AYN RAND
Ayn Rand, asıl adıyla Alişya Rosenbaum , 2 Şubat 1905'te Rusya'da, St. Petersburg'da doğdu. Altı yaşında kendi kendine okumayı öğrendi ve iki yıl sonra bir Fransız çocuk dergisinde ilk hayâlî kahramanını keşfetti. Bu ona hayatı boyunca örnek olacak başlıca kişiydi. Dokuz yaşında roman yazarı olmaya karar verdi. Mistisizme ve kollektivist Rus kültürüne karşı çıktı ve Walter Scott ve özellikle beğendiği yazar olan Victor Hugo ile tanıştıktan sonra kendisini Avrupalı bir yazar olarak görmeye başladı. Yüksek öğrenim yıllarında desteklediği Kerensky'nin iktidara gelişine ve başından beri yanlış ve tehlikeli gördüğü Bolşevik Devrimi'ne tanık oldu. Savaştan kaçarak ailesiyle birlikte Kırım'a yerleşti ve orada yükseköğrenimini tamamladı. Son komünist zaferi babasının eczanesine haciz getirdi ve yoksulluk dönemi başladı.Ailesi Kırım'dan döndüğünde, o felsefe ve tarih üzerinde araştırma yapmak üzere Petrograd Üniversitesi'ne girdi. 1924'te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatıldı, üniversite dağıldı ve komünistler üniversite yönetimini devraldı. Hayatının giderek kötüleşmesine rağmen onun en çok hoşlandığı şey Batı film ve oyunlarıydı. Filmlere olan hayranlığı sebebiyle, 1924'te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü'ne girdi.
1925'lerin sonuna doğru Birleşik
Devletleri ziyaret etmek için Sovyet Rusya'dan ayrılmaya karar verdi. Sovyet
makamlarına ziyaretinin kısa olacağını söylemesine rağmen Rusya'ya bir daha
asla dönmemeye kararlıydı. 1926'nın Şubat ayında New York'a vardı. Şikago'da
altı hafta geçirdi, vizesini uzattırıp oyun yazarı olarak kariyerine devam
etmek üzere Hollywood'a gitti. Hollywood'daki ikinci gününde DeMill onu
stüdyosunun kapısında beklerken gördü ve Kralların Kralı film setindeki işleri
yürütmeyi teklif ederek, iş ve avans verdi. Böylece Ayn Rand metin okuyucusu
oldu. Bir sonraki hafta stüdyoda 1929 yılında evlendiği aktör Frank O'Connor'la
tanıştı. Frank'ın ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürdü.
Oyun yazarlığı dışında çeşitli
işlerde birkaç yıl çalıştıktan sonra bir film stüdyosunda vestiyer olarak
çalıştı ve Kırmızı Piyon adlı oyun metnini 1932 yılında Universal Stüdyolarına
sattı. İlk romanı olan “We The Living” BİZ İNSANLAR (Yaşamak İstiyorum)
1933'te tamamladı.
Otobiyografik yönü ağır basan
romanda baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hürriyetlerine müdahalesi
anlatılır. Rus ihtilali olduktan sonra, yönetim
düzeninin kötü yanlarını en küçük ayrıntısına kadar incelemiştir. Romanda,
sürgün cezasına çarptırılanların ölümü, hapishane köşelerinde çürüyen insanların
dramı büyük bir ustalıkla anlatılmıştır. Bunun yanı sıra diktatörlükle idare
edilen ülkelerde, yaşamın kısıtlı bir şekilde ve zor koşullar içinde
sürdürülmesini yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında bireyin özel hayatının
yok oluşu gözler önüne koyan Ayn Rand, kendine özgü bir anlatımla verir.
(We the Living) (Yaşamak İstiyorum) BİZ İNSANLAR’da Kira ve
Leo aşkların en güzelini yaşıyorlar. Soğuk karlı kış günlerinde mutluluk ateşi
onları sanki ısıtıyor, bazen de ufacık bir odanın içinde umutsuzlukla.
sessiz... saatlerce... birbirlerine bakıyorlardı Amaçları, tedirginlikleri,
istedikleri neydi?
Kira küçük bir kızken bile hiç durmadan kan görmüştü...
Büyüdü, güzel narin, cazibeli genç kız olmuştu... Ama bembeyaz karların
üzerinde ufak kan izleri vardı...
(We the Living) (Yaşamak İstiyorum) BİZ İNSANLAR’ı okurken
Kira ve Leo’ nun aşklarından başka hiç bir şey tanımadıklarına sizler de şahit
olacaksınız.
Rand'ın bu romanı yayınevleri
tarafından reddedildi. Yıllar sonra Amerika'da Macmillian ve İngiltere'de
Cassell adlı yayımcılar tarafından (1936) yayınlandı.
BİZ İNSANLAR, radyoda da oynadı ve bütün yurtta büyük bir
ilgi uyandırdı.
Leningrad işçileri
kırmızı bayrağa sarılı bir tabutun arkasında yürümekteydi.
Sıralar, hiç sonu
gelmeyen bir merdivenin basamakları gibi sıralar dolusu bir sürü insan, bayrak
ve pankartlar Nevsky’den Alexander III heykelini takiben Başbakanlık
duvarlarının yanına doğru ilerliyordu. Binlerce insan teessürle yürüyor dalgalanan
bir sürü bayrak ölüye sanki son tazimini ifa ediyordu.
Kızıl Ordu askerleri
haki kumaştan bir kale duvarı gibi sıralarda bir sürü dik, kaba omuz ve karları ezen çizmeleriyle ilerliyor, bu askerlerin her
birinin kasketinin üstünde bir kızıl yıldız var. Başlarında kızıl bir bayrağın
üstünde şu harfler yazılı:
ÖLMÜŞ BİR YOLDAŞA EBEDÎ HAŞMET
Putilovsky fabrikası
işçileri kızıl bir bayrağın altında düz ve bozulmaz sıralar halinde
ilerliyordu. Bayrakta şu sözler yazılıydı.
“O İŞÇİ SINIFINDAN GELDİ.
HAYATINI DÜNYA İŞÇİLERİNİN REFAHI İÇİN VAKFETTİ.
DÜNYA PROLETERY AL ARI BU EBEDİYETE İNTİKAL ETMİŞ KAHRAMANA ŞÜKRANLARINI
ARZEDER.”
Teknoloji Enstitüsü
öğrencileri de sıralar halinde korteji takip ediyordu. Siyah kepli erkek
talebeler, kırmızı eşarplı kızlar, omuzları dik, gözleri ciddî ve sakin
cenazeyi takip ediyorlar. Onlar da bir pankart taşıyorlardı.
Parti mensupları siyah
deri ceketleriyle sanki birer rahip gibi ciddî ve kederli bir ifadeyle cenazeyi
takip ediyorlar, üstlerinde yürüyüşleri kadar dümdüz bir pankart var. Pankart
kırmızı üstüne siyah harflerle yazılmış bir ibare taşıyor:
“KOMÜNİST PARTİSİ HER BİR FERDİNİN HAYATINI DÜNYA İHTİLÂLİ UĞRUNA FEDAYA
HAZIRDIR.”
Petrograd şehrindeki her
fabrika, her kulüp, her idare her birlik ve en ufak parti hücreleri bile
temsilci yollamıştı törene. Kırmızı eşarplar, siyah kepler ve karları ezen
binlerce ayak, Nevsky Meydanında üç millik bir kortej meydana getirmişti.
Nevsky Meydanının gri renkteki duvarları cenaze törenine iştirak eden insan
seline sanki bir nehir şeddi vazifesini görüyor ve bu insan şeddi granitleşmiş
karların üstünde akıp duruyordu.
Tabutu askerî bir bando
takip ediyor, pirinçden imal edilmiş mızıkalar siyah krepe sarılmıştı ve bando «Bir
Şehit Gibi Öldün» şarkısını çalıyordu.
Bundan senelerce evvel
çarın jandarmalarından gizli, karanlık ve havasız hapishane hücrelerinde,
Sibirya’nın buz tutmuş hapishane yollarında, hürriyet mücadelesi için çarpışan
insanların hafızasından bir şarkı doğmuştu. İsimsiz kahramanlar için zincir
şakırtılarının eşliğinde fısıltılarla söylenen bir şarkıydı. Ne bir bestekârı
ne bir kopyesi basılmamıştı ama her tarafta söyleniyordu. İhtilâl bu şarkıyı
şehirlerdeki her müzik dükkânına sokmuş ve her Komünistin cenaze töreninde
bando refakatinde söylenilen bir şarkı olmuştu. İhtilâl, yaşayanlara
«Enternasyonalle» i ve ölülere de bu şarkıyı getirmişti. Yeni Cumhuriyetin
cenaze marşı olmuştu bu.
Leningrad işçileri açık
tabutun arkasından giderken şimdi bu şarkıyı söylemekteydi:
Bir şehit gibi öldün
Bizim bu mukadder kavgamızda
Şerefini, hayatını, hürriyetini.
Her şeyinle kendini
sevdiğin insanlara verdin
Müzik ümidin bile
ötesinde bir ümitsizlikle başlıyor, vecde yakın bir haykırışla yükseliyordu.
Fakat bu haykırışta ne bir keder, ne de bir sevinç değil, burada sadece bir
askerî selâm vardı.
Ayaklar karda ilerliyor,
bando ve mızıkanın sesi gümleyerek toprağı inletiyor, saflar boyunca ilerleyen
bu insanlar kederli bir hava içinde ilerliyordu.
İstibdat yok olacak insanlar yaşayacak,
Hür, mesut ve bahtiyar
Elveda kardeşimiz
Sen şerefli ve cesur
yolculuğunun
Sonuna geldin.
Bütün bu asker, işçi ve
talebe teşekküllerinin çok ötesinde hiç bir pankart filân taşımadan törene
öylece iştirak etmiş bir sürü insan kalabalığının içinde, gözleri çok uzaktaki
tabuta sabit nazarlarla bakan genç bir kadın yürüyordu. Bütün üstüne giydiği
yünlerin içinde yine de her tarafı buz kesilmişti. Bileklerinden ellerine
doğru olan kısım mor bir renk almıştı. Genç kadının yüzünde hiç bir ifade yoktu
ama gözlerinden şaşırmış bir mâna okumak kabildi.
Yanından yürüyen hiç
kimse ona dikkat etmiyordu. Ama törenin başlangıcında biri onun mevcudiyetini
fark etmişti. Kadın işçilerin saflarını idare eden Yoldaş Sonia yerini almak
için hızla yanından geçerken birden durup yüksek sesle «Yoldaş Argounova siz
burda ha? Doğrusu burda bulunması lâzım gelen en sonuncu insan siz
olmalıydınız,» demişti.
Kira hiç cevap vermedi.
Yanından kırmızı eşarplı
bir kaç kadın geçerken biri diğerlerine onu işaret ederek ötekilere bir şeyler
fısıldamış, ve diğerleri de kıkırdamaya başlamıştı.
Kira ileriye doğru
bakarak ilerliyordu. Etrafındakiler «Bir Şehit Gibi Öldün» şarkısını
söylüyordu. Genç kadın ağzını bile açmadı.
Erkek şapkası giymiş
buruşuk yüzlü bir kadın yanındaki arkadaşına «Mashka, kooperatifden bu hafta
un aldın mı?» diye fısıldadı.
«Ya, tabiî, kart başına
iki kilo. Bitmeden git al.»
«Yoo, veriyorlar mı?»
Bir kadın çürük
dişlerini gıcırdatarak «Allah kahretsin bunları. O Allahın cezası
yürüyüşlerinden birini tam da tertip edecek günü seçtiler.» diye
mırıldanıyordu.
«… Dün iki saat kuyrukta
bekledim ama yine de soğan alamadım.» «Dounka, ay çiçeği yağını unutma
kooperatifden almaya sakın…»
«Eğer biri bunları vurmazsa bunlar kendileri intihar ediyorlar. Bizleri
böyle yürütmek için…»
İhtilâl şehitliği
Nevanın kıyısında, şehrin göbeğinde yarım mil uzunluğunda bir sahaya yayılmış
ve Petrogradın sanki bir keli gibi çıplak bir durum arz ediyordu. Bir kenarını
Yaz Sarayının demir bahçe parmaklıkları çevrelemişti ve bu parmaklıkların
ardında çıplak düz beyaz bir arazide tek tük siyah ağaçlar yükseliyordu.
İhtilâlden önce burası Mars Arazisi adıyla
tanınır ve askerî merasimlerde gri üniformalı bir sürü asker bu arazide
resmigeçit yaparlardı. Bu arazinin tam ortasına ihtilâlden hemen sonra pembe
granitten ufak bir abide dikilmişti. Bu abide bu geniş sahada kaybolmuş gibiydi
adeta. Abidenin hemen yakınına 1917 Şubatında sokaklarda can veren ilk
şehitler gömülmüştü. -1917 Şubatından bu yana daha bir çok granit lahit bu sahaya
dikilmiş ve buraya gömülenlerin bir çoğu, ihtilâl hükümeti için bir gösteri
yürüyüşü vesilesi teşkil eden zevat «İhtilâl Şehidi» şerefini alarak buraya
gömülmeye başlanmıştı.
Pavel Syrov kırmızı bir granit yığının üstüne çıktı. Yeni
siyah ceketi ve pantolonuyla, ayağındaki uzun çizmeleriyle gökyüzünün griliği
içinde uçuşan sarı saçlarıyla gayet heybetli bir hali vardı. Hiç hareketsiz
kendisine bakmakta olan kalabalığa doğru ellerini uzatarak konuşmaya başladı.
«Yoldaşlar» diye söze başladı. Pavel Syerov’un sesi önünde
duran binlerce kişinin kulaklarında gürledi.
«Bu gün burada müşterek
bir kederle, şimdi aramızdan ebediyen giden bir kahramana son vazifemizi ifa
için toplandık. Çok büyük bir adam kaybettik. Çok büyük bir askerdi o, size
esefle bildiririm ki, buraya toplananlar içinde bu acıyı en fazla
hissedenlerden biri de benim. Onun en yakın arkadaşıydım ve bu imtiyazımı şimdi
sizlerle paylaşmalıyım. Andrei Taganov meşhur bir insan değildi. Fakat o şeref
ve centilmenlikle sade tek bir ünvanı taşıdı. Komünist unvanıydı bu. İşçi
kademelerinden gelmiş bir insandı. Çocukluğu Proleteryanın en aşağı
kademelerindeki en yorucu işlerle geçti. Onunla ben, ikimiz beraber büyüdük, ve
uzun seneler, Putulovsky Fabrikasında birlikte işçi olarak çalıştık. Birlikte
Partiye girdik. Bu ihtilâlden çok evvelki bir devreye aittir. O zamanlar parti
kartı Sibirya için bir bilet veya Çarın cellâtmın karşısında yer almak için en
kolay bir şeydi. Yoldaş Taganov’la ikimiz, o 1917 Ekiminin en civcivli zamanlarında
omuz omuza sokaklarda döğüştük. Kızıl Orduda birlikte vazife gördük, ihtilâl
sonrası devresindeyse, Taganov bir parti mensubu olarak Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliğine sakin, mütevazi ve fedakârane yardımlarda bulundu. İşte
bu işinde de şehit düştü. Ölümüyle hissettiğimiz bu keder, ayni zamanda
yaptıklarını düşünerek de bir sevince dönebilir. O öldü, ama vazifesi, yâni
bizlerin vazifeleri devam ediyor. “İnsanlar teker teker ölürler ama.
Kolektivizm ilelebet yaşıyacaktır.”
[Kolektivizm her insanın bağımlılık vurgulayan
herhangi bir felsefi, politik, dinsel, ekonomik ve sosyal bakış açısı.
Kolektivizm insan doğasına bireycilik ters (aynı şekilde yüksek bağlamda kültür
düşük bağlamda kültür ters olarak var) gibi var olan bir temel kültür öğesidir,
ve bireysel hedefler ve uyumun önemi üzerinde olan grubun öncelikli hedeflerini
vurgulayan sosyal gruplar (örneğin tanımlandığı ne özel bağlamında bir “grup
içi”, gibi). Kolektivistleri genellikle topluluk, toplum ya da ulus odaklanmak.
Bu kullanılan ve devlet ve tarih boyunca siyasi, ekonomik ve eğitim felsefeleri
çok farklı ve çeşitli türde bir öğe olarak kullanılmıştır. Çoğu toplumlarda
kolektivizm ve bireycilik hem elementler içerir.]
Sovyetlerin ve Komünist Partisinin liderliği
altında, hür işçilerin hâkim olacağı bir dünyaya doğru cesaret ve güvenle yürüyoruz.
İşte o zaman işçiler Kapitalist memleketlerde olduğu gibi bir esir muamelesi
görmeyecekler. Bu da bizim ehemmiyetsiz kaygılarımızdan, kederlerimizden ve
hattâ hayatımızdan da daha önemlidir. Proleterien Cemiyetinin Ebedi Kolektivizmi
her şeyin üstündedir. Andrei Taganov öldü, ama bizler yaşıyoruz. Hayat ve zafer
bizimdir. İstikbal bizimdir.»
Alkışlar, şehrin ta uzaklardaki evlerinden, yaz
sarayının bahçesine kadar yayıldı. Kırmızı bayraklar tutan eller çılgınca
alkışlıyordu bu sözleri. Alkışlar kesilip gözler kırmızı granit taşa
çevrildiği zaman Pavel Syerov’un indiği, onun yerine Victor Dunaev’in kıvırcık
siyah saçlarının altında parlayan gözlerit bembeyaz dişlerini
gösteren bir gülüşle kalabalığa baktığı görüldü. Genç, dinamik ve kuvvetli bir
sesle konuşmasına başladı
«Yoldaşlarım! Bu gün
burada bir adam şerefine toplanmış bulunuyoruz. Fakat bu muazzam Proleterya
Kolektivizminin, yanında bir insanın mevcudiyeti hiç bir şey değildir. Eğer bu
insan ferdiyetin ötesinde daha yüksek bir sembolün temsilcilerinden biri
olmasaydı, şu an biz de burada olmazdık. Yoldaşlarım bu bir cenaze töreni
değil, fakat bir doğum gününün tesididir! (kutlama) Bizler şu anda bir yoldaşın ölümünü değil fakat yeni
bir insaniyetin doğuşunu tesid (kutlama) ediyoruz. Bu yeni insaniyetin
ilk fertlerinden biriydi, Taganov. Yoldaşlarım, Sovyetler yeni bir insan nesli
ortaya çıkarıyorlar. Bu yeni nesil eski dünyayı korkutuyor. Zira bu yeni
neslimizin standardları nelerdir? İlk ve en mühimi bizler lügatimizden bir
kelime attık. İNŞER DİLLERİNDEKİ EN
TEHLİKELİ, EN FENA VE EN SİNSİ KELİMESİ OLAN «BEN» İ ATTIK. ARTIK O BİZE
YARAMAZ. İSTİKBALDEKİ SLOGANIMIZ «BİZ» OLACAKTIR.
Kalblerimizde eski canavar «bencilliğin»
yerini kollektivizm almıştır. Şahsî kudret, şahsî gurur ve şahsi servetin üstüne
çıktık artık. Altın para ve altın madalya hevesinde değiliz artık. En büyük
idealimiz kollektivizme yardım etmektir. Yegâne hedefimiz için çalışmaktır. Bu
gün burada öğrenip, sınırlarımız dışındaki düşmanlarımıza vereceğimiz ders
nedir öyleyse?
Bir parti yoldaşının
Kolletivizm uğruna canını feda etmesi. Hükmeden bir Partinin kanunları uğruna
kendi fertlerinin feda edilişi. Etrafınızdaki dünyaya bir bakın, yoldaşlarım
iktidara geçmek için birbirlerini arkadan bıçaklayan Kapitalist dünyanın o
şişman, gözü doymaz vekillerine bir bakın. Sonra da sizleri idare edenlere bir
bakın. Proleterya ve Kollektivizm uğruna her türlü fedakârlığı yapmaktan
sakınmayan bu insanları bir gözünüzün önüne getirin. Eğer bunu yaparsanız benim,
Komünist Partisi politika dünyasının en dürüst, korkusuz ve idealistik bir
topluluğudur sözümü, haklı bulacaksınız!»
Alkışlar sanki Peter Paul Kalesinin eski topları
gibi bir anda koptu. Ve Victor’un siyah saçları kalabalık içinde kaybolana
kadar da devam etti. Sonra Yoldaş Sonia kürsüye çıkarak Proleterya ve kollektif
yaşayışta kadının rolü ve vazifelerinden bahseden bir konuşma yaptı. Sonra
başka biri çıktı. Gözlüklü soluk dudaklı, öksürükten ne konuştuğu anlaşılmayan
bir adamdı bu. Onun arkasından siyah sakalı kalabalığın en arka saflarından
bile bariz bir şekilde görülen bir adam konuştu. Daha sonra Komünist partisi
gençlik kolundan genç bir çocuk kekeleyerek ve durmadan başını kaşıyarak bir
şeyler söyledi. Biraz sonra ihtiyar, zayıf, kuru bir kız sanki dişçinin
karşısındaymış gibi ağzını yarı açarak ve sanki kendisine itaat etmeyen
öğrencilere hitap edermiş gibi parmağıyla kalabalığı tehdit eder gibi bir
konuşma yaptı. Elleri kalçasında uzun boylu bir denizci çıkarak bir konuşma da
o yaptı. Ön sıradakilerin güldüğünü gören arka sıradakiler konuşmaları takip
etmedikleri halde onlar da gülmeye başladılar.
Kaynak:
Ayn
RAND, Biz İnsanlar, (We the Living), trc : Nazan ŞEBEK, İkinci Baskı-Halk
Yayınevi, İstanbul, s446-452
“ATLAS
SİLKİNDİ” HAKKINDA ÖNSÖZ-TURGAY CİNER
Pek çok insanın onun
yaratıcılığı sayesinde hayatını sürdürebildiği yaratıcı sınıf bir gün
çalışmaktan vazgeçerse ne olur?
Atlas Silkindi Ayn Rand’ın felsefesinin
bütün unsurlarıyla ve en mükemmel şekilde ortaya serildiği felsefi bir
romandır.
Rand’ın felsefesinin en
önemli ve kurucu unsuru bireyciliktir. Rand, bireyin temel ve esas beşeri
varlık olduğuna inanır. Ona göre, birey, akıl sahibi bir varlıktır ve hiçbir
kollektivite uğruna feda edilemeyecek, kurban edilemeyecek bir değerdir. Akıl
sadece insanın sahip olduğu bir hazinedir ve insanın varlık mücadelesindeki en
önemli aracıdır. Akla uygun davranmak insanın tabiatının gereğidir. Ancak,
insanlar arasında aklını “gerektiği gibi” kullananlar azınlıktadır.
Yani, bütün insanlar değil sadece aklını kullananlar, yani kendi çıkarı için
çalışan, işini iyi yapan, hiçbir zaman “biz” demeyen benciller yaratıcı
olabilirler, keşfederler, icat ederler, geliştirirler; geriye kalan “biz”ciler
ise bu azınlığın, yani yapıp edenlerin yarattığı şeyleri tüketirler, hatta
bazen sömürürler... İnsanlar çoğu zaman farkında değildir ama, modern, medeni
toplumlar bu yaratıcı azınlık sayesinde sefaletten kurtulur, zenginleşir,
özgürleşir... Yaratıcı insanların engellenmesi bütün insanların engellenmesi ve
dolayısıyla sefaletin ve barbarlığın yayılması anlamına gelir. Ve insanlık
tarihi yaratıcı insanların engellenip onların, onlara rağmen başarmasının
tarihidir.
Bir an gözlerinizi kapatın
bir azınlığa (ki yaratıcı insanlar, iş adamları oldukça dar bir azınlığı teşkil
eder) bu şekilde bir muamele yapılacak olsa kopacak feryadı hayal edin.
Örneğin, bir filmde; kadınları, eşcinselleri, etnik veya dinî bir azınlığı aşağılayıcı
diyaloglar, sahneler olsaydı, vakit kaybetmeden film “ihbar” edilir, filmin
kurgusu yeniden gözden geçirilir, ardından “affedilemez” mahiyetteki bu
hata için özür dilenir, dahası film vizyondan kaldırılırdı. Peki ya iş
adamları, para kazananlar ve kâr amacı güdenler?
Bunlar aleyhine yapılacak
herşey mubahtır, zira onlar affedilemez bir suç işlemekte, her geçen dakika
büyük bir günah ile yaşamaktadırlar, çünkü onlar BENCİLdirler.
İnsanlığı
modern/hür/müreffeh bir dünyaya doğru getiren; çok uzak değil, günümüzden
yalnızca birkaç asır geriye gittiğimizde karşılaşacağımız fakirlik, sefalet ve
kölelik ile bugünün dünyasındaki zenginlik ve hürriyet arasında muazzam bir
farkın oluşmasını sağlayan dinamiklere baktığımızda sürecin temel bir düstur
üzerinde yol aldığını kolayca keşfedebiliriz: Bu, gönüllü ilişkiler ağı olarak
tanımlayabileceğimiz “piyasa” (ekonomisinin) yaygınlaşması, yani bireyin kendi
özçıkarlarının peşinde koşması önündeki engellerin bertaraf edilmesidir. Bunun
pratikteki manası, mevcut kaynakları fakirler arasında dağıtmaktansa,
müteşebbislerin kendi çıkarlarının gereklerini takip ederken daha fazlasının
üretilmesini mümkün kılmaları, böylece mevcut sınırlı kaynaklarla binlerce
insanın ihtiyaçlarının temin edilmesidir. Şüphesiz, sürecin bu şekilde, yani
çoğunluğun refahının artmasını sağlayacak biçimde ilerlemesi ve böyle
davranmanın bireyler için ahlaki bir ödev haline gelmesi, yaratıcı bireylerin
hemcinslerine daha büyük yararlar sağladıklarını kavradıklarından ve bu
durumdan duydukları memnuniyetten değil, bu şekilde davranan grup ve toplumlar
diğerlerinden daha fazla refaha kavuştukları için gelişmiştir. İnsanların diğer
insanların yararına olacak şeyler yapmaları için o insanları tanımaları ve
sevmeleri gerekmez. Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği adlı eserindeki şu
meşhur sözleri anlatmak istediklerimizi açık bir şekilde izah ediyor:
“Akşam yemeğimizi soframızda
bulmamış kasap, biracı veya fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi
menfaatlerine saygılarından ötürüdür... Biz de onların insanlığına değil,
özsevgilerine hitap ederiz... Sermaye ve emek harcayan her birey ne kamu
menfaatini destekleme niyetindedir, ne de ona ne kadar destek olduğunu bilir.
Adeta görünmez bir el vasıtasıyla, kendi menfaati peşinde koşmakla, toplumun da
menfaatine destek olmuş olur.”
***
Değerli insanları, yaratıcı
bireyleri, iş adamlarını her parçası kendilerine ait ürünleri üretmekten, sahip
oldukları şeyleri, çalışkanlıklarını, zekâlarını ve egolarını kendilerinin en
çok yararına ait olduklarını düşündükleri şekilde kullanmaktan alıkoymak,
insanlığın en kutsal haklarının açık bir ihlalinden başka bir şey olmadığı
gibi, insanoğluna yapılacak en büyük kötülüktür... Buna rağmen, bugün dünyanın
pek çok yerinde hukuka ve düşüncelere hâkim olan eğilim tam ters
istikamettedir. Yani, açık veya örtülü bir şekilde, yetenekli olanın ahlaki
görevinin yetenekli olmayana hikmet etmek ve kendini herhangi birinin
ihtiyaçları için feda etmek olduğunu öne sürerek, aklı ödüllerinden mahrum
bırakmayı talep etmek hâlâ baskın bir eğilim... Oysa, rasyonel bir beyin
zorlama altında çalışmaz, bilgisini ve bu yoldaki eylemlerini hiç kimsenin
refahına kurban edemez. Yetenekli olanın ahlaki görevi yetenekli olmayana
hizmet etmek ve kendini herhangi birinin ihtiyaçları için feda etmek değildir.
Bundan şüphe duyuluyorsa, bu tip insanların varlığına müsaade edilmeyen
ülkelerin yarattıkları “eser”e, buralardaki yaşama standartlarına göz
atılabilir.
Pek çok insanın onun
yaratıcılığı sayesinde hayatını sürdürebildiği yaratıcı sınıf bir gün
çalışmaktan vazgeçerse ne olur?
Turgay
CİNER
Kasım 2005,
Kasım 2005,
İstanbul
Kaynak:
Ayn RAND, Atlas Silkindi /
Özgün Adı / Atlas Shrugged, 4. Baskı: İstanbul, Aralık 2010
Atlas
Shrugged: Part I (2011)
Yönetmen:- Paul Johansson
Senaryo:- Ayn Rand-John Aglialoro- Brian Patrick O'Toole
Yapım : - 2011
Ülke : - Amerika
Tür :- Dram, Gizem, Bilim-Kurgu
Süre : - 97 dakika
Görüntü Yönetmeni:- Ross Berryman
Müzik: - Elia Cmiral
Oyuncu Rol
Taylor Schilling -Dagny Taggart
Edi Gathegi- Eddie Willers
Jon Polito- Orren Boyle
Patrick Fischler - Paul
Larkin
Armin Shimerman- Dr. Potter
Matthew Marsden- James Taggart
Paul Johansson - John
Galt
Michael O'Keefe- Hugh Akston
Geoffrey Pierson- Midas Mulligan
Michael Lerner - Wesley
Mouch
Grant Bowler- Henry Rearden
Jsu Garcia- Francisco D'Anconia
Christina Pickles- Mother Rearden
Navid Negahban- Dr. Robert Stadler
Joel
McKinnon Miller- Herbert Mowen
Özet
2016 yılı bilim adamlarının, zengin ve akıllı iş
adamlarının kaybolmaya başladığı yıllardır.. Aynı zamanda kendilerini bilim
kurulu olarak adlandırmış eski kafalı insanlar vardır.. Bu insanlara kafa tutan
ve yaşadıkları beldeleri ileri taşımayı akıllarına koymuş dürüst insanlarda
vardır.. Birileri politika ve meclisi arkalarına almış işleri engellemeye
çalışırken birileride işlerini onurlu ve dürüst bir şekilde yapmaya
çalışmaktadırlar.. Bakalım kim galip gelecektir.
Atlas
Shrugged: Part II (2012)
Yönetmen:- John Putch
Senaryo: - Duke Sandefur-Brian Patrick
O'Toole- Duncan Scott
Görüntü Yönetmeni: Ross Berryman
Müzik: - Chris
P. Bacon
Yapım : - 2012
Ülke : - Amerika
Tür : - Dram,
Gizem, Bilim-Kurgu
Oyuncu Rol
Samantha Mathis- Dagny Taggart
Jason Beghe- Henry Rearden
Esai Morales- Francisco
d'Anconia
Patrick Fabian- James Taggart
Kim Rhodes- Lillian Rearden
Richard T. Jones- Eddie Willers
D.B. Sweeney- John Galt
Paul McCrane- Wesley Mouch
John Rubinstein- Dr. Floyd Ferris
Robert Picardo - Dr.
Robert Stadler
Ray Wise- Head of State Thompson
Diedrich Bader- Quentin Daniels
Bug Hall- Leonard Small
Arye Gross- Ken Danagger
Rex Linn- Kip Chalmers
Özet:
Küresel
ekonomi çökmek üzeredir. İşsizlik %24 oranındadır. Benzinin litresi neredeyse 8
dolardır. Tren yolları ana ulaşım unsurudur. Sanatçılardan sanayicilere kadar
zeki yaratıcılar gizemli bir şekilde yok olmaktadır. Taggart
Transcontinental’ın Uygulayıcı Genel Müdürü Dagny Taggart gittikçe artan enerji
krizine bir çözüm bulmuştur: statik elektrikten enerji alan bir motor prototipi.
Ama bu cihaz yaratıcısını bulana kadar faydasız bir aletten başka bir şey
değildir. Bu zamana karşı bir yarıştır ve bunu gözetleyen biri vardır.
Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün greve gitmeye
karar verirlerse, dünya neye benzer?.. Promete ateşi, Edison ampulü, Ford
otomobili bulmasaydı ne olurdu? Objektivizm felsefesinin yaratıcısı Ayn Rand
tarihte greve gitmeyen tek bir insan türü vardır diyor: Yaratıcı ve üretici
insan… Yani ‘Ben’...
Rand, yaratıcı bireye saldıran kalabalıkların
ellerindeki silahı iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunlarıyla
doldurduğunu, yaratılan değerleri üleşmek, bölüşmek, paylaşmak istediklerini
söylüyor. “Tüm bunlara rağmen, ‘yaratıcı ve üretici ‘Ben’ler dünyayı ayakta
tutup yaşanır hale getirmiştir. Hiçbir zaman insanlığı yalnız bırakmamışlardır”
diye konuşuyor. Aristo’dan sonraki en önemli ‘rasyonel filozof’ olan Rand’ın
felsefesi ‘objektivizm’son 50 yılın en önemli düşünce sistemlerinden biri
olarak milyonları etkiliyor.
20 yy’ın en önemli filozoflarından Ayn Rand
objektivizm felsefesini anlattığı en önemli eseri Atlas Shrugged’ta (Atlas
Silkindi) şu soruyu sorar: “Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün greve gitmeye
karar verirlerse, dünya neye benzer? Böylesi bir grevde dünya üzerindeki tüm yağmacı,
çapulcu, avantacı, otlakçı, parazit ve anaforcular ne yapar? Akıl ve her
meslekte üretici zekaya sahip insanların, işi bırakarak ortadan kaybolması ile
dünya neye benzer?”
Romanda dünyayı
sırtında taşıyanlar, yani yaratıcı ve üreticiler olanlar teker teker kaybolmaya
başlar ve bir dağ eteğine gizlenerek kendi dünyalarını kurarlar. Bu dünya
yenilikçi, üretici, yaratıcı insanların özgürce yaşadığı, birbirlerini
sömürmeye, engellemeye çalışmadığı, bürokratik engellerin olmadığı, emeğe ve
üretime gerçek değerinin verildiği bir yerdir. Arkalarında aileleriyle
birlikte, fabrikalar, çalışanlar ve birikimlerini bırakan insanlar
yaptıklarından en ufak bir pişmanlık duymamaktadırlar. Fabrikalarda üretim,
demiryollarında ulaşım durma noktasına gelir. Bu grev ortama tam bir kaosun
hâkim olmasına yol açar.
Grevin
liderliğini mühendisken icat ettiği motor kimse tarafından anlaşılmayan ve 15
yıl boyunca kapatılan bir motor fabrikasında şans eseri bulunan John Galt
yapmıştır. Galt, romanda zaman zaman yaratıcı ve üretici kişilerin yardımına
koşar ama hiç kimse onun varlığından tam olarak emin olamaz. Ta ki Galt onları
‘zamanı geldiğinde’ alıp, ‘yaratıcı ve üretici insanların’ dünyasına götürene
kadar…
Rand, hayatı
boyunca sanayiciyi tüm toplumlardaki en değerli organ olarak görür ve
sanayicilere karşı duyulan genel kızgınlığı son derece sert bir biçimde
eleştirir. Atlas Silkindi romanında toplumun ‘sömürücü’ olarak gördüğü,
aşağıladığı ve suçladığı bu idealist, yaratıcı insanların kaçmasıyla Amerikan
toplumu ve ekonomisi genel anlamda çöküşe girer. Hükümet sanayi üzerindeki
zaten boğucu olan kontrollerini artırarak tepki gösterir.
Bireysel
akıl her çağda saldırıya uğradı
Rand, tarihte greve gitmeyen tek bir insan türü
olduğunu söyler: Yaratıcı ve üretici insan… Yani “Ben”… Diğer tür ve sınıftaki
insanların canları istediği zaman çalışmayı bıraktığını, isteklerini
haykırdığını, kendilerinin insanlık için vazgeçilmez olduklarını düşündüklerini
belirtir. Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakılmıştır. Edison
ampulü bulurken, karısı tarafından, toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen bir
anti-sosyal olarak suçlanmıştır. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bir
büyük güç her çağda saldırıya uğramıştır.
Rand, yaratıcı
bireye saldıran kalabalıkların ellerindeki silahın iyilik, fedakarlık,
hayırseverlik kurşunlarıyla doldurulduğunu söyler. Kalabalıklar daima yaratılan
değerleri üleşmek, bölüşmek, paylaşmak istemişlerdir. Tüm bunlara rağmen,
‘yaratıcı ve üretici ‘Ben’ler dünyayı ayakta tutup yaşanır hale getirmiştir.
Bunun bedelini aforoz edilerek, işkence görerek ödeseler de hiçbir zaman
insanlığı yalnız bırakmamışlardır.
Ayn Rand, 20
yy’ın önde gelen filozofları arasında gösteriliyor. Aristo’dan sonra gelmiş en
önemli ‘rasyonel filozof’ olarak tanımlanıyor. Felsefesi olan ‘objektivizm’i
anlattığı Atlas Silkindi romanı ABD’de İncil’den sonra en çok okunan roman
olarak biliniyor. Objektivizm 1960’larda önemli bir entellektüel hareket haline
geliyor. Aslında roman, çıktığı dönemde sağ ve sol entelektüel kesim tarafından
şiddetli eleştiriler alıyor. Rand, mistisizme karşı aklı savunduğu için ‘sağ’cılar,
her türlü devlet baskısına karşı birey haklarını savunduğu için ‘sol’cular
tarafından aforoz ediliyor. Ancak ‘düşünce’nin önüne geçilemiyor ve kitap tüm
dünyada milyonlarca satıyor. Rand’ın felsefesi 1980’lerden sonra, birkaç
üniversite kürsüsünde de incelenmeye başlanıyor.
6 yaşında okudu, 9 yaşında yazar
olmaya karar verdi
Rand’ın yaşam öyküsü felsefesinin temelini
oluşturuyor. Asıl adı Alissa Zinovievna Rosenbaum olan Ayn Rand, 2 Şubat
1905’te Rusya’da, St. Petersburg’ta doğar. Yahudi bir ailenin 3 kızından en
büyüğüdür. 6 yaşında okumayı öğrenir, 7 yaşında hikayeler ve oyunlar yazmaya
başlar, 9 yaşında yazar olmaya karar verir. Edebiyat ve sinemaya ilgi duyar.
Bolşevik Devrimi nedeniyle ailesiyle birlikte savaştan kaçarak, Kırım’a
yerleşir. 13 yaşında Victor Hugo’dan (ve romanlarındaki “gerçekçilikten)
etkilenir.
Kırım’dan döndükten sonra Petrograt Üniversitesi’nde
felsefe ve tarih eğitimi alır. Anti-Sovyet fikirler içeren bir günlük tutar.
1924’te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatılır, üniversite dağıtılır ve
komünistler üniversite yönetimini devralır.
Batı filmlerine
ve oyunlarına olan hayranlığı nedeniyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema
Sanatları Enstitüsü’ne girer. 1925’te akrabalarını ziyaret etmek için ABD’ye
gider ve bir daha da dönmez. 1926’da New York’a, ardından senaryo yazarlığı
yapmak için Hollywood’a gider. 1929’da aktör Frank O’Connor’la tanışır.
O’Conner’ın ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürer.
‘Yaşamak
İstiyorum’ ve ‘Hayatın Kaynağı’
İlk romanı ‘We The Living’i (Yaşamak İstiyorum)
1933’te tamamlar. Romanında, Sovyet Rusya’da komünist rejimin baskılarını ve
insanların sıkıntılı yıllarını anlatır. Otobiyografik yönü ağır basan romanda
baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hürriyetlerine müdahalesini ortaya
koyar. Yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında bireyin özel hayatının yok oluşu
gözler önüne serer.
1935’te ‘The
Fountainhead’ (Hayatın Kaynağı) adlı romanını yazmaya başlar. Hikaye genç ve
zeki bir mimarın hayatını anlatır. Mimar, geleneksel standartlara karşı olan,
hiçbir zaman doğruluktan taviz vermeyen biridir. Şu ana kadar 6 milyondan fazla
satılan bu roman her yıl 100 binden fazla okuyucuya ulaşıyor.
Rand, Hayatın
Kaynağı’nda, ‘yaratıcı’ insanları ve hayatta nasıl engellendiklerini anlatır. “Sonu
ne olursa olsun insanoğlu yaşamının şafağında doğası ve hayat potansiyeliyle ilgili
mükemmel vizyonunun peşine düşer. Bu vizyonu bulmak için bir kaç ipucu vardır.
Hayatın Kaynağı bunlardan biridir” der. Hayatın Kaynağı 12 yayıncı tarafından
reddedildikten sonra 1943’te yayınlanır ve hemen klasik haline gelir. Ayn Rand
bu romanla birlikte bireyci felsefenin en önemli ismi olarak tanınır.
1943’te
‘Anthem’ (Ben) hikâyesini yazar. ‘Ben’; bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkan
totaliter sistemde yaşayan bir kimsenin, sözlüklerden ve toplumsal hayattan
silinen, yeri ‘biz’ kelimesi tarafından doldurulan ‘ben’ kelimesini ve kendini
keşfedişinin hikayesidir. Rand bu hikayede ‘gerçek özgürlük’ün ne olduğunu en
kısa ve en veciz bir şekilde dile getirir.
Ve John Galt
dünyanın motorunu durdurur...
1943’te, en büyük romanı olan Atlas Shrugged’ı (Atlas
Silkindi) yazmaya başlar. 1957’de yayımlanan Atlas Silkindi en büyük başarısı
ve son roman çalışması olur. Bu roman ABD’de entellektüel açıdan bir dönüm
noktasıdır (Yayınlanmasından bugüne kadar best-seller). Rand romanda dünyanın
motorunu durduracağını söyleyen ve gerçekten durduran John Galt’ın hikâyesini
anlatır.
Kitapta yer alan şu sözleri düşüncesini özetler: “Benim
felsefem, özünde, hayattaki ahlaki amacı kendi mutluluğunu olan, varlığının
yegâne amacı ve en yüce eseri olarak yaratıcı üretkenliğini gören kahramansı
bir varlık, bir insan konseptidir.” Atlas Silkindi’nin ana teması ‘insan
aklının toplumdaki rolü’dür.
Bu romanın
ardından objektivizm hakkında yazmaya ve ders vermeye başlar. Objektivizmin,
insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının
mantık olduğunu savunur. Rand, objektivist etiğin özünde insanın kendi iyiliği
için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlâkî amacı olduğunu ve ne
kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmesi gerektiğini
söyler.
Ayn Rand; felsefesinin çeşitli unsurlarını sistematik
olarak bir araya toplayan bir felsefe kitabı yazmaz. Felsefesini, romanlardan,
gazete makalelerine, spesifik konulardaki felsefi risalelere, televizyon
programlarına, düzenli radyo sohbetlerine, yayınladığı dergilere,
konferanslara, broşürlere, okuyucularına yazdığı ücretli düzenli mektuplara
kadar akla gelebilecek her ortamda anlatır. 1962’den 1976’ya kadar felsefî
denemeler yazmaya devam eder. Makaleleri 9 kitapta toplanır. 6 Mart 1982’de New
York’daki apartman dairesinde ölür. Hayattayken yayımlanan her kitabı hâlâ
basılıyor. Kitapları her yıl 500 bin adet satılıyor. Şimdiye kadar satılan Rand
kitaplarının sayısı toplam 20 milyonu aşıyor.
“KİTAPTAN ALINTI”
“Oniki yıldır sorup duruyorsunuz: John Galt
kim?
Ben John Galt’ım. Hayatını seven adamım.
Değerlerine olan sevgisini feda etmeyen adamım. Sizi kurbanlarınızdan mahrum
bırakan, böylelikle dünyanızı yıkan adamım. Eğer bilmekten nefret eden sizler,
neden yok olmakta olduğunuzu öğrenmek istiyorsanız, şimdi size onu söyleyecek
olan adam da benim.”
Tek hareket edebilen başmühendis oldu.
Televizyona koşup düğmelerle deli gibi uğraşmaya çalıştı. Ama ekran boş kalmayı
sürdürdü. Konuşan, görülmeyi tercih etmemişti. Ülkenin hava akımlarını yalnızca
sesi dolduruyordu. Dünyanın da, diye düşünüyordu başmühendis. Şu anda bu
odadaymış gibi konuşan ses, bir gruba değil, bir tek insana hitap eder gibiydi.
Bir toplantıya seslenmiyor, bir akla sesleniyordu.
“Bu çağın manevî kriz çağı olduğu size
söylendi. Bunu siz de kendinize söylediniz. Yarı korkuyla, yarı bu sözlerin
bir anlam taşımamasını umarak. Dünyayı insanların günahları mahvediyor, diye
haykırdınız, insan yapısını suçladınız, talep ettiğiniz sevapları insanların
gerçekleştirmemesine kızdınız. Sizin gözünüzde değer demek, fedakârlık demek
olduğu için, peşpeşe gelen her felâkette yeni fedakârlıklar istediniz. Ahlâka
geri dönüş adına, ıstıraplarınızın nedeni olan kötülükler diye nitelediğiniz
şeyleri feda ettiniz. Adaleti acımaya feda ettiniz. Bağımsızlığı birliğe feda
ettiniz. Mantığı inanca feda ettiniz. Serveti ihtiyaca feda ettiniz. Öz
saygıyı, kendini inkâr etme eğilimlerine feda ettiniz. Mutluluğu da göreve feda
ettiniz.
“Kötü saydığınız her şeyi feda edip, iyi
saydığınız her şeye ulaştınız. O halde, çevrenizdeki dünyaya bakınca neden
dehşetle büzülüyorsunuz?
Bugünkü dünya sizin günahlarınızın bir
ürünü değil, sevaplarınızın bir ürünü. Sizin manevî idealleriniz gerçekleştirdi
bu dünyayı ... hem de en nihaî ve en ideal haliyle. O uğurda mücadele ettiniz,
hep onun rüyasını gördünüz, onu istediniz, ben de ... sizin dileklerinizi
gerçekleştiren kişi oldum.
“İdealinizde, amansız bir düşman vardı,
sizin ahlâkî düsturunuz onu yok etmek üzere tasarımlanmıştı. Ben o düşmanı
ortadan çektim. Onu sizin yolunuzun üzerinden ve ulaşabileceğiniz yerlerden
çektim. Birer birer feda etmekte olduğunuz tüm o kötülüklerin kaynağını
kaldırdım ortadan. Savaşı sona erdirdim. Motorunuzu
durdurdum. Dünyanızı insan aklından yoksun bıraktım.
“İnsanlar akılla yaşamaz, mı demiştiniz?
Akılla yaşayanları çekip aldım. Akıl
yetersizdir, güçsüzdür mü demiştiniz?
Ben güçsüz olmayan akılların sahiplerini
çekip aldım. Akıldan üstün değerler de var, mı demiştiniz? Ben yok diyenleri
çekip aldım.
“Siz adaleti, bağımsızlığı, mantığı,
serveti, özsaygıyı temsil eden insanları kurban sunaklarına sürüklerken, ben
sizden hızlı davrandım, onlara sizden önce ulaştım. Oynamakta olduğunuz oyunu
onlara anlattım, hangi manevî kurallara bağlı olduğunuzu açıkladım, çünkü onlar
masum cömertlikleri nedeniyle bunları kavrayamamışlardı. Onlara başka manevî
kurallarla, benim kurallarımla nasıl yaşanabileceğini gösterdim. Onlar da
benimkini izlemeyi seçtiler.
“Bütün o ortadan yok olan adamları, nefret
ettiğiniz, ama kaybetmekten çok korktuğunuz adamları sizin elinizden alan
bendim. Bizi bulmaya çalışmayın. Biz bulunmayı seçmedik. Size hizmet etmenin
görevimiz olduğunu haykırıp durmayın. Böyle bir görevi kabul etmiyoruz. Bize
ihtiyacınız olduğunu da söylemeye kalkmayın. Biz ihtiyacı haklı bir talep
olarak görmüyoruz. Bizim sahibimiz olduğunuzu sakın öne sürmeyin. Sahibimiz
değilsiniz. Geri dönmemiz için yalvarmayın. Biz,
aklı olan insanlar, grevdeyiz.
“Kendini
yok etme kavramına karşı grevdeyiz. Kazanılmamış ödüllere, ödüllendirilmemiş
görevlere karşı grevdeyiz. Kişinin kendi mutluluğunun peşinde koşmasını kötü
sayan dogmaya karşı grevdeyiz. Hayatın bir suçluluk olduğu doktrinine karşı
grevdeyiz.
“Bizim grevimizle, yüzyıllardır gördüğünüz
grevler arasında bir fark var. Bizim grevimiz
taleplerde bulunmakla değil, talepleri sunmakla ilgili. Sizin ahlâkî kurallarınıza göre biz kötüyüz. Biz
de artık size zarar vermeme yolunu seçtik. Sizin ekonominize göre, biz
yararsızız. Artık sizi sömürmemeye karar verdik. Politikanıza göre biz
tehlikeliyiz, zincire vurulmamız gerek. Biz de sizi tehlikeye sokmamaya karar
verdik, artık zincirleri takmayalım dedik. Sizin felsefenize göre biz yalnızca
bir hayaliz. Bundan böyle, gözünüzü kamaştırmamaya karar verdik, gerçekleri
görebilmeniz için sizi serbest bıraktık ... istediğiniz gerçekleri, şimdi
gördüğünüz dünyayı, aklı olmayan bir dünyayı.
“Bizden talep ettiğiniz her şeyi verdik
size. Esasen vericiler her zaman biz olmuştuk, ama bunu ancak yeni
anlayabildik. Size sunacak hiçbir talebimiz yok, pazarlık edecek koşullarımız
yok, varılacak bir uzlaşmamız yok. Bize teklif edebileceğiniz hiçbir şey yok.
Bizim size ihtiyacımız yok.
“Şimdi de, ‘Hayır, bizim istediğimiz bu
değildi,’ diye mi bağıracaksınız?
Amacınız harabelerle dolu koskoca bir dünya
değil miydi?
Sizi terk etmemizi istemiyor muydunuz? Siz,
maneviyat yamyamlarının, aslında ne istediğinizi baştan beri çok iyi
bildiğinizin farkındayım. Ama oyununuz bitti artık, çünkü şimdi ben de
biliyorum.
“Yüzyıllar süren âfetler ve felâketler hep
sizin manevi standartlannızın sonucuydu. Siz
hep, maneviyata ihanet ediliyor, belâlar onun bedeli olarak yaşanıyor, diye haykırdınız. İnsan çok zayıf ve çok bencil
olduğu için, belâyı def etmeye yetecek kadar kan dökemiyor, dediniz. İnsanı
lânetlediniz, varoluşu lânetlediniz, dünyayı lânetlediniz, ama kendi manevî
standartlarınızı sorgulamaya hiçbir zaman cesaret etmediniz. Kurbanlarınız suçu
üstlerine aldılar, sizin lanetleriniz altında mücadeleyi sürdürdüler, bu
onların ödülü sayıldı. Siz bu arada, kendi manevî kodunuzun çok soylu olduğunu,
ama insanoğlu kötü olduğu için, onun uygulanamadığını haykırdınız. Hiç kimse
kalkıp da size, iyiyse hangi ölçülere göre iyi, diye sormadı.
“Siz hep John Galt’ın kim olduğunu bilmek
istediniz. Ben, işte o soruyu sormuş olan kişiyim.
“Evet, günümüz manevî kriz günü. Evet,
sİzler kötülüğünüzden ötürü cezalandırılıyorsunuz. Ama bu sefer yargılanan,
insan değil, suçu üstlenecek olan da insan yapısı değil. Bu sefer sonu
gelen, sizin manevî kodunuz. Manevî kodunuz, varabileceği doruğu aştı, yolun
sonundaki karanlık çıkmaza vardı. Eğer yaşamayı sürdürmek istiyorsani2, ahlâka
geri dönmeniz gerek ... siz ahlâkı hiçbir zaman tanımadınız, ama şimdi onu
keşfetmek zorundasınız.
“Siz ahlâkî kavramları hiç duymadınız,
yalnızca mistik ya CIA sosyal kavramları dinlediniz. Size ahlâkın, keyfi olarak
empoze edilen bir davranış kodu olduğu söylendi. Kendinizi üstün bir gücün
ya da toplumun kaprisine adamak, Tanrı’nın amacına hizmet etmek ya da komşunun
refahına katkıda bulunmak, mezarın ötesindeki ya da bitişik evdeki bir
otoriteyi memnun etmek ... ama ne olursa olsun, kendi hayatınıza ve kendi
zevkinize hizmet etmemek olduğu söylendi. Size kendi zevkinizin ancak
ahlâksızlıkta bulunabileceği öğretildi. Çıkarlarınıza hizmet edecek şeyin ancak
kötülük olduğunu, manevî kodların sizin için değil, size karşı olması
gerektiğini ve sizin hayatınızı iyileştirmek için değil, tüketmek için var
olduğunu dinlediniz.
“Yüzyıllar
boyunca ahlâk savaşı hep, hayatınızın Tanrı’ya ait olduğunu söyleyenlerle,
hayatınızın komşularınıza ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı. Bir kesim
size kendinizi cennetteki hayaletler için feda etmenin iyi olduğunu söylerken,
diğer kesim de size, kendinizi dünyadaki beceriksizler için feda etmenizin iyi
olduğunu söyledi. Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de
onu yaşamak olduğunu söylemedi.
“Ahlâkın sizden öz-çıkarlarınızı ve
aklınızı teslim etmeyi beklediği konusunda her iki kesim de görüş birliği
içindeydi. Ahlâkî olanla pratik olanın birbirinin tersi olduğu, ahlâkın mantık
alanında olmadığı, inancın ve gücün alanında olduğu yolunda da görüş birliği
içindeydiler. Rasyonel ahlâkın mümkün olmadığını, mantıkta doğru veya yanlış
diye bir şey olamayacağını, mantık alanında ahlâklı olmak için bir sebep
bulunmadığını her iki taraf da ileri sürüyordu.
“Başka hangi konularda savaşmış olurlarsa
olsunlar, tüm ahlâkçılarınızın birleştiği nokta, hep insan aklına karşı savaş
açmaktı. Tüm Planları ve sistemleri hep insan aklını saptırmaya ve çökertmeye
yönelikti. Şimdi ya yok olmayı seçeceksiniz, ya da anti-akıl kavramının
anti-hayat demek olduğunu öğreneceksiniz.
“İnsanın aklı, sağ kalmanın temel aracıdır.
İnsana hayat verilmiştir, ama sağ kalma, verilmemiştir. Vücudu ona verilmiştir,
ama dayanıklılığı verilmemiştir. Aklı ona verilmiştir, ama içeriği
verilmemiştir. Hayatta kalmak için o insanın eyleme geçmesi gerekmektedir,
eyleme geçmeden önce de, girişeceği eylemin niteliğini ve amacını bilmek zorundadır.
Yiyeceğini elde edebilmesi, ancak yiyecek kavramını bilmesiyle, onu elde
etmenin yolunu bilmesiyle mümkündür. Bir hendek kazarken de, bir siklotron
yaparken de, bunu kendi amacını bilmeden, nasıl yapılacağını bilmeden
başaramaz. Sağ kalabilmek için düşünmek zorundadır.
“Ama düşünmek de bir seçimdir. Sizin hiç
düşünmeden ‘insan tabiatı’ dediğiniz şeyin anahtarı, birlikte
yaşadığınız, ama adını koymaktan korktuğunuz o açık sır, insanın isteğe bağlı
bilince sahip bir varlık olduğudur. Mantık, otomatik olarak çalışmaz. Düşünmek
mekanik bir süreç değildir. Mantığın bağlantıları içgüdülerle kurulamaz.
Midenizin, akciğerlerinizin, kalbinizin işleyişi otomatiktir, ama aklınız öyle
değildir. Hayatınızın her saatinde ve her konusunda, düşünmekte ya da düşünme çabasından
kaçınmakta serbestsiniz. Ama kendi tabiatınızdan kaçıp kurtulmakta serbest
değilsiniz, mantığın hayatta kalma aracınız olduğu gerçeğinden kaçınmanız
mümkün değildir ... insan olduğunuza göre sizin için, ‘OLMAK VEYA OLMAMAK’
demek, ‘DÜŞÜNMEK VEYA DÜŞÜNMEMEK’ demektir.
“İsteğe bağlı bilince sahip bir varlığın,
otomatik bir davranış rotası yoktur. Eylemlerine rehberlik edecek bir değerler
koduna ihtiyacı vardır. ‘Değer’, kişinin kazanmak ve muhafaza etmek için
uğrunda eyleme geçtiği şeydir; ‘iyi eylem’ ise, kişinin onu kazanmak ve
muhafaza etmek için attığı adımlardır. ‘Değer’, bir soruya verilecek cevabı
varsaymak zorundadır: ‘kimin için değer ve ne amaçla değer?’ ‘Değer’
ayrıca bir standardı da varsayar. O da bir amaçtır, bir alternatif karsısında
eyleme geçme ihtiyacıdır. Alternatifin olmadığı yerde, hiçbir değer söz konusu
olamaz.
“Evrende bir tek temel alternatif vardır:
var olmak veya olmamak ... bu da bir tek tür kimliği ilgilendirir; canlı
organizmaları. Cansız maddelerin varlığı koşulsuzdur, hayatın varlığı öyle
değildir. Belli bir eylem rotasına bağlıdır. Madde yok edilemez, biçim
değiştirebilir, ama varlığı ortadan kaldırılamaz. Sürekli bir alternatifle,
ölüm kalım alternatifiyle karşı karşıya olan yalnızca canlı organizmadır.
Hayat, kendi varlığını sürdürme yolunda, kendinin başlattığı bir süreçtir. Bir
organizma bu süreçte başarısız olursa, ölür. Kimyasal bileşenleri kalır, ama
hayatı yok olur. ‘Değer’ kavramını mümkün kılan yalnızca ‘Hayat’ kavramıdır.
Her şey ancak canlı bir varlık için iyi ya da kötü olabilir.
“Bir bitki, yaşayabilmek için kendini
beslemek zorundadır; tabiatı onu, güneş ışığını, suyu, ihtiyaç duyduğu kimyasal
maddeleri bulmaya yönlendirir; hayatı, eylemlerini yönlendiren değer
standardıdır. Ama bitki, eylemleri konusunda bir seçim hakkına sahip değildir.
Karşılaştığı koşullar açısından alternatifler vardır, ama işlevi konusunda
hiçbir alternatif yoktur: hayatını sürdürmek için otomatik olarak hareket eder,
kendini yok etmeye yönelemez.
“Hayvan, hayatını sürdürme teçhizatına sahiptir.
Duyuları ona otomatik bir eylem kodu verir, neyin iyi, neyin kötü olduğunu da
otomatik olarak bilir. Bu bilgiyi çoğaltma ya da bu bilgiden kaçma imkânı
yoktur. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarla karşılaşırsa, ölür. Ama yaşadığı
süre boyunca, bilgisine dayanarak, otomatik güvenliğe sahip olarak, seçim
hakkına sahip olmaksızın hareket eder, kendi çıkarlarını görmezden gelmeye
hakkı yoktur, kötülüğü seçip de, kendini yok etmeye karar veremez.
“İnsanın otomatik bir sağ kalma kodu
yoktur. Tüm diğer canlı türlerinden farkı, alternatifler karşısında isteğe
bağlı seçimleriyle hareket edebilmesidir. Kendisi için neyin iyi, neyin kötü
olduğu konusunda otomatik bilgilere sahip değildir, hayatının hangi değerlere
bağlı olduğunu, ne gibi eylemler gerektirdiğini bilmez. Şu anda sağ kalma
içgüdüleri hakkında bir şeyler mi mırıldanıyorsunuz?
Sağ kalma içgüdüsü, tam da insanın sahip
olmadığı şeydir. ‘İÇGÜDÜ’ yanılgısız, otomatik bir bilme biçimidir. Bir
arzu, içgüdü değildir. Yaşamayı istemek, size yaşamak için gerekli bilgileri
getiremez. İnsanın yaşama isteği bile otomatik bir şey değildir: bugün sizdeki
gizli kötülük, o arzuya sahip olmayışınızdır. Ölümden korkmanız yaşamı sevmek
demek değildir, size sağ kalmak için gerekli olan bilgileri kazandırmaz. İnsanın
bilgiyi edinmesi ve eylemlerini seçmesi ancak düşünme süreciyle mümkündür, bunu
da doğa ona zorla yaptırmaz. İnsan, kendi kendinin yok edicisi olma gücüne
sahiptir ... tarihin en büyük bölümü boyunca, da böyle hareket etmiştir.
“Kendi sağ kalma yollarını kötü olarak
kabul eden bir canlı varlık, sağ kalamaz. Kendi köklerinde dolaşıklık yaratmaya
kalkan bir bitki, kendi kanatlarını kırmaya çalışan bir kuş, karşılaştığı
ortamlarda uzun süre dayanamaz. Ama insanlık tarihi, insanın kendi aklını inkâr
etmesinin ve onu yok etmeye çalışmasının sürekli mücadelesi olarak tezahür
etmiştir.
“İnsana mantıklı hayvan denmiştir, ama
mantık bir seçim meselesidir. Tabiatının insana sunduğu alternatif de, ya
rasyonel bir varlık, ya da intihar eden bir hayvan olmaktır. İnsan kendi
seçimiyle insan olmak zorundadır. Hayatına kendi seçimiyle değer vermek
zorundadır. Onu devam ettirmeyi, kendi seçimi olarak öğrenmek zorundadır.
Kendine gerekli olan değerleri kendi seçimi olarak keşfetmek, iyi eylemleri
kendi seçimi olarak uygulamak zorundadır.
“Seçerek kabul edilmiş bir değerler kodu,
ahlâk kodudur.
“Şu anda beni dinleyenler, kim olursanız
olun, içinizde bozulmadan kalmış canlı varlığa, insanlık kalıntısına, aklınıza
sesleniyorum ... ve diyorum ki: Mantığın bir ahlâkı vardır, insana uygun bir
ahlâk vardır, ve İnsanın Hayatı, kendi değerler standardıdır.
“Rasyonel bir varlığın
hayatına uygun her şey iyidir; onu yok edecek her şey kötüdür.
“İnsan tabiatının gerektirdiği hayat,
akılsız bir hayvanın hayatı olmadığı gibi, yağmacı bir serserinin, mırıldanıp
duran bir mistiğin hayatı da değildir. Düşünen bir varlığın hayatıdır. Güç
kullanmakla ya da sahtekârlıkla yaşanan hayat değil, başarılarla yaşanan
hayattır; ‘ne pahasına olursa olsun hayat’ değildir, çünkü insanın sağ
kalmasının bedelini ödeyebilmesi için tek şey vardır, o da mantıktır.
“İnsanın hayatı, ahlâkın standardıdır, ama
kendi hayatınız bunun amacıdır. Eğer hedefiniz dünyada var olmaksa,
eylemlerinizi ve değerlerinizi, insana uygun standartlara göre seçmeniz
gerekir, hayatınız olan o tek varlığı sürdürme, doyuma erdirme, zevkini çıkarma
değerlerine uygun olarak bir seçim yapmanız gerekir.
“Hayat belli bir eylem rotasını
gerektirdiğine göre, onun dışındaki tüm rotalar hayatı yok edecektir. Kendi
hayatını eylemlerinin amacı ve hedefi olarak kabul etmeyen bir varlık, ölüm
amacına ve hedefine yönelik eylemleri seçmiş demektir. Böyle bir varlık,
metafizik bir canavardır, kendi varoluşuna başkaldırmak, onu inkâr etmek,
onunla çelişkiye düşmek peşindedir, yok olma yolunda körü körüne
koşturmaktadır, acıdan başka hiçbir nasibi olamaz.
“Mutluluk başarılı bir hayat durumudur,
acı ise ölümün unsurudur. Mutluluk, insanın değerlerine ulaşmasından kaynaklanan
bilinç durumudur. Eğer bir ahlâk öğretisi size, mutluluğunuzu reddederek
mutluluğa varmanızı ve değerlerinizin başarısızlığına değer vermenizi
söylüyorsa, o öğreti ahlâkın küstahça inkâr edilmesinden başka bir şey
değildir. Bir doktrin size ideal olarak, kurbanlık hayvan olmayı, başkalarının
sunağında kesilerek can vermeyi öneriyorsa, size standart olarak ölümü sunuyor
demektir. Gerçekliğin ve hayatın yapısı gereği, her insan kendi başına bir
amaçtır, kendi hatırı için vardır, en yüksek ahlâkî amacı da kendi
mutluluğudur.
“Ama hayat da, mutluluk da, mantıksız
kaprislerle elde edilemez. İnsan her rastgele durumda sağ kalmaya
çalışmakta özgürdür ama, tabiatının gerektirdiği biçimde yaşamadığı zaman,
ölmek zorundadır. Yani mutluluğunu her türlü akılsız sahtekârlıkta arama
özgürlüğü vardır, ama o yolda bulabileceği yalnızca işkence ve hınç olur; bunun
tek çaresi mutluluğunu insana uygun yollarda aramaktır. Ahlâkın amacı size, acı
çekip ölmeyi değil, zevk almayı ve yaşamayı öğretmektir.
“Sübvansiyonlu sınıflarda ders veren,
başkalarının aklının kazancıyla yaşayan, insanın ahlâka, değerlere ve davranış
koduna ihtiyacı olmadığını söyleyip duran o parazitleri bir kenara itin. Bilim adamı pozuna girip insanın yalnızca bir hayvan
olduğunu söyleyeni, en alttaki böceklerin düzeyine lâyık gördükleri varoluşun
kanunlarına kanmayın. Her canlı varlığın, kendi tabiatından
gelen bir sağ kalma biçimine gereksinimi olduğunu onlar biliyorlar. Balığın
suyun dışında yaşayabileceğini, köpeğin koku alma duyusu olmadan sağ kalabileceğini
iddia etmiyorlar. Ama varlıkların en karmaşığı olan insana gelince, onun her
koşulda var olabileceğini, kimliği, tabiatı olmadığını, sağ kalma yetenekleri
yok edilse bile, aklı esir alınıp onlardan gelecek her emri uygulamaya
ayarlansa bile, yine de yaşayamaması için hiçbir neden olmadığını iddia
ediyorlar.
“İnsanlığın
dostuymuş havasına giren, insan için en büyük sevabın, kendi hayatını değersiz
saymak olduğunu vaaz edip duran o nefret dolu mistikleri de bir kenara itin. Size ahlâk gereği insanın sağ kalma içgüdüsünü
frenlemesi gerektiğini mi söylüyorlar?
İnsanın
bir ahlâk koduna ihtiyacı olması zaten sağ kalma amacına yöneliktir. Ahlâklı
olmak isteyen insan, yaşamak isteyen insandır.
“Hayır, yaşamak zorunda değilsiniz. O sizin
temel seçim hakkınızdır. Ama eğer yaşamayı seçiyorsanız, insan gibi yaşamanız
gerekir ... aklınızın çalışmaları ve yargılarıyla.
“Hayır, insan gibi yaşamak zorunda da
değilsiniz. O da bir ahlâkî seçim eylemidir. Ama başka bir şey olarak
yaşayamazsınız ... bunun tek alternatifi, şu anda kendi içinizde ve çevrenizde
gördükleriniz gibi, yaşayan bir ölü olarak, varoluşa lâyık olmayan bir şekilde
devam etmek, artık insan olmamak, hayvandan da aşağı olmak, acıdan başka bir
şeyi bilmeyen, kalan yıllarını düşünmeksizin bir öz-yıkım eğiliminin acıları
içinde sürüklenerek geçiren bir şey haline gelmektir.
“Hayır, düşünmek zorunda değilsiniz; o da
sizin ahlâkî seçiminizdir. Ama sizi sağ tutmak için birileri düşünmüştür.
Burada ödememe durumuna düşerseniz, varoluşa karşı borçlu duruma düşmüş
olursunuz, aradaki açığı bir başka ahlâklı insana yüklemiş olursunuz, sizin
kötülüğünüzle yaşayabilmeniz için, onun kendi iyiliğini feda etmesini beklemek
zorunda olursunuz.
“Hayır, insan olmak zorunda değilsiniz; ama
insan olanlar, bugün artık orada değil. Sağ kalma araçlarınızı, zavallı
kurbanlarınızı elinizden aldım.
“Eğer bunu nasıl yaptığımı, her şeyi
yüzüstü bırakmaları için onlara neler söylediğimi merak etmişseniz, işte
hepsini şimdi dinliyorsunuz. Onlara esas olarak bu akşam söylediklerimi söyledim.
Onlar benim standartlarıma göre yaşayan insanlardı, ama bunun ne kadar büyük
bir değer olduğunun farkına varamamışlardı. Ben onu görmelerini sağladım.
Onlara sunduğum, bir yeniden değerlendirme değil, kendi değerlerinin
belirlenmesiydi.
“Biz, aklı olan insanlar, şimdi bir tek
aksiyom adına size karşı grevdeyiz. O aksiyom bizim ahlâkî kodumuzun köküdür
... tıpkı sizin kodunuzun kökünün de o aksiyomdan kurtulma isteğiniz olduğu
gibi. O aksiyom, var oluşun var olduğudur.
“Varoluş vardır ... bu gerçeği anlamak,
bizi buna bağlı iki aksiyomla karşı karşıya getirir: İnsanın algıladığı
şey, var demektir, bu bir ve kişi ancak bir bilince sahip olarak var
olur, çünkü bilinç, var olanı algılayabilme gücüdür, bu da iki.
“Eğer hiçbir şey var değilse, bilinç de olamaz:
bilinçlendirecek hiçbir şeyi olmayan bir bilinç, içten çelişkili bir kavramdır.
Kendinden başka hiçbir şeyin bilincinde olmayan bir bilinç de içten çelişkili
bir kavramdır: Kendini bir bilinç olarak kimliklendirmeden önce, bir şeylerin
bilincinde olması şarttır. Eğer algılıyorum dediğiniz şey var değilse, sizin
sahip olduğunuz o şey de bilinç değildir.
“Bilginizin derecesi ne olursa olsun, bu
ikisi ... yani varoluşla bilinçlilik, kurtulamayacağınız aksiyomlardır. Bu
ikisi, giriştiğiniz her eylemde, bilginizin herhangi bir bölümünde ve hepsinin
toplamında, vazgeçilmeyecek birincilliklerdir; bu hayatınızın başlangıcında ilk
gördüğünüz ışık hüzmesinden, hayatınızın en sonunda elde edebildiğiniz en geniş
bilgi birikimine kadar, hep böyledir. İster bir çakıl taşının biçimini biliyor
olun, ister güneş sisteminin yapısını, aksiyomlar hep aynıdır: O vardır ... ve
siz onu biliyorsunuzdur.
“Var olmak bir şey olmaktır, hiçlikten,
var olmamaktan farklıdır, belirli özelliklerden oluşan belirli bir kimlik
olmaktır. Yüzyıllar önce, kusurları ne olursa olsun en büyük
filozoflarınızdan sayılan biri, var oluş kavramını ve tüm bilginin kuralını
tanımlayan bir formül ileri sürdü; A, A’dır, dedi. Bir şey, neyse odur. Bu sözün anlamını
hiçbir zaman anlayamadınız. Ben onu tamamlamaya geldim: Varoluş,
kimliktir, Bilinçlilik de Kimliklendirmedir.
“Neyi ele alırsanız alın, ister bir nesne,
ister bir nitelendirme, ister bir eylem olsun, kimlik kanunu hep aynı kalır.
Bir yaprak, aynı zamanda bir taş olamaz. Hem tam yeşil, hem de tam kırmızı
olamaz. Aynı anda hem donup hem yanamaz. A,
A’dır. Ya da daha basit biçimde
ifade edilmesini isterseniz: Hem elinizdeki pastayı yiyip hem de pastam olsun
diyemezsiniz.
“Dünyanın nesi var diye merak mı
ediyorsunuz?
Dünyanızı yıkan tüm felâketler sizin
liderlerinizin A, A’dır gerçeğinden
kaçınmaya çalışmasının sonucudur, içinizde var olan ve yüzleşmekten korktuğunuz
bütün gizli kötülük ve dayanmak zorunda kaldığınız bütün acılar, kendinizin de A, A’dır kavramından
kaçınmaya çalışmanızın sonucudur. Size ondan
kaçınmayı öğretenlerin amacı, İnsan’ın İnsan olduğunu size unutturmaktı.
“İnsan bilgi kazanamazsa var olmayı
sürdüremez, onu kazanması için kullanabileceği tek araç da mantıktır. Mantık,
duyularından gelen malzemeyi algılama, tanıma ve birleştirme gücüdür. Duyuların
işi, ona var oluşun kanıtlarını toplamaktır, ama onları tanıma işi, o insanın
mantığına aittir. Duyuları ona yalnızca bir şeyin var olduğunu söyler, ama o
şeyin ne olduğunu öğrenen, akıldır.
“Düşünmenin tümü bir tanıma ve birleştirme
sürecidir. İnsan renkli bir balonu algılarken, görme ve dokunma duyularının
getirdiği kanıtları birleştirmekte, onu bir katı nesne olarak tanımayı
öğrenmektedir. Bir nesneyi masa olarak tanımayı öğrenir, tahtanın hücrelerden
oluştuğunu, hücreleri moleküllerin oluşturduğunu, moleküllerin de atomlardan
meydana geldiğini öğrenir. Bütün bu süreç boyunca aklının çalışması, bir tek
soruya gelen cevaplarla yürür: Bu nedir?
Verdiği cevapların doğruluğunu saptama
yolu, mantığıdır, mantık da, var oluşun var olduğu aksiyomuna dayanmaktadır.
Mantık denilen şey, çelişkisiz tanıma sanatıdır. Çelişki olamaz. Atom, neyse
odur. Evren de öyledir. Hiçbiri kendi kimliğiyle çelişemez, hiçbirinin
parçaları da bütünün kendisiyle çelişemez. İnsanın geliştirdiği hiçbir kavram,
eğer o insan onu tüm kendi bilgi haznesiyle çelişkisiz biçimde
birleştiremiyorsa, geçerli olamaz. Bir çelişkiyle karşılaşmak demek, kişinin
kendi düşüncesinde bir hata yaptığını itiraf etmek demektir. Bir çelişkiyi
sürdürmek, kişinin aklını devreden çıkarması, kendini de gerçekliğin alanından
çıkarması anlamına gelir.
“Gerçeklik var olan şeydir; gerçek dışı,
var olamaz; gerçek dışı yalnızca, insan bilincinin içeriği olan var oluşun
reddidir ve mantığı terk etme girişiminde ortaya çıkar. Doğrular, gerçeğin
bilişselleşmesidir; mantık insanın tek bilgi yoludur, onun tek doğrular
standardıdır.
“Şu anda
sorabileceğiniz en yoz soru: “Kimin mantığı?” sorusu olabilir. Bu soruya verilecek cevap: “Sizin mantığınız,”
olmak zorundadır. Bilgileriniz ne kadar zengin ya da ne kadar mütevazi olursa
olsun, onu ancak sizin kendi aklınız elde edebilir. Ancak kendi bilgilerinizle
bir şeyler yapabilirsiniz. Ancak kendi bilgilerinizin sahibi olduğunuzu iddia
edebilirsiniz ve başkalarından söylediklerinizi dikkate almalarını buna
dayanarak isteyebilirsiniz. Aklınız sizin doğrularla ilgili tek yargıcımızdır.
Başkaları sizin verdiğiniz hükümden ayrılıyorsa, son itiraz mahkemesi de
gerçekliktir. Düşünme diye adlandırdığımız o karmaşık, duyarlı, hayatî süreci
başarabilecek tek şey insan aklıdır. Bu süreci, onun kendi yargılarından başka
hiçbir şey yönlendiremez. Yargılarını da, onun ahlâkî dürüstlüğünden başka
hiçbir şey yönlendiremez.”
‘“Ahlâkî içgüdüden, sanki mantığın
dışında bir başka yetenekmiş gibi söz eden sizler ... insanın mantığı, onun
ahlâkî yeteneğidir. Bir mantık süreci, ‘DOĞRU MU, YANLIŞ MI?’ sorusuna
verilecek cevapla ilgili sürekli bir seçim sürecidir. Tohumun büyüyebilmesi
için toprağa ekilmesi mi gereklidir doğru mu, yanlış mı?
İnsanın yarası, hayatının kurtulması için
dezenfekte edilmeli midir doğru mu, yanlış mı?
Atmosferdeki elektriğin yapısı, onun
kinetik enerjiye dönüştürülmesine uygun mudur doğru mu, yanlış mı?
Elinizdeki her şeyi size veren, işte bu tür
sorulara verilen cevaplar olmuştur ... o cevaplar da, insanın aklından
gelmiştir; doğru olan şeye değişmez biçimde bağlı olan aklın ürünüdür.
“Rasyonel süreç, ahlâkî bir süreçtir.
Herhangi bir adımında yanlış yapabilirsiniz, sizi bundan koruyacak tek şey
kendi ciddiyetiniz olabilir; ya da hile yapmaya kalkabilir, sahte kanıtlara
yönelir, gerekli çabayı göstermekten kaçınabilirsiniz. Ama eğer ahlâkın şaşmaz
işareti doğrulara bağlılıksa, o zaman düşünme sorumluluğunu üstlenen insanın
eylemi kadar büyük, soylu ve kahramanca bir eylem yoktur.
“Sizin ‘ruhum’ dediğiniz şey,
aslında bilincinizdir; ‘serbest irade’ dediğiniz şey de, aklınızın düşünüp
düşünmeme özgürlüğüdür. Bu tek özgürlüğünüzdür, tüm seçenekleri kontrol eden,
hayatınızı ve karakterinizi saptayacak olan da budur.
“Düşünmek, insanın tek temel ‘iyi
eylem’idir, diğer iyi eylemlerin hepsi bundan doğacaktır. İnsanın temel
günahına, tüm kötülüklerinin kaynağına gelince, hepinizin uyguladığı, ama asla
kabullenmemeye çalıştığı o isimsiz şeydir: Tıkama eylemi, bilinci bilerek
askıya alma, düşünmeyi reddetme ... körlük değil, ama görmeyi redetme; cahillik
değil, ama bilmeyi redetme. Bu aslında, aklınızı netleştirmeyip bulanık
bir vizyon geliştirmek, yargılama sorumluluğundan kurtulmak için bir iç sise
saklanmaktır ... siz tanımayı reddederseniz, o şeyin var olmayabileceği
biçimindeki seslendirilmeyen bir varsayıma dayanmakta-dır, siz ‘evet’ demedikçe
A’nın A olmayabileceğini esas almaktadır. Düşünmemek bir yok oluş
eylemidir, varoluşu reddetmektir, gerçekliği silmeye çalışmaktır. Ama varoluş
vardır, gerçeklik silinmez, ancak sileni silebilir. ‘Evet’ demeyi reddetmekle,
‘Ben varım’ demeyi de reddetmiş oluyorsunuz. Yargılarınızı askıya almakla,
kimliğinizi reddediyorsunuz. “Ben kim oluyorum ki bileyim!” diyen kişi, aslında
“Ben kim oluyorum ki yaşayayım?” demektedir.
“Her saatte ve her konuda temel ahlâkî
seçiminiz budur: Düşünmek mi, düşünmemek mi; var olmak mı, olmamak mı; A
mı, yoksa A değil mi, kimlik mi, yoksa sıfır mı?
“İnsan rasyonel olabildiği
ölçüde, onun eylemlerini yöneten de hayattır. Mantıksız olduğu ölçüde,
eylemlerini yönlendiren de ölümdür.
“Siz, ahlâkın sosyal alana ilişkin
olduğunu, insanın ıssız adada ahlâka ihtiyacı olmayacağını söyleyip duranlar
... asıl ahlâka ihtiyaç duyacağı yer ıssız adadır. Bedelini ödeteceği hiçbir
kurban bulamayacağı yerde, bir kayanın ev olduğunu iddia etsin bakalım. Kumun
giysi olduğunu, yiyeceklerin hiç çabasız ağzına düşeceğini, bugün tohumlukları
yese de yarın yine harman kaldırabileceğini iddia etsin de görelim. Gerçeklik
hemen silecektir onu. Hakettiği gibi. Gerçeklik ona hemen, hayatın ancak bedeli
ödenerek satın alınabilecek bir değer olduğunu, onu satın alabilecek kadar
soylu tek paranın da düşünmek olduğunu gösterecektir.
“Eğer ben
sizin dilinizi konuşuyor olsaydım, insana yönelik tek ahlâkî emir:
‘Düşüneceksin!’ emridir derdim.
Ama ahlâkî emir sözü de içten çelişkilidir. Ahlâk, seçilendir, zorlanan
değildir; anlaşılandır, itaat edilen değildir. Ahlâk rasyoneldir ve mantık asla
emir kabul etmez.
“Benim
ahlâkım, yani mantık ahlâkı, bir tek aksiyom içermektedir: Varoluş vardır ve
bir tek seçenek içermektedir: Yaşamak. Geri kalanı oradan doğar.
“İnsan yaşamak için hayatında üç şeyi
yönetici değer olarak kabul etmelidir: MANTIK, AMAÇ ÖZSAYGI.
Mantık onun tek bilgi aracıdır
Amaç, o araçla elde edeceği mutluluğun
seçimidir
Özsaygı da, kendi aklının düşünebilme
ehliyetine sahip, kendi kişiliğinin mutluluğa lâyık olduğundan ihlâl edilmez
biçimde emin olmasıdır. Bunun anlamı da, yaşamaya lâyık olmak demektir.
Bu üç değer, insanın tüm iyi eylemleriyle
ilişkilidir ve onların hepsini gerekli kılar. O iyi eylemlerin hepsi de
varoluşla bilinçlilik arasındaki bağlarla ilgilidir. Bunlar, rasyonellik,
bağımsızlık, tutarlılık, dürüstlük, adalet, verimlilik ve gururdur.
“Rasyonellik, varoluşun var olduğu
gerçeğinin kabulü, doğruları hiçbir şeyin değiştiremeyeceğinin, ve bunu
algılama eyleminden daha öncelikli hiçbir şeyin var olmayacağının kabulüdür.
Onu algılamak, düşünmek demektir ... akıl kişinin tek değer yargısıdır, tek
eylem rehberidir. Rasyonellik hiç ödün kabul etmeyen bir absol (mutlak,
salt) üdür. İrrasyonele verilen bir
ödün, kişinin bilincini geçersiz kılar, gerçekleri algılamak yerine,
gerçeklerin taklidine yönelmesine yol açar. Bilgiye giden kestirme yol olduğu
iddia edilen inanç, aklı mahveden bir kısa devreden başka bir şey değildir. Bir
mistik icadı kabullenmek, varoluşun yok edilmesini istemektir, dolayısıyla da,
kişinin bilincini yok eder.
“Bağımsızlık, yargılama sorumluluğunun size
ait olduğunu ve ondan kurtulmanıza hiçbir şeyin yardımcı olamayacağını anlamak
demektir. İkame edilecek hiçbir şey sizin yerinize düşünemez, hiç kimse sizin
yerinize sizin hayatınızı yaşayamaz. En aşağılık öz-yıkım, kendi aklınızın bir
başkasının aklına boyun eğmesine izin vermek, bir yetkinin beyninizin üzerinde
olduğunu kabul etmek, onun gerçek diye söylediklerini kabullenmek, doğru
saymak, o sözlere bilincinizle varoluşunuz arasında aracı rolünü yüklemektir.
“Tutarlılık, bilinciniz konusunda sahteliğe sapmamaktır. Dürüstlük nasıl varoluşu sahteleştirmemekse,
tıpkı öyle. İnsan bölünmez bir bütündür; iki
parçadan oluşan bir birimdir, bunların biri madde, diğeri bilinçtir, bedeniyle
aklı arasında, eylemiyle düşüncesi arasında bir ayrışmaya asla izin veremez,
hayatıyla yargılarını ayıramaz; kamuoyundan etkilenmeyen bir yargıç gibidir,
kendi yargılarını asla başkalarının isteklerine feda etmez, isterse tüm dünya
insanları yakarsın ya da tehditler savursun, yolundan sapmaz. Cesaret ve
özgüven pratik gereklerdir, cesaret, varoluşa sadakatin pratik biçimidir,
doğruluktan sapmamaktır, özgüven de, kişinin kendi bilincine sadık olmanın
pratik biçimidir.
“DÜRÜSTLÜK,
gerçek dışının gerçek dışı olduğunu, hiçbir değere sahip olamayacağını,
sahtekârlıkla elde edilen sevginin de, şöhretin de, paranın da bir değer
olamayacağını anlamaktır. Başkalarının aldatmakla bir değer kazanma girişimi,
kurbanlarınızı gerçekliğin üzerinde bir mevkie yükseltmek, kendinizi o kurbanın
körlüğünün piyonu durumuna indirmek, onun düşünemezliğinin ya da durumu
görmekten kaçınmasının kölesi durumuna düşürmek, buna karşılık o kişinin
zekâsından, rasyonelliğinden, gözlemciliğinden korkmak ve kaçmak anlamına
gelmektedir. Dürüstlük, bağımlı olarak yaşamayı istememektir, özellikle
başkalarının aptallığına bağımlı olarak, ya da tek değer kaynağı kandırabildiği
aptallar olan biri olarak yaşamayı istememektir. Dürüstlük, bir sosyal
görev değildir. Başkalarının hatırı için yapılan bir fedakârlık değildir.
Kişinin uygulayabileceği en derinlemesine bencil şeydir: Kendi varlığının
gerçekliğini, başkalarının yanılgılı bilincine feda etmeyi reddetmektir.
“ADALET, tabiatın
karakteri konusunda nasıl numara yapılamazsa, insanın karakteri konusunda da
yapılamayacağını anlamaktır. İnsanları da tıpkı cansız objeleri yargılar gibi,
gerçeğe aynı saygıyı göstererek, aynı doğru vizyonla, en katıksız ve rasyonel
tanımlamalarla yargılamak gerektiğini, her insanın neyse o olarak yargılanması
ve ona göre muamele görmesi gerektiğini anlamaktır. Nasıl paslı bir hurda
parçasına, pırıl pırıl parlayan bir metale verdiğiniz parayı vermezseniz, aynı
şekilde, bir soysuza da bir kahramanın üzerinde değer veremezsiniz. Sizin
ahlâkî değerlendirmeniz, insanlara değerleri veya günahları için verdiğiniz
değerin ölçüsü olan para birimidir ve bu ödeme de sizden, malî işlemlere
gösterdiğiniz dikkati ve şerefli tutumu beklemektedir, insanların
günahlarından nefret etmemek ahlâkî bir kalpazanlıktır, değerlere hayranlık
yöneltmemek de, bir tür ahlâkî zimmet suçudur. Herhangi bir kavrama adaletten
daha yüce bir yer vermek, ahlâkî para biriminizin değerini düşürür, iyiliğe
karşı kötülüğü kayırmış olur, çünkü adaletin aksamasından ancak iyilik
kaybedecek, kötülük yararlanacaktır. Yolun sonundaki çukurun dibi, yani ahlâkın
iflas etmesi, insanları iyilikleri için cezalandırıp günahları için
ödüllendirmektir ki, bu da, tam yozlaşmışlığa yuvarlanmaktır, ölüme tapmanın
kara kitlesidir, bilincinizi varoluşun mahvedilmesine adamak demektir.
“ÜRETKENLİK
sizin ahlâkı kabullenişinizdir, yaşamayı seçmiş olduğunuzun bilincine
varışınızdır. Verimli çalışma, insan bilincinin, varoluşunu kontrol etmesi
sürecidir. Sürekli bilgi edinme, maddeyi amaca göre biçimlendirme, bir fikri
bir fiziksel biçime çevirme, dünyayı kişinin kendi değerlerine göre yeniden
yapılandırması demektir. Her tür çalışma, düşünen bir zihinle yapılıyorsa,
yaratıcı çalışmadır; kişinin başkalarından öğrendiği bir süreci hiç düşünmeden,
eleştirmeden, stüpör (uyuşukluk; sarhoşluk.) halinde tekrar tekrar yapması ise,
asla yaratıcı olamaz. İşinizi seçmek size aittir, seçenekler de sizin aklınız
kadar engindir. Sizin için bundan fazlası mümkün değildir, bundan azı da İnsanî
değildir.
Aklınızın başa çıkabileceğinden ileri bir
işe hileyle kapağı atmak sizi ödünç alınmış zaman içinde çırpınan ve ödünç
alınmış hareketleri tekrarlayan, korkudan paslanmış bir maymun durumuna
düşürür, aklınızın tam kapasitesinin altındaki bir işe razı olmak da motorunuzu
yavaşlatmak, kendinizi çürümeye mahkûm etmektir. İşiniz sizi değerlerinize
ulaştıracak süreçtir, değerlerinize yönelik ihtirasınızı kaybetmek, yaşama
isteğinizi kaybetmektir. Vücudunuz bir
makinedir, ama aklınız onun sürücüsüdür.
Onu, aklınızın sizi götürebileceği yere kadar sürmelisiniz, yolunuzun
amacı da başarı olmalıdır. Amacı olmayan insan, yokuş aşağı başıboş inen bir
makinedir, karşısına çıkan ilk kayaya çarpıp ilk hendeğe yuvarlanmaya
mahkûmdur, aklını gemleyen adamsa yerinde çakılmış, yavaş yavaş paslanmakta
olan bir makinedir. ROTASINI BİR LİDERİN
ÇİZMESİNE İZİN VEREN ADAM, çekme halatıyla çekilip hurda alanına götürülmekte
olan bir enkazdır, bir başka insanı kendi amacı haline getiren adamsa, hiç
kimsenin arabasına almaması gereken bir otostopçudur. İşiniz aslında hayatınızın amacıdır, sizi
durdurmaya hakkı olduğunu sanan her katilin yanından hızla geçmeniz gerekir,
işiniz dışında bulduğunuz her değer, her sadakat veya sevgi, ancak
yolculuğunuzu paylaşmayı seçeceğiniz diğer yolcular olabilir ve onların da,
kendi güçleriyle aynı yönde ilerliyor olmaları gerekir.
“GURUR, kendinizin
en yüksek değer olduğunu anlamaktır ve insanın tüm diğer değerleri gibi onun da
hak edilmesi gerekir. Ulaşabileceğiniz başarılar arasında bir tanesi,
diğerlerinin tümünü mümkün kılacak şeydir; o da, kendi karakterinizi
yaratmaktır. Karakteriniz, eylemleriniz, arzularınız, duygularınız hep
aklınızın alanı içindedir. İnsan nasıl yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç
duyduğu fiziksel değerleri üretmek zorundaysa, aynı şekilde, hayatını
sürdürülmeye değer kılmak için de karakter değerlerini edinmek zorundadır.
İnsan nasıl kendini yaratmış bir servetse, aynı şekilde, kendini yaratmış bir
ruhtur. Yaşamak için bir öz-değer duygusuna ihtiyacı vardır. Ama otomatik
değerlere, otomatik özsaygıya sahip değildir; bunları elde edebilmek için
ruhunu kendi manevî idealine göre, ‘İnsan’ gibi biçimlendirmesi gerekir, yani
oluşturmak üzere doğduğu, ama seçerek oluşturabileceği rasyonel varlık gibi
biçimlendirmesi gerekir. Özsaygının ilk şartı, ruhun o ışıklı bencilliğidir ...
o bencillik her şeyin en iyisini ister. Bu, maddesel değerler için de, ruhsal
değerler için de geçerlidir. O ruhun her şeyden çok istediği, kendi manevî
mükemmelliğidir, hiçbir şeye kendinden daha yüksek bir değer atfetmez.
Özsaygıya ulaşmış olmanın kanıtı da, kurbanlık hayvan durumuna düşme karşısında,
sizin bilinciniz gibi benzersiz bir değeri, sizin varlığınız gibi eşsiz bir
olguyu kör kaçamaklara, başkalarının durağan çürümüşlüğüne feda etmek gibi hain
bir küstahlığa karşı ruhunuzun duyduğu tiksinti, ürperti ve isyandır.
“John Galt’ın kim olduğunu anlamaya
başlıyor musunuz?
Ben sizin, uğrunda
savaşmayı göze almadığınız şeyi hak edebilmiş olan kişiyim. Sizin reddettiğiniz,
ihanet ettiğiniz, yozlaştırdığınız, ama yine de tam anlamıyla yok edemediğiniz,
şu anda suçluluk dolu sırrınız olarak saklamaya çalıştığınız, ömrünüzü her
profesyonel yamyamdan özür dilemekle geçirdiğiniz, yüreğinizin
derinliklerindeki bir yerde benim şu anda tüm insanlığa açıkça söylemekte
olduğum şeyleri söylemeyi hala istiyor olduğunuzu zihninizin anlamaması için
çırpındığınız şeyi hak etmiş olanım: Ben kendi değerimden ve yaşamak
isteyişimden gurur duyuyorum.
“Sizin de paylaştığınız, ama kötü diye
saklamaya çalıştığınız bu istek, içinizdeki iyilikten artakalmış tek şeydir,
ama o da insanın hak etmeyi öğrenmesi gereken bir istektir. İnsanın tek ahlâkî amacı, kendi mutluluğudur, ama ona ancak kendi değerleri
aracılığıyla ulaşabilir. Değerler kendi başına amaç değildir, ödül de değildir,
kötülüğün ödülüne bir kurban yemi de değildir. Değerlerin ödülü Hayat’tır,
hayatın amacı ve ödülü de mutluluktur.
“Vücudunuzun nasıl zevk ve acı olarak iki
temel hissî durumu varsa, bunlar onun rahatının veya rahatsızlığının
işaretleriyse ve temel alternatifler olan hayatla ölümün barometresi rolü
oynuyorsa, bilincinizin de aynı şekilde iki temel duygusu vardır; bunlar neşe
ve ıstıraptır ve yine aynı alternatife cevap vermektedir. Duygularınız,
hayatınızı güçlendiren ya da tehdit eden tahminlerdir. Bunlar size toplam kâr
ya da zararınızı gösteren hızlı hesap makineleridir. Bir şeyin sizin için iyi ya
da kötü olduğunu hissetme konusunda bir seçeneğiniz yoktur, ama neyi iyi ya da
kötü sayacağınız, neyin size sevinç ya da acı vereceği, neyi sevip neden nefret
edeceğiniz, neyi arzulayıp neden korkacağınız, hep sizin değer standardınıza
bağlıdır. Duygular yapınızda vardır, ama içeriklerini aklınız dikte eder. Duygu
kapasiteniz boş bir motordur, değerleriniz de, aklınızın oraya doldurduğu
yakıttır. Eğer bir çelişkiler karışımını tercih ederseniz, motorunuz tıkanır,
transmisyonunuz paslanır, sürücü olarak kendi bozduğunuz bir makineyle
yolculuğunuz daha ilk harekette sizi mahveder.
“Eğer mantık dışını kendi
standart değeriniz, imkânsız olanı kendi ‘iyi eylem’ kavramınız haline
getirirseniz, hak etmediğiniz ödüllerin peşine düşer, hak etmediğiniz
serveti ya da sevgiyi arzularsanız, sebep-sonuç ilişkisinde bir gedik arar,
sizin kaprisinize göre A olmaktan çıkacak bir A ararsanız, var olmanın
karşıtını istiyorum derseniz ... ona da ulaşırsınız. Oraya vardığınız zaman,
hayatın bir çaresizlik olduğunu, mutluluğun insan için mümkün olmadığını
haykırarak ağlamayın. Siz kendi yakıtınızı kontrol edin. O yakıt sizi varmak
istediğiniz yere ulaştırmıştır.
“MUTLULUK,
duygusal kaprislerin emriyle elde edilemez. Mutluluk, sizin körü körüne
giriştiğiniz mantık dışı isteklerin tatmin edilmesi değildir. Mutluluk
çelişkisiz bir neşedir, içinde ceza ya da suçluluk bulunmayan, kendi
değerlerinizin hiçbiriyle çatışmayan, sizi mahvetmeye yönlenmiş olmayan, kendi
aklınızdan kaçmayıp o aklı sonuna kadar kullanan, gerçeği çarpıtmayıp gerçek
değerlere yönelen, bir sarhoşun neşesi olmayıp, bir üreticinin neşesi olan bir
duygu durumudur. Mutluluk, ancak rasyonel insan için mümkündür, rasyonel
amaçlardan başka hiçbir şey istemeyen, yalnızca rasyonel değerlerin peşinden
koşan ve sevincini ancak rasyonel eylemlerde bulabilen insan için mümkündür.
“Ben nasıl
hayatımı soygunla ya da sadakayla değil, kendi çabamla destekliyorsam,
mutluluğumun da başkalarının mutsuzluğundan ya da bana yapacağı iyilikten
değil, kendi başarımdan gelmesini isterim.
Nasıl başkalarının zevkini kendi hayatımın amacı haline getirmezsem,
kendi zevkimi de başkalarının hayatının amacı olarak düşünmem. Nasıl benim
değerlerimde hiçbir tezat, arzularımda hiçbir çelişki yoksa, rasyonel insanlar
arasında da hiçbir kurbana, hiçbir çıkar çatışmasına yer yoktur. Bunlar hak
edilmemişi istemeyen, başkalarına yamyam açlığıyla bakmayan, asla fedakârlık
yapmayan ve hiçbir fedakârlığı kabul etmeyen insanlardır.
“Bu tür insanlar arasındaki ilişkilerin
sembolü, insana saygının sembolüyle aynıdır, o da alışveriştir. Yağmayla değil,
değerlerle yaşayan bizler, hem maddî, hem de manevî anlamda alışverişçiyiz,
taciriz. Alışverişçi, aldığını hak eden, hak etmediği bir şeyi almayan ve
vermeyen kişidir. Alışverişçi, başarısızlıklarına karşılık bir ödeme istemez,
kusurları için sevilmeyi talep etmez. Alışverişçi bedenini yem olarak, ruhunu
sadaka olarak sunmaz. Emeğini nasıl ancak maddî değerler karşılığında değiş
tokuş ederse, ruhunu da, yani sevgisini, dostluğunu, saygısını da, ancak İnsanî
değerler karşılığında verir, yalnızca kendi bencil zevki için verir, onu da
ancak saygı duyabileceği insanlardan alabilir. Çağlar boyunca
dilencilerle yağmacıları yüceltirken, alışverişçilere kara çalmış, onları
aşağılamış olan mistik parazitler, aslında bu davranışlarının gizli amacını çok
iyi bilmektedirler: Alışverişçi onların en korktuğu kimliktir adaletin
insanıdır.
“İnsan kardeşlerime karşı ne tür bir ahlâkî
yükümlülüğüm olduğunu mu soruyorsunuz? Hiç yok ... yalnızca kendime karşı,
maddesel amaçlara ve varoluşa karşı bir tek borcum var, o da rasyonelliktir.
Benim insanlarla ilişkim, kendimin ve onların yapısının gerektirdiği gibidir:
Mantık yoluyladır. Girmeyi kendi gönüllü seçimleriyle istedikleri ilişkilerden
başka türlü ilişkileri onlardan hiçbir zaman istemem. Ben, onların yalnızca
akıllarıyla ilişki kurabilirim, bu ilişkiyi kendi çıkarım için kurarım ve benim
çıkarlarımın onların çıkarlarıyla örtüştüğünü gördükleri zaman kurarım. Örtüşmediği
zaman, hiçbir ilişkiye girmem; o kişilerin kendi yoluna gitmesine izin veririm,
ben de kendi yolumdan sapmam. Kazançlarım yalnızca mantık yoluyladır ve
mantıktan başka hiçbir şeye teslim olmam. Mantığımı teslim etmem, eden
insanlarla da iş görmem. Budalalarla korkaklardan kazanacağım hiçbir şey
yoktur. İnsanların günahları, aptallığı, namussuzluğu ya da korkusu sayesinde
edineceğim kazançların peşinde koşmam. İnsanların bana sunabileceği tek değer,
akıllarının emeğidir. RASYONEL İNSANLA GÖRÜŞ AYRILIĞINA DÜŞERSEM, HAKEMLİĞİ
GERÇEKLİĞE VERİRİM. BEN HAKLIYSAM O ÖĞRENİR, O HAKLIYSA BEN ÖĞRENİRİM; BİRİMİZ
KAZANIRIZ, AMA İKİMİZ DE KÂRLI ÇIKMIŞ OLURUZ.
“Anlaşmazlığa açık konular hangileri olursa
olsun, bir kötülük eylemi vardır ki, bu asla anlaşmaya açık olamaz, hiçbir
insanın bir başkasına bunu yapmasına izin verilemez, hiçbir insan da bunu
onaylayamaz, bağışlayamaz. İnsanlar bir arada yaşama isteğini sürdürdüğü sürece
hiç kimse, başkalarına yönelik fiziksel güç kullanımını başlatamaz ... beni
duyuyor musunuz? ... başlatamaz!
“Bir insanın kendisiyle, o kişinin
gerçeklik algısı arasına fiziksel yok etme tehdidini sokmak, o insanın sağ
kalma hakkını inkâr etmek, felç etmektir. Onu kendi yargıları dışında
davranmaya mecbur etmek, görmeden hareket etmeye zorlamaktır. Güç kullanımını
başlatan kim olursa olsun ve bunu hangi amaçla yapmış olursa olsun, ölüm
alanında faaliyet gösteren bir katildir, cinayet işleyen kişiden daha suçludur,
çünkü bir insanın yaşama kapasitesini yok etmektedir.
“Şimdi sakın ağzınızı açıp bana, aklınızın
sizi, benim aklıma karşı güç kullanma hakkına sahip olduğunuz yolunda ikna
ettiğini söylemeye kalkışmayın. Güç ve akıl birbirinin tersi olan kavramlardır;
silahın girdiği kapıdan ahlâk çıkar. İnsanların mantıksız hayvanlar olduğunu
söylediğiniz, onlara öyle davranılması gerektiğini savunduğunuz anda, kendi
karakterinizi tanımlamışsınız demektir ve artık mantığın onayına hiçbir
hakkınız kalmamış demektir; çünkü çelişkileri savunan hiç kimse öyle bir hak
iddia edemez. Tüm hakların kaynağını, doğruyu yanlışı yargılayacak tek aracı,
yani aldı yok etmeye yönelik hiçbir ‘hak’ bulunamaz.
“Mantığın yerine silahı, kanıtın yerine
terörü, son iddia olarak da ölümü koyarak bir insanı kendi aklından vazgeçip
sizin iradenizi kabullenmeye zorlamak, gerçekliğe meydan okuyarak var olmaya
çalışmaktır. Gerçekliğin insandan beklediği, kendi rasyonel çıkarlarına
göre davranmasıdır. Sizin silahınız ise ondan, o çıkarların tam aksine
davranmasını istemektedir. Gerçeklik, kendi mantıksal yargılarına göre
davranmayan insanı ölümle tehdit ederken, siz de, öyle davrandığı takdirde
ölümle tehdit etmektesiniz. O kişiyi, hayatın gerektirdiği tüm değerlerden
vazgeçmek zorunda kalacağı bir dünyaya itmektesiniz, oysa kendi sisteminizin
sonu ancak yavaş bir ölüm süreci olabilir, çünkü artık yönetici güç ölümdür,
öyle bir insan topluluğunda ölüm galip çıkmaktadır.
“Bir haydutun yolcuya, ‘Ya malını, ya
canını,’ dediği durumu düşünün. Ya da bir politikacının halk karşısına
çıkıp, Ya çocuklarınızın eğitimi ya da canınız,’ dediğini düşünün. Her
iki ültimatomun da anlamı aynıdır, Ya aklını, ya canını’ anlamına
gelmektedir; oysa bir insan için biri olmadan diğerine sahip olmak mümkün
değildir.
“Eğer kötülüğün dereceleri varsa,
hangisinin önde geldiğini anlamak zordur: Kendi aklını başkalarına zorla empoze
eden zorba mı, yoksa başkalarına kendi aklını yönlendirme hakkı tanıyan ahlâkî
dejenere mi?
İşte bu ahlâkî absolü (mutlâk, kesin, tam,
salt), tartışmaya açılamaz. Beni mantıktan yoksun bırakmaya kalkışan insanlara
mantık koşullarını tanımam. Beni düşünmekten men edeceklerini düşünen
komşularla tartışmam. Bir katilin beni öldürme isteğine ahlâkî onay sunamam. Biri
benimle güç kullanarak iş görmeye kalkışırsa, ben de ona güç kullanarak cevap
veririm.
“Güç kullanımı ancak bir cevap olarak
geçerlidir ve ancak güç kullanmayı başlatan kişiye yönelik olarak geçerlidir.
Hayır, onun kötülüğünü paylaşıyor değilim, onun ahlâk kavramına kadar alçalıyor
da değilim. Ben ona yalnızca seçtiği şeyi kullanma yolunu açıyorum: yok etmeyi!
Ve bir tek şeyi yok etmeye hakkı vardır, o da kendisidir. Bir değeri ele
geçirmek için mi güç kullanıyor? Ben de ancak yok edişi yok etmek için
kullanırım. Bir soyguncu, beni öldürerek servet kazanmaya kalkışıyor. Ama ben
onu öldürmekle zenginleşemem. Ben hiçbir kötülükten değer beklemem, kendi
değerlerimi de kötülüğe teslim etmem.
“Sizi hayatta tutan ve sizin bunun
karşılığında ölüm ültimatomları verdiğiniz tüm üreticiler adına, ben şimdi size
bizim tek ültimatomumuzu veriyorum:
Sizin silahlarınıza
karşı bizim çalışmalarımız.
Birinden birini seçebilirsiniz; ikisine birden sahip olamazsınız. Biz
başkalarına karşı güç kullanımını başlatmayız, kendimizi de onların elindeki
güce teslim etmeyiz. Eğer gelecekte yine bir sanayi toplumu olarak yaşamayı
istiyorsanız, bu ancak, bizim ahlâkî koşullarımıza göre olacaktır. Bizim
koşullarımız ve güdücü gücümüz, sizinkinin tam tersidir. Siz silah olarak
korkuyu kullanıyor, kendi ahlâkî kurallarınıza uymayanlara ceza olarak ölümü
reva görüyordunuz. Biz ise, kendi kurallarımıza uyanlara ödül olarak yaşamı
sunuyoruz.
“SİZ, SIFIRA TAPANLAR ... hayata
ulaşmakla ölümden kaçınmanın aynı şey olmadığını sizler hiçbir zaman
keşfedemediniz. Neşe, acının yokluğu değildir; zekâ, aptallığın yokluğu
değildir, ışık, karanlığın yokluğu değildir; kişilik de kişiliksizliğin yokluğu
değildir. İnşa etmek, yıkımdan uzak durmakla sağlanamaz. Siz artık bana,
yani bir üreticiye, ‘Senin üretimini yok etmememiz karşılığında, üret ve
bizi besle,’ diyemezsiniz. Size tüm kurbanlarınız adına cevap veriyorum:
Kendi boşluğunuz içinde yok olup gidin. Var oluş, negatiflerin inkârı değildir.
Yokluk ve inkâr, değer değil, kötülüktür. Kötülük güçsüzdür, bizden zorla
sızdırdığının dışında bir gücü yoktur. Yok olun, çünkü bizler, sıfırın hayatı
ipotek altına alamayacağını artık öğrendik.
“Siz acıdan kurtulmayı istiyorsunuz. Biz
başarının mutluluğunu istiyoruz. Siz cezadan kaçınmak için yaşıyorsunuz. Biz
ödülleri hak etmek için yaşıyoruz. Tehditler bizi işlev görmeye yöneltemez;
korku bizim özendiricimiz değildir. Biz ölümden kaçınmanın değil, hayatı
yaşamanın peşindeyiz.
“Siz, farklılık kavramını kaybetmiş
olanlar, korkunun ve sevincin eşit güçte özendirici olduğunu iddia edenler ve
gizliden gizliye, korkuyu kullanmanın daha pratik olduğuna inananlar ... siz,
yaşamayı istemeyenler, lânetlediğiniz yaşama ancak ölüm korkusuyla bağlı
kalanlar. Şimdi kurduğunuz tuzağa sıkışmış, panik içinde koşturuyor,
kapattığınız çıkışı arıyor, adını söylemeye cesaret edemediğiniz bir güçten
kaçıp, kabullenmediğiniz bir korkuya koşuyorsunuz, korkunuz ne kadar büyürse,
sizi kurtaracak tek eylemden o kadar uzaklaşıyorsunuz ... oysa o eylem
düşünmektir. Sizin mücadelenizin amacı, benim şimdi size söyleyeceğim şeyi
bilmemek, anlamamak, duymamak içindir. Şimdi duyun. Sizin ahlâk düzeniniz, bir ‘Ölüm
Ahlâkı’ düzenidir.
“Değerlerinizin standardı ölümdür,
seçtiğiniz amaç ölümdür, hep koşmayı sürdürmek zorundasınız, çünkü sizi yok
etmek üzere salıverilmiş o kovalayıcıdan kurtulmanıza imkân olmadığı gibi, o
kovalayıcının kendiniz olduğu gerçeğinden kurtulmanıza da imkân yoktur. Bir
kerelik koşmayı kesin ... koşacak bir yeriniz yok ... korkunuzu yenip
çırılçıplak durun, kendinizi benim gözümle görün, neye ahlâk düzeni deme
cesaretini göstermiş olduğunuza bakın.
“Düzeninizin
başlangıç noktası lânetleme, amacı, yöntemi ve sonucu da yıkım. Sizin
düzeniniz insanı kötü diye lânetlemekle başlıyor, sonra ondan, yapılamaz dediği
şeyi yapmasını bekliyor. Değerlerin ve sevapların ilki olarak, ondan kendi
yozlaşmışlığını kanıtsız olarak kabullenmesini istiyor. İşe bir değer
standardıyla değil, bir kötülük standardıyla başlamasını bekliyor. O kötülük,
insanın kendisi oluyor, sonra oradan hareketle, iyiliğin ne olduğunu
tanımlaması isteniyor; yani iyilik, onun olamadığı şey demek oluyor.
“O halde, bu reddedilen ihtişamdan ve
ıstıraplı ruhtan kimin kârlı çıktığının hiçbir önemi yok. İster anlaşılmaz
niyetleri olan mistik bir tanrı olsun, ister oradan geçen yara bere içinde, o
yaraları belirsiz bir hak iddia etmesine yol açan biri olsun, önemi yok.
İyiliği anlamak ona düşmüyor. İnsanın görevi; pişmanlık dolu yıllar boyunca
sürünmek, anlaşılmaz nedenlerle borçlu olduğu her serseri tahsildardan varlığı
için özür dilemek, değerler konusunda kafasında var olan kavram ise, yalnızca
sıfır ... yani iyi demek, insan olmayan demek.
“Bu canavarca saçmalığın
adı ‘İLK GÜNAH’tır. (Hristiyanlığı Eleştiri)
“Herhangi bir irade kullanmadan günah
sahibi olmak, ahlâk kavramına atılmış bir tokat olduğu kadar, kendi içinde de
çelişkili bir kavramdır: Seçme imkânının dışında kalan bir şey, ahlâkın
alanının da dışında demektir. Eğer insan, doğuştan kötüyse, bunu değiştirecek
iradeye, güce de sahip değil demektir. İradesi yoksa iyi de, kötü de olamaz;
robotlar amoraldir. İnsanın kendi seçimine açık olmayan bir şeyi günah saymak,
ahlâk kavramıyla alay etmektir. İnsanın doğasını günah saymak, doğayla alay
etmektir. Onu doğmadan önceki bir günahtan ötürü cezalandırmak, adaletle
alay etmektir. Masumiyetin var olmadığı bir konuda onu suçlamak, mantıkla alay
etmektir. Ahlâkı, doğayı, adaleti ve mantığı bir tek kavramla yıkmak, eşi zor
bulunabilecek bir kötülüktür. Oysa sizin düzeninizin temelinde yatan budur.
“İnsanın doğarken serbest iradeye de,
kötülük ‘eğilimlerine’ de sahip olduğunu öne sürüp o korkak kaçamaklara
sığınmayın. İçine eğilim yüklenmiş bir serbest irade, hileli zarlarla oyun
oynamaya benzer. Kişiyi oyun oynamaya, çaba göstermeye, sorumluluğu
yüklenmeye, oyunun parasını ödemeye zorlar, ama kararlar her zaman onun
kurtulamadığı eğilimden yana çıkacaktır. Eğer seçim ona ait olsaydı, doğarken
öyle bir şeye sahip olmazdı. Eğer bu, kendi seçimi değilse, o zaman da, iradesi
serbest olamaz.
“Öğretmenlerinizin ‘İlk Günah’
dediği o suçun niteliği nedir? Onların mükemmel saydığı bir ortamdan düşerken
insan ne gibi kötülükleri kendine mal etmiştir?
Efsaneye göre insan, yasak ağacın meyvesini
yemiş, böylelikle bir akla sahip olmuş, mantıklı bir varlık haline gelmiştir.
Bu iyiyle kötüyü ayırt etme yeteneğidir; yani insan, ahlâklı bir varlık haline
gelmiştir. Ekmeğini emeğiyle kazanmaya mahkûm edilmiştir ... demek ki, üretici
bir varlık haline gelmiştir. Arzulara sahip olmaya mahkûm edilmiştir ...
buradan, cinsel zevk yeteneğini edinmiştir. Kısaca, ona yükledikleri suçlar,
mantık, ahlâk, yaratıcılık ve zevktir; yani var oluşunun ana değerleridir.
İnsanın cennetten düşüşünü anlatırken ona yüklenen suçlar onun kusurları
olmadığı gibi, günahları da değildir. Yaptığı yanlışlar değildir. İnsan
tabiatının esaslarıdır. Cennet Bahçesi’nde yaşayan o aklı, değerleri, emeği,
sevgisi olmayan robot her ne idiyse, onun kesinlikle insan olmadığı ortadadır.
“İnsanın düşüşü, yine sizin öğretmenlerinize
göre, yaşamak için kendisine gereken değerleri edinmesidir. Bu değerler,
onların standardına göre ‘Günah’ olmaktadır. Kötülüğü insan oluşunda
yatıyor, demektedirler. Kötülüğü, yaşıyor olmasında yatıyor, demektedirler.
“Bunun adına merhamet ahlâkı, insan sevgisi
doktrini diyorlar.
“Hayır, biz insanın kötü olduğunu
söylemiyoruz, diyorlar. Kötülük yalnızca insana yabancı olan şeyde, onun
bedeninde, diyorlar. Yo, biz onu öldürmek istiyor değiliz, yalnızca vücudunu
kaybetmesini istiyoruz, diyorlar. Acı duymaması için ona yardım ettiklerini
söyleyip, elleriyle onu bağlı tuttukları işkence âletini gösteriyorlar. İki
çarktan oluşan o âlet, onu sürekli olarak iki ayrı yöne doğru çekiyor, doktrin
çarkı ruhunu vücudundan ayırmaya çalışıyor.
“Evet, insanı ikiye böldüler, her yarıyı
öbür yarıya karşı gelmek üzere konumlandırdılar. Ona vücuduyla bilincinin
ölümcül bir kavgaya tutuşmuş düşmanlar olduğunu öğrettiler. Birbirine ters
yaratılışta iki hasım; istekleri çelişkili, ihtiyaçları uyuşmaz, birine yarayan
ötekine zararlı. Ruhunun doğaüstü bir alana ait olduğunu, ama bedeninin, o ruhu
bu dünyada hapis tutan bir kafes olduğunu öğrettiler. İyiliğin vücudu yenmek,
yıllar süren sabırlı mücadelelerle onu sabote etmek demek olduğunu söyleyip,
insanı kafesten kaçmaya, mezarın özgürlüğüne kavuşmaya teşvik ettiler.
İnsana kendisinin, her ikisi de ölümün
sembolü olan iki unsurun oluşturduğu umutsuz bir uyumsuz olduğunu öğrettiler.
Ruhu olmayan vücut, cesettir; bedeni olmayan ruh da hayalettir ... ama onların
insan doğası imajında, cesetle hayalet arasındaki mücadele sürerken, ceset
kendine özgü bir kötülükle yüklüdür, hayalet de insanın bildiği her şeyin ‘yok’
olduğunun, yalnızca bilinemeyenlerin var olabileceğinin bilincindedir.
“Bu doktrinin hangi İnsanî yeteneği
görmezden gelmek üzere tasarımlandığını görebiliyor musunuz? İnsanın aklıydı
görmezden gelinen. Ancak onun yok edilmesiyle insanı iki parçaya bölmek mümkün
olabilirdi. Mantığını teslim ettiği anda, ölçemediği, kontrol edemediği iki
canavarın insafına kalmış olacaktı: Sorumsuz içgüdülerle hareket eden bir vücut
ile mistik vahiylere göre hareket eden bir ruh. Bu durumda insan, bir robotla
bir diktafon (Bir tür ses alma cihazı) arasındaki savaşın hırpalanmış kurbanı
durumuna düşüyordu.
“Şimdi insan, şu enkazın arasında emekler,
etrafı kör gibi yoklayıp yaşayabilmenin yollarını ararken, öğretmenleriniz ona
ahlâk düzeninin yardımını sunuyor, çözüm bulamayacağını, dünyada tatmin diye
bir şey olmadığını söylüyorlar. Gerçek varoluşun, onun algılayamayacağı yerde olduğunu,
gerçek bilincin var olmayanı algılayabilmek anlamına geldiğini söylüyor, bunu
kavrayamamasını da, onun kendi varoluşunun kötü, bilincinin güçsüz olduğunun
kanıtı olarak öne sürüyorlar.
“İnsanın ruhuyla bedeni
arasındaki ayrılmanın ürünü olarak, “Ölüm Ahlâkı” öğretmenleriniz de iki
türlüdür. Bunlar bedenin mistikleriyle, ruhun
mistikleridir. Buna maneviyatçılarla
materyalistler denmektedir. BİRİ VAROLUŞSUZ BİLİNÇLİLİĞE, DİĞERİ DE
BİLİNÇLENMESİZ VAROLUŞA İNANMAKTADIR. Her ikisi de aklınızı teslim etmenizi
ister. Biri aklınızı onların kendi vahiylerine teslim olmaya çağırırken, diğeri
de, reflekslere teslim olmaya davet eder. Birbirleriyle hasım olduklarını ne
kadar haykırsalar, ne kadar düşmanmış gibi görünmeye çalışsalar da, aslında
ikisinin hem ahlâkî kodu hem de nihaî amacı birbirine benzemektedir. Materyalistler insanın vücudunun köleleştirilmesi
peşindedir, maneviyatçılar da aklını mahvetmeye çalışmaktadır.
“Maneviyatın mistikleri, iyiliğin Tanrı
olduğunu söyler, onun da tek tanımı olarak, insanın algılayamayacağı bir
varlıktır derler. Bu tanım, insanın bilincini geçersiz kılmakta, varoluş
kavramlarını da hiçe indirmektedir.
Bedenin mistikleri de iyinin, Toplum
olduğunu söyler, onu fiziksel biçimi olmayan bir organizma olarak tarif eder,
bu süper-varlığın herhangi bir kimsenin içinde olmayıp, genelde sizden başka
herkesin içinde olduğunu iddia ederler.
Ruhun mistikleri, insan aklının Tanrı’nın
iradesine boyun eğmesini ister. Bedenin mistikleriyse, insan aklının toplumun
iradesine boyun eğmesini ister.
Ruh mistiklerine göre,
insanın değer standardı Tanrı’yı memnun etmektir, Tanrı’nın standardlarıysa
insanın anlama gücünün ötesindedir ve iman gereği kabul edilmek zorundadır.
Bedenin mistiklerine
göre, insanın değer standardı Toplum’u memnun etmektir; onun standardlarına
gelince, onlar insanın yargılama hakkına sahip olmadığı şeylerdir ve aksiyom
olarak kabul edilmek zorundadır.
Her ikisinin bir ağızdan söylediği şey,
insanın hayat amacının zombiye dönüşmek, bilmediği bir amaca doğru,
sorgulamadığı nedenlerle sürüklenmek olduğudur. Ödülü, ruh mistiklerine göre
mezardan sonra verilecektir, beden mistiklerine göreyse dünyadayken ama
torunlarının torunlarına verilecektir.
“Yine ikisi bir ağızdan, bencilliğin
insandaki en büyük kötülük olduğunu söylemektedir, iyilik için insanın kişisel
arzulardan vazgeçmesi, kendini inkâr etmesi, silmesi, teslim olması gerektiğini
ileri sürmektedirler, yani insanın iyiliği, yaşamakta olduğu hayattan
vazgeçmektir. İkisi bir ağızdan, ahlâkın esasının fedakârlık olduğunu, insanın
ulaşabileceği en yüksek değerin bu olduğunu haykırmaktadır.
“Şu anda sesim kimlere ulaşıyorsa, katil
adam olmayıp “KURBAN ADAM” olanlara sesleniyorum. Size aklınızın ölüm
yatağından, içinde boğulmakta olduğunuz karanlığın kıyısından sesleniyorum. Eğer
içinizde hala o zayıf kıvılcımlara sarılıp mücadele edebilecek güç kalmışsa,
eski kimliğinizden biraz bir şey kalmışsa, onu şimdi kullanın. Sizi mahveden kelime ‘fedakârlık’ kelimesidir. Son
gücünüzü, o kelimenin anlamını kavramaya harcayın. Hala sağsınız. Bir şansınız var.
“FEDAKÂRLIK; değersiz
şeyleri reddetmek değil, değerli şeyleri reddetmektir. İyinin hatırı için
kötüyü reddetmeye fedakârlık denmez; kötünün hatırı için iyiyi reddetmektir
fedakârlık. ‘Fedakârlık’ değer verdiğiniz bir şeyi, değer vermediğiniz bir şey
için reddetmektir.
“Bir sent verip karşılığında bir dolar
alırsanız, o fedakârlık değildir, ama doları verip karşılığında sent alırsanız,
o fedakârlıktır. Yıllarca mücadele ettikten sonra istediğiniz kariyere
başlarsanız, ona fedakârlık denmez, ama o kariyerden, bir rakip için
vazgeçerseniz, ona fedakârlık denir. Bir şişe sütünüz varsa, onu açlıktan
ölmekte olan çocuğunuza içirirseniz, o fedakârlık değildir, ama sütü komşunun
çocuğuna verir, kendi çocuğunuzun ölmesine göz yumarsanız, o fedakârlıktır.
“Bir dosta yardım için para verdiğinizde, bu fedakârlık
değildir. O parayı değersiz bir yabancıya verirseniz, o fedakârlıktır. Arkadaşınıza gücünüzün yettiği kadar bir para
verdiğinizde, o fedakârlık değildir. Ona kendi rahatınızı bozacak kadar bir
para verirseniz, o tür ahlâk standardına göre, bu kısmî sevap sayılmaktadır.
Başınıza felâket getirecek kadar bir para verirseniz, işte o tam fedakârlık
sayılmaktadır.
“Tüm kişisel arzuları
reddeder, hayatınızı sevdiklerinize adarsanız, tam bir sevaba erememiş
olursunuz; çünkü hala kendinize ait bir değeri koruyor sayılırsınız, o değer de
sevgidir. Ama hayatınızı rastgele yabancılara adarsanız, o müthiş bir sevap
sayılır. Birde hayatınızı nefret ettiğiniz insanlara hizmet etmeye
adarsanız ... o varabileceğiniz en büyük sevapları getirir.
“Fedakârlık bir değer teslimi, tam
fedakârlıksa tüm değerlerin teslim edilmesidir. Tam sevaba ermek istiyorsanız,
fedakârlığınıza karşılık bir minnet beklemeyeceksiniz. Bir övgü, bir sevgi, bir
hayranlık, bir özsaygı, hattâ iyilik yapmış olmaktan gelen gururu bile
reddedeceksiniz ... bunların en hafif bir gölgesi, sevabınızı sulandıracaktır.
Eğer hayatınızı hiçbir neşenin lekelemesine izin vermezseniz, hiçbir değer
peşinde koşmazsanız, hiçbir manevî değere yönelmez, hiçbir kazanç sağlamaya
çalışmaz, hiç kâr etmek istemez, hiçbir ödüle özenmezseniz, yani hayatınızı
salt sıfıra indirgerseniz, o zaman ideal ahlâkî mükemmelliğe ulaşmış
sayılacaksınız.
“Size manevî mükemmelliğin, insanlar için
imkânsız bir şey olduğunu söylüyorlar ... standardlar bunlar oldukça, gerçekten
imkânsız olmak zorundadır. Ona yaşadığınız sürece ulaşamazsınız, ama
hayatınızın ve benliğinizin değeri, o ideal sıfıra ne kadar yaklaştığınıza göre
ölçülmek üzere ayarlanmıştır, o sıfır da ölümdür.
“Ama eğer ihtirassız bir boşluk olarak,
çiğnenip yutulmayı bekleyen bir zerzevat olarak işe başlarsanız, reddedecek
hiçbir değeriniz, feda edecek hiçbir arzunuz olmazsa bile, bu fedakârlık tacını
kazanacağınız anlamına gelmez. İstemediğiniz bir şeyden vazgeçmek,
fedakârlık değildir. Eğer arzunuz ölmekse, hayatınızı başkaları uğruna feda
etmek, fedakârlık sayılmaz. Fedakârlık sevabına erişmek için, yaşamayı istiyor
olmalısınız, yaşamak için yanıp tutuşuyor olmalısınız, bu dünyaya ve dünyanın
size verebileceği her şeye tutkun olmalısınız ... arzularınızı sizden
uzaklaştıran her bıçağın içinizdeki bükülüşünü hissedecek, sevginizin
vücudunuzdan boşalıp gittiğini an be an yaşayacaksınız. Fedakârlık ahlâkının
size ideal olarak sunduğu yalnızca ölmek değildir; yavaş yavaş işkenceyle
ölmektir.
“Bana sakın bunların yalnızca bu dünyadaki
hayat için geçerli olduğunu söylemeyin, ben başka hayata ilgi duymuyorum. Siz
de duymuyorsunuz.
“Eğer onurunuzun son katresini kurtarmak
istiyorsanız, en iyi eylemlerinize ‘fedakârlık’ demeyin; o terim sizi ahlâk
dışı kategorisine sokar. Bir anne, kendine şapka alacağı yerde, aç çocuğuna
yiyecek alırsa, bu fedakârlık değildir. Bu kadının çocuğuna verdiği değer,
şapkaya verdiğinden fazladır. Bu ancak, şapkaya daha çok değer veren, çocuğun
açlıktan ölmemesini yalnızca görev duygusuyla sağlayan türdeki anne için
fedakârlık sayılabilir. Bir insan kendi
özgürlüğü için mücadele ederken ölürse, bu da fedakârlık değildir. O kişi, köle
olarak yaşamaya razı değildir. Bu hareket de ancak köle olarak yaşamaya razı
olan kişi için fedakârlık sayılır. Bir
insan inançlarını satmayı reddediyorsa, yaptığı şey fedakârlık değildir, meğer
ki zaten inançları olmayan biri olsun.
“Fedakârlık ancak feda edecek bir şeyi
olmayanlar için uygun olabilir ... değerleri de, standardları da, yargıları da
olmayanlar için. Arzuları mantıksız kaprislerden doğan, körü körüne ortaya
çıkan ve kolayca vazgeçilen şeylerden oluşanlar için. Ahlâkî seviyeye sahip,
arzuları rasyonel değerlerden doğan kişiler için fedakârlık, doğrunun yanlışa
teslim olması, iyinin kötüye teslim olması demektir.
“Fedakârlık inancı, ahlâk dışının
ahlâkıdır ... insanlara iyiliklerle ya da değerlerle ilgili kişisel
çıkarlarını açıklayamayacağını itiraf ederek zaten kendi iflâsını ilan
etmiştir. İnsanların ruhlarının bir yozlaşmışlık lağımı olduğunu, onlara onu
feda etmenin öğretilmesi gerektiğini savunmaktadır. İnsanlara iyi olmayı
öğretemediğini, onları yalnızca sürekli cezalara mahkûm etmek zorunda kaldığını
zaten kendisi itiraf etmektedir.
“Acaba sisli bir stüpor
(uyuşukluk) durumunda, ahlâk düzeninin sizden feda etmenizi istediği şeyin
yalnızca maddesel değerler olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Peki sizce maddesel
değerler nedir?
Maddenin kendi başına
değeri olamaz, insan, ancak İnsanî arzuları tatmin ettiği ölçüde değer kazanır.
Madde yalnızca İnsanî değerlerin bir aracıdır. İyiliklerinizin ürettiği
maddesel araçları hangi hizmetlere harcamanız istendi?
Sizin kötü diye
nitelediğiniz şeye mi?
Paylaşmadığınız bir
ilkeye mi?
Saygı duymadığınız bir
insana mı?
Kendi amacınıza ters bir
amacın elde edilmesine mi?
Eğer öyle değilse,
armağanınız, fedakârlık değeri kazanmayacaktır.
“Ahlâk düzeniniz size, maddesel dünyayı
reddetmenizi, değerlerinizi maddelerden ayırmanızı söylüyor. Değerleri maddesel
formda ifade bulmayan bir insanın varlığı da ideallerine bağlı değildir.
Eylemleri inançlarına ters düşer, o kişi ufacık bir hipokrit olup çıkar ... ama
sizin ahlâk düzeninize itaat eden odur, değerlerini maddeden ayırmış olan da
odur. Bir kadını sevip başka kadınla yatan adam, bir işçinin yeteneklerine
hayran kalıp, işe başka işçiyi alan adam, bir davaya inandığını söyleyip,
parasını başka bir davayı desteklemek üzere bağışlayan adam, zenaatta yüksek
standardları benimseyip, sonra çabasını eften püften ürünler üretmeye harcayan
adam ... işte maddeyi reddedenler bunlardır. Bunlar ruhlarının değerinin
maddesel gerçeğe dönüşemeyeceğine inanan insanlardır.
“Şimdi bana, bu adamların reddettiği şeyin
ruh olduğunu mu söyleyeceksiniz?
Evet, tabiî. Biri olmadan öteki olamaz.
Hepiniz maddeyle bilincin ayrılmaz bir bileşimisiniz. Bilincinizden
vazgeçtiğiniz anda hayvanlaşırsınız, bedeninizden vazgeçtiğiniz anda
sahteleşirsiniz. Maddî dünyadan vazgeçen, onu kötülüğe teslim etmiş demektir.
“Zaten sizin ahlâk düzeninizin asıl amacı
da budur, o kod sizden bu görevi beklemektedir. Zevk almadığınız şeylere
verin, hayranlık duymadığınız şeylere hizmet edin, kötü savdığınız şeylere
teslim olun ... dünyayı başkalarının değerlerine teslim edin, kendi benliğinizi
inkâr edin, reddedin, silin. Benliğiniz sizin aklınızdır. Ondan
vazgeçtiğiniz anda bir yumak ete dönüşürsünüz, her yamyamın yalayıp yutmasına
hazır olursunuz.
“Sizden
teslim etmenizi istedikleri şey aklınızdır.
Fedakârlık inancını övüp duranlar, mevkileri, niyetleri ne olursa olsun,
bunu sizden, ister ruhunuz, ister vücudunuz için istiyor olsun, size ister
cennette bir hayatı, ister bu dünyada karnınızı doyurmayı vaadetsin, amaç
aynıdır.
Söze,
kişinin, ‘KENDİ
ARZULARININ PEŞİNDE KOŞMASI BENCİLLİKTİR, ONLARI BAŞKALARININ İSTEKLERİNE FEDA
ETMELİSİN,’ diye başlayanlar, sonunda da, ‘İNANÇLARINA BAĞLI KALMAK
BENCİLLİKTİR, ONLARI DA BAŞKALARININ İNANÇLARINA FEDA ETMEN GEREK,’ diye
bitireceklerdir. (Diyalogçuluk)
“Şu kadarı doğrudur: En bencil şey, özgür bir aklın kendininkinden yüksek bir
otorite tanımaması, kendi gerçeklik yargılarından daha yüksek bir değer
tanımamasıdır. Sizden entelektüel tutarlılığınızı, mantığınızı, doğruluk
standardınızı feda etmeniz, en büyük iyiliği en çok sayıda kişinin yararlanması
sayan bir “FAHİŞE HALİNE GELMENİZ” isteniyor.
“Eğer bu düzen içinde yolunuzu ararken,
‘İyi nedir?’ sorusuna cevap bulmaya çalışırsanız, tek bulabileceğiniz cevap,
‘Başkalarının iyiliği’ olacaktır. İyi, başkaları ne istiyorsa odur, siz
onların ne istediğini sanıyorsanız odur, ya da onların ne istemesi gerektiğini
sanıyorsanız odur. ‘Başkalarının iyiliği’ sihirli bir formüldür, her
şeyi altına çevirir. Herhangi bir eylem için fümigatör (dezenfekte aleti)
olarak kullanılabilir, hattâ bir kıtayı katletmek için bile bundan
yararlanılabilir. Sizin değer standardınız, bir amaç değildir, bir eylem
değildir, bir ilke değildir, yalnızca bir niyettir. Hiçbir kanıta, mantığa,
başarıya ihtiyacınız yoktur, aslında başkalarının iyiliğini sağlamak zorunda
bile değilsiniz. Yalnızca niyetinizin kendi iyiliğiniz değil, başkalarının
iyiliği olduğunu bilmeniz yeter. İyinin tek tanımı olarak olumsuzu
kullanabilirsiniz: İyi demek, benim için iyi olmayan şey demektir.
“Sizin kodunuz, ebedî, absolü (mutlak),
objektif ahlâkî değerleri savunduğunu iddia edip, şartlılığı, izafîliği,
sübjektifi reddeddiğini söyleyerek övünür ... ama sizin kodunuz, absolü dediği
noktada şu ahlâkî davranışı önerir: Kendin istiyorsan, o kötüdür; başkaları
istiyorsa, o iyidir; eyleminin niyeti kendi yararınsa, yapma; başkalarının
yararıysa, o zaman her şeyi yapabilirsin.
“Bu çift eklemli,
çifte standardlı ahlâk sizi ikiye bölerken, insanlığı da iki düşman kampa
bölmektedir: BİRİ SİZSİNİZ, ÖBÜRÜ DE GERİ KALAN İNSANLAR. İstemeye,
yaşamaya hakkı olmayan, tek dışlanan sizsiniz. Tek hizmetkâr sizsiniz,
diğerleri hep efendi. Tek verici sizsiniz,
diğerleri hep alıcı, siz ebedî borçlusunuz, ötekiler hep alacaklı ... ve o borç
ödemekle bitmez. Onların sizden
fedakârlık isteme hakkını sorgulayamazsınız, isteklerini, ihtiyaçlarını
sorgulayamazsınız; o hak onlara yine bir olumsuzla verilmiştir, onların siz
olmayışından kaynaklanmaktadır.
“İÇİNİZDEN SORU SORANLAR ÇIKTIĞINDA,
DÜZENİNİZ SİZE BİR TESELLİ ÖDÜLÜYLE BİR BUBİ TUZAĞI HAZIRLAMIŞTIR. Sizin kendi
mutluluğunuz için, demektedir. Başkalarının
mutluluğuna, bu yüzden hizmet etmelisin. Mutlu olmanın tek yolu, onu
başkalarının mutluluğuna feda etmektir, refahın tek yolu onu başkalarının
servetine teslim etmektir, hayatınızı korumanın tek yolu, sizden başka herkesi
korumaktır ... eğer bu süreçte mutluluğu bulamıyorsanız, o da sizin kendi
suçunuzdur, kötü olduğunuzun kanıtıdır. İyi
olsaydınız, başkalarına ziyafet verirken mutlu olurdunuz, gururunuzu da onların
size fırlattıklarına razı olacak düzeye indirirdiniz.
“Siz, hiçbir özsaygı standardı
olmayanlar, suçu kabul ediyor, soru sorma cesaretini göstermiyorsunuz. Ama
aslında kabullenilmeyen cevabı biliyorsunuz. Gördüğünüzü görmemiş gibi yapmak,
dünyanızı hangi gizli düzenin yönettiğini bilmezden gelmek. Bunu biliyorsunuz.
Açık bir ikrar olarak değil, içinizdeki karanlık bir tedirginlik olarak
biliyorsunuz, bu arada suçlu suçlu hileler yaparak, adı anılmayacak kadar kötü
bir ilkeyi istemeye istemeye uygulayarak geçip gidiyorsunuz.
“Ben kazanılmamış şeyi kabul etmeyen biri
olarak, ne değeri ne de suçluluğu hak etmedikçe kabullenmeyen biri olarak, hep
kaçındığınız soruyu size sormak için buradayım.
Neden
kendinizin değil de başkalarının mutluluğuna hizmet etmek ahlâka uygun hareket
etmek oluyor?
Eğer zevk
almak bir değerse, neden başkaları zevk alınca bu ahlâka uygun oluyor da, siz
zevk alınca ahlâksızlık oluyor?
Eğer pasta
yemek bir değerse, neden sizin midenizdeyken ahlâksızlık oluyor da,
başkalarının midesindeyken ahlâklı oluyor?
Neden sizin arzunuz
kötü de başkalarınınki iyi?
Ürettiğiniz
bir şeyi muhafaza etmek neden kötü de onu başkalarına vermek iyi?
Ayrıca sizin o
şeyi saklamanız ahlâksızlıksa, verdiğiniz zaman başkalarının kabul etmesi neden
ahlâksızlık olmuyor?
Verirken siz
bencillikten, kötülükten uzaklaşıyorsunuz da, onlar alırken bencil ve kötü
olmuyorlar mı?
Sevaba girmek,
günahlara hizmet anlamına mı gelir?
İyilerin
ahlâkî amacı, kendilerini kötüler uğruna yok etmek midir?
“KAÇINDIĞINIZ CEVAP, O CANAVARCA CEVAP
BELLİ: Hayır, alanlar kötü değil, yeter ki verdiğiniz şeyi hak etmiş
olmasınlar. Eğer onu kendileri üretemiyorlarsa, hak edemiyorlarsa, karşılığında
size bir şey veremiyorlarsa, o zaman o verdiğinizi kabul etmekle ahlâksız
olmuyorlar. Onu alıp zevkini çıkarabilirler, yeter ki bunu almaya hakları
olmasın.
“İşte sizin inancınızın gizli çekirdeği
bu.
ÇİFTE STANDARDINIZIN
ÖBÜR YARISI ŞÖYLE: kendi çabanızla yaşamak ahlâksızlık olurken, başkalarının
çabasından geçinmek ahlâklılık oluyor. Kendi ürettiğinizi tüketmek
ahlâksızlık, ama başkalarının ürettiğini alıp tüketmek ahlâka uygun. KAZANMAK
AHLÂKSIZLIK, AMA ASALAKLIK AHLÂKLI. Üreticilerimizin var oluşunu haklı
gösteren şey, asalakların varlığı. Ama asalakların varlığı kendi başına bir
amaç. Başarıdan kâr elde eden ahlâksız, ama fedakârlıktan kâr elde eden
ahlâklı. Kendi mutluluğunuzu yaratmak kötü, ama başkalarının kanı pahasına
keyif sürmek, iyi.
“Sizin kodunuz insanları iki kasta ayırıyor
ve onlara zıt kurallarla yaşamalarını emrediyor:
Her şeyi arzu
edebilenlerle hiçbir şeyi arzu edemeyenler, seçilmişlerle lanetlenmişler,
biniciler ve taşıyıcılar, yutanlar ve yutulanlar.
Sizin kastınızı hangi standart belirliyor?
Sizi ahlâkî seçkinler arasına sokan anahtar
nedir?
O ANAHTAR, DEĞERSİZLİKTİR.
“Değer denilen şey neleri içermiş olursa
olsun, sizin ona sahip olmayışınız, sahip olanlar üzerinde size bazı haklar
sağlıyor. Ödüllerden pay alma hakkınız, ihtiyacınızdan kaynaklanıyor. Eğer
kendi ihtiyacınızı kendiniz giderebiliyorsanız, yeteneğiniz o ihtiyaçı tatmin
etmenizi yasaklıyor. Ama cevap veremediğiniz bir ihtiyaç, size insanların
hayatı üzerinde öncelik hakkı tanıyor.
“EĞER
BAŞARILIYSANIZ, BAŞARAMAYAN HER KİŞİ SİZİN EFENDİNİZ OLUYOR; BAŞARISIZLIĞA
UĞRARSANIZ, BAŞARAN HER KİŞİ SİZİN KÖLENİZDİR. Başarısızlığınız adil olsun ya da olmasın,
istekleriniz rasyonel olsun ya da olmasın, uğradığınız bahtsızlıklar hak
edilmiş olsun ya da olmasın, size ödüllerde hak tanıyan şey o bahtsızlıklardır.
Acıdır ... niteliği ve nedeni ne olursa olsun, birinci derecede absolü olan şey
acıdır ... size varoluş üzerinde ipotek hakkı taşıyan odur.
“Eğer acınızı kendi çabanızla giderirseniz,
size hiçbir ahlâkî kredi tanınmaz. Sizin düzeniniz buna bencil çıkar gözüyle
bakar. Hangi değeri elde etmeye çalışıyor olursanız olun, o değer ister servet,
ister yiyecek, ister aşk, ister hak olsun, onu kendiniz elde edebiliyorsanız,
sizin düzeniniz bunu ahlâkî bir edinim saymıyor. Hiç kimsenin kaybına yol
açmamışsınız, söz konusu olan bir sadaka değil, bir alışveriştir, bir
fedakârlık değil, bir ödemedir. Hak edilmişler bencillik alanına giriyor,
karşılıklı kârların ticarî alanında yer alıyor. Ancak hak edilmemişler ahlâkî
değiş-tokuş sayılıyor, onun da anlamı, bir taraf kazanırken diğerinin
mahvolmasıdır. Değerleriniz için ödül beklemek bencillik ve ahlâksızlık, ama talebinizi
ahlâklı bir hak haline dönüştüren şey sizin değersizliğiniz.
“İhtiyacı bir talep olarak gören ahlâk
düzeni, kendine standart olarak boşluğu, yokluğu benimsemiş demektir. Bir
yokluğu, bir kusuru ödüllendirmektedir. Zaafı, yetersizliği, beceriksizliği,
acı çekmeyi, hastalığı, felâketi, hatayı, kusuru; yani sıfırı.
“Bu talepleri ödeyecek hesapları kim
sağlıyor? SIFIR OLMADIKLARI İÇİN LÂNETLENENLER. Onların her biri, ileri
sürülen idealden ne kadar uzaklarsa, o kadar katkıda bulunuyor hesaba. Tüm
değerler iyiliklerin ürünü olduğuna göre, sizin iyi eylemleriniz de cezanıza
temel oluşturuyor, buna karşılık kusurlarınız, kazancınızın ölçüsü oluyor. Sizin
düzeniniz, rasyonel insanın kendini mantıksızlar uğruna feda etmesini,
bağımsızın asalaklara feda edilmesini, dürüstün dürüst olmayana, adil olanın
olmayana, üretici insanın hırsız talancılara, tutarlı kişinin kaypaklara,
özsaygılı olanın da burnunu çekip duran nörotiklere feda edilmesini talep
ediyor.
Çevrenizde gördüklerinizin gaddarlıklarına
mı şaşıyorsunuz?
Esas değerlere ulaşmış olan insan sizin
ahlâk düzeninizi kabul etmez; düzeni kabul eden de bu değerlere ulaşamaz.
“FEDAKÂRLIK
AHLÂKINDA İLK FEDA ETTİĞİNİZ ŞEY AHLÂK, İKİNCİSİ DE ÖZSAYGIDIR. İhtiyacı
bir standart haline getirince, her insan hem kurban hem de asalak durumuna
düşer. Kurban rolünde, çalışıp çabalayıp başkalarının ihtiyaçlarını
karşılamak zorundadır, kendini de tüm ihtiyaçları başkaları tarafından
karşılanacak bir asalak durumuna düşürmektedir. Diğer insan kardeşlerine
ancak iki utanç verici rolde yaklaşabilir, ya dilenci olacaktır ya da kan
emici.
“Cebinde sizinkinden bir dolar eksik parası
olan adamdan korkarsınız. O dolarınız onun hakkı sayılır. O adam sizin
kendinizi ahlâksız gibi hissetmenize yol açar. Sizden bir dolar fazla parası
olandan da nefret edersiniz. O dolar sizin hakkınızdır. Bu adam sizin içinizde,
ahlâken kandırılmışlık duygusu uyandırır. Altta ki adam sizin suçluluk
duygunuzun kaynağı, üsttekiyse çaresizliğinizin nedenidir. Neyi teslim edip
neyi isteyeceğinizi, neyi verip neyi kapacağınızı, hangi zevklerin sizin
hakkınız olduğunu, hangi borçların hala ödenmemiş olduğunu bilemez duruma düşersiniz.
Benimsediğiniz ahlâk standardına göre hayatınızın her anında suçlu olmayı kabul
etmiş olduğunuz gerçeğini ‘teori’ diye geçiştirme mücadelesi verirsiniz.
Yuttuğunuz her lokmaya sizden daha fazla ihtiyaç duyan biri, dünyanın bir
yerlerinde mutlaka vardır. Sonunda sorunu kör bir güceniklik duygusu içinde
bir kenara kaldırır, ahlâkî mükemmelliğin mümkün olmadığına, istenmemesi
gerektiğine karar verirsiniz, önünüze çıkanı görmezden gelerek yolunuza devam
etmeye, gençlerin gözlerine bakmamaya razı olursunuz. O gözlerde, özsaygının
var olabileceği umudu sönmemiştir, sizden de bunu bekliyor gibi bakmaktadırlar.
Ruhunuzun içinde artakalmış tek şey suçluluktur, yanınızdan geçerken sizin
gözlerinize bakamayan diğer insanlar için de durum aynıdır.
Bu ahlâk düzeninin
dünyada kardeşliği kuramamasının, insanın insana iyi davranmasını
sağlayamamasının sebeplerini mi merak ediyorsunuz?
“Sizin düzeninizin savunduğu fedakârlık, gidermeye
çalıştığı yozluktan daha yoz. Size fedakârlığınızın amacının sevgi olduğunu
söylüyor ... yani her insana karşı hissetmeniz gereken sevgi. Manevî değerlerin maddi değerlerden daha yüce
olduğunu savunan bu ahlâk, vücudunu her erkeğe ayrımsız veren fahişeyi kınayan
bu ahlâk, sizden herkesi ayrımsız sevmenizi talep ediyor.
“Sebepsiz servet nasıl olamazsa, sebepsiz
sevgi de, hattâ sebepsiz başka türlü duygu da olamaz. Duygu, bir oluşa, bir
gerçeğe cevaptır, sizin standartlarımızı dikte ettiği bir değerlendirmedir. Sevmek,
değer vermek demektir. Değer ölçmeden değer vermenin mümkün olduğunu, değersiz
bulduğunuzu sevmenin mümkün olduğunu söyleyen adam, size üretmeden tüketerek
zenginleşmenin mümkün olduğunu, kâğıt paranın altın kadar değerli olduğunu
söyleyen adamın ta kendisidir.
“Bu kişinin size sebepsiz korku hissettirme
peşinde olmadığını da gözden kaçırmayın. Onun türündeki insanlar yönetimi ele
geçirince, türlü korku ve terör salma yöntemlerine yönelirler, korku duymanız
için yeterince sebep yaratırlar, çünkü sizi korkuyla yönetmek isterler. Ama iş
sevgiye, duyguların en yücesine geldiğinde, sebepsiz sevgi hissedemiyorsanız sizi
ahlâksızlıkla suçlayıp avaz avaz bağırmalarına izin verirsiniz. Bir insan sebepsiz korku hissediyorsa, onu psikiyatriste
götürürsünüz; ama sevginin anlamını, doğasını ve gururunu koruma konusunda o
kadar dikkatli değilsiniz.
“SEVGİ, kişinin değerlerinin ifadesidir,
kişiliğinizde ve karakterinizde edinebildiğiniz ahlâkî niteliklerden ötürü size
verilen en büyük ödüldür; kişinin bir başkasının değerleri karşısında duyduğu
zevkin duygusal bedelidir. Sizin ahlâk düzeniniz, sevginizi değerlerden
ayırmanızı, onu her serseriye sunmanızı, hem de değeri karşılığında değil,
ihtiyaçları karşılığında sunmanızı istiyor. Bir ödül olarak değil, bir
sadaka olarak, değerlerine karşılık bir ödeme olarak değil, günahlarına
karşılık meblâğı yazılmamış bir çek olarak sunmanızı istiyor. Sizin ahlâk
düzeniniz, sevginin amacının sizi tüm ahlâkî bağlardan kurtarıp özgürleştirmek
olduğunu söylüyor, sevginin ahlâkî yargılamadan azade olduğunu ileri sürüyor,
gerçek sevginin bağışlamak olduğunu, her türlü kötülükten daha uzun ömürlü
olduğunu, sevgi ne kadar büyükse, aşabildiği ve sevebildiği günahların ve
yozlukların da o kadar büyük olabileceğini iddia ediyor. Bir insanı değerleri
için sevmek sıradan ve insanîdir, diyor size. Ama onu kusurları için sevmek,
İlâhîdir. Sevmeye değecek kişileri sevmek bencil çıkarlar doğrultusunda
hareket etmektir, sevmeye değmeyenleri sevmek ise fedakârlıktır, diyor. Hak
etmeyenlere sevginizi vermek sizin borcunuz ... ne kadar az hak ederlerse,
onlara o kadar çok sevgi borçlusunuz. Bir obje ne kadar iğrençse, sizin
sevabınız o kadar soylu oluyor. Sevginizi ne kadar ayrımsız ve seçimsiz
dağıtıyorsanız, sevabınız o kadar büyüyor. Sonunda ruhunuzu, bir çöp yığını
haline dönüştürebilirseniz, manevî değerlere değer vermekten vazgeçebilirseniz,
o zaman ahlâkî mükemmellik düzeyine ulaşmış sayılıyorsunuz.
“İşte fedakârlık ahlâkı dediğiniz düzen
budur, size sunduğu ikiz idealler de şöyledir: Vücudunuzun yaşamını insan
silolarına benzer biçimde yeniden oluşturmanız, ruhunuzun yaşamını çöplük
haline dönüştürmeniz.
“Amacınız zaten buydu, artık ona ulaşmış
durumdasınız.
Şimdi neden sızlanıyor, insanın
yetersizliğinden, İnsanî umutların boşluğundan yakınıyorsunuz?
Yıkım peşinde koşmakla zenginleşemediğinizi
gördüğünüz için mi?
Acıya tapmakla zevke ulaşamadığınızı
anladığınız için mi?
Ölümü Standart değeriniz haline getirerek
yaşayamayacağınızı fark ettiğiniz için mi?
“Yaşayabilme yeteneğinizin derecesi, sizin
o ahlâk düzeninizden ayrıldığınız ölçüdedir. Ama yine de, o düzeni vaaz edip
duranları, insanlığın dostları saymayı sürdürüyorsunuz, kendinizi lanetliyor,
ama onların niyetlerini ve amaçlarını hiç sorgulamıyorsunuz. Şimdi, son
fırsatınızla karşı karşıya olduğunuz şu anda, dönüp onlara şöyle bir bakın ...
ve eğer yok olmaya karar verecekseniz, bunu da bari, düşmanın hayatınıza ne
kadar ucuz bir değer biçtiğini bilerek yapın.
“Fedakârlık vaazı veren her iki ekolün
mistikleri, yaranıza saldıran mikroplardan farksızdır, o yara da aklınıza
güvenmekten korkmanızdır. Onlar size, ellerinde akıldan üstün bir bilgi yolu
bulunduğunu, mantıktan üstün bir bilinç modeli bulunduğunu söylüyor ... sanki
onlara gizli tüyoları veren bir evren bürokratıyla ilişkileri varmış gibi.
Maneviyat mistikleri, sizlerde var olmayan bir fazla duyuya sahip olduklarım
ileri sürüyor. Bu özel altıncı duyu, ilk beş duyunuzdan gelen tüm bilgileri
inkâr etmekten oluşuyor. Bedenin mistikleriyse herhangi bir duyu dışı algıdan
söz etmiyor; yalnızca duyularınızın geçerli olmadığını ileri sürüyor, kendi
bilgeliklerinin, müphem bir yöntemle sizin körlüğünüzü algılamak olduğunu
söylüyorlar. Her iki grup da sizden bilincinizi geçersiz kılıp kendinizi onlara
teslim etmenizi istiyor. Kendi üstün bilgilerinin kanıtı olarak size,
bildiğiniz her şeyin tersini sunuyorlar, varoluşla başa çıkmadaki üstün
yeteneklerinin kanıtı olarak da, sizi sefalete, kendinizi feda etmeye, açlığa
ve yıkıma sürüklemiş olduklarını gösteriyorlar.
“Dünyadaki varlığınızdan daha üstün bir
varoluşun biçimini bulmuş olduklarını iddia ediyorlar. Maneviyat mistikleri buna ‘ÖTEKİ BOYUT’ deyip diğer
boyutları inkâr ediyorlar, bedenin mistikleri ise buna ‘GELECEK’ diyor ve
bugünü inkâr ediyorlar. Var
olmak, bir kişiliğe sahip olmaktır. Onlar kendi üstün alanlarına hangi kimliği
ve kişiliği atfedebiliyorlar?
Sürekli olarak oraya nelerin dahil
olmadığını söyleyip duruyorlar, ama aslında nasıl bir şey olduğunu
söylemiyorlar. Verdikleri tüm tanımlar olumsuzluklarla dolu. Tanrı, insan
aklının bilemeyeceği bir varlıktır diyorlar, sonra da bunu bilgi olarak kabul
etmenizi istiyorlar. Tanrı, insan değildir, cennet, dünya değildir, ruh
vücutsuzdur, sevap kârın yokluğudur. Yani A, A değildir, algılar duyulardan
kaynaklanmaz, bilgi mantığın yokluğudur. Onların tanımları tanımlama değil,
silme savılır.
“Sıfırın kimlik standardı olduğu bir evreni
ancak bir sülüğün metafiziğinde bulabilirsiniz. Sülük kendi doğasını
isimlendirme gereğinden kaçınmak isteyecektir ... Kendi özel evrenini üzerine
kurguladığı maddenin kan olduğunu bilmek istemeyecektir.
“Peki, uğrunda var olan dünyayı feda etmek
istedikleri o üstün dünyanın doğası nedir?
Maneviyat mistikleri maddeye lanetler
yağdırıyor; bedenin mistikleri de kâr kavramına.
Birinci grup insanın dünyayı inkâr ederek
yararlanmasını isterken, ikinci grup insanın tüm kârları reddederek dünyaya
mirasçı olmasını istiyor.
Onların madde-dışı, kâr-dışı dünyaları, süt
ve kahve derelerinin aktığı, emredildikçe kayalarından şarapların fışkırdığı,
bulutlardan üstlerine pastaların döküldüğü, yalnız ağızlarını açmalarının
yeterli olduğu bir dünya. Bugünün materyalist, kâr peşinde koşan dünyasında,
insanı bir mil uzağa taşıyabilecek demiryolunu kurabilmek, pek çok zekâyı,
tutarlılığı, enerjiyi ve beceriyi gerektirmektedir. Onların materyalist
olmayan, kârdışı dünyasındaysa canları istedikçe bir gezegenden ötekine
yolculuk yapabileceklerdir. Dürüst biri çıkıp da onlara, ‘Nasıl?’ diye
sorarsa, gücenmiş gibi davranır, ‘nasıl’ın banal (sıradan) realistlere göre bir
kavram olduğunu, üstün ruhların buna, ‘Bir şekilde’ diye cevap vereceğini
söylerler. Maddeyle ve kârla sınırlı olan bir evrende, ödüller düşünceyle
kazanılır; bu tür kısıtlamalardan kurtulmuş bir evrendeyse, ödüllere, istemekle
ulaşılabilir.
“İşte onların o derme çatma sırrı da bundan
ibarettir. Tüm esoterik felsefelerinin, tüm diyalektiklerinin ve
süper-duygularının, kaçamak bakışlı gözlerinin ve uğuldayan kelimelerinin sırrı
budur. Uğrunda uygarlıkları, lisanları, sanayileri, hayatları yıktıkları, kendi
gözlerini, kulak zarlarını deldikleri, duyularını sindirip akıllarını
boşalttıkları sır budur. Mantığın, aklın, maddenin, varoluşun ve gerçeğin
absolülerini bu uğurda eritmektedirler. Hepsinin amacı, o plastik sisin üzerine
bir tek kutsal absolü (Mutlak, salt) dikmektir: KENDİ İSTEKLERİ.
“Kurtulmaya çalıştıkları sınırlama, kimlik
kanunudur. Aradıkları özgürlük ise, ne kadar patırtı ederlerse etsinler, A’nın
yine de A olarak kalacağı gerçeğinden kurtulmaktır. Yani ne kadar acıkmış
olurlarsa olsunlar, dereler onlara süt getirmeyecek, sular tepenin yamacından
yukarıya doğru akmayacak ve bundan beklenebilecek yararları sağlamayacak, o
suları gökdelenlerin tepesine çıkarmak istiyorlarsa bunu ancak düşünce ve emek
sonucu yapabileceklerdir. O sürecin içinde bir santim boyundaki boru bile bir
önem taşırken, onların duygularının hiçbir ehemmiyeti yoktur, çünkü duyguları
evrendeki bir toz zerresinin bile yerini değiştiremeyeceği gibi, onların
yaptığı herhangi bir hareketin niteliğini de değiştiremez.
“Size insanoğlunun duyularını kullandığında
gerçeği çarpılmamış biçimde göremeyeceğini söyleyenler, aslında kendilerinin
bir gerçeği çarpılmamış biçimde görmeyi istemediklerini söylemektedirler.
‘Olduğu gibi durum’, aklınızla algıladığınızdır; mantığı denklemden çekip
çıkardığınızda, ‘canınızın istediğini’ görebilirsiniz.
“Mantığa karşı geçerli bir itiraz olamaz
... onların inancının bir bölümünü kabul ettiğiniz anda, mantığınızın yapmanıza
izin vermediği bir şeyin yanınıza kâr kalmasını istiyorsunuz demektir.
Kurtulmaya çalıştığınız şey, servetinizi çalarak elde ettinizse bir sahtekâr
olduğunuz, ne kadar sadaka dağıtıp dualar etseniz de bundan
kurtulamayacağınızdır.
EĞER
GECEYİ SOKAK KADINLARIYLA YATARAK GEÇİRDİNİZSE, DEĞERLİ BİR KOCA DEĞİLSİNİZ ...
ERTESİ SABAH KARINIZA NE BÜYÜK SEVGİ HİSSEDERSENİZ HİSSEDİN, BU GERÇEK
DEĞİŞMEZ.
Siz bir bütünsünüz, bir kimliksiniz,
evrenin içinde dolaşan parçacıkların yapışmaksızın arasıra rastgele biraraya
geldiği, hiçbir sorumluluk yüklenemeyecek bir oluşum değilsiniz. Öylesi ancak
bir çocuğun kâbusu olurdu, kişilikler değişir, kalleşle kahraman ikide bir rol
değiştirirdi. Ama siz insansınız, bir kimliksiniz ... varsınız.
“Mistik taleplerinizin
esas amacının daha ne kadar yüce bir hayata kavuşmak olduğunu iddia ederseniz
edin, kişiliğe karşı isyân, yok oluşu istemektir. HİÇBİR ŞEY OLMAMAYI
İSTEMEK, VAR OLMAMAYI İSTEMEKTİR.
“Her iki ekolün mistikleri olan
öğretmenleriniz, kafalarında sebep-sonuç ilişkisini tersine çevirmiş oldukları
için, varoluşta da aynı şeyi yapmaya çalışmaktadırlar. Kendi duygularını sebep
saymakta, akıllarını da pasif etki durumuna indirmektedirler. Duygularını,
gerçeği anlamanın amacı savmaktadırlar. İsteklerini birincil duruma
yerleştirmekte, tüm gerçeklerin üzerine konumlandırmaktadırlar. Dürüst bir
adam, arzulayacağı şeyi tanımlamadan onu istemez. ‘Bu şey böyledir, onu bu
yüzden istiyorum,’ der. Onlarsa, ‘İSTİYORUM, O HALDE ÖYLEDİR,’ diyorlar.
“Varoluş ve bilinç aksiyomunu hileyle
adatmak istiyorlar, bilinçlerinin varoluşu algılama aracı değil, onu yaratma
aracı olmasına çabalıyorlar, varoluş onların bilincinin nesnesi değil, öznesi
olsun istiyorlar. Kendilerine benzer yarattıkları o Tanrı olmak istiyorlar
... evreni boşluğun içinden, iradesiyle
yaratmış olan Tanrı. Ama gerçekliğe hile yapılamaz. Elde ettikleri,
arzularının tam tersi olmaktadır. Onlar varoluşun üzerinde, tüm kuvvetleri
elinde toplayan bir gücü isterken, bilinçlerinin gücünden de olmaktadırlar.
Bilmeyi reddetmekle, kendilerini sürekli bir bilinmezin dehşetine mahkûm
etmektedirler.
“Sizi onların inancına doğru çeken o mantık
dışı istekler, sizin idol diye taptığınız o içinizdeki duygular, sunağına
dünyayı kurban ettiğiniz o karanlık, tutarsız ihtiras, Tanrı’nın sesi ya da
salgı bezlerinizin emri diye kabul ettiğiniz o güdü, sizin aklınızın cesedinden
başka bir şey değildir. Mantığınızla çelişen bir duygu, açıklayamadığınız ve
kontrol edemediğiniz bir duygu, aklınıza onarma izni vermediğiniz o bayat şeyin
iskeleti olabilir ancak.
“Ne zaman görmeyi, düşünmeyi reddetme
kötülüğünü işlediyseniz, ufacık bir isteğinizi absolü olan gerçeklikten istisna
kılmaya çalıştıysanız, ne zaman kendinize, ‘Şu çaldığım bisküvileri ya da
Tanrı’nın varlığını mantığın yargısından çıkarayım, bir tek bu kaprisim için
mantıksız olayım, ondan sonra başka her şeyde mantıklı olacağım,’
dediyseniz, bilincinizi çarpıtmış, aklınızı yozlaştırmışsınız demektir. Aklınız
o zaman, gizli bir yeraltı dünyasından emir alan, komployla düzenlenmiş bir
jüri gibi olur, yargıları kanıtları çarpıtıp kendi dokunamadığı bir absolüye
uydurmaya çalışır. Sonuçta ortaya SANSÜRLÜ BİR GERÇEKLİK çıkar. Bu
bölünmüş gerçeklikte, sizin görmek istediğiniz bazı parçalar, görmedikleriniz
arasında yüzer durur, onları birarada tutan da, zihnin düşünceden istisna
kılınmış duygularından gelen mumyalayıcı bir sıvı olur.
“Sizin boğmaya çalıştığınız bağlantılar, “SEBEP-SONUÇ
İLİŞKİLERİ”dir. Yenmeye çalıştığınız düşman da SEBEP-SONUÇ
KANUNUdur. Bu kanun mucizelere yer vermez. SEBEP-SONUÇ KANUNU, kişiliğin
eyleme uygulanmışıdır. Tüm eylemleri kimlikler yapar. Eyleme sebep olan ve onu
saptayan da, eyleme geçen kişiliklerin doğasıdır. Hiçbir şey kendi doğasıyla
çelişkili olamaz. Bir kimlik tarafından girişilmemiş eylem, sıfır tarafından
yapılmış olur, bu da sıfırın bir şeyi kontrol etmesi anlamına gelir. Kimlik
olmayan bir şeyin, bir kimliği kontrol altına alması, var olmayanın var olanı
yönetmesi olur ... İşte sizin öğretmenlerinizin istediği evren budur, sebepsiz
eylem doktrininin sebebi budur, mantığa isyan etmelerinin mantığı budur,
onların ahlâk düzeninin, politikalarının, ekonomilerinin amacı budur, bu,
onların uğrunda mücadele ettikleri idealdir: SIFIRIN
HÜKÜMRANLIĞI.
“KİMLİK
KANUNU, hem pastanızı yiyip, hem de pasta sahibi olmanıza izin
vermez.
SEBEP-SONUÇ
KANUNU da,
pastanız olmadan onu yemenize izin vermez.
Ama her iki kanunu aklınızın boşluklarında
boğarsanız, o zaman kendi pastanızı bugün, benimkini de yarın yemeye hakkınız
olduğunu iddia edebilir, pastaya sahip olmadan önce onu yemek gerektiğini,
hattâ pişirmeden önce yemek gerektiğini vaaz edebilir, üretimin yolunun
tüketmekle başladığını, isteyen herkesin istediği şey üzerinde eşit hakkı
olduğunu, çünkü hiçbir şeyin hiçbir şeyden kaynaklanmadığını ileri
sürebilirsiniz. Maddede sebepsizliğin karşılığı, ruh alanında hak
edilmeyen’dir.
“Sebep-sonuç kanununa karşı ne zaman isyân
etseniz, amacınız sahtelikli bir istektir, o kanundan kurtulmayı değil, daha
kötüsü, onu tersyüz etmeyi amaçlıyorsunuz demektir. Hak edilmemiş sevgi
istiyorsunuzdur ... Sanki bir etki olan sevgi size kişisel değeri, yani sebebi
verebilirmiş gibi. Hak edilmemiş hayranlık istiyorsunuzdur ... sanki bir etki
olan hayranlık, size sebebi, yani değerleri, verebilirmiş gibi. Hak edilmemiş
servet istiyorsunuzdur ... sanki bir etki olan servet, size sebebi, yani
yeteneği verebilirmiş gibi. Hep aman dilersiniz, adalet değil ... sanki
bağışlanmak, dileğinizin sebebini silebilirmiş gibi. Çirkin küçük oyunlarınızı
sürdürür, öğretmenlerinizin doktrinlerini desteklersiniz, onlar da bu arada
çığrından çıkar, bir etki olan harcamanın, bir sebep olan zenginliği
yaratabileceğini savunur; etki olan makinenin, sebep olan zekâyı
yaratabileceğini; etki olan cinsel arzunun, sebep olan felsefi değerlerinizi
yaratabileceğini savunurlar.
“Bedelini kim öder bu
âlemin?
Sebepsize kim sebep
yaratır?
Farkına varılmaksızın,
sessizce silinip yok olmaya mahkûm edilmiş kurbanlar kimlerdir?
Sizi rahatsız edebilecek
tek etkileri, çektikleri acılarla sizin hiçbir şey yokmuş gibi davranmanızı
zorlaştırmak olabilecek o kurbanlar kimlerdir?
“Bizleriz
... biz, akıllı insanlarız.
“Sizin kaçındığınız bütün o değerlere sebep
sağlayan biziz, düşünme sürecini yerine getiren biziz. O süreç kimliği
tanımlama ve sebep-sonuç bağlarını keşfetme sürecidir. Size bilmesini,
konuşmasını, üretmesini, arzu etmesini, sevmesini biz öğrettik. Mantığı terk
eden sizler ... eğer mantığa bağlı kalan bizler olmasaydık, isteklerinize
ulaşamaz, hattâ neyi isteyeceğinizi bile bulamazdınız. Yapılmamış giysileri,
üretilmemiş otomobili, icat edilmemiş parayı bilip isteyemez, karşılık olarak
var olmayan Tanrıları, bir şey yaratmamış insanlarca yaşanmamış hayranlıkları,
ancak düşünme kapasitesini koruyanlara ait olan sevgiyi, seçmeyi, değer vermeyi
öneremezdiniz.
“Balta girmemiş ormandan fırlayan vahşiler
gibi bizim New York’umuzun Beşinci Caddesi’ne sıçrayan, sokak ışıkları kalsın
ama jeneratörler gitsin diyen sizler! Bizi yok ederken kullandığınız servet
bizim servetimiz, bizi lânetlerken kullandığınız değerler bizim değerlerimiz,
aklı inkâr ederken kullandığınız dil bizim dilimiz.
“Manevî mistikleriniz nasıl cenneti dünyaya
benzer biçimde yarattı, yalnızca bizim varlığımızı eklemekten kaçtıysa ... ve
size maddesizlikten mucizeyle oluşacak ödüller vaadettiyse, bedenin çağdaş
mistikleri de bizim varlığımızı unuttu, size maddenin sebepsiz olarak kendi
kendini biçimlendirdiği bir cennetle, akılsız kafalarınızın arzulayacağı
ödülleri vaadetti.
“Yüzyıllar boyunca manevî mistikler
varlıklarını bir korunma düzeni sayesinde sürdürdüler ... o düzen,
dünyadaki hayatı dayanılmaz hale getirmek, sonra sizden avuntu ve rahatlama
karşılığında para sızdırmak, varoluşu mümkün kılacak tüm değerleri yasaklamak,
sonra sizin suçluluğunuza binerek gitmek, üretimi ve zevki günah ilan etmek,
sonra günahkârlardan şantaj parası toplamaktı. (Kilise) Biz, akıldan yana olan insanlar, onların
inancının isimsiz kurbanları durumuna düştük, oysa biz onların manevî kodunu
yıkmaya, mantık günahının lanetini taşımaya istekliydik. Onlar dileklerde
bulunur, dualar ederken, biz düşünerek hareket ettik ... ahlâkî nedenlerle
suçlanıp dışarı itildik. Yaşamak bir suç oldu, biz hayat kaçakçısı sayıldık,
bu arada onlar, maddesel açgözlülüğe kaş çatan bir ahlâkî şatafat içinde, yok
olanların ürettiği ürünleri fedakâr bir iyilikseverlikle saçıp dağıtmaya
yöneldiler.
“Şimdi artık bizi zincire vurdular, bize
günahkâr kimliği bile tanımadılar, bizim var olmadığımızı iddia eden vahşiler
bize ‘ÜRETİN’ diye emir verdiler, üretmediğimiz malları onlara sağlamadığımız
takdirde, sahip olmadığımız hayatı elimizden alma tehdidi savurdular. Şimdi
bizden, demiryollarını çalıştırmayı sürdürmemiz, kıtayı aşan bir trenin uç
noktaya tam hangi dakikada varacağını bilmemiz bekleniyor. Çelik fabrikalarını
çalıştırmamız, köprülerinizin kablolarında, sizi havada destekleyen
uçaklarınızın gövdelerinde bulunan her damla metalin moleküler yapısını
bilmemiz bekleniyor ... Bu arada sizin o iğrenç küçük mistikleriniz de dünyanın
cesedini paylaşma kavgasına tutuşuyor, lisan sayılamayacak sesler çıkararak
ilke diye bir şey olmadığını, absolü diye bir şey olmadığını, bilgi diye, akıl
diye bir şey olmadığını haykırıp duruyor.
“Ağzından çıkan sihirli sözler sayesinde
gerçeği değiştirebileceğine inanan vahşiden de daha aşağı düzeylere indiler,
gerçeği ağızlarından çıkmayan kelimelerin gücüyle değiştirebileceklerini
sandılar. Burada kullandıkları sihirli alet de yine silmekti ... Onların
varlığını kabul etmediği hiçbir şeyin, o büyüyü aşıp var olamayacağı inancına
sarıldılar.
“Bir yandan çalıntı
maddî servetle beslenirken, diğer yandan da çalıntı kavramlarla akıllarını
desteklediler, dürüstlüğün, çaldığınızı kabullenmemek olduğunu ilan ettiler.
Sebepleri inkâr edip etkileri yüceltirken, bizim kavramlarımızı kullanıp, o
kavramların kökünü ve varlığını inkâr ettiler. Sınaî tesisleri inşa etmek
yerine devralma yollarını ararlarken, bir yandan da düşünmeyip, İnsanî
düşünceyi devralmanın peşine düştüler.
“Bir fabrikayı yönetmek için makinelerin
kranklarını çevirmeyi bilmenin yeterli olduğunu savunurken, o fabrikayı kimin
yarattığı konusunu sildiler ... hiç kimlik yokmuş gibi davrandılar, hareketten
başka hiçbir şeyin varlığını istemediler, hareketin aslında hareket edecek bir
şeyi gerektirdiğinin üstünde durmadılar, kimlik olmadan hareket diye bir
kavramın olamayacağını da anlamadılar. Hak edilmemişi tüketme hakkına sahip
olduklarını tekrarlayıp dururken, o üretileni kimin üreteceğini pas geçerken,
kimlik kanunu diye bir şey olmadığını, değişimden başka hiçbir şeyin var
olmadığını söylediler, ama değişim için de değişecek bir şeyler olması, o
şeylerin bir halden bir başka hale geçmesi gerektiğini pas geçtiler. KİMLİK
TANIMLANMADIKÇA, DEĞİŞİME DE İMKÂN YOKTUR. Nasıl sanayicileri soyuyor, onların
değerini inkâr ediyorlarsa, aynı şekilde tüm varoluş üzerinde kontrol gücünü
ele geçirmeye çalışıyor, ama varoluşun varlığını inkâr ediyorlardı.
‘Biz hiçbir şey bilmediğimizi biliyoruz,’
diye gıdaklarlarken, bilme iddiasında bulunduklarını görmezden geldiler. ‘Absolü
diye bir şey yoktur,’ derken, bir absolü ilan etmekte olduklarını
anlamadılar. ‘Var olduğunu ve bilince sahip olduğunu kanıtlayamazsın,’ diye
gıdakladılar, kanıt denilen şeyin ön şartlarının var olmak, bilinçli olmak ve
karmaşık bir bilgi zincirine sahip olmak olduğunu unuttular. Burada bilinecek
bir şeyin varlığının, onu bilecek bir bilincin ve kanıtlanmışla kanıtlanmamış
gibi kavramların arasındaki farkı ayırt edebilen öğrenilmiş bilginin şart
olduğunu anlamadılar.
“Konuşmayı öğrenmemiş
bir vahşi, varoluşun kanıtlanması gerektiğini ilan ettiğinde, onun var olmayış
yoluyla kanıtlanmasını bekliyordun Bilincinizin kanıtlanmasını isterse, sizden
varoluş ve bilinç dışındaki boşluğa adım atmanızı, kendisine her ikisinin
kanıtını vermenizi istiyordur ... yani sizden sıfırın bilgisini kazanmanızı,
sıfır olmanızı istiyordur.
“Aksiyomun rastgele bir seçim olduğunu
söylüyor ve kendisinin var olduğu aksiyomunu kabul etmeyeceğinde direniyorsa,
ağzından çıkan cümleyle onu kabul ettiğini görmezden geliyor, onu reddetmenin
tek yolunun ağzını kapatmak, hiçbir teori öne sürmemek ve ölmek olduğunu
anlamıyordur.
“Aksiyom, bilginin dayanağını belirleyen
ifadedir, o bilgiyle ilgili daha başka bilgileri de ihtiva eder, tüm bu diğer
ifadelerin içinde zaten vardır, konuşan onu belirlemeyi seçse de, seçmese de,
oradadır. Aksiyom öyle bir önermedir ki, muhaliflerinin bile onu inkâr etme
sürecinde önce onu kabullenmesini gerekli kılarak onları alt eder. Kimlik
aksiyomunu kabul etmeyen mağara adamı, onu inkâr etmeye kalkışırken kimlik kavramını
ve ondan türeyen kavramları kullanmak zorundadır. Dilbilgisinde isim diye bir
kavram olduğuna inanmayan bir antropoid (insana benzeyen maymun), savını ifade
etmek için isimsiz, sıfatsız ya da fiilsiz bir dil geliştirmek zorundadır.
Duyusal algılamanın geçerliliğine inanmayan
sihirbaz doktor, bunu duyusal algılarla topladığı bilgiler olmadan yapabilir
mi?
Mantığın varlığını kabullenmek istemeyen
bir kafatası avcısı, tezini mantık kullanmadan kanıtlayabilir mi?
Gökdelenlerin ellinci kattan sonraki
katlarının temele ihtiyacı olmadığını ileri süren bir pigme, bırakın kendi
binasının altındaki dayanağı çeksin, sizinkini değil. İnsan aklının
özgürlüğünün bir sanayi uygarlığı yaratmak için gerekli olduğunu, ama şimdi
artık buna ihtiyaç kalmadığını söyleyen yamyama, üniversitede ekonomi kürsüsü
verileceğine bir ok başıyla bir ayı postu verilsin.
“Sizi gerisingeri karanlık çağlara
götürmekte olduklarını mı düşünüyorsunuz?
Onlar sizi tarihin hiç görmediği kadar
karanlık bir çağa götürüyorlar. Onların amacı, bilim-öncesi çağa dönmek değil,
konuşma öncesi çağa dönmek. İnsanın aklının, hayatının ve kültürünün bağlı
olduğu kavramı elinizden almak istiyorlar ... o da objektif gerçeklik
kavramıdır. İnsan bilincinin gelişmesini izleyin, onların inancının amacını hemen
görürsünüz.
“Vahşi adam, A’nın A olduğunu, gerçekliğin
gerçek olduğunu kavramamış olan adamdır. Aklını bebek aklı düzeyinde
durdurmuştur, bilincin ilk duyusal algılarını derlemeye başladığı aşamada
takılıp kalmıştır, henüz katı cisimleri birbirinden ayırt etmeyi öğrenmemiştir.
Dünya, ancak bir bebeğin gözüne hareket bulanıklığı gibi görünür, ancak bir
bebek hareket eden cisimleri göremez. O bebeğin aklının doğduğu gün de, ikide
bir yanından geçip duran şeyin annesi olduğunu, onun arkasındaki hareketin de
perde olduğunu, bunların katı cisimler olduğunu, birinin değişip öteki
olamayacağını, neyseler o olduklarını ve var olduklarını kavradığı gündür.
Maddelerin iradesi olmadığını anladığı gün, kendinin iradesi olduğunu da anlar.
İşte o an, onun insan olarak doğduğu andır. Aynada gördüğünün bir hayal
olmadığını, gerçek olduğunu, ama kendisi olmadığını, çölde gördüğü serabın da
aldatma olmadığını, onu oluşturan havanın ve ışınların gerçek olduğunu, ama
bunun kent olmadığını, yalnızca kentin yansıması olduğunu, herhangi bir anda
kendisinin bir takım duyguların pasif alıcısı olmadığını, duyularının ona
bağlamsız, parça parça bilgiler vermeyip, her şeyi birleştirmeyi aklına
öğretmesi gerektiğini öğrendiği gün, duyularının kendisini aldatamayacağını,
fiziksel varlıkların sebepsiz harekete geçmeyeceğini, algılama organlarının
fiziksel olup kendi iradeleri olmadığını, icat etme ya da çarpıtma gücüne de
sahip olmadıklarını, ona verdikleri bilginin absolü olduğunu, ama aklının bunu
anlamayı öğrenmesi gerektiğini, aklının doğayı, sebepleri, duyusal algılarından
gelen her türlü malzemeyi keşfetmesi gerektiğini, algıladığı şeyleri
kimliklendirme işini aklının yapacağını anladığı gün ... o artık düşünen bir
adam olarak, bir bilim adamı olarak doğmuştur.
“O güne ulaşabilen insanlar bizleriz; siz
oraya kısmen ulaşmayı seçenlersiniz; vahşiler ise oraya hiçbir zaman
ulaşamazlar.
“Vahşiye göre, dünya, anlaşılmaz
mucizelerin diyarıdır, cansız maddelere her şey olabilir, ama kendisi hiçbir
şey yapamaz. Dünyası sadece bilinmeyen değildir, aynı zamanda mantıksız bir
kâbustur ... aslında bilinemeyendir.
Fiziksel objelerde esrarengiz bir irade
bulunduğuna inanır, bunların sebepsiz, önceden bilinmez biçimde hareket
ettiğine inanır, ama kendini, kontrol edemediği güçlerin elinde çaresiz bir
piyon gibi hisseder. Ruhunu gücü her şeye kadir şeytanların yönettiğini
sanır, gerçekliği onların kaypak oyunları olarak nitelendirir, onların,
istedikleri an elindeki çorba kâsesini yılana, karısını böceğe
dönüştürebileceğini düşünür. Onun ömründe hiç tanımadığı A’yı onlar her an,
her türlü A olmayan şeye dönüştürebilirler. Tek bir şey bilmektedir, o da
bilmeye teşebbüs etmemesi gerektiğidir.
HİÇBİR ŞEYE GÜVENEMEZ,
YALNIZCA DİLEYEBİLİR, TÜM HAYATINI DİLEMEKLE GEÇİRİR, O ŞEYTANLARDAN KENDİSİNE
İSTEDİKLERİNİ ÖYLESİNE VERMELERİNİ İSTER, VERİLDİĞİNDE BUNU ONLARDAN BİLİR,
VERİLMEZSE SUÇU KENDİNDE ARAR, ONLARA MİNNETİ İÇİN DE, GÜNAHLARI İÇİN DE
KURBANLAR SUNAR, KORKULAR İÇİNDE, KARNI ÜZERİNDE SÜRÜKLENİR, GÜNEŞE VE AYA,
RÜZGÂRA VE YAĞMURA, ÖNÜNE ÇIKABİLECEK OLAN VE KENDİNİ ONLARIN SÖZCÜSÜ OLARAK
TANITAN HER ZORBAYA TAPAR VE BUNLARIN HEPSİNDEN KORKAR.
O zorbaya inanması için gerekli olan tek
şey, sözlerinin anlaşılmaz, maskesinin korkunç olmasıdır. Dilekte bulunur,
yalvarır, sürünür ve ölür, size de bir zamanlar kendisinin var olmuş olduğunun
izi olarak çapık çurpuk idol (put) heykellerini bırakır ... yarı insan, yarı
hayvan, yarı örümcek, kısacası, A olmayan dünyanın simgeleri.
“Onun entelektüel düzeyi, sizin modern
öğretmenlerinizinkiyle aynıdır, onların sizi indirgemek istediği düzey de odur.
“Eğer bunu hangi yöntemlerle yapmaya
kalkıştıklarını merak ediyorsanız, herhangi bir üniversitenin sınıfına girin. Orada
profesörlerin çocuklarınıza, insanın hiçbir şeyden emin olamayacağını
söylediğini duyacaksınız. İnsan bilincinin hiçbir geçerliliği olmadığını,
hiçbir gerçeği, hiçbir varoluş kanununu öğrenemeyeceğini, objektif gerçeği
bilmesine imkân olmadığını söyleyeceklerdir. O zaman, o kişinin gerçeklik
bilgisinin standardı nedir?
‘Başkaları neye
inanıyorsa ona’
diye cevap vereceklerdir. Öğrettikleri hiçbir bilgi yoktur, yalnızca inanç
öğretmektedirler. SİZİN VAR OLDUĞUNUZA İNANMANIZ BİR İNANÇ MESELESİDİR Kİ
BU, BİR BAŞKASININ SİZİ ÖLDÜRMEYE HAKKI OLDUĞUNA İNANMASIYLA EŞ DEĞERDEDİR. Bilimsel
aksiyomlar birer inançtır, bir mistiğin vahiylere olan inancının ötesinde
değildir. Elektrik ışığının jeneratörden gelişi bir inançtır, ayın ilk
hilâl gününde duvara dayanmış merdivenin altında bir tavşanayağını öpmekle ışık
yanacağı da aynı değerde bir inançtır. Gerçek denilen, insanlar neyi istiyorsa
odur, ‘insanlar’ sözü de sizden başka herkesi kapsamaktadır. Gerçeklik,
insanların gerçek dediği herhangi bir şeydir, objektif gerçekler yoktur,
yalnızca insanların rastgele dilekleri vardır ... laboratuvarında, test tüpleri
arasında bilgiyi mantığıyla arayan adam, eski moda, bâtıl inançlı bir
budaladır. GERÇEK BİLİM ADAMI, ORTALIKTA DOLAŞIP
KAMUOYU YOKLAMASI YAPANDIR. Eğer çelik direk üretenlerin bencil
açgözlülüğü olmasa, New York kentinin var olmayacağını bile öğrenebilirsiniz, çünkü
yapılan anketler, kimsenin öyle bir yerin var olacağına inanmadığını
göstermektedir.
“YÜZYILLAR BOYUNCA MANEVİYATIN
MİSTİKLERİ HEP İNANCIN MANTIKTAN ÜSTÜN OLDUĞUNU TEKRARLAYIP DURMUŞLAR, AMA
MANTIĞIN VARLIĞINI YİNE DE REDDETMEYE CESARET EDEMEMİŞLERDİR. Onların
mirasçısı ve ürünü olan beden mistikleri, geri kalan işi bitirmiş, eskilerin
rüyasını gerçekleştirmiştir. Her şeyin inanç olduğunu ilan edip, bunu inanca
karşı bir isyân olarak nitelemişlerdir. Kanıtlanmamış iddialara karşı bir
isyân. Hiçbir şeyin kanıtlanamayacağını ileri sürmektedirler. Doğaüstü
bilgilere karşı isyân olarak, hiçbir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını iddia
etmektedirler. Bilim düşmanlarına karşı isyân olarak, bilimin bâtıl inanç
olduğunu savunmaktadırlar. Aklın esir alınmasına karşı isyân olarak, akıl diye
bir şey olmadığını savunmaktadırlar.
“Eğer algılama gücünüzü teslim ederseniz,
standardınızın objektiften kollektife kaydırılmasına izin verir de insanların
size ne düşüneceğinizi söylemesine razı olursanız, inkâr ettiğiniz gözlerinizin
önünde bir değişimin daha yer almakta olduğunu görürsünüz; öğretmenlerinizin
kollektifi yönetmeye başladığını anlarsınız. Eğer emirlerini dinlemez, onlara, ‘Siz
insanlığın tümü değilsiniz,’ derseniz, onlar da size, ‘olmadığımızı
nereden biliyorsun?’ diyeceklerdir. ‘Değil mi, kardeş? Bu demode
fikirleri de nereden edindin?’
“Eğer amaçlarının bu olduğundan kuşku
duyuyorsanız, beden mistiklerinin size ‘akıl’ diye bir şeyin var olduğunu ne
büyük bir ihtirasla unutturmaya çalıştığına bakın. Tanımlanmamış kavramları,
lastikli anlamları, bitirilmeyen cümleleri hatırlayıp, sizi düşünme kavramından
uzaklaştırmaya çabaladıklarına bakın. Size bilincinizin reflekslerden,
tepkilerden, güdülerden ve dürtülerden oluştuğunu söylüyorlar, bu bilgiyi
nereden edindiklerini açıklamayı reddediyorlar, bunu söylerken kendilerinin
yaptığı şeyi de, dinlerken sizin yaptığınız şeyi de tanımlamaktan kaçınıyorlar.
Kelimelerin sizi şartlandırma gücü vardır, diyorlar, kelimelerde neden sizin
boşalmış beyninizi değiştirme gücü olduğunu tanımlamıyorlar. Kitap okumakta
olan bir öğrenci, onu boş beyniyle anlayacak. Nörotik birine yardım edecek bir
ruh hekimi, sorunu boş beyinle çözecek. Sanayici ... çizin onun üstünü ... öyle
biri yok. Fabrika bir doğal kaynaktır. Tıpkı ağaç gibidir, kaya gibidir, çamur
birikintisi gibidir..
“SİZE ÜRETİM
SORUNUNUN ÇÖZÜMLENDİĞİNİ, ARTIK ONU İNCELEMEYE YA DA ONUN İÇİN KAYGILANMAYA
GEREK OLMADIĞINI SÖYLÜYORLAR. Sizin ‘reflekslerinizin’ çözmek zorunda
olduğu tek sorun, dağıtım sorunu, diyorlar. Kim çözmüş üretim sorununu?
Buna, insaniyet diye cevap veriyorlar. Çözüm neymiş? Mallar burada. Nasıl
geldiler buraya? Bir şekilde. Hangi sebeple? Hiçbir şeyin sebebi yoktur.
“Dünyaya gelmiş herkesin, hiç çalışmadan
yaşama hakkı olduğunu söylüyorlar, bunun tersini açıkça gösteren kanunlara
aldırmaksızın, her insanın ‘asgari geçim standartlarına sahip olma hakkı
olduğunu, kendisine yiyeceğini, giyeceğini, barınağını vermek gerektiğini ileri
sürüyorlar. Bunun için hiçbir çaba göstermesi gerekmez, bu onun doğal ve
doğuştan hakkıdır, diyorlar. VERMEK ... AMA KİMDEN ALINARAK VERİLECEK? Boşluk! Her
insan, dünyada yaratılan teknolojik yararlarda eşit hakka sahiptir, diyorlar.
Yaratılan ... ama kimin tarafından? Boşluk! Sanayicilerin savunucusu
pozunda gözükmüş korkaklar şimdi ekonomiyi şöyle tarif ediyorlar: ‘İnsanların
sınırsız arzularıyla, sınırlı miktarda sunulan mallar arasında bir ayarlama.’
Sunulan ... ama kimin tarafından? Boşluk! Kendilerine profesör süsü veren entelektüel
bıçkınlar, geçmişin düşünürlerine omuz silkiyor, onların teorileri insanın
rasyonel bir varlık oluşu gibi pratik olmaktan uzak bir varsayıma dayalıydı, diyorlar.
Oysa insan rasyonel olmadığına göre, demek ki irrasyonel olarak da
yaşayabilmesini sağlayacak bir sistem gerekir, diyorlar. Bunun anlamı da,
gerçekliğe karşı gelerek yaşamak demek. Bunu kim mümkün kılacak? Boşluk! Yolunu
şaşıran her salak, insanlığın üretimini kontrol altına alma planları
yayınlıyor. Verdiği istatistikleri kabullenen ve kabullenmeyenler de, onun o
planı silah zoruyla uygulama hakkını hiç sorgulamıyor. Kime uygulanacak?
Boşluk. Sebepsiz gelirlere sahip rastgele kadınlar çıkıp dünyayı
geziyor, geri döndüklerinde, dünyanın geri halklarının daha yüksek bir yaşam
standardı talep ettiğini söylüyorlar. Talep! Kimden? Boşluk.
“Ve balta girmemiş ormandaki köyle New York
kenti arasındaki farka ilişkin soruları oyalamak için de, insanın sanayi
sürecini ayıplanacakk bir biçimde izah ediyorlar ... gökdelenleri, asma
köprüleri, elektrik motorlarını, demiryolu trenlerini açıklamak için, insan ‘âlet
yapma içgüdüsüne sahip’ bir hayvandır, diyorlar.
“Dünyanın nesi var diye merak mı
ediyordunuz?
Sizler şu anda, sebepsizlik ve hak
edilmemişlik inancının son perdesini seyrediyorsunuz. Maddenin ya da ruhun
mistiklerinden oluşan tüm çeteleriniz, sizi yönetme gücü için birbirleriyle
kapışmış durumda, hırlıyorlar, kükrüyorlar, tüm manevi sorunlarınızın çaresinin
sevgi, tüm bedensel sorunlarınızın çaresinin kırbaç olduğunu söylüyorlar ...
aklı olmamayı kabullenen sizler için! İnsana inekten daha az değer veren bu
güruhlar, her hayvan eğitmeninin söyleyebileceği şeylere kulak asmıyor, işkence
edilen filin artık işkencecinin emriyle çalışmayacağını, yük taşımayacağını,
ilk fırsatta işkenceciyi ezeceğini bilmezden geliyor, insanoğlunun hala
elektronik tüpleri, süpersonik uçakları, atom parçalayan motorları,
gezegenlerarası teleskopları üretmeye devam etmesini bekliyorlar ... ödülü
önüne atılan bir porsiyon et, özendiricisi de sırtında şaklayan kırbaç olarak.
“Mistiklerin karakterini sakın yanlış
anlamayın. Sizin bilincinizi sabote etmek onların çağlardan beri temel amacı
olmuştur ... tek arzuları da gücü ele geçirmek, sizi zorla yönetmek
olagelmiştir.
“Balta girmemiş ormanlarda gerçekliği
iğrenç saçmalıklara çevirip çarpıtan, kurbanlarının aklını duraklatan, yüzyıllar
boyunca onları doğaüstü korkusuyla terörize eden sihirbaz-doktorların
rimellerinden, Orta Çağ’ın insanları çamur tabanlı kulübelerde tutan, onsekiz
saat çalışma karşılığında bulabildikleri çorbayı önlerinden şeytan çalacak diye
korkutan doğaüstü doktrinlerine, beyninizin düşünme kapasitesi olmadığı
masalını söyleyen, algı gücünüz olmadığına göre, o doğaüstü gücün, yani
‘Toplumun’ iradesine körü körüne uymanız gerektiğini söyleyen sinsi
gülümseyişli profesöre kadar, hepsi aynı amaç uğruna aynı performanstan
ibarettir: Sizi bilincinin geçerliliğini teslim etmiş bir tür hamura çevirmek.
“Ama bu da sizin onayınız olmadan
yapılamaz. Eğer yapılmasına izin verirseniz, hak etmişsiniz demektir.
“Mistiklerin insan aklının yetersizliği
konusundaki gevelemelerini dinleyip de, onun bilincinden kuşkulanacağınız yerde
kendi bilincinizden kuşku duymaya başladığınızda, yarı-rasyonel durumunuzun her
söze göre tehlikeli şekilde sarsılmasına izin vermiş olursunuz, sonunda, onun
üstün gözüken güvenine ve bilgisine teslim olmaya karar verebilirsiniz.
Buradaki komik durum hem size hem de ona gülmeyi gerektirir. O mistiğin güveni
yalnızca sizin onu onaylamanızdan gelecektir. O mistiğin korktuğu doğaüstü güç,
taptığı o bilinmez ruh, çok güçlü saydığı o bilinç, hep sizinkilerdir.
“Mistik dediğiniz, başkalarının aklıyla
ilk karşılaştığında kendi aklını teslim etmiş olan adamdır. Çocukluğunun
derinliklerinde bir yerde, kendisinin gerçeklik anlayışı başkalarının
iddialarıyla çatıştığında, karşıdakilerin keyfi emirleri ve çelişkili talepleri
karşısında bu kişi bağımsız kalmaktan öylesine büyük bir korkuya kapılmıştır
ki, aklî yetenekleri rasyonel yeteneğini hemen teslim etmiştir. ‘BİLİYORUM
Kİ’ sözüyle ‘DİYORLAR Kİ’ sözü arasında kalan kavşakta, bu kişi,
başkalarının otoritesini seçmiş, anlamak yerine itaat etmeyi, düşünmek yerine
inanmayı kabullenmiştir. Doğaüstü korkusu, başkalarının üstünlüğüne inanmakla
başlar. Bu kişinin teslim oluşu, anlamayışını saklama yoluna yönelmiştir. Başka
herkesin bildiği esrarengiz bir bilgiye sahip olmayan yalnızca kendisiymiş gibi
hissetmektedir. Gerçeklik, artık, başkalarının istediğidir ve bu güç kendisi
için ebediyen kapanmıştır.
“O andan başlayarak, düşünmekten korkan bu
kişi artık belirsiz duyguların insafına kalmış durumdadır. Tek rehberi duygularıdır,
o duygular onun son kalan kişisel kimliğidir, onlara müthiş bir sahiplik
duygusuyla sarılır ... ve elinden hangi düzeyde düşünmek geliyorsa, onu da
duygularının aslında korku olduğunu kendinden saklamaya yöneltir.
“Bir mistik size,
mantıktan daha güçlü bir şeyin varlığını hissediyorum dediği zaman, bir şey
hissettiği doğrudur, ama o hissettiği şey evrenin her şeye kadir süper-ruhu
değildir, karşısına çıkan herhangi birinin bilincidir, çünkü kendisi kendi
bilincini çoktan teslim etmiştir. Mistik, başkalarının o her gücü içeren
bilincini etkilemeye, hile yapmaya, iltifat etmeye, kandırmaya ve zorlamaya
yönelmiştir. Onun gözünde gerçeğin tek anahtarı, ‘onlar’dır.
Onların esrarengiz gücünü koşumlayıp
kullanamazsa, onların onayını alamazsa, var olamayacağını hissetmektedir. Onlar
onun tek algılama yoludur, körü yönlendiren köpek gibidir, yaşayabilmek için
onlara tasma takmak zorunda olduğunu hissetmektedir. Başkalarının bilincini kontrol etmek onun tek ihtirası
haline gelmiştir; güç hırsı, terk edilmiş zihinlerin boşluğunda yetişen bir
yaban otudur.
“HER DİKTATÖR BİR MİSTİKTİR, HER MİSTİK DE POTANSİYEL BİR DİKTATÖRDÜR. Mistik,
insanlarla anlaşmaya varmayı değil, onların kendisine itaat etmesini ister.
Onlardan bilinçlerini kendi emirlerine, isteklerine, kaprislerine teslim
etmelerini ister, kendisi de bunun karşılığında kendi bilincini onlara teslim
eder. İnsanlarla ilişkilerinde inancı ve gücü kullanır, insanların onayını ...
eğer gerçeklere ve mantığa dayanarak kazanmak zorundaysa ... istemez. Mantık,
onun en korktuğu düşmanıdır, aynı zamanda da onu tehlikeli saymaktadır.
Onun gözünde mantık, kandırmanın bir yoludur ... insanlarda mantıktan daha
güçlü bir kuvvetin olduğunu hissetmektedir. Güven duygusunu ancak kendi
sebepsiz inançlarından ya da uyguladığı zorlamalı boyunduruktan elde edebilir,
ancak o zaman sahip olmadığı mistik güç üzerinde bir kontrol elde ettiğini
hisseder. Arzusu emretmektir, ikna etmek değil. İkna etmek bir
bağımsızlık eylemi gerektirir ve objektif gerçeklerin absolü niteliğine
dayanır. Onun aradığı, gerçeğin üzerinde güç sahibi olmak, insanların gerçeği
algılayışını etkilemek, aklını etkilemektir, kendi iradesini varoluşla bilincin
arasına sokacak gücü aramaktadır, insanlar onun emrettiği gerçeği sahiden
yaratmaya razı olmaları durumunda bunu gerçekleştirmek mümkünmüş gibi
davranmaktadır.
“Mistik nasıl maddenin asalağıysa, nasıl
başkalarının yarattığı servete el koyarak yaşıyorsa ... nasıl ruhun da
asalağıysa, başkalarının yarattığı fikirleri yağmalıyorsa ... aynı şekilde,
kendi çarpık gerçeğini yaratan delinin bile düzeyinde değildir, orada da
deliliğin asalağıdır, çünkü başkalarının yarattığı çarpıklıkları
kullanmaktadır.
“Mistiğin sonsuzluğa, sebepsizliğe,
kimliksizliğe duyduğu özlemin ancak bir tek cevabı vardır: ÖLÜM.
İfadelendirilemeyen hislerinin sebeplerini hangi tür anlaşılmaz gerekçelere
atfederse etsin, gerçeği inkâr eden, varoluşu da inkâr etmiş demektir. O andan
sonra artık onu güden hisler, insan hayatının tüm değerlerinden nefret
etmektir, o değerleri yok eden her kötülüğe de özlem duymaktır. Acı çekmeyi
seyretmek mest eder onu. Yoksulluğu, boyun eğmeyi, korkuyu seyretmek de öyle.
Bunlar ona bir zafer duygusu verir, bunları, rasyonel gerçeği alt etmiş
oluşunun kanıtları sayar. Ama başka bir gerçek de yoktur zaten.
“Kimin
refahına hizmet ettiğini iddia ederse etsin, ister Tanrı’ya, ister ‘Halk’
dediği o bedeni ruhundan koparılmış kavrama hizmet ettiğini söylesin, doğaüstü
boyutta hangi ideali ileri sürerse sürsün ... aslında, gerçekte, onun ideali ölümdür,
arzusu öldürmektir, tek tatmin yolu işkencedir.
“MİSTİKLERİN İNANCININ TEK BAŞARASI
YIKIMDIR. Sizin de bugün ulaştığınız sonucun yine bu olduğu görülmektedir.
Ve eğer eylemlerinin getirdiği harap durum onları doktrinlerini sorgulamaya
yöneltmiyorsa, eğer hala sevgiden ötürü böyle davrandıklarını söylüyor, biriken
ceset yığınlarından etkilenmeksizin yollarına devam ediyorlarsa, bunun nedeni,
ruhlarının aslında sizin onlara kullanma izni verdiğiniz o özürden daha
karanlık, daha kötü oluşudur ... o özür, amacın aracı mazur göstereceğidir,
yani sebep oldukları korkunçlukların aslında çok soylu amaçlar uğruna işlendiği
özrüdür. Oysa, aslında onların varacağı sonuç, bu korkunçluklardan başka bir
şey değildir.
“Sizler, kendini mistik
bir diktatöre uyumlandırıp onun emirlerine uyabileceğini düşünecek kadar
yozlaşmış olanlar ... bilin ki onu memnun etmenin bir yolu yoktur. İtaat
ettiğiniz zaman, bu sefer emirlerini tersine çevirecektir. İtaati itaatin
hatırı için, yıkımı da yıkımın hatırı için istemektedir. Bir mistiğin
isteklerine teslim olarak onu idare edebileceğinizi sanacak kadar saf
olanlarınıza söylüyorum ... onu caydırmanın bir yolu yoktur. İSTEDİĞİ
RÜŞVET SİZİN HAYATINIZDIR. Ne kadar yavaş ya
da hızlı teslim etmeye razı olursanız, o kadar yavaş veya hızlı. Onun rüşvetle
etkilemeye çalıştığı canavar da kendi beynindeki boşluktur. O boşluk onu
öldürmeye yöneltmektedir ki, istediği ölümün kendininki olduğunu öğrenmekten
kaçabilsin.
“Sizler, bugün dünyada başıboş kalan
güçlerin açgözlülük güdümünde, maddesel yağma amacıyla hareket ettiğine
inanacak kadar saf ve masum olanlar ... mistiğin yağmalama çabası aslında kendi
amaçlarının ne olduğunu kendi zihninden saklamak için bir paravandır. Servet
insan hayatıyla ilgilidir, onlar yaşayan canlıları taklit edercesine
serveti kapışıyor, kendi kendilerine hayatı istiyormuş gibi numara yapıyorlar.
Ama yağma lükslere yönelmeleri, bir keyif almak için değil, bir kaçış ve
kurtuluş içindir. Onların istediği sizin servetinizi almak değil ... aslında
onu sizin kaybetmenizi istiyorlar. Başarılı olmak değil, sizin başarısız
olmanızı istiyorlar. Yaşamak istemiyorlar, sizin ölmenizi istiyorlar.
İstedikleri hiçbir şey yok, var olmaktan nefret ediyorlar, habire koşuyorlar,
esas nefret ettiklerinin kendileri olduğunu öğrenmekten kaçmaya çalışıyorlar.
“Sizler, kötülüğün niteliğini hiçbir zaman
anlayamamış olanlar, onları ‘yanılgı içindeki idealistler’ olarak görenler ...
icat ettiğiniz Tanrı affetsin sizi! Kötülüğün esası onlar zaten. Onlar
... o anti-hayat objeler, dünyayı yiyip yutarak kendi ruhlarının boşluğunu
doldurmaya yelteniyorlar. İstedikleri sizin servetiniz değil. Onlarınki akla
karşı bir komplo ... kısaca, hayata ve insana karşı bir komplo.
“Bu lideri ve yönü olmayan bir KOMPLO.
Şu sıra şu ya da bu diyarın acılarından yararlanan o rastgele küçük
kabadayılar, yüzyılların barajı yıkıldığında patlayan selin üstüne binebilmiş
lâğım fareleri. Baraj gölü bir mantık nefreti, yetenek nefreti, başarı nefreti,
neşe nefreti gölüydü. Onu yüzyıllardan beri oraya biriktiren, kalbin beyinden
üstün olduğunu söylemiş tüm anti-insan vaizlerdi.
“Bu komplo, yaşamayı değil, yaşamanın
yanlarına kâr kalmasını isteyenlerin komplosu, gerçeğin yalnız bir köşesini
kırpmak isteyenlerin, ama hisleri nedeniyle, öbür köşeleri kırpanların yanına
sürüklenenlerin komplosu. Sıfırı bir değer olarak kovalayanları birbirine
bağlayan ve birleştiren halkaların komplosu. Düşünme yeteneği olmayan,
öğrencilerinin zihnini sakatlamaktan zevk alan profesör, kendi durağanlığını
koruyabilmek için rakiplerinin yeteneğini zincire vurmaktan zevk alan işadamı,
kendine duyduğu nefreti savunabilmek için özsaygısı olan insanları çökertmekten
hoşlanan nörotik, başarıyı yıkmayı seven beceriksiz, büyüklüğü yok etmekten
zevk alan sıradanlık, tüm zevkleri yok etmeyi arayan hadımlık ... ve onlara
entelektüel cephane sağlayan herkes, iyiliğin çökertilmesiyle tüm günahların
sevaplara dönüşeceğine dair nutuk atanların tümü dahil bu komploya. Bunların
teorilerinin kökünde yatan şey ölüm, eylemlerinin pratikteki amacı ölüm ... ve
siz de onların son kurbanlarısınız.
“Bizler sizin, inancınızla aranızdaki canlı
tamponduk. Şimdi artık orada değiliz. Bu nedenle de, sizi kendi seçtiğiniz
inançların etkilerinden koruyacak hiçbir şey kalmadı. Artık ömrünüz boyunca
biriktirdiğiniz borcu ya da sizden önceki kuşaklar boyunca yığılmış açıkları
canımızla ödemeye razı değiliz. Zaten ödünç alınmış bir süreyi yaşıyordunuz ...
Ben, bu borcun tahsil edilmesi için çağrı yapan adamım.
“Aklınızdaki boşluklar sayesinde varlığını
görmezden gelebildiğiniz kişi benim. Ben ölmesini de, yaşamasını da
istemediğiniz kişiyim. Yaşamamı istemediniz, çünkü fırlatıp attığınız
sorumluluğu benim taşıdığımı, hayatlarınızın bana bağlı olduğunu bilmekten
korkuyordunuz; ölmemi de istemiyordunuz, çünkü aslında bilmek istemediğiniz o
gerçeği biliyordunuz.
“Oniki yıl önce, sizin dünyanızda
çalıştığım sıralarda, ben (John Galt) bir mucittim. İnsanlık tarihinde en son
ortaya çıkmış olan ve geriye, insan-altı çağa kayarken de ilk kaybolacak olan
meslektendim. MUCİT, evrene ‘Neden?’ diye
soran insandır, o cevapla kendi aklı arasına hiçbir engelin girmesine de izin
vermez.
“Buharın kullanılmasını keşfeden adam gibi,
ya da petrolün kullanılmasını keşfeden adam gibi, ben de bir enerji kaynağı
keşfettim. Yerkürenin var oluşundan beri varolmuş bir kaynaktı, ama insanlar
onu nasıl kullanacaklarını bilememiş, yalnızca tapınma, korkma ya da kükreyen
Tanrı efsaneleri için yararlanma biçiminde kullanmışlardı. Bana ve beni
istihdam edenlere servet kazandıracak bir motorun deneysel modelini tamamladım.
O motor, enerji kullanan her tesisin etkinliğini yükseltecek, hayatınızı
kazanmak için çalışarak geçirdiğiniz her saate daha yüksek verimin armağanını
getirecekti.
“Derken bir gece, bir fabrika
toplantısında, başarımdan ötürü ölüme mahkûm edilmiş olduğumu kulaklarımla
duydum. Üç parazit kalkmış, beynimin ve hayatımın kendi malları olduğunu, benim
var olma hakkımın şarta bağlı olduğunu, onların arzularını tatmin etmek zorunda
olduğumu söylüyorlardı. Yeteneğimin amacının, daha az yetenekli olanların
ihtiyaçlarına hizmet etmek olduğunu söylüyorlardı. Yaşama becerimden ötürü
yaşamaya hakkım olmadığını, kendilerinin yaşama hakkının ise beceriksizlikleri
nedeniyle şartsız olduğunu söylüyorlardı.
“İşte o zaman dünyada neyin bozuk olduğunu
gördüm. İnsanları ve ulusları neyin yok ettiğini, hayat savaşının hangi cephede
verilmesi gerektiğini anladım. Düşmanın aslında tersine çevrilmiş bir ahlâk
anlayışı olduğunu fark ettim ... o anlayışın tek gücünün de benim vereceğim
onay olduğunu görebildim. Kötülüğün güçsüz olduğunu ... mantıksız olduğunu, kör
olduğunu, gerçek dışı olduğunu gördüm. Zaferi kazanmak için bir tek silah
kullanabilirdi, o silah da, iyilerin buna hizmet etmeye istekli oluşuydu. Çevremdeki parazitler nasıl kendilerinin benim aklıma
çaresizce bağımlı olduklarını ilan ediyor ve benim de, zorlayacak güce sahip
olmadıkları bir köleliği gönüllü olarak kabul etmemi bekliyorlarsa, Planlarını
başarılı kılmak için nasıl benim kendimi yok etmeme güveniyorlarsa ... aynı
şekilde, dünyanın her yanında ve insanlık tarihinin her döneminde, her türlü
biçime girmiş olarak, serseri akrabaların yükünden, kollektivist ülkelerin
saçma uygulamalarına kadar hepsinde, iyiler, yetenekliler, mantıklılar kendi
kendilerini yok etmişlerdir. Kendi
nitelikli kanlarını kötülere aktarmış, kötülerin de kanlarını onlara
aktarmasına izin vermiş, böylelikle kötülere sağ kalma şansı tanımış, kendi
değerlerine de ölümün güçsüzlüğünü getirmişlerdir. Her değerli insanın
yenilgisi sürecinde, sonunda belli bir noktaya varıldığını, o noktada kötülüğün
kazanabilmesi için onun kendisinden onay çıkması gerektiğini gördüm. Eğer o bu
onayı vermezse, dışardan ona yapılabilecek hiçbir kötülüğün başarıya
ulaşamayacağını gördüm. Sizin haksızlıklarınıza son vermek için aklımdaki bir
tek kelimeyi telâffuz etmenin yeterli olduğunu gördüm. Ve o kelimeyi söyledim. ‘Hayır’
dedim.
“Çıktım o fabrikadan. Sizin dünyanızdan
çıktım. Kurbanlarınızı uyarmayı, sizinle mücadele etmeleri için gerekli metodu
ve silahı onların eline vermeyi kendime iş edindim. Metod, ödülün düşürülmesini
reddetmekti. Silah da adaletti.
“Eğer benim terk edip gidişimle neyi
kaybettiğinizi, grevcilerim sizin dünyanızdan ayrıldığında nelerden yoksun
kaldığınızı bilmek istiyorsanız, insanoğlunun keşfetmediği bir boşluğun
kıyısında durup kendinize sorun ... düşünmeyi reddedince, size yapılacak
hareketleri öğretecek kimseyi bulamayınca, nasıl sağ kalabileceğinizi, ne kadar
bir süre sağ kalabileceğinizi kendinize sorun. Ya da eğer düşünmeyi seçerseniz,
aklınızın ne kadar keşifte bulunabileceğini sorun ... hayatınız boyunca kaç tane bağımsız sonuca vardığınızı, ne kadar bir
süreyi başkalarından öğrendiğiniz eylemleri yaparak geçirdiğinizi sorun
kendinize ... toprağı işleyip
kendi yiyeceğinizi elde edebilir miydiniz, sorun ... tekerleği icat edebilir
miydiniz, bir levye yapabilir miydiniz, bir endüksiyon sistemi, bir jeneratör,
bir elektronik tüp yapabilir miydiniz ... sonra da, yetenekli insanlar sizin
emeğinizin meyvelerini yiyerek yaşayan, sizin ürettiğiniz serveti elinizden
alan sömürücüler miymiş, kendinize sorun ... onları köleleştirecek güce sahip
olduğunuza inanacak cesaretiniz var mıymış, sorun. Kadınlarınız dönsünler, balta girmemiş ormandaki eskimiş
suratlı, sarkık memeli kadınlara bir baksınlar, o kadınları yüzyıllar boyunca
bir çanakta yiyeceği döve döve ezerken görsünler ... ve kendilerine bir sorsunlar, bakalım ‘âlet
yapma içgüdüleri’ onlara buzdolaplarını, çamaşır makinelerini, elektrik
süpürgelerini sağlayabilecek miymiş, ve eğer sağlayamayacaksa, bütün bunları
‘içgüdü kullanmayarak’ sağlamış olanları yok etmeye istekli iniymişler.
“Fikirleri yaratan şeyin insanların üretimi
olduğuna, makinenin insan düşüncesinin ürünü olmayıp, insan düşüncesini yaratan
mistik bir güç olduğuna dair bir şeyler geveleyip duran siz vahşiler, çevrenize
bir bakın. Sanayi çağını siz keşfetmiş değilsiniz ... siz barbarlık
çağlarının ahlâkına sarılıyorsunuz. Kölelerin kas gücünü kullanarak ancak
sefil bir insan yaşamının sağlanabildiği çağların ahlâkına sığınıyorsunuz. Her
mistik, kendisini çok korktuğu maddî gerçeklikten koruyabilmek için kölelerinin
olmasını özlemiştir. Ama siz, iğrenç küçük atavistler, çevrenizdeki
gökdelenlere, fabrika bacalarına kör gibi bakıyor, maddesel üreticiler olan
fizikçi, mucit, sanayici gibi insanları köleleştirmenin hayallerini
kuruyorsunuz. Üretim kaynaklarının kamu mülkiyetine geçmesini istemekle, aklın
kamu mülkiyetine geçmesini sağlamaya çalışıyorsunuz. Grevcilerime, sizin hak
ettiğiniz tek cevabın ne olduğunu öğrettim. O cevap, ‘Gücün yetiyorsa gel de
al,’ cevabıdır.
“Cansız maddenin gücünü kontrol altına alma
imkânına sahip olmadığınızı ilan ediyorsunuz, sonra kalkıp, çapına
erişemeyeceğiniz başarılan gerçekleştiren insanların aklını kontrol altına
almaya çalışıyorsunuz. Bizsiz yaşayamayacağınızı söylüyor, ama sağ kalmamızın
koşullarını bize dikte etmeye çalışıyorsunuz. Bize ihtiyacınız olduğunu
söylüyor, sonra da bizi güç kullanarak yönetme hakkına sahip olduğunuz
küstahlığına sığınıyorsunuz. Sizin ödünüzü koparan o fiziksel doğadan hiç
korkmayan bizlerin, lafazanlıkla sizi kandırıp oyunuzu almış her sersemin emir
vermesi karşısında sineceğimizi sanıyorsunuz.
“Sizin önerdiğiniz sosyal düzenin ana
hatları şöyle: kendi hayatınızı yönetmeyi beceremiyorsunuz, ama başkalarının
hayatını yönetebilirsiniz ... özgürlük ortamına yaşayamazsınız, ama her gücü
elinde toplamış yönetici olabilirsiniz ... kendi aklınızı kullanarak hayatınızı
kazanamazsınız, ama politikacıları değerlendirip onlara oy verebilirsiniz, hiç
incelemediğiniz bilimleri, hiç tanımadığınız başarıları, odacısı bile
olamayacağınızı itiraf ettiğiniz dev sanayileri yönetecek görevlere onları
atayabilirsiniz.
“Sıfıra tapan kültünüzün bu idolü, bu
güçsüzlük sembolü, bu bağımlılık timsali, sizin değer standardlarıruzın
imajıdır ... ve ruhunuzu ona bakarak biçimlendirmeye çalışmaktasınız.
Herhangi bir yozlaşmışlık karşısında, ‘İnsanlık hali!’ diye çığlıklar atıyor,
bu korkunç alçalmayla insanı zayıf, ahmak, sümsük, kötü, yalancı, başarısız,
korkak, sahtekâr diye nitelendiriyor, kahramanın, düşünenin, üretenin, mucidin,
güçlünün, amaçlının, dürüstün oluşturduğu insan ırkından dışarı sürüyorsunuz
... sanki hissetmek insanlıkmış, ama düşünmek değilmiş gibi, başarısız olmak
insanlıkmış, başarmak değilmiş gibi, sahtekârlık insanlıkmış, dürüstlük
değilmiş gibi ... sanki ölümün tarafı insana uyarmış, ama yaşamın alanı uyamazmış
gibi.
“Onurumuzu elimizden alıp sonra da
servetimizi kapabilmek için, bizi her zaman, ahlâkî saygıyı hiç hak etmeyen
köleler olarak gördünüz. Kâr amacı gütmediğini iddia eden her girişimi överek
göklere çıkardınız, o girişimi mümkün kılan kârları sağlamış adamları hep
lânetlediniz. Para ödemeyenlere hizmet götüren her projeyi ‘KAMU YARARINA’
diye nitelediniz, parayı ödeyenlere götürülen hizmetleri hiç kamu yararına
saymadınız. ‘KAMU YARARI’ dediğiniz şey hep sadaka olarak verilen şeyler oldu, ticaret yapmak halka zarar vermek sayıldı. ‘KAMU
YARARI’, hak etmemişlerin yararı anlamına geldi, hak edenlerin bir refah
düzeyine sahip olması kınandı. Sizin gözünüzde ‘KAMU’, hiçbir değer yaratmamış,
hiçbir başarı göstermemiş olanlar demek. Böylece bir şey yaratanlar, size sağ
kalmanız için gerekli olan malları sağlayanlar, hemen ‘kamu’ kavramının dışına
atıldı, hattâ insan neslinden bile kovuldu.
“Kurbanlarınızın ‘hayır’ demesi tüm
Planınızın çökmesine yeterliyken, bu çelişkiler yumağını yutturabileceğinizi
sanmanız, bunu ideal toplum olarak Planlamanız, acaba hangi zihinsel boşluk
yüzünden ortaya çıktı? Küstah bir dilencinin, yaralarını sergileyerek,
kendinden daha nitelikli kişilerden tehdit zoruyla dilenmesine izin veren
nedir? Siz de tıpkı o dilenci gibi, bizim acıma duygumuza güvendiğinizi
söylüyorsunuz, ama gizli umudunuz aslında bizim suçluluk duygumuza
güvenebileceğinizi size öğreten o ahlâk düzeniniz oluyor. Sizin günahlarınız,
yaralarınız ve başarısızlıklarınız karşısında, bizim kendi değerlerimizden
suçluluk duymamızı bekliyorsunuz. Varoluş yolunda başarılı olmaktan,
lânetlediğiniz hayatın zevkini çıkarmaktan suçluluk duymamızı bekliyor, ama
yine de sizin yaşamanıza yardım etmemiz için bize yalvarıyorsunuz.
“John Galt’ın kim olduğunu bilmek mi istiyordunuz?
Ben
yeteneğini suç olarak görmeyi reddeden ilk insanım. Değerlerim için kefaret
ödemeyi, onları yok edilmemde araç olarak kullandırmayı reddeden ilk insanım.
Birilerini sağ tutma imtiyazı uğruna kendimi tüketmemi isteyenlerin elinde
kurban edilmeyen ilk insanım. Onlara ihtiyaç duymadığımı dile getiren ilk
kişiyim. Benimle alışveriş düzeyinde ilişki kurmayı öğrenecekleri güne kadar,
değere karşı değer ödemeyi öğrenecekleri güne kadar, bensiz yaşamak zorundalar,
ben de onlarsız yaşarım. İhtiyaç kiminmiş, yetenek kiminmiş, öğrenmelerini
sağlarım. Eğer standart olan, insanın sağ kalmasıysa, o sağ kalışa giden yolun
hangisi olduğunu anlamalarını sağlarım.
“Tarih boyunca hep sessiz çekimserlikle
yapılan şeyi, ben Planlayarak yaptım. Greve giden akıllı adamlar her zaman
olmuştu. Bunu ya itirazlarını ya da çaresizliklerini göstermek için
yapmışlardı. Ama bu eylemlerinin anlamını hiçbir zaman bilememişlerdi. Sosyal
yaşamdan çekilip düşüncelerine gömülen, ama düşüncelerini kimseyle paylaşmayan
adam, yıllarını bir köşede beden işleri yaparak geçirirken, aklındaki ateşi
saklayan, onu hiçbir zaman biçimlendirmeyen, ifade etmeyen, gerçekleştirmeyen,
onu nefret ettiği dünyaya sunmayı reddeden adam, tiksinerek vazgeçen,
başlamadan pes eden, teslim olmaktansa vazgeçen, kapasitesinin pek azıyla iş
gören, bulamadığı idealin özlemiyle kavrulan adam ... hep grevdeydi.
Mantıksızlığa karşı, sizin dünyanıza, sizin değerlerinize karşı grevdeydi
hepsi. Ama kendi değerlerini bilmiyorlardı, o yüzden öğrenme girişimine de kalkışmadılar.
Umutsuz güceniklikleri içinde, haklılıklarının hak olduğunu bilmeksizin,
gerçekliğin gücünü, akıllarının özendiricilerini size teslim ettiler,
isyanlarının hedefini anlamamış âsîler olarak, aşklarını tanıyamamış âşıklar
olarak, boş yere silinip gittiler.
“Sizin Karanlık Çağ diye bildiğini o
kötü dönemler aslında greve giden zekânın çağıydı. Yetenekli insanlar
yeraltına girmiş, gizli gizli çalışmış, sonra da akıllarının ürünleriyle
birlikte ölüp gitmişlerdi. İnsanoğlunun sağ kalmasını ancak kendini feda eden
en cesur birkaç kişi sağlamıştı. Mistiklerin yönetiminde geçen her çağ,
duraklama çağıdır, ihtiyaçlar çağıdır, insanların çoğu varoluşa karşı
grevdedir, kendilerini sağ tutabilecek değerlerin altında bir ücrete
çalışmışlardır, yöneticilere yağmalayabilecekleri şeyler olarak ancak çer çöp
bırakmışlardır. Düşünmeyi reddetmiş, girişimde bulunmayı, üretmeyi
reddetmişlerdir, çünkü kârlarının son tahsildarı olan, doğruya yanlışa karar
verecek olan otoritenin, mantıktan üstün, eli sopalı bir İlâhî güç olarak onay
almış yaldızlı bir dejenereden başka bir şey olmadığını görmüşlerdir. İnsanlık
tarihinin yolu, ikide bir akıl boşluklarıyla gölgelenen, inancın ve kaba gücün
aşındırdığı çorak mesafelerden oluşmakta, yalnızca arada sırada kısa süreli
güneş ışınları parıldamaktadır. O kısa süre içinde, akıl sahibi insanların
açığa çıkan enerjisi sizi şaşırtan harikalar yaratmakta, hayranlığınızı
uyandırmakta, ama sonra hemen yeniden sönüp karanlıklara gömülmektedir.
“Ama bu sefer sönme olmayacaktır. Mistiklerin
oyunu artık bitmiştir. Kendi gerçek dışı dünyanızın içinde, kendi gerçek
dışı koşullarınız tarafından yok edilip gideceksiniz. Biz, akıl sahibi
insanlar, sağ kalacağız.
“Daha önce sizi hiç terk etmemiş türden
kurbanları greve çağırdım. Sahip olmadıkları silahı ellerine verdim ... o
silah, kendi mânevi değerleridir. Onlara dünyanın bizim olduğunu, YAŞAMA
AHLÂKI diye nitelendirilmesi gereken düzenimiz nedeniyle onu ne zaman
istersek devralabileceğimizi öğrettim.
Onlar, insanlığın kısacık yaz mevsimi
sırasında tüm harikaları üretmiş olanlar, sanayiciler, maddeyi fethedenler,
aslında kendi haklarının niteliğini keşfetmiş değillerdi. Gücün kendi ellerinde
olduğunu biliyorlardı. Ben onlara, şerefin de ellerinde olduğunu öğrettim.
“Sizler, bizi doğaüstü vizyon gördüğünü
iddia eden her mistikten aşağıda sayanlar ... yağmalanmış bozuk paraları
akbabalar gibi kapışırken, servet yaratanlardan çok falcılara değer verenler
... işadamlarını ayıplarken her sahtekâr sanatçı özentisini alkışlayanlar ...
sizin standartlarınızın kökü, ilkel bataklıklardan, ölüm kültünden gelen o
mistik miazmadır (havaya yayılan ufak zararlı maddecikler veya mikroplar) ...
işadamını, sizi sağ tutuyor diye ahlâk dışı saymaktadır.
Bedenin kaba
isteklerinin üzerine yükselmek istediğinizi söylüyorsunuz, yalnızca fiziksel
ihtiyaçlara cevap vermek istemiyoruz, diyorsunuz ... fiziksel ihtiyaçların
kıskacına sıkışmış olan kimdir?
Şafaktan guruba kadar
bir tas pirinç uğruna kara sabanı süren Hindu mu, yoksa traktörüne binip
çalışan Amerikalı mı?
Fiziksel gerçeği
fethetmiş olan kimdir?
Çivili yatakta mı, yoksa
yaylı şiltede yatan mı?
İnsan ruhunun maddeye
galebe çaldığının gerçek anıtı hangisidir?
Ganj nehri kıyılarının
mikrop yuvası kulübeleri mi, yoksa New York’un Atlas Okyanusu kıyısındaki kent siluetleri
mi?
“Bu soruların cevaplarını öğrenmediğiniz
sürece, insanın başarıları karşısında saygı duruşuna geçmeyi öğrenmediğiniz
sürece, çok sevdiğimiz ve lânetlemenize izin vermeyeceğimiz bu dünyada fazla
uzun süre kalamazsınız. Sinsi yollara yönelip ömrünüzün geri kalanını
sürdüremezsiniz. Ben tarihin doğal akış süresini kısalttım, başkalarının
sırtına yüklemek niyetinde olduğunuz bedelin keşfedilmesini sağladım. Artık,
ölüme tapanlara hak etmedikleri şeyleri sağlayacak olan, sizin son sağ kalma
gücünüz olacak, o yolda da tükenecektir. Hain bir gerçeğin sizi yendiğini
söyleyerek kendinizi avutmaya kalkmayın ... sizi yenen, kendi kaçınmalarınızda
Soylu bir ideal uğruna ölüyormuş numarası yapmaya da kalkmayın ... siz,
insandan nefret edenlere yem olup gidiyorsunuz.
“Ama hala gururundan geriye bir şeyler
kalmış olanlara, hayatı sevenlere, bir seçim yapma fırsat daha tanıyorum.
Hiçbir zaman inanmadığınız ve uygulamadığınız bir ahlâk düzeni uğruna yok
olmayı isteyip istemediğinize karar verin. Kendinizi yok etmenin eşiğinde bir
an durun, kendi değerlerinizi, kendi hayatınızı bir inceleyin. Servetinizin
envanterini çıkarmayı bilen insanlar olarak, bir de aklınızın envanterini
çıkarın.
“Bu ahlâka uymak istemediğinizi, kendinizi
yok etmek gibi bir arzunuz olmadığını, bu ahlâk düzeninden ürktüğünüzü ve
nefret ettiğinizi, çocukluğunuzdan beri suçluluk dolu bir sır olarak
saklıyordunuz, başkalarının ‘biz hissediyoruz’ dedikleri o ahlâkî
içgüdülerin sizde hiç bulunmadığını kendinize bile itiraf etmekten
çekiniyordunuz. Fedakâr sevgiyi, başkalarına hizmet aşkını ne kadar az
hissediyorsanız o kadar yüksek sesle haykırıyor, benliğinizi görmesinler diye,
onu vücudunuzun dolabında kilitli bir iskelet olarak keşfedilmesinden korkarak
sesinizi giderek yükseltiyordunuz. Aldattığınız, o sizi aldatan kişiler de
dinliyor, yüksek sesle onaylıyor, kendi içlerinde de aynı sırrın var olduğunu
sizden saklamaya çalışıyorlardı. Varoluş sizin aranızda dev bir roldü.
Birbirinize yaptığınız bir gösteriydi. Her biriniz tek suçlu manyağın kendisi
olduğunu sanıyor, ancak başkalarının bilebildiği ahlâkî otoriteyi tanımış gibi
yapıyor, var olmayan gerçekliği kabullenmiş rolü oynuyor, hiç kimse bu fasit
daireyi kırma cesaretini gösteremiyordu.
“Uygulanamaz nitelikteki inancınızla ne
türlü şerefsiz bir uzlaşmaya girmiş olursanız olun, hala sürdürmeyi
başardığınız ne türlü bir sefil denge, yarı-sinisizm, yarı-bâtıl inanç var
olursa olsun, kökte yatan ölümcül paradoks hala yerli yerinde duruyor, ve size,
ahlâkî olanla pratik olanın birbirinin tersi olduğunu anlatıyor.
Çocukluğunuzdan beri, hiçbir zaman tam olarak ne olduğunu anlamaya cesaret
edemediğiniz bir seçimden korkup kaçıyorsunuz: Eğer pratik olan, yani var olmak
için uygulamanız gereken, iyi sonuç veren, başarılı olan, amacınıza ulaşmanızı
sağlayan, size yiyecek sağlayan, sevinç getiren, sizi kârlı çıkaran her şey
kötüyse ... ve iyi olanlar, ahlâkî olanlar da yalnızca pratik olmayanlar,
başarısız olanlar, yıkanlar, çaresizlik getirenler, size zarar verenler, kayıp
ve acı verenlerse ... o zaman seçiminiz, ya ahlâklı olmak ... ya da yaşamak
manasına gelecektir.
Sin: Nanna
Sümer mitolojisindeki ay-tanrıdır. Kaderin tanrısı olarak da anılan Nanna,
Enlil ve Ninlil'in oğludur. Nanna Sümerce “aydınlatıcı” mânâsına gelir. Kutsal
şehri Ur'dur. Babil ve Asur'da ise bu tanrıya Sin denmiş, ve ona Harran'da da
tapılmıştır. Kanatlı bir boğayı süren Sin'in lapis lazuliden bir bıyığı vardı.
“O canavarca doktrinin tek sonucu, ahlâkı
hayattan silmek olmuştur. Siz, ahlâk kurallarının yaşamakla hiçbir ilgisi
olmadığına inanarak büyüdünüz. Ahlâkın hayat üzerindeki tek etkisinin belki bir
engel, bir tehdit oluşturmak olduğunu sandınız. İnsanın varoluşunun ahlâk
dışı bir jungle (çok sık ağaçlı ve yüksek otlu vahşi orman) ortamından
gerçekleştiğine, orada her şeye izin verildiğine, her şeyin sonuç verdiğine
inandınız. Donmuş zihinlere inen o çarpıtıcı sis içinde, inancınızın
lânetlediği kötülüklerin aslında yaşayabilmek için gerekli olan değerler
olduğunu gözden kaçırdınız. Varoluşun pratik çarelerini siz kötülüklerin ta
kendisi sandınız. Uygulanamayacak ‘iyiliğin’ kendini feda etmek olacağını
unutup, özsaygının uygulanmaz olduğunu kabullendiniz; üretimin ‘kötülük’
olduğuna inanıp, soygunu pratik saydınız.
“Haritalanmamış bir ahlâksızlık çölünde,
her esen rüzgâra göre sallanan çaresiz bir dal gibisiniz, ne tam kötü olmaya
razısınız, ne de yaşamayı seçebiliyorsunuz. Kendinize karşı dürüst olduğunuz
anlarda, kendinizi enayi yerine konmuş gibi hissediyor, bir güceniklik duyuyorsunuz.
Hile yaptığınızda, korkuyor, utanıyorsunuz. Mutlu olduğunuz zamanlarda
neşenizi bozan bir suçluluk duygusu var. Acı çekerken, acının en doğal
durum olduğunu sanmak, ıstırabınızı daha da çok arttırıyor. Hayranlık
duyduğunuz adamlara acıyor, onların başarısızlığa mahkûm olduğuna
inanıyorsunuz. Nefret ettiğiniz adamlara imreniyor, onları varoluşun
ustaları olarak görüyorsunuz. Bir sahtekârla karşılaşınca, kendinizi
silahlarınız elinizden alınmış gibi hissediyor, kötülüğün nasılsa kazanacağına
inanıyorsunuz, çünkü ahlâk nasılsa güçsüz, nasılsa pratik değil.
“Sizin gözünüzde ahlâkî davranış, görev,
sıkıntı, ceza ve acıdan oluşmuş bir korkuluk ... geçmişinizin ilk öğretmeniyle
bugünün ilk vergi tahsildarı arasında bir melez ... çorak arazide kendi başına
duran, sopasını sallayıp sizin zevklerinizi kovalamaya, kaçırmaya çalışan bir
korkuluk... üstelik zevk de sizin gözünüzde sıvılar içinde boğulmuş bir beyin,
akılsız bir yosma, parasını at yarışına yatıran ahmak bir yaratık demek, çünkü
zevk hiçbir zaman ahlâkî olamayacağına göre, ancak bunlardan oluşabilir.
“Gerçek inancınızı
tanımlarsanız, orada üçlü bir lânetleme bulursunuz ... KENDİNİZE,
HAYATINIZA, DEĞERLERİNİZE DÖNÜK BİR LÂNETLEME. Sonunda vardığınız iğrenç
sonuç, ahlâkın kaçamayacağınız bir kötülük olduğundan başka bir şey olamaz.
“Neden gurursuz
yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz?
Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkûm sorularla karşılaştığınızı,
hayatınızın niçin imkânsız çelişkilerle dolduğunu, neden ‘YA BEDEN YA RUH’ gibi,
‘YA AKIL YA KALP’ gibi, ‘YA GÜVEN YA ÖZGÜRLÜK’ gibi, ‘YA KÂR
YA KAMU YARARI’ gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız
kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?
“Cevap yok diye çığlıklar mı
atıyorsunuz? O cevapları hangi yollarla bulmayı umuyordunuz ki?
Algılama âletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir
esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp
atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı
izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz.
“İki saatten beri beni dinlerken
çakıldığınız o kararsızlık alanı, bir cümleye sığdırılmış korkaklık formülüdür:
Ama biz aşırılıklara kaçmak zorunda değiliz!’ Hep kaçınmaya çalıştığınız
aşırılık, gerçekliğin nihaî sonuç olduğunun bilincidir, A’nın A olduğudur,
doğrunun doğru olduğudur. Uygulanması imkânsız olan, kusurluluğu ve ölümü talep
eden bir ahlâk kodu, size tüm fikirleri sisler içinde boğmayı öğretmiş, hiçbir
kesin yargıya varmaya izin vermemeyi, her kavramı yaklaşık saymayı, her
davranış kuralını esnek bulmayı, hiçbir ilkeye bağlanmamayı, her değerden taviz
vermeyi, her yolun tam ortasından gitmeyi öğretmiş. Doğaüstü absolüleri kabul
etme imkânınızı elinizden almakla, doğadaki absolüyü de reddetmeye zorlamış
sizi. Ahlâkî kararlan imkânsız kılmakla, rasyonel yargılama yeteneğinizi yok
etmiş, ilk taşı atmanızı yasaklayan o ahlâk kodu, taşların niteliğini
kabullenmenizi de, ne zaman kendinizin taşlanmakta olduğunuzu anlamanızı da
yasaklamış size.
“Yargılamayı reddeden adam, aynı fikirdeyim
diyemeyen, ama farklı fikirdeyim de diyemeyen adam, absolü diye bir şey yoktur
deyip kendini sorumluluklardan kurtardığını sanan adam, bugün dünyada
dökülmekte olan tüm kanların gerçek sorumlusudur. Gerçeklik bir absolüdür,
varoluş bir absolüdür, bir toz zerresi de absolüdür ... aynı şekilde, insan
hayatı da absolüdür. Yaşayacak veya ölecek olmanız da absolüdür. Bir dilim
ekmeğiniz olup olmayacağı da absolüdür. O ekmeği kendiniz mi yiyeceksiniz,
yoksa bir yağmacının midesine girişini mi seyredeceksiniz, o da absolüdür.
“HER
KONUNUN İKİ YÖNÜ VARDIR: bir yönü doğru, öteki yanlıştır, ama
ortası her zaman kötüdür. Yanlışa giden adam bile doğruya birazcık
saygı besler, en azından seçim yapmanın sorumluluğunu kabullenmiş sayılır. Ama
ortadaki adam doğruyu görmezden gelir, bu yolla, karşısında bir değerler
seçiminin var olmadığı numarasına sığınır. Her savaşı sonuna kadar
dışardan seyretmeye hazırdır, masumların kanının dökülmesine, suçlulara doğru
karnı üzerinde sürünerek yanaşmaya razıdır, o suçluların mahkemesinde soyanın
da, soyulanın da kodese gönderildiğine aldırmaz, orada anlaşmazlıkları çözmek
için düşünenle budaladan yarı yolda buluşmalarının istenmesinden rahatsız
olmaz. Eğer yiyecekle zehir arasında bir uzlaşma varsa, bu ne tür uzlaşma
olursa olsun, sonunda kazanan ancak ölüm olacaktır. İyi ile kötü arasındaki
uzlaşmadan da ancak kötü yararlı çıkar. İyinin kanını kötüyü beslemek için
aktarıp tüketen o kan nakli işleminde de uzlaştırıcı, nakilde kullanılan
elastik tüptür.
“Yarı rasyonel, yarı korkak olan sizler,
gerçeklikle bir oyun oynuyordunuz, ama kandırdığınız kurbanlar da
kendinizdiniz. İnsanlar kendi değerlerini ‘vasat’a indirgediğinde, bu sefer
kötülük eline bir absolü güç geçirir, iyiler ödünsüz bir amaca sadakati elden
bırakınca, onu yerden sahtekârlar alır ... bunun sonucunda ortaya, büzülen,
pazarlık eden, ihanet eğilimli bir iyiyle, kendini haklı gören ve hiç ödün
vermeyen bir kötü çıkar.
BEDEN MİSTİKLERİ size
cehaletin biliyor gibi yapmak demek olduğunu söylediklerinde nasıl teslim
olmuşsanız, şimdi de ahlâksızlığın ahlâkî yargılama olduğunu haykırdıkları
zaman yine teslim olursunuz.
Kendinizin haklı olduğunuzdan emin olmanın bencillik olduğunu söylediklerinde,
onlara hemen, hiçbir şeyden emin olmadığınızı söylersiniz. İnançlarınıza
bağlı kalmanın ahlâksızlık olduğunu öne sürdüklerinde, hiçbir inancınız
olmadığı konusunda onlara güvence verirsiniz. Avrupa’nın halk
devletlerinden gelen kabadayılar, sizin yaşama arzunuzla onların sizi öldürme
arzusunu bir görüş ayrılığı olarak değerlendirmiyorsunuz diye sizi
hoşgörüsüzlükle suçladıklarında, hemen büzülüyor, hiçbir dehşet karşısında
hoşgörüsüz olmadığınızı iddia ediyorsunuz. Asya’nın mikroplu mağaralarında
yaşayan yalınayak bir serseri size, ‘Ne hakla zengin olabiliyorsun!’
diye haykırdığında, ondan özür diliyor, sabırlı olması için ona yalvarıyor, her
şeyi çabucak bağışlayacağınız konusunda ona güvence veriyorsunuz.
“Var olmaya hakkınız olmadığını
kabullendiğiniz anda işlediğiniz ihanetin kör çıkmazına artık varmış
bulunuyorsunuz. Bunun ‘bir uzlaşma’ olduğuna inandığınız anda, kendiniz
için yaşamanın kötü olduğunu, çocuklarınızın hatırı için yaşamanın ahlâklı
olduğunu kabullenmişsiniz demektir. Ardından, çocuklarınız için yaşamanın
bencillik, toplum için yaşamanın ahlâklı davranış olduğunu kabullenirsiniz.
Ondan sonra, toplumunuz için yaşamanın da bencillik olduğunu, ancak ülkeniz
için yaşamanın ahlâklı olduğunu kabullenmeye gelir sıra. Bugün de, dünyanın
en büyük ülkesi olan bu ülkeyi, dünyanın her yanından gelen her densizin
kemirmesine göz yumuyor, ülkeniz için yaşamanın bencillik olduğunu, tüm yerküre
için yaşamak gerektiğini söylüyorsunuz. Yaşamaya hakkı olmayan adamın
değerlere sahip olmaya da hakkı olamaz, zaten onları elinde de tutamaz.
“Çeşitli ihanetlerle dolu yolunuzun
sonunda, silahlarınız, güveniniz, şerefiniz elinizden alınmış durumda, son
ihanetinizi işler, entellektüel iflas dilekçenizi imzalarsınız; bu arada bedenin
mistikleri kendilerini mantığın ve bilimin şampiyonu ilan ederler, siz
hemen onaylarsınız, en başta gelen ilkenizin inanç olduğunuzu söylersiniz,
mantığın düşman taraf olduğunu, ama sizin inançtan yana olduğunu belirtirsiniz.
Çocuklarınızın çarpılmış, şaşkın zihinlerinde varlık mücadelesi sürdüren
rasyonel dürüstlük kalıntılarına karşılık, bu ülkede yaratılmış fikirleri
destekleyecek hiçbir rasyonel görüşünüz olmadığını, özgürlüğün, mülkiyetin,
adaletin, hakların varlığının hiçbir rasyonel temele dayanamayacağını, bunların
mistik içgörüye dayandığını, ancak inançla kabul edilebileceğini söylersiniz,
mantık alanında düşmanın haklı olduğunu, ama aslında inancın mantıktan üstün
olduğunu savunursunuz. Çocuklarınıza yağmalamanın, işkence yapmanın,
köleleştirmenin, kamulaştırmanın, öldürmenin rasyonel olduğunu, karşılarına
çıkan mantık kışkırtmalarına karşı koymaları, irrasyonellik disiplinine bağlı
kalmaları gerektiğini söylersiniz; gökdelenlerin, fabrikaların, radyoların,
uçakların inanç ürünü olduklarını, mistik sezgilerden doğduklarını, buna
karşılık açlıkların, toplama kamplarının, idam mangalarının da hep mantıksal
varoluş biçiminin ürünü olduğunu ileri sürersiniz ... sanayi devriminin aslında
inançlı insanların, Ortaçağ diye bilinen mantık çağına karşı ayaklanması
olduğunu savunursunuz. Bir yandan da aynı solukta ve aynı çocuğa, Halk
Devletlerini yöneten yağmacıların maddesel üretim konusunda bu ülkeyi
geride bırakacaklarını, çünkü onların bilimi temsil ettiğini, ama fiziksel
zenginlik peşinde koşmanın kötü olduğunu, insanların maddesel zenginlikten
vazgeçmesi gerektiğini söylersiniz ... yağmacıların ideallerinin soylu
olduğunu, ama onların bunu ciddi uygulamadıklarını, oysa sizin ciddi
olduğunuzu, amacınızın yağmacılara karşı mücadele vererek yine onların
amaçlarını yerine getirmek olduğunu, onların bunu yapamayacağını ama sizin
yapabileceğinizi söylersiniz. Onlarla mücadele etme yolunun onlardan önce
davranıp neyiniz varsa bağışlamak olduğunu anlatırsınız. Ondan sonra,
çocuklarınızın neden halk kabadayılarına katıldığına, neden yarı deli
serseriler haline geldiklerine şaşar, yağmacıların fetihlerinin neden kapınıza
giderek yaklaştığını anlayamazsınız ... hepsini insanların aptallığına yorar,
kitlelerin mantığa açık olmadığını söylersiniz.
“Apaçık gözüken şeyi, yağmacıların akla
karşı sürdürdüğü savaşı görmezden gelir, onların en kanlı cezaları hep düşünme
suçuna verdikleri gerçeğini inkâr edersiniz. Beden mistiklerinin pek çoğunun
aslında işe ruh mistikleri olarak başladığını, habire bir yandan öbür yana
geçip durduklarını, materyalist ve maneviyatçı diye ayırdıklarınızın aslında
aynı bölünmüş insanın iki yarısı olduğunu, hep birleşme olanağı aradığını, ama
bunu da, ya bedenin, ya da ruhun yok edilmesinde aradığını görmezden
gelirsiniz. Sizin üniversitelerinizden fırlayıp Avrupa’daki köle yuvalarına
koşmakta, oradan Hindistan’ın mistik çamuruna
atılmakta, gerçeklikten ve akıldan kaçıp nereye olsa sığınmaya hazır olduklarını
fark etmezsiniz.
“Hepsini görmezden gelip kendi ‘inanç’
riyakârlığınıza sarılırsınız ki yağmacıların sizi o ahlâk kodunuz sayesinde
kıskaca almış olduğunu görmeyebilesiniz. Yarı itaat edip yarı kaçındığınız o
ahlâk düzeninin son ve sürekli uygulayıcısı yağmacılardır, onlar da onu
uygulanabileceği tek şekilde uygulamakta, dünyayı bir kurban fırınına çevirerek
uygulamaktadırlar. Ahlâk düzeniniz onlara tek çıkar yolla muhalefet etmenizi
yasaklamaktadır, o yol, kurbanlık hayvan olmayı reddetmek, var olma hakkınıza
gururla sahip çıkmaktır. Onlarla sonuna kadar mücadele etmek için yapılması
gereken, kabullendiğiniz bu ahlâk kodunu reddetmektir.
“Bunları görmezden gelirsiniz, çünkü
özsaygınız o mistik ‘BENCİL OLMAMA’ kavramına bağlıdır. Böyle bir şeye hiç sahip
olmadığınız ve onu hiç uygulamadığınız halde, upuzun yıllar boyunca hep öyle
bir şeye sahipmişsiniz gibi gözükmeye çalıştığınız için, ondan vazgeçme fikri
içinizi korkuyla doldurur. Hiçbir değer özsaygıdan daha üstün değildir, ama siz
yatırımınızı kalp bonolara yapmışsınızdır ve şimdi de ahlâk düsturunuz sizi
tuzağa sıkıştırmıştır, özsaygınızı koruyabilmek için kendinizi yok etme inancı
safında savaşmanız gerekmektedir. Burada şaka yapılan kişi sizindir.
Açıklayamadığınız ve tanımlayamadığınız o özsaygı ihtiyacı aslında benim ahlâk
yasamın parçasıdır, sizin değil. O benim yasamın objektif değeridir, sizin
ruhunuzun içindedir; ama benim kanıtımdır.
“İnsanoğlu tanımlamayı öğrenmediği, ama ilk
varoluş bilincinden, yani seçim yapması gerektiğini keşfettiği ilk andan
itibaren elde ettiği bir duyguyla, özsaygıya olan o çaresiz ihtiyacının bir
ölüm kalım meselesi olduğunu bilmektedir. Bilinçli bir varlık olarak, hayatını
sürdürebilmek için kendi değerini bilmek zorunda olduğunun farkındadır. Doğruyu
yapmak zorunda olduğunu bilir; yanlışı seçmek, hayatî tehlikeyle karşı karşıya
kalması anlamına gelir. Yanlış kişi olmak, kötü olmak, varoluşa uygun olmamak
demektir.
“İnsan hayatının her
eylemi iradeyle seçilmek zorundadır. Yiyeceğini elde etmesi ve yemesi bile, koruduğu
kişiliğinin korunmaya lâyık olduğunu gösterir.
Bulmaya çalıştığı her zevk, onu arayan
kişinin zevk almaya lâyık olduğunun göstergesidir. Özsaygı konusunda hiçbir
seçme şansı yoktur, tek seçeneği onu ayarlamakta kullanacağı standartla
ilgilidir. Hayatını koruyan o ayarı, kendini yok edişin hizmetine doğru
çevirdiği anda, ölümcül bir hata yapmış demektir, çünkü varoluşa ters bir
standardı seçmiştir ve kendi özsaygısını gerçekliğe karşı bir durumda
konumlandırmıştır.
“Sebepsiz yere kendinden kuşku duyma, hattâ
kendini aşağı görme ya da gizliden gizliye kendini değersiz bulma duyguları,
aslında insanın varoluşa ulaşamama konusundaki gizli korkularını temsil
etmektedir. Ama korkusu ne kadar büyürse, kendisini boğmakta olan o canavarca
doktrine de o kadar sıkı sarılır. Kendini geri dönülmez biçimde kötü görme
noktasına varan hiç kimse sağ kalamaz. Sağ kalsa bile, bir an sonra deliliğin
ve intiharın pençesine düşer. Bundan kurtulmak için ... eğer yanlış bir
Standard seçmişse ... numara yapmak, görmezden gelmek yolunu seçecektir.
Sonunda ÖZSAYGISIna hile yapacak, onun yokluğunu keşfetmektense, var
olduğu hayaline sarılmayı seçecektir. Bir konuyla yüzleşmekten korkmak, en kötü
ihtimalin doğru olduğuna inanmaktır.
“Ruhunuzu kalıcı bir suçluluk duygusuyla
dolduran şey, sizin işlediğiniz herhangi bir suç değildir. Başarısızlıklarınız,
hatâlarınız ya da kusurlarınız değildir. Onlardan kaçmak için kullandığınız
görmezden gelmedir. Asıl sebep herhangi bir ‘İlk Günah’ ya da siz doğmadan önce
var olan bilinmez bir eksiklik değildir. Aklınızı askıya alma, düşünmeyi
reddetme seçiminizin bilincine varmaktır. Korku ve suçluluk sizin kronik
duygularınızdır, ikisi de gerçektir ve ikisini de hak etmişsinizdir, ama
bunlar, sizin asıl nedeni saklamak için icat ettiğiniz o yüzeysel nedenlerden
kaynaklanmaz; bencilliğin, zaafın ya da cahilliğin sonucu değillerdir.
Varoluşunuza yönelik gerçek ve temel bir tehditten kaynaklanmaktadır: sağ kalma
silahınızı terk ettiğiniz için korku ... ve bunu kendi iradenizle yaptığınızı
bilmekten gelen suçluluk.
“İHANET ETTİĞİNİZ BENLİK, SİZİN
AKLINIZDIR. ÖZSAYGI, İNSANIN KENDİ DÜŞÜNME GÜCÜNE GÜVENMESİDİR. Aradığınız
ego, ifade edemediğiniz ve tanımlayamadığınız o esas ‘siz’, duygularınız ya da
anlamsız rüyalarınız değil, akıl gücünüzdür, yargılayan yüksek mahkemenizdir
... ve siz onu görevden almış, kendinizi ‘duygu’ dediğiniz serseri esintilerin
insafına terk etmişsinizdir. Sonunda kendi oluşturduğunuz bir gecenin içinde
kendinizi zorla sürükler, bir ara görüp sonra kaybettiğiniz isimsiz bir ateşin solmakta
olan vizyonunu aramak için umutsuz bir yolculuğa koyulursunuz.
“İnsanoğlunun mitolojilerinde, insanın bir
zamanlar sahip olup sonradan kaybettiği bir cennetin ne kadar ısrarla
anlatıldığına bakın. ATLANTİS KENTİ, CENNET BAHÇESİ YA DA MÜKEMMELLİĞİN BİR
KRALLIĞI. Bunlar hep geride kalmıştır. Bu efsanelerin kökü, bir ırkın
geçmişinde değil, her bir insanın geçmişindedir. Çocukluğunuzun ilk
yıllarında, boyun eğmesini, mantıksızlığın korkusuna teslim olmasını, aklınızın
değerinden kuşku duymasını öğrenmeden önce, ışıl ışıl bir varoluşu tanımış
olduğunuzu, apaçık bir evrene dönük rasyonel bir bilincin bağımsızlığına sahip
olduğunuzu, bir anı kadar somut olmasa bile, umutsuz özlemin dağınık acısı
biçiminde, hala bilmektesiniz. İşte kaybettiğiniz, aradığınız cennet odur ...
ve ona kavuşmak istediğiniz anda da sizindir.
“Bazılarınız John Galt’ın kim olduğunu
hiçbir zaman bilemeyecek. Ama aranızdan, bir anlık bir varoluş sevgisini, onu
sevmenin gururunu tatmış olanlar, şu dünyaya bakıp da bakışınızla onu onaylamış
olanlar, insan olmanın ne demek olduğunu tatmışlardır. Ve ben ... ben o âna
ihanet edilmemesi gerektiğini bilen insanım. Onu neyin mümkün kıldığını bilen,
kimin neyi seçerek, uygulayarak, sürekli uygulayarak o âna ulaştığını bilen
insanım.
“Seçim sizindir. O seçim ... kendinizi en
yüksek potansiyelinize adama seçimi ... ömrünüzde uyguladığınız en soylu
eylemin, iki kere ikinin dört ettiğini aklınızla kavramak olduğunu kabul
etmektir.
“Kim olursanız olun ... şu anda benim
sözlerimle başbaşa olan, o sözleri anlamak için kendi dürüstlüğünüzden başka
bir yardımcıya sahip olmayan siz ... insan olma seçeneği hala açık bekliyor,
ama bedeli sıfırdan başlamak, gerçeğin karşısında çırılçıplak durmak ve çok
pahalıya patlamış bir tarihsel hatâdan geri dönerek, ‘Varım, o halde
düşüneceğim,’ demektir.
“Hayatınızın aklınıza bağımlı olduğu
gerçeğini kabullenin. Tüm mücadelenizin, kuşkularınızın, sahteliklerinizin,
kaçınmalarınızın, iradeli bilincin sorumluluğundan kurtulmak için gösterilmiş
çaresiz çabalar olduğunu itiraf edin ... otomatik bilme, içgüdüsel eylem,
sezgisel emin olma çabaları ... siz buna meleklerin yaşamına özlem demiş
olabilirsiniz, ama aslında aradığınız şey hayvanların hayatı olmuştur. Ahlâkî
idealiniz olarak insan olmayı kabullenin.
“ÇOK AZ ŞEY BİLİYORUM, O
YÜZDENDE AKLIMA GÜVENMEYE KORKUYORUM”
demeyin. Mistiklere teslim olup azıcık bildiğinizden de vazgeçmek daha
mı güvenli?
Kendi bilginizin sınırları içinde yaşayın
ve o sınırları hayatınızın sınırlarına kadar genişletmeye çalışın. Aklınızı
otoritenin etkilerinden temizleyin. Her şeyi bilir durumda olmadığınızı
kabullenin, ama zombi rolüne sıvanmanın size her şeyi bilme olanağı
getirmeyeceğini görün. Evet, aklınız hatâ yapabilir, ama akılsız kalmak sizi
hatasız yapmaz. Kendi kendinize yapacağınız bir yanlış, inanç nedeniyle kabul
etmiş olduğunuz on doğrudan daha güvenlidir, çünkü kendi yanlışınızı düzeltme
gücünüz vardır, oysa inançla kabul edilen bir şey, sizin doğruyu yanlıştan
ayırma kapasitenizi öldürmüş olur. Her şeyi bilen bir otomaton olma rüyanızdan
vazgeçip, insanın her bilgiyi kendi iradesi ve çabasıyla edindiği gerçeğini
kabul edin, insanın bu evrendeki farklı yanının bu olduğunu, doğasının,
ahlâkının, onurunun bu olduğunu anlayan olun.
“İnsanın kusurlu olduğunu iddia edip
kötülüğe sınırsız lisans çıkaran o vaazı reddedin. Böyle bir iddiada
bulunduğunuzda, insanı hangi standarda dayanarak lanetliyorsunuz? Ahlâk
alanında, mükemmellikten azının asla yeterli olmayacağını kabul edin. Ama
mükemmellik, imkânsızı yapma yolundaki mistik emirlere göre ölçülemez, sizin
ahlâkî durumunuz da sizin seçiminize açık olmayan kıstaslara göre
değerlendirilemez. İnsanın bir tek temel seçimi vardır: düşünmek ya da
düşünmemek ... işte iyiliğinin, değerinin ölçüsü de budur. Ahlâkî mükemmellik,
ihlâl edilmemiş rasyonelliktir ... Zekânızın düzeyi değildir, aklınızın
tamamını sonuna kadar kullanmaktır. Bilginizin çokluğu değildir, mantığı bir
absolü olarak kabul etmektir.
“Bilgi yanlışlarıyla ahlâk ihlâlleri
arasındaki farkları ayırt etmeyi öğrenin. BİLGİ
YANLIŞI, ahlâkî bir kusur değildir, yeter ki onu düzeltmeye istekli
olun. İnsanları imkânsızın standardına göre, otomatik olarak her şeyi bilme
kıstasına göre ölçmeye kalkan, ancak bir mistik olabilir. Ama ahlâkın ihlâli,
bilinçli bir seçimdir, bunu kendiniz, kötü olduğunu bilerek seçmişsinizdir,
bilgiden isteyerek kaçınmışsınız, görüşünüzü ve düşüncenizi bilerek askıya
almışsınızdır. Bilmediğiniz şey, size karşı bir ahlâkî suçlama değildir. Ama
bilmeyi reddettiğiniz şey, ruhunuzda büyümeye başlayan bir ayıptır. Bilgi yanlışları
konusunda her ödünü verin; ama hiçbir ahlâk ihlâlini bağışlamayın, asla
kabullenmeyin. Bilmek isteyenlerin iyi niyetli olabileceğini hiç unutmayın, ama
sizden taleplerde bulunan, sebep aramak zorunda olmadıklarını iddia eden,
‘içlerine doğduğunu’ ileri süren küstahları, inkâr edilmez bir iddia
karşısında, ‘o yalnızca mantık’ diyenleri, bununla, ‘o yalnızca gerçek’
demek isteyenleri, birer potansiyel katil olarak görün. GERÇEKLİK ALANININ KARŞISINDA BİR TEK ALAN VARDIR, O DA
ÖLÜMÜN ALANIDIR.
“Mutluluğa ulaşmanın, hayatınızın tek
ahlâkî amacı olduğu gerçeğini kabul edin. Ahlâkî dürüstlüğünüzün kanıtının
mutluluk olduğunu, acı ya da akılsız şımarmalar olmadığını kabullenin, çünkü bu
sizin, değerlerinize ulaşma yolundaki sadakatinizin kanıtıdır. Mutluluk sizin
çok korktuğunuz bir sorumluluk olmuştur, çünkü benimseyebilecek kadar değerli
olmadığınızı sandığınız türden rasyonel disiplin gerektirmektedir. Günlerinizin
o kaygılı bayatlığı, mutluluğun yerine kullanılabilecek bir başka ahlâkî ikame
bulunamayacağını bilmekten kaçınmanızın anıtıdır. Bir insanın kendi sevincine,
neşesine ulaşma savaşından vazgeçmesi kadar iğrenç, korkak bir eylem olamaz ...
kendi varoluş hakkını kullanmaktan korkması, bir kuşun, güneşe uzanmaya çalışan
bir çiçeğin kendi hayatına gösterdiği sadakatin gerektirdiği cesarete bile
sahip olmadığının işaretidir. Sizin sevap savdığınız, adına tevazu dediğiniz
o günahın koruyucu paçavralarını üzerinizden atın. KENDİNİZE DEĞER VERMEYİ
ÖĞRENİN. Bunun anlamı, kendi mutluluğunuz için mücadele etmektir ... gurur
denilen şeyin tüm iyilik ve sevapların toplamı olduğunu öğrendiğiniz zaman,
insan gibi yaşamayı öğrenmişsiniz demektir.
“ÖZSAYGIya
doğru temel adım olarak, sizden yardım talep eden insanı bir yamyam gibi
görmeyi öğrenin. Bu talep, hayatınızın
onun malı olduğunu iddia etmesidir. Böyle bir iddia çok iğrenç olsa da, daha
iğrenci vardır, o da sizin buna razı olmanızdır. Bir başkasına yardım etmenin
uygun olduğu durumlar yok mu, diye mi soruyorsunuz? Eğer bunu kendi hakkı
sayıyor, ya da sizin ona borçlu olduğunuz bir ahlâki görev olarak görüyorsa,
yoktur. Ama eğer siz vardım etmeyi, onun kişiliği ve mücadelesi nedeniyle,
kendi bencil zevkinize dayalı bir arzu olarak hissediyorsanız, o zaman vardır.
ACI ÇEKMEK BİR DEĞER
DEĞİLDİR, YALNIZCA İNSANIN ACIYA KARŞI VERDİĞİ SAVAŞ BİR DEĞERDİR. Eğer acı
çeken birine yardım etmeyi seçerseniz, bu kararı onun iyi yanlarına dayanarak
verin; durumunu düzeltmek için verdiği mücadeleye, rasyonel siciline, haksız
yere acı çekiyor olmasına dayanarak verin. O zaman eyleminiz yine de alışveriş
sayılır, onun iyi yanları da o yardıma karşılık bir ödemedir. Ama iyi
nitelikleri olmayan birine yardım etmek, ona sırf ihtiyacı var diye, bunu bir
hak olarak gördüğü için yardım etmek, kendi değerlerinizin üzerine sıfırın
koyduğu ipoteği kabul etmektir.
İyi niteliklere sahip
olmayan adam, varoluştan nefret eden, ölüm alanında hareket eden biridir, ona
yardım etmek de onun bu kötülüğüne onay vermek, sürdürdüğü yıkım faaliyetini
desteklemek demektir. Söz konusu olan, ister sizi etkilemeyecek bir kuruş
olsun, ister hak etmediği bir gülümseme olsun, sıfıra verilen saygı, hayata da,
hayatı sürdürmeye çalışanların tüm mücadelesine de ihanettir. Sizin
dünyanızın sefaleti, o kuruşlarla o gülümsemelerin sonucudur.
“Benim ahlâk anlayışımın,
uygulayamayacağınız kadar zor bir şey olduğunu söylemeye kalkışmayın sakın.
Böyle bir şeyden, bilinmeyenden korktuğunuz kadar korktuğunuzu ileri sürmeyin.
Yaşadığınız hayat dolu anların hepsi, benim düsturumun değerlerine göre
yaşanmıştır. Ama siz onu boğdunuz, inkâr ettiniz, ona ihanet ettiniz. Hep
sevaplarınızı günahlarınıza feda ettiniz, en değerli insanları en kötüler
uğruna harcadınız. Çevrenize bakın bir... topluma neler yapmışsanız, aynı şeyi
önce kendi ruhunuza yapmışsınız. Sizin şimdiki dünyanız olan bu sefil enkaz,
kendi değerlerinize, dostlarınıza, savunucularınıza, geleceğinize, ülkenize,
kendinize karşı işlediğiniz ihanetin fiziksel formudur.
“Şimdi çağırmakta olduğunuz, ama artık
cevap vermeyecek olan bizler ... sizin aranızda yaşıyorduk, ama siz bizi
tanıyamadınız, bizim ne olduğumuzu düşünmeyi ve görmeyi reddettiniz. Benim icat
ettiğim motoru takdir edemediniz ... o motor sizin dünyanızda bir hurda
yığınına dönüştü. Kendi ruhunuzun içindeki kahramanı tanıyamadınız ... sokakta
yanınızdan geçtiğimde beni de tanıyamadınız. Sonra dünyanızı terk ettiğini
hissettiğiniz o ulaşılmaz ruh için ağladığınızda, ona benim adımı verdiniz, ama
aslında çağırdığınız şey, ihanet ettiğiniz kendi özsaygınızdı.
Biri olmadan ötekini elde edemezsiniz.
“İnsan aklına gerekli takdiri yöneltmeyip
insanları kaba kuvvetle yönetmeye kalkıştığınızda ... size boyun eğenlerin
zaten teslim edecek bir aklı yoktu; aklı olanlar da, onu teslim etmeyenlerdi.
Böyle olunca, üretim dâhisi olan adam, sizin dünyanızda kendini bir sosyete
çapkını kılığında sakladı, servetin yok edicisi haline dönüştü, servetini
silahlara teslim etmektense onu yok etmeyi seçti. Düşünen, mantık sahibi adam,
sizin dünyanızda bir korsan rolüne büründü, değerlerini sizin gücünüze karşı
kendi gücüyle savunmayı seçti, ama onları kaba kuvvet yönetimine teslim etmedi.
Beni duyuyor musunuz, Francisco d’Anconia ile Ragnar Danneskjöld, ilk
dostlarım, savaş arkadaşlarım, birlikte toplum dışına itildiğimiz insanlar ...
sizin adınıza, sizin onurunuzu temel alarak konuşuyorum, beni duyuyor musunuz?
“Şu anda benim tamamlamakta olduğum şeyi
biz üç kişi olarak başlatmıştık. Bu ülkenin öcünü almaya, hapsedilmiş ruhunu
özgürlüğe kavuşturmaya biz üçümüz karar verdik. Dünya ülkelerinin en büyüğü
aslında benim ahlâk düsturumun temelleri üzerine kurulmuştu ... insanın o ihlâl
edilmez var olma hakkının üstünlüğüne dayalıydı ... ama siz bunu
kabullenmekten, buna göre yaşamaktan korktunuz. Tarihte benzeri görülmemiş bir
başarıya boş boş baktınız, onun etkilerini yağmaladınız, nedenlerini görmezden
geldiniz. İnsanın ahlâkî düsturuna dikilmiş o anıtın, o fabrikanın, o otoyolun,
o köprünün karşısında, bu ülkeyi ahlâksızlıkla suçladınız, kaydettiği
ilerlemeye açgözlülük etiketini taktınız, hep var olan açlıklar karşısında,
Avrupa’nın idolü olan o cüzzamlı, mistik serserinin karşısında, bu ülkenin
büyüklüğünden ötürü özürler dilediniz.
“Mantığın ürünü olarak kurulmuş olan bu
ülke, fedakârlık ahlâkına dayanarak yaşayamazdı. Burayı kuranlar,
kendilerini yok etme peşinde insanlar olmadığı gibi, sadaka peşinde koşan
insanlar da değildi. Bu ülke, insanın ruhunu bedeninden ayıran o mistik ayrıma
dayanarak yaşayamazdı. Bu dünyayı kötü diye lânetleyen mistik bir doktrinle
yaşayamazdı ... dünya üzerinde yozlaşmışlıkla başarılı olanlara dayanarak
yaşayamazdı. Başlangıçtan beri bu ülke, mistiklerin o eski yönetimine karşı
bir tehdit olmuştur. Gençliğinin o pırıl pırıl patlamasıyla, inanmakta
zorluk çeken bir dünyaya, insanın hangi büyüklüklere ulaşabileceğini, dünyada
hangi mutlulukların mümkün olduğunu göstermiştir. Ya biri olacaktı, ya da
öbürü. Ya Amerika, ya da mistikler. Mistikler bunun
farkındaydı, siz değildiniz. İhtiyaca tapma mikrobuyla sizi zehirlemelerine
izin verdiniz. Koskoca ülke, ruhu cüceye dönüşmüş bir dev haline geldi, asıl
yaşayan ruhu yeraltına girdi, orada sessizce çalışarak sizi beslemeye uğraştı
... isimsiz, onursuz, inkâr edilmiş biçimde çabalayan bu ruh, bu kahraman,
toplumun sanayicileriydi. Beni duyuyor musun, Hank Rearden, öcünü aldığım
kurbanların en büyüğü?
“Bu ülkeyi yeniden imar etmenin yolu
açılıncaya kadar, fedakârlık ahlâkının yol açtığı enkaz yolumuzun üzerinden
kaldırılıncaya kadar, o da, diğerlerimiz de, geri dönecek değiliz. Bir ülkenin
siyasal sistemi, o ülkenin ahlâk düsturuna dayalıdır. Biz Amerika’nın sistemini,
kuruluşunda temel olan, ama sizin o mistik ahlâk karşısında bocalarken telaşla
elden kaçırdığınız, suçluluk dolu ‘yeraltı’ muamelesine lâyık gördüğünüz ahlâkî
düstura dayalı olarak yeniden inşa edeceğiz. O düstur, insanın kendisinin bir
amaç olduğunu, başka amaçların aracı olmadığını, bir insanın hayatının,
özgürlüğünün, mutluluğunun, onun ihlâl edilmez hakları olduğunu kabul eden
düsturdur.
“Hak kavramını unutmuş olan sizler,
hakların Tanrı’dan bir armağan olduğu, bu doğaüstü armağanın inançla kabullenilmesi
gerektiği iddiasıyla, toplumdan armağan olduğu ve toplum isterse geri
alınabileceği iddiası arasındaki kaçamakları yaşıyordunuz. İnsanın haklarının
kaynağı ne İlâhî bir yasadır, ne de meclisten çıkma bir yasadır. O haklar
kimliğin yasasıdır. A, A’dır, insan da insandır. Haklar, insanın doğası
gereği, doğru dürüst var olabilmesi için şart olan koşullardır. Eğer insan
dünya yüzünde yaşayacaksa, aklını kullanması, kendi özgür iradesiyle hareket
etmesi, kendi değerleri uğruna çalışması ve çalışmasının ürününü kendine
saklaması onun haklarıdır. Eğer amacı dünyada yaşamaksa, rasyonel bir insan
olarak yaşamaya hakkı vardır, çünkü doğa ona irrasyonel olmayı yasaklamaktadır.
İnsanın haklarını inkâr etmeye kalkan herhangi bir grup, çete ya da ulus,
yanlışı seçmiştir, yani kötüdür, yani anti-hayat demektir.
“Haklar kavramı ahlâkî bir kavramdır ...
ahlâk da bir seçim meselesidir, insanlar kendilerine ahlâk standardı, hukuk
standardı olarak insan neslinin devamını seçmek zorunda değildir. Ama bunun
tersinin bir yamyam toplumu olduğu gerçeğinden kaçamazlar. Öyle bir toplum
ancak bir süre var olabilir, kendi içindeki en iyileri yer, sonra sağlamlar
yenip bitince, geriye hastalıklılar kalınca, ya da rasyoneller bitip geriye
irrasyoneller kalınca, kanserli bir vücut gibi çöker. Tarihteki
toplumlarınızın kaderi böyle olmuştur, ama siz bunların nedenini bilmekten
kaçınmışsınızdır. Ben bunu size söylemek için buradayım. Bunun çaresi
kimlik kanunudur ve ondan kurtulamazsınız. Bir insan nasıl irrasyonelle
yaşayamazsa, iki insan da yaşayamaz, iki bin insan da, iki milyar insan da.
İnsan nasıl gerçekliğe meydan okuyarak başarılı olamazsa, bir ulus da olamaz,
bir ülke de, bir dünya da. A, A’dır. Gerisi zaman meselesidir, kurbanların
cömertliğine göre sağlanmaktadır.
“İnsan
nasıl kendi vücudu olmadan yaşayamazsa, haklar da, insanın haklarını gerçeğe
dönüştürebilme hakkı olmadan var olamazlar ... bu hak, insanın düşünme,
çalışma, çalışmasının ürünlerini kendine saklama hakkıdır. İşte bu, mülkiyet
hakkı demektir. Çağdaş beden mistikleri size, ‘MÜLKİYET HAKKI’ kavramına
karşı ‘İNSAN HAKLARI’ alternatifini sunarken, sanki biri olmadan diğeri
olabilirmiş gibi davranırken, bedene karşı ruh doktrinini hortlatmak için son
iğrenç girişimlerini sergiliyorlar. Maddesel mal varlığından yoksun
olarak ancak bir hayalet var olabilir, ancak bir köle, kendi çalışmasının
ürününü saklama hakkından yoksun olarak çalışabilir. ‘İNSAN HAKLARI’nın
mülkiyet hakkından daha üstün olduğuna ilişkin doktrinin tek anlamı, bazı
kimseler diğerlerinin mülkü üzerinden para kazanma hakkına sahip demektir;
beceriklilerin beceriksizlerden kazanacağı hiçbir şey olmadığına göre de,
beceriksizler kendilerinden daha nitelikli kişilere sahip olacak, onları
verimli sığır sürüleri gibi güdecek ve kullanacak demektir. Böyle bir şeyi
İnsanî ya da hak sayan her kim olursa olsun, o kişi ‘insan’ sıfatına asla lâyık
değildir.
Mülkiyet hakkının kaynağı sebep-sonuç
kanunudur. Her mülk ve her türlü servet insan aklının ve emeğinin ürünüdür.
Nasıl sebepsiz etki olamazsa, kaynağı olmayan servet de olamaz ... ve o kaynak
zekâdır. Zekâyı çalışmaya zorlayamazsınız. Düşünme yeteneğine sahip olanlar
zorlama altında iş görmez, iş görenler da onları çalıştırmak için kullanılan
kırbacın değerinden fazlasını üretmezler. Bir aklın ürününü, ancak o aklın
sahibinin koyacağı koşullarla elde edebilirsiniz, alışverişle, irade onayıyla
alabilirsiniz. İnsanın mülkiyete yönelik başka her türlü politikası, suçluların
politikasıdır, sayıları kaç kişi olursa olsun. Suçlular, oyunu kısa menzilli
oynayan, avları tükenince açlıktan ölen insanlardır ... tıpkı sizin bugün
ölmekte olduğunuz gibi .. .oysa suç işlemenin, hele de hükümetiniz soygunu
yasallaştırırsa, soyguna direnmeyi yasa dışı ilan ederse, pekâlâ ‘pratik’
olabileceğine inanmıştınız.
“Bir hükümete düşen tek uygun görev,
insanların haklarını korumaktır, bunun anlamı da, insanları fiziksel şiddetten
korumak demektir. Doğru dürüst bir hükümet yalnızca polislik eder, insanların
öz-savunması görevini üstlenir ... ve ancak kuvvet kullanmayı başlatanlara
karşı kuvvet kullanır.
DEVLETE UYGUN GÖREVLER
YALNIZCA ŞUNLARDIR:
sizi suçlulardan
koruyacak polislik; yabancı istilacılardan koruyacak ordu;
bir de malınızı korumak,
anlaşmaları başkalarının sahtekârlığından korumak, anlaşmazlıkları rasyonel
kurallara göre, rasyonel kanunlara göre çözmek için mahkemeler. Ama kimseye kuvvet kullanmamış insanlara karşı kuvvet
kullanmayı başlatan bir hükümet, silahsız kurbanlara karşı silah kullanan bir
yönetim, ahlâkı yok etmek üzere tasarımlanmış bir cehennem makinesidir.
Böyle bir hükümet, tek
ahlâkî amacını tersyüz etmiş olur, koruyucu rolünden çıkıp insanoğlunun en
tehlikeli düşmanı rolüne bürünür, polis olmaktan çıkar, kendini koruma hakkı
elinden alınmış insanlara şiddet uygulayan suçluların koruyucusu olur. Böyle
bir hükümet, ahlâkın yerine başka türlü bir sosyal sistem getirmiştir: komşuna
istediğini yapabilirsin, yeter ki senin çeten, onun çetesinden büyük olsun,
demek istemektedir.
“Bu tür koşullar altında yaşamaya razı
olan, ya kabadayıdır, ya salaktır, ya da gerçekleri görmemeye çalışan biridir
... diğer insanlara kendi hayatı ve kendi aklı konusunda açık çek vermiştir,
başkalarının kendisine istediklerini yapma hakkını kabullenen inancı
benimsemiştir, çoğunluğun iradesine uyulur, demektedir, fiziksel gücü ve sayı
gücünü, adaletin de, gerçekliğin de, doğrunun da yerine koymuştur. Biz, akıldan
yana olan insanlar, biz, alışverişçiler, efendi de, köle de olmayan bizler,
açık çeklerle iş görmeyiz, böyle şeyleri kimseye vermeyiz. Biz objektif olmayan
hiçbir şeyle iş görmeyiz.
“Vahşilik çağında insanların objektif
gerçek diye bir kavramdan hiç haberi yoktu. Fiziksel doğayı bilinmez
şeytanların yönettiğine inanırlardı. Öyle bir dönemde, ne düşünce, ne
bilim, ne de üretim mümkündü. İnsanlar ancak doğanın sağlam, önceden
kestirilebilir bir absolü olduğunu anladıktan sonra kendi bilgilerine
güvenebilmeye başladılar, kendi rotalarını seçtiler, geleceklerini planladılar
ve yavaş yavaş mağaradan çıkıp yükselmeye koyuldular. Oysa şimdi sizler, modern sanayiyi, tüm dev karmaşıklığı
ve bilimsel presizyonuyla birlikte, yeniden bilinmez şeytanların eline teslim
ettiniz, gizlenmiş, çirkin küçük bürokratların önceden kestirilmez kaprislerine
peşkeş çektiniz. Bir çiftçi,
hasatla ilgili şansının ne kadar olduğunu hesaplayamazsa, bir yaz süren
çabalarını bu işe yatırım yapmaya hiç yanaşmaz. Ama siz, onlarca yıllık
planlar yapan, doksan dokuz yıllık anlaşmalara giren sanayi devlerinin,
hangi bürokratın kafasına ne esip de tüm çabalarını sıfıra indirecek bir adım
atacağını bilmeksizin çalışmasını ve üretmesini bekliyorsunuz. Boş
gezenlerle, geçici işçiler, planlarını bir günlük yaparlar. Akıl ne kadar
nitelikliyse, bu süre o kadar uzar. Vizyonu bir kulübeye kadar uzanabilen adam,
belki bataklık üstüne ev kurar, hızlı kârını kapıp ortadan kaybolmayı düşünür.
Ama vizyonu gökdelenleri içeren biri öyle yapmaz. Ayrıca çeteler dolusu
akılsızların sipere yatmış, türlü yasaları değiştirip ona karşı komplolar
kurmakta olduğunu, onu sınırlamayı, başarısızlığa uğratmayı amaçladığını bile
bile kalkıp da yeni bir ürün icat etmek için on yıl sürecek araştırmaları
başlatmaz, çünkü mücadelesini sürdürür ve başarırsa, hem kazanacağı ödüllere,
hem de icadına el koyacaklardır.
“Üstün zekâlı adamlarla rekabet etmekten
korkuyoruz diye ağlayan, onların zekâsını kendi ekmek paranıza bir tehdit
olarak gören, güçlülerin serbest piyasada zayıflara şans tanımadığından yakınan
sizler, dönüp şu andan ilerisine bir bakın.
Çalışmalarınızın maddesel değerini saptayan
nedir?
Eğer ıssız adada yaşıyor olsaydınız, o
değeri saptayan yalnızca aklınızın üretici çabası olurdu. Beyniniz ne kadar
verimsiz düşünürse, fiziksel emekleriniz size o kadar az kazandırırdı ... siz
de hayatınızı tek bir rutin üzerine yaşar, riskli hasatları toplar ya da ok ve
yayla avlanır, daha fazlasını düşünemezdiniz. Ama siz rasyonel bir toplumda
yaşıyorsunuz. Orada insanlar ticaret yapmakta serbest. Bu da size, hesaplanması
zor bir ikramiye getiriyor. Artık çalışmanızın maddesel değeri yalnız kendi
çabanızla ölçülmüyor, çevrenizdeki dünyada var olan en üstün ve en verimli
akılların çabaları da devreye giriyor.
“Modern bir fabrikada çalıştığınız zaman
size ücretiniz yalnız kendi emeğinize karşılık değil, o fabrikayı mümkün kılan
tüm üretici deha için veriliyor ... onu kuran sanayicinin çalışması, biriktirdiği
parayı yeni ve denenmemiş bir şeye yatırmayı seçen yatırımcının çalışması,
levyelerini çektiğin makineleri çizip tasarımlamış olan mühendisin çalışması,
zamanını harcayıp ürettiğin ürünü asıl yaratmış olan mucidin çalışması, o
ürünün yaratılmasını mümkün kılmış olan fizik kanunlarını keşfetmiş fizikçinin
çalışması, insanlara nasıl düşünüleceğini öğreten, sizin lanetleyip durduğunuz
filozofun çalışması.
“MAKİNE,
YAŞAYAN ZEKÂNIN DONMUŞ FORMUDUR. Zamanınızın
verimini yükselterek hayatınızın potansiyelini genişletme gücüne sahiptir. Eğer
Orta Çağ’ın mistikleri döneminde, demirci dükkânında çalışıyor olsaydınız, tüm
geliriniz, günlerce çalışıp sonunda ortaya çıkardığınız bir demir çubuğun
değeri kadar olurdu. Hank Rearden’ın fabrikasında çalıştığınızda günde kaç ton
ray üretiyorsunuz?
Aldığınız maaş çekinin sırf sizin fiziksel
emeğinize karşılık olduğunu, o rayları kaslarınızın gücüyle ürettiğinizi iddia
etmeye cesaret edecek misiniz?
Sizin kaslarınızın değeri ancak Orta
Çağ’daki o demircinin yaşam standardı kadardır ... geri kalanı Hank Rearden’dan
size armağandır.
“Her insan, gücü yettiği ya da kendi
istediği kadar yükselmekte özgürdür, ama yükseleceği düzeyi saptayan şey ancak
ne kadar düşünebildiğidir. Fiziksel emek ancak o zaman bir erime sahip olabilir.
Fiziksel emekten başkasını harcamayan adam, üretime kendi getirdiği katkının
değerini kendi tüketir, ne kendisi için, ne de başkaları için fazladan bir
değer katmamış olur. Ama herhangi bir rasyonel girişim alanında bir fikir
üreten adam ... yeni bir bilgi keşfeden adam ... insanlığa kalıcı katkı
sağlamış demektir. Maddesel ürünler paylaşılamaz, onlar her zaman son
kullanıcıya aittir. Sınırsız sayıda insanlar arasında paylaşılabilecek tek
şey, bir fikrin değeridir, tüm paylaşanları daha zengin kılar, hiç kimse bir
şey kaybetmez, yaptıkları iş ne olursa olsun, verim kapasitesi mutlaka
yükselir. Güçlü akla sahip olanların zayıflara aktardığı şey, zaman
süresinin değeridir. Kendi keşfettiği işlerde onların çalışmasına izin verir,
kendisi daha başka keşiflerle uğraşır. İşte bu, ortak çıkarlara dönük ortak
alışveriştir. Çalışmayı isteyen, hak edilmemişin peşine düşmeyen insanlar için,
zekâlarının düzeyi ne olursa olsun, aklın çıkarları hep aynıdır.
“Yeni bir icat yaratan insan, ne tür bir servet kazanmış
olursa olsun, kaç milyona sahip olursa olsun, harcadığı zihinsel enerjiye
oranlandığında çok düşük bir maddesel karşılık alır. Ama o ürünü üreten fabrikada hademelik yapan
adam, işinin gerektirdiği zihinsel çabaya oranla çok yüksek bir meblâğ alır.
Aynı şey, aradaki kademelerde çalışan tüm insanlar için geçerlidir, ihtiras ve
yetenek düzeyleri ne olursa olsun, bu değişmez. Entelektüel piramidin
tepesindeki adam, tüm alttakilere en çok katkıda bulunur, ama karşılığında
yalnızca maddesel ödemeyi alır, diğerleri ona, harcadığı zamana katkı olarak
hiçbir entelektüel ikramiye ödemez. Piramidin dibinde olan, kendi başına
bırakılsa yeteneksizliği nedeniyle açlıktan ölecek olan adamsa, yukardakilere
hiçbir katkıda bulunmadığı halde, kendinden üstte bulunanların hepsinin beyninden
ikramiye almaktadır. İşte entelektüel güçlülerle entelektüel zayıflar
arasındaki ‘REKABET’ böyle bir şeydir. Güçlüleri habire suçladığınız
‘sömürü’nün asıl niteliği budur.
“Bizim size sunduğumuz hizmet buydu,
sunmaktan memnunduk ve sürdürmeye de istekliydik. Karşılığında ne istedik?
Yalnızca özgürlük, başka hiçbir şey değil.
Bizi çalışabilmemiz için rahat bırakmanızı istedik ... düşünmek için,
istediğimizi seçip onu yapmak için... kendi risklerimize girmek, kendi
kayıplarımızı sineye çekmek için ... kendi kârlarımızı kazanmak, kendi
servetlerimizi oluşturmak için ... sizin rasyonelliğiniz konusunda kumar
oynamakta özgür olmak için ... ürünlerimizi serbest ticaret ortamında sizin
beğeninize sunmak, çalışmamızın objektif değerine güvenmek, sizin aklınızın
bunu görebileceğine inanmak için ... sizin zekânıza ve dürüstlüğünüze güvenmek,
yalnızca sizin aklınızla alışveriş yapmak için. İstediğimiz fiyat buydu, siz de
bunu fazla yüksek bulup reddettiniz. HAKSIZLIKtır bu, dediniz. Sizi mağaralardan çıkarıp modern apartmanlara getiren,
size radyolar, sinemalar, otomobiller veren bizlerin, saraylarımız, yatlarımız
olmasını haksızlık saydınız. Kendinizin ücret kazanmaya hakkınız olduğuna, ama
bizim kâr kazanmaya hakkımız olmadığına karar verdiniz. Alışverişimizi sizin
aklınızla değil, silahınızla yapmamızı istediniz. Biz de buna cevap olarak, ‘Lânet
olsun size!’ dedik. Cevabımız doğru çıktı. İşte oldu.
“Siz zekâ rekabeti istemediniz, şimdi
gaddarlık rekabeti ortamında yaşıyorsunuz. Başarılı üretimin ödüllerini kazanmasını
istemediniz, şimdi başarılı yağmacıların ödül kazandığı bir düzendesiniz.
İnsanların değere karşılık değer vererek alışveriş yapmasını bencil ve zalim
buldunuz, şimdi bencil olmayan toplumunuzda, gaspa karşı gaspla yaşıyorsunuz. SİZİN
SİSTEMİNİZ YASAL BİR İÇ SAVAŞ. İnsanlar birbirine karşı çeteler,
komplolar kuruyor, yasama gücünü ele geçirmeye çalışıyor, onu rakiplerine karşı
sopa olarak kullanıyor, ta ki bir başka çete gelip onu ellerinden kapıncaya,
kafalarına indirinceye kadar. Hepsi isimlendirilmemiş bir toplumun
belirlenmemiş çıkarlarının hizmetinde olduklarını haykırıyor. Siz
ekonomik güçle siyasi güç arasında hiçbir fark görmediğinizi söylemiştiniz.
Para gücüyle silah gücü aynı şeydir demiştiniz. Ödülle ceza arasında, satın
almayla yağmalama arasında, zevkle korku arasında, hayatla ölüm arasında fark
yoktur demiştiniz. Şimdi farkları öğreniyorsunuz.
“Bazılarınız
cahilliğini, aklının sınırlı olduğunu, görüşünün sınırlı olduğunu özür olarak
ileri sürebilir. Ama aranızdaki en suçlu ve en lânetli olanlar, bilme
yeteneğine sahip olduğu halde gerçeği görmezden gelenler, zekâlarını güç
kullananlara sinik bir tutumla kullandıranlardır. Bunlar
iğrenç bir grup olan BİLİM MİSTİKLERİdir, bir tür ‘KATIKSIZ BİLGİ’ye adanmış
olduklarını ileri sürerler ... katıksız dedikleri, bu tür bilginin
dünyada pratik bir kullanımının olmayışı anlamındadır. Bu tür mistikler, insan
ilişkilerinin rasyonellik gerektirmediğine inanırlar, parayı aşağılarlar,
ruhlarını yağmayla derlenmiş bir laboratuara karşılık satmayı seçerler. ‘Pratik
olmayan bilgi’ diye bir şey olmadığı, ‘ilgisiz eylem’ de
mümkün olmadığı için, bilimi kâr ve hayat uğruna kullanmayı horladıklarında,
onu ölümün hizmetine vermişler demektir. Yağmacılar açısından bilimin pratik
amacı ancak bu olabilir. Böylelikle zorbalık ve yıkım silahları icat edilir.
Onlar ... ahlâkî değerlerden kaçmayı seçen zekâlar ... en suçlu onlardır bu
dünyada. Onlarınki asla bağışlanmayacak bir suçtur. Beni duyuyor musunuz, Dr.
Robert Stadler?
“Ama benim sözlerim ona değil. Benim sözlerim,
aranızda bulunan, egemen ruhunun bir parçasını henüz satmamış ve
köleleştirmemiş olan, ‘başkalarının emrine vermemiş olan’ insanlaradır. Bu gece
size radyoyu açtıran bu amaçlar kaosu içinde, eğer dünyanın derdinin ne
olduğunu öğrenme yolunda bir katre dürüst, rasyonel merakınız var idiyse, bu
sözlerim sizedir. Benim düsturumun koşullarına göre, ilgi duyanlara ve öğrenmek
için çaba gösterenlere rasyonel açıklama yapmak bir borçtur. Sözlerimi
anlamamak için çaba sarf edenlere gelince, onlar beni hiç ilgilendirmiyor.
“Ben yaşamak
isteyenlere, ruhlarının onurunu geri kazanmak isteyenlere sesleniyorum. Şimdi
dünyanız hakkındaki gerçekleri öğrendiğinize göre, sizi mahvedenleri
desteklemekten vazgeçin. DÜNYANIN KÖTÜLÜĞÜNÜ MÜMKÜN KILAN YALNIZCA SİZİN
ONLARA VERDİĞİNİZ ONAY OLMUŞTUR. O DESTEĞİ ÇEKİN. DÜŞMANLARINIZIN KOŞULLARINA
GÖRE YAŞAMAYA, KURALLARIM ONLARIN KOYDUĞU BİR OYUNU OYNAMAYA RAZI OLMAYIN. Sizi
köleleştirenlerden iyilik dilemeyin, sizi soyanlardan sadaka istemeyin ... ne
sübvansiyon, ne kredi, ne iş, ne de çetelerine katılıp komşuları soyarak
kaybettiğinizi geri almak isteyin. İnsan rüşvet alarak ve kendi mahvına
onay vererek hayatını sürdürmeyi umamaz. Kâr,
başarı ya da güven kazanmak için varoluşunuza haciz kovdurmayın. Böyle bir
haciz’in bedeli asla ödenemez. Ne kadar ödeseniz fazlasını isteyeceklerdir.
Aradığınız ya da ulaştığınız değerler ne kadar büyükse, o kadar daha tehlikede
sayılırsınız. Onlarınki sizi kanata kanata öldürecek bir beyaz şantaj
sistemidir. Günahlarınıza karşılık değil, varoluş sevginize karşılık
cezalandırmaktadırlar sizi.
“YAĞMACILARIN ŞARTLARIYLA YÜKSELMEYE
ÇALIŞMAYIN, İPLERİNİ ONLARIN TUTTUĞU BİR MERDİVENE ASLA TIRMANMAYIN.
Ellerinin onları iktidarda tutan tek kaynağa, sizin yaşama ihtirasınıza
değmesine izin vermeyin. Siz de benim gibi greve gidin. Aklınızı ve
becerilerinizi kendi kendinize kullanın, bilginizi genişletin, yeteneklerinizi
geliştirin, ama başarılarınızı başkalarıyla paylaşmayın. Sırtınıza bir
yağmacı binmişken servet yapmaya kalkmayın. Onların merdiveninin en alt
basamağında kaim, ancak karnınızı doyurmaya yetecek kadar para kazanın,
yağmacılar devletini destekleyecek bir kuruş fazla kazanmayın. MADEM TUTSAKSINIZ, TUTSAK GİBİ DAVRANIN, ÖZGÜRMÜŞSÜNÜZ
GİBİ NUMARA YAPMALARINA İZİN VERMEYİN. Onların çok korktuğu o sessiz,
yıkılmaz düşman olun. Sizi zorladıkları zaman, itaat edin, ama gönüllü
olmayın. Onların yönünde bir santim bile gitmeye hiçbir zaman gönüllü olmayın.
İstekleri, yakarıları ya da amaçlan için gönüllü olmayın. BİR HAYDUTUN, SİZİN
DOSTUNUZMUŞ, DESTEKÇİNİZMİŞ GİBİ ROL YAPMASINA YARDIM ETMEYİN. Kodes
gardiyanlarına, o kodesin sizin doğal varoluş yeriniz olduğu numarası
yaptırmayın. Gerçeği saptırmalarına yardım etmeyin. O sahtelik onların gizli
korkusunu arkasında tutan tek baraj. Yaşamaya, var olmaya lâyık
olmadıklarını bilmenin korkusu. O barajı kaldırın, bırakın boğulsunlar. ONLARIN
TEK CAN SİMİDİ SİZİN ONAYINIZ.
“Eğer onların
ulaşamayacağı yerde bir sapa diyara sığınma fırsatı bulabilirseniz, oraya gidip
kaybolun, ama haydut olarak yaşamayın, onların soygunuyla rekabete girişecek
bir başka çete kurmaya kalkmayın. Sizin ahlâkî düsturunuzu kabul
eden, insanın var olması için mücadele vermeye istekli kişilerle birlikte
kendinize üretici bir hayat kurun. “Ölüm Ahlâkı” düzeni içinde, inanç ve
zorlama düzeni içinde, kazanma şansınız yok. Dürüstlerin Geleceği bayrağını
çekin ... Hayatın ve Mantığın bayrağını çekin.
“Rasyonel bir varlık olarak hareket edin,
dürüstlüğün sesini duymayı özlemiş insanlara bir yarışma hedefi sağlamaya
çalışın. Yalnızken de, düşmanlarınız arasındayken de, az sayıda dostunuzla
birlikteyken de, insanlığın yeniden doğuşunun eşiğinde, oluşmasına önder
olduğunuz yeni bir toplumun lideriyken de, kendi rasyonel değerlerinize göre
davranın.
“Yağmacılar
devleti çöktüğü zaman, en iyi kölelerinden yoksun kalıp, Doğu’daki mistik dolu
ülkeler gibi güçsüz bir kaosa dönüştüğü zaman, birbirini soymaktan başka çaresi
kalmamış soygun çeteleri halinde parçalandığı zaman, fedakârlık ahlâkının
savunucuları kendi son idealleri içinde boğulduğu zaman ... işte o zaman biz
geri döneceğiz.
“Fabrika bacalarının, boru hatlarının,
meyve bahçelerinin, çarşıların, kutsallığı istilâya uğramamış evlerin
yükseldiği kentimizin kapılarını, girmeye lâyık olanlara açacağız. Sizlerin
kurmuş olduğunuz gizli sınır yerleşimlerinin merkezi olacağız. Sembolümüz olan
dolar işaretiyle ... serbest ticaretin ve serbest zihinlerin o simgesiyle, bu
ülkeyi yeteneksiz vahşilerden bir kere daha kurtaracağız. Onlar bu ülkenin
niteliğini, anlamını, görkemini hiçbir zaman anlayamadılar. Bize katılmayı
seçenler, katılacaklardır. Seçmeyenlerin bizi durduracak gücü olmayacaktır.
Vahşi sürüler hiçbir zaman aklın bayrağını taşıyanlar için engel oluşturamamıştır.
“O zaman bu ülke bir kere daha, yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir yaşam türüne, rasyonel insana, sığınma ve
yaşama yeri haline gelecektir. Bizim kuracağımız siyasal sistemin bir tek
ahlâkî düsturu var: hiçbir kimse, bir diğerinden hiçbir değeri fiziksel güç
kullanarak alamaz. Her insan, kendi rasyonel yargılarına göre, ya ayakta kalır
ya da devrilir, ya yaşar ya da ölür. O yargılarını kullanamaz da devrilirse,
tek kurbanı kendisi olur. Eğer yargılarının yetersiz olduğundan korkarsa, o
yeteneklerini desteklemesi için eline bir silah verilmeyecektir. Zaman içinde
hatâlarını düzeltmek isterse, kendinden üstün olanların örnekleri engelsiz
olarak karşısındadır. Düşünmeyi öğrenmek için onları rehber olarak
kullanabilir. Ama bir insanın hatâlarının başka bir insanın hayatıyla ödenmesi
gibi iğrenç bir uygulama artık son bulacaktır.
“O dünyada, sabah uyandığınız zaman
çocukluğunuzdan tanıdığınız ruh hali içinde olabileceksiniz. Rasyonel bir
evrenin içinde olmanızdan gelen bir heves, serüven ve güven duygusu içinde
olacaksınız. Doğadan hiçbir çocuk korkmaz; kaybolacak olan, sizin
insanlara karşı duyduğunuz korku olacaktır. Ruhunuzu sakatlayan korku odur.
İnsanların içindeki anlaşılmazla, bilinmezle, çelişkiyle, rastgeleyle,
gizliyle, sahteyle, irrasyonelle ilk karşılaştığınızda başlamıştı o korkunuz.
Sorumluluk sahibi insanların dünyasında yaşayacaksınız. O insanlar, gerçeklerin
ta kendisi kadar tutarlı ve güvenilir olacak. Karakterlerinin garantisi,
objektif gerçeğin standart olduğu, yargıç olduğu bir varoluş sistemi olacak.
Değerleriniz korunacak, günahlarınız ve zaaflarınız korunmayacak. İyilikleriniz
için her fırsat size açık olacak, kötülüklerinize fırsat verilmeyecek.
İnsanlardan aldığınız, sadaka olmayacak, acıma olmayacak, merhamet olmayacak,
günahların affı olmayacak, bir tek değer olacak, o da adalet. İnsanlara ya
da kendinize baktığınızda hissettiğiniz şey tiksinti değil, kuşku değil,
suçluluk değil, bir tek değişmez olacak: SAYGI.
“İşte kazanabileceğiniz gelecek böyle bir
şey. Bu bir mücadeleyi gerektiriyor. Her İnsanî değer bir mücadeleyi
gerektirir. HAYATIN TÜMÜ AMAÇLI BİR MÜCADELEDİR, SİZİN TEK SEÇİMİNİZ DE
AMACINIZDIR. Şimdiki savaşınızı sürdürmek mi istiyorsunuz, yoksa benim
dünyam için mücadele etmek mi?
Uçurumun kenarında kaygan kayalara
sarılarak devam etmek, kayıplarınızın geri dönülmez olduğu, kazançlarınızın
sizi mahvınıza daha yaklaştırdığı bu yolu mu seçiyorsunuz?
Yoksa bir kayadan bir kayaya yükselerek
tepeye varma mücadelesine başlamayı mı seçiyorsunuz?
Bu mücadeledeki zorluklar, geleceğinize
dönük yatırımlardır. Zaferleriniz sizi manevi idealinize yaklaştıracaktır.
Güneş ışığına kavuşmadan önce ölseniz bile, yansıyan ışınların değdiği bir
düzeyde ölmüş olursunuz. Önünüzdeki seçim budur. Buna aklınız ve varoluş sevginiz
karar versin.
“Son sözlerim, hala gizli dünyada saklanmış
olabilecek kahramanlara, kaçamakları yüzünden değil de, değerleri ve
cesaretleri nedeniyle tutsak alınmışlara yönelik olacak. RUH KARDEŞLERİM,
kendi değerlerinizi ve hizmet etmekte olduğunuz düşmanların niteliklerini
gözden geçirin. Sizi mahvedecek olanlar, dayanma gücünüz, cömertliğiniz,
masumiyetiniz, sevginiz sayesinde size sahip oluyor. Onların yükünü sizin
dayanma gücünüz taşıyor, imdat çağrısı attıklarında cömertliğiniz yardıma
koşuyor, masumiyetiniz onların kötülüğünü kavramanızı engelliyor, kuşkuya pay
tanıyor ve anlamadan onları mahkûm etmenize izin vermiyor. Sevginize
gelince, o sizin hayat sevginiz. Onlar da insan olduğuna göre, hayatı
onlar da seviyordur, diye düşünmenize yol açıyor. Ama bugünkü dünya, onların
istediği dünya, hayat da onların nefret odağı. Bırakın, taptıkları ölüme
kavuşsunlar. Sizin bu dünyaya adanmışlığınız adına, bırakın onları. Ruhunuzun
büyüklüğünü, onların kötülüklerinin zaferini sağlamak için harcamayın. Beni duyuyor
musun ... sevgilim?
“içinizdeki en iyi niteliklerin hatırına,
bu dünyayı en kötülere feda etmeyin. Sizi sağ tutan değerler adına, insanın
vizyonunu, insan denilmeyi hak etmemiş çirkinlerin, korkakların, akılsızların
çarpıtmasına izin vermeyin. İnsanın doğal durumunun dik durmak, kafasını
çalıştırmak, uzun mesafeleri aşan adımlar atmak olduğunu unutmayın. Ateşinizin
kıvılcımlarının o yetersizlik batağı içinde birer birer sönmesine izin
vermeyin. Ruhunuzdaki kahramanı öldürmeyin. Hak ettiğiniz, ama hiç ulaşamadığınız
hayata yürüyün. Yolunuzu, savaşınızın niteliğini iyi kontrol edin. İstediğiniz
dünya pekâlâ elde edilebilir. Gerçekten vardır, mümkündür ve sizindir.
“Ama kazanmak sizin tam adanmışlığınızı
gerektiriyor. Geçmişinizin dünyasıyla, insanın başkaları uğruna yaşayan
kurbanlık hayvan olduğu doktriniyle bütün bağlarınızı koparmanızı gerektiriyor.
Kendi kişiliğinizin değerleri için mücadele edin. Gururunuzun değeri için
mücadele edin. İnsan denen varlığın esası olan şey için, egemen rasyonel
aklınız için mücadele edin. Seçtiğinizin HAYAT AHLÂKI olduğundan emin olarak,
her zaferin bu yoldan kazanıldığını, her görkeme, her iyiliğe, dünyada var
olmuş her sevince böyle ulaşıldığını bilerek mücadele edin.
“Savaşımın başlangıcında benim ettiğim
yemini etmeye hazır olduğunuz zaman, mücadelenizi kazanmış olacaksınız ...
Döneceğim günü bilmek isteyenler için şimdi o yemini dünya duysun diye
tekrarlıyorum:
“HAYATIM
VE HAYATIMA OLAN SEVGİM ADINA YEMİN EDERİM Kİ, HİÇBİR ZAMAN BİR BAŞKA İNSAN
İÇİN YAŞAMAYACAĞIM VE HİÇ KİMSEDEN BENİM İÇİN YAŞAMASINI İSTEMEYECEĞİM.”
Kaynak:
Ayn RAND, Atlas Shrugged / Atlas Silkindi
/, trc : Belkıs Çorakçı Dişbudak,4. Baskı: Eylül 2010
DURAN SAVAŞ
–
SAKARYA 17
Mart 2013
Sakarya’da
köylüler, aldıkları banka kredisini ödeyemedikleri için zor günler
yaşıyor. Bir banka, 5 köyde ipotek ettiği arazilere el koydu. Borcunu ödeyip
toprağını geri almak isteyen köylüler, ya astronomik rakamlarla ya da bankanın
‘satmıyoruz’ cevabıyla karşılaştı. Arazi sahipleri, borcu ödemek istediklerini
fakat bankanın makul bir anlaşmaya yanaşmadığını söylüyor.
Sakarya'nın
Kocaali ilçesinde genelde fındık üretimi ile geçimini sağlayan Açmabaşı,
Görele, Şerbetpınarı, Kestanepınarı ve Hasankaya köylüleri 2006 yılında
arazilerini ipotek göstererek bir bankadan kredi çekti. Ancak fındık fiyatı
2007 yılından itibaren düşmeye başladı. Köylüler aldıkları krediyi ödeyemeyince
arazilerine el konuldu. Özellikle yüksek kamulaştırma bedeli beklentisiyle
baraj sahası içinde kalan arazileri köylülere geri vermek istemeyen banka,
toprağını almak isteyenlerden astronomik paralar istedi. Baraj sahası dışındaki
arazileri temerrüt faizinin yanında el koyduğu rakamın üzerine yıllık yüzde 15
faizle satışa çıkaran banka, baraj sahası içinde kalanları satışa çıkarmadı.
Borcunu ödeyip toprağını geri almak için ısrar edenlerden ise dönümüne 30 bin
lira talep etti. Açmabaşı Köyü Muhtarı Alim Hoşgör, yüzlerce dönüm arazinin
bankanın elinde olduğunu söylüyor. Hoşgör, borçların yapılandırılması için
banka ile masaya oturmak istediklerini ancak özellikle baraj sahası içinde
kalan yerlerle ilgili ağır şartların öne sürüldüğünü ifade ediyor. Muhtar, “Köylüler
birbirlerine kefil olduğu için bu durum aralarında tatsızlığa sebep oldu.
Akraba ve komşuların arası açıldı. Kötü şeyler olmasından korkuyoruz.” diyor.
Açmabaşı’nda
fındık üreticisi olan Ali Şirin ise kredi mağdurlarından sadece biri. Şirin 85
bin lira aldığı kredi borcunun kendisine maliyetinin birkaç yıl içinde 224 bin
liraya kadar yükseldiğini kaydediyor. 30 dönümlük fındıklığına da bankanın el
koyduğunu dile getiren Şirin sözlerini şöyle sürdürüyor: “85 bin liralık
kredinin 59 bin lirasını başka yerler satarak ödedim. 26 bin lirayı ise
ödeyemedim. Bu sırada borcum temerrüt faizine girdi ve katlanarak arttı. Banka
30 dönüm baraj sahası içinde kalan arazime, dönümü yaklaşık 2 bin 600-2 bin 800
lira fiyat biçerek el koydu. Borçlarımı kapattım. Ayrıca el konulan arazimi geri
almak için neyim varsa sattım. Bankaya gidip arazimi geri almak istediğimi
söyledim. Ancak banka baraj sahası içinde kalan araziyi geri vermeyeceklerini
iletti. Israr edince dönümüne 30 bin lira istediler.” Bankanın 2011 yılında
baraj sahası içinde kalan yerler için dönüme 6 bin lira değer biçtiğini, bir
yıl sonra ise 30 bin liraya çıkardığını öne süren Şirin, “Baraj sahası içinde
kalan köy sakinlerinin yaklaşık 150 dönüm arazi var. Banka buradan 4,5 milyon
TL kazanmayı amaçlıyor. Yetkililerin böyle bankalara ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye
sormasını istiyoruz. 3 yıldır arazimizi geri almak için uğraşıyoruz.” diye
konuşuyor.
Kocaali
Ziraat Odası Başkanı Tamer Tunca da birçok köyde aynı sorunun yaşandığını
anlatarak şu bilgileri veriyor: “2007 yılında fındığın kilosu 7 lira 4 kuruş
idi. Buna güvenen üretici traktör, ev ve çeşitli ihtiyacını karşılamak için
kredi aldı. Ancak sonraki yıl Fiskobirlik’in devreden çıkması ve Toprak
Mahsulleri Ofisi’nin geç devreye girmesiyle fındık 2 liraya kadar düştü. Daha
sonraki yıllarda da beklenen yükseliş olmadı. Bu sebeple üretici bankaya olan
kredi borcunu ödeyemedi. Çiftçinin borcu temerrüde girdi. Banka şu anda 5 köyde
borçlarını ödemeyenlerin arazilerine el koydu. Sadece 2 parsel geri alınabildi.
Çiftçi borcunu ödeyecek ama banka makul bir anlaşmaya yanaşmıyor. Birçok yere
gittik ancak bugüne kadar bize yardımcı olan olmadı.” Söz konusu banka
yetkilileri ise konu ile ilgili açıklama yapacaklarını belirtmelerine rağmen
daha sonra bundan vazgeçerek herhangi bir bilgi vermedi.
Erişim:
AYN RAND ile ROPORTAJ
Bayan Rand,
romanlarınız ve diğer eserleriniz, özellikle çok tartışılan Atlas Shrugged
isimli kitabınız dikkatle tasarlan-mış iç tutarlılığı olan bir dünya görüşünü
yansıtıyor. Aslında bütün eserleriniz herşeyi kapsayan bir felsefi sistemin
anlatımı. Bu yeni felsefe ile neyi başarmayı amaçlıyorsunuz?
İnsanlara veya en
azından düşünme zahmetine katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel
bir yaşam tarzı sunmayı amaçlıyorum.
Objektivismin
önkabulleri nelerdir? Nereden başlar?
Mevcudiyetin varolduğu
aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir gerçekliğin duygularımızdan,
hislerimizden, dilekleri-mizden, umutlarımızdan veya korkuları-mızdan bağımsız
olarak varolduğunu belirtir. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve
eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Mantık
derken insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan
işlemi kastediyorum.
Atlas Shrugged’da
kahramanınız John Galt “Hayatım ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla
başkalarının hatırı için yaşamayacağım, ne de onlardan benim hatrım için
yaşamalarını isteyeceğim.” diyor. Bu sizın temel prensiplerinizle nasıl ilişkilendiriliyor?
Galt’ın bu sözü
objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik sistem
temellerini zımnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten alır.
Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanın hayatta
kalmak için en temel aracı ise rasyonalite de en yüksek erdemidir. Aklını
kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanın ahlaki
zorunluluğudur. Objektivist etiğin değer standardı, insanın insanca vasıflarını
muhafaza ederek yaşaması, yani insan hayatı için, ya da diğer bir deyişle
rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan
neyse odur. Objektivist etik özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını,
kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları
için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini savunur. John
Galt’ın açıklaması bu son söylediğimin özetlenmiş halidir.
Bu söylediklerinizden
nasıl bir kişisel ahlak anlayışı çıkartabiliriz?
Sorunuzun cevabı Atlas
Shrugged’da detaylı olarak verilmiştir.
Atlas Shrugged’ın
kadın kahramanı sizin kelimelerinizle:”temel bir suçluluk duygusu yaşamaya
muktedir değildi”. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan
varolabilir mi?
Belirttiğiniz
cümledeki anahtar kelime “temel”dir. Temel bir suçluluk duygusu burada kişinin
kendi davranışlarını değer-lendirme ve yanlışlarından pişman olma anlamında
kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu insanın yaradılış itibarıyla kötü ve
suçlu olduğu anlamına geliyor.
Ebedi günah gibi mi?
Kesinlikle öyle. Ebedi
günah olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin
kabul edemeyeceği veya duygusal olarak yaşayamayacağı bir histir. Ebedi günah
kavramı ahlakı dışlayan bir kavramdır. Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu
ise bu konuda tercih hakkı yok demektir. Tercih hakkı yok ise konu ahlakın
alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanın hür iradesinin hakim olduğu alanda
yani onun tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış
itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir
eylemi hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki
değerlere sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı haket-mediğini
görmektedir. Tamamıyle ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı haketmediği
bir suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.
Atlas Shrugged’da ana
karakterlerinizden birine “En sefil insan tipi nedir?” diye soruluyor. Cevabı
şaşırtıcı. Çünkü bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. “Amaçsız
biri” diyor. Ancak bir çok insan hayatlarını açıkça tanımladıkları bir
amaç-ları olmadan devam ettiriyorlar. Onları da sefil olarak mı
tanımlıyorsunuz?
Evet, bir dereceye
kadar öyle.
Neden?
Çünkü sorunuzda
belirttiğiniz kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizm, diktatörlük ve
herhangi bir kötülük insanın gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur.
Düşünememesinin sonucu… Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve
tanım-layamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatının
kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir.
Hayatınızı kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç…
İsim vermek gerekirse
iki diktatör olan Hitler ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar mıydı?
Açık bir amaçları yok muydu?
Tabii ki hayır.
Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine dikkatinizi
çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret
etmiş-lerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged’taki James Taggart
karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda
olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya
yaratıcı bir amaçla aynı şey değil.
Hayatlarını keskin
çizgilerle tanımlanan tek bir hedef etrafında düzenleyenler ufuklarının bir
hayli daralması tehlikesiyle karşı karşıya kalmazlar mı?
Tam tersi. Merkezi bir
amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin
hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar,
hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklının hakimiyetine
açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur
gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi
için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rastgele etkilerin
ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz.
Hiçbir zaman bula-mayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.
Kaprisleri
hayatımızdan tamamen uzak tutmak ve tamamıyla rasyonel bir tarzda yaşamak
tatsız, renksiz veya keyifsiz bir yaşam sürmemize sebep olmaz mı?
Samimi olarak neden
bahsettiğinizi anlamadığımı söylemeliyim. İlk önce kav-ramlarımızı
tanımlayalım. Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı
sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir.
Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler
hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkın-daki tahminlerinize dair
bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya
bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek
temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve
öğrenmeye de zahmet etmediğiniz bir duygudur. Peki “kaprislerle hareket etmek”
ne demek oluyor? Bu, insanın bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak
istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yaşamasıdır. Bu insanın
geçici bir delilik hali içinde yaşaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz
bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyifin canilerin kan dökerken aldığı
keyife benzeyeceğini düşünüyorum. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece
yıkım getirebilir.
O halde duyguların
yaşamımızda hiç yeri olmamalı mı?
Tabii ki hayır. Sadece
duyguların olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular
insanın değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep
değil sonuçturlar. İnsan eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru
kurabiliyorsa bu ikisi arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü
seçmek zorunda kalacağımız raddede bir çelişki olmak zorunda değildir. Rasyonel
insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden
kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar. Eğer önkabulleri
yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı
duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin
nedenini ve haklı olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve
duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı
değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi
değildir; rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi
duygularını sebep aklını ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur
ederse; yani eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklını duygularını
rasyonalize etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki
hareket ediyor demektir. Böylelikle kendini zulüme, başarısızlığa, yenilgiye
mahkum etmiş olur. Kendinin ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey
başaramaz.
Sizin felsefenize göre
çalışma ve başarı hayattaki en yüksek hedefler. Siz arkadaşlığın ve aile
bağlarının sıcaklığında daha fazla tatmin olanları gayri ahlaki olarak mı
değerlendiriyorsunuz?
Eğer arkadaşlık ve
aile bağları gibi değerleri üretken faaliyetlerinden daha üstün kabul
ediyorlarsa, evet o zaman gayri ahlakidirler. Arkadaşlık, aile bağları ve
beşeri ilişkiler insan hayatında birincil derece önemi haiz değildir. Beşeri
hayatın diğer unsurlarını yaratıcı, üretken çalışmalarının üstünde tutan insan
duygusal bir parazittir. Ancak işini en üstün değer olarak görürse işi ve
beşeri ilişkilerden aldığı keyif arasında hiç bir çelişki olmayacaktır.
Siz kadınların da
erkekler gibi hayatlarını işleri etrafında organize etmeleri gerektiğini mi
düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse bu ne çeşit işler olmalı?
Tabi ki. Ben
kadınların da insan olduklarına inanıyorum. Erkek için uygun olan herşey kadın
için de uygundur. İki cinsin de hayatlarıyla ilgili temel prensipler aynıdır.
Bir erkeğin ne çeşit işler yapması gerektiğini saptamaya kalkışmayacağım için
kadınlar için de ne çeşit işlerin uygun olacağını söyleyemem. Özellikle
kadınlara göre veya kadınsı olan hiçbir iş yoktur. Kadınlar da erkekler gibi
işlerini kendi amaçları ve değer yargıları doğrultusunda seçmelidirler.
Sizce kendini kariyeri
yerine evine ve ailesine adayan bir kadın gayri ahlaki midir?
Gayri ahlaki olduğunu
değil ama hayatın gereklerine uymadığını söyleyebilirim. Çünkü ev, çocukların
çok küçük olduğu zamanlar hariç, tüm günü kapsayacak bir uğraşı, bir meslek
olamaz. Ne var ki, kadın eğer bir aileyi çok ister ve bunu kariyeri haline
getirmek isterse, bu işle bir kariyere yakışacak şekilde ilgilenirse,
çocuklarını yetiştireceği kuralları ve prensipleri tanım-larsa ve bu işe
entellektüel bir tavırla yaklaşırsa, en azından bir süre için ev hanımlığını da
bir meslekmiş gibi düşünü-lebilir. Duygusal bir düşkünlük olmaktan çıkarılıp
bir bilim olarak düşünülürse bu çok sorumluluk yüklü ve önemli bir görevdir.
Sizce bütün ihtirası
çalışmak olan rasyonel insanın hayatında romantik aşkın yeri nedir?
Romantik aşk o insanın
en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek
insan bütün ihtirası işi olan adamdır. Çünkü aşk bir erkeğin veya kadının
karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu
saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer
insanın açıkca tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da
takdir edemez. Bu açıdan, Pınar’dan okuyucular tarafından sürekli atıfta
bulunulan bir alıntı yapmak istiyorum: “ ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk
önce ‘ben’ demeyi bilmek gerekir”
Siz kişinin kendi
mutluluğunun en yüksek amaç ve fedakarlığın gayri ahlaki olduğunu
savunuyorsunuz. Bu işde geçerli olduğu kadar aşkda da geçerli midir?
Başka herhangi bir
konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz
kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve bencil bir öneme sahip
olduğu anlamına gelir. Eğer kişiliğiniz yoksa, birine aşık olmanız o kişiyle
beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel keyif ve mutluluk
almadığınız, olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak kendinizi onun
isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin böyle bir durumdan
dolayı gurununun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı kabul etmeyeceğini
belirtmeme gerek yok. Aşk kendini bir başkası için feda etmek anlamına gelmez.
Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa vurulmasıdır. Aşık
olduğunuz insana kendi mutluluğunuz için ihtiyaç duyarsınız ve bu ona
bahşedebileceğiniz en büyük iltifat ve onurdur.
Salt fiziksel aşkın
çirkin ve şeytani olduğuna dair püritan anlayışı yerdiniz. Buna rağmen “ayrımcı
olmayan arzu ve seçici olmayan düşkünlükler kendilerini ve seksi şeytani olarak
görenlere mahsustur” satırları da size ait. Sekste ayrımcı ve seçici
düşkünlüklerin ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?
Seçici ve ayrımcı olan
bir seks hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve
üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli
unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla ele
alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip olduğu en
yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur. Seks karşı tarafın sahip
olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden
önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak nitelendiri-yorum. Seksin
kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks çok iyi ve önemli olduğu için.
Bu sizin açınızdan
seksin sadece evli çiftler arasında yapılması gerektiği anla-mında
yorumlanabilir mi?
Şart değil. Seks çok
ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu ilişkinin bir evliliğe dönüşüp
dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın hayatlarının seyrine bağlıdır.
Evliliği, iki taraf da hayatlarının sonuna kadar beraber olmayı
isteyebilecekleri insanı buldukları zaman –ki hiç kimse bundan otomatik olarak
emin olamaz- çok önemli bir kurum olarak kabul ediyorum. Taraflar nihai
tercihlerine ulaştıklarından emin olurlarsa evlilik elbette arzu edilen bir
durumdur. Fakat bu, tarif edilen mutlak kesinlikten daha azı üzerine kurulan
herhangi bir ilişkinin uygunsuz olduğu anlamına gelmemelidir. Bir ilişki veya
evlilik kararı ile ilgili sorunun sadece konuyla ilgili tarafların durumlarına
ve bilgilerine bağlı olduğunu ve kararın onlara bırakılması gerektiğini
düşünüyorum. Çiftler karşılıklı olarak ilişkilerini ciddiye alıyorlarsa ve
ilişkileri ahlaki değerler üzerine kuruluysa her iki durum da ahlakidir.
Aydınlanmış bir
kişisel çıkar arayışının liderliğini yapan biri olarak kişinin hayatını
hedonistik kişisel haz arayışına vakfetmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hedonistik felsefeye
tamamıyla karşıyım. Hedonistik felsefeye göre size haz veren herşey iyidir.
Dolayısıyla Keyif ahlaki bir standart olarak değerlendirilir. Objektivizm
iyinin rasyonel bir değer standartıyla tanımlanması gerektiğini ve keyif hissinin
bir sebep değil sonuç olduğunu savunur. Sadece rasyonel değer yargıları sonucu
ortaya çıkan keyif duygusu ahlaki olarak nitelendirilebilir. Hedonistik keyif
anlayışı kendi başına eylemlerimizi yönetemez veya bir ahlaki standart olarak
kullanılamaz. Zevk hissinin bir ahlaki standart olduğunu söylemek bilinçli veya
bilinçsiz, doğru ya da yanlış hangi ahlaki değerleri edinmiş olursanız olun
sahip olduğunuz ahlaki değerlerin doğru ve ahlaki olduğunu savunmaktır. Bu
aklınız yerine rastgele hislerin, duyguların ve kaprislerin kontrolünde
olduğunuz anlamına gelir. Benim felsefem hedonizmin tam tersidir. Ben kişinin
mutluluğu tesadüfi, keyfi veya subjektif araçlarla yakalayamayacağını
savunuyorum. İnsan ancak rasyonel değerleri referans alarak mutluluğu yakalayabilir.
Rasyonel değerler demekle birinin keyfi veya körü körüne rasyonel kabul ettiği
herhangi bir değeri kastetmiyorum. İnsan için rasyonel olan ahlaki standartları
ve takip edilecek rasyonel değerleri tanımlamak ahlakın ve etik biliminin
alanıdır.
Vaktini kadınların
peşinden koşarak ziyan eden bir adamın kendini adam yerine koymadığını, hor
gördüğünü söylediniz. Bunu biraz açar mısınız?
Bu durumdaki bir erkek
seks açısından sebep ve sonuç ilişkisini tersine çeviriyor demektir. Seks
insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir. Fakat
kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır.
Kendine olan saygısını cinsel fetihlerinin ona kazandırmasını bekler; ki bu
imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz.
Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder.
“Seksin mantığa kapalı”
olduğu fikrine karşı çıkıyorsunuz. Fakat seks mantık dışı biyolojik bir güdü
değil midir?
Hayır. Öncelikle,
insanoğlunun güdüleri yoktur. Fiziksel olarak seks sadece bir kapasitedir.
Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve kimi çekici bulacağı kendi
ahlaki değer standartlarıyla ilgili bir şeydir. Tercihlerini kontrol eden,
bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel
felsefesi cinsel hayatını yönlendirir.
İnsan güçlü, mantık
dışı biyolojik dürtülere sahip değil midir?
Değildir. Kişi belirli
bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara sahiptir. Fakat bunları nasıl,
hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip değildir. Mesela insanın
yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat önce bu hissi açlık olarak
tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl yiyecek elde edebileceğini
öğrenene kadar aç kalacaktır. İnsan dünyaya belirli fiziksel ve psikolojik
ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne keşfedebilir ne de
tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi için neyin doğru
neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri ona ne yapması
gerektiğini söylemeyecektir.
Atlas Shrugged’da “her
meselenin iki yüzü vardır. Bir yüzü yanlış diğeri ise doğrudur. Fakat ikisinin
ortası her zaman kötü ve şeytanidir” diye yazmışsınız. Bu bir hayli siyah-beyaz
bir bakış açısı değil mi?
Kesinlikle öyle. Bütün
gücümle siyah-beyaz bir dünya anlayışını savunuyorum. İzin verirseniz bunu
tanımlayalım. Siyah ve beyaz ifadesiyle ne denmek isteniyor? Bu iyi ve kötü
demektir. Herhangi bir şeyi gri veya orta yol olarak adlandırmadan önce siyah
ve beyazın ne olduğunu tanımlamanız gerekir. Çünkü gri bu ikisinin karşımından
başka bir şey değildir. Bir alternatifi iyi diğerini kötü olarak tanımladıktan
sonra ikisinin karışımını seçmenin doğru olduğunu savunamazsınız. Bir kısmında
kötülük olduğunu bildiğiniz bir şeyi seçmeyi meşrulaştıramazsınız.
Şu halde mutlak
doğrulara inanıyorsunuz?
İnanıyorum.
Öyleyse objektivizm
bir dogma olarak adlandırılabilir mi?
Hayır. Dogma, rasyonel
delillere rağmen ve rasyonel yollarla doğruluğu kanıtlanma-dan iman yoluyla
kabul edilen inançlar bütünüdür. Dogma kör bir inancın konu-sudur. Objektivizm
bunun tam tersidir. Herhangi bir fikir veya yargıyı doğruluğunu mantık yoluyla
ispatlamadan kabul etmeme-niz gerektiğini savunur.
Eğer geniş ölçüde
kabul görürse, objektivizm bir dogmaya dönüşmeye zorlanabilir mi?
Hayır. Objektivizmin
onu bir dogma olarak kullanmak isteyecek insanlara karşı kendi kendini
koruyabileceğini biliyorum. Objektivizm kişinin aklını kullanmasını öngörür.
Genel prensipleri ayrım gözetmeden ve düşünmeden kendi yaşamlarında uygu-lamaya
kalkanlar bunun yapılamayacağını görürler. Böylelikle objektivizmi ya
uygula-maya ya da reddetmeye zorlanırlar. Uygula-mak derken kişinin objektivist
prensipleri kendi gündelik yaşamındaki belirli problem-ler karşısında nasıl
kullanacağını kendi aklını, düşünme yetisini kullanarak bulmasını kastediyorum.
İmana karşı olduğunuzu
söylediniz. Tanrıya inanıyor musunuz?
Kesinlikle hayır.
“Haç işareti zulmün,
ideal olanın olmayana feda edilmesinin işaretidir. Dolar işaretini tercih
ederim” dediğiniz söyleniyor. Samimi olarak ikibin yıllık hristiyanlık
pratiğinin “zulüm” olarak tanımlanabilece-ğini düşünüyor musunuz?
Öncelikle o sözü asla
söylemedim. Ne edebi ne de entellektüel alanda bu benim tarzım değil. Dolar
işaretini tercih ettiğimi söylemedim ve lütfen bunu yazın, bu ucuz bir
saçmalıktır. Bu alıntının nereden yapıldığını bilmiyorum fakat dolar işeretinin
anlamı Atlas Shrugged’da açıklanmıştır. Hikayede açıkça anlatıldığı gibi, dolar
işareti serbest ticaretin, dolayısıyla hür aklın işaretidir. Hür akıl ve
serbest ticaret birbirlerinin önkoşuludurlar. Birisi olmadan diğeri varolamaz.
Hür bir ülkenin parasının işareti olan dolar işareti bu yüzden hür bir aklın
sembolüdür. Daha da ötesi, dolar işaretinin tarihsel kaynağı ile ilgili olarak
hiç bir zaman kanıtlanamayan olası bir hipoteze göre Birleşik Devletlerin de
sembolüdür.
Şimdi haç hakkında
birşeyler söylememi istiyorsunuz. Samimi olarak haç işaretinin ideal olanın
olmayana feda edilmesinin sembolü olarak kabul ediyorum. Anlamı da bu değil
midir zaten? Hristiyan felsefesine göre İsa ideal insandır. Kendi benliğinde ne
tip insanın varolmaya layık olduğunun örneğini verir. Buna rağmen Hristiyan
mitolojisine göre kendi günahları için değil ama ideal olmayan insanların
günahları uğruna haçın üzerinde can vermiştir. Diğer bir deyişle kusursuz
erdemlere sahip bir insan, kötü ve kendileri için yapılan bu fedakarlığı kabul
ettikleri öngörülen veya sanılan insanlar uğruna kurban edilmiştir. Eğer
hristiyan olsaydım hiçbir şey beni ideal olanın olmayana, erdemin kötülüğe
kurban edilmesi tasavvurundan daha fazla hiddetlendiremezdi. İnsanlardan o
işaretin uğruna kendilerinden daha kötü olanlara kurban olmaları
beklenmektedir. Sembol aynen bu amaç için kullanılmaktadır ve bu eziyettir.
Size göre herhangi bir
din insan hayatına yapıcı bir öge katmış olabilir mi?
Din aracılığıyla
–gerçekliğe ve mantığın sonuçlarına aykırı veya bunlar tarafından
desteklenmeyen körü körüne bir inanç olarak- hayır. Bu şekliyle iman insan
hayatına oldukça zararlıdır çünkü mantığın bastırılmasını gerektirir. Fakat
dinin felsefenin ilk formu, insanlar bir felsefe oluşturacak kadar gelişemeden
önce kendi hayatlarına ve bir değerler koduna referans olabilecek tutarlı bir
çerçeve kazandırma, evreni açıklama çabaları olduğunu hatırlamanız lazım. Ve
felsefe olarak bakıldığında bazı dinlerin çok değerli ahlak görüşleri vardır.
Olumlu etkileri ve özümsenecek uygun ilkeleri vardır. Fakat bütün bunlar çok
çelişkili ve… nasıl demeli, çok tehlikeli ve kötü amaçlar için kullanılmaya
elverişli bir zeminde, iman üzerinde sunulmaktadır.
O halde dolar ve haç
işareti arasında bir tercihte bulunmanız gerekseydi doları seçeceğinizi
söyleyebilir misiniz?
Böyle bir tercih
yapmayı kabul etmem. Şöyle diyelim: İman ve mantık arasında bir tercihte
bulunmam istenseydi, bu ikilinin birbirine alternatif kabul edilebileceğini
düşünmek bile istemezdim. Bir insan olarak tereddütsüz mantığı seçersiniz.
Ford ve Rockefeller
aileleri gibi varlıklı işadamlarının servetlerini hayır işlerinde kullandıkları
için gayri ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?
Hayır, hayır işlemek
istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir. Hayır işleri üzerine olan görüşlerim
bir hayli basittir. Hayır işlerini birincil bir erdem olarak ve en önemlisi
ahlaki bir ödev olarak görmüyorum. Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım
edecek maddi gücünüz varsa başka insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı
yok. Hayır faaliyetini marjinal bir konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum
görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.
Ford ve Rockefeller
aileleri gibi varlıklı işadamlarının servetlerini hayır işlerinde kullandıkları
için gayri ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?
Hayır, hayır işlemek
istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir. Hayır işleri üzerine olan görüşlerim
bir hayli basittir. Hayır işlerini birincil bir erdem olarak ve en önemlisi
ahlaki bir ödev olarak görmüyorum. Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım
edecek maddi gücünüz varsa başka insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı
yok. Hayır faaliyetini marjinal bir konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum
görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.
Felsefi sisteminizde
merhametin yeri nedir?
Merhametin ahlaki
açıdan suçlu olanlara değil masum kurbanlara karşı gösterilmesi uygundur. İnsan
bir toplama kampının kurbanlarına karşı merhamet hissederken onlara işkence
edenlere de aynı merhameti gösteremez. Eğer işkencecilere karşı merhamet
hissediyorsa, işkence görenleri manevi açıdan aldatıyor demektir.
Başka birini korumak
için bir kurşunun önüne atlayıp kendini feda etmek Objektivizmin prensiplerine
aykırı mıdır?
Hayır. Bu duruma göre
değişir. Eğer kocamı hedeflemişse bir kurşunun önüne atlayabilirim. Eğer bir
varlığa veya fikre yeterince değer veriyorsanız onu korurken ölmek kendini feda
etmek değildir, çünkü onsuz varolmanın sizin için bir anlamı yoktur.
Bir amaç uğruna
ölebilir misiniz? Veya sizin felsefenizin takipçileri bir amaç için kendilerini
feda edebilirler mi? Fedakarlık mefhumuna gerçekten karşı olan bir Objektivist
için herhangi bir sebep kendini feda etmeye değebilir mi?
Kitabımda bu sorunuzun
cevabı açıkça verilmiştir. Atlas Shrugged’da kişinin değerleri için yaşaması,
gerekirse de savaşması gerektiğini açıkladım. Çünkü yaşamak ahlaki değerlere
ulaşma çabasından ibarettir. İnsanoğlu çaba göstermeden hayatta kalamaz.
Rasyonel bir varlık olarak yaşamalı ve daha azını kabul etmemelidir. Bir vahşi
olarak hayatta kalamaz. Yiyecek gibi en basit bir değer bile bizzat insan
tarafından üretilmelidir. Daha ilgi çekici, daha önemli kazanımlar için de aynı
şey geçerlidir. Bütün değerler insan tarafından kazanılmalı ve korunmalı,
tehdit altındalarsa -rasyonel bir varlık olarak yaşama hakkını korumak için-
onun tarafından savunulmalıdır. Eğer bana Objektivizm uğruna hayatımı feda edip
edemeyeceğimi soruyorsanız, ederim. Fakat daha da önemlisi objektivizm için
yaşamak istememdir ki bu çok daha zordur.
Mantık üzerine
yaptığınız vurgularınızda zamanımızın yazarları, romancıları ve şairleriyle
felsefi açıdan çatışıyorsunuz ki bunların bir çoğu kendilerini mistik ve
irrasyonel olarak tanımlıyorlar. Sizce bunun sebebi nedir?
Çünkü sanat kaynağını
felsefeden alır ve günümüzün baskın felsefi akımı neomistisizimdir. Sanat,
sanatçının insan ve varoluş hakkındaki temel görüşlerinin yansımasıdır.
Sanatçıların çoğu kendi felsefi anlayışlarını geliştirmedikleri için kendi
zamanlarının baskın felsefi akımlarını, bilinçli veya bilinçsizce benimserler.
Günümüz edebiyatının büyük bir kısmı günümüz felsefesinin bir yansımasıdır. Ve
edebiyatın günümüzdeki haline bir bakın!
Fakat bir yazar
zamanını yansıtmamalı mı?
Hayır. Yazar her
rüzgarla savrulan, edilgen bir takipçi değil zamanının aktif entellektüel
lideri olmalıdır. Yazar kendi kültürünün değerlerini biçimlendirmeli, insan
hayatının amaçlarını öngörüp somutlaştırma-lıdır. Edebiyatın günümüzdeki
vitrininden silinen romantik akımın özü budur.
Edebi açıdan günümüzün
bu anlayışı bizi nereye götürür?
Naturalizmin sonuna
götürüyor. Naturalist akıma göre yazar etrafında her ne gözlemlerse gözlemlesin,
pasif bir fotoğrafçı, veya eleştirmeden, kendi görüşlerini katma-dan olayları
aktaran bir muhabir gibi olmak zorundadır. Romantisizme göre ise yazar
etrafındakileri o anda oldukları gibi değil, Aristo’dan bir alıntı yapmak
gerekirse, “olabilecekleri veya olmaları gerektiği gibi” sunmalıdır.
Kendinizin
romantisiztlerin sonuncusu olduğunu söyleyebilir misiniz?
Ya da, Atlas
Shrugged’daki bir karakterimden alıntıyla, “geri dönüşlerinin öncüsü”
Genelde günümüz
edebiyatı hakkındaki değerlendirmeniz nedir?
Felsefi açıdan, gayri
ahlaki. Estetik açıdan beni sıkıntıdan öldürüyor. Özellikle insan-ların
sefaletlerini konu yapan bir pislik çukuruna dönüşüyor. Ve sefalet kadar da
sıkıcı bir şey yoktur.
Takdir ettiğiniz bir
romancı var mı?
Evet, Victor Hugo.
Günümüz yazarlarından?
Hayır, sözde ciddi
olanlarının arasında takdir ettiğimi söyleyebileceğim birisi yok. Romantisizmin
günümüzdeki kalıntısı olan çağdaş popüler edebiyatı tercih ediyorum. Favorim
Mickey Spillane.
Neden onu
beğeniyorsunuz?
Çünkü temelde bir ahlakçı.
Basit bir form içinde, mesela bir dedektif romanında, iyi ve kötünün
çatışmasını siyah ve beyaz ögelerle sunuyor. İki tarafında rezaletlerini sıkıcı
gri bir karışım içinde ortaya atmıyor. Uzlaşamaz bir çelişki sergiliyor. Bir
yazar olarak benim en önemli saydığım özellik olan konu yapılandırmasında çok
parlak bir uzman.
Faulkner hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Pek birşey
düşünmüyorum. Stili güzel ama pratikte içerik olarak zor okunuyor. Ondan pek az
okudum.
Nabokov’a ne dersiniz?
Sadece bir kitabını ve
diğerinin yarısını okudum. Yarısını okuduğum kitabı Lolita idi.
Bitiremedim. Parlak bir stili var. Fakat seçtiği konular, hayatı algılayışı ve
insana bakışı hiçbir sanatsal yeteneğin kapatamayacağı kadar kötü.
Bir romancı olarak
felsefenin yazılarınızın ana amacı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Hayır. Benim ana
amacım ideal insanı “olabileceği ve olması gerektiği gibi” göstermektir.
Felsefe bu amaca ulaşmak için bir araçtır.
Eski romanlarınızdan
Anthem (Ben)’de ana karakteriniz “karar veren irademdir ve saygı duyduğum
yegane karar da irademin istekleridir”diyor. Bu anarşizim değil mi? Kişinin
saygı duyması gereken tek kanun kendi arzusu veya iradesi midir?
Kastedilen “kişinin
kendi iradesi” değil “kişinin kendi rasyonel yargısıdır”. Bu iyi ya da kötü
şiirsel bir ifadedir ve Anthem’de tüm hikaye içinde iyice açıklanmıştır.
Gör-düğünüz üzere hür irade kavramını genellikle anlaşılan manasından tamamen
ayrı bir anlam içinde kullanıyorum burada. Hür irade insanın düşünme veya
düşünmeyi reddetme kabiliyetinden oluşur. Düşünme eylemi insanın ana
tercihidir. Rasyonel insan hiç bir zaman arzuların veya kaprislerin esiri
olmaz, rasyonel yargısının doğruluğunu teyid ettiği değerleri ona yol gösterir.
Tanıyabileceği tek otorite budur. Bu anarşi değildir. Çünkü insan özgür ve
uygar bir toplumda yaşamak isterse mantık icabı o toplumun objektif, rasyonel
ve geçerli kanunlarına uymayı tercih edecektir. Bu konuyla ilgili olarak
devletin işlevleri ve ona olan ihtiyacımız üzerine The Objectivist Letter’da
bir makale yazdım.
Sizce devletin
işlevleri nelerdir?
Temelde devletin
sadece tek işlevi vardır: Birey haklarını korumak. Haklar sadece fiziksel güç
veya onun türevleri kullanılarak ihlal edilebileceğine göre devlete düşen görev
fiziksel güç kullanımını başlatanlardan, yani suçlulardan insanları korumaktır.
Toplumda güç sadece kendini korumak ve mukabele amacıyla, o da sadece güç
kullanı-mını başlatanlara karşı kullanılabilir. Devletin doğru işlevi budur:
İnsanları zor kullanmaktan alıkoyarak polis vazifesi görmek…
Eğer güç sadece güce
karşı koymak amacıyla kullanılabiliyorsa, devlet asker veya vergi toplamak
amacıyla güç kullanmak hakkını haiz midir?
Prensip olarak vergi
vermenin, devlete karşı diğer bütün sorumluluklarımızda olduğu gibi, gönüllü
yapılmasını uygun buluyorum. Fakat bu yöntemin nasıl uygulanabileceği konusu
çok karmaşıktır. Sadece bazı metodlar önerebilirim fakat onların üzerinde
mutlak çözümmüşler gibi ısrarlı olamam. Mesela Avrupa’nın bir çok ülkesinde
devlet eliyle düzenlenen piyan-golar gönüllü ödenecek vergiler için uygun bir
yöntem olabilir. Başka örnekler de verilebilir. Vergiler, devletin sağladığı
çeşitli hizmetlere ihtiyaç duydukları için, vatandaş-ların katkıda
bulunacakları ve bulunmaları gereken (sigorta ödemeleri gibi) gönüllü
faaliyetlerden biridir. Ancak elbette bu uzun vadede, insanlar tam anlamıyla
hür bir sosyal sistem kurdukları zaman, gündeme gelebilecek bir problem. Onun
içindir ki savunulması gereken ilk değil son reform olmalıdır. Askere almayla
ilgili olarak şunu söyleyebilirim ki, kesinlikle haklı veya anayasal bir
uygulama değildir. Bireyin kendi hayatı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı gibi
temel bir özgürlüğünü ihlal etmektedir. Kimsenin başkasını kendi amaçları için
ölüme göndermeye hakkı yoktur. Bir ülke vatandaşlarını gönüllü olmadıkları bir
hizmeti yapmaya zorlayamaz. Ordular kesinlikle gönüllülük esasına göre
oluşturulmalıdır. Askeri otoriteler de gönüllü orduların en iyi ordular
olduğunu teyid etmektedir.
Diğer kamusal
gereksinimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela posta idaresini devletin meşru
işlevi olarak görüyor musunuz?
Şimdi şunda anlaşalım:
Benim pozisyonum son derece tutarlı. Sadece posta idaresi değil, sokaklar,
caddeler ama hepsinin üzerinde okullar özel şahıslar tarafından işletilmeli ve
mülkiyetleri özel şahıslara ait olmalı. Devlet ve ekonominin birbirlerinden
ayrılmasını savunuyorum. Devletin görevi sadece güç kullanımı ile ilgili
konularla sınırlı olmalı. Bu polis, silahlı kuvvetler ve mahkemeler gibi
insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözen kurumlardan başka hiçbir alanı kapsamaz.
Bunların dışında kalan herşey özel şahıs ve kuruluşlar tarafından
yönetilmelidir. Şüphesiz bu çok daha iyi bir yönetim olacaktır.
Yeni devlet kurumları
veya kuruluşları kurar mıydınız?
Hayır ve konuları bu
yöntemle ele alamam. Bir merkezi planlamacı değilim ve ütopyaları icat
etmiyorum. Pratik hayattaki uygulamaları açık olan prensiplerden bahsediyorum.
Eğer güç kullanılmasına karşıyım dediysem daha fazla tartışacak ne olabilir?
Uluslararası
ilişkilerde güç kullanma unsuru hakkında ne düşünüyorsunuz? Herhangi bir özgür
ulusun 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyasını işgal etmeye hakkı olduğunu
söylemiştiniz…
Kesinlikle
Günümüzde herhangi bir
hür ulus Sovyet Rusya’yı, Küba’yı ya da diğer bir “bağımlı devlet”i işgal
etmeyi bir görev değilse de ahlaki bir hak olarak telakki edebilir. Doğru mu?
Doğru. Herhangi bir
diktatörlük –vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir devlet- kanun dışıdır ve
hiçbir hak iddia edemez.
Birleşik Devletlerin
Kübayı veya Sovyetler Birliğini işgal etmesi için aktif olarak kampanya açar
mısınız?
Şu anda değil. Böyle
bir eylemin gerekli olduğunu sanmıyorum. Sovyetler Birliğinin herşeyden çok
korktuğu bir eylem olan ekonomik boykotları savunuyorum. Kübanın ambargoya
alınmasını ve Sovyetler Birliğine ekonomik boykot uygulanmasını destekliyorum.
Böylece tek bir Amerikalının hayatı zarar görmeden iki rejimin de çökeceğini
göreceksiniz.
ABD’nin Birleşmiş
Milletler’den ayrılmasını tercih edermisiniz?
Evet. Dünya barışı ve
insan hakları adına kurulmuş olan bir organizasyonun üyeleri arasında Sovyet
Rusya gibi tarihin en saldırgan ve eli kanlı kasabının bulunmasını tasvip
etmiyorum. İnsan haklarının korunması kalıbı, koruyucuların arasında Sovyet
Rusya’nın da bulunduğu bir ortamda, bu organizasyonu desteklemesi veya
onaylaması gereken insanlığın zekasına ve insan hakları kavramına bir hakaret
ve saldırı anlamına geliyor. Bireyin canilerle işbirliği yapmasının zorunlu
olduğuna nasıl inanmıyorsam, hür ülkelerin diktatörlüklerle işbirliği yapmaları
gerektiğine de inanmıyorum.
Rusya ile diplomatik
ilişkilerin gerilmesini destekler misiniz?
Evet.
Antikomünist,
antisosyalist ve antiliberal olarak adlandırıldınız. Buna rağmen muhafazakar
olarak adlandırılmayı da reddediyorsunuz. Aksine en keskin eleştirilerinizden
bir kısmını muhafazakarlar için sarfettiniz. Siyasi pozisyonunuz nedir?
Düzeltiyorum.
Pozisyonumu asla negatiflerle tanımlamam. Laissez-faire kapitalizminin,
bireysel hakların –ki bundan başka bir hak kategorisi yoktur- ve bireysel
özgürlüğün savunucusuyum. Komünizm, refah devleti, faşizim, Nazizim ve modern
liberalizm (Amerikadaki sosyal demokrasi benzeri fikriyat) gibi bireyi
kollektif bir bütüne kurban eden her doktrine bu zemin üzerinde karşı
çıkıyorum. Muhafazakarlara da aynı sebeple karşıyım. Muhafazakarlar karma
ekonomi ve refah devletinin destekçisidirler. Liberallerle prensipte değil
detayda farklılaşırlar.
Amerikanın
entellektüel iflasla karşı karşıya kaldığını öne sürdünüz. Bu suçlamanız
National Review gibi sağcı yayınları da kapsıyor mu? Söz konusu dergi sizin
devletçilik dediğiniz mefhuma karşı çıkan güçlü seslerden biri değil mi?
Natianal Review’ı
Amerikanın en kötü ve tehlikeli dergisi olarak kabul ediyorum. Kapitalizmi
savunurken kullandıkları yöntem kapitalizmin kötülenmesine ve zarar görmesine
yol açıyor. Nedenini anlatmamı ister misiniz?
Evet, lütfen
Çünkü kapitalizmi
dinle bağdaştırıyor. National Review’ın ideolojik posizyonu özgürlük ve
kapitalizmi kabullenmek için kişinin mutlaka Tanrıya, bir dine veyahut aşkın
bir mistisizme inanması gerektiği anlamına geliyor. Bu da kapitalizmi rasyonel
bir zeminde savunmanın mümkün olamayacağını düşündürüyor. Öyle ki, mantığın ve
aklın kapitalizmin tarafında olmadığını ve esir bir toplumla diktatörlüklerin
rasyonel bir sistem olduğunu, insanın ancak mistik bir imanla özgürlüğe
inanabileceğini kabullenmek durumunda kalıyorsunuz. Kapitalizmi bundan daha
fazla küçültecek bir argüman olamaz ve gerçek bu argümanların söylediğinin tam
tersidir. Kapitalizm mantıkla savunulup meşrulaştırılabilecek yegane sistemdir.
Sizin politik hedefleriniz
var mı? Seçimlere katılmayı düşündünüz mü hiç?
Kesinlikle hayır. Ve
böyle birşeyi dileyecek kadar benden nefret etmediğinizi umuyorum.
Fakat politika ile
ilgileniyorsunuz, en azından politik teoriyle değil mi?
Dilerseniz şöyle
cevaplayayım: Sovyet Rusya’dan geldiğimde politika ile yalnız bir sebepten
ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için.
Kendi ilgi ve amaçlarım için yaşamakta özgür bırakılabileceğim; devletin onları
bozmak için müdahale etmeyeceği; hayatımın, emeğimin, geleceğimin devletin veya
bir diktatörün kaprislerinin insafına bırakılmayacağından emin olacağım bir
toplum yapısını sağlamlaştırmak istiyorum. Tavrım bugünde aynıdır. Sadece
günümüzde bunların henüz erişilmemiş birer ideal olduğunu, başkalarının benim
amaçlarım için mücadele etmesini bekleyemeyeceğimi ve her sorumlu vatandaş gibi
amaçlarım uğruna elimden geleni yapmam gerektiğini biliyorum. Diğer bir
deyişle, politikayla özgürlükleri pekiştirmek ve korumak için ilgileniyorum.
Çalışmalarınızın bütününde
çağdaş dünyanın organizasyonunun, kapitalist ülkelerde bile bireyi kuşatan ve
bireysel insiyatifi boğan bir yapıda olduğunu savunuyorsunuz. Atlas Shrugged’da
John Galt “akil adamları” bir greve yönlendirerek etraflarındaki kollektivist
toplum yapısının çökmesini sağlıyor. Sizde günümüz sanatçılarının,
entellektüellerinin ve sanayicilerinin yeteneklerini toplumsal hayattan bu
şekilde çekmelerinin zamanının geldiğini mi düşünüyorsunuz?
Hayır, henüz değil.
Fakat açıklamaya başlamadan önce sorunuzun bir kısmını düzeltmeliyim. Bugün
içinde yaşamakta olduğumuz sistem kapitalist bir ekonomi değil. Çağımıza da
damgasını vuran mevcut sistem karma ekonomidir. Özgürlük ve kısıtlamalarının
bir karışımı olan ve diktatörlüğe doğru ilerleyen bir sistemdir bu. Atlas
Shrugged’da yeralan eylem toplum diktatörlükle yönetilme safhasına eriştiği
zaman yapılmıştır. Eğer biz de o noktaya gelirsek, ve ancak geldiğimiz zaman
greve gitme zamanı olacaktır; daha önce değil.
Diktatörlük demekle
neyi kastediyor-sunuz? Bir diktatörlüğü nasıl tanımlarsınız?
Diktatörlük insan
haklarını tanımayan ve devletin vatandaşları üzerinde sınırsız bir güç uygulama
yetkisine sahip olduğu bir sistemdir.
Sizin tanımınızda
diktatörlük ve karma ekonomiyi ayıran sınır nerdedir?
Bir diktatörlüğün 4 unsuru
vardır: Tek parti yönetimi, politik muhalefete karşı yargısız infaz
uygulamaları, özel mülkiyete el konulması veya kamulaştırılması ve sansür
uygulaması. Hepsinden daha baskın olanı bu sonuncusudur. İnsanlar serbestçe
konuşup yazabildikçe, sansür uygulanmadıkça, herşe-ye rağmen toplumu reforme
etmek ve daha iyi bir noktaya sürüklemek ihtimali vardır. Eğer sansür
uygulanıyorsa, insanların entellektüel açıdan greve gitmeleri, sosyal sistemle
hiçbir şekilde işbirliği yapmamaları gerekir.
Sizin açınızdan arzulanabilir
toplumsal değişiklikleri gündeme getirmek için grevden önce neler yapılması
gerektiğine inanıyor-sunuz?
Toplumsal akımlara yön
veren ve sosyal sistemleri yaratıp yıkabilme gücü fikirlerdedir. Onun için
doğru fikirler ve doğru felsefe savunulmalı ve yayılmalıdır. Kapitalizmin
tahribini de kapsayan modern dünyanın felaketleri alturist-kollektivist
felsefenin sonucudur. İnsanların reddetmeleri gereken alturizmdir (diğergamlık,
fedakar-lık).
Altrurizmi nasıl
tanımlardınız?
İnsanın kendisi için
yaşama hakkının olmadığını, varlığının yegane meşruluk kaynağının başkalarına
hizmet etmek olduğunu ve fedakarlığın en büyük ahlaki görev, değer ve erdem
olduğunu savunan bir ahlak sistemidir. Bu sistem kollektivizmin ve bütün
diktatörlüklerin kendilerine ahlaki açıdan meşruluk kazandırdıkları zemindir.
Özgürlük ve kapitalizme ulaşmak için insanlığın mistik, altruristik ve rasyonel
bir etik koduna ihtiyaçları var. Öyle bir kod ki insanların birer kurbanlık
hayvan olmadık-larını, ne başkaları uğruna kendilerinden fedakarlık ederek ne
de başkalarından kendileri için fedakarlık etmelerini bekleyerek, kendi
amaçları için yaşamaya hakları olduğunu açıklamalı ve savunmalı. Diğer bir
deyişle, bugün dünyanın Objektivist etiklere çok ihtiyacı var.
Peki bu değişimi gerçekleştirmek
için kapsamlı eğitim ve propoganda metodları kullanılması gerektiğine katılıyor
musunuz?
Evet, tabii ki.
Size muhalif olanlar
Objektivizmin ahlaki ve politik prensiplerinin sizi Amerikan düşünce dünyasını
kalıplarının dışına attığını söylüyorlar. Bu görüş hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Düşünce dünyasının
kalıpları” diye bir kavramı tanımıyorum ve aldırmıyorum. Bu kavram ancak
düşüncenin kontrol altında olduğu ve düşüncelerden değil kollektivist
sloganlardan oluşan “düşünce kalıplarının” varolduğu bir diktatörlüğe veya
kollektivist bir topluma uygun olabilir. Amerika’da böyle bir durum söz konusu
değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Mamafih bu sözlerin, her muciti, çizginin
dışına çıkan ve hayata bir değişiklik sunmaya muktedir herkesi kamuoyundaki
tartışmalardan uzak tutmak için söylendiğini duydum. Ben bir mucitim. Bu bir
ayrıcalık ve onur nişanıdır, saklanacak ve özür dilenecek bir leke değil. Yeni
veya değerli fikirleri olan herkes entellektüel statükonun dışında durur. Ama
statüko bir “düşünce” değildir ki düşünce dünyasının yerine geçsin. Statüko
durgun bir bataklıktır. İnsanoğlunu ileriye taşıyanlar mucitlerdir.
Objektivizmin bir
felsefe olarak dünyaya hakim olacağına inanıyor musunuz?
Hiç kimse böyle bir
soruya cevap veremez. İnsanoğlu hür iradeye sahiptir. Belli bir zaman diliminde
veya bir kuşakta rasyonel olmayı tercih edeceklerine dair hiçbir garanti
verilemez. Ayrıca hiçbir felsefenin de “dünyaya hakim olması” gerekmez.
Sorunuzu başka bir şekilde sorarsanız… Mesela “Objektivizm geleceğin felsefesi
olacak mı?” derseniz cevabım koşullu bir evet olurdu: Eğer insanlar mantığa
dönerlerse, diktatörlükler tarafından yok edilmezlerse veya yeni bir karanlık
çağa girmezlerse, eğer düşünmelerine yetecek kadar varolmayı başarabilirlerse
Objektivizm kabul edebilecekleri bir felsefe olarak onları bekleyecektir.
Niye?
İnsanoğlunun hür
olduğu herhangi bir tarih diliminde kazanan her zaman en rasyonel felsefe
olmuştur. Bu açıdan bakınca “evet, Objektivizm kazanacak” diyebiliyorum. Fakat
bu temennimin gerçekleşeceğine dair hiç bir garanti veya insanların benimle
aynı görüşü paylaşacağına dair önceden belirlenebilecek herhangi bir zorunluluk
yok.
Dünyanın bugünkü
haline sert eleştiriler yöneltiyorsunuz ve kitaplarınız sadece toplumun
yapılanmasını değil, insanların iş, düşünce ve aşk hayatlarını ve bu alanlarda
birbirleriyle olan ilişkilerini de değiştirmeye talip. İnsanoğlunun geleceği
hakkında umutlu musunuz?
Evet, umutluyum. Entellektüel bir güç ve ahlaki bir ideal olarak
kollektivizm bugün ölüdür. Fakat özgürlük ve bireycilik, ve onların siyasi
ifadesi olan kapitalizm henüz keşfedilmedi. İnsanoğlunun bu değerleri
keşfetmeye zamanı olacağını düşünüyorum. Ölmekte olan günümüz kollektivist
felsefesinin bir sefalet, imkansızlıklar ve umutsuzluk kültüründen başka birşey
yaratmamış olması dikkate değerdir. Zamanımızın, insanı başarısızlık,
tükenmişlik ve yıkımla lanetlenmiş yardıma muhtaç, çaresiz ve akılsız bir
varlık olarak yansıtan sanat ve edebiyat dünyasına bir bakın. Bu sunum bir
kollektivistin kendi psikolojisinin itirafı olabilir fakat genel bir insan
tasviri kesinlikle değildir. Eğer çizilen bu tablo gerçeğe uygun olsaydı
mağaralarımızdan asla çıkamazdık. Fakat bugünlere gelmeyi başardık. Etrafınızı
ve tarihi gözlemleyin. İnsanoğlunun başarılarını göreceksiniz. İnsanlığın
gelişmek için sınırsız bir kabiliyete sahip olduğunu ve bu kabiliyeti mümkün
kılan işlevi farkedeceksiniz. O zaman insanın yaradılış itibariyle çaresiz bir
mahlukat olmadığını, ancak aklını, o yüce işlevi kullanmayı ihmal ettiğinde o hale
düştüğünü anlayacaksınız. Ve büyüklük nedir diye bana sorarsanız; cevabım: “John
Galt’ın 3 temel değerini kendinize düstur edinerek yaşayabilme azmi ve
kabiliyetidir” olacaktır. Mantık. Amaç. Kendine saygı.
OBJEKTİVİZM
Objektivizm. 1940'lı yıllardan itibaren ABD sağlık çevrelerinde gelişmeye
başlamış bir psiko-terapi yöntemi. İlk olarak psikiyatr Alan Blumenthal tarafından, romancı Ayn Rand'ın
kitaplarından alınan ilhamla ortaya atılmıştır. Yöntem temelde, kişinin
kendisine üstün yetenekler ve zeka atfetmesine ve böylece mevcut
eksikliklerinden doğan olumsuzlukların ortaya koyduğu ruhsal gerginlikten
kurtulmasına dayanır. Kişi bu yöntem doğrultusunda, hayatındaki olumsuzlukları,
sürekli kişisel telkinlerle başka insanların zeka ve yetenek kusurlarına
yükler, ve bu yolla güdülediği özgüvenini sürekli taze tutar.
Yöntem
günümüzde eskisi kadar rağbet görmese de kullanılmaya devam etmektedir.
AYN RAND'dan:
* Bireyin hayatı ve mutluluğu yararına olan “doğru ve
iyi”, yararına olmayan herşey “yanlış ve kötü” dür.
* Siyasi yönetimlerin en sevmediği şeylerin başında
bireyin bağımsızlığı ve egonun vizyonu gelir. Egonuzu ve
kimliğinizi siyasi yönetimlere karşı koruyun.
* Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Hiç kimse kendi
ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi
beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun
ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve
devredilemezler.
* Amacım: insanlara veya en azından düşünme zahmetine
katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzı
sunmaktır.
* İnsanlar karşılaştıkları tehlikeyi ortadan kaldırmak
için herhangi bir cevap bulmayı istememektedirler. Tüm istedikleri, tüm
aradıkları bağırmak için bir bahanedir: “Kendimi tutamadım, ne
yaptığımı bilemedim, beni affet tanrım..!”
* İnsan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı.
Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiç kimsenin
tutsağı olmamalı.
* Politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim;
politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için.
* Objektivistler: “ muhafazakar “
değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl amaçları politika veya
ekonomi değil, insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir.
* İnsan tabiatından kaçamaz ve eğer insan kendi
tabiatının gereksinimlerine aykırı bir sosyal sistem (kendisinin rasyonel,
bağımsız bir varlık olarak yaşamasın engelleyen bir sistem) kurarsa, sonuç
psikolojik ve fiziksel felakettir.
* Nasıl cebelleşeceğim,
Tanrı'nın ve insanın, Çileden çıkartan acayiplikeri
ile? Ben, bir yabancı ve bir korkak yaratmadığım bir dünyada?
THE
FOUNTAİNHEAD/ Hayatın Kaynağı (1949)
Yönetmen:
King Vidor
Ülke:
ABD
Tür:
Dram
Vizyon
Tarihi: 02 Temmuz 1949 (ABD)
Süre:
114 dakika
Dil:
İngilizce
Senaryo:
Ayn Rand
Müzik:
Max Steiner
Görüntü
Yönetmeni:Robert Burks
Yapımcılar:
Henry Blanke
Oyuncular:Gary
Cooper, Patricia Neal, Raymond Massey, Kent Smith, Robert Douglas
Özet
Ayn Rand'ın aynı adı taşıyan romanından
uyarlamadır. Meslektaşlarından çok farklı bir dünya görüşüne ve kariyer
anlayışına sahip olan yetenekli ve yaratıcı mimar Howard Roark'un hikayesi konu
edilir. Howard Roark, mesleğinde farklı düşünceleri sebebiyle dışlanır,
yaratıcılığı meslektaşlarını kıskandırır, giderek iş yapamaz hale gelir. Tüm bu
zorluklara rağmen Roark, dünya görüşünden taviz vermezden ayakta durabilecek
midir?
Film, Ayn Rand'ın kurucusu ve savunucusu olduğu
“objektivist felsefe”nin Howard Roark karakteri üzerinden bir anlatısıdır.
Hayatın kaynağı’nın teması “insanın
ruhundaki bireycilik ve kollektivistlik”tir. beş ana karakteri konu alır.
Başkahraman Howard Roark, Rand’ın idealidir, yüce ruhlu, kendi fikirlerine ve
ideallerine güçlü biçimde bağlı, hiç kimsenin bir başkasının tarzını herhangi
bir alanda, özellikte mimaride kopya etmemesi gerektiğini düşünen bir mimar.
Romandaki diğer tüm karakterler yoğunluğu değişmekle birlikte ondan
değerlerinden feragat etmesini talep ederler ama o kararlılığını muhafaza eder.
Roark’ın ilginç bir başka yönü de, bu savaşını alışılagelmiş diğer kahramanlar
gibi özgünlüğü ve dünyanın adaletsizliği ile ilgili uzun ve tutkulu monologlara
girerek değil, aksine kibirli, neredeyse küçümseyici bir suskunluk ve birkaç
küçük söz ile yapar.
ANA KARAKTERLER
Howard Roark
Peter Keating
Dominique Francon
Ellsworth Toohey
Gail Wynand
Howard Roark
Peter Keating
Dominique Francon
Ellsworth Toohey
Gail Wynand
Hayatın
Kaynağı'nın teması “insanın ruhundaki bireycilik ve kollektivistlik”tir. Beş
ana karakteri konu alır.
Başkahraman
Howard Roark, Rand'ın idealidir, yüce ruhlu, kendi fikirlerine ve ideallerine
güçlü biçimde bağlı, hiçkimsenin bir başkasının tarzını herhangi bir alanda,
özellikte mimaride kopya etmemesi gerektiğini düşünen bir mimar. Romandaki
diğer tüm karakterler yoğunluğu değişmekle birlikte ondan değerlerinden feragat
etmesini talep ederler ama o kararlılığını muhafaza eder. Roark'ın ilginç bir
başka yönü de, bu savaşını alışılagelmiş diğer kahramanlar gibi özgünlüğü ve dünyanın
adaletsizliği ile ilgili uzun ve tutkulu monologlara girerek değil, aksine
kibirli, neredeyse küçümseyici bir suskunluk ve birkaç küçük söz ile
yapar.
Son derece
parlak genç bir mimar olan Howard Roark mimarlık okulundan, hem de son senesine
gelmişken kovulur. Gerekçesiyse okulun geleneksel düzenine uygun çizimleri
reddetmesidir.
Roark
okuldan kovulmasını engellemek adına hiçbir şey yapmamakla beraber, aklında bir
tek istek vardır: Herkesin yüzkarası olarak nitelendirdiği, sıradışı çizimleriyle
sadece bir süre halkın ilgisini çekebilmiş, son zamanlardaysa hiç de gözde
olmayan, Roark’un hayranlık duyduğu mimar Henry Cameron’un yanına gidip onunla
çalışabilmek.
Roark’un,
okulunu birincilikle bitiren okul arkadaşı Peter Keating de New York’a taşınarak
prestijli bir mimari firması olan, başındaki ünlü Guy Francon tarafından idare
edilen, Francon & Heyer de çalışmaya başlamıştır. Roark ve Cameron güzel
eserler ortaya çıkarıyor ama projeleri hemen hemen hiç övgü topluyordu, buna
karşın Peter Keating’in yeteneği her fırsatta övgüye değer bulunarak ona
sürekli bir başarı getiriyordu.
Henry
Cameron emekliye ayrıldığında ve finansal anlamda çöktüğünde Roark kendine ufak
bir ofis açabildi ancak. Kendisinin müşterilerini memnun etmek için uzlaşmaya
yanaşmayan tarzı sonunda ofisini kapatıp Connecticut adlı bir yerde granit
taşocağında çalışmaya zorlamıştır kendini.
Connecticutt'a
o sıralar Guy Francon’un güzel ve zeki kızı Dominique Francon toplumdan midesi
bulanmış ve kendine aile malikanesinde dinlenme süreci tanımıştır. Dominique
taşocağındaki işleri seyre geldiği günlerden birinde Roark’u görür görmez onun
ellerindeki çevikliği ve kişiliğindeki anlam verilemez çekiciliği hisseder.
Roark da aynı şekilde kızdan çok etkilenir. Öyle ki, Roark bir gece Dominique
odasına girer ve ona tecavüz eder.
Dominique
karşı gelir ama onu engellemek için çığlık atmaz ve bu ilişki sonucunda ne
istediğini anlar ama Roark’u aramaya koyulduğunda, Roark New York’un önde gelen
adamlarından birinin binasının dizaynı için taşocağını terketmiş durumdadır.
Dominique New York a döndüğünde Howard Roark’un kimliğini öğrenir ve farkeder
ki, hayran olduğu binanın mimarı Roark’tur. Dominique ve Roark gizli bir
şekilde görüşürler ama toplum içinde Dominique onun amansız bir düşmanıymışçasına
hareket eder.
Mimari
eleştirmeni ve sosyalist Ellsworth Toohey yavaşça gücünü yükseltmeye
hazırlanır. Engellemeye çalıştığı şey yetenek ve yapabilirliğin büyük bir sonuç
olmadığını söyleyerek “ben” bilicini yok etmek ve oluşturmaya çalıştığı şey
kişinin kendisini ikinci plana atarak topluma adamasıdır.
Böylece
Toohey Roark’u çok önemli bir tehlike olarak görüp onu yok etmeye
çabalamaktadır. Toohey zayıf karakterli bir müşterisini insanlık ruhuna
adanacak bir tapınağın mimarı olarak Roark’u seçmeye ikna eder. Ve daha sonra
onu tapınak bittiğinde, tapınağı bir küfür gibi algılamasını iddia ederk
Roark’u dava etmeye ikna eder. Roark’un duruşmasında Dominique dışında herkes
tapınağı ortodoks ve yasal olmamakla suçlar. Dominique ise Roark’un dünyaya
verdiği bu hediyeyi haketmediğini söyler. Karşı tarafın duruşmayı kazanmasıyla
Roark tekrardan işini kaybetmiş olur. Roark’u arzu ettiği için kendisini
cezalandırmak isteyen Dominique, Peter Keating ile evlenir.
Başarılı bir
yayımcı olan, önceki idealizmini kaybetmiş ve şansını halkın tam olarak duymak
istediğini onlara veren bir gazetenin yayımcısı olmakta bulan Gail Wynand
Dominique ile tanışır ve ona aşık olur. Wynand Peter Keating’e çok önemli bir
iş teklifinde bulunarak – ve aynı zamanda sonsuz Wynand gazetelerinin onun
adına çalışma fırsatını önererek- karısının kendisine ait olmasını ister ve
tabiri caizse Dominique'i satın alır. Dominique evlenme teklifini onun
Keating’den daha kötü olduğuna inandığı için kabul eder. Ama şaşırtıcı bir
şekilde Wynand’ın bilinmeyen yüzünü görür, o prensipli biridir. Wynand ve
Roark, Wynand’ın Dominique için şehir dışı bir yerde inşa ettirmeyi planladığı
bir ev için mimar olarak Roark’u seçmesiyle tanışır ve hemen yakın arkadaş
olurlar.
Roark ile
Dominique’in geçmişinden habersiz Wynand Roark’a duyduğu hayranlığı Dominique’e
her gün anlatmakta ve tabiki kadın onu çok iyi anlayabilmektedir. Bu arada yine
başı sıkışmış olan Keating bir halk evi projesi olan Cortland Evleri'nin çizimi
için Roark’tan yardım ister. Evlerin ekonomik olması fikri Roark’u cezbeder ve
bu çizimi bir tek şartla kabul edeceğini söyler : Kendisinin çizimine hiçbir
şekilde müdahale edilmeyecektir, diğer konular olan isim ve paraysa onun için
önemli değildir; başka hiçbir talepte bulunmaz.
Roark Wynand
ile yaz boyu çıktığı yat gezisinden dönüşünde, anlaşmanın tersine bir şekilde
Cortland evlerinin projelerinde değişiklikler yapıldığını öğrenir. Roark
Dominique inşaat alanına gidip bekçinin dikkatini başka yöne çekmesi için
yardım ister ve Dominique oraya vardığında Roark kendi planına göre yapılmamış
binayı havaya uçurur. Polis geldiğinde hiç itiraz etmeden teslim olur. Tüm
komite Roark’u lanetler ama Wynand sonunda Roark’u savunmak ve halkın
isteklerine kulak vermemek için gücü bulur ve gazetelerinde Roark’u savunan
yazılar yayınlatır. Bunun üzerine Wynand gazetelerinin satışı düşer ve işçiler
greve gider. Wynand bir süre daha buna dayansa da sonunda teslim olur ve
Roark’un aleyhinde yazılar yazıp halktan özür diler. Duruşma Roark’un kötü sonu
gibi görünse de bencillik erdemi ve kendine karşı dürüst kalma ihtiyacından
uzun bir şekilde bahsederek jürinin dikkatini toplamıştır. Sonuç itibariyle de
jüri onu suçsuz bulur. Roark Dominique ile evlenir.
ÖNE ÇIKAN TEMALAR
Yaratıcılık
Liderlik
Kendini feda etme
Tutku
Ödün vermemek
Medyanın gücü
Hayal etme
Köle olma
Kararlılık
Bireycilik
Kollektivizm
Bencillik
Kapitalizm
Altruizm
Boyun eğme
Ego
Liderlik
Kendini feda etme
Tutku
Ödün vermemek
Medyanın gücü
Hayal etme
Köle olma
Kararlılık
Bireycilik
Kollektivizm
Bencillik
Kapitalizm
Altruizm
Boyun eğme
Ego
Kitaptan
Mimar
Howard Roark’ın düşünce yapısı
“İşte
benim kurallarım: Bir maddeyle yapılabilen şey asla başka maddeyle
yapılmamalı. İki madde asla birbirinin tıpkısı değildir. Dünyadaki hiçbir yer
de bir başka yerin tıpkısı değildir. İki ayrı binanın amacı asla bir değildir.
Biçimleri; amaç, yer ve malzeme saptar. Bir merkez fikir çevresinde
oluşturulmamış hiçbir şey, mantıklı da, güzel de olamaz; her ayrıntıyı oluşturan
da o fikirdir. Bina canlı bir şeydir. İnsan gibi. Onun dürüstlüğü, kendi tek
gerçeğine hizmet etmektir. Bir insan asla kendi vücudunun parçalarını ödünç
almaz. Bina da kendi ruhunun parçalarını ödünç almaz. Ona ruhu yaratıcısı
verir; her duvarıyla, her penceresiyle, her merdiveniyle de bunu ifade eder.”
“Diyelim
ki benim altmış yıllık bir ömrüm var,”
“Bu sürenin çoğu çalışarak geçecek. Yapmak
istediğim işi seçtim. Eğer o işte hiçbir zevk bulamazsam, o zaman kendimi
altmış yıllık bir işkenceye mahkûm etmiş olurum. Zevk alabilmem için de işimi
bence mümkün olan en iyi şekilde yapabilmem gerek. Oysa en iyi demek, bir
standartlar meselesi demek. Ben de kendi standartlarımı koyarım. Bana hiçbir
şey miras kalmış değil. Hiçbir geleneğin en uç noktasında duruyor değilim.
Belki bir geleneğin başlangıç noktasında duruyor olabilirim.”
-------------
“Binlerce
yıl önce, birisi ateş yakmasını keşfetti. Herhalde insan kardeşlerine ateş
yakmayı öğretti diye, o ateşte yakmışlardır onu. İnsanların korktuğu bir şeytanla
işbirliği yapan kötü biri olarak görülmüştür. Ama ondan sonra, insanların
ısınmak için, yemeklerini pişirmek için, mağaralarını aydınlatmak için bir
ateşi olmuştur. O adam onlara, akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış,
karanlığı yeryüzünden kaldırmıştır. Yüzyıllar geçmiş, derken biri tekerleği
icad etmiştir. Herhalde o da insan kardeşlerine öğrettiği tekerleğin çarkında
parça parça edilmiştir. Yasak şeylerle uğraşan bir küstah olarak görülmüştür.
Ama ondan sonra, insanlar artık ufukları aşarak yolculuk edebilmeye
başlamışlardır. Bu adam onlara akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış,
dünyanın yollarını açmıştır.
“O adam, o boyun eğmeyen ilk adam,
insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar yarattığı her büyük efsanenin ilk
bölümünde, karşımızdadır. Promete zincirlerle bağlanmış, yırtıcı kuşlara
peşkeş çekilmiştir, çünkü tanrıların ateşini çalmıştır. Âdem acı çekmeye mahkûm
edilmiştir, çünkü bilgi ağacının meyvesini yemiştir. Efsane ne olursa olsun,
insanlığın belleğinin gölgeleri içinde, bu güzelliğin bir tek kişiyle
başladığı, o kişinin de cesaretinin bedelini ödediği bilinir.
“Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan bazı
adamlar, yepyeni yollara doğru ilk adımları atmışlar, bunu yaparken de kendi
vizyonlarından başka bir silaha sahip olmamışlardır. Amaçlar farklıdır, ama
hepsinin bir ortak noktası vardır. Atılan adım ilk adımdır, yol yeni bir
yoldur, vizyon kimseden ödünç alınmış değildir, ve bu kişilere tepki olarak da
her zaman nefret yöneltilmiştir. Büyük yaratıcılar... düşünürler, sanatçılar,
bilim adamları, mucitler... hep çağlarının insanlarına karşı tek başlanna
durmuşlardır. Yeni çıkan her büyük fikre karşı gelinmiştir. Her yeni büyük icat
kınanmış, lanetlenmiştir. Motor saçma bir şey olarak karşılanmış, uçak imkânsız
diye düşünülmüştür. Otomatik tezgâh kötü bir icat sayılmıştır. Anestezi günah
sayılmıştır. Ama ödünç almadıkları vizyonlara sahip olan insanlar yine de
yollarına devam etmişlerdir. Mücadele etmiş, acı çekmiş, bedel ödemişlerdir.
Ama sonunda kazanmışlardır.”
“Hiçbir yaratıcı, kardeşlerine hizmet etmek
düşüncesiyle harekete geçmiş değildir, çünkü kardeşleri, onun sunduğu hediyeyi
reddetmişlerdir ve o hediye, bu kişinin güçlükle sürdürdüğü mücadele dolu
hayatını mahvetmişti?
Bu kişinin gerçeği, kendi amacı olmuştur.
Kendi gerçeği, onu kendi usulünde yapabilmesi, başarabilmesi. Bir senfoni, bir
kitap, bir motor, bir felsefe, bir uçak ya da bir bina... Odur onun hayattaki
amacı. Hayatı da odur. Yarattığı şeyi duyanlar, okuyanlar, işleyenler,
inananlar, ona binip uçanlar ya da içinde yaşayanlar değildir onun için önemli
olan. Mesele yaratılan şeydedir, onu kullananlarda değil. Yaratılan şeydir
önemli olan; ondan yarar sağlayanlar değil. Yaratılan şey, o kişinin gerçeğine
biçim vermiştir. O da kendi gerçeğini her şeyden ve herkesten üstün tutmuştur.
“O kişinin vizyonu, gücü ve cesareti, kendi
ruhundan gelmektedir. Ama bir insanın ruhu, kendi benliğidir. Bilinci dediğimiz
kimliğidir. Düşünmesi, hissetmesi, yargılaması, eyleme geçmesi, hep ego’nun
fonksiyonlarıdır.
“Yaratıcılar benliksiz değildir. Güçlerinin
bütün sırrı budur. O gücün kendine yeterli olması, kendiliğinden motive olup
harekete geçmesi, kendi kendini yaratması bundandır. Bir ilk amaç, bir enerji,
bir hayat gücü, bir başlatıcı. Yaratıcılar hiçbir şeye ve hiç kimseye hizmet
etmemişlerdir. Kendileri için yaşamışlardır.
“Ve insanlığın şeref tacı olan şeyleri
ancak kendileri için yaşamakla başarmışlardır. Başarının yapısı, doğası
böyledir.
“İnsan ancak kendi zihniyle var olabilir.
Dünyaya silahsız gelir. Tek silahı, kendi beynidir. Hayvanlar yiyeceklerini
fiziksel güçleriyle bulurlar. İnsanın pençeleri, sivri tırnakları, boynuzlan,
büyük kas gücü yoktur. Yiyeceğini ya toprağa ekmek, ya da avlamak zorundadır.
Ekebilmek için bir düşünce sürecine ihtiyacı vardır. Avlamak için silahlara,
dolayısıyla silah yapmaya ihtiyacı vardır ki o da bir düşünce sürecidir. Bu en
basit gereklilikten en yüce dinsel soyutluğa kadar, tekerlekten gökdelene
kadar, neysek ve neye sahipsek hepsi insanın bir tek niteliğinden doğmaktadır...
o da mantıklı bir zihnin fonksiyonudur.
“Ama zihin, bireyin sahip olduğu bir
şeydir. Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de
yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir,
ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir
şeydir. Birincil eylem... yani mantık yürütme süreci... bir tek kişinin tek
başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana
paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi
ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi
beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun
bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.
“Başka insanların düşüncelerini biz miras
yoluyla alırız. Tekerlek de miras kalmıştır bize. Onu alır, araba yaparız.
Derken araba değişir, otomobil olur. Otomobil de uçak olur. Ama bu sürecin
tümü yer alırken, bizim diğer kimselerden aldığımız tek şey, onların düşüncelerinin
ortaya koyduğu son üründür. Eylem gücü, bu son ürünü alıp malzeme olarak
kullanan, oradan bir sonraki adımı ortaya çıkaran yaratıcı güçtür. Bu yaratıcı
güç ne verilebilir, ne de alınabilir. Paylaşılamaz ve ödünç verilemez. Bir tek
kişiye, bir bireye aittir. Yaratılan şey, yaratanın mülküdür. İnsanlar
birbirlerinden öğrenirler. Ama öğrenmenin tümü aslında yalnızca malzeme değiş
tokuşudur. Hiç kimse bir başkasına düşünme kapasitesini veremez. Oysa o
kapasite, bizim sağ kalmak için tek gücümüzdür.
“Bu dünyada hiçbir şey insana hazır
verilmiş değildir. İhtiyacı olan her şeyi üretmesi gerekmektedir. İnsan burada
kendini temel bir seçimle karşı karşıya bulur. Ancak iki yoldan birini seçerek
sağ kalabileceğini görür. Ya kendi zihninin bağımsız çalışmalarıyla, ya da
başkalarının zihninden beslenen bir asalak olarak. Yaratıcı başlatır. Asalak
ödünç alır. Yaratıcı doğa karşısında kendi başına dikilir. ASALAK DOĞA
KARŞISINDA HEP BİR ARACIYI KULLANIR.
“Yaratıcının derdi doğayı fethetmektir.
Asalağın derdi ise insanları fethetmektir.
“Yaratıcı, kendi işi için yaşar. Başka
insanlara ihtiyacı yoktur. En önemli amacı, kendi içindedir. Asalak elden
düşme yaşar. Başkalarına ihtiyacı vardır. Başkaları onun baş amacı haline
gelir.”
“Yaratıcının temel ihtiyacı, bağımsızlıktır.
Mantık yürüten zihin, herhangi bir türlü zorlama altında çalışamaz.
Kısıtlanamaz, feda edilemez, başka amaç ve düşüncelere boyun eğemez. Gerek
işlerlikte, gerekse amaçta, tam bir bağımsızlık ister. Bir yaratıcı için,
insanlarla olan ilişkilerin tümü ikinci plandadır.
“Elden düşmecinin temel ihtiyacı,
beslenebilmek için diğer insanlarla olan bağlarını sağlamlaştırmaktır.
İlişkileri birinci sıraya koyar. İnsanoğlunun başkalarına hizmet etmek için
var olduğunu söyler. Kendini feda etmekten, hizmet ve yardım etmekten söz
eder.”
“Bu düşünce, insanın başkaları için
yaşamasını, başkalarını kendinden ön plana almasını gerektiren bir doktrindir.
“Hiç kimse başkaları için yaşayamaz.
Vücudunu paylaşamadığı gibi, ruhunu da paylaşamaz. Ama elden düşmeci, yardım
etmeyi bir sömürü silahı olarak kullanmakta, insanoğlunun ahlâkî ilkelerini
değiştirmektedir. İnsanlara yaratıcıyı mahvetmenin bütün yolları
öğretilmektedir. Bağımlılığın bir sevap olduğu öğretilmektedir insanlara.
“Başkaları için yaşamaya kalkan kişi, bir
bağımlıdır. Amaçları açısından bir asalaktır, hizmet ettiği kimseleri de
asalak haline getirir. Bu ilişkiden doğabilecek tek şey, birlikte
yozlaşmaktır. Kavram olarak imkânsız bir şeydir bu. Gerçek hayatta buna en
yakın olan şey, başkalarına hizmet etmek için yaşayan kişidir ki o da köledir.
Eğer fiziksel kölelik bile iğrenç bir kavram gibi gözüküyorsa, ruhsal kölelik
bundan ne kadar daha iğrenç bir kavram olmalıdır! Savaşta ele geçirilen bir
kölenin kendine göre bir gururu vardır. Karşı koymuştur ve içinde bulunduğu
durumu kötü bir şey olarak görmektedir. Ama kendini kendi isteğiyle köle haline
getiren, bunu sevgi uğruna yaptığını söyleyen adam, yaratıkların en
aşağılığıdır. İnsanlığın onurunu düşürmekte, sevgi kavramını küçültmektedir.
Ama hizmet, hayır ve yardım doktrininin altında yatan budur.
“İnsanlara en yüce sevabın, başarmak değil,
vermek olduğu öğretilmiştir. Oysa insan yaratılmamış bir şeyi veremez. Yaratma,
dağıtımdan önce gelmek zorundadır, yoksa dağıtılacak bir şey bulunamaz.
Yaratıcının ihtiyaçları, ilerde yararlanacak herkesin ihtiyacından önce gelmek
zorundadır. Oysa bize, kendiliği hediyeleri dağıtan adamı, o hediyeleri mümkün
kılandan daha çok takdir etmek öğretilmiştir. Bir yardım, bir hayır olayını överiz.
Bir başarı karşısında, omuz silkip geçeriz.
“insanlara ilk görevlerinin, başkalarının
çektiği acılan dindirmek olduğu öğretilmiştir. Ama acı çekmek bir hastalıktır.
İnsanın karşısına böyle bir durum çıkarsa, rahadatmaya, yardım etmeye
çalışır. Bunu en yüce sevap haline getirmek, acılan hayatın en önemli parçası
haline getirmek demektir. Kişi sevapkâr olabilmek için başkalarının acı
çektiğini görmek ister duruma düşmektedir. İşte hayırseverliğin yapısı budur.
Yaratıcı hastalıkla ilgilenmez, hayatla ilgilenir. Buna rağmen yaratıcılann
çalışmaları sayesine hastalıklar birer birer ortadan kalkmıştır. İnsanın
vücuduna ve ruhuna ait hastalıkların önüne geçilmiş, bu sayede acı çekilmesi
de, hayırseverlerin ve yardımseverlerin yapamayacağı kadar önlenmiştir.
“İnsana başkalarıyla aynı görüşte olmanın
da bir sevap olduğu öğretilmiştir. Oysa yaratıcı, farklı görüşteki adamdır.
İnsanlara akıntıyla birlikte yüzmenin iyi olduğu söylenir. Yaratıcı ise akıntıya
karşı yüzen adamdır. İnsanlara bir arada durmanın bir sevap olduğu öğretilir.
Ama yaratıcı tek başına duran adamdır.
“İnsanlara ‘ego’nun kötülük demek olduğu
öğretilir. Sevabın ideali, benliksizliktir. Oysa yaratıcı, salt anlamda bencil
kişidir. Benliksiz kişi, düşünmeyen, hissetmeyen, yargılamayan, eyleme geçmeyen
kişidir. Bunların hepsi benliğin fonksiyonlarıdır.
“Bu noktadaki tersine dönüş en korkuncudur.
Konu çarpıtılmış, insana başka seçenek bırakılmamış, özgürlüğü yok edilmiştir.
İyilik ve kötülük kutupları açısından, iki kavram sunulmuştur ona. Biri
bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı, başkalarını kendisi
için feda etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise, kendini başkaları
için feda etmektir, denilmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer
insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmiştir. Ya
başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başkalarına
acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması
gerektiği de söylenince, tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazoşizmi kendi
ideali olarak kabul etmek zoruna kalmıştır, çünkü bunun karşısında ancak
sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en sahtekârca oyun bu olmuştur.
“Bağımlılık ve acı çekme, bu yolla hayatın
temelleri haline getirilmiştir.
“Seçenekler kendini feda etmekle tahakküm
etmek arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır.
Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur.
Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan
mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralıysa,
sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız
egosundan doğan her şey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından doğan her şey
kötüdür.
“Bencil kişi, salt anlamda bakıldığında
başkalarını feda eden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma
ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla
değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da, düşüncesi de,
arzuları da, enerjisinin kaynağı da, hep onların dışındadır. Bir başka kişi
için var olmakta değildir, kimseden de kendisi için var olmasını
istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşlik, tek karşılıklı
saygı bu yolla olabilir.
“Dereceler ve yetenekler değişebilir, ama
ana ilke her zaman aynıdır. Kişinin bağımsızlığının, insiyatifinin ve işine
duyduğu kişisel sevginin derecesi, onun bir çalışan olarak istidadını ve
işinin değerini saptar. Bağımsızlık İnsanî sevapların ve insanlık değerlerinin
tek ölçüsüdür. İnsanın değeri kendinden gelir, başkaları için neler yapıp neler
yapmadığından değil. Kişisel gururun yerini alabilecek hiçbir şey yoktur.
Bağımsızlıktan başka da bir kişisel gurur standardı yoktur.
“Doğru dürüst ilişkilerde, hiç kimsenin hiç
kimseye feda edilmesi söz konusu değildir. Mimarın müşterilere ihtiyacı
vardır, ama kendi çalışmalarında onların isteklerine boyun eğmez. Onların da
mimara ihtiyacı vardır, ama evi ona sipariş etmeleri, sırf ona bir para vermek
için değildir. İnsanlar yaptıkları işleri, özgür ortak rızayla, ortak ve
karşılıklı çıkarları doğrultusunda değiş tokuş ederler, bunu ancak kişisel
çıkarları birbirine uyuyorsa, her ikisi de bu değiş tokuşu istiyorsa yaparlar.
İstemiyorlarsa, birbirleriyle iş yapmak zorunda değildirler. Gidip başkalarını
ararlar. Eşitler arasında ancak bu tür ilişki olabilir. Bunun dışındaki ilişkiler,
efendi-köle ilişkisidir, kurban cellat ilişkisidir.”
“Hiçbir iş hiçbir zaman kolektif olarak
yapılmamıştır, çoğunluk kararıyla yapılmamıştır. Her yaratıcı iş, bir tek
bireyin düşüncesi rehberliğinde başarılmıştır. Bir mimar, binasını dikmek için
pek çok sayıda insanlara gereksinim duyar. Ama onlardan, kendi tasarımına oy
vermelerini istemez. Birlikte serbest bir anlaşmayla çalışırlar ve her biri
kendi işlevinde özgürdür. Mimar başkalarının ürettiği çeliği, camı, betonu
kullanır. Ama o malzemeler, mimar gelip elini sürünceye kadar, çelik, cam ve
beton olarak kalırlar. Mimarın bunlarla ne yaptığı, kendi bireysel ürünüdür ve
kendi bireysel mülküdür. İnsanlar arasında doğru dürüst işbirliğinin tek yolu
budur. “Dünya yüzündeki ilk hak, ego’nun hakkıdır. İnsanın ilk görevi kendine
karşıdır. Ahlâkî yasası; birinci amacını asla başka kimselere bağlamamaktır.
Ahlâkî sorumluluğu da, istediğini yapmaktır, yeter ki istediği diğer insanlara
birinci derecede bağımlı bir şey olmasın. Buna yaratıcı zihnin tümü dâhildir...
Düşünüşü de, çalışması da. Ama buna bir gangsterin alanı dahil olmadığı gibi,
bir hayırseverin, bir diktatörün alanı da dahil değildir. “Kişi tek başına
düşünür, tek başına çalışır. Ama kişi tek başına .. hırsızlık edemez,
sömüremez, yönetemez. Soygun, sömürü ve yönetme için ona kurbanlar gerekir.
Bunlar bağımlılığa işaret eden şeylerdir. Hepsi elden düşmecinin alanına girer.
“İnsanları yönetenler bencil değildir.
Onlar hiçbir şey yaratmazlar. Varlıklarını ancak başkaları kanalıyla
sürdürürler. Onların amacı, yönettikleri kişilerde, onların köleleştirilmesinde
yatar. Dilenci kadar bağımlıdırlar onlar da. Sosyal hizmet görevlisi kadar,
haydut kadar bağımlıdırlar. Bağımlılığın türünün önemi yoktur.
“Ama insanlara bu elden düşmecileri...
zorbaları, imparatorları, diktatörleri... bencilliğin temsilcisi saymaları
öğretilmiştir. Bu sahtekârlıkla birlikte insanların ego’yu öldürmesi sağlanmıştır.
Hem kendilerinde, hem de başkalarında. Bu sahtekârlığın amacı, aslında
yaratıcıları yok etmektir. Ya da zincire vurmaktır.
O da aynı şeydir.
“Tarihin başlangıcından bu yana, iki hasım
her zaman karşı karşıyadır. Biri yaratıcı, diğeri de elden düşmecidir. İlk
yaratıcı tekerleği icad ettiği anda, ilk elden düşmeci buna tepki göstermiştir.
O da hayırseverliği icad etmiştir.
‘‘Yaratıcı, sürekli olarak inkâr
edilmesine, saldırılar görmesine, eziyetlere uğramasına, sömürülmesine rağmen
yoluna devam etmiş, bütün insanlığı da kendi enerjisiyle peşinden
ilerletmiştir. Elden düşmecinin bu sürece engeller çıkarmaktan başka katkısı
yoktur. Bu kapışmanın bir başka adı daha vardır... burada birey, kolektife,
topluluğa karşıdır.
“Kolektifin, yani bir ırkın, bir sınıfın,
bir devletin ‘ortak çıkarı', insanları baskı altına alan her türlü zorbalık
rejiminin altında yatan şeydir. Tarihteki her dehşet verici olay, bir hayır
uğruna yapılmış görünür. Bencil hareketlerin hiçbiri, hayırseverin döktüğü
kanla ölçülebilecek bir zarar vermiş midir? Bunun suçu insanoğlunun iki
yüzlülüğünde mi yatmaktadır, yoksa ilkenin yapısında mı? En korkunç kasaplar,
genellikle en samimi, en içten inanmış olanlardır. Giyotinle ya da idam
mangasıyla, kusursuz bir topluma ulaşacaklarına gerçekten inanmışlardır. Hiç
kimse onların öldürme hakkını sorgulamamıştır, çünkü besbelli hayırsever bir
amaç uğruna öldürüyorlardır. İnsanların başka insanlar uğruna feda edilmesi
doğal kabul edilmiştir. Aktörler değişmekte, ama trajedinin akışı aynı
kalmaktadır. Bir hümanist çıkar, insanlara ne kadar sevgi duyduğunu söyleyerek
yola koyulur, sonunda bir kan denizine varır. İnsanlar bir şeyin iyi olabilmesi
için bencillikten uzak olması gerektiğine inandığı sürece, bu böyle devam etmektedir
ve edecektir. Bu durum, hayırseverin eylemine izin vermekte, kurbanları da
buna dayanmak zorunda bırakmaktadır. Kolektivist hareketin liderleri kendileri
için hiçbir şey istememektedirler. Ama bir de ortadaki sonuçlara bakın.
“Bir insanın diğer bir insana yapabileceği
tek iyi şey, o kişiyle doğru dürüst bir ilişki kurabilmesi için tek yol...
elini çekmektir!”
“Şimdi bir de bireycilik ilkesi üzerine
kurulmuş bir toplumun sonuçlarına bakalım. Burası. Bizim ülkemiz. İnsanlık
tarihinde en soylu ülke. En büyük başarıların, en büyük refahın, en büyük özgürlüklerin
ülkesi. Bu ülke benlikten yoksun hizmete dayalı olarak kurulmamıştır. Feda
etmeye, razı olmaya ya da herhangi bir hayır ilkesine dayalı olarak
kurulmamıştır. Bireyin mutluluğu arama hakkı üzerine kurulmuştur. Kendi
mutluluğunu. Başkasının değil. Özel, kişisel ve bencil, bir amaç. Ama sonuçlara
bakın. Kendi vicdanınıza bakın.
“Bu eski bir çatışmadır, insanlar gerçeğe
çok yaklaşmışlar, fakat her seferinde olay tersine dönmüş, şu ya da bu
uygarlığın sonu gelmiştir. Uygarlık, özel hayat toplumuna doğru ilerlemektir.
Vahşinin tüm hayati halka açıktır, aşiretinin kuralları tarafından yönetilir.
Uygarlık insanı insanlardan kurtarma sürecidir.
“Bugün, bizim günümüzde kolektivizm, elden
düşmecinin, ikinci derecedeki adamın, o eski canavarın kuramı, tasmasını koparmış,
başı boş koşturmaktadır. İnsanları daha önce görülmemiş bir zihinsel
ahlâksızlık düzeyine düşürmektedir. Emsaline rastlanmamış bir dehşet olayı
haline gelmektedir. Her zihni zehirlemiştir. Avrupa’nın çoğunu yutmuştur. Bizim
ülkemizi de kuşatmaktadır.
“Ben mimarım. Bunların dayalı olduğu
ilkelerden ortaya neler çıkacağını biliyorum. Kendime yaşama izni
veremeyeceğim bir dünyaya doğru yaklaşmaktayız.”
“Cortlandt’ı neden dinamidediğimi artık
biliyorsunuz.
“Ben tasarımladım Cortlandt’ı. Size ben
verdim. Ve ben yok ettim.
“Yok ettim, çünkü onun var olmasını
seçmedim. Çifte canavardı o. Biçim olarak da, anlam olarak da. Her ikisini de
patlatmak zorundaydım. Biçimi, kendi yaratmadıkları ve yaratamayacakları şeyi
düzeltme hakkını kendilerinde gören elden düşmeciler tarafından bozulmuştu.
Onlara bunu yapma hakkının verilmesi, binanın hayırsever amacının her türlü
hakların üstünde önem taşıdığı, benim buna karşı gelme hakkım olmadığı inancından
kaynaklanmaktaydı.
“Cortlandt’ı tasarımlamayı kabul edişim,
onu kendi tasarımladığım gibi yapılmış görmek amacına yönelikti, başka hiçbir
nedeni yoktu. Çalışmam karşılığında bu fiyatı istemiştim. Bu bana ödenmedi.
“Peter Keating’i suçlamıyorum. Çaresiz
kaldı. İşverenlerle arasında bir anlaşma bulunmasına rağmen, o anlaşmaya
aldırış edilmedi. O anlaşmada kendisine, binanın projeye göre yapılacağı
konusunda söz verilmişti. O söz tutulmadı. Bir insanın yaptığı işin
dürüstlüğüne ve tutarlığına saygı duyması, bunu korumaya çalışması, bugün
muğlâk, soyut, önemsiz bir şey olarak tanımlanıyor. Savcının bu sözleri
söylediğini duydunuz. Neden bozulmuştu binanın biçimi? Hiçbir nedeni yoktu.
Böyle şeylerin hiçbir zaman nedeni olmaz. Ancak bir elden düşmecinin, başkasına
ait bir şey üzerinde, ruhsal ya da maddesel bir şey üzerinde oynama hakkını
kendinde görmesi olabilir. Kim izin verdi bunu yapmalarına? Düzinelerce
yetkili arasında tek bir kişi bulamazsınız. Hiç kimsenin izin vermeye de,
durdurmaya da önem verdiği yoktu. Hiç kimse sorumlu değildi. Kimseden hesap
sorulamaz. Tüm kolektif eylemlerin yapısı böyledir.
“Bana istediğim ve hakkım olan şey
ödenmedi. Ama Cortlandt’ın sahipleri, kendi istedikleri şeyi benden aldılar.
Onlar mümkün olduğunca ucuza çıkarılmış bir binalar topluluğu istiyorlardı.
Bunu istedikleri gibi yapabilecek başka hiç kimseyi bulamadılar. Ben
yapabilirdim ve yaptım. Çalışmamın yararlarını aldılar, beni de bunu onlara
hediye olarak vermeye zorladılar. Ama ben hayırsever değilim. Bu tür hediyeler
vermem.
“Yoksulların, çaresizlerin evlerini
yıktığım söylendi. Ben olmasam, bu yoksulların bu evlere zaten
kavuşamayacakları unutuldu. Yoksullara kaygı duyanlar, istedikleri yardımı
sunabilmek için, bu konularla hiç ilgilenmeyen birine, bana gelmek zorunda
kaldılar. Gelecekte orada oturacak kiracıların yoksulluğu yüzünden, bu
insanların benim çalışmam üzerinde hak sahibi olduğuna inanıldı. Onların
ihtiyaçları, benim hayatım üzerinde hak sahibi olarak görüldü. Benden istenen
her katkıyı sunmak, görevim sayıldı. Bu da bugün dünyayı yutmakta olan elden
düşmecinin düsturudur.
“Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası
üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de.
Başarılarımdan herhangi birinin de. Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun,
sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun.
“Buraya gelip, başkaları için yaşamayan bir
insan olduğumu söylemek istedim.
“Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir
fedakârlık âlemi içinde yok oluyor.
“Buraya gelip, kişinin dürüst ve yaratıcı
ürünleri, her türlü hayırseverlik girişiminden daha önemlidir, demek istedim.
Aranızda bunu anlamayanlar, dünyayı mahvedenlerdir.
“Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya
koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum.
“İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk
dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk, özgürlüklerine
saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır. Eğer ülkem artık var
olmayacaksa, ona hapiste yatacağım on yılı sunabilirim. O on yıl boyunca, ülkemin
eskiden nasıl bir yer olduğunu minnetle hatırlarım. Onun yerine gelen yeni
düzende yaşamak ve çalışmak istemeyişim, benim sadakatimdir.
“Gelmiş geçmiş tüm yaratıcılara,
dinamitlediğim Cortlandt’dan sorumlu olan güçler tarafından acı çektirilmiş tüm
yaratıcılara sadakatimdir. O kişilerin yapayalnız ve işkence içinde, inkârla,
çaresizlikle, sömürüyle geçirmek zorunda kaldıkları her saate sadakatimdir.
Dünyaya gelen, yaşayan, mücadele eden, başaramadan önce, tanınmamış bir kişi
olarak ölen tüm yaratıcılara da sadakatimdir. Bedenen veya ruhen yok edilmiş
her yaratıcıya sadakatimdir..”
Kaynak:
Ayn RAND, The
Fountainhead/ Hayatın Kaynağı, trc : Belkıs Çorakçı Dişbudak,5. Baskı: Eylül
2007
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar