı tertip eden siyasilerde oluştuğunu söylemiştir.[718] [719] Şeyh
Said, Kasım Bey’in söylediği bu ifadelere karşı “Ben böyle ince
meseleleri bilmem” demekle yetinmişti.
Ayrıca Şeyh Said son müdafaasında da TCF
ile iddia edilen bağlantısını reddederek şu cümleleri kurdu: “Her bir
mukaddesat-ı diniyemle temin ederim ki bu hadise cereyanında ne ecnebilerin ve
ne de Kürd siyasetini takip edenlerin ve ne de hükümetimizin muhalifi olan
Terakkiperverlerin parmağı ve alakası katiyen içinde yoktur.
Bunlarla hâşâ ne muhaberem ve ne mülakatım
ve ne iştirakim ve ne bi ’l-vasıta haberim katiyen yoktur.”™
Gazeteciler ve İsyan
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun müzakereleri
sırasında bazı gazetelerin yaptığı yayınlardan ve basının İsyan üzerinde
yaptığı etkilerden bahsedilmişti. Özellikle Müdafaa-i Milliye Vekili Recep Bey,
İstanbul basınına yüklenmiş, İstanbul basınının hadise üzerindeki etkilerinden
söz ederek, bu gazetelerin yaptığı yayınlarla; Türkiye’de devlet, hükümet,
Meclis yok havası estirildiğini söylemişti. Bununla birlikte 4 Mart tarihinde
Kanun’un çıkarılmasından hemen sonra, Hükümet bu kanunun ilk uygulaması olarak
6 Mart tarihinde Tevhid-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Aydınlık, Orak Çekiç ve
Sebilürreşad adlı gazete ve mecmuaları kapatmıştı.[720] [721]
Şeyh Said, muhakemesi sırasında kendisini
isyana iten sebeplerden birisi olarak basında çıkan yazıları göstermiş,
özellikle Sebilürreşad ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde şeriatın tatbik
edilmediğine dair çıkan haberlerin etkili olduğunu söylemişti. Aynı şekilde
Binbaşı Kasım Bey de Toksöz, Tevhid-i Efkar, Son telgraf, Sebilürreşad
gazetelerinin isimlerini vermiş ve “Buranın efkâr-ı umumiyesini ve Şeyh
Said’e bu cesareti veren bu gazetelerdir. Yoksa bu kadar çabuk olamazdı.” diyerek
isyanın sebeplerinden biri olarak gazete haberlerini göstermişti.[722]
Şeyh Said ve Binbaşı Kasım Bey’in
ifadeleri üzerine, 7 Haziran 1925 tarihli celsenin sonunda, Savcı’nın tavsiyesi
üzerine, isyan üzerinde etkisi olduğu düşünülen gazetecilerin yargılanma kararı
alındı. Esasen, o zaman Mahkeme’nin savcılığını yürüten Ahmed Süreyya Bey
gazetecilerin davaya dahil edilmelerini gerektirecek bir sebep olmadığı
görüşünde idi. Ancak Mahkeme Heyeti aksi şekilde karar aldı ve gazeteciler Şeyh
Said ile birlikte yargılanmak üzere Diyarbekir’e getirildiler.[723]
Savcı Ahmed Süreyya Bey’in gazetecileri
davaya dahil etmek hususundaki çekingenliği, mahkeme sırasında yaptığı
konuşmadan da belli olmaktadır. Savcı bu konuşmasında, isyanın bir çok sebebi
olduğunu, bu sebeplerden birisinin de basın özgürlüğünü, şahsi maksat ve siyasi
gayeleri için suiistimal eden neşriyat ve matbuat olabileceğini söyledikten
sonra mevzubahis gazetelerin yayınlanmış nüshalarının incelenmesinin ardından
İsyan’ı tahrik ve kolaylaştırdığı anlaşılan şahısların muhakemeye dahil
edilebileceğini ve bu kararı almanın da mahkemenin yetkisi dahilinde olduğunu
söylemişti. Savcının bu görüşü üzerine Mahkeme Heyeti Sebilürreşad, Tevhid-i
Efkâr, Toksöz, Son Telgraf gazeteleri sahip ve başmuharrirleri olan Eşref Edip,
Velid, Abdülkadir Kemali, Fevzi Lütfü ve Sadri Edhem Beylerin tutuklu olarak
Şeyh Said davasına dahil edilmelerine ve Sebilürreşad, Tevhid-i Efkar, Son
Telgraf, Vatan, İstiklâl ve Tanin, İleri gazeteleriyle Adana ve İstanbul’da
yayınlanan eden Toksöz gazetelerinin 1924 senesi Ocak ayından itibaren
yayınlanan nüshalarının incelenmek üzere getirilmesine karar verdi.[724]
Gazetecilerin davaya dahil edilme
kararının alınmasından sonraki bir celsede Mahkeme Heyetinden Ali Saib Bey ile
Şeyh Said arasında şöyle bir konuşma geçmiştir:
“Ali Saib Bey: Sen, ahkâm-ı şer’iyeye
muhalif ahvali nereden anlıyordun?
Şeyh Said: Gazetelerden anlıyordum.
Ali Saib Bey: En çok gazetelerden
anlıyordun öyle mi? Bak şimdi gazeteciler gelecek, göreceksin hepsi genç
çocuklar. Senin tasavvur ettiğin gibi koca sarıklı, uzun sakallı adamlar değil?
Şeyh Said: Ben ne bileyim. Sebilürreşad
diyordu. Kız çocukları, erkek çocukları şapka giyiyorlar diye Sebilürreşad
yazıyordu.
Ali Saib Bey: Sen şemsiye taşımadın mı?
işte o da şemsiyedir?
Şeyh Said: Şemsiye taşıdım. Fakat o şapka
imiş. Hatta yirmi beş yaşında delikanlılar bile giyermiş. İtalyan mekteplerinde
çocuklar tenessül(?) (tanassur) ediyorlar diyorlardı.
Ali Saib Bey: Bunu da Sebilürreşad mı
yazıyor?
Şeyh Said: Bunlar yalansa neden
yazıyorlardı. Gerek yalan yazmayalar. Bunlar her yere gidiyor.
Ali Saib Bey: Gazeteciler gelecekler
göreceksin. Hepsi küçük küçük çocuklar?
Şeyh Said: Sizin Türkiye Hükümetinin
aleyhinedir. Neden bırakıyordunuz?
Ali Saib Bey: Siz biz var mıdır? Sen
kimlere rey verdin?
Şeyh Said: Biz, ZiyaHoca’ya, Raif
Hoca’yaRüşdüPaşa’ya verdik.
Ali Saib Bey: işte onlar Meclis’te
oturuyorlar. Aralarında hükümet teşkil ediyorlar. Onlar senin vekillerin değil
midir?
Şeyh Said: Belâ, belâ, vekillerimdir.”734
Gazeteciler, Şeyh Said ile birlikte
yargılanmak üzere Diyarbekir’e getirilmelerine rağmen, 19 Haziran tarihli
celsede dosyalarının ayrılarak, muhakemelerinin ayrıca yapılmasına karar
verildi. Dosyanın ayrılmasından sonra birkaç gazeteci daha davaya eklendi ve
neticede sanık gazeteci sayısı 10’a ulaştı. 28 Haziran’da Şeyh Said ve
arkadaşlarının yargılanmasının tamamlanmasının ardından Mahkeme Elaziz’e geçti,
gazeteciler de yargılanmak üzere buraya götürüldü. Bu arada Savcı Ahmed Süreyya
Bey de izinli olarak Ankara’ya hareket etmişti. Ahmed Süreyya Bey’in
yokluğunda, Mahkemenin yedek üyesi olan Avni Bey, Mahkemenin Savcılığını yerine
getirdi ve gazeteciler yargılanırken de Mahkeme Savcılığını o yaptı. Doğan,
hatıralarında bu yargılama ile ilgili olarak “Bu hazin maceranın
savcılığını yaptım” demektedir.
Şeyh Said’in gazetecilerle ilgili olan
iddiasını “gülünç” olarak niteleyen Doğan, gazetecilerin
yıkıcı yayınlar yapmış olmalarına rağmen İsyan’la bir alakaları olamayacağı
kanaatinde idi.735 Doğan ayrıca, Şeyh’in gazeteciler aleyhine
verdiği beyanların, telkin ile verdirildiğini söylemektedir. Bu konuda Doğan’ın
ifadeleri şöyledir: “Şeyh Said’in gazeteciler hakkında yaptığı beyanat,
kendi kanaatinden doğmuş değildi. Ona telkin yapılmış, muayyen isimler
verilerek bunları itham ederse cezanın hafifletileceği vaat olunmuştu”[725] [726] [727] Bu
davada yargılanan gazetecilerden olan Eşref Edip Fergan yazmış olduğu
hatıralarında bu konuya değinerek, Şeyh Said’e telkinde bulunan kişinin mahkeme
azasından Ali Saib Bey olduğunu, Şeyh Said’in bu şekilde ifade vermesi halinde
idamdan kurtularak Edirne’ye sürgün edileceği vaadini verdiğini söylemektedir.737
Avni Bey, gazeteciler ile ilgili
iddianameyi hazırlamadan önce Mahkeme Heyeti tarafından kendisine telkinler
başlamıştı. Mahkeme Heyeti, Savcı’nın nasıl bir iddianame hazırladığını merak
ediyor ve gazetecilerin cezalandırılmalarının lüzumunu söyleyerek Savcı’yı
sıkıştırıyordu. Doğan, gazetecilerin yargılamaları sırasında kendisine
Ankara’dan yapılan telkinleri de şöyle anlatmaktadır: “Beni
cesaretlendirmek için Ankara’da ikinci derecedeki bazı zevattan, her gün
şifreler alıyorum. Bu şifrelerde gazetecilerin, Cumhuriyet’in ilanından itibaren
hükümete karşı aldıkları menfi durum izah olunarak haklarında tatbik edilecek
cezanın bana itibar sağlayacağı ifade edilmekte idi.”"73
“Yazıları ile halkı isyana teşvik ve
isyanla alakadar olmak suçlarından maznun (zanlı)” olan gazetecilerin
yargılamaları 11 Ağustos 1925 tarihinde başladı. Yargılamalar devam ederken
gazeteciler müşterek bir telgrafla Mustafa Kemal Paşa’ya müracaat ederek af
dilediler.[728] [729] Bunun
üzerine Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül’de Mahkeme Savcılığına göndermiş olduğu
telgrafla, gazetecilerin kendisine gönderdiği müşterek telgrafın suretini de
göndererek, gazetecilerin yaptığı hatayı anlamış olduklarını bildirdi ve bu
durumu Mahkeme’nin nazar-ı insafa almasını istedi. Gazetecilerin Mustafa Kemal
Paşa’ya göndermiş oldukları mektup ile Gazi Paşa’nın Mahkeme’ye yolladığı
telgraf, 13 Eylül tarihindeki celsede okundu. Ayrıca ertesi günkü gazetelerde
“Gazetecilerin Gazi’ye Telgrafları” başlığı altında yayınlamıştı.[730]
Mustafa Kemal Paşa’nın, ekiyle birlikte
Mahkeme’ye yolladığı telgrafta şunlar yazılıdır:
Elaziz Şark istiklal Mahkemesi Müddei-i
Umumiliğine
9 Eylül 1341
Gazetecilerin Mahkeme’ye celbinden sonra
Anadolu’da ve isyan sahasındaki meşhudatları üzerine hata ettikleri ve nâdim
oldukları hakkındaki telgrafnameleri evvelce mahkemenin nazar-ı adaletine
takdim etmiş idim. Bu defa yine müştereken âtideki telgrafla müracaat
ediyorlar. Bunu da nazar-ı insafa almak muvafıktır efendim.
Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal
Telgrafnameber-vech-i âtidir.
Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Şark IstiklalMahkemesi karşısında
isticvablarımız icra ve ikmal olunduğu şu günlerde tahdis-i nimet kabilinden
bir hareketle huzur-ı uluvviyetinize çıkmayı vecibeden addettik. Cumhuriyet’in
sadık bir amelesi, inkılâbın samimi birer hâdimi olduğumuzu ispat etmiş olmak
kanaatiyle bi-payan fahr ve gurur hissederek zat-ı riyasetpenahilerine bir kere
daha arz ederiz ki bu kanaat şu dakika vicdanlarımızı müsterih etmekle beraber
bundan daha çok güvendiğimiz nokta, asalet-i kalbinizin lütf-ı
hata-puşanesidir. Bu lütfun yad-ı imtinankârânesiyle ve zeval-i napezir bir
irtibat-ı kalbi ile bundan sonra vazifemize devam edebilmek vicdanlarımızda
hasıl olan intibahı harekat-ı müstakbelimize rehber edinerek yüksek gayemize
doğru bitmez nasıye ile yürüyebilmek için feyz-i enzar itimadınızı bizlerden
diriğ buyurulmamasına pek muhtacız. Huzur-ı Mahkeme’de taayyün eden
masumiyetimiz için büyük müncinin yüksek vicdanından duyacağımız müjde-i af ve
müsamaha iledir ki bizim için kıymettar olan bu lütfu bizden esirgemeyeceğinizi
uluvv-i kalbinizden ümit ederek en derin tazimatımızı arz ve takdim ederiz
muhterem reis-i cumhur hazretleri.
Gündüz Nadir, Velid, SubhiNuri, İsmail
Müştak, Ahmed Emin, Ahmed Şükrü, Sadri Ethem, Abdülkadir Kemali, Fevzi Lütfi,
Eşref Edip[731]
Yaklaşık bir ay süren yargılama sonunda 13
Eylül 1925 tarihinde karar açıklandı. Sebilürreşad yazarı Eşref Edip, Tevhid-i
Efkâr yazarı Velid Ziya, Son Telgraf yazarları Sadri Edhem ve Fevzi Beyler,
Vatan gazetesi sahibi Ahmed Emin ve yazarlarından Ahmed Şükrü, İstiklâl
gazetesi yazarı İsmail Müştak, Sahya gazetesi yazarı Gündüz Nadir, İleri gazetesi
yazarı Suhbi Nuri Bey hakkında beraat kararı verildi. Abdülkadir Kemali Bey ise
Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildi.[732]
SONUÇ
13 Şubat 1925 tarihinde yaşanan Piran
Hadisesi’nden sonra başlayan isyan, kısa bir süre içerisinde yayılarak Genç
vilayet merkezi başta olmak üzere doğu illerinin bir kısmında etkili oldu. Kısa
sürede yayılan isyan, ilk günlerde Ankara’da büyük bir yankı uyandırmadı, mahalli
bir hareket olarak algılandı. Ancak ilerleyen günlerde isyanın düşünüldüğünden
daha geniş bir hareket olduğu anlaşıldı. Dönemin Başbakanı Ali Fethi Bey 14 il
ve 2 kazayı kapsayacak şekilde sıkıyönetim ilan ederek tedbirler aldı. İsyana
bölgesel ve kısa sürede bastırılacak bir olay olarak bakmaya devam eden ve sert
tedbirler alma taraftarı olmayan Ali Fethi Bey, kendisi gibi düşünmeyen ve
isyanı Türkiye genelinde bir karşı devrim hareketi olarak algılayan Halk
Fırkası içerisindeki bir cephenin eleştirilerine maruz kalarak başbakanlık
koltuğundan çekilmek zorunda kaldı. İsmet Paşa, başbakan olduğu ve yeni
hükümeti kurduğu gün Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarıp İstiklal Mahkemelerinin
kurulma kararını alarak isyanı sert bir şekilde bastıracağını ve isyan sahasının
dışında da tedbirlere başvuracağını göstermiş oldu.
Meclis içi muhalefeti oluşturan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Ali Fethi Bey Hükümeti zamanında alınan
tedbirlere destek vermekle birlikte, İsmet Paşa Hükümetine güvenoyu vermemiş,
Takrir-i Sükûn Kanunu’na ve İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karşı çıkarak,
isyanın üzerinde yoğunlaşılmasını ve bir an önce bastırılmasını istemişlerdi.
Muhalefet, çıkarılan bu kanunla hem Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ihlal
edildiğini ileri sürmüş, hem de ucu ve sınırları belli olmayan, her şeyi
kapsayabilecek bir şüpheliler kanununa dönüşmesinden endişe etmişti. Kazım
Karabekir Paşa, isyan bahanesiyle siyasi faaliyetlerin ve matbuatın üzerine
gidilmemesini istemişti. Ancak ilerleyen zamanlarda muhalefetin ortaya koyduğu
bu çekinceler teker teker gerçekleşti.
İsyanı mahalli bir hareket olarak gören
Ali Fethi Bey Hükümetinin son bulup İsmet Paşa Hükümetinin kurulmasından sonra
kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ve kurulan İstiklal Mahkemeleri yeni bir
dönemin başlamasına neden oldu ve hükümetin daha geniş yetkilerle hareket
etmesini sağladı. İsyanı Türkiye genelinde planlı bir irtica hareketi olarak
gören yeni hükümet, geniş çaplı bir harekât başlatıp isyan bölgesi dışında
olduğu iddia edilen, isyanın asıl tertipçilerinin peşine düştü. Bu süreç
içerisinde farklı kesimlerden birçok kişi isyanla ilişkilendirilerek tutuklandı
ve yargılandı. TCF mensuplarının yargılanması, Tarikat-ı Salahiye Davası ve
Seyyid Abdülkadir’in yargılanmaları buna birkaç örnektir. Ayrıca ilk muhalefet
partisi olan TCF’nin kapatılmasında ve muhalefetin tasfiye edilmesinde İstiklal
Mahkemelerinin büyük etkisi oldu.
İsyan sonrasında kurulan Ankara ve Şark
İstiklal Mahkemeleri iki ayrı mahkeme olsa da bunların faaliyetlerini
birbirinden tamamen farklı olarak düşünmek hükümetin olaya bakışının yeterince
anlaşılmadığı anlamına gelecektir. Bu iki mahkeme Şeyh Said isyanından sonra
aynı gün ve aynı karar ile kurulmuş, biri isyan bölgesinde faaliyet gösterirken
diğeri isyan bölgesi dışında kalan sahaya hâkim olmuştur. Şark İstiklal
Mahkemesi, isyan bölgesinde isyana fiilen katılanların yargılamasını yapmış,
Ankara İstiklal Mahkemesi ise memleket genelinde tertip edildiği düşünülen bu
karşı devrim hareketinin diğer tertip ve teşvikçilerini cezalandırmak amacıyla
hareket etmiştir. Ancak yalnız bu tertip ve teşvikçiler değil, birçok muhalif
grup bu mahkemelerden geçmiştir. Taha Akyol’un dediği gibi Ankara İstiklal
Mahkemesi, Şark İstiklal Mahkemesi’nden önemlidir. Çünkü Şeyh Said İsyanı birkaç ay içerisinde bastırılmıştır.
Ancak “Ankara İstiklal Mahkemesi bütün basını ve muhalefeti susturmuştur.” Radikal
ıslahatların yaşandığı ve devletin üst kademelerinde umumi ıslahat vurgusunun
yapıldığı bu dönemde ve ortamda, birer İnkılap mahkemesi olarak hareket eden
İstiklal Mahkemeleri, inkılâpların yerleşerek, hükümetin amaçladığı yeni sosyal
düzenin kurulmasında etkin rol oynamışlardır.
İsmet Paşa ve Hükümet, bu isyan hareketini
birkaç seneden beri hazırlanan, tertip ve teşvikçileri daha derinlerde bulunan
irticai bir karşı devrim hareketi olarak algılamıştı. Mahkemede yapılan
yargılamalar da bu yönde oldu ve isyanın o güne kadar adı duyulmayan gizli bir
Kürt cemiyeti tarafından organize edildiği iddia edildi. Bu durum daha sonra
yapılan çalışmaların birçoğunda da zikredilmiş ve isyanın Kürt İstiklal ve
İstihlas Cemiyeti (Azadi) adında bir örgüt tarafından planlandığı yazılmıştır.
Kuruluş tarihi hakkında çeşitli bilgiler verilen bu örgütün bölge üzerinde bazı
emelleri olduğu ve muhalif gruplarla bir şekilde irtibata geçmeye çalıştığı
bilinmektedir. İddialara göre, Azadi Doğudaki şeyh, hoca ve aşiret reislerinin
desteğini almak için dini söylemler geliştirmiş ve 1924 yılı içinde yapılan
inkılâpları, taraftar kazanmak için kullanmıştır. Aynı zamanda bu dini söylemle
diğer muhalif muhafazakâr kesimleri de etkilemeyi amaçlamıştır. Yine iddialara
göre, eski Bitlis Mebusu ve Azadi kurucularından olan Yusuf Ziya Bey
vasıtasıyla Türk muhalefeti ile temas kuran örgüt, Sultan Vahdettin ile irtibat
kurmuştur.
Peki, iddia edildiği gibi Şeyh Said
İsyanı, Azadi denen örgüt tarafından yıllar süren bir planlamanın ürünü müydü
ve Şeyh Said bahsedilen bu örgütün lideri miydi? Bu soruya cevap verebilmek
için örgütün faaliyetleri ve Şeyh Said ile olan ilişkisinin derecesini tespit
etmek önemlidir. Ancak örgüt hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Mahkeme
kayıtlarında Kürt İstiklal ve İstihlas Cemiyeti adı ile geçen bu örgüt
hakkındaki ilk bilgiler, İstiklal Mahkemesindeki muhakemesi sırasında Binbaşı
Kasım Bey tarafından verilmiştir. Bu bilgililer dönemin gazetelerinde
yayınlanmış ve daha sonra yapılan yayınlarda da aynen tekrar edilmiştir.
Günümüzde yapılan yayınların birçoğuna bakıldığı zaman örgüt hakkındaki temel
bilgilerin Kasım Bey’in ifadelerinde geçen bilgilerden ibaret olduğu
anlaşılacaktır.
Muhakeme sırasında itirafçı/muhbir
konumunda olan ve örgüt hakkında sınırlı bilgiler veren Kasım Bey, Şeyh Said’in
örgütün diniyun kanadının lideri olduğunu, Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya gibi
örgütün lider kadrosunun tutuklanmasından sonra liderlik makamına geçerek
isyanı vaktinden önce başlattığını söylemiştir. Kasım Bey ayrıca, İstanbul’da
bulunan ve eski Kürt Teali Cemiyeti lideri Seyyid Abdülkadir’in bu cemiyetin
siyasiyun kanadının lideri olduğunu iddia etmiştir. Daha sonra yazılan ve
kaynak niteliğinde sayılan birçok kitapta da bu ifade kabul görmüş ve aynen
tekrarlanmıştır. Ancak Şeyh Said ile Seyyid Abdülkadir arasında bir irtibat
olduğuna dair ileri sürülen en önemli delillerden biri Şeyh Said’in oğlu Ali
Rıza’nın isyandan birkaç ay önce İstanbul’a gelerek Seyyid Abdülkadir ile
görüşmesidir. İsyanın bu görüşmede kararlaştırıldığı iddia edilmektedir. Buna
ilave olarak Seyyid Abdülkadir ile Şeyh Said arasında bir bağlantı olduğunu
iddia eden kişilerden biri de mahkeme kayıtlarında Seyyid Abdülkadir’in adamı
olarak zikredilen Palulu Sadi olmuştur. Bu iddialar hem Şeyh Said hem de Seyyid
Abdülkadir tarafından reddedilmiştir. İki şahıs arasında olduğu iddia edilen
bağlantı ve Şeyh Said’in Seyyid Abdülkadir’den aldığı emir ile isyanı başlatmış
olduğuna dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Ayrıca Seyyid Abdülkadir’in
mütareke yıllarında İstanbul’da kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyetinin lideri
olduğu bilinmekle birlikte Azadi örgütünün lideri olduğu yönündeki iddialar ve
deliller de yetersizdir.
Bunun yanında bu örgütle ilgili daha
farklı ve geniş bilgiler veren Olson ve Bruneissen olmuştur. Olson’un örgüt
hakkındaki bilgi kaynağı İngiliz Hava Bakanlığı ile Sömürgeler Bakanlığına
gelen raporlara dayanmaktadır ki İngiliz istihbaratına örgüt hakkında bilgi
verenler 1924 Beytüşşebap isyanında Türk Ordusundan firar etmiş olan İhsan Nuri
gibi askerlerdir. Olson’un eserinde Azadi çok yaygın bir örgüt olarak
gösterilmektedir. Ancak bazı yazarlar Azadi ile hiçbir ilgisi bulunmayan birçok
kişinin Olson tarafından bu örgüte üye olarak gösterildiğini söyleyerek
tenkitte bulunmuşlardır. Olson’un örgüt hakkında verdiği bilgilere temkinli
yaklaşmak yerinde olacaktır. Çünkü Azadi hakkında İngiliz istihbaratına bilgi
veren İhsan Nuri gibi firari askerlerin, İngilizlerin desteğini alabilmek için
örgütün gücünü ve müntesiplerini olduğundan fazla gösterme çabası içinde
olabilecekleri göz ardı edilmemelidir.
Bunun haricinde isyanın son hazırlık
aşaması olarak, Şeyh Said’in Hınıs’tan hareketle Piran’a gelene kadar üç aylık
süre zarfında birçok yere uğrayarak toplantılar yaptığı yazılmaktadır.
Azadi’den aldığı emir sonrasında giriştiği iddia edilen bu hareket birçok
kaynakta isyanın son hazırlık safhası olarak anlatılmaktadır. Şeyh Said’in bu
seyahati dönemin bazı devlet raporlarında da geçmekle birlikte, seyahat ile
ilgili bilgi veren temel kaynak M. Şerif Fırat olmuştur. Daha sonra yapılan
araştırmaların birçoğu da buna dayanmaktadır.
Bununla birlikte dikkati çeken bir husus;
Şeyh Said’in örgüt mensubu olduğu yönündeki iddiaların dillendirildiği, ancak
net delillerle bu bağlantıların ispatının ortaya konulmadığı birçok eserde,
örgütün gizliliğine vurgu yapılarak, ispat edilemeyen bu bağlantı açıklanmaya
çalışılmaktadır. Esasen bunların kaynağı da tamamen Kasım Bey’in ifadeleridir.
Örgütün Şeyh Said ile teması hiç olmamış değildir. Örgütün kurucuları olan
Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya Beylerin Şeyh Said ile görüşerek onu örgütün
içerisine çekmek ve desteğini almak istedikleri bilinmektedir. Şeyh Said
Mahkemedeki ifadesinde Yusuf Ziya ile olan görüşmesini anlatmış, Yusuf Ziya’nın
bağımsız bir Kürt devleti kurma fikrini kendisine açtığını, ancak kendisinin
buna karşı çıktığını söylemiştir.
Yargılama sırasında itirafçı konumunda
olan ve mahkemede verdiği ifadeler daha sonra yapılan yayınlara kaynaklık eden
Binbaşı Kasım Bey hakkında birkaç bilgi vererek, mahkemedeki ifadelerini
değerlendirmek yerinde olacaktır. Kasım Bey, sadece bu örgüt hakkında bilgi
vermemiş, Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde olduğunu ve bir Kürt
devleti kurma amacıyla hareket ettiğini iddia etmiştir. Ancak Kasım Bey’in
ifadelerinin bir kısmının doğruluğuna birkaç sebepten dolayı şüphe ile
yaklaşılabilir. Öncelikle Binbaşı Kasım Bey’in hem isyandan önce hükümete karşı
olan fikirleri hem de isyan karşısında aldığı tavır hakkında farklı belge ve
iddialar bulunmaktadır.
Kasım Bey, Şeyh Said’i yakalayarak
hükümete teslim etmiş olan kişidir. Mahkemedeki ifadesinde 1919 yılından beri
hükümete hizmet ettiğini ve isyancılar arasında da bu yüzden bulunduğunu
söyleyerek yapmış olduğu hizmetlerden bahsetmiştir. Onun hükümet taraftarı
olduğunu ve isyancılara karşı hareket ettiğini destekleyen belgeler vardır.
İsyancıların Varto’yu işgal girişiminde bulundukları vakit, işgale karşı
koyarak isyancıları püskürttüğü için Meclis Başkanı tarafından kendisine tebrik
telgrafı gönderilmiştir. Hatta Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’nın babasına yazdığı
bir mektupta Kasım Bey’den melun olarak bahsedilmekte ve Varto’nun işgaline
engel olduğu söylenmektedir. Bu açıdan bakıldığında birçok kişinin kabul ettiği
gibi Kasım Bey’in isyancılar arasında hükümetin bir ajanı rolünü oynadığı
açıktır.
Bunların yanında Kasım Bey’in isyana
fiilen ve silahlı olarak iştirak ettiğine dair rapor ve şahit ifadeleri de
bulunmaktadır. Ayrıca İstiklal Mahkemesi Savcısı’nın yargılama için tutmuş
olduğu notlarda, onun isyana fiilen ve silahlı olarak iştirak ettiği, ancak
isyanın başarısız olacağını anladığı zaman hükümete dehalet ederek Şeyh Said’in
yakalanması için çalıştığı ifade edilmektedir. Bunlara ilave olarak muhakeme
dosyası içerisinde, Kasım Bey’in isyan öncesi dönemlerde, hükümet muhalifi
olduğuna dair bazı ifadeler bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kasım Bey’in
zamanla bir fikir değişikliği içerisine girdiği ya da Şeyh Şemseddin gibi
isyanın gidişatına göre tavır aldığı düşünülebilir. Şeyh Şemseddin de isyan
başladıktan sonra önce hükümetin yanında olmuş, isyancılar güçlenince onların
yanına geçmiş, en son ise affedilmek ümidiyle teslim olmuştu. Mahkemede hükümet
lehine hizmetler yaptığından bahsetmesine rağmen idamdan kurtulamamıştır. Ancak
Binbaşı Kasım Bey, Şeyh Said’in yakalanmasını sağlayarak hem kendisini hem de
kendisi ile birlikte isyana iştirak etmiş olduğuna dair raporlar bulunan bazı
akrabalarını ceza almaktan hatta idamdan kurtarmıştır.
Bununla birlikte Kasım Bey’in Kürt
İstiklal ve İstihlas Cemiyeti hakkında verdiği bilgiler iki farklı gündeki
muhakemesine aittir. İlk bilgileri muhakemesinin ilk günü vermiştir ve nispeten
sınırlıdır. Daha sonra, yaklaşık on gün sonraki muhakemesinde mahkeme reisinin
yönlendirmesiyle örgüt hakkında ilk gün söylemediği yeni bilgiler vermiştir.
Kasım Bey, ikinci ifadesinde, diğer sanıkların itiraf etmesini beklediği için
her şeyi ilk ifadesinde söylemediğini ve sustuğunu belirtmesine rağmen bu durum
şüphe uyandırmakta ve bazı ifadeleri telkin yoluyla verdiği ihtimalini ortaya
çıkarmaktadır. Mahkeme Heyeti tarafından bazı sanıklara bu tür telkinlerin
yapıldığı bilinmektedir. Bu iddiada bulunan kişi Şark İstiklal Mahkemesi
üyelerinden Avni Doğan’dır. Avni Doğan, Mahkeme heyetinden bazılarının Şeyh
Said’e telkinde bulunarak, gazetecileri suçlayıcı ifadeler verdiği takdirde
cezasının hafifletileceğinin söylediğini hatıratında ifade etmektedir. Bu
açıdan Kasım Bey’in ifadelerinde bu tarz telkinlerin bulunmuş olabileceği göz
ardı edilmemelidir. Özellikle hakkında isyana katıldığına dair raporlar bulunan
ve savcının en az Şeyh Said kadar suçlu olarak gördüğü bir maznun, her ne kadar
Şeyh Said’in yakalanmasını sağlamış ve bu şekilde yayınlanmış olan beyannameye
göre affedilme hakkını kazanmış olsa da ucunda idam olan bir yargılanmada
canını kurtarmak için her türlü yola başvurabileceği açıktır.
Şeyh Said’in ifadelerine bakıldığı zaman
hem Azadi ile olduğu iddia edilen bağlantısını reddetmekte hem de isyanın
herhangi bir hazırlık aşamasının olmadığını iddia etmektedir. İsyanın Piran
hadisesinden sonra aniden başladığını savunmakla birlikte Hınıs’tan çıkıp
Piran’a gelene kadar olan seyahati sırasında uğradığı yerlerde hükümetin yapmış
olduğu icraatları tenkit ettiğini ve bu yönde vaazlar verdiğini de inkâr
etmemektedir. İfadelerden anlaşıldığı kadarıyla, Şeyh Said hükümetin icraatlarından
rahatsız olarak karşı bir hareket içerisine girmek istemiştir. Ancak Şeyh
Said’in nasıl bir tavır alacağı konusunda tereddüt içerisinde olduğu açıktır.
Önce hükümete müracaat ederek rahatsız olduğu konuları bildirme niyetinde olsa
da, bazı sebeplerden dolayı bu yola tevessül etmemiştir. İddia edildiği gibi
Şeyh Said’in, Azadi bağlantılı olarak birkaç yıl boyunca isyan hazırlığı
içerisinde olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, onun silahlı bir isyan
düşüncesi içerisinde olmadığını iddia etmek de doğru olmaz. Daha önce ifade
edildiği gibi Şeyh Said’in Azadi ile olan bağlantısı ve örgütten aldığı emir
ile isyanı başlattığı iddiaları ispata muhtaçtır. Ancak “Vaktin imamı
şeriatın ahkâmını icra etmezse üzerine kıyam vaciptir” esasına dayanan, “Hükümete
ahkâm-ı şer’iyenin icbar-ı tatbiki için kıyam cihattır” diyen ve kendisinin
emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkerle mükellef olduğunu söyleyen Şeyh Said’in
bir isyan fikrinde olmadığını iddia etmek doğru değildir ve son iki aylık
seyahatinin ileride gerçekleşebilecek bu tür bir hareketin ön hazırlığı olduğu
düşünülebilir.
Bazı kesimler tarafından sıkça dile
getirilen bir husus ise Hükümetin, Şeyh Said’in isyan hazırlığı içerisinde
olduğunu bildiği ve hazırlıklar tamamlanmadan isyanı boğmak amacıyla Piran
hadisesini provoke ettiği iddialarıdır. Öncelikle şunu söylemek gerektir ki
hükümetin böyle bir isyan hazırlığından haberdar olması durumunda bu
girişimleri bertaraf etmek için elinden gelen çabayı sarf etmesi gayet
tabiidir. Ancak Hükümet gerçekleşecek bir isyanı öne çekerek, isyancıları
hazırlıksız yakalamak amacıyla kışkırtıcı ve provokatif bir çaba içine girmiş
midir, bu iddia ispatlanması gereken ayrı bir durum olmakla birlikte, hükümetin
isyan sonrasında, isyan sahasının dışına da sarkacak şekilde geniş çaplı bir
harekâtla muhalif grupların üzerine gittiği ve isyan sonrasında oluşan genel
durumu hem kendi iktidarını güçlendirmek hem de oluşturmak istediği yeni düzeni
yerleştirmek için müsait bir zemin olarak kullandığı açıktır.
Sadece Piran Hadisesi değil özellikle
isyan içerisindeki bazı gelişmeleri hükümetin provokasyonu olarak değerlendirme
eğilimi oldukça fazladır. Mister Templen ve Palulu Sadi’nin yaptığı
görüşmelerin, Seyyid Abdülkadir’i isyanın içerisine bir şekilde dahil etmek
için yapılan provokatif bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Bazıları ise
Elaziz gibi isyancılar tarafından işgal edilmiş olan bazı yerlerde,
isyancıların yaptığı yağmaları hükümetin bir provokasyonu olarak
göstermektedirler. Bu tür iddialar da yine ispata muhtaçtır.
İsyanın Piran hadisesinden sonra aniden
geliştiğini ve alev aldığını söyleyen Şeyh Said bu andan itibaren başına
geçtiği isyanı, dini gerekçelere dayandırmış ve hükümetin şeriata muhalif
olarak yaptığı icraatları neden göstermiştir. Medreselerin, şer’iye ve evkaf
dairelerinin kapatılması, içki içilmesinin serbest bırakılması gibi konuları
örnek olarak göstermiştir. Özellikle birçok yazarın da dikkat çektiği gibi
halifeliğin kaldırılması isyanın önemli sebeplerinden bir olarak ortaya
çıkmaktadır. Şeyh Said sorgusu sırasında halifelik taraftarı olduğunu ve dinen
bir halifenin bulunmasının caiz olduğunu söylemiştir. İsyan sırasında
isyancılar arasında dillendirilen ve daha sonra mahkeme tutanaklarına da
yansımış olan bir durum Şeyh Said’in Sultan Abdülhamid’in oğullarından birini,
isyanın başarı ile sonuçlandığı takdirde Diyarbekir’e getireceğidir. Hatta
bazı kaynaklarda Şeyh Said’in Sultan Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin ile
görüştüğü söylenmekte ise de isyancılar arasındaki söylentilerden ve mahkemede
duyuma dayalı birkaç ifadeden başka bu iddiayı destekleyecek bir delil
bulunmamaktadır.
Şeyh Said’in İslami hassasiyetlerle mi
yoksa millî amaçlar doğrultusunda mı isyan ettiği, hakkında en çok tartışma
yapılan konulardandır. Şeyh Said’in Azadi ile bağlantılı olduğunu ve isyanın
birkaç sene önceden planlandığını söyleyenler, onun samimi bir Kürt
milliyetçisi olduğunu ve bağımsız bir Kürt devleti kurma amacıyla hareket
ettiğini söylemektedirler. Ancak Şeyh Said başta olmak üzere maznunların çoğu
isyanın dini amaçlarla başladığını ifade etmişlerdir. Şeyh Said tamamen dini
sebeplerle isyan ettiğini ileri sürerek Kürtlükle alakalı tüm iddiaları
reddetmiştir. Mahkeme evrakı arasında bulunan mektup ve yazışmalar da isyanın
amacının dini mahiyette olduğunu destekler niteliktedir. Bununla birlikte
muhakeme sırasında Şeyh Said’in bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla
hareket ettiğini iddia eden sanıklar da olmuştur. Bunlar Şeyh Said ile birlikte
yargılanan Binbaşı Kasım Bey, Şeyh İsmail, Şeyh Abdüllatif ve birkaç kişidir.
Mahkeme heyeti verdiği kararlarda isyanın
amacını din perdesi altında bir Kürt devleti kurmak olarak ifade etmiştir.
Ancak mahkeme kararlarını bu şekilde verirken, hükümet isyanı irticai bir
hareket olarak nitelemiş ve bakanlar kurulu kararı ile gazetelerde, isyanın
Kürt kıyamı olarak yer almasının doğru olmadığı söylemiştir. Hatta dönemin
Başbakanı İsmet Paşa hatıralarında isyanı millî bir hareket olarak kabul
etmemek gerektiğini söylemiştir.
Muhakeme sırasında Şeyh Said’in
mektuplarda kullanmış olduğu birkaç tabir isyanın millî bir hareket olduğuna
delil olarak ileri sürülmüştür. Bazı mektuplarda “Türkler ve Kürtler” tabiri
ile Türk askeri için “düşman” tabirleri kullanılmaktadır. Bunların yanında
mahkeme kayıtlarında Şeyh Said’in “Din
için kıyam farz oldu. Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten efdaldir” dediği
geçmektedir. Mahkemede, Şeyh Said’in böyle söylediğini iddia eden Kasım
Bey’dir. O da bu sözü Şeyh Said’in ağzında duymamıştır. Kasım Bey mahkemede bu
iddiada bulununca, Şeyh Said her herhangi bir karşılık vermemiş sessiz
kalmıştır. Şeyh Said’in Fakih Hasan ile yaptığı bir konuşmasında “Biz Kürtlüğü
muhafaza edeceğiz” diye bir söz söylediği de bilinmektedir. Esasen milliyetçi
anlamlar içeren ve Şeyh Said’in iddiasının aksine anlamlar taşıyan bu sözlerin
yoğun bir propaganda neticesinde ve yapılan inkılâplar sonrasında Türkleri -en
azından mevcut hükümeti- dinsiz olarak gören ve Kürtlüğü İslamlıktan farklı
algılamayan bir düşüncenin eseri olabileceği göz ardı edilmemelidir veya Yaşar
Kalafatın dediği gibi “Şeyh Sait’in
kişiliğindeki cehalet ve imanın kine dönüşebileceğini göstermektedir.” Çünkü
Şeyh Said’in, bazılarının iddia ettiği üzere, millî hislerle hareket etmiş
olması hem mahkeme safhasındaki ifadelere hem de yazılan mektuplara tamamen
zıttır.
Bazı yayınlarda Şeyh Said’in Kürt
milliyetçiliği üzerine yaptığı iddia edilen bazı konuşmaları; hem mahkemedeki
ifadeleri ile hem de mektuplarla bağdaştırmak güçtür. İsyan başlamadan
önce 1925 Ocak ayında Çan’da yapılan
toplantıda Şeyh Said’in Kürt milliyetçiliği üzerine yaptığı söylenen konuşmalar
birçok yayında kullanılmış olmasına rağmen bu konuşmanın doğruluğuna şüphe ile
bakmak gerekir. Bu toplantının içeriği ile ilgili bilgi veren şahıs
Bruinessen’dir. Onun kaynağı da isyana katıldığını söyleyen ancak ifadeleri
çelişkilerle dolu sözlü bir kaynağa aittir. Esasen Bruinessen de bu kişinin
ifadelerini bağımsız kaynaklara teyit ettiremediğini söylemektedir. Bu sözlü
kaynağın daha sonra hazırlamış olduğu hatıratına bakıldığında da çelişkilerle
dolu olduğu net olarak görülmektedir.
Bazıları isyanın tamamen millî amaçlarla
yönelik olduğunu, bazıları ise tamamen dini amaçların güdüldüğünü, bazıları ise
hem dini hem millî amaçların isyanda etkili olduğunu söylemektedirler. Bazı
kesimler ise kendi amaç ve ideolojileri doğrultusunda isyanı istedikleri gibi
göstermeye çalışmaktadırlar. İsyanın bu şekilde farklı niteliklerde
yorumlanması aslında bu tür farklı amaçlı insanların bu isyanın içerisinde
bulunmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı amaçlarla hareket eden bu grup ve
kişilerin, ortak amaçlarının hükümet karşıtlığı olduğu açıktır. Kürt İstiklal
ve İstihlas Cemiyeti üyeleri Şeyh Said ile temas kurup ondan destek almaya
çalışarak, onun üzerinden dindar halkı kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardır.
Yusuf Ziya ve Cibranlı Halid gibi örgüt liderlerinin tutuklanmasından sonra
Şeyh Said’in örgüt mensubu olmasa bile bu kişilerin kendisi ile irtibata geçmiş
olmalarından dolayı hükümetin kendisine yönelik bir hareket içerisinde olduğunu
düşündüğü ve bu tedirginlikle hareket etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Şeyh
Said, hükümetin yaptığı inkılâplardan rahatsızlık duyan ve bunları açık açık
eleştirerek karşı bir harekete geçmek amacındaki bir kişi olması açısından,
isyan öncesinde farklı amaçlar taşıyan siyasi muhaliflerle aynı safta ve aynı
amaçla hareket ettiği görüntüsü vermiştir veya yetkililer bu şekilde
algılamıştır. Bununla birlikte isyan başladıktan sonra farklı amaçlı kişilerin
katılımıyla, millî söylemlerin de dile getirildiği bilinmektedir. Bazı
devlet memurlarının hazırlamış olduğu raporlara göre; isyancılar ilk başlarda
hükümetin şeriata ters icraatları yüzünden isyan ettiklerini söylerken,
sayıları çoğaldıktan sonra özellikle Diyarbekir hücumu zamanında “Kürdistan
hükümeti kurulacak” gibi sözler söylenmeye başlanmıştır.
İsyanı İngilizlerin kışkırtmış olduğu ve
Şeyh Said’in İngilizlerden yardım aldığı veya böyle bir talepte bulunmuş olduğu
hakkında farklı tartışmalar bulunmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki,
İngilizlerin Birinci Dünya Savaşından sonra, bölgede bir Kürt devleti kurdurmak
için faaliyetlerde bulunduğu, İngiliz Dışişleri belgeleri üzerinde araştırma
yapanlarca, ifade edilmektedir. Bunun yanında bölgede bağımsız bir devlet
kurmak için çaba içerisinde bulunan ve İngilizlerden yardım almak amacında olan
şahıs ve Azadi gibi grupların olduğu da bilinmektedir. Ayrıca Nesturi İsyanı
sırasında İngilizlerin açık bir desteği olmuştur. Bu tür durumlar Şeyh Said
isyanının da İngiliz kışkırtmasının farklı bir versiyonu olduğuna dair
şüpheleri artırmıştır. Özellikle Musul meselesi münasebetiyle bölgeye bir
komisyonun gönderildiği sırada isyanın başlamış olması Şeyh Said ve İngilizler
arasında bağlantı olduğu şüphesini güçlendirmiştir. Hem dönemin hükümeti hem de
muhalefeti, İsyanda İngilizlerin rolü olduğuna dair açıklamalarda
bulunmuşlardır ki bu yaklaşımda İngilizlerin bölge üzerindeki faaliyetleri ve
Musul meselesi dolayısıyla oluşan şüphelerin olduğu açıktır.
Şark İstiklal Mahkemesi, Şeyh Said ile
Seyyid Abdülkadir arasında bir bağlantı olduğunu kabul ettiği için, mahkeme
kayıtlarında Seyyid Abdülkadir’in adamı olarak geçen Palulu Sadi’nin, İngiliz
yetkilisi Mister Templen sanarak, Türk polis teşkilâtı mensubu Nizamettin Bey
ile yapmış olduğu pazarlıkları, isyancıların İngilizlerden yardım alma girişimi
olarak değerlendirmiştir. Daha sonra yapılan yayınlarda da kabul edilen genel
görüş budur. Ancak Palulu Sadi’nin bu görüşmeleri Seyyid Abdülkadir adına
yaptığına dair şüphelerin mevcut olmasının yanında, daha önce açıklandığı üzere
Şeyh Said’in Seyyid Abdülkadir ile irtibat halinde olduğu iddiasını da
destekleyecek güçlü deliller bulunmamaktadır.
Dönemin gazetelerinde de isyanda
İngilizlerin parmağı olduğuna dair çokça haberler yapılmıştır. Ancak bu
haberlerin bir kısmının kamuoyu oluşturmak için yapılmış olabileceği göz ardı
edilmemelidir. Şeyh Said’in İngilizlerle bağlantılı olduğuna dair haberler
isyanın ilk günlerinden itibaren gazetelerde yazılmaya başlanmıştı. İlk
günlerdeki haberlerde Ankara’da bazı mevkilerin bu işte İngiliz parmağı
olduğundan şüphe etmedikleri yazıyordu. Bunlardan başka, yakalanan asilerin
üzerinde yabancı askerlere ait üniformaların ve paraların bulunduğu ve
isyancıların ellerinde yabancı menşeli silahların olduğuna dair haberler
yapılarak isyancıların dış bir devletten yardım alındığına dair haberler
yapılıyordu. Ancak arşiv belgelerinde bunu destekleyecek bir belge olmadığı
gibi gazete haberlerinde bahsedilen bu konular ve iddialar, muhakeme sırasında
gündeme dahi gelmemiştir.
İsyancıların İngilizlerden silah yardımı
aldığına dair herhangi bir delil yoktur. İsyancıların ihtiyaç duydukları
mühimmatı işgal ettikleri şehirlerdeki askeri cephanelerden karşıladığı, kendi
aralarında yapmış oldukları yazışmalara yanmıştır. Bunun yanında hem dönemin
gazetelerinde hem de mahkemede gündeme gelmiş olan Diyarbekir Postahanesinde
bulunan ve yabancı bir silah fabrikasına ait olduğu söylenen katalogların da
kamuoyu oluşturmak için çıkarılan haberlerden biri olduğu anlaşılmaktadır.
Yargılamalar sırasında, Şeyh Said’in
İngilizlerle irtibat halinde olduğunu ve Diyarbekir’i aldıktan sonra
İngilizlerin yardımıyla hükümet kuracağını söyleyen bazı sanıklar olmuştur.
Onların bu iddiaları da duyuma dayanmaktadır. Şeyh Said’in kendisinden bu yönde
bir şey duymuş değillerdir. Bu tür ifadede bulunan kişilerden biri Şeyh
Abdüllatiftir. Şeyh Abdüllatif, muhakemesinin ilk günlerinde Cemilpaşazade
Ekrem Bey hakkında verdiği ifadeleri son günlerde değiştirip, ilk gün yalan
ifade verdiğini söyleyerek Ekrem Bey’in muhtemel bir idam cezası almasının
önüne geçmiştir. Burada hatırlatılması gereken bir husus, Şeyh İsmail ve Şeyh
Abdüllatif kardeşlerin, duyuma dayalı olarak mahkemede söyledikleri bu
iddialar, dönemin gazetelerinde Şeyh Said’in kendisinden duymuş oldukları
şeklinde yansıtılmıştır. Dönemin atmosferi içerisinde İngilizlerden şüphe
edilmesi ve bazı gazetelerde bu şekilde yorumların yapılarak bu şüphelerin dile
getirilmesi normal karşılanabilecek bir durum olmakla birlikte, dönemin bazı
gazetelerinde gerçek olmayan haberlerin kamuoyu oluşturmak amacıyla yapılması
ve daha sonra yapılan araştırmalarda, bu yalan haberler üzerinden gidilerek
aynı cümlelerin tekrarlanması, gerçekle uyuşmayan ve algı oluşturmaya yönelik
anormal bir durumdur.
Şeyh Said’in İngilizlerle irtibat halinde
olduğu özellikle Şeyh Said’in yakalanmasına kadar olan süreçte gazetelerde
fazlasıyla yer almasına rağmen daha sonrasında bu konu üzerinde fazla
durulmamış ve devlet yetkilileri tarafından pek dillendirilmemiştir. İsmet Paşa
daha sonraları yazılan hatıralarında böyle bir ilişkinin bulunamadığını ve
isyana millî bir hareket olarak bakmamak gerektiğini söylemiştir.
Bunun yanında Şeyh Said dini gerekçelerle
isyan etmiş olduğunu iddia etmesine rağmen girişmiş olduğu hareketin
neticelerini pek de öngörememiş olduğu anlaşılmaktadır. İsyan sonrasında
bölgede büyük bir kargaşa ortamı oluşmuş, şehirler isyancılar tarafından
yağmalanmış, hadiseye katılan bazı kişiler şahsi husumetleri olan kişi ve
memurlardan öç almaya çalışmışlardır. Şeyh Said’in ifadesiyle amacı şeriat
ahkâmını ikame etmek olan hareket, amacından çok farklı yönlere sapmıştır. Mahkeme reisi de bu tür durumları muhakeme
sırasında Şeyh Said’e hatırlatmıştır. Şeyh Said’in söylediği şu sözler
hareketin amacının dışına çıktığını göstermesi açısından önemlidir
“Benim maksadım bu dine
hizmet etmekti. Bu çeşit niyetimde yoktu. Allahu Teâlânın kaderi beni bu çeşide
düşürdü. Muvaffak da olamadık ve şimdi anladığıma göre muvaffak da olsa idik bu
ahali ile bir şey olamazdı. Bu bir cinnetti. Çünkü bu ahaliden sıdkım sıyrıldı.
Şeriata razı olan ahali kalmamıştır. ” İsyancıların ellerinde bir süre esir
olarak kalan devlet memurlarının hazırlamış olduğu raporlardaki bilgiler
isyancıların bir kısmının, şahsi husumet besledikleri devlet memurlarına karşı
yaptıkları muameleler hakkında bilgi vermektedir. Özellikle Diyarbekir
bozgunundan sonra asilerin başarılı olamayacağını anlamaları ve geri
çekilmeleri sürecinde, bir kısım asiler işgal altında bulunan şehirlerde esir
olarak bulan devlet memurlarına karşı suikast girişimlerinde bulunmuşlardı.
Ancak onları yine isyana katılmamış olan bölge halkı asilerin elinden almıştı.
Hatta Genç Valisini ve Binbaşıyı Şeyh Said’in Darahini inzibat memuru olan
Fakih Hasan kurtarmıştı.
İsyan sonrasında isyan bölgesine
gönderilen Şark İstiklal Mahkemesi, olağan üstü yetkilere sahip olarak hareket
etmiş ve iki yıl görev yapmıştır. Mahkemenin ne kadar hukuk çerçevesinde
yargılamalar yapmış olduğu ve bu yargılamalarda siyasi iktidarın ne kadar
yönlendirici olduğu hep tartışma konusu olmuştur. Ayrıca mahkeme kurulduğu
zaman ilk görev yapan beş üyeden sadece mahkeme savcısının hukuk kökenli olması
önemlidir. Geniş yetkilere sahip olan Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı
alanının ve sahasının kanunlarla belirlenmiş olmasına rağmen mahkeme bu
sınırları ihlal etmiş hatta bunun ötesinde kendi alanına girmeyen yargılamalar
yapmıştır. Esasen İstiklal Mahkemelerinin siyasi, idari bazı zorunluluklar
neticesinde kurulduğu ve Mahkemelerin aldığı kararlarda bu zorunlulukların göz
önünde bulundurulduğu, mahkeme tarafından yapılan bir yazışmada açıkça
söylenmektedir.
Mahkemelerde maznunlar kendilerini
yeterince savunabilmişler miydi? Avukat tutma haklarını kullanabilmişler miydi?
Hâkimler delile göre mi yoksa vicdani kanaate göre mi kararlarını vermişlerdi?
Bunlar mahkemelerle ilgili tartışma konusu olan mevzulardır.
Yargılamalar sırasında avukat tutan
maznunlar olmuştur. Tutmayanlara da avukat tutmaları gerektiği kanunen
bildirildiği anlaşılmaktadır. Ancak çok kısa süren yargılamalar sırasında
maznunların bu haklarını sağlıklı bir şekilde kullanabildikleri şüphelidir.
Ayrıca avukat tutmuş olanların sayısı on beş yirmi kişiyi geçmediği
görülmektedir. Bunun yanında sanıkların yerel savcılıklar tarafından alınmış
olan ifadeleri esas olarak kabul edildiği için mahkemede alınan ifadelerinin
çok kısa tutulduğu görülmektedir. Bu hızlı yargılama süreci sanıkların savunma
haklarını yeterince yerine getirememiş oldukları izlenimini vermektedir.
Mahkemenin kanaat-i vicdaniyeye göre karar
verdiği bir gerçek olmakla birlikte, delil unsurunun hiç göz önüne almadıkları
söylenemez. Ancak bu delillerin ne kadar sıhhatli olduğu tartışılabilir.
Muhakeme sırasında; mektuplarla, maznunlarının kendilerinin itiraflarıyla ve
yahut çatışma sırasında almış oldukları yaralarla isyana fiilen katıldığı
anlaşılan kişiler cezadan kurtulamamışlardır. Fakat hakkında bu tür deliller
olmamakla birlikte askeri ve sivil makamların rapor ve ihbarları neticesinde
ceza almış olanlar da bulunmaktadır ki hakkında ihbarda bulunan ve ceza alan
maznunların çoğu iftiraya uğradıklarını ve ihbarda bulunan şahısların
kendileriyle husumeti olduğunu iddia etmişlerdir.
Şark İstiklal Mahkemesi’nde kaç kişinin
yargılandığı ve idam edildiği ile ilgili de farklı rakamlar bulunmaktadır.
Mahkeme, çalıştığı süre boyunca faaliyetlerini her ay TBMM’ye bildirmekteydi.
Şark İstiklal Mahkemesi’nin gönderdiği bu Mesai cetvellerinde kaç kişinin
yargılandığı ve ne cezalar verildiği çok açık bir şekilde görülmektedir.
Bazılarının yargılama sayısı ve idamlara dair verdiği rakamlar oldukça
abartılıdır ve gerçekle alakası yoktur.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Arşiv Belgeleri
İM/14 Dosyaları (İstiklal Mahkemeleri Yazışma Dosyaları)
İM/T12 Dosyaları (Şark İstiklal Mahkemesi Dosyaları)
Şark İstiklal Mahkemesi 649 Numaralı Esas Defteri (Osmanlıca)
Şark İstiklal Mahkemesi 650 Numaralı Karar Defteri (Osmanlıca)
Şark İstiklal Mahkemesi 69 Karar Numaralı Mahkeme Zabıtnamesi (Osmanlıca)
TBMM Arşivi 194 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 419 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 466 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 499 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 542 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 564 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
TBMM Arşivi 567 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası
Kitaplar
AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları,
İstanbul 1999.
AKYOL, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul 2012.
, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, İstanbul 2012.
AKYÜREKLİ, Mahmut, Şark İstiklal Mahkemesi : 1925-1927, Kitap
Yayınevi, İstanbul 2013.
ARVAS, İbrahim, Tarihi Hakikatler, Arı Matbaası, Aralık 2005.
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt 2, Türk Devrim Tarihi
Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1967.
AYBARS, Ergün, İstiklal Mahkemeleri, Ayraç Kitapevi, Ankara
2009.
AYDEMİR, Sevket Süreyya, Tek Adam, Cilt 3, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1965.
BAYRAK, Mehmet, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge
yayınları, Ankara 1993.
BRUİNESSEN, Martin Van, Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları,
İstanbul 2003.
CEMAL, Behçet, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955.
ÇAĞATAY, Neşet, Türkiye’de Gerici Eylemler (1923’ten Buyana),
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1972.
ÇAMURDAN, Ahmet Cevdet, Bir İbret Levhası Adaletin Tecellisi İle
Sonuçlanan Korkunç İftira Olayı, Fersa Matbaası, Ankara 1978
ÇAY, Abdulhaluk M.,Her Yönüyle Kürt Dosyası, İlgi Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul 2010.
DERSİMİ, M. Nuri, Kürdistan Tarihinde Dersim, Doz Yayınları,
İstanbul 1977.
DİLİPAK, Abdurrahman, İnönü Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul
1989.
DOĞAN, Avni, Kuruluş, Kurtuluş ve Sonrası, Dünya Yayınları,
İstanbul 1964.
Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, Ankara
1992.
Elcezire İstiklal Mahkemesi Cilt 3, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015
ERMAN, Azmi Nihat, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri,
Temel Yayınları, İstanbul 1971.
EROĞLU, Hamza, Türk Devrim Tarihi, Sanem Matbaası, Ankara 1981.
Eskişehir İstiklal Mahkemesi Cilt 4, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015
FERGAN, Eşref Edib, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın Romanı,
Beyan Yayınları, İstanbul 2002
FIRAT, M. Şerif, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Kardeş Matbaası,
Ankara 1970.
GOLOĞLU, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası Yayınları,
İstanbul 2011.
, Türkiye Cumhuriyeti, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.
GÖLDAŞ, İsmail, Kürdistan Teali
Cemiyeti, Doz Yayınları, İstanbul 1991.
HALLI, Reşat, Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1,
Kaynak Yayınları, İstanbul 1992.
HASRETYAN, M. A., Kemal M. Ahmad, M. Cıwan, 1925 Kürt Ayaklanması,
Jina Nu Yayınevi, Uppsala 1985.
Isparta İstiklal Mahkemesi Cilt 5, TBMM Kütüphane ve
Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015
İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar,
2.Kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987.
İstanbul İstiklal Mahkemesi Cilt 2, TBMM Kütüphane ve
Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015
İstiklal Mahkemeleri Cilt 1, TBMM Kütüphane ve
Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015
Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kurdistan, Öz-ge
Yayınları, Ankara 1991
KALAFAT, Yaşar, Bir Ayaklanmanın Anatomisi Şeyh Sait, Asam
Yayınları, Ankara 2003.
KARPAT, Kemal H.,Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul
1967.
KAYMAZ, İhsan Ş., Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı,
Kaynak Yayınları, İstanbul 2014.
KINROSS, Lord, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander
Yayınları, İstanbul 1984.
KIRÇAK, Çağlar, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün
Haber Ajansı Basın ve Yayın. Mart 2001.
KISAKÜREK, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu
Yayınları, İstanbul 1993.
KOÇAK, Cemil, “Siyasi Tarih (1923-1950)” Türkiye Tarihi
4 Çağdaş Türkiye 19081980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi,
İstanbul 2013.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1978.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 2000.
MUMCU Uğur, Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Um:ag yayınları, Ankara 2008.
OLSON, Robert, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge
Yayınları, Ankara 1992.
ÖKE, Mim Kemal Belgelerle
Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu
1918-1926, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1992.
ÖRGEEVREN, Ahmet Süreyya, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal
Mahkemesi, Temel Yayınları, İstanbul 2002.
SASUNİ, Garo, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve Kürt
İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992.
SEDİYANİ, İbrahim, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı, Cilt 2,
Şura Yayınları, İstanbul 2014.
SERDİ, Hasan Hişyar, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul
1994.
SHAW, Stanford J., Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye, Cilt 2, İstanbul 1983.
Şadillili Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar 1, Kon
Yayınları, Ankara 1980.
Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, TBMM Kütüphane ve Arşiv
Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017
ŞİMŞİR, Bilal N.,Kürtçülük II (1924-1999), Bilgi Yayınevi, Ankara
2011.
TBMM Albümü (1920-2010), Cilt 1, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 2010.
TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara
1985.
TBMM Zabıt Cerideleri
TOKER, Metin, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968.
TUNCAY, Mete, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin
Kurulması 19231931, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2005.
Türk Hukuk Lugatı, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1991.
ZÜRCHER, Erik Jan, Modern Türkiye’nin Tarihi, İletişim
Yayınları, İstanbul 2008.
Makaleler
AKBULUT, Dursun Ali “'İkinci Dönem TBMM ve Cumhuriyet’in İlanı” Türkler
Ansiklopedisi, Cilt 16.
İLYAS, Ahmet, “MilliMücadele Döneminde Önemli Bir Şahsiyet:Ali
SaibUrsavaş”, Turkish Studies 2015.
KARAKOÇ Ercan, Enver Yalçın, “Bir Siyasetçi Olarak
SeyyidAbdülkadir” Mavi Atlas, Sayı 6, 2016.
KURAN, Ercüment, “Türkiye Cumhuriyeti’ninKuruluşu” Türkler
Ansiklopedisi, Cilt 16.
KURŞUN, Zekeriya, “Şeyh Said”, TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt Ek-2.
KÜÇÜK, Cevdet, “İstiklalMahkemeleri” TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt 23.
MÜJDECİ, Mustafa, Cem Karakılıç, “Atatürk’ün Okul, Silah ve Dava
Arkadaşı Miralay LütfiMüfit Özdeş: Hayatı ve Askeri-Siyasi Faaliyetleri”, History
Studies, 2013.
ÖZDEMİR, Yavuz, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye, Sayı 44,
Mart-Nisan 2002.
SEZGİN, Ömür, Gencay Şaylan, “Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası” Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.
SOYSAL, Mümtaz, Fazıl Sağlam “Türkiye’de Anayasalar” Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.
TUNCAY, Mete, “İstiklal Mahkemeleri” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 4, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.
, “Siyasal Gelişmenin Evreleri” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, İstanbul 1983.
YURTÇİÇEK, Bayram, “Şeyh Sait Ayaklanması ve Cumhuriyet Devrimi”, Teori,
Eylül
2011
Süreli Yayınlar
Cumhuriyet Gazetesi.
Diyarbekir Gazetesi.
İkdam Gazetesi.
İstiklal Gazetesi.
Türkili Gazetesi.
Vakit Gazetesi
[1] Mete
Tuncay, '“İstiklal Mahkemeleri” Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul 1983, s.938.
[2] Ergün
Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ayraç Kitapevi, Ankara 2009, s.152.
[3] Taha
Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, İstanbul 2012,
s.100.
[4] Tuncay, “agm”, s.939.
[5] Cevdet
Küçük, “İstiklalMahkemeleri” TDV İslam Ansiklopedisi,
Cilt 23, s.351.
[6] Küçük, agm, s.350.
[7] TBMM
Zabıt Ceridesi, Dönem 1, Cilt 4, İçtima 63, s.93-101.
[8] İstiklal
Mahkemeleri, Cilt 1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2015. s.1-39.;Eskişehir İstiklal Mahkemesi, Cilt
4, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015.
s.3-12.; Isparta İstiklal Mahkemesi, Cilt 5, TBMM Kütüphane ve
Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015. s.3-10.
[9] TBMM
Z.C., D.1, C.8, İ.152, s.269.
[10] Beraat: Suçlu
sanılarak hakkında dava açılan kimsenin iddia olunan suçun sahibi olmadığının
veya söz konusu iddianın suç teşkil etmediğinin mahkeme kararı ile tespit
edilmesi; aklanmak. Adem-i mesuliyet: Fiil, muamele ve
karardan dolayı mesul olmamak, sorumsuzluk. Vicahen idam: İdam
cezasının sanığın yüzüne karşı verilmesi. Müeccelen idam: İdam
cezasının ertelenmesi. Kürek: Eskiden ağır cezayı gerektiren
durumlarda, suçlulara verilen gemilerde kürek çekme cezası; mahkûmun ayaklarına
demir ağırlıklar bağlanmak suretiyle ağır işlerde çalıştırma cezası; ağır
hapis. Kalebentlik: Eskiden, hapis ve sürgün cezasını
birleştiren, siyasi suçlarla ve devlet memurlannın görevleri ile ilgi ceza. (Türk
Hukuk Lügati, Yayına Hazırlayan Türk Hukuk Kurumu, Başbakanlık Basımevi,
Ankara 1991.)
[11] Mahkemeye
sevk edilen sanıklara ve verilen cezalara dair olan bu rakamlar Ergün Aybars’ın
eserinde bir tablo halinde verilmektedir. Ancak Aybars’ın da belirttiği gibi bu
rakamlarda bazı eksikliklerin olması muhtemeldir. Yargılamalara dair net rakamların,
adı geçen mahkemelerin karar defterleri ve dosyalarında yapılacak olan
araştırmalar ile ortaya çıkacağı açıktır. Bu durum diğer mahkemeler için de
geçerlidir. Aybars, age, s.155.
[12] Küçük, a.g.m, s.351.
[13] Aybars, age,
s.155.
[14] Küçük, “agm”, s.351.
[15] TBMM
Z.C., D.1, C.21-22, İ.77-83.
[16] Tuncay, “agm”, s.940.
[17] Aybars, age,
s.124.
[18] Aybars, age,
s.127.
[19] TBMM
Z.C., D.1, C.23, İ.109, s.195-219.
[20] Aybars, age,
s.129.
[21] TBMM
Z.C., D.1, C.26, İ.177-178, s.438,457-459.
[22] Elcezire
İstiklal Mahkemesi, Cilt 5 TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2015. s.3-9.; Aybars, age, s.133.; Tuncay, “agm”, s.941.
[23] Feroz
Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999,
s.68.
[24]
Cemil KOÇAK, “Siyasi Tarih (1923-1950)” Türkiye Tarihi 4
Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi,
İstanbul 2013, s.128.
[25] Ercüment
Kuran, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu” Türkler Ansiklopedisi,
Cilt 16, s.616.
[26] Stanford
J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,
Cilt 2, İstanbul 1983, s.434.
[27] Küçük, “agm”, s.351.
[28] Küçük, “agm”, s.352.;
Aybars, age, s.129.
[29] Aybars, age,
s.166.
[30] Aybars, age,
s.130.
[31] Mete
Tuncay, “Siyasal Gelişmenin Evreleri” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.1967.
[32] Shaw, age,
s.435.
[33] Tuncay, “Siyasal
Gelişmenin Evreleri” s.1967.
[34] Zürcher, age,
s.248.;Koçak, age, s.133.
[35] Tuncay,
“agm”, s.1967.
[36] Akyol, age,
s.311.
[37] Lord
Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Yayınları,
İstanbul 1984, s.582.
[38] Akyol, age,
s.352.
[39] Aybars, age,
s.167.
[40] Küçük, “agm”, s.352.
[41] TBMM
Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985, s.314-328.
[42] Aybars, age,
s.159.
[43] Aybars, age,
s.178.
[44] Küçük, “agm”, s.352.
[45] Aybars, age,
s.194.
[46] İstanbul
İstiklal Mahkemesi, Cilt 2, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2015, s.3-10.; Küçük, “agm”, s.352.
[47] Taha
Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul 2012, s.348-386.
[48] Koçak, age,
s.134.
[49] Ahmad, age,
s.70.
[50] Mahmut
Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası Yayınları, İstanbul
2011, s.24.
[51] Bernard
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara 2000, s.264.
[52]
Mümtaz Soysal, Fazıl Sağlam “Türkiye’de Anayasalar” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.24-27.
[53] Akyol, Atatürk’ün
İhtilal Hukuku, s.430-435.
[54]
Ömür Sezgin, Gencay Şaylan, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İletişim Yayınları, İstanbul 1983,
s.2050.
[55] Akyol, age,
s.343.
[56] Akyol, age,
s.450.
[57] Sezgin,
“agm”, s.2045.
[58] Aybars, age,
s.211.
[59] Metin
Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, s.18,65.
[60] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131.
[61] Küçük, “agm” s.353
[62] Tuncay,
“İstiklal Mahkemeleri” s.941.
[63] Aybars, age,
s.279-318.
[64] Küçük,
“agm”, s.354.
[65] Aybars, age,
s.374
[66] Tuncay, “agm”, s.943.
[67] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.13.; Toker, age, s.30.
[68]
Hadisenin yaşandığı tarihle ilgili olarak kaynaklarda farklı bilgiler
bulunmaktadır. Dönemin gazeteleri, Meclis görüşmeleri ve resmi belgelerde 13
Şubat tarihi verilmektedir. Ancak o dönemde hazırlanmış bazı raporlarda 11
Şubat tarihi de verilmektedir (Cumhuriyet, 16 Şubat 1341, s.3.; TBMM Z. C.,
D.2, C.14, İ.64, s.306.). Bunun yanında Metin Toker, Behçet Cemal 13 Şubat tarihini
(Behçet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955,
s.25.; Toker, age, s.30.); M.Ş. Fırat, Nuri Dersimi, Kadri
Cemilpaşa ve Hasretyan gibi bazı yazalar ise 8 Şubat tarihi vermektedir (M.
Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Kardeş Matbaası, Ankara
1970, s.203.; M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Doz
Yayınları, İstanbul 1977, s.186.). Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesine göre
Şeyh Said, 21 Recep tarihinde Piran’a geldiğini söylemektedir. Bu tarih de 15
Şubat’a denk gelmektedir (Şark İstiklal Mahkemesi Muhakeme Zabıtnamesi (Karar
69) s.18.).
[69] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.18.
[70] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.316.
[71] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.63-64.; İM/T12/13/69-17/255/3; Raporun aslı: Belge 1
[72] Reşat
Hallı, Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kaynak
Yayınları, İstanbul 1992, s.129-131.
[73] Hallı,
age, s.143-144.
[74] Cemal, age,
s.35.
[75] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.18-22. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)
[76]
İM/T12/11/69-12/153/26-27-28. (Genç Valisi İsmail Hakkı Bey’in Genç merkezi
Darahini’in işgal edilmesine dair yazmış olduğu 25 Nisan 1341 tarihli rapor.)
[77] İM/T12/11/69-11/141/7
(Lice İlk Erkek Mektebi Başmuallimi Ali Fehmi Efendi’nin 28 Nisan 1341 tarihli
raporu.)
[78]
İM/T12/36/271/9/4-5-6 (25/2. Alay 8. Bölük Mülazım-ı Evvel Ahmed Şevket Bey’in
29 Nisan 1925 tarihinde Palu vakası hakkında hazırladığı harp raporu)
[79] İM/T12/30/216/3/1-4
(Palu Mahkeme Mübaşiri ve Palu Evkaf Memurunun yazıları)
[80] İM/T12/12/69-13/173/10-17
(Lice Jandarma Kumandanının raporu)
[81] İM/T12/87/811/2/18
[82]
Liva Kumandanının yardım istediği Mehmed Nuri Efendi, Elaziz’in işgalinden ve
halkın ayaklanarak isyancıları şehirden kovdukları sırada Dahiliye Vekâleti ile
yapılan görüşme sonrasında Vali Vekili olarak tayin edilmiştir. Ancak daha
sonra isyanla alakadar olmak suçundan İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. Bu
konuda hakkında beraat kararı verilmiş olmasına rağmen isyan zamanında Liva
Kumandanlığı tarafından kendisine teklif edilen hizmeti kabul etmediği ve
İdare-i Örfi Nizamnamesi’ne mugayir harekette bulunduğu gerekçesiyle İdare-i
Örfi ilan edilen bölgede oturması uygun görülmemiş ve İzmit’te zorunlu ikamete
gönderilmiştir.
[83] İM/T12/22/138/9/2-6
(Tayyare Binbaşı Tahsin Bey’in, 23 Mayıs 1925 tarihli raporu)
[84] İM/T12/22/138/16/13-14
[85] İM/T12/11/69-9/119/3-4
(Silvan Kaymakamı Abdülvehhab’ın 1 Mayıs 1925 tarihli raporu)
[86] İM/T12/9/69-4/45/4
[87] İM/T12/85/806-2/43/2
[88] İM/T12/10/69-5/49/5
[89] Toker, age,
s.38.; Aybars, age, s.211.
[90] Örgeevren, age,
s.46.; Cemal, age, s.38-39.
[91] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.59, s.131.
[92] Toker, age,
s.13.
[93] İsmet
İnönü, Hatıralar, 2.Kitap, Bilgi Yayın Evi, Ankara 1987, s.198.
[94] Cemal, age,
s.41.
[95] Cemal, age,
s.40-43.
[96] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.63, s.288.
Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine
Ergani vilâyetinin bir kısmında kuvve-i
müsellaha-i devlete karşı müsallehan vukua gelen isyan Diyarbekir, Elaziz ve
Genç vilâyetlerine de sirayet eylemiş ve tevessüe müsait görülmüş olduğundan
Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt,
Bitlis, Van ve Hakkâri vilayetleriyle Erzurum vilâyetinin Kiğı ve Hınıs
kazalarında bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edilmiştir.
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 86’ncı
maddesi mucibince keyfiyeti Meclisi Âlinin tasdikine arz eylerim. 23 Şubat
1341. Başvekil Ali Fethi
[97] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.291.
Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine
23 Şubat 1341 tarih ve 6/908 numaralı tezkereye zeyildir:
Harekât-ı isyaniyenin sirayeti hasebiyle Malatya vilâyetinde dahi bir ay
müddetle idare-i örfiye ilan edilmiştir.
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 86’ncı maddesi mucibince keyfiyeti Meclis-i
Âlinin tasdikine arz eylerim efendim. Başvekil Ali Fethi
[98] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.310.
Madde 1. - Dini veya mukaddesatı diniyeyi
siyasî gayelere esas veya âlet ittihazı maksadıyla cemiyetler teşkili memnudur.
Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar haini
vatan addolunur. Dini veya mukaddesatı diniyeyi alet ittihaz ederek, şekli
devleti tebdil ve tağyir veya emniyeti devleti ihlâl veya dini veya mukaddesatı
diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali arasına fesat ve
nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müştemian kavli veya tahriri
veyahut fiilî bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle
harekette bulunanlar kezalik haini vatan addolunur.
Madde 2. - İşbu kanun neşri tarihinden
muteberdir.
Madde 3. - İşbu kanunun icrasına Adliye
Vekili memurdur.
Başvekil ve Müdafaa-i Milliye Vekili Ali
Fethi, Adliye Vekili Mahmut Esat vs.
[99] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.306-311.
[100] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.65, s.351.
[101] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.65, s.358-359;378-379.
[102] Cumhuriyet,
26 Şubat 1925, Numara: 291, s.1.
[103] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.66, s.12-13.
[104] Örgeevren, age,
s.57.
[105] Örgeevren, age,
S.59-60.
[106] Goloğlu, age,
s.122.
[107] Mete
Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması
1923-1931, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2005, s.144; Akyol, age,
s.457.
[108] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.68, s.110-111.
[109] Örgeevren, age,
s.27.
[110] Mustafa
Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt 2, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü
Yayınları, İstanbul 1967, s. 852.
[111] Avni
Doğan, Kuruluş, Kurtuluş ve Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul
1964, s.165-166.
[112] Akyol, age,
s.450-451.
[113] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.127-129.
[114] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131. Belge 2
Birinci Madde - İrticaa ve isyana ve
memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini
ihlâle bâis bilûmum teşkilât ve tahrikât ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı
Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle, re'sen ve idareten men'e mezundur.
İşbu ef’al erbabını Hükümet İstiklâl
Mahkemesine tevdi edebilir.
İkinci Madde - İşbu kanun tarih-i
neşrinden itibaren iki sene müddetle mer'iyülicradır.
Üçüncü Madde - İşbu kanunun tatbikine İcra
Vekilleri Heyeti memurdur.
[115] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.131-149.
[116] Tuncay, age,
s.149.
[117] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.75, s.349-350.
[118] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.149. Belge 3
Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine
31 Temmuz 1338 tarihli İstiklâl Mehâkimi
Kanunu birinci maddesinin bahşettiği salâhiyete binaen Hükümet, harekât-ı
askeriye mıntıkasında usulü dairesinde derhal bir İstiklal Mahkemesinin teşkil
ve faaliyete ibtidar eylemesini taht-ı vücupta görmekte ve işbu mahkemece
verilecek idam kararlarının dahi aynı kanunun beşinci maddesi mucibince ve
vaziyetin müstaceliyet ve istisnaiyetine binaen Meclis-i Âlice tasdik
edilmeksizin infazına müsaade talep eder. Bundan başka ahval-i fevkalâdeye
binaen ilân olunan seferberliğin, milletin ve Cumhuriyetin emniyetini muhil
muhtelif ve irticai propagandaların, teşebbüsat ve harekâtın kavanin-i
mahsusasın atebean men'i ve tecziyesi esbabının da serian istikmali maksadıyla
ve aynı tarihli İstiklâl Mehâkimi Kanunu’nun birinci maddesi mucibince idam
kararları Meclis-i Âlice tasvip edilmek ve merkezi Ankara’da olmak ve daire-i
kazası harekât-ı askeriye mıntıkası haricindeki vilâyâta şâmil bulunmak üzere
derhal ikinci bir İstiklâl Mahkemesinin teşkiline müsaade duyurulmasını teklif
ve rica ederim efendim. Başvekil İsmet 4.3.1341
[119] TBMM
Z.C., D.2, C.15, İ.69, s.149-154.
[120] Cemal, age,
s.35-37.
[121] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.22. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)
[122] Cemal, age,
s.49.
[123] Toker, age,
s.87-88.
[124] İM/T12/30/220/4/5
[125] İM/T12/24/149/20/1
[126] İM/T12/24/149/22/1
[127] İM/T12/38/295/4/1
[128] Toker, age,
s.91-92. Cemal, age, s.66-67.
[129] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.22-23. (Şeyh Said’in Varto’da alınan ifadesinden)
[130] TBMM
Z.C., D.2, C.17, İ.96, s.150-151.
[131] İM/T12/90/829/39/10
[132] İM/T12/90/826-2/36/2
[133] Örgeevren, age,
s.89-90
[134] İM/T12/90/826-2/35/2
[135] İM/T12/90/826-2/82/5-6;
İM/T12/90/826-2/82/4; Arşiv dosyalarında bulunan bu beyanname el yazısı ile
yazılmış müsvedde halindedir. Beyannamenin 14 Nisan 1925 tarihli Vakit
Gazetesinde de birkaç ufak değişiklikle yayınlanmıştır. Belge 4
[136] Şark
İstiklal Mahkemesi 649 Numaralı Esas Defteri, s.1.
[137] Uğur
Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Um:ag yayınları, Ankara
2008, s.83.
[138] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.23.
[139] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.28-29.
[140] İM/T12/24/149/21/1
Belge 5
[141] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.322.
[142] İM/T12/86/806-3/49/5
[143] Diyarbekir
gazetesi, 4 Mayıs 1341 no: 211; M/T12/8/68/7/1-2
[144] TBMM
Z.C., D.2, C.18, İ.107, s.240-249.
[145] Akyol, age,
s.475
[146] İM/T12/84/805-2/38/4
[147] İM/T12/83/805-1/24/5
[148] İM/T12/97/843-1/14/16
[149] İM/T12/84/805-3/83/10
[150] TBMM
Z.C., D.2, C.19, İ.1, s.8-11.
[151] TBMM
Z. C., D.2, C.19, İ.5, s.60-64.
[152] TBMM
Z.C., D.2, C.19, İ.23, s.109-116.
[153] İM/T12/87/814/3/1-2
[154] İM/T12/90/827/56/1-2
[155] İM/T12/87/814/4/1
[156] İM/T12/97/843-1/9/1-2
[157] İM/T14/9/60/11
[158] TBMM
Z.C., D.2, C.30, İ.39, s.6-9.
[159] İM/T12/91/831/2/1
[160] İM/T14/9/60/10
[161] İM/T12/87/814/1/1-1
[162] TBMM
Arşivi 194 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü
(1920-2010), Cilt 1, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları,
Ankara 2010, s.32; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, TBMM
Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017 s.8.
[163] Akyol, age,
s.465-469.
[164] TBMM
Arşivi 419 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM
Albümü Cilt 1 s.109; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1,
s.6.
[165] Örgeevren, age,
s.114.
[166] Akyol, age,
s.460.
[167] Örgeevren, age,
s.142.
110 M/T12/83/805-1/22/6
111 Eşref Edib Fergan, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın Romanı,
Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s.84;153.
112 Fergan, age, s.175.
[171]
Fergan, age, s.105-106. Ankara İstiklal Mahkemesinde de yargılanan
Eşref Edip benzer bir şeyi bu mahkeme içinde söyleyerek şunları
söylemektedir: “Mahkeme heyetinin yan arkasında yan tarafta bir zat
daha var; Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri. Resmen heyete dahil değil,fakat
mahkemede özel bir mevki sahibi, tıpkı kapitülasyonlar devrinde mahkemelerde
bulunan konsoloslar gibi” Fergan, age, s.50-51.
[172] Ahmet
Cevdet Çamurdan, Bir İbret Levhası Adaletin Tecellisi İle Sonuçlanan
Korkunç İftira Olayı, Fersa Matbaası, Ankara 1978, s.1-3.
[173] Kadri
Cemil Paşa, age, s.101.
[174] İbrahim
Arvas, Tarihi Hakikatler, Arı Matbaası, Aralık 2005. s.89-90.
[175] İM/T12/90/829/6/1-13
[176]
Ahmet İlyas, “Milli Mücadele Döneminde Önemli Bir Şahsiyet:Ali Saib
Ursavaş”, Turkish Studies 2015, s.242-243.
[177] TBMM
Arşivi 564 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM
Albümü, Cilt 1 s.107; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt
6/1, s.8; Mustafa Müjdeci, Cem Karakılıç, “Atatürk’ün Okul, Silah ve
Dava Arkadaşı Miralay Lütfi Müfit Özdeş: Hayatı ve Askeri-Siyasi Faaliyetleri”, History
Studies, 2013, s.120- 145.
[178] TBMM
Arşivi 542 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü,
Cilt 1 s.104; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.9.
[179] Akyol, age,
s.463-465.
[180] Örgeevren, age,
s.281.
[181] Akyol, age,
s.456.
[182] TBMM
Arşivi 466 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü,
Cilt 1 s.87; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.6; Aybars, age,
s.408.
[183] TBMM
Arşivi 251 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü,
Cilt 1, s.96; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.7.
[184] TBMM
Arşivi 499 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü,
Cilt 1, s.94; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.5.
[185] TBMM
Arşivi 567 Numaralı Sicil Dosyası Tercüme-i Hal Varakası; TBMM Albümü,
Cilt 1, s.108; Şark İstiklal Mahkemesi, Cilt 6/1, s.7.
[186] İM/T12/90/827/66/5
[187] İM/T14/60/630/32/33
[188] İM/T12/92/834-2/86/12
[189] İM/T12/90/827/15/1
[190] İM/T12/88/819/27/1-2
[191] İM/T12/85/816-1/15/13-14-15
[192] İM/T12/88/819/27/4
[193] Doğan, age,
s.171.
[194] Örgeevren, age,
s.114.
[195] Örgeevren, age,
s.132-149.
[196] Aybars, age,
s.130.
[197] TBMM
Z.C., D.1, C.4, İ.63, s.93-101.
[198] Küçük, “agm”, s.351.
[199] TBMM
Z.C., D.1, C.21-22, İ. s.77-83.
[200] Tuncay, “İstiklalMahkemeleri”, s.940.
[201] Aybars, age,
s.122-124.
[202] Shaw, age,
s.452
[203] Karpat, age,
s.47
[204] Lewis, age,
s.265.
[205] Lewis, age,
s.270.
[206] Doğan, age,
s.168.
[207] Tuncay, age,
s.155
[208] Çağlar
Kırçak, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayın. Mart 2001, s.32.
[209] Atatürk, age,
Cilt 2, s.894-895.
[210] Şark
İ.M. 650 Numaralı Karar Defteri.
[211] İM/T14/55/87
[212] İM/T12/84/805-2/50/1-2
[213] İM/T12/97/843-1/12/8-11
[214] İM/T12/87/814/12/15
Belge 6
[215] İM/T12/87/814/11/16
[216] İM/T12/87/814/11/14-15
[217] İM/T12/85/805-6/187/2
[218] İM/T12/85/805-7/211/2-3
[219] İM/T12/85/805-6/170/1-6
[220] Tuncay, age,
s.167.
[221] İM/T12/90/827/63/1-2-3
[222] İM/T12/81/800-1/1/3;
İM/T12/81/800-1/1/1
[223] İM/T12/88/822/15/9
[224] İM/T12/88/822/15/1-29
[225] Akyol, age,
s.503.
[226] Örgeevren, age,
s.151.
[227] Aybars, age,
s.239.
[228] Akyol, age,
s.504, Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul
1989, s.46-63.
[229] Azmi
Nihat Erman, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Temel
Yayınları, İstanbul 1971, s.112.
[230] Örgeevren, age,
s.275.
[231] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s. 355
[232]
200, 202, 224, 282, 291, 326, 339, 405, 416, 724, 734, 760 numaralı kararların
dosyalarında bazı maznunların avukat tuttuğuna dair vekâletnameler
bulunmaktadır.
[233] İM/T12/91/830/42/10-13
[234] İM/T12/91/833/7/6
[235] İM/T12/87/816/3/4-5
[236] İM/T12/84/805-3/66/1-2-3-4
[237] İM/T12/84/805-3/62/1-2-3-4
[238] İM/T12/93/836-2/40/1,
İM/T12/93/836-2/40/1-2
[239] İM/T12/93/836-2/71/1
[240] İM/T12/88/820/13/1-2
[241] İM/T12/90/827/72/2
[242] İM/T12/84/805-3/84/3-4-5
[243] İM/T12/97/843-1/9/1-2
[244] İM/T12/97/843-1/11/17
[245] İM/T12/97/843-1/9/3-4
[246] Dilipak, age,
s.46-63; Aybars, age, s.400.
[247] Ali
Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, 2.Kısım,
İstanbul 1960, s.224.
[248] Doğan, age,
s.174.
[249] Tuncay, age,
s.151.
[250] Tuncay, age,
s.151.
[251] Fergan, age,
s.105-106.
[252] Doğan, age,
s.174.
[253] Akyol, age,
s.503.
[254] İM/T12/97/843-1/11/17
[255] Doğan, age,
s.171.
[256] Örgeevren, age,
s.137.
[257] Örgeevren, age,
s.143.
[258] Bkz
Tablo 1. Bu mesai cetvelleri T14 dosyasında farklı yerlerde bulunmaktadır.
Tabloda bu 22 cetvelin birleştirilmiş hali verilmiştir. Örnek bir mesai cetveli
için Belge 7
[259] Bkz
Tablo 2. Bu tabloda 6 cetvelin birleştirilmiş hali verilmiştir. İM/T12/91/832/6
[263] İM/T14/9/60/10/1
[264] Robert
Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge
Yayınları, Ankara 1992, s.186.
[265] İM/T12/84/805-2/34/2
[266] İM/T12/97/843-1/14/16
Belge 8
[267] Tuncay, age,
s.173.
[268]
“Harp ve İsyan Sahalarındaki İdare-i Örfiye Mıntıkalarında Müteşekkil Divan-ı
Harplerden verilecek İdam Kararlarının Suret-i İcrasına Dair Kanun” 31 Mart
1925 tarih ve 595 numaralı Kanun.
[269] TBMM
Z.C., D.2, C.18, İ.107, s.245.
[270] İM/T12/86/807-1/21/1
[271] Vakit
Gazetesi, 20 Nisan 1925, s.1.
[272] Vakit
Gazetesi, 27 Nisan 1925, s.1.
[273] İM/T12/86/808/19/2
[274] İM/T12/86/808/19/1
[275] İM/T12/86/808/18/1-2-3-4-5-6
[276] İM/T12/86/808/17/1-2-3
[277] İM/T12/86/808/14/1-2-3-4
[278] İM/T12/86/808/13/1-2-3-4-5,
İM/T12/86/808/11/1-2
[279] İM/T12/86/808/10/1-2-3
[280] İM/T12/86/808/8/1-2-3-4-5-6,
İM/T12/86/808/7/1-2-3-4-5-6-7-8-9
[281] İM/T12/86/808/8/7-8
[282] İM/T12/86/808/5/1-2-3-4-5-6
[283] İM/T12/86/808/5/7-8
[284] İM/T12/84/805-2/38/9
[285] İM/T12/85/806-1/15/1-5
[286] İM/T12/82/801-1/1/1-4
[287] İM/T12/833,834,835,836
Tenfiz-i İlamat dosyaları. Örnek bir infaz zabıt varakası için Belge 9
[288]
Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve
Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992,s.191-192. ( Şeyh Said isyanı
ile ilgili olarak “Türkler ve Kürtler arasında, aynen Ermeniler ile Türkler
arasında olduğu gibi çok derin uçurumlar açılmış olduğundan artık aralarında
hiçbir barış yolu kalmamıştı” diyen Sasonu gibi kişilerin, idam edilenlerin son
sözlerinde dair yazdıklarının gerçek olmadığı aşikârdır. Sasuni, age,
193.
[289] İM/T12/90/826-2/3/4
[290] İM/T12/91/830/26/3
[291] İM/T12/91/830/27/5-6-7-11
[292] İM/12/91/830/26/2
[293] İM/T12/90/827/71/1-2-3
[294] İM/T12/89/826-1/45/1-2
[295] İM/T12/83/805-1/12/6
[296] İM/T12/91/831/31/5
[297] İM/T12/88/819/3/1-5
[298] İM/T12/88/819/33/13
[299] İM/T12/84/805-2/56/1-2-3
[300] İM/T12/84/805-4/105/1
[301] Zekeriya
Kurşun, “Şeyh Said”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt
Ek-2, s.566-568.; Toker, age, 30-31.
[302] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.3.
[303] Toker, age,
s.32.
[304] İM/T12/10/69-6/65/9
[305] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.24-27. Toker, age, s.32.
[306] İM/T12/84/805-2/51/3
[307] İM/T12/87/815/1/4-5-6-7-8
[308] Belge
10
[309] Belge
11
[310]
Savcı tarafından alınan 21 Mayıs tarihli ifadenin orijinali mahkeme dosyasında
bulunmasına rağmen 16 Nisan tarihinde Varto Müstantikliği tarafından tutulan
ifadenin orijinali mahkeme dosyasında bulunmamaktadır.
[311] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.1-34.
[312] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.34-98.
[313]
Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.98-149. Burada verilen yargılama tarihleri Şark
İstiklal Mahkemesi dosyalarında bulunan Osmanlıca muhakeme zabıtnamesine göre
verilmiştir. Ancak zabıtnamede verilen bazı tarihler dönemin gazeteleri ile
örtüşmemektedir. Zabıtnameye göre 1 Haziran 1925’te muhakemesi yapılan
sanıkların bir kısmının muhakemeleri dönemin gazete haberlerine göre 31 Mayıs tarihinde
yapılmıştır.
[314] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.149-173.
[315] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.173-197.
[316]
Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.198-243. Zabıtnameye göre 9 Haziran 1925’te yapılan
bazı muhakemeler, dönemin gazete haberlerine göre 10 Haziran 1925’te
yapılmıştır.
[317] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.243-268.
[318] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.268-287.
[319] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.287-308.
[320]
Şark İM. M.Z. (Karar 69) s.309-350. Dönemin gazete haberlerine göre bu muhakeme
27 Haziran 1925 tarihinde yapılmıştır ki doğru olan tarih budur. Muhakeme
zabtında yanlış yazılmıştır.
[321] Şark
İM. M.Z. (Karar 69) s.350-366.
[322] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.74-82.
[323] İM/T12/9/69-2/3/3
(Şeyh Said ve rüfekası hakkındaki hüküm hülasasını gösteren defter)
[324] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.321-322.
[325] Mumcu, age,
s.41.
[326] İM/T12/9/69-4/45/9-18
[327] İM/T12/9/69-2/3/4
(Şeyh Said ve rüfekası hakkındaki hüküm hülasasını gösteren defter)
[328] Mumcu, age,
s.83.
[329] İM/T12/10/69-5/46/8
[330] Şark
İM 650 Numaralı Karar Defteri, s.156.
[331] İM/T12/9/69-2/3/4-5;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.89-94.
[332] İM/T12/9/69-2/3/5;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.94-95.
[333] İM/T12/9/69-2/3/6;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.95-96.
[334] İM/T12/9/69-2/3/6;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.96-97.
[335] İM/T12/9/69-2/3/7;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.97-98.
[336] İM/T12/9/69-2/3/7;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.98-100.
[337] İM/T12/9/69-2/3/8;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.100-102.
[338] İM/T12/9/69-2/3/8;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.102-103.
[339] İM/T12/9/69-2/3/9;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.103-105.
[340] İM/T12/9/69-2/3/9;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.106-107.
[341] İM/T12/9/69-2/3/10;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.107-109.
[342] İM/T12/9/69-2/3/10;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.109-110.
[343] İM/T12/9/69-2/3/11;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.110.
[344] İM/T12/9/69-2/3/11;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.111.
[345] İM/T12/9/69-2/3/12;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.111-112.
[346] İM/T12/9/69-2/3/12;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.112.
[347] İM/T12/9/69-2/3/13;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.113.
[348] İM/T12/9/69-2/3/13;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.113-114.
[349] İM/T12/9/69-2/3/14;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.114-115.
[350] İM/T12/9/69-2/3/14;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.115.
[351] İM/T12/9/69-2/3/15;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.115-119.
[352] İM/T12/10/69-6/72/26
[353] İM/T12/9/69-2/3/115;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.119-126.
[354] İM/T12/9/69-2/3/16;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.126-128.
[355] İM/T12/9/69-2/3/16;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.128-129.
[356] İM/T12/9/69-2/3/17;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.129-130.
[357] İM/T12/9/69-2/3/17;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.130.
[358] İM/T12/9/69-2/3/18;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.130-134.
[359] İM/T12/9/69-2/3/18;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.134-135.
[360] İM/T12/9/69-2/3/19;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.135.
[361] İM/T12/9/69-2/3/19;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.135-144.
[362] İM/T12/9/69-2/3/20;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.144-149.
[363] İM/T12/9/69-2/3/20;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.150-151.
[364] İM/T12/9/69-2/3/21;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.151-152.
[365] İM/T12/9/69-2/3/21;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.152-153.
[366] İM/T12/9/69-2/3/22;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.153-157.
[367] İM/T12/9/69-2/3/22;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.305-306.
[368] İM/T12/9/69-2/3/23;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.306-307.;İM/T12/10/69-8/99/1-29.
[369] İM/T12/9/69-2/3/23-24-25;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.307-308.;İM/T12/10/69-8/98/1-17.
[370] İM/T12/9/69-2/3/25;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.308.
[371] İM/T12/9/69-2/3/26;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.163-170.
[372] İM/T12/9/69-2/3/26;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.170-171.
[373] İM/T12/9/69-2/3/27;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.172-173.
[374] İM/T12/9/69-2/3/27;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.172.
[375] İM/T12/9/69-2/3/28;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.173-174.
[376] İM/T12/9/69-2/3/28;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.174-183.
[377] İM/T12/9/69-2/3/29;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183.
[378] İM/T12/9/69-2/3/29;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183.
[379] İM/T12/9/69-2/3/30;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.183-186.
[380] İM/T12/9/69-2/3/30;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.186-187.
[381] İM/T12/9/69-2/3/31;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.187-188.
[382] İM/T12/9/69-2/3/31;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.188.
[383] İM/T12/9/69-2/3/32;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.188-191.
[384] İM/T12/9/69-2/3/32;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.191-201.
[385] İM/T12/9/69-2/3/33;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.201-212.
[386] İM/T12/9/69-2/3/33;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.212-214.
[387] İM/T12/9/69-2/3/34;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.214-230.
[388] İM/T12/9/69-2/3/34;İM/T12/11/69-1
[389] İM/T12/9/69-2/3/35;İM/T12/11/69-1
[390] İM/T12/9/69-2/3/35;İM/T12/11/69-1
[391] İM/T12/9/69-2/3/36;İM/T12/11/69-1
[392] İM/T12/9/69-2/3/36;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.243-244.
[393] İM/T12/9/69-2/3/37;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.244.
[394] İM/T12/9/69-2/3/37;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.244-247.
[395] İM/T12/9/69-2/3/38;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.247-249.
[396] İM/T12/9/69-2/3/38;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.230-241.
[397] İM/T12/9/69-2/3/39;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.241-243.
[398] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.249
[399] İM/T12/9/69-2/3/40;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.250-253.
[400] İM/T12/9/69-2/3/40;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.253.
[401] İM/T12/9/69-2/3/41;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.253-260.
[402] İM/T12/9/69-2/3/41;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.260-261.
[403] İM/T12/9/69-2/3/42;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.261-268.
[404] İM/T12/9/69-2/3/45;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.268-278.
[405] İM/T12/9/69-2/3/46;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.287-289.
[406] İM/T12/9/69-2/3/46;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.279-287.
[407] İM/T12/9/69-2/3/47;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.289-294.
[408] İM/T12/9/69-2/3/47;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.294-295.
[409] İM/T12/9/69-2/3/48;
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.295-297.
[410] İM/T12/9/69-2/3/48
[411] Cemal, age,
s.14.
[412] Fırat, age,
s.192-193.
[413] Dersimi, age,
s.183.
[414] Kadri
Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kürdistan, Öz-ge Yayınları, Ankara
1991, s.85.
[415] Ekrem
Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, Ankara 1992, s.54.
[416] Mumcu, age,
s.41. Mumcu, Olson’a atıf yaptığı başka bir yerde cemiyetin başkanını Cibranlı
Halid olarak göstermektedir. Mumcu, age, s.159.
[417] Abdulhaluk
M. Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık,
İstanbul 2010, s. 458.
[418] Robert
Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Özge
Yayınları, Ankara 1992, s.72.
[419] Olson, age,
s.77.
[420] Yaşar
Kalafat, Bir Ayaklanmanın Anatomisi Şeyh Sait, Asam Yayınları,
Ankara 2003, s.111.
[421] Martin
van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları, İstanbul
2003, s.411-413.; Olson, age, s.73-74.;
[422] Bruinessen, age,
s.411-412
[423] Olson, age,
s.278.
[424] Bruinessen’in
kaynaklarından birisi olan Hasan Hişyar Serdi, daha sonra yayınlanan hatıralarında
isyan hakkında geniş bilgiler vermektedir. İsyan zamanında 17-18 yaşlarında
olan Hasan Hişar, hatıratında isyanın başlama sürecini ve Piran Olayı’nı
kendisini de işin içine katarak anlatmaktadır. Ancak onun anlattıklannın ne
Şeyh Said’in anlatımıyla ne de resmî raporlarla bir ilgisi vardır. Serdi, her
önemli olayda kendisini de olayın bir parçası olarak anlatır. Ayrıca
bulunmadığı toplantıları da, toplantılara katılmış gibi anlatmakta ve Şeyh
Said’in bu toplantılarda Kürtçülük üzerine attığı nutuklardan bahsetmektedir.
Ancak onun Şeyh Said’e atfettiği bu sözler hem Şeyh Said’in ifadelerine, hem de
ele geçen mektupların muhteviyatına tamamen zıttır. Bunun yanında Fethi Bey’i
TCF başkanı olarak göstermektedir. Ayrıca isyancıların rakamını 70000, Hani’de
esir edilen asker sayısını ise 12000 olarak vermektedir. Ankara ve Şark
İstiklal Mahkemelerinde idam edilen şahısların 20000 kişi olduğunu, 1 milyon
kişinin yargılandığını söylemektedir. Bu açıdan bakıldığında Hişyar’ın vermiş
olduğu bilgilerin güvenilir olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte
Bruinessen’in Hişyar’a dayanarak eserinde yer verdiği bazı bilgiler, daha sonra
hazırlanan birçok kitapta hiç eleştirilmeden doğru kabul edildiği
görülmektedir. Hasan Hişyar Serdi, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları,
İstanbul 1994, s.191-306.
[425] Olson, age,
s.278.; Bruinessen, age, s.411-413.
[426] Fırat, age,
s.192-194.
[427] Dersimi, age,
s.183.
[428] Kadri
Cemil Paşa, age, s.85
[429] Bruinessen, age,
s.411.; Olson, age, s.72.
[430] Kadri
Cemil Paşa, age, s.85.
[431] Fırat, age,
s.185-187.
[432] Olson, age,
s.76.; Kadri Cemil Paşa, age, s.86.; Fırat, age, s.195.
[433] Olson, age,
s.76-77.
[434] İhsan
Ş. Kaymaz, Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2014, s.110- 112.
[435] Kaymaz, age,
s.118-121.
[436]
Kasım Bey’in, Mahkeme savcısı Ahmed Süreyya Bey tarafından 16 Mayıs 1925
tarihinde yapılan sorgusunda, savcının “Ali Rıza geldiğinde babasına
neler söylemiş ve İstanbul’da kimlerle temas etmiştir?” sorusuna şu
şekilde cevap verdiği yazmaktadır: “Ali Rıza babasıyla görüştüğünde
bize uzaktı bilmem. Yalnız ben kendisine bu fikrin musib olmadığını ve bu
hareketinin doğru olmadığını söylediğimde, o da bana İstanbul’da Seyyid
Abdülkadir ile görüştüğünü ve Seyyid Abdülkadir’in kendisine İngiliz nüfuzuyla
Kürdistan İstiklali yapılacağını söyleyeceğini bildirmişti. Ben tekrar bunun
bir hayal olduğunu doğru olmadığını söylemiştim.” İM/T12/10/69-5/46/6
[437] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.84-87.
[438] İM/T12/10/69-5/46/6
[439] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.163.
[440] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.162.
[441]
Cemal, age, s.76. (Esasen bu örgüt hakkında başta Behçet Cemal
olmak üzere birçok kişinin verdiği bilgiler Kasım Bey’in mahkemedeki
ifadelerine dayanmaktadır. Bunun haricinde örgütle ilgili çok fazla bilgi
yoktur. Yalnız İngiliz arşivlerine dayanarak örgüt hakkında yeni bilgiler veren
Olson ve Bruinessen olmuştur.
[442] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.225.
[443] Şadillili
Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar 1, Kon
Yayınları, Ankara 1980, s.75.
[444] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.207.
[445] Cemal, age,
s.19.
[446] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.208.
[447] Cemal, age,
s.14.; Yavuz Özdemir, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye,
Sayı 44, Mart-Nisan 2002, s.486.;
Dersimi, age, s.184.
[448] Fırat, age,
s.192-194.
[449]
Fırat, age, s. 195. Yusuf Ziya’nın isyanın liderlerinden biri
olarak Şeyh Said’in ismini verdiğine dair mahkeme zabıtnamesinde veya
dosyalarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Yusuf Ziya’nın
Divan-ı Harp’teki yargılama dosyasını İstiklal Mahkemesinin incelediği
anlaşılıyor. Ancak Yusuf Ziya’nın Divan-ı Harp yargılamasına dair olan dosyası
İstiklal Mahkemesi dosyaları arasında bulunmamaktadır. Bir belgede Yusuf Ziya
ve arkadaşlarına ait dosyanın 14 Temmuz 1925 tarihinde Diyarbekir’de 7. Kolordu
Komutanlığına iade edildiği yazılıdır. Bu açıdan, Yusuf Ziya’nın böyle bir
ifadesi olması halinde İstiklal Mahkemesinde gündeme gelmiş olması gerekirdi.
İM/T12/90/826-2/3/4
[450] Mumcu, age,
s.41-42.
[451] Olson, age,
s.140.; Bruinessen, age, s.414-415.; Cemal, age,
s.19-20.; Örgeevren, age, s.41.
[452] Bayram
Yurtçiçek, “Şeyh Sait Ayaklanması ve Cumhuriyet Devrimi”, Teori,
Eylül 2011, s.8
[453] Bruinessen, age,
s.387,411-413; Olson, age, s.140.; Özdemir, “agm” s.487.;
Cemal, age. s.19.
[454] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.16;27.
[455] Bruinessen, age,
s.412.
[456] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.27.
[457] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.16.
[458] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.33-34.
[459] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.23.
[460] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.47.
[461] Kadri
Cemil Paşa, age, s.91.
[462] Kadri
Cemil Paşa, age, s.92.
[463] IM/T12/3/32-2/21/5
[464] Örgeevren, age,
s.47.
[465] Yavuz
Özdemir, “Şeyh Sait İsyanı”, Yeni Türkiye, Sayı 44,
Mart-Nisan 2002, s. 487-488.; Cemal, age, s.23-25.; Örgeevren, age,
s.37-38.; Kaymaz, age, s.123.
[466] Örgeevren, age, s.39-40.
[467] Dersimi, age,
s.185.; İbrahim Sediyani, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı, Cilt
2, Şura Yayınları, İstanbul 2014, s.281.
[468] Kadri
Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kurdistan, Öz-ge Yayınları, Ankara
1991, s.87-88.; Dersimi, age, s.185.
[469] Fırat, age,
s.198.
[470] Mahkeme
dosyasında bulunmayan bu fetva ve aynı tarihte Şeyh Said’in Hormek aşireti
reislerine yazdığı söylenen mektuba “İsyan Hakkında Yapılan İhbarlar” bölümünde
yer verilmiştir.
[471] Fırat, age,
s.192-202.
[472] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.4.
[473] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.5-6.
[474] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.6.
[475]
Burada bahsi geçen mektuba ileride yer verilmiştir (Belge 12). Ancak mektupla
ilgili Şeyh Said’in söylediklerine dair farklı kayıtlar vardır. Yukarıda
görüldüğü üzere Osmanlıca zabıtnamede Şeyh Said bu mektup için “Oyazı
benim değildir. İmza da benim değildir” tabirini kullanmıştır (Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.9-10.). Ancak Şeyh Said, Savcı Ahmed Süreyya Bey
tarafından daha önce alınmış olan ifadesinde bu mektup için “Bu
mektubun zirindeki imza benim fakat yazısı katibim Liceli Bilal Efendi mahdumu
Fehmi Efendi’ye aittir” diyerek cevap vermiştir. (Şark İM. M.Z. (Karar
69), s.30.). Ahmed Süreyya Bey’in hatıratında bu kısım “O yazı benim
değildir, imza benim” olarak geçmektedir. (Örgeevren, age,
s.195.) Zabıtnameye sehven yanlış yazılmış olma ihtimaline karşı, tutanakların
müsveddelerine baktığımız zaman, orada da “İmza benim değildir” olarak
yazılı olduğu görülmektedir. Savcının hatıratı ile ilk sorgusundaki ifadeler
birbirini desteklemekte, ancak muhakemenin ilk günündeki Şeyh Said’in
ifadesiyle çelişmektedir. Bu durumda ya zabıtnamenin müsveddesine ve
dolayısıyla temiz haline bu kısım yanlış yazılmıştır. Ya da Şeyh Said, savcıya
verdiği ifadesini daha sonra mahkeme esnasında değiştirmiştir.
[476] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.9-10.
477 Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.13.
[478] İM/T12/9/69-4/44/12-13
Belge 12
[479] Örgeevren, age,
s.31-32.; Bir kaynakta bu beyannamenin İstanbul’daki Kürt alimler tarafından 21
Şubat 1925 yayınlandığı yazıdır. Sediyani, age, s.315-317.; Başka
bir kaynakta ise bu belgenin bir nüshasının bir müsademede öldürülen Muallim
Fahri’nin üzerinde bulunduğu ve isyandan çok önce yazılıp imzalandığı
söylenmektedir. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik
Mücadeleleri, Özge yayınları, Ankara 1993, s.402.
[480] İM/T12/13/69-17/254/2
Belge 13
[481] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.30.
[482] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.31-32.
[483] Örgeevren, age,
s.29.
[484] Örgeevren, age, s.36-37.
[485] İM/T12/10/69-6/72/4
Belge 14
[486] Örgeevren, age, s.20.
[487] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.87.
[488] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.88.
[489] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.88-89.
[490] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.115.
[491] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.135-136.
[492] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.139.
[493] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.57.; İM/T12/10/69-5/58/6-7-8.
[494] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.232.
[495] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.67.
[496] İM/T12/90/829/31/1-2-3
[497] İM/T12/87/816/16/1-11
[498] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.64.
499 İM/T12/12/69-13/173/10-11
[500] Fırat, age,
s.195.
[501] Fırat, age,
s.199-200.
[502] Fırat, age,
s.200.
[503] Fırat, age,
s.199.
[504]
Telgrafın Hamdi Bey’in teşviki ile çekildiğini Vali İsmail Hakkı Bey bir
yazısında söylüyor. Ayrıca Muallim Mehmed Zeki Bey’in çekmiş olduğu üç telgraf
vardır; ikisi 5 Ocak, diğeri 13 Ocak tarihlidir. Bu telgraf, 5 Ocak ve 15
numaralı olan telgraftır. Bu telgraf bazı belgelerde 6 Ocak tarihli olarak
geçiyor. 5 Ocak tarihli diğer telgraf ise bir belgede 15 Ocak tarihi ile
geçmektedir. 13 Ocak tarihli telgraf ise 49 numaralıdır. Yapılan bir yazışmada
Muallim Mehmed Zeki adına Çapakçur’dan 15, Merkez vilayetten ise 49 numaralı iki
telgraf çekildiği, Muallim adına başka çekilen bir telgraf olmadığı
yazmaktadır. 95 numaralı telgraf Ali Onbaşı tarafından çekilmiştir. Bununla
birlikte bu üç telgraftan sadece 5 Ocak tarihli bir telgraf 7 Ocak tarihinde
Dahiliye Vekili Cemil Efendi’ye verilmiştir. Diğer ikisinin geldiğine dair
herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
[505] İM/T12/12/69-12/158/8
[506] Türkili
gazetesi, 30 Mayıs 1341, Numara:53, s.3
[507] Hamdi
Bey’in raporunda Molla Said-i Kürdi olarak bahsettiği kişi Şeyh Said değildir.
Bu kişi Bediüzzaman Said Nursi olmalıdır. Tartışmalar olsa da belgeler Said
Nursi’nin Kürt Teali Cemiyeti üyelerinden olduğunu göstermektedir. Şeyh Said
ile Said Nursi’nin karıştınldığı anlaşılmaktadır. Cumhuriyet gazetesinin 16
Şubat 1925 tarihli nüshasında şöyle yazmaktaydı: “Şubat’ın on üçüncü günü
Ergani’nin Piran karyesindeki jandarma müfrezesiyle o civara gelen Şeyh Said
Beidüzzaman ve avanesi arasında bir müsademe olmuş....'' 23 Şubat 1341 tarihli
İstiklal gazetesinde ise şöyle yazmakta idi: “Şeyh Said, Bediüzzaman değildir.
Bazı gazeteler Şeyh Said’in Bediüzzamnü’l-Kürdi olduğunu yazmışlarsa da asinin
aslen Palu kasabası ahalisinden olup mülga Daru’l-hikmetü’l-İslamiye azalığında
bulunan zat olmadığı anlaşılmıştır' yazmaktadır. Behçet Cemal’in eserinde de
Şeyh Said için “Şeyh Said Bediüzzaman' tabiri kullanılmaktadır ki bu
karışıklığın sebebinin Cemal’in eserinin bir bölümünü Cumhuriyet gazetesinin
haberlerini esas alarak hazırlamış olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
[508] İM/T12/12/69-12/60/9-10
[509] İM/T12/12/69-12/160/15-16-17-18
[510] İM/T12/12/69-12/161/6-7-8-9-10
[511] İM/T12/83/805-1/3/1;İM/T12/83/805-1/4/6
[512] İM/T12/12/69-12/159/4-11
[513] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.323-324.
[514] İM/T12/86/808/13/4
[515] İM/T12/12/69-12/159/4-11
[516] İM/T12/12/69-12/153/31
[517] Cemal, age,
s.7.
[518] Toker, age,
s.17.
[519] Kemal
H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967,
s.45.
[520] Kalafat, age,
s.31.
[521] Goloğlu, age,
s.142.
[522] Goloğlu, age,
s.143.
[523] Şadilli
Vedat, age, s.70.
[524] Tuncay, age,
s.136.
[525] Çağlar
Kırçak, Cumhuriyet’ten Günümüze Gericilik, Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayın. Mart
2001, s.23-24
[526] Mumcu, age,
s.136.
[527] Bernard
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara 2000, s.266.
[528] Necip
Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları,
İstanbul 1993, s.57.
[529] Kaymaz, age,
s.153-155.
[530] M.
A. Hasretyan, Kemal M. Ahmad, M. Cıwan, 1925 Kürt Ayaklanması, Jina
Nu Yayınevi, Uppsala 1985, s.32.
[531]
Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’den Günümüze Ermeni ve
Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992, S.191.
[532] Olson, age,
s.140.; Bruinessen, age, s.414-415.; Cemal, age,
s.19-20.
[533] Hasretyan,
age, s.12-13.
[534] Yurtçiçek,
“agm” s.8.
[535] Bruinessen, age,
s.441-443.
[536] Bruinessen, age,
s.389-390.
[537] Hallı, age,
s.121-124.
[538] Tuncay, age,
s.139-141.
[539] Örgeevren, age,
s.40-41.
[540] Örgeevren, age,
s.20-21.
[541] İnönü, age,
202-203.
[542] Başbakanlık
Baş Vekâlet Arşivi. Baş Vekâlet Kalem-i Mahsus Müdüriyeti No:1845
[543] Dersimi, age,
s.192.
[544] Hasretyan, age,
s.32.
[545] Mahmut
Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi:1925-1927, Kitap Yayınevi,
İstanbul 2013, s.29-30.
[546] Tuncay, age,
s.136.
[547] Akyol, age,
s.467.
[548] İstiklal
gazetesi, 26 Şubat 1925, No: 88, s.1
[549] Ali
Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, 2.Kısım,
İstanbul 1960, s.142;163.
[550] Rauf
Orbay, Cehennem Değirmeni/Siyasi Hatıralarım, Cilt 2, Emre
Yayınları, İstanbul 1993, s.181- 183.
[551] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.4-5.
[552] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.9.
[553] 28
Şubat 1337 tarihinde kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu, 9 Nisan 1924 tarihinde
değiştirilerek içki yasağı kaldırılmıştır.
[554] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.10.
[555] İM/T12/10/69-6/72/40
Belge 15
[556] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.11-12.
[557]
10 Nisan 1928 yılında yapılan değişiklikle 1924 Anayasasının “Devletin dini,
din-i İslam’dır” maddesi kaldırılmıştır.
561 Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.16.
[559] Bu
mektuba, “Şeyh Said’in İfadelerine ve Mektuplara Göre Tertip” bölümünde yer
verilmiştir. Belge 12
[560] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.30. (Bununla ilgili bir açıklama için bkz dipnot 475)
[561] İM/T12/10/69-6/72/21-22
[562] İM/T12/10/69-5/57/2
[563] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.12.
[564] İM/T12/13/69-17/254/2
Bu beyannameye daha önceki bölümlerde yer verilmiştir. Belge 13
[565] İM/T12/10/69-5/58/11
[566] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.38-39.
[567] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.50.
[568] İM/T12/10/69-5/47/10
Belge 16
[569] İM/T12/10/69-5/47/9
Belge 17
[570] İM/T12/10/69-5/58/6
[571] İM/T12/9/69-4/44/23-24
Belge 18
[572] İM/T12/10/69-5/58/7-8
[573] İM/T12/10/69-5/47/8
Belge 19
[574] İM/T12/11/69-9/118/18-20
[575] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.157.
[576] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.139-140.
[577] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.140.
[578] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.141.
588 Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.206.
[580] İM/T12/12/69/12/153/34-35
[581] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.206.
[582] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.24.
[583] İM/T12/10/69-5/49/5
[584] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.137-138.
[585] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.138-139.
[586] İM/T12/10/69-6/65/2-13
[587] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.167.
[588] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.168.
[589] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.230-232.
[590] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.349.
[591] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.92.
[592] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.110.
[593] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.85.
[594] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.164.
[595] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.188.
[596] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.202-203.
[597] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.205.
[598] İM/T12/7/51/2/1
(Şark İM. Karar 51)
[599] İM/T12/8/62/5/2
[600] İM/T12/8/64/4/5
[601] Kadri
Cemil Paşa, age, s.45.
[602] Kadri
Cemil Paşa, age, s.85.
[603]
Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1978, s.305-309.
[604] Bruinessen, age,
s.414.
[605] Bruinessen, age,
s.393.
[606] Bruinessen, age,
s.414.
[607] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.24. (Varto’da alınan ifadesinden)
[608] Cemal, age,
s.17.
[609] Hamza
Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Sanem Matbaası, Ankara 1981, s.197.
[610] Bruinessen, age,
s.433.
[611] İM/T12/84/805-2/44/7,
İM/T12/84/805-2/43/1-2
[612] İM/T12/90/829/31/1-2-3
[613] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.67.
[614] İM/T12/87/816/16/11
[615] İM/T12/12/69-12/153/34-35
[616] İM/T12/87/811/2/2-17
[617] İM/T12/12/69-13/173/15
[618] M/T12/11/69-11/41/8
628 İM/T12/29/201/4/1-11
[620] Kaymaz
,age, s.103-105.
[621] Bilal
N. Şimşir, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, Ankara 2011,
s.115-118.
[622] Toker, age,
s.13.; Cemal, age, s.39.
[623] Toker, age,
s.17.
[624] TBMM
Z.C., D.2, C.14, İ.64, s.308-309.
[625] İstiklal
Gazetesi, 26 Şubat 1925, No: 88, s.1
[626] Kısakürek, age,
s. 53-54.
[627] Mumcu, age,
s.13;22-23
[628] Kaymaz, age,
s.133-134.
[629]
Cemal, age, s.48-49. Aslında Behçet Cemal’in kitabında geçen bu
bölüm Cumhuriyet gazetesinin 26 Şubat 1925 tarihli nüshasında çıkan bir habere
dayanmaktadır. Haberde şöyle denilmekteydi: “İsyan sahasında muhtelif
eşkâlde tevzi edilen beyannamelerde ezcümle ‘Halife sizi bekliyor. Hilafetsiz
Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten ihraç edilmemiştir. Şiarımız
dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet müdemadiyen dinsizlik neşretmektedir.
Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor ’ denilmektedir. Bu
beyannameler Şeyh Said’in elinde olmayan ve olması imkânı bulunmayan muhtelif
ve fenni vesait ile atılmaktadır. Diğer taraftan mahalli küçük kuvvetlerimizin
eline geçen üseranın kıyafeti ecnebi kıyafet-i askeriyesidir. Gerek
beyannamelerin fenni vesait ile tevzii, gerek bu kıyafet ve bilhassa mezkûr
kıyafeti lâbis usatın ceplerinde bulunan ecnebi banknotları hadisenin çok
evvelden tertip edilmiş, ecnebilerin muanenetini temin olunduktan sonra
başlamış olduğu hissini vermektedir” (Cumhuriyet, 26 Şubat 1925,
numara: 291 s.1) Haberi yapan kişi bu emarelerin yabancılardan yardım aldıktan
sonra isyanın başlamış olduğu “hissini vermektedib’ demesine rağmen Behçet
Cemal “yabancı bir devletten yardım gören siyasi bir karşı ihtilal mahiyetinde
olduğunu açıkça belirtiyordu” demektedir. Ayrıca bu haberin baş kısmında, aslı
olmamasına rağmen Malatya, Diyarbekir ve Ergani’in isyancıların eline geçtiği
de yazmaktadır ki bu yalan haber 28 Şubat 1925 tarihli Meclis görüşmelerinde
gündeme gelmiş ve Ergani mebusu İhsan Hamit Bey Cumhuriyet gazetesinde çıkan bu
yalan neşriyatla ilgili Hükümetin ne tür tedbirlere başvuracağını sormuş,
Dâhiliye Vekili Cemil Bey de bu tür yayınlar hakkında kanuni takibat yapılması
için teşebbüste bulunulduğunu söylemiştir. Benzer bir haber 8 Nisan 1925
tarihli Vakit Gazetesinde “Genç İsyanında
İngilizlerin oynadığı rol” başlığı altında
da yer almıştır. Ergün Aybars da eserinde Behçet Cemal’in dediklerini
yineleyerek, bu sayılanların “ayaklanmanın yabancı bir ülke tarafından
desteklendiğini kanıtlıyordu” demekte ve hem Behçet Cemal’e hem de TBMM Arşivi
dosyalarına dipnot atmaktadır. (Aybars, age, s.213.) Ancak bu arşiv
dosyalarında, asilerin ileri teknikle bastığı bir beyanname -en azından matbu-
bulunmamakla birlikte yine İstiklal Mahkemesi dosyalarında isyancıların
üzerinde yabancı üniforma, para vs. bulunduğuna dair bir belge mevcut değildir
ve bu iddia sanıkların muhakemesi sırasında da gündeme gelmemiştir.
639 Kalafat, age,
s.37.
640 Tuncay, age, s.137.
[632] Mim
Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan
Sorunu 1918-1926, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara
1992, s.158.160.
[633] Olson, age,
s.192.
[634] Kaymaz,
age, s.140-141.
[635] Bruinessen, age,
s.413.
[636] Bruinessen, age,
s.432.
[637] Dersimi, age,
s. 192.
[638] Şimşir, age,
s.126-127.
[639] Şimşir, age,
s.132-134.
[640] Olson, age,
s.192-193., Akyol, age, s.471 .
[641] Olson, age,
s. 174.
[642] Tuncay, age,
s.142-143.
[643] Olson, age,
s.196.
[644] İnönü, age,
s.202.
[645] Olson, age,
s.192.; Akyol, age, s.470-471.; Bruinessen, age, s.431,
Yurtçiçek, “agm”, s.13.;
[646] 2
Haziran 1925 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde bu bölüm şöyle
geçmektedir: “Bu isyanın İngiliz parasıyla döndüğünü sanırım.”
[647] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.85.
[648] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.85-86.
[649] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.162.
[650] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.86.
[651] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.161.
[652] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.87.
[653] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.35.
[654] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.89.
[655] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.91
[656]
Şark İM. M.Z. (Karar 69), s.92. Şeyh Said ve arkadaşlarının muhakemelerinin bir
kısmı dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. Ancak bu gazetelerde, muhakeme
sırasında geçen konuşmaların bir kısmınının yanlış aktarıldığı anlaşılmaktadır.
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 2 Haziran 1925 tarihli nüshasında Şeyh İsmail
ile Şeyh Abdüllatif’in ifadelerinin bir kısmına yer verilmiştir. Bu iki
kardeşin İngiliz yardımı ile ilgili ifadeleri gazetede aynen şöyle
aktarılmaktadır: “Şeyh Said’in ağzından kulaklarımızla duyduk. Diyarbekir’e
girince Cizre’yi almaya gideceğim. İngilizlerle görüşerek hükümet kuracağım
dedi.” Aynı ifadeler Vakit Gazetesinin 31 Mayıs 1925 tarihli nüshasında da
geçmektedir. Ancak Mahkeme’nin orijinal tutanaklarında böyle bir ifade yoktur.
İki kardeşin bu tür ifadeleri, Şeyh Said’in ağzından değil, Nebi adındaki
hizmetçiden duydukları yazmaktadır.
Gazete haberlerinde ifadelerin farklı
olarak yer almasına bir örnekte şudur: 7 Haziran 1925 tarihli Vakit gazetesinde
yer alan bölüme göre Mahkeme Reisi, Şeyh Said’e “Diyarbekir’i almakla ne
olacaktı” diye sormuş, Şeyh Said ise: “Diyarbekir’i aldıktan sonra kısas tatbik
edecektik, yalancının dilini, hırsızın elini kesecektik. Din böyle emrediyor.”
dediği yazmaktadır. Ancak zabıtnamenin orijinalinde böyle bir mülakat
geçmemektedir.
[657] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.93.
[658] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.110.
[659] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.202-203
[660] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.205.
[661] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.136-137.
[662] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.167-168.
[663] İM/T12/8/64/4/5
[664]
Bu mektupla ile ilgili olarak Vakit gazetesinde, “İngilizler ve Şeyh
Said” başlığı altında şu haber yer almaktadır: “Şeyh Said’in
vekayi esnasında cenupta İngilizlerle muhaberede bulunduğu katiyetle
söyleniyor. Hatta mesela Monla Emin üzerinde Çan meşayihinden Şeyh Hasan
imzasıyla ŞeyhAbdullah’a hitaben yazılan mektupta Şeyh Said ile Malanlı İbrahim
Paşa’nın mahdumu arasında irtibat bulunduğunu Çermik, Siverek işgal
edildiğinden Diyarbekir’e doğru hareket olunacağını İngilizlerin de bu fikri
terviç etmekte olduklarını yazmaktadır. Monla Emin Varto’ya getirildiği zaman
Şeyh Abdullah telaş ederek Emin’e Kürtçe aman evrakı ne yaptın diye telaş
göstermiştir. Şeyh Emin ’in üzerindeki mühim vesaiki imha ettiği
anlaşılmaktadır...” Vakit Gazetesi, 21 Nisan 1925, s.1. Belge 20
[665] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.76-77.
[666] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.101-102.
[667] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.6.
[668]Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.35.
[669] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.30
[670] “Kürtçülük,
Kürt Hükümeti Kurma ve Muhtariyet Talebi” Bölümünde bu konu ile ilgili açıklama
vardır.
[671] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.318.
[672] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.320.
[673] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.36.
[674] Kadri
Cemil Paşa, age, s.88.
[675] Tuncay, age,
s.137.
[676] Mumcu, age,
s.190-191.
[677] Belgedeki
bu kelime “buz” olarak okunmaktadır. Tarafımızdan herhangi bir okuma yanlışı
yapılmadı ise veya bu isimde bir silah ya da silah şirketi mevcut değil ise
Diyarbekir Postahanesine gönderilen bu kataloglar herhangi bir silah şirketine
değil, bir buz makinesi şirketine aittir ve dolayısıyla mahkemede de dile
getirilen bu iddia tamamen kamuoyunu yanıltmak için uydurulmuştur. Bu
katalogların asıllarının Mahkeme dosyalarında mevcut olmaması ve bu konu ile
ilgili tek belgenin de bu belge olasından dolayı bu kelimeyi başka bir belgeden
teyit etme imkânı bulunamamıştır. Katalogların gönderildiği adreslerden
birisinin “Kürdistan Mezbaha Müdüriyeti” olması, kanaatimizce, katalogların buz
makinelerine ait olduğunu desteklemektedir.
[678] İM/T14/8/55/66/1;
İM/T12/90/826-2/18/7 Belge 21
[679] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.231-232.
[680] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.236-237.
[681] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.64
[682] İM/T12/11/69-11/41/8
Lice İlk erkek mektebi baş muallimi Ali Fehmi’nin 28 Nisan 341 tarihli raporu
[683] İM/T12/87/811/2/21
[684] İM/T12/126/9-13/173/14
[685] IM/T12/87/816/16/9
[686] Cemal, age,
s.76.
[687] Ercan
Karakoç, Enver Yalçın, “Bir Siyasetçi OlarakSeyyidAbdülkadir” Mavi
Atlas, Sayı 6, 2016,.s.79.; Mumcu, age, s.2.
[688] İsmail
Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz Yayınları, İstanbul 1991, s.
16-17.
[689] Bruinessen, age,
s.408-409.
[690] Mumcu
“İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın gizli belgeleri, Kurtuluş Savaşı yıllarında
İngilizler’in bir Kürt devleti kurdurmaya çalıştıklarını gözler önüne seriyor”
demektedir. Mumcu, age, s. 13.
[691] Mumcu, age,
s.5.
[692] Mumcu, age,
s.14.
[693] Dersimi, age,
s.133-134.
[694] Cemal, age,
s.14.
[695] IM/T12/3/32-1/11/2
[696] Cemilpaşazadelerden
Ekrem Bey, daha önce 1922 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştı.
1912 yılında, Cemilpaşazade Ömer ve Kadri Bey ile birlikte Hevi Kürt Talebe
Cemiyetini kuran ve bir ara eğitim için Avrupa’ya gittikten sonra Cihan Harbi
dolayısıyla Türkiye’ye gelerek çeşitli cephelerde bulunan Ekrem Bey, daha sonra
Diyarbekir merkezli olan ve resmi olarak kurulan Kürdistan Cemiyeti’nin ilk
reisi olmuş ve Kürtçülük faaliyetlerinde bulunmuştur. Milli Mücadele döneminde
cemiyetin faaliyetlerinin zararlı görülerek kapatılmasıyla birlikte, Ekrem Bey
Diyarbekir’den ayrılarak Halep’e gitmiştir. Ardında orada görüştüğü Binbaşı
Noel ile birlikte Anadolu’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu kişiler hakkında
verdiği tevkif kararından sonra, Türk askerinin takibi neticesinde İstanbul’a
firar eden ve 1920 yılında Kürdistan Cemiyeti tarafından, Kürtçülük
faaliyetlerinde bulunmak üzere doğuya gönderilen Ekrem Bey, gizlice
Diyarbekir’e gelerek faaliyetlerde bulunmuştur. 1922 yılında yakalanarak
İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara’ya gönderilmiştir.
Diyarbekir’den gönderilen tavsiye ve dilekçelerin, Mustafa Kemal’in kendisini
sağ salim, serbest bırakmaya icbar ettiğini söyleyen Ekrem Bey 1922 yazında Diyarbekir’e
geçmiştir. 1924 yılında ise Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya Bey tarafından kurulan
Azadi örgütünün Diyarbekir şubesini teşkil edenlerin arasında yer almıştır.
Ekrem Cemil Paşa, age, s.22-54.
[697] Ekrem
Cemil Paşa, age, s.54.; Kadri Cemil Paşa, age, s.85.
[698] Kadri
Cemil Paşa, age, s.85.
[699] Kadri
Cemil Paşa, age, s. 92.
[700] Ekrem
Cemil Paşa, age, s.54.
[701] Cemal, age,
s.10-11.
Behçet Cemal’in sınıflandırmasına göre Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
etrafında toplanan dört muhalif gurup şöyledir;
1- Rauf Orbay ve
arkadaşları (İnkılabın tatbikindeki usullere muhalif grup)
2- İsmail Canbolat ve
arkadaşları (İttihat ve Terakkici grup)
3- Lütfi Fikri ve
arkadaşları (Saltanatçı grup)
4-Seyydi Abdülkadir ve Kürt Teali Cemiyeti (Kürtçü grup)
[702] Neşet
Çağatay, Türkiye’de Gerici Eylemler (1923’ten Buyana), Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1972, s.27.
[703] Dersimi, age,
s.184.
[704] Bruinessen, age,
s.432.
[705] Şevket
Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1965,
s.219.
[706] Hasretyan, age,
s.18.; Toker, age, s.26-27.
[707] Eroğlu, age,
s.199.
[708]
Doğan, age, s. 172. (Dahiliye Vekâleti’nden, Şark İstiklal
Mahkemesine 28 Mayıs 1341 tarihinde gönderilen ve kaynağı Beyrut
Başşehbenderliği olan bir ihbarda; Fethi Bey’in Şam, Halep ve Beyrut arasındaki
Kürt ve fesat cemiyetleri ile Türkiye’deki cemiyetler arasında haberleşme
vasıtalığı ifade etmekte olduğu bildirilmektedir.) İM/T12/84/805-4/100/1
[709]
“Mensup olduğu fırka-i siyasiyenin Meclis haricindeki cemiyet teşkilâtını icra
salahiyetini istimal esnasında dini ve mukaddes olan hissiyat-ı diniyeyi alet
ittihaz ederek halk arasında nifak ve şikak ilkasına teşebbüs ve cüret etmek”
[710] Parti
Programının altıncı maddesi şu şekildedir: “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır.”
[711] İM/T12/84/805-4/104/1-2-3-4
[712] Atatürk, age,
Cilt 2, s.890-893.
122 Atatürk, age, s.891:893.
123 Cebesoy, age, s.143.
[715] İM/T12/82/803/2/9;
İM/T12/82/803/2/6; İM/T12/82/816/19/1
[716] Doğan, age,
s.172-173.
[717] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.157.
[718] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.159-160.
[719] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.161.
[720] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.318.
[721] Tuncay, age,
s.149.
[722] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.161.
[723] Doğan, age,
s.173.
[724] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.173.
[725] Şark
İM. M.Z. (Karar 69), s.206.
[726] Doğan, age,
s.173.
[727] Doğan, age,
s 174.
737 Eşref Edib Fergan, İstiklal Mahkemelerinde Sebilürreşad’ın
Romanı, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s.115.
[728] Doğan, age,
s 174.
[729] Küçük
“agm”s.353.
[730] İkdam
gazetesi, 14 Eylül 1341.
[731] İM/T12/21/135-2/29/1-2
Belge 22
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar