Riyâzü's Sâlihîn 1
İÇİNDEKİLER
İçindekiler .............
1-2
Sunuş .. 3
Önsöz 4
Giriş .... 6
HADİS-SÜNNET
A – Tarifler
1. Hadis .................
6
2. Sünnet ...............
7
B – Peygamber ve Sünnete Olan
İhtiyaç ................
8
C – Sünnet'le İlgili Bazı Meseleler
1.
Sünnetin Kaynağı .....................
10
2.
Sünnetin Dindeki Yeri ..............
10
3.
Sünnetin Bağlayıcılığı ................
13
4.
Sünnetin Evrensel Bütünlüğü .....
15
5.
Sünnetin Korunmuşluğu ...........
18
6.
Sünnetin Kurtarıcılığı ................
19
D – Sünnete Yöneltilen İtirazlar ............
20
1.
Hadisler Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir? ....... 21
2.
Şifâhi Rivâyete Güvenilebilir mi? ... 21
3.
Hadisçiler Sadece Senetle mi Meşgul Olmuşlardır? ................... 22
E – Bazı Sorular
1.
Sahih Hadislerin Sayısı Ne Kadardır? ................. 23
2.
Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte’de mi Bulunur? .................. 23
3.
Şerhsiz Hadis Okumak Doğru mudur? ................ 24
İMAM NEVEVÎ,
HAYATI VE ESERLERİ
A –
Doğumu ve Çocukluğu .................
25
B –
Tahsili .................... 25
C –
Hocaları ................ 26
D –
Talebeleri .............. 26
E –
İlmi .. 27
F –
Görünüşü ve Yaşayışı ...................
27
G –
Yöneticileri Uyarması ...................
28
H –
Vefatı .................... 29
I –
Hakkında Söylenenler ...................
29
J –
Hakkında Yazılan Eserler ..............
30
K –
Eserleri .................. 31
1.
Hadisle İlgili Eserleri .................
31
2.
Şâfiî Fıkhıyla İlgili Eserleri .........
34
3.
Kur’an’la İlgili Eserleri .............
35
4.
Dille İlgili Eserleri .....................
36
5.
Muhtelif Konulara Dair Eserleri 36
RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
A –
Yazılış Gayesi ........ 38
B –
Nevevî’nin Riyâzü’s-sâlihîn'i Yazarken Gözettiği Prensipler ............ 39
C –
Tertibi ................... 40
D –
Hadislerin Güvenilirliği ..................
40
E –
Şerhleri .................. 42
F –
Muhtasarları ........... 44
G –
Çeşitli Neşirleri ...... 44
H –
Tercümeleri ........... 46
KAYNAKLAR .............
46
MÜSLÜMAN’IN HAYAT ÖLÇÜLERİ BÖLÜMÜ
Müellifin Mukaddimesi ..............
51
İhlâs ve Niyet ...........
53
Tövbe 85
Sabır 122
Doğru Sözlülük (Sıdk) ...................
171
Allah’ın Kulları Denetlemesi (Murâkabe) ..............
180
Takvâ . 197
Tereddütsüz İman ve Allah’a Tam Güven (Yakîn ve Tevekkül) ... 205
Doğruluk (İstikamet) . 224
Hayırlı İşlere
Koşmak ................... 230
Mücâhede ................ 241
Ömrün Sonlarında Hayrı Artırmaya Teşvik ........... 263
Hayır Yollarının Sayısızlığı .............
271
Allah’ın Emirlerine Uymada Ölçülü Olmak ............
302
İbadetleri ve Hayırlı İşleri Sürekli Yapmak ........... 324
Sünneti Korumak ..... 328
Allah’ın Hükmüne Boyun Eğmek .
358
İÇİNDEKİLER
İçindekiler ....................
1-2
Sunuş .....
3
Önsöz ... 4
Giriş ....... 6
HADİS-SÜNNET
A – Tarifler
1.
Hadis ................... 6
2.
Sünnet ................. 7
B – Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç ...................
8
C – Sünnet'le İlgili Bazı Meseleler
1.
Sünnetin Kaynağı .....................
10
2.
Sünnetin Dindeki Yeri ..............
10
3.
Sünnetin Bağlayıcılığı ................
13
4.
Sünnetin Evrensel Bütünlüğü ..... 15
5.
Sünnetin Korunmuşluğu ...........
18
6.
Sünnetin Kurtarıcılığı ................
19
D – Sünnete Yöneltilen İtirazlar .....
20
1.
Hadisler Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir? ....... 21
2.
Şifâhi Rivâyete Güvenilebilir mi? ... 21
3.
Hadisçiler Sadece Senetle mi Meşgul Olmuşlardır? ................... 22
E – Bazı Sorular
1.
Sahih Hadislerin Sayısı Ne Kadardır? ................. 23
2.
Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte’de mi Bulunur? .................. 23
3.
Şerhsiz Hadis Okumak Doğru mudur? ................ 24
İMAM NEVEVÎ, HAYATI VE ESERLERİ
A –
Doğumu ve Çocukluğu .................
25
B –
Tahsili .................... 25
C –
Hocaları ................ 26
D –
Talebeleri .............. 26
E –
İlmi .. 26
F –
Görünüşü ve Yaşayışı ...................
27
G –
Yöneticileri Uyarması ...................
28
H –
Vefatı .................... 29
I –
Hakkında Söylenenler ...................
30
J –
Hakkında Yazılan Eserler ..............
30
K –
Eserleri .................. 31
1.
Hadisle İlgili Eserleri .................
31
2.
Şâfiî Fıkhıyla İlgili Eserleri .........
34
3.
Kur’an’la İlgili Eserleri .............
35
4.
Dille İlgili Eserleri .....................
36
5.
Muhtelif Konulara Dair Eserleri 36
RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
A –
Yazılış Gayesi ........ 38
B –
Nevevî’nin Riyâzü’s-sâlihîn'i Yazarken Gözettiği Prensipler ............ 39
C –
Tertibi ................... 39
D –
Hadislerin Güvenilirliği ..................
40
E –
Şerhleri .................. 42
F –
Muhtasarları ........... 44
G –
Çeşitli Neşirleri ...... 44
H –
Tercümeleri ........... 46
PEYGAMBERİMİZ’DEN HAYAT
ÖLÇÜLERİ
Müellifin Mukaddimesi ...................
51
İhlâs ve Niyet ............ 53
Tövbe ... 85
Sabır 122
Doğru Sözlülük (Sıdk) ...................
171
Allah’ın Kulları Denetlemesi (Murâkabe) ..............
180
Takvâ . 197
Tereddütsüz İman ve Allah’a Tam Güven (Yakîn ve Tevekkül) ... 205
Doğruluk (İstikamet) . 224
Tefekkür .................. 229
Hayırlı İşlere
Koşmak ................... 230
Mücâhede ................ 241
Ömrün Sonlarında Hayrı Artırmaya Teşvik ........... 263
Hayır Yollarının Sayısızlığı ............. 271
Allah’ın Emirlerine Uymada Ölçülü Olmak ............
302
İbadetleri ve Hayırlı İşleri Sürekli Yapmak ........... 324
Sünneti Korumak ..... 328
Allah’ın Hükmüne Boyun Eğmek .
358
Riyâzü’s-Sâlihîn
İmâm Nevevî
“Peygamberimizden Hayat Ölçüleri”
Prof. Dr. M. Yaşar KANDEMİR |
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN |
Yrd. Doç. Dr. Raşit KÜÇÜK |
Bu çalışma, Erkam Yayınları tarafından
8 cilt olarak yayımlanmış bulunan “Riyâzü’s-Sâlihîn: Peygamberimizden Hayat
Ölçüleri” (Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail
Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük; İstanbul; 2001) isimli eserin hadis
meallerinden oluşmaktadır. Metinler Erkam Yayınları’ndan sağlanmış, sayfa
düzeni Edam (Eğitim Danışmanlığı ve Araştırmaları Merkezi) tarafından
yapılmıştır. Gösterdiği kolaylık, yardım ve işbirliği için Erkam
Yayınları’na, katkılarından dolayı Edam’a teşekkür ederiz.
Ö N S Ö Z
Allah’a hamd, Resûl-i Ekrem’ine, onun âl ve ashâbına
salât ü selâm olsun.
İmâm
Nevevî’nin Riyâzü’s-sâlihîn’i necip milletimizin din kültüründe
öncelikli yeri olan hadis kitablarının başında gelir. Zira Cumhuriyet dönemi
Türkiye’sinde, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve
Şerhi’nden sonra, merhum Hasan Hüsnü Erdem ve Kıvâmüddin Burslan tarafından
dilimize tercüme edilerek Diyânet İşleri Başkanlığı’nca yayımlanan ikinci hadis
kitabı Riyâzü’s-sâlihîn olmuştur. Uzun yıllar bu tercüme
vâsıtasıyla kendisinden istifâde edilen eser, gördüğü rağbet sebebiyle son
senelerde birkaç tercümeye ve Delîlü’l-fâlihîn adındaki
şerhinden yapılan tercüme bilgilere dayanan kısa bir şerh çalışmasına kavuşmuş
bulunmaktadır.
Zengin
muhtevâsı ve mükemmel tertibi ile dikkat çeken bu değerli eser, diğer İslâm
ülkelerinde daha ziyâde kelimelerinin açıklanması tarzındaki ilmî neşirlerle
daima güncelliğini korumuştur. İslâm ülkelerinin pek çoğunda, çeşitli
seviyedeki dinî öğretim kurumlarının ders proğramlarında okunmasının yanında
bilhassa vaaz ve irşad faaliyetlerinin de vaz geçilmez el kitabı hüviyetiyle
geniş bir kullanım alanına sahip olmuştur. Giderek derinlik kazanan
sünnet kültürümüz, uzunca bir zamandan beri -diğer hadis kaynaklarının yanında-
bu değerli eserin de yeni ve doyurucu bir şerhe kavuşturulması ihtiyacını
hissettirmekteydi. Özellikle din hizmeti verenlerin, cemaatlarını aydınlatmakta
kendisinden güvenle faydalanacakları bir şerhe olan ihtiyaçları daha da
büyüktü.
Güzel
yurdumuzda her geçen gün biraz daha gelişen tebliğ ve irşad alanları ve yeni
yeni siyasî özgürlüklerine kavuşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki
müslümanların ihtiyaçları dikkate alındığında Riyâzü’s-sâlihîn gibi
bir esere daha fazla görev düştüğü kabul edilecektir. Bu düşünce ve tesbitlerden
hareketle, öncelikle din hizmeti veren müfti, vâiz, imam ve hatiplerimizin,
aynı zamanda İslâm’ı öğrenmek ve uygulamaya koymak isteyen üniversite ve lise
talebelerinin ve İslâmî konularda bilgilenme ihtiyacı duyan halkımızın bu
ihtiyaçlarını karşılayacak bir tercüme ve orta büyüklükte bir şerh çalışması
yapmaya karar verdik. Uzun bir hazırlık döneminden sonra, her seviyedeki
insanımızın istifâdesini kolaylaştırmayı esas alan bu tercüme ve şerhi yazmaya
başladık.
Tercüme
ve şerhin mâhiyetinden kaynaklanan güçlüklere, komisyon çalışmalarının tabiî ve
kaçınılmaz güçlükleri de eklenince, iş gerçekten daha uzun bir zaman ve mesâî
gerektirdi. Mütercim ve şârihler olarak aramızda geliştirdiğimiz prensipler
listesinin âzamî ölçüde uygulanabilmesi için birimizin yaptığı tercüme ve şerh,
diğerleri tarafından baştan sona okunup kontrol edildi. Öyle ümid ediyoruz ki,
bu yolla hem üslûpta belli bir yaklaşım sağlanmış hem de kaçınılması mümkün
olmayan hataları en aza indirme imkânı yakalanmış oldu.
Bu
çalışmamızı mütalaa buyuracak aziz okuyucularımızın dikkatlerini çekeceğini
sandığımız bazı uygulamalarımızı şöylece sıralamak mümkündür:
1.
Konu başlıkları elden geldiğince kısa ve özlü yazılmış, daha sonra tam
tercümesi verilmiştir.
2.
Konu başlarındaki âyetler kısaca açıklanmıştır.
3.
Hadis metinlerinden sonra, Nevevî’ye ait bazı açıklamalar Arapça metinden
çıkarılmış, ancak bu bilgiler şerh esnasında dikkate alınmıştır.
4.
Hadislerin sahâbî râvileri, ilk geçtikleri yerde hadisin tercümesinden hemen sonra
kısaca tanıtılmıştır.
5.
Hadislerin, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzı’l-hadîsi’n-nebevî esas
alınarak Kütüb-i Sitte çerçevesinde tahrici yapılmış; ancak
Nevevî’nin göstermediği kaynaklar “Ayrıca bk.” diyerek verilmiştir.
6.
Hadislerin kitap içinde tekrarlandığı yerlere işaret edilmiştir.
7.
Hadisler her geçtiği yerde, özellikle o konuyla ilgili yönleri açısından
şerhedilmiştir.
8.
Şerhte günümüzün şartları ve ihtiyaçları göz önünde bulundurulmuş, hadislerin
bu açıdan ihtivâ ettiği mânalar, anlaşılır bir dille ifade edilmeye
çalışılmıştır.
9.
Açıklamalar esnasında Kütüb-i Sitte şerhleri yanında Ali
el-Kârî’nin Mirkâtü’l-mefâtîh adlı pek değerli Mişkâtü’l-Mesâbîh
şerhi daima göz önünde bulundurulmuştur.
10.
Şerhte bir konu hakkındaki farklı görüşler içinden genellikle biri tercih
edilerek verilmiş, bunlar ayrıca tartışılmamıştır.
11.
Yazımda genellikle Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin (DİA)
imlâsı esas alınmış, şahıs isimlerinin yazımında Arapça gramer kurallarına
değil, Türkçe söyleyişe uyulmuştur. Meselâ Zeyd b. Abdillah ismi, Zeyd
İbni Abdullah diye yazılmıştır.
12.
Son cilt, aranan her konunun kolaylıkla bulunabileceği çok yönlü ve bilimsel
bir fihrist cildi olarak düşünülmüştür. İnşallah bu fihrist yardımıyla kitaptan
sıhhatli ve süratli olarak yararlanma imkânı temin edilmiş olacaktır.
İşlediği
konulara dair âyetler ve Kütüb-i Sitte’den seçilmiş hadisler ihtivâ
eden Riyâzü’s-sâlihîn’in her türlü bilimsel mesâîye lâyık bir hadis
kitabı olduğu açıktır. Biz gerçekleştirdiğimiz bu tercüme ve şerh
çalışmasının, sünnet kültürümüze katkıda bulunacağını ümid ediyoruz. Kökleri
geçmişin karanlığı ile emperyalistlerin İslâm coğrafyasını talan iştihasında
yatan, müslümanların inanç, amel ve düşünce birliğini yıkmayı ve ümmet şuurunu
ortadan kaldırmayı hedefleyen, sünnet aleyhindeki çalışmaların yazılıp
konuşulduğu bir sırada böyle bir eserin gün yüzüne çıkması bizim için ayrı bir
sevinç ve şükür konusudur.
Müslüman
milletimize hizmet etmek arzusuyla orta hacimde, sade, anlaşılır bir şerh
olarak kaleme aldığımız bu çalışmanın, yüce Rabbimiz’in rızâsına ve sevgili
Peygamberimiz’in şefaatine vesîle olmasını dileriz.
Ayrıca
eserin yayımını üstlenerek hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan en güzel şekilde
neşrini gerçekleştiren Erkam Yayınevi yetkililerine, özellikle
hazırlık safhasında bize yardımcı olan Hadis Anabilim Dalı Araştırma
Görevlisi Aynur Uraler’e, hadis metinlerini büyük bir özenle
dizen Hasan Alioğlu’na, eseri yayına hazırlama ve tashihte
gösterdiği titizlik ve ciddiyetten dolayı muhterem Mustafa Eriş’e
ve her kademede emeği geçen diğer görevlilere teşekkür ederiz.
Mütercim ve Şârihler
10
Eylül 1996
GİRİŞ
HADÎS
- SÜNNET, NEVEVÎ VE RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
I
H A D İ S
- S Ü N N E T
Güzel
dinimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’ân-ı
Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in Sünneti’dir.
Ashâb–ı
kirâm, İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya
fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak
tanıdı.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in
ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı.
Daha
ilk halîfe Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat
Hz. Peygamber’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak
derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir
buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri,
ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında
toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler,
birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.
A. Tarifler
l. Hadis
Hadisin
terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını
görüp de reddetmediği davranışlar (takrir) ve onun yaratılışı veya huyu ile
ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz.
Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak onu rivâyet edenlerin adlarının
yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya
takrîrinin yazıldığı metin’den meydana gelir. Yani hadis
deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı
anlaşılır. Ancak Riyâzü’s-sâlihîn’de hadis metinlerinin kolay
okunup öğrenilmesi için sahâbî dışındaki râviler yâni sened kısmı müellif
tarafından çıkarılmıştır.
Hadis İlmi iki ana bölüme ayrılır:
a. Rivâyetü’l-hadîs ilmi. Hz.Peygamber’in sözü, fiili, takriri,
halleri ve bunların rivayet ve zabt edilişi ile alâkalı bir bilim dalıdır.
Hadis metinlerini ihtiva eden kitaplar, bu dala ait kaynaklardır. Bu ilim
dalı “hadis naklinde hatadan uzak kalma” temeli üzerinde
yapılmış çalışmaları yansıtır.
b. Dirâyetü’l-hadîs ilmi. Hadis Istılahları İlmi diye
de anılır. Hadisin yapısını meydana getiren sened ve metni anlamaya imkân veren
birtakım kaideler ilmidir. Bu kaideler yardımıyla bir hadisi kabul veya
reddetmek mümkün olur. Hadis usûlü ile ilgili eserler bu ilmin
kaynaklarıdır.
Bu
ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan,
değiştirilmekten, bozulmaktan ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla
korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup
olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır.
Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve
doğru olmayanlarından ayırmaktır. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber’in
söylemediği bir sözü ona söyletmemek, yapmadığı bir işi ona yaptırmamak, yani
sünneti aslî berraklığı içinde korumaktır.
Her
iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad
etmeme dikkati” ve “tebliğ görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde
gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk ve en değerli gayret, sevgili
Peygamberimiz’in en hayırlı nesil olarak takdir ve takdim buyurduğu ashâb-ı
kirâm’a aittir. Rivayetü’l-hadîs ilminin kurucuları oldukları gibi, dirâyetü’l-hadîs
ilminin temellerini atanlar da onlardır. Allah kendilerinden razı olsun.
Ashâb, sahâbî kelimesinin çoğuludur. Sahâbî, müslüman
olarak Hz. Peygamber’i gören ve o iman üzere ölen kimseye denir. Herhangi bir
sahâbî ile görüşme imkânı bulan kimseye de tâbiî adı verilir.
2. Sünnet
Sünnet, sözlükte yol demektir. Yolun
iyisine de kötüsüne de sünnet denir. Yalın halde söylendiği zaman “güzel yol”
anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime, devamlı âdet, kâinâtın
düzeninde geçerli olan tabiî kanunlar, gidilen yol gibi anlamlarda kullanılır.
Bir de sünnetullah terimi vardır. Bu, Allah’ın koyduğu
kurallar, toplumların hayatlarında görülen ilerleme, gerileme ve hatta yok
olmada geçerli olan ilâhî kanunlar demektir.
Terim
olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı
yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha
kapsamlıdır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı
sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün
sünneti..”(Mâlik, Muvatta’, Kader 3) hadisinde bu anlam açıkca
görülmektedir. Hz. Peygamber’e nisbet edilen her şeyin yazılı metni mânasında
hadis, günümüzde sünnet yerine de kullanılmaktadır. Artık bugün hadis
deyince sünnet, sünnet deyince hadis anlaşılmaktadır. Sünnetin çoğulu sünen
olduğu gibi Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait hadisleri
içeren kitaplardan bir kısmının adı da Sünen’dir.
Başlangıçta
hadisin, Hz. Peygamber’in sözlerini, sünnetin ise, fiil ve uygulamalarını
ifade etmek için kullanılması, hadisi sünnetten ayrı düşünmek için yeterli
değildir. Bu birlik, sünnete, kendine ait olmayan bir unsuru yamamak, ona
kendisinden olmayan bir şeyi katmak mânasına asla gelmez. Bu yöndeki müsteşrik
iddialarına kulak asmamak gerekir. Zaten sünnet, hadis
kitaplarında gördüğümüz hadis metinleri değil, onların ifade ettiği mânalardır.
Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı
Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir. Kur’an, okunan vahiy; sünnet, rivayet
olunan vahiy (Şâfiî, Risâle, s. 91-92); hadis ise,
“rivayet edilen sünnet” (Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s.
35-38; Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, s. 2) demektir.
Hadis
kitaplarımız, rivayet olunan vahiy demek olan sünnetin
yazılı belgeleri ile doludur. Bu belgelerin niteliklerine göre farklı ve özel
terimlerle ifade edilmesi ve değişik hükümlere bağlanması ilmî bir meseledir.
Bu nitelikleri ve terimleri Hadis Usûlü İlmi tayin ve
tesbit etmektedir.
B. Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç
Yüce
yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir
varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, ilâhî hitâba
doğrudan muhâtap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan
hayatının başladığı günden beri, Allah Teâlâ, onların arasından seçtiği “Nebî”
veya “Resûl” denilen peygamberleri kendisiyle kulları arasındaki irtibâtı
kurmak ve açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün
peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kullarına ulaştırmak ve onlara
doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidâyet elçileridir.
Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine getirmeye
çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi ve sellem de ümmetine Allah Teâlâ’nın istediği şekilde
yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak vermiştir. Her peygamber
gibi bizim peygamberimizin de iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا
أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ
وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ
الْكَافِرِينَ
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et,
eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” [Mâide sûresi (5), 67].
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ
لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ……..
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkca
anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik” [Nahl sûresi (16), 44].
Peygamber
Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, görevi gereği,
insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve
anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi.
Hemen işâret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu
için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet,
Kur’ân’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından yorumlanması demek oluyordu.
Mukaddes
kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in eksiksiz, yeterli, açık ve her şeyi
açıklayıcı olmasına ve dinimizin de ikmal edilmiş bulunmasına rağmen,
sünnetin ifade ettiği bir yorum ve anlatıma gerçekten ihtiyaç var mıdır,
şeklinde bir soru aklımıza takılabilir. Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli,
açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır. Ancak onun bu niteliklerine
rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu
tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk
için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden
sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise,
ona onu anlatmak lâzımdır. En iyi, en güzel, en doğru ve en doyurucu açıklamayı
da elbette Kur’an âyetlerini getirip tebliğ eden Peygamber yapacaktır.
Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik, yetersiz ve
kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi
bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk
edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir
müslümanlık düşünmek mümkün değildir.
Hayatın ilâhî irâde doğrultusunda şekillenmesi konusunda
Sünnet, Kur’an ile birlikte hemen onun yanıbaşında birinci dereceden bir görev
üstlenmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunu hem Peygamber’e itaatı emreden
Kur’ân-ı Kerîm, hem de Hz. Peygamber’in bizzat kendisi ifade ve ilân
etmektedir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا
نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا
“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa
ondan da kaçının!” [Haşr
sûresi (59), 7].
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ
“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” [Âl-i İmrân: (3), 31].
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ
أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ
اللَّهَ كَثِيراً
“Allah’a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman
sizler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” [Ahzâb sûresi (33), 21].
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ
إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ
اْلآخِرِ
“Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, anlaşmazlığa
düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ sûresi (4), 59].
فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ
يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ
حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir
sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min
olamazlar” [Nisâ
sûresi (4), 65].
وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ
مُّسْتَقِيمٍ
“Gerçekten sen, doğru yola, Allah’ın yoluna
çağırıyorsun” [Şûra
sûresi (42), 52].
فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ
أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Peygamber’in emrine muhâlefet edenler, fitneye ya da
can yakıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler” [Nûr sûresi (24), 63].
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ
اللّهَ
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a
itaat etmiş olur” (Nisâ
sûresi (4), 80(.
Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır:
فَمَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِي فَلَيْسَ
مِنِّي
“..Kim
benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).
“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat
nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan
kalkar” (Dârimî,
Mukaddime 16).
Bütün
bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya
çalışmak suretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade
etmektedir. Zira açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak
boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü”
demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri
olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı
unsur demektir. Muhtelif kıta ve iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar
boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri, sünnetin
belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği
sayesinde olmuştur. Açıkca söyleyecek olursak, ümmet sünnetle vardır,
onunla yaşar. Yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.
C. Sünnetle İlgili Bazı Meseleler
1. Sünnetin Kaynağı
Kur’ân-ı
Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan
vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan
dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu
sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.
Hz.
Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi
(meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip
bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi
kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz.
Peygamber’de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad
kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz.
Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en
uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu,
başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Hz.
Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine,
Kur’an-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir,
hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi
kelime ve terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı
niteliğindeki açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan
doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî
niteliğinden ileri gelmektedir.
2. Sünnetin Dindeki Yeri
Yukarıda
işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır
olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh
usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah
Resûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.” Şer’î delillerin
ikincisi olan sünnetin tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur.
Böylece sevgili Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına
kadar, Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet
içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir
hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması
arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî)
olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı
hükümlere bağlansa bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak
“sünnet” kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vâcip, kimine
mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik,
kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.
Yalnız
burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet”
kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta
sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin
o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
Bu
kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani
“sünnet”’in dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup
bulunmamaktadır.
Öte
yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı
bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş,
ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin
benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara
sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet,
elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
Kur’an’da
sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple
sünnete ait her hangi bir delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan
bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini
gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Diğer
taraftan Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ
ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek
oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yekdiğerini desteklemekte ve
doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.
İmam
Şâfiî’nin ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması,
önce bu kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin
bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir
çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle
hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip
hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî
araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi
çözüm yollarına baş vurulmalıdır.
Sünnet,
Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir, teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet
eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı
kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye
gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde
mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş
temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân
19-22) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece
hüküm açısından beyân etmektedir. Yine “Mallarınızı aranızda haksız
sebeplerle yemeyin...” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç
bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû
Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade
etmektedirler.
Burada
akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade
eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki
kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’an
için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi
elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki
birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.
Tefsir veya beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü
herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel)
hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması,
mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin
özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın
uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz
iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi
( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı
ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da
imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6),
82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan
hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.
Sünnetin
en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet
Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de
açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit
edilmiştir.
Sünnetin
bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında
herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda
sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tarafından
tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış
ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta
hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler.
Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı
bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması
emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de
mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları
Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
Bir
kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun
kalbine Allah Teâlâ tarafından konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in
kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
Bu
görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece
Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın
yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi
edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden
ayrılmaktadırlar. İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme
noktasında yoğunlaşmaktadır.
Kitap’ta
olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi?
diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kitap
üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir:
1.
O konu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ortaya
konulmamış olur.
2.
Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin
mütevâtir olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)
3.
Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.
Bu
demektir ki, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan
kaldırıcı (nâsih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde
de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
a.
Kitab’ın (yani âyetin) beyânı.
b.
Kitab’ın bir açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen)
açıklaması.
Muhassıs,
bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir
kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından
çıkarılanların hükmünü tek başına beyân etmiş olur. Meselâ “Bunların
dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4),
24] âyetinden sonra Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem “Kadının, halası ile aynı nikah altında
birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram
olur” (Buhârî, Nikâh
27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur. Bu şu demektir: Âyetteki “bunların
dışında kalanlar” ifadesinden maksat, dışda kalanların hepsi değil,
bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat
hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı
muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem
de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs
hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek
başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh
eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere
iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O
halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri
kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun
meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı
kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve
namazı, şüf’a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür
konulardandır.
Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur.
Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun;
ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun,
hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i
gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine
hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak
gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı
bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine kitabında indirmediği
bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu
değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir” [Enbiyâ
sûresi (21), 23].
3. Sünnetin Bağlayıcılığı
Sünnetin
bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği
hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını
belirleyen âyetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı
rolünü ortaya koymaktadır.
Ancak
Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık
derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber;
Risâlet (peygamberlik),
İftâ (müftilik)
Kazâ (hâkimlik)
İmâmet (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta
bulunur.
Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet,
genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama
(takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı açıklama, akâid
ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî ahkâmın bir beyân
ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî
anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasarrufunda bir tebliğci
ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen
gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in bu sıfatla
ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden çıkararak dinî
soruları cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah etmek
demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla
ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
Kazâ, iki veya daha fazla kişi arasında cereyân eden
anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı
haksızı belirlemek (adâlet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir.
Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
Hz.
Peygamber, kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak
üzere şöyle buyurmuştur:
“Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir
beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy
gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine
nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı
zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder,
verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned,
VI, 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20).
Hz. Peygamber’in kazâ tasarrufu olarak ortaya koyduğu
sünnet, sadece dâvacı ve dâvalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği
usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
İmâmet (devlet başkanlığı) tasarrufu, ilk üç vasfı ve
tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda
bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını
gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş,
bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Efendimiz’in bu
iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları
hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin
vermedikce, benzeri haklar mü’minler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması,
devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezâların
infâzı, orduların teşkili ve sevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel
şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan
veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icrâ ve
infaz edilmesi câiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan
değiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz.
Ali sevketmiştir.
Hz.
Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi
vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Âlimler, bu noktadaki
farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır.
Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona
mâlik olur” (Buhârî, Hars 15) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu
hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu kabul edilirse,
bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır hâle getiren
kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmam Şâfiî, bu hadisi fetvâ ve
tebliğ tasarrufuna bağlamış, “Çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı
budur, aksine delil bulunmadıkca hadisleri buna göre yorumlamak gerekir”
demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz.
Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
Hz.
Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer
başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek
devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının
mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû
Hanîfe bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ)
vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.
İmam
Mâlik, bu konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını birbirinden ayırmış, şehir
topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda
oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının
sorumluluğu altındadır (Konuya ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm, s.
86-l09; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-şerî’a, s. 27-40).
Bu
misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun
hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira
sünnetin bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle
alâkalı bulunmaktadır.
Sünnetin
bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı
vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vâcip, mendup, müstehab gibi)
farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz,
aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
4. Sünnetin Evrensel Bütünlüğü
Sünnetin
tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir
yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel
bütünlüğü demektir.
“De
ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
elçisiyim” [A’râf sûresi (7), 158] âyeti ve konuya ait diğer
âyetler, bir taraftan İslâm’ın cihanşümul bir din olduğunu ilân ederken bir taraftan
da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun sünnetinin, yaşama tarzının
evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.
İslâm
tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı
pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp kalkmak,
yiyip içmek, ağlayıp gülmek, alış veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip
öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine
örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, rûhî ve hissî alanlarda
ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.
İşte
bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve
insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek,
örneklendirmek sünnetin sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz.
Peygamber’i “en güzel örnek”diye tanıtması, onun hayatında bütün bu
hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli
bir çeşitlilik, zenginlik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu
göstermektedir. Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm,
“O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile
değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır.
Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in
hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca
başka hiçbir kimsede toplanmamış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren
üstün özelliklerin Resûl-i Ekrem’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmek zorunda
kalmıştır.
Hz.
Peygamber’in temiz bir geçmişe sahip olduğu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in
şehâdeti hem de Mekkelilerin kendisine “el-Emîn” lakabını
vermelerinden anlaşılmaktadır. Peygamberliğine karşı çıktıkları zaman o
kendisini “daha önce yıllarca aralarında yaşamış olduğu”nu
hatırlatarak savunmuştur. Bu demektir ki, Hz. Peygamber’in, peygamberlik öncesi
hayatı bile örnek alınabilecek temizliktedir.
Onun
peygamberlik günleri, hemen hemen her safhasıyla gözler önündedir.
Örnek
alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu
da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyimine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet
için Hz. Peygamber’in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır.
Zira sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek
maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda
sünnet, son ilâhî kitap Kur’an’ın, “son peygamber”, “âlemlere
rahmet”,“üsve-i hasene”, “büyük ahlâk sahibi”, “mü’minlere
düşkün ve onların sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen” bir
Allah elçisi olarak Resûlullah tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî
yorumudur. Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal,
meslekî ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün insanları Resûlullah’ın sîretine,
hayat modeline uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet
etmektedir. Çünkü onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden
örnek olabilecek zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan
hayatına tam bir uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir
yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek,
Hz. Peygamber’i ve onun şekillendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla
Resûlullah’ı anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek
sebebidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların
düzeltilebilmesi, sünneti evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye
bağlıdır.
Hz.
Peygamber’in sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve
esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâma ait bir kaç tesbiti şöylece
sıralayabiliriz:
Yapılabilecekleri
emrederdi: Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem ashabına emrettiği zaman, daima kolaylıkla üstesinden
gelebilecekleri amelleri emrederdi” (bk. Buhârî, İmân 13).
Ümmetini düşünürdü: İbni Abbas radıyallahu anhümâ, Hz.
Peygamber’in, لَوْلَا أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي
لَأَمَرْتُهُمْ أَنْ يُصَلُّوهَا هَكَذَا “Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı
namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” buyurduğunu (Buhârî, Mevâkît
24); Ebû Hüreyre radıyallahu anh de “Ümmetime zor
geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını
emrederdim” buyurduğunu (Müslim, Tahâret 42) haber vermektedirler.
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın bildirdiğine göre Hz.
Peygamber “Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının.
Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin” (Buhârî,
İ’tisâm 2) buyurmuştur.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını
aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir
şeyi yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı en iyi
tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” (Buhârî, İ’tisâm
5) buyurarak kendisinden daha ileri bir müslüman olma imkânının
bulunmadığını dile getirmiştir.
“Yapılabilecekleri
emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini önemsemeyerek karşı çıkanları da
aslâ hoş karşılamamıştır. Seleme İbni Ekvâ anlatıyor: Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sol eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve
kendisine:
—Sağ elinle
ye!” buyurdu. Büsr:
—
Yapamıyorum, dedi. (Müslim’in rivayetinde onun, bu sözü kibirlenerek
söylediğine işaret edilmektedir). Hz. Peygamber:
—Yapamaz ol!”
buyurdu.
Râvî
Seleme İbni Ekvâ diyor ki, “Bundan sonra adamın sağ eli ağzına ulaşamaz
oldu” (bk. 161, 614, 742 numaralı hadisler).
Hz. Peygamber çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini
gözetirdi. Enes
ibni Mâlik radıyallahu anh’ın şu müşâhedeleri bunu göstermektedir:
“Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın, insanların en hafif
namaz kıldıranıydı.”
“Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem namazdayken, annesinin yanında mescide gelmiş bir
çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverirdi” (Buhârî, Ezân 65;
Müslim, Salât 37, 187)
Kolaylaştırma onun temel prensibiydi. Hz. Peygamber bu prensibi “Kolaylaştırınız,
zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim
11) şeklinde tesbit ve ilân etmiştir.
Bütün
bu nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sünnet,
kolaylaştırma ve sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibarettir. Bu
sebeple de her insan ve toplum Hz. Peygamber’in hayatında ve sünnetinde
kendilerine örnek olacak birçok yön ve olay bulabilir. Çünkü bütün insanlığı
bir şahsiyette toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu
sebeple Hz. Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük
içindedir. O Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet
başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda
öğrencilere; obalarda fakirlere; köşklerde zenginlere; otağlarda, kışlalarda
ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün
insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü
onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı
kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk
manzûmesidir.
Hz.
Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve
önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı
halde, onun, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul
olmasını bazıları akıllarına sığdıramayabilirler. Nitekim Selmân-ı
Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
— Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama
her şeyi, hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?
Selmân, gayet ciddî bir edâ ile:
- Evet, gerçekten de öyle, diye onu tasdik ettikten
sonra Hz. Peygamber’in tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı (bk. Müslim, Tahâre 57-58).
Hiç
kuşkusuz işlerin ve konuların önemlerine göre sıralanması esastır. Ancak insan
hayatındaki her şeyin belli şekillerle ıslah edilmesi, inanç sisteminin
gereklerine uygun hâle getirilmesi de aynı derecede önemlidir. Hz. Peygamber
ümmetine bir baba gibi her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır
davranışları göstermiştir. Bunda “küçük işlerle meşgûliyet” gibi bir basitlik
değil, “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet,
sorumluluk ve insanı bir bütün olarak değerlendirme” gibi derin ve anlamlı bir
hassâsiyet yatmaktadır. İşte Selmân, bunun farkındaydı ve aklınca alay etmek
isteyen “bir peygamber de böyle şeylerle uğraşır mıymış?” demeye getiren devrin
çağdaş müşrik kafasına gerçeği bütün safiyeti ve açıklığı ile haykırıyordu:
“Evet, herşeyi bize o öğretiyor!.”
Abdullah
İbni Ömer radıyallahu anhümâ da kendisine:
—
Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat
sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni
Abdullah İbni Hâlid’e;
-
Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak
gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece
yaparız” (Nesâî, Taksîru’s-salât 1) diyor, ashâbın bilgi kaynağının
ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.
Hz.
Peygamber’in sünnetinin, evrensel karakteri, onun ashâb-ı kirâm tarafından
değiştirilmesine mâni olmuştur. Nitekim Hz. Âişe: “Eğer kadınların yeni yeni
icad ettikleri halleri Resûlullah görseydi, -İsrailoğullarının kadınlarının men
olunduğu gibi- onları mescidlere gitmekten menederdi” (Buhârî, Ezân 163;
Müslim, Salât 144) demekle beraber, böyle bir yasaklama yoluna ne kendisi
gidiyor, ne de halifelerden böyle bir yasak getirmelerini istiyordu. Çünkü “Allah’ın
Hanım kullarını, Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz!” (Buhârî,
Cum’a 13) hadîs-i şerîfi ona bu yetkiyi vermiyordu.
Sünneti
evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizde çıkış noktası
olarak benimsemek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız
sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracaktır. Hatta onların
da geçerli olacağı yöre ve dönemlerin bulunabileceği fikrine ve rahatlığına
ulaştıracaktır. Bu ise İslâm kültürü olduğunu belirttiğimiz sünnete dair hiçbir
bilgi ve belgenin zâyi olmamasını gerektirir. Hz. Peygamber bütün hayatı
boyunca, söz ve davranışları ile Kur’an’da bildirilen hakikatların izahını
yapmıştır. Bu sebeple Zührî’nin dediği gibi, “Peygamberlik Allah vergisidir.
Resûl’e tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir” (bk. Beğavî, Şerhu’s-sünne,
I, 217).
Netice
itibâriyle bir kere daha vurgulamamız gerekirse, sünnetin temel
özelliğini gerçekçilik, evrensellik ve esneklik yani uygulanabilirlik olarak
tesbit etmemiz mümkündür. Aslında bunlar, bizzat İslâm’ın temel özellikleridir.
İslâm,
en son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed de en son peygamberdir. Kıyamete kadar
geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi
demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm
getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla
yükümlüdür. Böyle olunca da sünnetin gerçekleri esas alması, insanı tanıması,
ona her türlü imkân ve şartta yaşayabileceği genel esasları tedricî
olarak öğretmesi, aynı konuda uygulanabilir farklı şekil ve biçimleri sunması
pek tabiîdir. Bu söylediklerimiz, cihanşümullüğün yani evrenselliğin bir
sonucudur.
Aynı
konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadislerin, bu
açıdan bakıldığı zaman tabiîlikler manzumesi oldukları, bu bahis konusu
farklılıkların ya da seçenek imkânlarının ümmet için tam bir rahmet vesilesi
olduğu açıktır. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir.
Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki
İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir. Bu yüzden de getirdiği esasların
kıyamete kadar dünyanın her tarafında uygulanabilir olması, kendisine
inananların hidâyetlerini temin edebilmesi açısından hayâtî bir zorunluluktur.
5. Sünnetin Korunmuşluğu
Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını
açıklamaktadır [bk.Tevbe sûresi (9), 32]. “Allah’ın nuru”, kulları için
seçtiği, onları kendisinden sorumlu tuttuğu ve Resûlü’ne vahyettiği şeriatıdır.
Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.
Allah
Teâlâ “Gerçekten Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbette biziz” [Hicr
sûresi (15), 9] buyurmuştur. Bu âyette geçen zikri, Kitap ve Sünnet olarak
anlamak mümkündür. Zikir kelimesi Kur’ân ile tefsir edilecek olursa, bu
takdirde âyetteki hasr ifadesinden, Kur’ân’ın dışında hiçbir şeyin
korunmayacağı, koruma hükmünün sadece Kur’ân’ı içine aldığı anlamı
çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’da Kur’ân dışında başka şeyleri de meselâ,
Resûlullah’ı insanların vereceği zararlardan koruyacağını bildirmiş ve
korumuştur. Yine arşı, gökleri ve yeri kıyamete kadar yok olmaktan
koruyacaktır. Sonra âyetteki “lehû” kelimesinin öne alınmış olması, hasr için
değil, âyet sonlarındaki uyuma riâyet içindir.
Kur’ân’ın
korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın
açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler. O
halde sünnetin korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir.
Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, sünnetin de korunması demektir.
Sünnetin
korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havâle edilmiş gözükmektedir. Yani sadece
Kur’an ile sünnetin korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm
bilginlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her
türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesâiler ile gözler önüne serilmiş
bir gerçektir.
Sünnetin
tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman,
elbette onların bütün sünneti ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü
ele alındığı zaman sünnetten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı
herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o
dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu
gibi. Hatta İmam Mâlik’e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegâne hadis
kitabı olarak ilân etme teklifini iletince, büyük imam “Bizim muttali
olmadığımıza başkaları muttalî olmuş olabilir” diyerek karşı çıkmış, sünneti,
ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani
fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, sünnetin tümünü ihâta
etmişlerdir. Bu da sünnetin korunmuşluğunu gösterir.
6. Sünnetin Kurtarıcılığı
Sünnetten
yararlanabilmek için her şeyden önce onun “en güzel örnek” olduğuna,
yaşanabilirliğine, insan özüne ve ihtiyaçlarına en üst seviyeden cevaplar ve
alternatifler getirdiğine inanmak gerekir. Sonra da bu inanca dayalı olarak sünneti
kendi özellikleri içinde iyi tanımak lâzımdır. Zira Hz. Peygamber âlemlere
rahmet ve hidâyet rehberi olarak gönderilmiştir. Onun sünneti, hidâyette
olabilmenin çarelerini göstermektedir. Sünnetin kurtarıcılığından şüphe etmek
Hz. Peygamber’in risâletine karşı çıkmak anlamına gelir. Nitekim Abdullah İbni
Mes’ûd bir defasında “Nebinizin sünnetini terkettiniz mi saptınız gitti
demektir” tenbihinde bulunmuştur.
“Gerçekten
sen doğru yola çağırıyorsun” [Mü’minûn sûresi (23), 73; ayrıca bk.
Şûra sûresi (42), 52] ve “Eğer o peygambere itaat ederseniz doğru yolu
bulmuş olursunuz” [Nûr sûresi (24), 54] âyetleri, sünnetin
kurtarıcılığını ortaya koyan Kur’ânî delillerdendir.
Hz.
Peygamber de muhtelif hadîs-i şerîflerinde bir yandan kendi konumunu anlatırken
bir yandan da ümmetin kurtuluşuna olan katkısını açıkca gözler önüne sermiştir.
Ateşe düşmeye çalışan kelebek ve pervâneleri kovalamaya çalışan kişi durumunda
olduğunu hatırlatarak “Ben sizi bel bağınızdan tutmuş ateşe
düşmekten kurtarmaya çalışıyorum; siz ise, elimden kurtulup ateşe girmeye
çalışıyorsunuz” buyurmuştur. O kendisinin ümmet
için kurtuluş vesilesi olduğunu daha başka hadislerinde de yine böyle
temsillerle açıklamıştır. Kendisini, düşmanı görüp koşarak gelen ve milletini
uyaran bir haberciye benzettiği hadis de bu hususta tam bir kanaat verecek
açıklıktadır:
“Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu,
bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:
- Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan
bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir
haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!
Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve
akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler,
kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara
sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana
itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’tan
getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir” (Buhârî, İ’tisâm 2).
Sünnetin
kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Tâbiîn müfessirlerinden Dahhâk İbni
Müzâhim ne güzel ifade etmiştir: “Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira
âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur” (Kurtubî, Tefsîr,
XIII, 365). İmam Mâlik de sünneti Nuh aleyhisselâm’ın gemisine
benzetmiş ve “Kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur”
demiştir (Süyûtî, Miftâhü’l-cenne, s. 53-54).
D. Sünnete Yöneltilen İtirazlar
İslâm
tarihi içinde sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkâr eden herhangi bir
mezhep mevcut olmamıştır. Sünnetin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından
kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun
yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara
rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana
çıkarıldığı görülmektedir. Meselâ ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn
radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:
— Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir.
Bunun üzerine İmrân:
— Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil
mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana
altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin?
Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı.
Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât
konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine:
— Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi.
Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki
“Bu adam daha sonra müslümanların fakihlerinden oldu” (Hâkim, el-Müstedrek, I,
109-110).
Bu
ve benzeri münferit olaylar, tâ eskiden yani sahâbe döneminden beri
görülegelmiştir. İmam Şâfiî bu istikâmetteki görüş sahipleriyle tartışmaya
girerek onları cevaplandıran ve susturan ilk müelliflerdendir. Bu sebeple
şimdilerde modernistler tarafından tenkide tâbi tutulmaktadır.
Zaman
içinde uzun süre hiç seslendirilmeyen bu yöndeki itirazlar, batı
sömürgeciliğinin etkisiyle son bir-iki asırdır İslâm dünyasında yeniden
gündeme gelmiştir.
Mısır’da
Tevfik Sıdkı, Ahmed Emin, İsmail Edhem ve Ebû Reyye gibi kişiler ve bunları
belli bir dönem için de olsa destekleyen bir kaç kişi, Hindistan’da Ehl-i
Kur’ân Cemiyeti çevresinde kümelenen kişiler ve onların öteki İslâm
ülkelerindeki uzantıları şimdi yeniden “Kur’ânla yetinme” çağrıları yapmaya
başlamış, “sünnetsiz İslâm arayışı” içine girmişlerdir. Her
konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir
başka “lâ raybe fih” delilin bulunmadığını ileri
sürmektedirler.
Bu
anlayışın varacağı nihâî noktayı, Ehl-i Kur’ân Cemiyeti’nin kurucusu Gulâm
Perviz Ahmed’in hayatında izlemek mümkündür. Bu kişi, “Kur’ân dışında herhangi
bir söz ile amel edenlerin, -isterse bu söz Hz. Peygamber’e ait ve
mütevâtir-sahih bir hadis olsun- “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kâfirlerin tâ kendileridir” [Mâide sûresi (5), 44] âyetinin
hükmüne girerler” demek cür’etini göstermiştir. Buna karşılık devrin âlimleri
de kendisinin küfre girdiğine dâir fetvâ vermişlerdir (Bilgi için bk.
Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VII, 425).
Varacağı
nokta bu olayla daha baştan belli olan bu akımın -maalesef- memleketimizde de
şu veya bu şekilde gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm
bilincini ve birikimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişme olarak
görülmektedir.
Burada
konuya ait iddiaları tek tek cevaplandırma durumunda değiliz. Ancak şu kadarına
işaret etmek yerinde olacaktır.
Nasıl,
içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına
duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı
da Kur’ân-ı Kerîm’in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp
öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı
varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç
vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa
yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve
tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir: “
Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın
sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın
kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!” (Ebû
Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2).
İslâm
ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber’in yorumu yani
sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm’ı anlama, kavrama ve
yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani
hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı
kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen
müslümanlık..
1. Hadisler Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir?
Hadislerin
Hz. Peygamber’in mübarek ağzından çıktığı gibi kelimesi kelimesine aynen nakil
ve rivayet edilip edilmediği merak konusudur? Bu soruya mutlak olarak
evet veya hayır şeklinde cevap verilemez. Lafzan rivayet esas olmakla
beraber, “mânanın ters yüz edilmemesi” kaydıyla, gerçekten çok
sıkı şartlar altında mâna ile hadislerin rivayet edilmesine izin verilmiştir.
Aynı hadisin değişik rivayetlerinde görülen kelime değişiklikleri,
takdim-te’hirler o hadisin mâna ile rivayet edildiğini gösterir. Bütün
hadislerin aynı lafızlarla rivayet edilmiş olmasını düşünmek ve istemek,
tabiîlik ve gerçekçilikten uzak ve ümmeti zora koşan bir düşünce ve temenni
olur.
Öte
yandan hadislerin mâna ile rivayetinin mümkün olması, -mânayı doğru yansıtmak
kaydıyla- onların başka dillere tercüme edilmesinin câiz olduğuna da delil
sayılmıştır. Mâna ile hadis rivayeti ruhsatına rağmen ilk müslüman nesiller,
hadise karşı nasıl dikkatli ve titiz davranmışlarsa, bugün de tercümelerde aynı
dikkat ve itinayı göstermek gerekir. Rastgele, alelacele ve piyasa hesaplarıyla
hadisleri ve hadis kitaplarını tercüme ve neşre kalkışmak bu açıdan büyük
sakıncalar taşımaktadır.
Şuna
da işaret edelim ki, mâna ile hadis rivayetine ruhsat verilmesi,
hadislerin, hadis kitaplarında toplanmasından önceki şifahî rivayet
dönemlerine aittir. Bugün artık kimse mâna ile hadis nakletmeye kalkışamaz.
Kitaplara geçmiş lafızlardan birini tercih edip kullanmak zorunluğu vardır.
2. Şifâhî Rivayete Güvenilebilir mi?
Hadis
tarihinin ve sünnete ait metinlerin, bir başka ümmette benzeri görülmeyen bir
titizlik ve ilmî usûllerle tesbit ve nakledilmiş olması, her nedense Batılı
ilim çevrelerini rahatsız etmiştir. Şifâhî nakle dayanan eski kültürlerinin bir
kelimesini bile fedâ etmek istemeyen Batılılar, şifâhî rivayete
güvenilemeyeceğini, dolayısıyla başlangıçta şifâhî bir dönem geçirmiş olan
hadislere bel bağlanamayacağını söylemektedirler.
Daha
başlangıçta doğru olarak kaydedilmiş ve iyi korunmuş yazılı vesikalara göre
şifâhî rivayetlerin daha az emniyet telkin ettiği doğrudur. Ancak bu,
hiçbir zaman, yazılı vesikaların her türlü tehlikeden uzak kaldığı anlamına
gelmez. Şifâhî rivayetler için düşünülen güven kırıcı ihtimaller kadar yazılı
vesikalar için de bir çok noktadan endişe belirtmek mümkündür. Nitekim günümüz
basın-yayın organları bu konuda duyulabilecek endişenin boyutlarını sahte evrak
tanzimi, vesika tahrifi gibi olaylarla hemen hergün kamu oyuna arzetmektedir.
Bu
olaylar da göstermektedir ki, asıl mes’ele, rivayetin yazılı ya da şifâhî
olması değil, o rivayeti nakledenlerin kişiliği, inanç değerleri ve mensup
olduğu kültür çevresidir. Bu çok önemli noktayı dikkatlerden kaçırmak suretiyle
güveni yazılı vesikaya bağlamak hatalı, doğruluğu tartışılabilir ve büyük
ihtimalle de kasıtlı bir tavırdır.
Kaldı
ki, hadislerin Hz. Peygamber zamanından beri bizzat onun izni ile yazıya
geçirilmeye çalışıldığı tarihi bir gerçektir. Ayrıca her hadis metninden önce
yer alan “sened” dediğimiz o hadis metninin kendilerinden
alındığı ravileri gösteren kısım, bizim şifâhî rivayetlerimizin bile daima ilmî
usûllere uygun ve denetime açık olduğunu belgelemektedir.
İlk
müslüman nesillerin hadisleri, dine sahip çıkma gaye ve gayretiyle en sağlam
şekilde tesbit ve muhâfaza ettikleri de gözardı edilmemelidir.
3. Hadisçiler Sadece Senedle mi Meşgul Olmuşlardır?
Sünnet’e
ait bilgi ve belgeler demek olan hadislerin, sened ve metin denilen iki ana
bölümden meydana geldiğine yukarıda işaret etmiştik. Bu belgelerin gerçekten
Hz. Peygamber tarafından söylenmiş sözleri veya işlenmiş fiilleri bize yansıtıp
yansıtmadığını anlamak için yapılması gereken iş, bu bilgileri bize nakleden
kişilerin güvenilirlik açısından tetkik edilmesidir. Bir başka ifade ile, hadis
râvilerinin niteliklerinin araştırılmasıdır. Râviler, her hadisin senedinde
isimleri zikredilen kişilerdir. Hadisçiler, bu kişilerin durumlarını en küçük
ayrıntısına kadar bilimsel usullerle araştırmak suretiyle verdikleri haberler
ve rivayet ettikleri hadisler konusunda kanaat edinmeye ve bu kanaatlarını da
özel terimlerle ifadelendirmeye fevkalâde önem vermişlerdir. Bir başka deyimle,
haber kaynaklarını araştırmak suretiyle o kaynaklar aracılığı ile kendilerine
ulaşan haberlerin sıhhatini tesbite yönelmişlerdir. Bu konuda gerçekten
hayranlık uyandıracak ilmî usuller geliştirmişlerdir. Genel bir tavır olarak da
senedin durumunu açıklamayı, hadis metninin sağlamlık derecesini
belirtmek için yeterli görmüşlerdir. Bu konudaki çalışma yoğunluğunu dikkate
alan bazı kimseler, hadisçilerin sadece senedle meşgul olup hadislerin
metinleriyle ilgilenmediklerini sanarak onları suçlamaya kalkmışlardır.
Hadisçilerin
senedlere özel bir önem verdikleri doğrudur. Ancak bu, onların metin tenkidi
ile hiç meşgul olmadıkları anlamına gelmez. İç tenkid veya metin tenkidi
konusunda da geliştirilmiş özel bilim dalları bulunmaktadır. Meselâ,
hadis metinlerinde geçen anlaşılması zor kelimeleri konu edinen Garîbü’l-hadis
ilmi, hadislerin anlaşılmasını kolaylaştıran “Hadislerin vürud
sebepleri ilmi”, “Nâsih-mensuh ilmi”, birbirine mâna bakımından
zıt gibi görünen hadisleri tetkik eden “Muhtelifü’l-hadis ilmi”,
Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla ilgili kelimeler ihtiva eden hadisleri
inceleyen “Müşkilü’l-hadis ilmi”, muârızı olmayan hadisleri ifade
eden “muhkem” gibi terimler doğrudan doğruya ve sadece hadis
metinleriyle ilgilidir. Ayrıca maklûb, müdrec, münker, musahhaf ve muallel gibi
sened ve metin arasında müşterek olan terim ve bilimsel branşlar da söz
konusudur.
Hadisçiler
gerek sened gerekse metin tenkidinde tarih, psikoloji ve sosyolojiden
yararlanmışlardır. Bir sözün uydurma olup olmadığını tesbit için dikkate
aldıkları ölçüler, hadisçilerin metin tenkidi konusundaki gayretlerinin en
belirgin örneklerini oluşturmaktadır. Bu konular ve daha ilave edilebilecek
olan hususlar ehlince bilinmektedir (Geniş bilgi için bk. Muhammed Lokman
es-Selefî, İhtimâmü’l-muhaddisîn bi nakdi’l-hadîs seneden ve metnen,
Riyad l408/l987).
Hadisçiler,
ilâhî vahye mazhar, cevâmiü’l-kelim özelliğine sahip bir peygamberin
beyânlarıyla karşı karşıya olduklarını pek iyi biliyorlardı. Bu vasıfların
sahibi bir peygamber, muhtelif sebeplerle çağdaşlarının anlayışları dışında
kalacak sözler söyleyebilir, haberler verebilirdi. Buna mâni olacak herhangi
bir şey söz konusu değildi. Kanun maddeleri gibi özlü sözlerle hukukî kâideler
vaz edebilirdi. Sözleri mecâzî bir mâna ifade edebilirdi. İleride keşfedilecek
bir ilmî hakikate işaret etmiş olabilirdi.
Bütün
bunlardan dolayı hadisçiler, diğer kişilerin sözlerine uyguladıkları tenkidleri
Hz. Peygamberin hadisleri için tatbik etmekte ihtiyat göstermişler temkinli davranmışlardır (Geniş
bilgi için bk. Mustafa es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ
fi’t-teşrî’i’l-İslâmî, s. 275-279).
Biz,
hadisin sened ve metinlerini inceleme usullerinin tarihte bir benzerinin
bulunmadığı ve bunun sadece müslümanlara ait bir ilmî üstünlük olduğu
görüşündeyiz.
E. Bazı Sorular
1. Sahih Hadislerin Sayısı Ne Kadardır?
Sahih
hadislerin sayısı hakkında kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Sahih adıyla
telif edilmiş hadis kitaplarında bulunan hadisler ile diğer sahih hadis
kaynaklarındaki hadislerin toplamı aşağı-yukarı yirmi bini bulur. Ancak
unutulmamalıdır ki, sahih, hasen ve zayıf gibi terimlerle anılan hadisler
hakkında daima farklı görüş beyan edenler olabilir. Çünkü bu değerlendirmeler,
araştırmaya dayalı nisbî değerlendirmelerdir. Günümüzün bilgisayar
teknolojisinden yararlanılarak kendilerine “sahih” hükmü verilmiş hadislerin
bir sayımını yapmak mümkündür. Önümüzdeki yıllar, muhtemelen bu konuda belli
rakamlara ulaşmamızı mümkün kılacaktır.
2. Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte’de mi Bulunur?
Hadisler
çoğu kere, “bu, Kütüb-i Sitte’de var mı?” veya “Buhârî bunu nakletmiş
mi?” yahut da “Müslim’in kitabında geçiyor mu?” cümleleriyle araştırılmaktadır.
Bu tür sorular, aslında, sahih hadislerin sadece Kütüb-i Sitte’de
veya Buhârî ve Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh’lerinde bulunduğu,
bunların dışındaki hadis kitaplarına güvenilemeyeceği kanaatından
kaynaklanmaktadır. Bu, çoğu kişinin her şeyi Kur’an’da aramasına benzemektedir.
Yeterli din kültürü almamış kimseler, dinî bir esas kendilerine hatırlatılınca
hemen “bu Kur’an’da var mı?” diye itiraz anlamında sorular sorarlar. Her şeyi
Kur’an’da aramak nasıl hatalı bir tutum ise, hadis diye duyulan her sözü de
mutlaka Buhârî ya da Müslim’de bulmaya çalışmak, yahut Kütüb-i
Sitte’de görmek istemek de en azından o kadar hatalıdır. Güvenilir her
hadisin mutlaka Buhârî ve Müslim’de olması lâzım geldiği düşüncesinden
vaz geçilmelidir. Zira Buhârî de Müslim de “bütün sahih hadisleri toplamak”
amacıyla kitaplarını tasnif etmiş değillerdir. Kitaplarına aldıklarının
kendilerine göre “sahih” olmasına dikkat etmişler, fakat bütün sahihleri toplamak
gibi bir çalışma içine girmemişlerdir.
Buhârî
ve Müslim dışında hatta Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer
hadis kitaplarında da sahih hadisler bulunmaktadır. Şu kadar var ki âlimler,
Buhârî ve Müslim’in her ikisinin birden kitabına aldığı (müttefakun aleyh)
hadisleri, en güvenilir sahih hadisler olarak kabul etmişlerdir.
3. Şerhsiz Hadis Okumak Doğru mudur?
Kur’ân’ı
ve dolayısıyla İslâm’ı Sünnet’e mürâcaat etmeden anlamak ve yaşamak ne kadar
mümkünse, şerhlere baş vurmadan hadis okumak suretiyle İslâm’ı anlayıp
yorumlamak da ancak o kadar mümkündür. Çoğu yerde insan, kendi anlayışının
yetersizliği sebebiyle sıkıntıya düşebilir. Bu sebeple, kısa da olsa şerh
ihtiva eden eserlerden hadis okumak, başlangıçta doğacak anlayış hatalarını
önleyecektir.
Memleketimizde
uzunca bir süreden beri, sadece tercümesi ile halkımıza sunulmuş bulunan Riyâzü’s-sâlihîn’in,
çok okunan bir hadis kitabı olarak, tatmin edici bir şerhinin bulunmaması büyük
bir boşluk doğurmaktaydı. Son yıllarda yoğunlaşan ilgi ve ihtiyacı dikkate
alarak, elinizdeki bu tercüme ve şerhi gerçekleştirmeye çalıştık.
Bu
çalışmamızla necip milletimizin sünnet bilgi ve kültürüne bir katkıda
bulunabilirsek, gerçekten mutlu olacağız. Zira biz, sünnetteki
yorumuyla Kur’an’ı ve İslâm’ı kavramak ve yaşamakla iyi müslüman olunacağına
inanmaktayız. Bunun yolu da hadis kitaplarımızdan yararlanmaktır.
Geçmişte
İslâm âlimleri hadis metinlerini büyük hacimli ve belli tertiplere sahip
kitaplarda toplamışlar, böylece ümmetin istifadesine sunmuşlardır. Özellikle hicrî
ilk üç-dört asır bu tür çalışmaların yoğunlaştığı asırlardır. Daha sonraki
dönemlerde, bu hacimli hadis kitaplarından seçmeler yapılmak suretiyle farklı
tertip ve muhtevâda hadis kitapları meydana getirilmiştir. Hadis kültürü
bakımından kendisine çok şey borçlu olduğumuz İmam Nevevî ve
onun Riyâzü’s-sâlihîn adlı eseri bu alanda müstesnâ bir yere
ve kıymete sahip bulunmaktadır.
İMAM NEVEVÎ,
HAYATI ve ESERLERİ
A. Doğumu ve Çocukluğu
Adı Ebû
Zekeriyyâ Yahyâ İbni Şeref İbni Mürî en-Nevevî’dir. 631 yılı Muharrem
ayının ortalarında (Ekim 1233) Suriye’nin güneyindeki Havran
bölgesinde bulunan Nevâ köyünde doğdu. Köyüne nisbetle en-Nevevî veya en-Nevâvî,
o bölgeye nisbetle el-Havrânî, dedelerinden Hizâm’a nisbetle de el-Hizâmî diye
anıldı. Kendisinin Nevevî nisbesini kullandığı, yazılarında görülmektedir. Adı
Yahyâ olanlar, baba oğul iki peygamberin hâtırasına hürmeten Ebû Zekeriyyâ diye
künyelendikleri için, o da geleneğe uyarak, hiç evlenmediği halde, bu künyeyi
aldı. İslâm dinine olan hizmetlerine bakarak kendisine, dini ihyâ eden kimse
anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir. Övülmekten hoşlanmayan
Nevevî, dinin her zaman canlı ve dipdiri olduğunu, kimsenin ihyâsına ihtiyacı
bulunmadığını belirterek, kendini tezkiye anlamı taşıdığı için bu lakapla
anılmaktan hoşlanmaz, hatta kendisine Muhyiddin diyenlere hakkını helâl
etmeyeceğini söylerdi. Babası Şeref İbni Mürî, mütevâzi dükkânında çalışan,
çevresinde dürüstlüğü ile tanınan zâhid ve müttaki bir kimseydi.
Nevevî
on yaşına basınca, babasının dükkânında çalışmaya başladı. Fakat o ticaretle
uğraşmayı sevmediği gibi, arkadaşlarıyla oynamayı da arzu etmezdi. Erginlik
çağına girerken hıfzettiği Kur’ân-ı Kerîm’i her fırsatta okumaktan büyük haz
duyardı. Evliyâullahdan mübarek bir zât diye bilinen, daha sonraları Nevevî’nin
mânevî mürşidi olan Yâsîn İbni Yûsuf el-Merâkeşî (veya Zerkeşî) o sıralarda
Nevâ’ya geldi. Çocukların birlikte oynayalım diye zorlamasına rağmen onlardan
kurtulup Kur’an okumaya çalışan Nevevî’yi pek sevdi. Nevevî’nin Kur’an hocasına
giderek, bu çocuğun ileride önemli bir âlim ve büyük bir zâhid olacağını tahmin
ettiğini, onunla özel surette meşgul olmasını istedi. Fakat Kur’an muallimi ona
“Sen müneccim misin?” diye çıkışarak tavsiyesini dikkate almadı.
B. Tahsili.
Nevevî
babasına yardım ederek ve fırsat buldukça çevresindeki âlimlerden temel İslâmî
bilgileri öğrenerek on sekiz yaşına kadar memleketinde kaldı. 649 (1251)
yılında babası onu Dımaşk’a getirerek Revâhiyye medresesine yerleştirdi.
Medresede talebeye günde sadece bir ekmek veriliyordu. Nevevî bu mütevâzi
şartlar altında tanınmış âlimlerden okumaya başladı. Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin
(ö. 476/1083) Şâfiî fıkhına dair iki mûteber eserinden (büyük boy 166 sayfa
tutan) et-Tenbîh’i dört ayda, el-Mühezzeb’in ibâdât
bölümünün dörtte birini de (bu kısım büyük boy 257 sayfa tutmaktadır) o yılın
geri kalan sekiz ayı içinde ezberledi. Nevevî, aşağıda anlatılacağı üzere, daha
sonraları bu iki eseri şerhetmiştir.
İki
yıl sonra babasıyla birlikte hacca gitti. Yolda hastalandı ve Mekke’ye varıncaya
kadar sıtmadan kıvrandı. Fakat sesini çıkarıp da hâlinden şikâyet etmedi.
Medîne-i Münevvere’de bir buçuk ay kalarak oradaki âlimlerin derslerine
katıldı.
Kendisinde
ilme karşı öyle bir iştiyâk vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca
yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına yaslanarak biraz uyuklardı.
Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken
bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği
gibi, ona göre “İlimle uğraşmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan
en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili nâfile oruç, namaz ve zikirden
daha faziletliydi.”
Hergün
on iki hocadan lugat, sarf, nahiv, fıkıh, hadis, kelâm gibi sâhalarda on iki
çeşit ders alıyordu. Hadis ilmine dair okuduğu eserler, bu konuda bir fikir
verebilir:
Kütüb-i Sitte’yi hocalarına bizzat okuduktan başka, Mâlik’in Muvatta’ını,
İmâm Şâfiî’nin, Ahmed İbni Hanbel’in, Osman İbni Saîd ed-Dârimî’nin, Ebû Avâne
el-İsferâyînî ve Ebû Ya`lâ’nın Müsned’lerini, Dârekutnî ve
Beyhakî’nin es-Sünen’lerini, Begavî’nin Şerhu’s-Sünne’si
ile Humeydî’nin el-Cem beyne’s-Sahîhayn’ini ve Hatîb
el-Bağdâdî’nin el-Câmi` li ahlâkı’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi`ini
de okudu. Devamlı çalışması sebebiyle, on yıl gibi bir zamanda parmakla
gösterilen bir ilim adamı oldu. 660 yılından itibaren de eser vermeye başladı.
Nevevî’nin ilk eserini 655 yılında yazdığı da söylenmektedir.
C. Hocaları.
“Bir kimsenin hocaları, onun dinde babalarıdır. Allah
ile irtibatını sağlayan vâsıtalardır” diyen Nevevî, en çok fıkıh ve hadis sahalarındaki
âlimlerden faydalandı.
Hadis ilmindeki hocaları, hadisle ilgili önemli bilgileri
öğrendiği ve birçok hadis kitabını kendisinden dinlediği Ziyâ İbni Temmâm
el-Hanefî, Sahîh-i Müslim’i okuduğu Ebû İshâk İbrâhim İbni Ömer
el-Vâsıtî (ö. 662/1263-64), on yıl boyunca daha çok Buhârî ve Müslim
hadislerinin şerhi konusunda faydalandığı ve o devirde bir benzerini
görmediğini söylediği İbrâhim İbni Îsâ el-Murâdî el-Endelüsî (ö. 668/1269) ve
en büyük hocası olduğu söylenen Ebü’l-Ferec Abdurrahman İbni Muhammed İbni
Ahmed el-Makdisî (ö. 682/1283) gibi muhaddislerdir.
Fıkıh ilmindeki hocaları arasında, kendisinden en çok
faydalandığı ve ilk hocam dediği zühd ve takvâ sahibi mükemmel insan İshâk İbni
Ahmed el-Mağribî (ö. 650/1252), o devirde Şâfiî fıkhını en iyi bilen Dımaşk
müftüsü Ebû Muhammed Abdurrahman İbni Nûh İbni Muhammed el-Makdisî (ö.
654/1256), Şâfiî fıkhının en önde gelen âlimlerinden Ebü’l-Hasan Sellâr İbni
Hasan el-İrbîlî (ö. 670/1271-72) ve fıkıh usûlü okuduğu kâdî
Ebü’l-Feth Ömer İbni Bündâr et-Tiflîsî (ö. 672/1273-74) gibi fakihler
vardır.
Nahiv ilmi tahsil ettiği âlimler arasında, nahivcilerin
imâmı İbni Mâlik et-Tâî’nin (ö. 672/1274) adı zikredilebilir.
D. Talebeleri.
Nevevî’ye
pek çok âlim talebelik etmiştir. Bunların en meşhuru İbnü’l-Attâr Alâeddin
Ebü’l-Hasan Ali İbni İbrâhim ed-Dımaşkî’dir. Bu âlim Nevevî’nin ömrünün son
altı yılında ondan hiç ayrılmadığı, devamlı hizmetinde bulunduğu için kendisine “Muhtasaru’n-Nevevî” lakabı
verilmiştir. İbnü’l-Attâr, aşağıda belirtileceği üzere, Nevevî’nin hayatını
kaleme almış ve yazdığı tercüme-i hâli hocasına kontrol ve tashih ettirmiştir.
Hadis usûlüne dair Garâmî sahîh adlı manzûmenin müellifi İbni
Ferah el-İşbîlî (ö. 699/1300); el-Menhelü’r-revî adlı
usûl-i hadis kitabının müellifi, Mısır ve Şam kadısı Bedreddin İbni
Cemâ`a (ö. 733/1333), Şâfiî âlimlerinden kâdî Ziyâüddin Ali İbni Selîm
el-Ezrü`î (ö. 731/1330-31), Tehzîbü’l-Kemâl müellifi Yûsuf
İbni Abdurrahman el-Mizzî (ö. 742/1341), kâdılkudât Şemseddin
İbnü’n-Nakîb Muhammed İbni İbrâhim (ö. 745/1345) ve muhaddis târihçi İbni
Kesîr’in babası Ebû Hafs Ömer İbni Kesîr gibi önemli şahsiyetler ona talebelik
etmiştir. Bunlardan başka bazı âlimler de Nevevî’den icâzet yoluyla rivayette
bulunmuşlardır.
E. İlmi.
Muhtelif
devirlerde hadis ilmini yeniden canlandıran âlimler gelmiştir. Nevevî’nin
yaşadığı yüzyılda İbnü’s-Salâh ile Nevevî, bir sonraki asırda Zehebî,
müteâkip asırda İbni Hacer el-Askalânî gibi âlimler hadis
ilmine büyük hizmet etmişlerdir. Zehebî’nin “hadis âlimlerinin
efendisi” diye andığı Nevevî, bir hadis hâfızı, aynı zamanda hadis
ilimlerinde tanınmış bir otoriteydi. Sahîh hadisleri olduğu kadar zayıf ve
uydurma rivayetleri, râvilerin hâllerini bilirdi. Hadislerde geçen garîb
kelimeleri anlamada ve hadislerden fıkhî hüküm elde etmede pek mâhirdi.
Şâfiî
fıkhında devrinin en büyük âlimi o idi. Bu mezhebin esaslarını, usûl ve
fürûunu, bir meseleye dâir sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin neler söylediklerini,
hangi noktada birleşip hangi noktada birbirinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi.
Birgün İmâm Gazzâlî’nin el-Vasît’inden yapılan bir nakil hakkında
kendisiyle münakaşa ettiler. Halbuki Nevevî münakaşa etmekten hiç hoşlanmadığı
gibi, münakaşa edenleri de sevmezdi. Şöyle dedi:
“Benimle el-Vasît hakkında münakaşa ediyorlar. Ben o
eseri dört yüz defa okudum.”
Tahsil
için geldiği Dımaşk’ta kendisinden ilk faydalandığı hocası Şam müftüsü Firkâh
ile aralarında daha sonraki yıllarda ganimetlerin taksimi konusunda görüş
ayrılığı çıktı. Hocalarına aşırı derecede saygı duymakla beraber, onların Şâfiî
mezhebine veya sünnetin açık hükmüne aykırı görüşleri karşısında hiç mütevâzi
davranmayan Nevevî, devrin şartlarını dikkate alarak fetvâ veren hocasını
tasvip etmedi; bu sebeple araları açıldı.
Mezhepte
imâmı olan eş-Şâfi`î’nin “Helâl ve haram bilgisinden sonra en değerli ilim tıb
ilmidir” demesi sebebiyle olmalı ki, öğrencilik yıllarında bir ara tıp tahsil
etmek istedi. Bu sebeple İbni Sînâ’nın el-Kânûn adlı eserini
satın aldı. Fakat o günden itibaren pek bunalıp sıkılmaya başladı. Sonunda bu
hâlin kendisine tıpla uğraşmaktan geldiğini anlayarak el-Kânûn’u
sattı ve odasında tıpla ilgili ne varsa elinden çıkarmak suretiyle rahatladı.
Nevevî
muhtelif medreselerde hocalık yaptı. 665 (1267) yılında Ebû Şâme el-Makdisî’nin
vefatıyla boşalan Suriye’nin en tanınmış öğretim müessesesi olan Eşrefiyye
Dârülhadisi şeyhliğine getirildi. Vefâtına kadar on bir sene müddetle
bu görevi devam ettirdi.
F. Görünüşü ve Yaşayışı.
Nevevî
orta boylu, kara yağız bir kimseydi. Bir kaç teli ağarmış sık ve siyah sakalı
heybetli görünüşüne ayrı bir ağırlık verirdi. Ciddi yüzünde tebessüm az
görülürdü. Kılığı kıyafeti devrinin âlimlerinin özel giyim kuşamına hiç
benzemezdi. Sırtındaki kaba dokunmuş pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla
onu gören, Dımaşk’ı gezmeye gelmiş Nevâlı bir köylü zannederdi.
Ömrünü
ilme nikâhlayan Nevevî hiç evlenmedi. Belki evliliğin kendisini meşgul edeceği,
belki de kendisine muhtelif sorumluluklar yükleyeceği kanaatıyla evlenmeyi hiç
düşünmedi.
Âhirete
duyduğu özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya,
kısaca söylemek gerekirse rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa
geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren
bulunurdu. Eti, köyüne gideceği zamanlar yerdi. Sadece seher vakti su içerdi.
Karla soğutulmuş suyu içmez; rutubeti uyku getirir diye salatalık bile yemezdi.
Kebap ve tatlıya zâlimlerin yiyeceği diye iltifat etmezdi. Talebeliğinden
itibaren kazandığı az uyuma alışkanlığını, fânî ömrü, yeterince
değerlendirebilmek için hayatı boyunca uyguladı.
Onun
hayatını yazanların hemen hepsinin belirttiğine göre, Dımaşk’ta yetişen
meyvaları yemezdi. Bunun sebebini soran talebesi İbnü’l-Attâr’a, Dımaşk’ta pek
çok vakıf arazi bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın
meşrû bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvalara haram karıştığını
söyledi. Babasının getirdiği yiyeceklerle geçimini sağlar, sadece onun
getirdiği incirleri yerdi. Bütün bu hâller onun iradesinin ne kadar güçlü
olduğunu göstermektedir.
En
büyük ibadetin samimi bir niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söyleyen
Nevevî, hayatı boyunca kimseden bir kuruş almadı. Görev yaptığı
medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap alır, sonra da bunları o
medreseye vakfederdi. Eşrefiyye dârülhadisinden hiç maaş almadı. Onun
bu hâli, hak mefhumuna ne büyük önem verdiğini göstermektedir. Nevevî’yi
yakından tanıyan bazı âlimler onun bir sahâbî gibi, bazıları ise bir tâbiî gibi
yaşadığını söylemişlerdir.
İlimle
bu kadar çok meşgul olmasına rağmen ibadete, Kur’an okumaya ve Allah Teâlâ’yı
zikretmeye geniş zaman ayırırdı. Bir gece sabaha doğru Dımaşk Câmii’nde bir
direğe yönelmiş karanlıkta namaz kılıyordu. Allah Teâlâ’nın, zâlimler ile
onların arkadaşı olan günahkârları cehenneme götürmeleri için meleklere
verdiği “Onları tutuklayın; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir” [Sâffât
sûresi (37), 24] emrini, hesâba çekilen kendisiymiş gibi derin bir hüzün
ve huşû içinde dakikalarca tekrarlayıp durmuştu.
Nevevî’yi
yakından tanıyan bazı âlimler onun kerâmetlerinden sözederler.
G. Yöneticileri Uyarması
Nevevî,
emir bi’l-ma`rûf nehiy ani’l-münker görevini yerine getirme konusunda benzeri
pek az bulunan bir insandı. Haksızlığa boyun eğmez, doğru bildiğini
söylemekten, yöneticileri sözlü veya yazılı olarak uyarmaktan çekinmezdi.
I. Baybars diye bilinen, Mısır ve Suriye’de Memlûk
Devleti’ni kurarak on yedi yıl saltanat süren el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddin
el-Bundukdârî’ye Nevevî’nin muhtelif mektuplar yazdığı, hatta bu mektupların
bir kısmını ileri gelen âlimlere de imzalatarak müşterek bir dilekçe halinde
sunduğu ve kıtlık sebebiyle maddî sıkıntı içinde bulunan Dımaşk halkına
kolaylık göstermesini, ağır vergilerle onları zor durumda bırakmamasını
istediği bilinmektedir. Dileği yerine getirilmediği veya isteklerinin aksi
yapıldığı zaman bu mektupların sertlik dozunun daha da arttığı, hiçbir tehdidin
ve hatta ölümün kendisini yıldırmayacağını sultana hatırlattığı görülmektedir.
Fakat bu mektuplarında sultana karşı hiçbir zaman saygısızlık göstermemiştir.
Onun dindar bir kimse olduğunu bildiği için, âyet ve hadislerden pek çok
örnekler vererek kendisini iknâ etmeye çalışmıştır.
Nevevî’nin
asıl hedefi sultanın halka iyi davranmasını temin etmek olduğu için yumuşak ve
yapıcı bir üslûp kullanmayı tercih etti. Bu mektuplarında Allah Teâlâ’nın
sultana kısa zamanda büyük zaferler, geniş topraklar nasip ettiğini, din
düşmanlarını bozguna uğrattığını söyledikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın
kendisini dinine hizmet etmesi, müslümanların haklarını gözetmesi, halka şefkat
göstermesi, onların zayıflarına sahip çıkması ve tebaasını her türlü zarardan
koruması için bu makama getirdiğini, bunları yapmayıp halkın hakkını çiğnediği
takdirde Allah’ın huzurunda zor durumda kalacağını hatırlattı. Halkın toprağını
elinden almanın dinen câiz olmadığını, bu uygulamayla yetim, dul, yoksul bir
çok zavallıya büyük zararlar vereceğini, o güne kadar dinin emirlerinden
ayrılmayan sultanın, kendi halkının malını zorla ellerinden almasının doğru
olmayacağını belirtti.
Nevevî’nin
sultanı bu tarzda uyarması bazı kimseleri telaşa düşürdü. Ona, bu tavrını
bırakmadığı takdirde hizmetlerinin engellenebileceğini söylediler. Sultana
karşı direnmekten vazgeçmesini istediler. Hiçbir mevkide gözü olmayan Nevevî,
bu kimselere de zehir zemberek denen cinsten mektuplar yazarak uyardı, onları
dinin buyruklarına uygun yaşamaya dâvet etti.
Haçlılara karşı verdiği savaşlarla ünlü melik Baybars, aslında samimi bir müslümandı. Bu Kıpçak
asıllı Türk sultanı, Moğolların Suriye’ye saldırdığı sıralarda halkın
münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de
Suriyeli âlimlerin fetvasına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için,
bazıları dünyalık elde etmek için sultanın istediği fetvâyı vermişti. Baybars
Nevevî’den de fetva istemiş, fakat bu uygulamanın haksızlık olduğuna inanan
Nevevî fetvâ vermeye yanaşmamıştı.
Anlatıldığına
göre Sultan’ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî ona şunları söylemişti:
—
İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktâr’ın kölesiydin. Hiçbir şeyin
yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, eğerlerinin
kayışları altından mâmul bin kölen, çeşit çeşit zinet eşyalarına sahip iki yüz
câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın
hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman
sana fetvâ veririm. Daha sonra Suriye’lilere yüklenen savaş vergilerinin
ağırlığından söz ederek bu vergilerin kaldırılmasını, müderrislerin maaşlarının
azaltılmamasını istedi.
Nevevî’nin
bu pervâsız sözlerine ve istediği fetvâyı vermemesine çok kızan melik:
—
Şehrimden çık git! dedi. Nevevî:
—
Baş üstüne! diyerek Dımaşk’ı terk etti ve Nevâ’ya gitti.
Nevevî
huzurundan çıkınca sultan Baybars onun vazifesine son verilmesini ve maaşının
kesilmesini emretti. Adamları ona Nevevî’nin bir vazifesi bulunmadığını,
dolayısıyla maaş da almadığını, söylediler. Bunun üzerine Baybars:
—
Öyleyse ne ile geçiniyor? diye sordu.
—
Babasının gönderdikleriyle, dediler.
Söylendiğine
göre melike Nevevî’yi niçin öldürtmediğini sorduklarında:
—
Bunu istemedim değil. Fakat onu öldürtmeyi her arzu ettiğimde, ikimizin
arasında ağzını kocaman açmış bir arslan buna engel oldu.
Öldürülmesini emretseydim beni parçalayacaktı, dedi. Nevevî ile birkaç defa
görüşen el-Melikü’z-zâhir, ondan çekindiğini yakınlarına itiraf etmiştir.
Nevevî 665 (1266-67) yılında, 34 yaşında Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduğuna
göre, bu hâdisenin daha önce meydana geldiği anlaşılmaktadır.
Nevevî’nin
melik Baybars’a karşı gösterdiği bu yiğit tavrından sonra ünü yayıldı. Eserlerine
büyük rağbet gösterildi.
H. Vefatı.
Talebesi
İbnü’l-Attâr’ın söylediğine göre, vefatından iki ay kadar önce ziyaretine gelen
bir fakir, köylülerden birinin hediye ettiği ibriği Nevevî’ye teslim etti.
Hayatı boyunca hiç kimseden bir şey kabul etmeyen Nevevî, ibriğin bir sefer
âleti olduğunu söyleyerek aldı.
Vefât
edeceğini sezmiş olmalı ki, kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek
hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitaplarını
medreseye vakfetti.
Daha
sonra Kudüs’e gitti. Ziyâretini tamamlayıp Nevâ’ya döndü. Birkaç gün sonra
babasının evinde hastalanarak 676 yılının 24 Receb (22 Aralık 1277) çarşamba
günü seher vakti Mevlâ’sına kavuştu.
Cenâb-ı
Hak şefaatına nâil eylesin.
I. Hakkında Söylenenler.
Ashâb-ı
kirâmı andıran bu örnek şahsiyeti tanıtırken Zehebî, zühd ü takvâ
bakımından eşsiz, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma hususunda
benzersiz bir kimse dedikten sonra, onun azla yetindiğini, basitçe giyindiğini,
yemeye içmeye değer vermediğini, bununla beraber vakur ve heybetli olduğunu,
kısaca onun Allah’dan, Allah’ın da ondan memnun kaldığını, bu sebeple kendisini
cennetinde ağırlayacağını söylemektedir.
Nevevî’nin
talebelerinden fakih ve muhaddis İbni Ferah el-İşbîlî (ö.
699/1300), onun üç önemli özelliği bulunduğunu söyledikten sonra, bir kimsede
bu özelliklerden sadece biri bulunsa, insanlar ondan faydalanmak üzere, ona
dünyanın dört bucağından kalkıp gelirler, diyerek bu üç özelliği şöyle sayar:
*
İlim ve görev sorumluluğu,
*
Dünyaya ve dünya menfaatlerine değer vermemek,
*
İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak.
Tâceddin es-Sübkî’nin naklettiğine göre babası Takiyyüddin
es-Sübkî (ö. 756/1355), Nevevî’ye derin hayranlık duyardı. Eşrefiyye
dârülhadisine Nevevî’den sonra büyük muhaddis Mizzî (ö. 742/1341), onun vefâtı
üzerine de Takiyyüddin es-Sübkî şeyh olmuştu. Fıkıh ve hadis sahalarında
değerli eserler vermiş ve Şam kadılığı yapmış olan bu âlim, Nevevî’nin
Eşrefiyye dârülhadîsinde ders verdiği yerde geceleri ibadet ederken yanağını yere
koyar ve “Nevevî’nin ayak bastığı yere belki yüzüm temas eder” diye
duygulanırdı.
Yine
Tâceddin es-Sübkî’nin anlattığına göre, babası birgün binitiyle giderken yolda
halktan câhil, yaşlı bir adama rastladı. Bu ihtiyar, bir zamanlar Nevevî’yi
gördüğünü söyleyince, Takiyyüddin es-Sübkî binitinden inerek adamın elini öptü,
duasını istedi. Sonra da “Nevevî’yi gören biri benim önümde yürürken ben
hayvana binemem” diyerek onu terkisine aldı. Takiyyüddin es-Sübkî, Nevevî’nin
evliyâullahdan olduğunu söylerdi.
J. Hakkında Yazılan Eserler.
1.
Alâeddin İbnü’l-Attâr Ali İbni İbrâhim eş-Şâfi`î (ö. 724/1324), Tuhfetü’t-tâlibîn
fî tercemeti şeyhine’l-imâm Muhyiddîn. İbnü’l-Attar yazdığı bu
tercüme-i hâli Nevevî’ye sunmuş, Nevevî de okuyarak düzeltmeler yapmış ve bu
eser Nevevî’ye dair yazılan biyografilere kaynak olmuştur.
2.
Muhammed İbni Muhammed İbni Ahmed en-Nüveyrî (ö. 873/1469), Tuhfetü’t-tâlib
ve’l-müntehî fî tercemeti’l-imâm en-Nevâvî.
3.
İbni İmâmü’l-Kâmiliyye Muhammed İbni Muhammed İbni Abdurrahman el-Kâhirî (ö.874/1470), Buğyetü’r-râvî
fî tercemeti’l-imâm en-Nevâvî.
4.
Muhammed İbni Abdurrahman es-Sehâvî (ö. 902/1497), el-Menhelü’l-azbi’r-ravî
fî tercemeti kutbi’l-evliyâi’l-kirâm şeyhi meşâyihi’l-İslâm Muhyiddîn İbni
Zekeriyyâ en-Nevâvî (nşr. Mahmûd Hasan Rebî`, Kahire 1354/1935).
5.
Süyûtî, el-Minhâcü’s-sevî fî tercemeti’l-imâm en-Nevevî (nşr.
Ahmed Şefîk Demc, Beyrut 1408/1988).
6.
Abdülganî ed-Dakr, el-İmâm en-Nevevî (Dımaşk 1407/1987).
7.
Ahmed Abdülaziz Kasım el-Haddâd, el-İmâm en-Nevevî ve eseruhû
fi’l-hadîs ve `ulûmihî (Beyrut 1413/1992).
K. Eserleri.
Nevevî’nin
yazdığı kitapları üç grupta toplamak mümkündür. Kitaplarının bir kısmını
tamamlamış, bir kısmını tamamlamaya ömrü yetmemiş, söylendiğine göre on bin
sayfa (bin kürrâse) kadarını da yazdıktan sonra o devrin usûllerine göre
yıkatmış yani sildirmiştir. Aşırı titizliği sebebiyle yeterli bulmayıp imhâ
etmek istediği eserleri yakmak yerine yıkatması, kâğıdı tekrar kullanma
ihtiyacı sebebiyledir. Birçok kitabının yarım kalması, Nevevî’nin muhtelif
çalışmaları aynı zamanda yürüttüğünü göstermektedir. Hacimli kitapların okunma
şansının fazla olmadığı düşüncesiyle kısa ve özlü yazmaya çalıştığı eserleri
şunlardır:
1. Hadisle İlgili Eserleri
a) Riyâzü’s-sâlihîn.
Bu çalışmanın konusu olan eser, Nevevî’nin hayatından sonra müstakil olarak
tanıtılacaktır.
b) el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim İbni Haccâc. Sahîh-i Müslim şerhlerinin en
önemlilerinden biridir. Her bir hadisi tek tek ele almamış, şerh edilmesini
gerekli gördüğü kısımları açıklamıştır. Muhtasar bir şerh olmasına rağmen,
hadislerin senedindeki râvileri tanıtmış, metinlerdeki garîb kelimeleri
açıklamış, birbirine zıt gibi görünen hadisler hakkında açıklayıcı bilgi vermiş
ve mânanın kolayca anlaşılıp hadisten hüküm elde edilmesini sağlamıştır.
Mâzerî’nin el-Mu`lim adlı Sahîh-i
Müslim şerhi ile onu tamamlamak üzere Kâdî İyâz’ın yazdığı İkmâlü’l-Mu`lim’den
çokca faydalandığı anlaşılmaktadır. Mufassal şerhlere fazla rağbet edilmediği
için eserini kısa tuttuğunu, şayet öyle olmasaydı, hiçbir tekrara düşmeden ve
faydasız söz söylemeden bu kitabı yüz ciltten fazla yazabileceğini
belirtmiştir.
Nevevî
ömrünün son iki senesinde yazdığı bu eserle Sahîh-i Müslim’e büyük
hizmet etmiştir. Onun Sahîh-i Müslim’e yaptığı önemli bir hizmet
de, bab başlıklarını yazmasıdır. Daha önce eseri şerh eden bazı âlimler
kendilerine göre bab başlıkları koymakla beraber, hiç biri bu konuda Nevevî
kadar başarılı olmamıştır. Bugün matbû Sahîh-i Müslim’lerdeki bab
başlıkları Nevevî’ye aittir.
Eser
Kahire’de (I-IV, 1271; I-V, 1283), Leknev’de (1285) ve Delhi’de (1304, 1309),
dokuz ciltte on sekiz cüz hâlinde Kahire’de (1929-1930) müstakil olarak, İrşâdü’s-sârî’nin
kenarında on cilt halinde Bulak’ta (1267, 1275, 1276, 1285, 1288, 1292,
1304-1306) ve yine Kahire’de (1276, 1306, 1307, 1325-1326) yayımlanmıştır.
c) el-Ezkâr. Kısaca
el-Ezkâr diye tanınan bu eserin tam adı Hilyetü’l-ebrâr ve
şi`ârü’l-ahyâr fî telhîsi’d-de`avâti ve’l-ezkâr el-müstehabbeti fi’l-leyli
ve’n-nehâr’dır. Nevevî, bir müslümanın hayatında karşılaşabileceği
olayları, yapacağı ibadetleri ve davranışları göz önünde bulundurarak bunlarla
ilgili dua ve zikirleri bir araya getirmiştir. 667 (1268) yılı başında
tamamladığı bu eseri 19 bölüm ve 356 bab hâlinde tasnif etmiştir. Ayrıca eserin
sonuna yaygın dualarla ilgili 30 kadar hadis toplamıştır. Riyâzü’s-sâlihîn’de
yaptığı gibi, bu eserde de, okuyucuya kolaylık olması için hadisleri senedsiz
olarak vermiştir.
Nevevî
zikir ve dualarla ilgili hadisleri daha çok Buhârî ile Müslim’in Sahîh’leri
ile Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî’nin Sünen’lerinden derlemiştir.
Topladığı hadislerin çoğunun sahih olduğunu, zayıf hadisleri nâdiren aldığını
ve o takdirde hadisin za`fını belirttiğini söylemektedir. Nevevî’den önce bu
konuda pek çok âlim eser vermiştir. Fakat onların hepsinden muhtevalı olan el-Ezkâr daha
çok kabul görmüştür. Âlimlerin “evi sat, Ezkâr’ı al” demeleri
eserin ne kadar beğenildiğini göstermektedir.
Riyâzü’s-sâlihîn şârihi İbni Allân es-Sıddîkî
(ö.1057/1647) el-Ezkâr’ı el-Fütûhâtü’r-rabbâniyye
ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye adıyla şerhetmiştir (I-VII, Kahire
1348/1929). Şâfiî fakihlerinden Ahmed İbni Hüseyin er-Remlî (ö. 844/1441) ve
Bahrak diye tanınan Muhammed İbni Ömer el-Himyerî (ö.930/1524) el-Ezkâr’ı
hulâsa etmişlerdir.
İbni
Hacer el-Askalânî el-Ezkâr’ın hadislerinin üçte ikisini
(bâbü’l-isti’zân’a kadar Emâlî diye de anılan Netâicü’l-efkâr
fî tahrîci ehâdîsi’l-Ezkâr adlı eserinde tahric etmiş, fakat bu
çalışmasını tamamlamaya ömrü yetmemiştir. Üç cilt olan Emâlî’nin
birinci cildi Abdülmecid es-Silefî tarafından yayımlanmıştır (Bağdat 1406). İbn
Allân’ın el-Fütûhât’ı İbn Hacer’in bu çalışmasını ihtiva
etmektedir. Celâleddîn es-Süyûtî’nin eser üzerinde Ezkârü’l-Ezkâr adlı
muhtasarı, ayrıca Tuhfetü’l-ebrâr bi nüketi’l-Ezkâr adlı
ta’liki (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût, Beyrut 1410/1990) bulunmaktadır. İbni Tolun
diye meşhur tarih ve fıkıh âlimi Muhammed İbni Ali ed-Dımaşkî el-Hanefî’nin (ö.
953/1546) eser üzerinde İthâfü’l-ahyâr fî nüketi’l-Ezkâr adlı
bir çalışması vardır. Muhammed Ali es-Sâbûnî el-Ezkâr’dan seçmeler
yapmış ve eserine el-Münteka’l-muhtâr fî Kitâbi’l-Ezkâr (Kahire
1986) adını vermiştir.
el-Ezkâr Kahire’de (1306, 1312, 1323; nşr. Mustafa
Hüseyin Ahmed 1356; nşr. Muhammed Enver Baltacî 1406) ve Dımaşk’ta (nşr.
Abdülkâdir el-Arnaût 1391/1971; nşr. Ahmed Râtib Hamûş 1404/1983) neşredilmiş,
Abdülhâlık Duran tarafından da el-Ezkâr Tercümesi adıyla
Türkçeye tercüme edilmiştir (İstanbul 1973).
d) İrşâdü
tullâbi’l-hakâik ilâ ma`rifeti süneni hayri’l-halâik sallallahu
aleyhi ve sellem. İbnü’s-Salâh’ın (ö. 643/1245), İslâm dünyasında pek az
esere nasip olacak şekilde ilgi gören ve üzerinde pek çok çalışma yapılan Mukaddimetü
İbni’s-Salâh diye ünlü kitabının muhtasarıdır. İbnü’s-Salâh’ın hadis
ilimlerini 65 bölüm hâlinde ele alıp incelediği usûl-i hadîse dair bu
çalışmasını, Nevevî, anlaşıldığına göre Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduktan
sonra, kolayca ezberlenmesini sağlamak üzere sade bir ifadeyle özetlemiş,
ayrıca esere yer yer ilaveler yapmıştır.
İrşâd, Abdülbârî Fethullah es-Selefî tarafından iki cilt
hâlinde Medine’de (1408/1987), Nûreddin Itr tarafından da bir cilt hâlinde
Dımaşk’ta (1408/1988) yayımlanmıştır.
e) et-Takrîb
ve’t-teysîr li (fî) ma`rifeti süneni’l beşîri’n-nezîr. Eser bir önceki
maddede tanıttığımız İrşâdü tullâbi’l-hakâik’in muhtasarıdır. Zâten
bir özetten ibaret olan İrşâd’ı bile okumaya üşenen kimselere
kolaylık olmak üzere et-Takrîb’i kaleme almıştır. Usûl-i hadis
bilgilerini pek güzel özetlemesi sebebiyle et-Takrîb çok
rağbet görmüş, Zeynüddin el-Irâkî (ö. 806/1404), Muhammed İbni Abdurrahman
es-Sehâvî (ö. 902/1496) ve Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler tarafından
şerhedilmiştir. Süyûtî’nin Tedrîbü’r-râvî fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî adlı
şerhi pek ünlü olup Kahire’de basılmıştır (1307; nşr. Abdüvehhâb Abdüllatîf,
I-II, Kahire 1385/1966).
William
Marçais et-Takrîb’i fransızcaya tercüme etmiş ve Journal
Asiatique’de yayımlamıştır (9. seri, XVI-XVIII, 1900-1901).
et-Takrîb, Tedrîbü’r-râvî ile muhtelif defalar
basılmakla beraber, Abdullah Ömer el-Bârûdî tarafından yeniden neşredilmiştir
(Beyrut 1406/1986).
f) el-Erbe`ûne’n-Neveviyye. Kırk
hadis diye tanınan bu eser dinin esaslarına dair çoğu Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i
Müslim’den seçilmiş 42 hadisi ihtiva etmektedir. Nevevî bu çalışmayı, kırk
hadis derlemeye teşvik eden zayıf rivayete dayandığı için değil, Resûl-i
Ekrem’in, huzurunda bulunanları bulunmayanlara tebliğ etmeye ve hadisleri
başkalarına öğretmeye teşvik eden buyruğuna dayanarak yaptığını söylemektedir.
668 yılında tamamladığı bu eserdeki hadislerin kolayca öğrenilmesi için
senedlerini zikretmemiştir.
Abdullah
İbni Mübarek (ö. 181/797) ile başlayıp devam eden kırk hadis çalışmaları içinde
Nevevî’nin bu eseri hemen her devirde büyük kabul görmüş, muhtevâsı ezberlenmiş
ve başta kendisi olmak üzere 40’dan fazla âlim tarafından şerhedilmiştir.
el-Erbe`ûne’n-Neveviyye Bulak’ta (1294), Kahire’de (1278) ve
şerhleriyle birlikte daha başka yerlerde pek çok defa basılmış ve Batı
dillerine çevrilmiştir. Bunlardan Muhammed Ali Sabri tarafından hazırlanan
Arapça- İtalyanca baskısı zikredilebilir (Roma 1982). Eserin Türkçe tercümeleri
arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey’e ait olanı (İstanbul 1341) anılmaya değer
güzelliktedir.
g) et-Telhîs şerhu’l-Buhârî. Nevevî Sahîh-i Müslim gibi Sahîh-i
Buhârî’yi de şerh etmek istemiş, fakat eserin ikinci kitabı olan
Kitâbü’l-Îmân’dan sonrasını yazmaya ömrü yetmemiştir. Bu eserin müellif
hattından istinsah edilen 105 varaklık bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde
(Kılıç Ali, nr. 243) bulunmaktadır. Bu yarım kalmış çalışma,
Kastallânî’nin İrşâdü’s-sârî ve Sıddîk Hasan Han’ın Avnü’l-bârî adlı
Buhârî şerhlerinin bazı bölümleriyle birlikte yayımlanmıştır (Kahire
1347).
h) Mâ
temessü ileyhi hâcetü’l-kârî li Sahîhi’l-İmâmi’l-Buhârî. Buhârî ile
hocaları ve öğrencileri, sahih hadis ve Sahîhayn’in değeri hakkında
bilgi verildikten sonra bazı hadis ıstılahlarının tanıtıldığı eser Ali Hasan
Ali Abdülhamîd tarafından Beyrut’ta (ts., Dârü’l-kütübi’l-`ilmiyye) neşredilmiştir.
ı) el-Hulâsa
fî ehâdîsi’l-ahkâm. Eser, Hulâsatü’l-ahkâm fî (min)
mühimmâti’s-süneni ve kavâidi’l-İslâm adıyla da anılmaktadır.
Nevevî’nin Kitâbü’z-Zekât’a kadar yazabildiği bu eserin müellif nüshasını
gördüğünü söyleyen İbni Mülakkın (ö. 804/1401), “Şayet tamamlanabilseydi ahkâm
hadisleri konusunda benzersiz bir kitap olurdu” demektedir. Sahih ve hasen
hadislerden meydana gelen eserde her konunun sonunda o bahisle ilgili zayıf
hadisler toplanmış ve zayıf oldukları özellikle belirtilmiştir. Eserin
Haydarâbâd el-Mektebetü’s-Sa`diyye’deki nüshasından alınan fotokopisi, Medine
el-Câmiatü’l-İslâmiyye’de (mahtûtât nr. 1096) bulunmaktadır. Muhammed İbni Suûd
Üniversitesi’nde bir grup öğrencinin eseri neşre hazırladığı söylenmektedir.
j) el-Îcâz
fî şerhi Sünen-i Ebî Dâvûd. Tıpkı Sahîh-i Buhârî şerhi
gibi yarım kalan bu eser Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hekimoğlu nr. 200, 139
vr.) bulunmaktadır.
Nevevî’nin
“inneme’l-a`mâlü bi’n-niyyât” hadisini el-İmlâ adıyla
hayatının son günlerinde şerhe başladığı, fakat çalışmasını tamamlayamadığı
söylenmektedir. Sehâvî, Nevevî’ye nisbet edilen Kitâbü’l-Emâlî’nin
bu çalışma olabileceğini düşünmektedir. Câmi`u’s-sünne adında
bir esere daha başlamış, fakat -Sehâvî’nin belirttiğine göre- ancak birkaç
yaprak yazabilmiştir. Süyûtî onun Sünen-i Tirmizî’yi de ihtisar
ettiğini söylemektedir.
2. Şâfiî Fıkhıyla İlgili Eserleri
a) Ravzatü’t-tâlibîn
ve `umdetü’l-müttekîn. Bu eser Gazzâlî’nin el-Vecîz adlı
fıkıh kitabını şerh etmek üzere Abdülkerîm İbni Muhammed er-Râfi`î’nin (ö. 623/1226)
yazdığı eş-Şerhu’l-kebîr diye anılan Fethu’l-`azîz’in
muhtasarıdır. Nevevî bu eseri sadece ihtisar etmemiş, aynı zamanda ona iki cilt
hacminde ilaveler yapmıştır. İki buçuk yıl süren bu çalışmasını 669 yılında
tamamlamıştır. Nevevî’nin el yazısıyla dört cilt tutan bu eser, Şâfiî fıkhını
en güzel şekilde derlemesiyle ünlüdür. er-Ravza üzerinde 40
kadar Şâfiî âliminin şerh, hâşiye, muhtasar, ta`lîk ve tashih nevinden
çalışması vardır. Ravzatü’t-tâlibîn Delhi’de (1307) ve
Beyrut’ta yayımlanmıştır (I-VIII, 1966-1970). Nevevî bu eserdeki isim ve
lugatleri açıklamak üzere el-İşârât ilâ mâ vaka`a fi’r-Ravza
mine’l-esmâi ve’l-lugât adlı bir eser yazmaya başlamış, Sehâvî’nin pek
nefis bulduğu bu eserin Kitâbü’s-Salât’tan sonraki kısmını tamamlamaya ömrü
yetmemiştir.
b) Minhâcü’t-tâlibîn. Râfi`î’nin el-Muharrer adlı
kitabını tamamlayarak tashih ettiği ve kolayca ezberlenebilmesi için yüzde elli
nisbetinde özetlediği bu çalışmayı 19 Ramazan 669 tarihinde tamamlamıştır.
Şâfiî âlimleriyle talebenin el kitabı mahiyetinde olan ve Elfiyye müellifi
İbni Mâlik tarafından “Bugünkü aklım olsaydı, vallahi ezberlerdim” diye medh
edilen bu eser üzerine 40’dan fazla şerh yazılmıştır. Eserin
ayrıca muhtasarları, bu muhtasarların şerhleri bulunduğu gibi, hadislerini
tahric etmek, müşkil görünen i`râbını halletmek ve manzum hâle getirmek
maksadıyla da birçok eser kaleme alınmıştır.
Minhâcü’t-tâlibîn Kahire’de (1297, 1305, 1308, 1314, 1329) ve
Mekke’de (1306) basılmış, ayrıca van den Berg tarafından fransızca tercümesiyle
birlikte yayımlanmıştır (Batavia 1882-1884).
Minhâc’ın lafızlarını açıklamak maksadıyla kaleme
aldığı Dekâiku’l-Minhâc adlı 33 sayfadan ibaret küçük bir
eseri Şerhu Dekâiki’l-Minhâc adıyla yayımlanmıştır (Mekke
1353).
c) el-Mecmû`
şerhu’l-Mühezzeb. Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin (ö.476/1083), Şâfiî fıkhını
delilleriyle birlikte ortaya koyduğu el-Mühezzeb adlı eserini,
hadislerini tahkik etmek, her mes’elede diğer mezheplerin görüşlerini
delilleriyle birlikte ortaya koymak ve tartışmak suretiyle şerhetmeye başladığı
ve ancak Kitâbü’l-Bey`i yazmakta iken vefat etmesi sebebiyle yarım bıraktığı
bir eserdir. Âlimlerin son derece mükemmel bulduğu bu büyük eseri Takiyyüddin
es-Sübkî tamamlamak istemiş, bugün 20 cilt halinde neşredilen eserin (baskı
yeri ve tarihi yok) 10 ve 11. ciltlerine tekabül eden bölümü yazdıktan sonra
vefat etmiş, fakat eser diğer Şâfiî âlimlerince ikmâl edilmiştir.
d) Tashîhu’t-Tenbîh. Şâfiî
fıkhının mûteber beş kitabından ilki kabul edilen Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin et-Tenbîh’i
üzerine yazdığı bir çok kitaptan biri olan bu eser ile Nüketü’t-Tenbîh’i
Nevevî’nin ilk çalışmaları arasında yer alır. et-Tenbîh `alâ mâ
fi’t-Tenbîh ve el-Umde fî tashîhi’t-Tenbîh diye de
bilinen birinci eser et-Tenbîh ile birlikte basılmıştır
(Kahire 1329). Yine aynı eser üzerindeki Tuhfetü’t-tâlibi’n-nebîh fî
şerhi’t-Tenbîh adlı geniş şerhi Kitâbu’s-Salât’a kadar yazabilmiştir
(İbni Kâdî Şühbe, II, 157). et-Tenbih’in lugatlerine dair et-Tahrîr adlı
önemli çalışması, dille ilgili eserleri kısmında tanıtılacaktır.
e) el-Usûl
ve’z-zavâbıt. Küçük bir risaleden ibaret bu çalışmada çoğu fıkıhla
ilgili bazı meseleler ele alınmıştır. Eser Muhammed Mazhar Bekâ tarafından
Mecelletü’l-bahsi’l-`ilmî ve’t-türâsi’l-İslâmî’de (III, 367-381, Mekke 1400)
yayımlanmıştır. Muhammed Hasan Heyto da eseri önce Küveyt’teki Mecelletü
Ma`hedi’l-mahtûtâti’l-Arabiyye’de neşretmiş (XXVIII, sy.2, s. 425-455), sonra
da kitap olarak yayımlamıştır (Beyrut 1407/1986).
f) el-Îzâh
fi’l-menâsik. Haccın ifâsına dair Nevevî’nin yazdığı altı kitabın en
genişidir. Nevevî’nin bu konuda dört veya beş kitap yazdığını, bunlardan birinin el-Îcâz
fi’l-menâsik adını taşıdığını söyleyenler de vardır. Eser Nûreddin
es-Semhûdî (ö. 911/1505) tarafından şerh edilmiş, İbni Hacer el-Heytemî (ö.
974/1566) tarafından da üzerine bir hâşiye yazılmıştır. el-Îzâh Kahire’de
(1282, 1316), Bombay’da (1291), Mekke’de (1316, 1329), Metnü’l-Îzâh
fi’l-menâsik adıyla da Beyrut’ta (1406/1985) yayımlanmıştır. Ayrıca
İbni Hacer el-Heytemî’nin hâşiyesiyle birlikte yine Kahire’de (1294, 1323,
1329, 1344) basılmıştır.
Kadınların
haccına dair olan Menâsikü’l-mer’e, Sâlih İbni Abdurrahman el-Atram
tarafından “Edvâu’ş-şerî`a” dergisinde yayımlanmıştır (XV, 25-75, Riyad 1404).
g) el-Mensûrât
ve `uyûnü’l-mesâili’l-mühimmât. Kaynaklarda el-Mesâilü’l-mensûre ve `Uyûnü’l-mesâili’l-mühimme adlarıyla
da zikredilen eser, Nevevî’nin verdiği bazı fetvâlar ile ders esnasında
açıkladığı fıkıh, tefsir ve hadise dair 362 meselenin talebesi Alâeddin
İbnü’l-Attâr (ö. 724/1324) tarafından derlenerek bablara göre tertip
edilmesiyle meydana gelmiştir. Meselelerin 310’u fıkha, 6’sı tefsire, 37’si
hadise, 3’ü imân’a, 6 tanesi de zühde dairdir. 1352 yılında Kahire’de
yayımlanan eser, daha sonra Abdülkâdir Ahmed Atâ tarafından yine Kahire’de
(1982), Muhammed Haccâr tarafından da Fetâvâ’l-İmâm en-Nevevî adıyla
Medine’de (1405/1985) yayımlanmıştır.
h) et-Tahkîk. Nevevî’nin
daha çok el-Mecmû` Şerhü’l-Mühezzeb’den faydalanarak
“salâtü’l-müsâfir” bahsine kadar yazabildiği bu eser, müteahhirîn âlimlerince
onun en güzel fıkıh kitabı kabul edilmektedir. İbnü’l-Mülakkin günümüze geldiği
bilinmeyen bu eserin, yukarıda tanıttığımız el-Mecmû`un muhtasarı
olduğunu tahmin etmektedir. Ayrıca ele aldığı konular bakımından et-Tahkîk’e
çok benzeyen Mühimmâtü’l-ahkâm da yarım kalmış olup beden ve
elbise temizliği bahsine kadar yazılabilmiştir.
3. Kur’anla İlgili Eserleri
a) et-Tibyân
fî âdâbi hameleti’l-Kur’ân. Dımaşk halkının Kur’ân-ı Kerîm okumaya ve
okutmaya olan aşırı ilgisi, Nevevî’yi bu konuda onlara yardım etmek üzere bu
hacmi küçük fakat faydası büyük eseri kaleme almaya sevketmiştir.
On
babdan meydana gelen eserde Kur’an okuyup ezberlemenin fazileti, Kur’an ile
meşgul olan kimselere değer vermenin önemi, Kur’an öğreten ve öğrenen
kimselerin uyması gereken esaslar, İnsanların Kur’an’a karşı görevleri, belli
zamanlarda ve durumlarda okunması sevap olan âyet ve sûreler gibi konular
işlenmiştir. Sehâvî’nin dediği gibi, et-Tibyân, hem
Kur’an okuyanların hem de öğretenlerin mutlaka okuması gereken önemli bir
eserdir.
Nevevî
bir çok kitabında yaptığı gibi, halkın ilgisini artırmak için bu eseri Muhtâru’t-Tibyân adıyla
ihtisar etmiş, Ahmed İbni İmâd el-Akfehsî (ö. 808/1405) Tuhfetü’l-ihvân
fî nazmi’t-Tibyân fî âdâbi hameleti’l-Kur’ân adıyla manzum hâle
getirmiş, Muhammed İbni Muhammed İbni Muhammed İbni Ebû Saîd el-Îcî de Hadîkatü’l-beyân adıyla
Farsça’ya tercüme etmiştir.
et-Tibyân Kahire’de (1286, 1307, 1353; nşr. Muhammed
Haccâr 1985), Dımaşk’ta (1965), Beyrut’ta (nşr. Abdülaziz İzzeddin Seyrevân
1984) ve Küveyt’te (nşr. Mansûr İbni Ya`kûb el-Besâre 1407) basılmıştır. Ahmet
İnce tarafından yapılan Türkçe tercümesi Kur’an Ehline Rehber adıyla
yayımlanmıştır (İstanbul 1973).
et-Tibyân Ahmed İbni Muhammed İbni Abdülkerim
el-Üşmûnî’nin (ö. XI/XVII.yy.) Menârü’l-hüdâ fi’l-vakfi ve’l-ibtidâ adlı
eseriyle birlikte basıldığı için (Bulak 1286) olmalı ki, Ziriklî Nevevî’nin
ilm-i kırâat konusunda Menârü’l-hüdâ adlı matbû bir eseri
bulunduğunu ileri sürmüştür.
b) Gaysü’n-nef`
fi’l-kırââti’s-seb’. Nevevî’nin böyle bir eseri bulunduğunu Bağdatlı
İsmâil Paşa söylemektedir (Îzâhu’l-meknûn, II, 152).
4. Dille İlgili Eserleri
a) Tehzîbü’l-esmâ
ve’l-lugât. Nevevî et-Tahrîr adlı eserini
sadece et-Tenbîh’deki lugatleri ve fıkhî terimleri açıklamak
maksadıyla yazdığı hâlde, bu eserini et-Tenbîh’de, şerh
ettiği el-Mühezzeb’de, ihtisar ettiği Ravdatü’t-tâlibîn’de,
Şâfiî fıkhında önemli yeri olan İmâm Şâfiî’nin talebesi Müzenî’nin (ö.
264/878) el-Muhtasar’ı ile Gazzâlî’nin el-Vasît ve el-Vecîz adlı
eserlerinde geçen isimleri, lugat, ıstılah ve fıkhî lafızları açıklamak
üzere kaleme almıştır. Kitabını daha faydalı hâle getirmek düşüncesiyle bu altı
esere bağlı kalmak istemeyen Nevevî, başka eserlerde geçen bazı şahıs, melek ve
cin adlarını da kitabına almış, fakat onu temize çekmeye fırsat bulamamıştır.
Muhammed
adlı şahıslar başta olmak üzere diğer isim ve lugatlerin alfabetik sırayla ele alındığı Tehzîbü’l-esmâ’nın
isimlere dair birinci cildi Wüstenfeld tarafından Göttingen’de (1842-1847),
lugatlere dair ikinci kısmı da Kahire’de (tarihsiz) neşredilmiştir.
b) el-İşârât
ilâ beyâni’l-esmâi’l-mübhemât. Hadis ilimlerinin elli dokuzuncusu
olarak bilinen “ma`rifetü’l-mübhemât” konusunda Hatîb el-Bağdâdî,
müphem isimlerin sahiplerini alfabetik olarak sıralayarak el-Esmâü’l-mübheme
fi’l-enbâi’l-muhkeme adlı eserini yazmış, bu eseri ihtisar eden Nevevî
eserin tertip tarzını değiştirerek daha kullanışlı olacağı düşüncesiyle
rivayetleri sahâbe adlarına göre alfabetik hâle getirmiş ve birçok ismin
okunuşunda farklı kanaatini ortaya koymuştur. el-Mübhem `alâ
hurûfi’l-mu`cem diye de anılan eser, Lahor’da basılmış (1341), daha
sonra Hatîb’in el-Esmâü’l-mübheme’sinin son kısmında (s. 531-622)
neşredilmiştir (nşr. İzzeddin Ali es-Seyyid, Kahire 1405/1984).
c) Tahrîru elfâzi’t-Tenbîh. et-Tahrîr fî şerhi
elfâzı’t-Tenbîh ve Tahrîru’t-Tenbîh adlarıyla
da bilinen eseri, Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin, et-Tenbîh’indeki
lugatleri ve fıkhî terimleri açıklamak maksadıyla yazmıştır. Bir fıkıh
lugati olan eserde, kelimeleri kitapta geçtiği sıraya göre şerh etmiş
ve 671 yılı Zilhicce ayında (Haziran 1273) tamamlamıştır. Şâfiî fakihi Hamza
İbni Ahmed İbni Ali el-Hüseynî’nin (ö.874/1469) bu eser üzerinde el-Îzâh
alâ tahrîri’t-Tenbîh adlı bir çalışması vardır. Abdülganî Dakr eseri
tahkik ederek Tahrîru elfâzi’t-Tenbîh ev Lugatü’l-fıkh adıyla
yayımlamıştır (Dımaşk 1408/1988).
5. Muhtelif Konulara Dair Eserleri
a) Mekâsıdü’l-İmâm
en-Nevevî. Mekâsıdu’l-İmâm en-Nevevî fi’t-tevhîd ve’l-ibâdât ve
usûli’t-tasavvuf ve Mekâsıdu’n-Neveviyyeti’s-seb`a adlarıyla
da anılan eser akâid, ibadet ve tasavvuf ile ilgili küçük bir risâle olup
Beyrut’ta (1280, 1324), Bağdat’ta (ts., Mektebetü’l-Müsennâ) ve Dârü’l-îmân’ın
yayın komisyonu tarafından bazı not ve açıklamalarla Beyrut-Dımaşk’ta
(1406/1985) yayımlanmıştır.
b) Büstânü’l-ârifîn. Zühd,
ihlâs, dünyanın değersizliği gibi konuları âyet, hadis, İslâm âlimlerinin
sözleri, güzel hikâye ve şiirlerle ele alan küçük hacimli bir eserdir (Kahire
1348; nşr. Muhammed Haccâr, Beyrut 1412).
c) et-Terhîs
fi’l-ikrâmi bi’l-kıyâm li zevi’l-fazli ve’l-meziyyeti min ehli’l-İslâm `alâ
ciheti’l-birri ve’t-tevkîr ve’l-ihtirâm lâ `alâ ciheti’r-riyâ ve’l-i`zâm. Riyâkârlık
ve değerinden fazla büyütme düşüncesi olmadan sırf hürmet etmek maksadıyla
faziletli ve değerli müslümanlar için ayağa kalkılabileceği konusunu işleyen bu
eseri Nevevî 666 (1267) yılında tamamlamıştır. Ahmed Râtib Hammûş tarafından
Dımaşk’ta (1402/1982), Keylânî Muhammed Halîfe tarafından da Beyrut’ta
(1409/1988) yayımlanmıştır.
d) Müntehabü (veya muhtasaru) Tabakâti’ş-Şâfi`iyye
li’bni’s-Salâh. İbnü’s-Salâh’ın Tabakâtü’ş-Şâfi`iyye’sini,
ona bazı şahıslar ilave etmek suretiyle ihtisar ettiği eser 180 kadar âlimin
tercüme-i hâlini ihtiva etmektedir. Muhammed ve Ahmed adını taşıyanlar başa
alınmış, öteki şahıslar alfabetik olarak sıralanmıştır. Eserin Muhyiddin Necîb
tarafından neşre hazırlandığı söylenmektedir (Ayrıca bk. Müneccid, Mu`cemü’l-müerrihîne’d-Dımaşkıyyîn,
s. 114).
e) Hizb.
Hizbü’l-hıfz ve’l-evrâd ve Hizbü’l-İmâmi’n-Nevevî adlarıyla
da anılan risale, akşam sabah okunmak üzere Nevevî tarafından tertip edilen bir
duadan ibarettir. Bir kısmı hadislerde geçen bu dua talebeleri tarafından
kaleme alınmış, âlimlerin büyük ilgi göstermesi sebebiyle geniş muhitlere
yayılmış, İstanbul’da (1298, 1302, 1309), Bombay’da (1299) ve Bulak’ta (1303)
basılmıştır.
Hizb’i şerh eden Faslı muhaddis Ebû Abdullah Muhammed İbni
Tayyib eş-Şerakî (ö.1175/1761), giriş mâhiyetinde yazdığı on küçük mukaddimede
hizbin vird, devamlı okunan dualar ve zikirler anlamına geldiğini, hizblerin ne
zaman başladığını, buna niçin ihtiyaç duyulduğunu, İbni Teymiye’nin hizbe karşı
olduğunu, fakat âlimlerin hizb ve evrâd okumayı câiz gördüğünü, hizb ve evrâd
okumanın şartlarını, her hizbin ayrı bir özelliği ve tesiri bulunduğunu
açıklamış, daha sonra da bu hizbi şerh etmiştir. Eseri Bessâm Abdülvehhâb
el-Câbî yayımlamıştır(Beyrut 1408/1988). Hizb’i daha başka âlimler
de şerhetmişlerdir.
Nevevî
bunlardan başka tefsir, hadis, fıkıh, lugat ve Arap diliyle ilgili bazı
konuları ele aldığı Tuhfetü tullâbi’l-fezâil, fetvâ usûlüne
dair Edebü’l-müftî ve’l-müsteftî, Mesâilü (Muhtasaru) tahmîsi’l-ganâim, Muhtasaru
âdâbi’l-istiskâ, Rü’ûsü’l-(rûhu’l-(?) (`uyûnü’l-(?)mesâil, ed-Dekâik, amelü’l-yevm
ve’l-leyle, Risâle fî me`âni’l-esmâi’l-hüsnâ, Risâle fî
ehâdîsi’l-hayâ adlı eserleri kaleme almış, Gazzâlî’nin el-Vasît adlı
eserine iki cilt hacmindeki Nüket `ale’l-Vasît’i yazmış,
İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-gâbe’sini, Râfi`î’nin et-Teznîb’ini,
Beyhakî’nin Menâkıbü’ş-Şâfi`î’sini ihtisar etmiştir.
Kâtip
Çelebi onun Mir’âtü’z-zemân fî târîhi’l-a`yân adlı bir
çalışması bulunduğunu, eserde dünyanın yaratılışından başlamak üzere önemli
olayların muhtasar bir şekilde sıralandığını söylemekte (II, 1648), Selâhaddin
Müneccid de bu bilgiyi tekrarlamaktadır (bk. Mu`cemü’l-müerrihîne’d-Dımaşkıyyîn s.114).
Eserin günümüze geldiği bilinmediği için, Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin (ö.654/1256)
aynı adı taşıyan meşhur eseriyle karıştırılmış olabileceği hatıra gelmektedir.
Nevevî’nin
tahsil hayatından sonra kitap te’lifinin yanısıra bir taraftan talebe okuttuğu,
öte yandan ibadet ve zikirden derin haz duyduğu dikkate alınırsa, 45
yıllık ömrünün 20 (İbni Attâr’a göre 16) yıllık bir diliminde bu kadar
eseri vücuda getirmesi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ve sevdiği kulunun ömrünü
bereketlendirmesiyle açıklanabilir.
Nevevî
ile iftihar eden ve onun şefaatını uman yakınları birgün kendisine:
-
Kıyamet günü Arasât meydanında bizi unutma, demişlerdi. Nevevî de:
-
Şayet o gün ayağım yer tutarsa, bütün tanıdıklarım benden önce girmeden vallâhi
cennete girmem, diyerek onların gönlünü almıştı.
Yüzyılları
aşıp gelen ve şimdi geniş bir şekilde tanıtacağımız ünlü eseri Riyâzü’s-sâlihîn’in
mütercim ve şarihleri sıfatıyla biz de tanıdıkları arasına girmeyi ümit ve
niyâz ederiz.
III
RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
A. Yazılış Gayesi
Tam
adı Riyâzü’s-sâlihîn min hadîsi seyyidi’l-mürselîn olan eser,
İmam Nevevî’nin yukarıda tanıttığımız çalışmaları arasında önemli bir yer
tutar. Nevevî bu kitabını, 45 yıllık kısa fakat çok verimli hayatının en olgun
ve bereketli dönemleri kabul edilen bir yaşta, 40 yaşlarında yazdı. Bundan üç
sene önce de, bir başka önemli eseri el-Ezkâr’ ı telif
etmişti. Riyâzü’s-sâlihîn’in telifi, 14 Ramazan 670 (1271)
tarihinde bir pazartesi günü tamamlandı.
Kendi
alanlarında büyük önemi olan bu kitapların peşpeşe yazılmasının bazı mühim
sebepleri olmalıdır. Bunu anlayabilmek için, o günün genel görüntüsünü ve
şartlarını gözden geçirmek bize bazı ipuçları verebilir. İslâm ümmeti,
Nevevî’nin yaşadığı VII. (XIII.) yüzyılda birtakım karışıklıkların ve
fitnelerin içine düşmüştü. İslâm düşmanları, ümmet coğrafyasını dört bir yandan
kuşatmış, içte ve dışta olumsuz bir ortam hüküm sürmeye başlamıştı. Bir
taraftan müslümanlara vahşice saldıran Haçlı orduları, öte yandan Tatar
akınları İslâm dünyasını kasıp kavurmaktaydı. Müslümanların bir kısmı servet ve
şehvet peşine düşmüş, farzları, vâcipleri ve İslâm’ın prensiplerini yerine
getirmekten uzaklaşmış, yapmaları gereken vazifeleri ihmal etmiş bir haldeydi.
Diğer bir kısmı ise tasavvufa ve zühde yöneldikleri iddiasıyla, dünyadan yüz
çevirmiş, sanki dünyada hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi hareket ediyorlardı.
Bir başka grup da çeşitli yörelerde düşmanlara karşı cihadı sürdürme azim ve
gayreti içindeydi.
İmam
Nevevî, gerçek ilim ehlinin önde gelenlerinden biri olarak, böyle bir zamanda
ve bu şartlarda ne yapılması gerektiğini, âlimlerin mesuliyetinin büyüklüğünü
iyi biliyordu. İçinde yaşadığı topluma ve İslâm ümmetine karşı sorumluluğunu
yerine getirme şuuruyla hareket ediyordu. Ona göre, dünyanın en uyanık
kişileri, Allah’a karşı ibadetlerini ve kulluk vazifelerini yapmanın bilincine varmış
kimseler olmalıydı. O halde yolun en doğru olanını bulmak ve hakikate ulaşmak
için, Allah’ın Kitab’ını ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetini iyice bilmek ve bu iki kaynağa sımsıkı sarılmak gerekmekteydi.
Nevevî,
kendi zamanında gerçek ilim adamı haysiyetiyle İslâm’ın sancaktarlığını
yaparak, dinin hakikatini ve güzelliklerini ortaya koymayı, İslâm’ın hayat,
cihad, şefkat, merhamet ve müsâmaha dini oluşunu bir kere daha gözler önüne
sermeyi, tasavvuf ve zühdü Kur’an ve Sünnet’teki gerçek yerine oturtmayı
kendisi için vazife bildi. Bunu yaparken, her türlü eziyete katlanmayı,
karşısına çıkacak engelleri aşmayı, kötülerin kınamasına aldırmamayı da
hayat düsturu edindi. İnandığı hakikatleri bizzat hayatında uygulayarak,
insanlara en güzel örnek oldu.
İmam
Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn’i, dindarlık iddia eden bazılarının
yaptığı gibi, insanları yanlış yorumlanan bir tasavvuf ve zühd anlayışına,
cihadı terketmeye, dünyadan yüz çevirmeye davet etmek için yazmadı. Bunun tam
aksine Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu bir hayatı bütün unsurlarıyla bilip
yaşamaya, düşmanlar ve sapıklarla cihada, hakkı ve adaleti toplumda hakim
kılmaya, kişiyi Allah’a yakınlık derecelerinin en yükseğine çıkarmaya,
iyilikleri emir ve kötülüklerden nehiy konusundaki naslara ve bu nasların
gerektirdiği hayat tarzına sımsıkı bağlanmaya davet etmek için kaleme aldı. O,
bu kitabıyla, Kur’an ve sünnetin ışığında yaşanması gereken bir hayatın
yollarını gösterdi. Fert, aile, cemaat ve cemiyet planında uyulması gereken ana
prensipleri, büyük bir maharet, üstün bir anlayış ve kavrayışla, âyet ve hadis
temeline oturttu. Böylece hem dînî hayattan uzaklaşanlara, hem de tasavvuf ve
zühd yoluna sülûk ettikleri iddiasıyla sapıklık ve bid’atlara düşenlere hakkı
ve doğruyu gösterdi. İfrat ve tefrite düşmeksizin iddiasız, riyasız,
gösterişsiz bir İslâmî yapılanmanın yol ve yönteminin nasıl olması gerektiğini,
ana başlıklar, alt birimler, âyet ve hadislere dayalı bilgiler halinde bu
kitapta ortaya koydu. Kur’an temeline dayalı sünneti ihya ederek, hakikatın
önüne set çekmek isteyen bâtılı ve bid’atı, hatayı ve yanlışı ortadan
kaldırmayı hedefledi.
Telif
edildiği günden bu yana Riyâzü’s-sâlihîn, İslâm dünyasının her
yerinde, âlimlerin, ilim tâliplerinin, vâiz ve hatiplerin ve nihayet hadis
okumak isteyen hemen her müslümanın âdeta el kitabı oldu. Böylece bu güzel
eser, müellifinin arzuladığı hedefe ulaştı.
B. Nevevi’nin Riyâzü’s-sâlihîn’i Yazarken Gözettiği Prensipler
İmam
Nevevî, kitabını yazarken bazı prensipler gözettiğini eserinin önsözünde belirtir.
Buna göre Riyâzü’s-sâlihîn’in başlıca özellikleri şunlardır:
* İnsanlara
dünya ve âhiret saâdetini kazanma yollarını gösterecek, zâhirî ve bâtinî
edepleri elde etmelerini sağlayacak, iyiyi ve güzeli teşvik, kötüden ve
çirkinden uzaklaşmayı temin edecek sahih hadislerden oluşan muhtasar bir kitap
olacaktır.
* Sahih
hadis kaynakları olarak şöhret kazanmış kitaplardan seçilen, mâna ve
mahiyetleri açık, delâletleri kesin hadisleri ihtiva edecektir.
* Konuların baş tarafında ilgili âyetlere yer verilecektir.
* Açıklanmasına
ihtiyaç duyulan bazı kelime ve terimler kısaca açıklanacaktır.
* Her hadisten sonra, o hadisin hangi kitaptan alındığı
belirtilecektir.
* Hayır
ve iyilikleri özendirici, kötülük ve çirkinlikleri engelleyici nitelikte
hadisler olmasına özen gösterilecektir.
* Hadislerin
senedinde sadece sahâbî ravinin adı verilecektir.
* Gerektiğinde bazı hadislerden sonra, o hadisin sıhhat
açısından durumuna, bazan da ravilerinin haline işaret edilecektir.
* Muhtevânın dînî ve ictimâî nitelikte olmasına özen
gösterilecektir.
İmam
Nevevî, kitabının başından sonuna kadar bu prensiplere bağlı kalmaya itina
gösterdi.
C. Tertibi
Riyâzü’s-sâlihîn, 18 temel bölüm ile bunların alt birimleri
diyebileceğimiz 372 babtan meydana gelir. Bazı baskılarında kitap sayısı 20’ye
çıkarılırken, bazılarında da kitap adına yer verilmez; sadece bab adları
zikredilir. Eserin 656 babdan oluştuğu yönündeki bilgiler doğru olmasa
gerektir. Çünkü hiç bir tab’ında bu sayıya yaklaşan bir sıralama görülmez.
Kitaplardan bazısı bir kaç hadisten ibaretken, bazıları yüzlerce hadisi kapsar.
Riyâzü’s-sâlihîn’in ihtiva ettiği bölümler ve hadis sayıları şöyledir:
1.
Kitâbü Makâsidi’l-ârifîn (1-681)
2.
Kitâbü’l-Edeb (682-728)
3.
Kitâbü Edebi’t-taâm (729-779)
4.
Kitâbü’l-Libâs (780-814)
5.
Kitâbü Âdâbi’n-nevm ve’l-idticâ ve’l-kuûd ve’l-meclis ve’l-celîs ve’r-rü’yâ
(815-845)
6.
Kitâbü’s-Selâm (846-895)
7.
Kitâbü İyâdeti’l-merîz ve teşyi‘i’l-meyyit ve’s-salâti aleyhi ve huzûri defnihî
ve’l-mekri inde kabrihî ba’de defnihî (896-957)
8.
Kitâbü Âdâbi’s-sefer (958-992)
9.
Kitâbü’l-Fezâil (993-1270)
10.
Kitâbü’l-İ’tikâf (1271-1273)
11.
Kitâbü’l-Hac (1274-1287)
12.
Kitâbü’l-Cihâd (1288-1378)
13.
Kitâbü’l-İlm (1379-1395)
14.
Kitâbü Hamdillahi teâlâ ve şükrihi (1396-1399)
15.
Kitâbü’s-Salât alâ Resûlillahi sallallahu aleyhi ve sellem (1400-1410)
16.
Kitâbü’l-Ezkâr (1411-1467)
17.
Kitâbü’d-Deavât (1468-1513)
18.
Kitâbü’l-Umûri’l-menhiyyi anhâ (1514-1900)
D. Hadislerin Güvenilirliği
İmam
Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn’e aldığı hadislerin çoğunu Kütüb-i
Sitte diye bilinen ve sünnî mezheplerce en sahih hadisleri
ihtiva ettikleri kabul edilen, Buhârî ve Müslim’in Sahîh’leri ile
Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce’nin Sünen’lerinden seçti.
Bunların dışında kalan az sayıdaki hadisleri de, Mâlik’in Muvatta’ı, Ebû
Bekir el-Humeydî’nin el-Cem’ beyne’s-Sahîhayn’i, Ahmed İbni
Hanbel’in Müsned’i, Hâkim’in Müstedrek’i ve
Dârîmî ile Dârekutnî’nin Sünen’lerinden aldı.
Nevevî,
hadislerin metinlerini bu kaynaklardan aynen nakletmeye büyük özen gösterdi.
Ancak çok uzun hadisleri bazan ihtisar etti; az da olsa bir
kısmını lafzan değil mâna ile rivayet etti; ya da kendisinin
elinde bulunan nüshadaki hadisi esas aldığı için, bir kelimenin yerini eş
anlamlı bir başka kelimenin aldığı oldu. Onun yaptığı bu işleri, ancak
hadislerin lafızlarını ve bu lafızların delâlet ettiği mâna ve maksatları iyice
bilen, anlamları bozacak değişikliklerden hakkıyla haberdar, kelimeler
arasındaki anlam farklılıklarının inceliklerine vâkıf, din ilimlerinde ve
bilhassa dil ve hadis ilmi alanında otorite olan âlimler yapabilirdi. Ama
Nevevî, kendisinden sonra yaşayan bütün büyük âlimlerin ittifakla belirttikleri
üzere, bu nitelikleri kendisinde bulunduran bir kimseydi.
Nevevî’nin
kitaplarından hadis aldığı müellifler, Buhârî ve Müslim başta olmak
üzere, eserlerinde pek çok mükerrer rivayete yer verirler. Özellikle Buhârî,
kitabının çeşitli yerlerinde bir hadisi çoğu kere farklı lafızlar ve ayrı
senedlerle zikreder. Müslim ise, bir hadisin sened ve metin farklılıklarını
aynı yerde belirtmeye özen gösterir. Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn’e bu
hadislerden herhangi birini alırken, o rivayetin ne sened ne de lafız farklarına
işaret etmedi. Bu durum Nevevî ve kitabı için bir kusur sayılmaz. Çünkü o böyle
yapacağını açıkça ifade etmiştir. Ancak kaynaklarına sadece ismen atıfta
bulunmakla yetindiği hadislerin sonunda, bazı kere rivayet ettiği lafzın kime
ait olduğunu belirtir. Fakat çok kere bunu da gösterme ihtiyacı duymaz.
Nevevî,
Ebû Dâvûd ve Tirmizî’nin Sünen’lerinden aldığı hadislerde, bu
müelliflerin ilgili hadisleri değerlendirmesini aynen nakletmekle yetinir.
Kendisi bunlara bir ilavede bulunmaz. Oysa, meselâ Tirmizî’nin “hasen” olarak
değerlendirdiği bir hadisi, bazı kere muhaddislerin öyle saymadığı, yahut Ebû
Dâvûd’un hakkında söz söylemeyip “sükût ettiği” bir rivayeti
bazan delil olarak kullanmayı uygun görmedikleri bilinmektedir. Bu
sebeble, Riyâzü’-sâlihîn’de bazı zayıf rivayetler bulunduğunu
söyleyenler olmuştur.
Abdülfettâh
Ebû Gudde, Riyâzü’s-sâlihîn’deki hadisleri sıhhat açısından tedkik
ederken değil, fakat bakarken zayıflığı kesin olan üç hadise rastladığını
söyler. Bu ifade, sanki tedkik edilirse, sayının daha çok olabileceği intibaını
uyandırmaktadır.
Nâsırüddîn
el-Elbânî, neşre hazırladığı Riyâzü’s-sâlihîn’e yazdığı
mukaddimede, müellif Nevevî’nin sahih rivayetlerden bir kitap te’lif
ettiğine dair ifadesinin, hadislerin büyük eskeriyetine işaret ettiğini, fakat
bütün hadisleri kapsamadığını söyler. Riyâzü’s-sâlihîn’de bazı
zayıf ve münker rivayetler bulunabileceğini önceden düşündüğünü, fakat onların
bu kadar olacağını zannetmediğini, yaptığı hassas tedkik ve tahkik sonucunda
tahmininin üstünde bir sayıya ulaştığını belirtir. Zayıf saydığı hadislerin
numaralarını vererek bu sayıyı 64’e çıkarır. Fakat verdiği numaralardan bir
kısmının mükerrer olduğunu belirtmez. Zayıf saydığı bazı hadisleri de, sahih
hadislere tahsis ettiği Silsiletü ehâdîsi’s-sahîha adlı eserinde
güvenilir rivayetler arasında zikreder, bu da Elbânî için bir çelişki teşkil
etmektedir.
Netice
itibariyle o, 55 hadisi zayıf saymaktadır. Tabii bu durum Elbânî’nin kendi
şahsî değerlendirmesi olup, bu görüşü paylaşan başka bir şahıs veya bir kitap
söz konusu değildir.
Riyâzü’s-sâlihîn’in elde mevcut güzel neşirlerinden birini hazırlayan
Şuayb el-Arnaût da, kendisinin şahsî tedkiki ve değerlendirmesine dayanarak,
Nevevî’nin kitabına sadece sahih ve hasen hadisleri alma konusunda hassas
davranmasına rağmen, 46 hadisi sened yönünden zayıf gördüğünü, bu zayıflığı
herhangi bir tarik ile güçlendirme imkânı bulamadığını söyler. Bunlardan ayrı
olarak sened yönünden zayıf bulduğu 51 hadisin başka tariklerle takviye
edildiğini veya şâhidlerinin bulunduğunu ifade eder. Daha sonra da, “Riyâzü’s-sâlihîn’de
46 zayıf hadisin bulunması, bu büyük kitabın değerini düşürmeyeceği gibi, bu
kadar çok sayıda sahih hadis rivayetini içine alan eserin şanına da halel
getirmez”der. Şuayb el-Arnaût da Elbânî gibi bu şahsi iddiasına
kendinden önce yaşayan hiçbir âlimden delil getirme ihtiyacı duymamıştır. Biz,
burada zayıf hadisin de netice itibariyle hadis olduğunu, onun bir çok
çeşidinin bulunduğunu, bunlardan bazısıyla amel edildiğini, zayıf ile mevzû (uydurma)
rivayeti birbirine karıştırmamak gerektiğini bir kere daha hatırlamalıyız.
Bu
konuyu bitirirken Riyâzü’s-sâlihîn’de yer alan hadislerin, tamamına
yakınının sahih ve hasen rivayetlerden meydana geldiğini, zayıf hadislerinin de
kullanılamayacak derecede zayıf (merdûd) rivayetler olmadığını
söyleyebiliriz.
Esasen
eserdeki hadislerin büyük çoğunluğunu “müttefekun aleyh” hadisler
oluşturur. Riyâz’daki mükerrer hadislerin sayısı, bizim tesbitimize
göre 265’tir. Yani 265 hadis, birden fazla, bazıları bir kaç defa olmak üzere
tekrar edilmektedir. Genel olarak, bir ahlâk ve âdâb kitabı niteliği
taşıyan Riyâzü’s-sâlihîn’ in, bu kadar üstün vasıflı hadisleri
bir araya getirmesi, ona benzeri eserler içinde ilk sıralarda bir yer
kazandırmıştır.
E. Şerhleri
Riyazü’s-sâlihin’in, İslâm dünyasının her yerinde en çok okunan
kitaplardan biri olduğuna daha önce işaret etmiştik.
İçindeki
kitap ve babların mükemmel sıralanışı, ilgili âyet ve hadislerin aynı
mükemmellikle dizilişi, eserin okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırmış, ona
olan alâkayı artırmış ve hatta çoğu zaman tamamının ezberlenmesini sağlamıştır.
Ayrıca, esere kaynaklık teşkil eden meşhur hadis kitaplarının her birine
çeşitli nitelikte pek çok şerh yazılmıştır. İşte bu sebeblerle Riyâzü’s-sâlihîn’e
uzun süre herhangi bir şerh yazılma ihtiyacı hissedilmemiştir. Fakat daha
sonraki dönemlerde esere birkaç şerh yazılmıştır. Bunlar hakkında kısa da olsa
bilgi vermek faydalı olur kanaatindeyiz.
1. DELİLÜ’L-FÂLİHÎN Lİ TURUKİ RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
Riyâzü’s-sâlihîn’in bu önemli şerhi, Muhammed İbni Allân
tarafından yapılmıştır. Bu, Riyâz’a yazılan ilk şerh olma
özelliğine de sahiptir. 996 (1588) yılında Mekke’de doğan ve 1057’de (1647)
yine bu mübarek beldede vefat eden İbni Allân’ın 60’ın üzerinde eseri vardır.
Bu eserlerin her biri, kendi sahasında öneme sahiptir. İmam Nevevî’nin eserleri
kısmında belirtildiği üzere, onun el-Ezkâr’ını da yine İbni Allân
şerhetmiştir.
İbni
Allân, Riyâzü’s-sâlihîn’i şerhederken, klasik hadis şerhciliğinin
bütün unsurlarını yerine getirmeye özen gösterir. Anlamlarında kapalılık
bulunan kelime ve tabirleri açıklar, bunların dilde kullanılan çeşitli
şekillerine işaret eder. Yer yer gramer özelliklerini de göstererek, okuyucunun
hadis metinlerini anlamasını kolaylaştırır. Babların başında geçen âyetleri
çoğu kere kısaca açıklayarak, onların konuyla, başka hadislerle olan
ilişkilerine dikkat çeker. Her hadisi, tekrar da edilmiş olsa, kâfi miktarda
şerhetmeyi ihmal etmez. İhtiyaç görülen yerde, açıkladığı hadisin rivayet
farklarına işaret eder.
Hadisin
ravisi olan sahâbî hakkında ilk geçtiği yerde kısa bilgiler verir. Hadislerden
elde edilebilecek hükümleri ortaya koymaya çalışır ve bunu yaparken fıkhî
konularda kendi mezhebini, Şâfiîliği esas alır. Hadisleri şerhederken, onun
faydalandığı eserlerin öncelikle Şâfiî âlimlerin kitapları olacağı tabiîdir.
Nitekim,
yapılacak bir karşılaştırma, İbni Allân’ın, öncelikle Sahîh-i
Buhârî şârihlerinden İbni Hacer’in büyük eseri Fethu’l-bârî’den,
yine Buhârî’nin eserinin bir başka şârihi Kastallânî’nin İrşâdü’s-sâri’si
ile Sahîh-i Müslim’ in en kıymetli şerhlerinden biri olan İmam
Nevevî’nin el-Minhâc’ ından önemli ölçüde faydalandığını ortaya
koyar. İbni Allân, bu eserlerden topladığı bilgileri kendi zamanının
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak eserine aktarır.
Delîlü’l-fâlihîn, Kahire’de, ilk defa sekiz cilt
(1347/1928), sonra da dört cilt (1385/1966) halinde neşredildi. Daha
sonraları bu neşirlerin pek çok ofset baskıları da yapıldı.
2. Şerhu Riyâzü’s-sâlihîn
Günümüz
müelliflerinden el-Hüseynî Abdülmecid Hâşim’in bu eseri, Riyâzü’s-sâlihîn’in
kısa bir şerhinden ibarettir. Anlaşılmasında zorluk çekilen kelimeler “el-luga” başlığı
altında açıklanmakta, ikinci olarak da “el-ma‘nâ” başlığı ile
hadisin mahiyeti kısaca özetlenmektedir, bazı hadislerden anlaşılabilecek
hükümlere de işaret edilmektedir. Kitapta âyetlerle ilgili hiç bir açıklamaya
rastlanmadığı gibi, hadislerin tahrici, rivayetlerin tahkîki veya farklılığı
gibi konulara da girilmemektedir. Riyâzü’s-sâlihîn’i okuyacak
talebeler düşünülerek hazırlanmış bir çalışma olduğu söylenebilir. Eser 2 cilt
halinde neşredilmiştir.
3. Nüzhetü’l-müttakîn şerhu Riyâzü’s-sâlihîn
Bu
eser, Mustafa Saîd el-Hın, Mustafa el-Buğâ, Muhyiddin Mestû, Ali eş-Şorbacı ve
Muhammed Emin Lutfî’den müteşekkil beş kişilik bir komisyonca hazırlanmış
olup, Riyâzü’s-sâlihîn’in kısa şerhlerinden biridir. İki cilt
halindeki kitabın, ilki Beyrut’ta 1397 (1977) senesinde olmak üzere bu güne
kadar yirmiye yakın tab’ı yapılmıştır.
Kitaba
yazdıkları önsözde, Riyâzü’s-sâlihîn bulunmayan bir müslüman
evinin neredeyse kalmadığını, mektep, medrese ve enstitülerde bu kitabın
okutulup inceleme konusu yapıldığını belirten şârihler, İbni Allân’ın şerhinin,
kendi zamanının şartları gözetilerek yazılmış uzun bir şerh olduğunu ifade
ederler. Kendilerinin yaptığı bu şerhin, ihtiyacı karşılayacak miktarda ve
zamanın sosyal hâdiselerine cevap verici nitelikte, kısa, çağdaş eğitim
tekniğine uygun, öğretim müesseselerinde okutulabilecek, öğretmen ve
öğrencilerin hadisleri anlamasına yardım edecek bir eser olduğunu söylerler.
Böylece onlara göre, Riyâzü’s-sâlihîn’den faydalanma imkânı
sağlanacak, eser daha da yaygınlık kazanacak, sünnetin hakikatlerini öğrenip
kavrayanlar çoğalacaktır.
Nüzhetü’l-müttakîn’in bazı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
* Riyâzü’s-sâlihîn’deki âyet ve hadislerde geçen bazı garîb kelime ve
tabirler açıklanmıştır.
* Hadislerin sonunda, alındığı kaynakların kitab ve bab
adlarına işaret edilmiştir.
* Her hadisin sonunda, bu hadisten anlaşılabilecek
hükümlerin neler olduğuna kısaca işaret edilmiştir.
Muhtevâsı
işte bu üç nitelikten ibaret olan şerhte, müelliflerin yukarıda anılan
hedefleri gerçekleştirdiklerini söylemek imkânına ne yazık ki sahip
değiliz. Kanaatimizce bu eser, yaygın okuyucu kitlesi yerine, sadece belli
seviyedeki kişileri ve özellikle Riyâzü’s-sâlihîn’i derslerde
takrir eden talebeleri hedef almış olup, bu açıdan bakılınca faydadan hâlî
olmayan bir çalışmanın ürünüdür.
Nüzhetü’l-müttâkîn’in sonuna, hadisleri rivayet eden sahâbîlerin kısa
hayat hikâyeleri alfabetik olarak yazılmıştır. Ayrıca hadislerin tahricinde
faydalanılan eserlerin müellifleri hakkında özet bilgi sunulmuş, Riyâzü’s-sâlihîn’de
geçen hadislerin alfabetik fihristi ilave edilmiştir.
4. Menhelü’l-vâridin şerhu Riyâzü’s-sâlihîn
Merhum
Subhî es-Sâlih’in (ö. 1407/1986) eseridir.
Bu
eser, adına bakılarak Riyâzü’s-sâlihîn üzerine yazılmış bir
şerh olduğu hissi uyandırıyorsa da, incelenince görüleceği gibi, şerh olmayıp,
sistemli ve emek mahsulü bir neşir niteliğindedir. Kitabın başında 25 sayfadan
ibaret faydalı bir mukaddime yer alır. Subhî es-Sâlih’in bu çalışmada yaptığı,
sağlıklı bir metin ortaya çıkarmak, âyet ve hadislerde geçen garîb kelime ve
terimlerin anlamlarını dipnotlar halinde açıklamak, şahıs ve yer isimlerinin
doğru tesbitini yapmak ve kelimeleri yer yer nahiv yönünden incelemekten ibarettir.
Bunlar dışında, özellikle hadislerin muhtevalarına yönelik herhangi bir
açıklama, değerlendirme ve hadislerden hüküm elde etme gibi özellikler bu
çalışmada görülmez.
Subhî
es-Sâlih’in, Riyâzü’s-sâlihîn şerhinde yaptığı en önemli
hizmetlerin başında, eserin sonunda yer alan 10 ayrı konudaki fihristler gelir.
Bunlar arasında, dînî, ictimâî ve kültürel konu başlıklarını ihtiva eden ve
hangi hadislerin bunlara delâlet ettiğine işaret eden fihrist, başka eserlerde
pek rastlamadığımız faydalı bir çalışmadır. Eserde anlamı kapalı bulunarak
açıklanmış olan kelimelerin de harf sırasına göre bir fihristinin verilmiş
olması, okuyucu için büyük kolaylık sağlamaktadır. Müellif bunu yaparken, sayfa
yerine hadis numaralarını vererek okuyucunun zaman kaybını da büyük ölçüde
önlemiştir.
Bunlar
dışındaki fihristlerin her biri, ilgili olduğu alan açısından okuyuculara
kolaylıklar sağlayıcı niteliktedir.
Menhelü’l-vâridîn’in ilk tab’ı, Beyrut’ta 1970 senesinde
gerçekleştirilmiş ve bugüne kadar pek çok defalar tab’ olunmuştur.
F. Muhtasarları
1. Riyâzü’s-sâlihîn’in bilinen ilk muhtasarı Yûsuf İbni
İsmâîl en-Nebhâni (ö.1350/1931) tarafından yapılmış olup, Tehzîbü’n-nüfûs
fî tertîbi’d-dürûs adını taşır. Bu ihtisar, Buhârî ve Müslim’in
müşterek rivayetlerinden 800 kadar hadisi ihtiva etmektedir. Eser, 24 bab
içinde 120 dersi kapsar. Nebhânî’nin bu ihtisarı ilk olarak 1329/1911 senesinde
Mısır’da yayımlanmış, daha sonra Dımaşk ve Beyrut’ta çeşitli defalar tab’
olunmuştur.
Bunun
dışında iki çalışmaya daha işaret etmek yerinde olur.
2. Sâlih
Ahmed Rızâ, Kutûf min riyâzi’s-sünne (Dirâse tahlîliyye li
ehâdîs muhtâra min kitâbi Riyâzi’s-sâlihîn) adlı eserinde, Riyâzü’s-sâlihîn’den
seçtiği bazı hadisleri, ilmî araştırma metoduna uygun tarzda inceleyip
değerlendirmiştir. Kitabında, önce ele aldığı her hadisin metnini vermiş,
hadisin râvisi olan sahâbîyi tanıtmış, hadisin bazı kelimelerini açıklamış,
i’rab vecihlerini belirtmiş, edebî özelliklerine işaret etmiş, her hadisi
etraflıca açıklamış, geçtiği kaynakları göstermiş ve tahrîcini yapmıştır.
Esasen
bu kitabın tam bir ihtisar olduğu da söylenemez.
3. Muhammed
Abdülhamîd Mirdâd’ın yaptığı ihtisarın adı, İthâfül-müslimin fî teshîli
ihtisâri Riyâzü’s-sâlihîn’dir. Bu ihtisarda müellif bablarda geçen âyetleri
açıklamış, seçtiği hadisleri de kısaca şerhetmiştir. Eser Mısır’da
neşredilmiştir.
G. Çeşitli Neşirleri
Riyâzü’s-sâlihîn, İslâm dünyasının birçok yerinde, farklı neşirler
halinde pek çok defa tab’ olunmuştur. İlk defa 1302 (1885) senesinde Mekke’de
Emîriye matbaasında tab’ olunan eserin bütün baskılarından bahsetmek hem
imkânsız hem de gereksizdir. Ancak, neşirleri arasında önemli gördüğümüz bir
kaçına işaret etmek faydalı olur kanaatindeyiz.
1. Ahmed Râtib Hamûş neşri
Riyâzü’s-sâlihîn ve şerhuhû Künûzü’l-bâhisîn adıyla Dâru’l-fikr (Dımaşk ve
Beyrut, 1407/1987) tarafından yayınlanmıştır. Bu isimlendirme bir şerh
intibâını veriyorsa da, eserde geçen âyet ve hadislerdeki garîb kelimelerin
dipnotlarda açıklanmasının dışında bir ilâve söz konusu değildir. Eserin
başında 50 sayfalık bir giriş ile, sonuna eklenen kudsî hadisler, mükerrer
hadisler ve muttefekun aleyh (Buhârî ve Müslim’in müştereken rivayet ettiği)
hadisler fihristleri okuyucuya kolaylık sağlamaktadır. Ahmed Râtib, daha
sonra Riyâzü’s-sâlihîn için 855 sayfa tutan müstakil bir
fihristler cildi hazırlamış ve eser neşredilmiştir. Bu çalışma, gerçekten bir
çok açıdan faydalı ve günümüzün gelişen araştırma tekniklerine uygun, araştırıcılara
büyük kolaylık sağlayan bir nitelik taşır. Bu fihrist 12 ayrı konuda
yapılmış fihristlerden teşekkül etmektedir. Yukarıda sayılanlara ilâve
olarak, Riyâzü’s-sâlihîn ravilerinin kısa biyografileri, el-Mu’cemü’l-müfehres sistemi
üzere yapılmış Riyâzü’s-sâlihîn hadisleri kelime fihristi
(mu’cemü elfâzi’l-hadîs), şahıs, müellif, kitap, kabîle, topluluk, yer isimleri
fihristleri bunların en önemlileri sayılır.
2. Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî neşri
Riyâzü’s-sâlihîn’in emek mahsulü neşirlerinden biridir. Elbânî, esere
yazdığı mukaddimede, Riyâzü’s-sâlihîn’de bulunan zayıf hadislerden
bahseder ve bunların numaralarını verir. Bunu yaparken, kendi şahsî
incelemelerine ve değerlendirmelerine dayanır. Bu şekildeki hadislerin sayısı
ona göre 55’tir. Elbânî ve Şuayb el-Arnaût’un bu yöndeki değerlendirmelerine
daha önce işaret edilmişti (bk. s. 72-73).
3. Şuayb el-Arnaut neşri
Bugüne
kadar 20’den fazla tab’ı yapılmış, önemli neşirlerden biridir. Hadislerin
tahkik, tahric ve ta’liki yapılmıştır. Bu eserin mukaddimesinde de, Riyâzü’s-sâlihîn’deki
zayıf hadislerle ilgili şahsi değerlendirmelerden yukarıda söz edilmişti.
4. Abdülazîz Rebâh ve Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk neşri
Şuayb
el-Arnaût’un kontrolünden geçen ve bugüne kadar 15’in üstünde baskısı yapılan
bu neşirde, hadislerin kaynakları sadece cilt ve sayfa numaralarıyla verildiği
için, atıf yapılan baskılara sahip olmayanların istifadesi zordur. Çok yerde
rivayet farklılıklarına işaret edilmiş olması, garîb lafızların dipnotlarda
açıklanması, sûre ve âyet numaralarının metin içinde verilmesi, bu neşrin
faydalı yönleridir.
5. Dârü’l-hayr neşri
Bir
ilim heyeti tarafından hazırlandığı belirtilen bu neşrin en önemli özelliği,
İbni Allân’ın Delîlül-fâlihîn adlı yukarıda tanıttığımız
şerhinin son derece kısaltılmış bir özetinin, dipnotlar halinde verilmiş
olmasıdır. Bu yönüyle oldukça faydalı bir neşir sayılabilir.
6. Fâruk Hamâde neşri
Riyâzü’s-sâlihîn’in son zamanlarda hazırlanmış güzel neşirlerinden
biridir. Neşre hazırlayan Fâruk Hamâde, Rabat’taki V. Muhammed Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi Sünnet ve İlimleri Kürsüsü profesörlerindendir. Eserin ilk
baskısı 1409/1988 senesinde yapılmıştır.
Bu
neşirde, âyet ve hadislerin tahkik, tahric ve ta’liki yapılmış ve her biri
dipnotlar halinde gösterilmiştir. Hadislerin kaynaklarına işaret edilirken,
önce cilt ve sayfa numaraları verilmiş, sonra da parantez içerisinde alındığı
kaynaktaki kitap ve bab adı gösterilmek suretiyle, herkesin kolaylıkla
faydalanabileceği bir sistem geliştirilmiştir.
Anlamları
kapalı olan kelime ve tabirler açıklanmış, hadislerin delâlet ettiği önemli
hükümlere de zaman zaman yer verilmiştir. Bu özellikleriyle eser, istifadesi
kolay ve yaygın olan neşirlerin ön sıralarında yer alır. Bütün bu iyi
özellikleri yanında, ne yazık ki imlâ hatalarının çokluğu eser için bir
kusur teşkil etmektedir.
Biz,
sistematiği açısından tercümemizde bu baskıyı esas aldık.
Riyâzü’s-sâlihîn’in bunlar dışında da neşirleri olduğu şüphesizdir.
Başta da ifade ettiğimiz gibi, biz görebildiklerimiz arasında önemli
bulduklarımıza işaret etmekle yetindik.
H. Tercümeleri
Riyâzü’s-sâlihîn’in, Türkçe’ye bir kaç ayrı tercümesi yapılmıştır.
Bunların ilki, Hasan Hüsnü Erdem (1 ve 2. ciltler Kıvamüddin Burslan ile
birlikte) tarafından yapılan ve Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında 3
cilt olarak neşredilen tercümedir. Eser, daha sonra Mehmet Emre, Sıtkı Gülle,
Salih Uçan ve İhsan Özkes tarafından da tercüme edilmiş ve çeşitli yayınevleri
tarafından neşredilmiştir. İhsan Özkes’in tercümesi hadislerin kısa
açıklamalarını da ihtiva etmektedir. Diğer tercümelerin hepsi sadece hadis
metinlerinin Türkçeleştirilmesinden ibarettir.
Riyâzü’s-sâlihîn, başka dillere de tercüme edilmiştir. Bizim tesbit
edebildiğimiz kadarıyla, İngilizce’ye iki ayrı tercümesi yapılmıştır. Bunlardan
biri Abdur Rehman Shad tarafından iki cilt halinde yapılan tercüme olup,
(Lahore – Pakistan l988) neşredilmiştir. Diğeri de S.M. Madni Abbasi tarafından
yapılan yine iki cilt halindeki tercüme olup, (Riyadh bty.) o da
yayınlanmıştır.
Riyâzü’s-sâlihîn’in Fransızca’ya yapılan tercümeleri de vardır.
Bunlardan biri Saîd Al-Laham tarafından yapılmış olup (Dar el-Fiker, Beyrouth -
Liban, l991) neşredilmiştir. Bir başka tercüme de Fawzi Chaban tarafından
yapılanı olup, o da (Dar al-Kutub al-Ilmiyah, Beyrouth - Liban bty.) iki cilt
halinde neşredilmiştir.
Riyâzü’s-sâlihîn’in daha başka dillere yapılmış tercümelerinden söz
edilmekte ise de biz bu konuda herhangi bir bilgi ve belgeye rastlayabilmiş
değiliz.
Kaynaklar
Abdülmevcûd
Muhammed Abdüllatîf, Keşfu’l-lisâm an esrâri tahrîci hadîsi
Seyyidi’l-enâm, I-II, Kahire 1404/1984.
Abdülganî
Dakr, el-İmâm en-Nevevî, Dımaşk 1407/1987.
Abdülganî
Abdülhâlık, Hücciyyetü’s-sünne, Beyrut 1407 (l986).
Abdülkâdir
en-Nuaymî, ed-Dâris fî târîhi’l-medâris (nşr. Ca`fer
el-Hasenî), Kahire 1988.
Ahmed
Abdülazîz Kasım el-Haddâd, el-İmâm en-Nevevî ve eseruhû fi’l-hadîs ve
`ulûmihî, Beyrut 1413/1992.
Bağdatlı
İsmail Paşa, Îzâhu’l-meknûn (nşr. Kilisli Muallim Rifat -
Şerefeddin Yaltkaya), İstanbul 1945-47.
Brockelmann, GAL,
Suppl. Leiden 1937-1943.
Cemâleddin
el-Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, Dımaşk l935(1353).
Çakan
İsmail.L., Anahatlarıyla Hadis, İstanbul l982,
İbn
Aşûr, Makâsıdu’ş-şerî’a (trc. Mehmet Erdoğan-Vecdi Akyüz),
İstanbul 1988.
İbn
Kâdî Şühbe, Tabakâtü’ş-Şâfi`iyye (nşr. Abdülalîm Han), Beyrut
1407/1987).
İmam
eş-Şâfiî, er-Risâle (nşr. A. M. Şâkir), Kahire 1940/1358.
İsnevî, Tabakâtü’ş-Şâfi`iyye (nşr.
Abdullah el-Cübûrî), Riyad 1400/1980.
Karâfî, el-İhkâm (nşr.
Ebû Gudde), Halep 1967.
Kâtip
Çelebi, Keşfü’z-zünûn (nşr. Kilisli Muallim Rifat - Şerefeddin
Yaltkaya), İstanbul 1360-62/1941-43.
Kehhâle, Mu’cemü’l-müellifîn,
Dımaşk 1376-81/1957-81.
Kurtubî, el-Câmi’
li ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Kahire 1387.
Kütübî, Fevâtü’l-Vefeyât (nşr.
İhsan Abbas) Beyrut 1973-74.
M.
Lokman es-Selefî, İhtimâmü’l-muhaddisîn bi nakdi’l-hadîs seneden ve
metnen, Riyad 1487/1987.
Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî,
I-X, Kahire 1359.
Muhammed
Zekeriyyâ Kândehlevî, Evcezü’l-mesâlik ilâ Muvattai Mâlik, Beyrut
1410-1989.
Mustafa
es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi’t-teşrî’i’l-İslâmî, Kahire
1961.
Müneccid, Mu`cemü’l-müerrihîne’d-Dımaşkıyyîn,
Beyrut 1978.
Serkis, Mu`cemü’l-matbû`âti’l-arabiyye
ve’l-mu`arrebe, Kahire 1928-30.
Sübkî,
Tabakâtü’ş-Şâfi`iyyeti’l-kübrâ (nşr. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî ve Abdülfettâh
Muhammed el-Hulv), Kahire 1383-96/1964-75.
Süyûtî, el-Minhâcü’s-sevî
fî tercemeti’l-imâm en-Nevevî (nşr. Ahmed Şefîk Demc), Beyrut 1408/1988.
Süyûtî, Miftâhu’l-cenne
fi’l-ihticâc bi’s-sünne, 1402 (baskı yeri yok),
Shad,
Abdur Rehman, Riyâd as-sâlihin, Lohore-Pakistan, 1988 (Muhammed
İkbal Sıddîkî’nin önsözü, s. IX-XIV).
Tâhir
el-Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar ilâ usûli’l-eser, Kahire 1910/1328.
W.
Heffening, “Nevevî”, İslam Ansiklopedisi, IX, 222-223.
Zebîdî, Tâcü’l-`arûs,
nvy maddesi.
Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz,
Haydarâbâd 1375-77/1955-58.
Ziriklî, el-A`lâm Beyrut 1984.
رياض الصالحين
تأليف
الإمام أبي زكريا يحيى بن شرف النووي الدمشقيّ
631 – 676 هـ
كتاب مقاصد العارفين
كتاب الأدب
كتاب أدب الطعام
كتاب اللباس
كتاب آداب النوم
كتاب السلام
كتاب عيادة المريض
كتاب آداب السفر
كتاب الفضائل
كتاب الاعتكاف
كتاب الحج
كتاب الجهاد
كتابُ العِلم
كتابُ حمد الله تعالى وشكره
كتابُ الصلاة على رسول الله صلى الله عليه
وسلم
كتاب الأذكار
كتاب الدعوات
كتاب الأمور المنهي عنها
كتاب المنثورات والملح
كتاب الاستغفار
كتاب بيان ما أعدّ الله تعالى للمؤمنين في
الجنة
مقـــدمة المؤلف
النسخة المعتمدة للمراجعة وعزو الصفحات:
دار النشر: مؤسسة الرسالة
الطبعة الثانية
السنة: 1997
تحقيق: شعيب الأرنؤوط
الْحَمْدُ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ،
الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ، مُكَوِّرِ اللَيْلِ عَلَى النَّهَارِ، تَذْكِرَةً لأُولِي
الْقُلُوبِ وَالأَبْصَارِ، وَتَبْصِرَةً لِذَوِي الألبَابِ وَالاعْتِبَارِ،
الَّذِي أَيْقَظَ مِنْ خَلْقِهِ مَنِ اصْطَفَاهُ فَزَهَّدَهُمْ فِي هذِهِ الدَارِ،
وَشَغَلَهُمْ بِمُرَاقَبَتِهِ وإِدَامَةِ الأَفْكَارِ، وَمُلاَزَمَةِ الاتِّعَاظِ
وَالأذكَارِ، وَوَفَّقَهُمْ لِلدَّأبِ فِي طَاعَتِهِ، وَالتَأَهُّبِ لِدَارِ
الْقَرَارِ، وَالْحَذَرِ مِمَا يُسْخِطُهُ وَيُوجِبُ دَارَ الْبَوَارِ،
وَالْمُحَافَظَةِ عَلَى ذلِكَ مَعَ تَغَايُرِ الأَحْوَالِ وَالأَطْوَارِ. أحْمَدهُ
أَبْلَغَ حَمْدٍ وَأَزْكَاهُ، وَأَشْمَلَه وَأَنْمَاه. وَأَشْهَدُ أَنْ لاَ إلَه
إِلاَّ الله الْبَرُّ الْكَرِيمُ، الرَؤُوفُ الرَّحِيمُ، وَأَشْهَدُ أَنَ
مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ، وَحَبِيبُهُ وَخَلِيلُهُ، الْهَادِي إِلَى
صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ، وَالدَّاعِي إِلَى دِينٍ قَوِيمٍ. صَلَوَاتُ اللهِ
وَسَلاَمُهُ عَلَيْهِ، وَعَلَى سَائِرِ النَّبِيّينَ، وَآلِ كُلّ، وَسَائِرِ
الصَّالِحِينَ. أمَا بَعْدُ: فَقَدْ قَالَ الله تَعَالَى: {وَمَا خَلَقْتُ
الْجِنَّ وَالإنْسَ إِلاَ لِيَعْبُدُونِ * مَا أرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْق وَمَا
أرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ}[الذاريات: 56-57] وَهذَا تَصْرِيح بأَنَّهُمْ خُلِقُوا
للعِبَادَةِ، فَحَقَّ عَلَيْهِمُ الاعْتِنَاءُ بِمَا خُلِقُوا لَهُ وَالإعْرَاضُ
عَنْ حُظُوظِ الدُّنْيَا بالزَّهَادَةِ، فَإِنَّهَا دَارُ نَفَادٍ لاَ مَحَلُّ
إِخْلادٍ، ومَرْكَبُ عُبُورٍ لا مَنْزِلُ حُبُورٍ، ومَشْرَعُ انْفِصَامٍ لا
مَوْطنُ دَوَامَ. فَلِهذَا كَانَ الأَيْقَاظُ مِنْ أَهْلِهَا هُمُ الْعُبَّادَ،
وَأَعْقَلُ النَاسِ فِيهَا هُمُ الزُهَّادَ. قَال اللهُ تعالى: {إنَمَا مَثَل
الْحَيَاةِ الدُنْيَا كَماءٍ أَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَمَاءِ فَاخْتَلَط بِهِ
نَبَاتُ الأَرْضِ مِمَا يَأْكُلُ النَاسُ والأنعَامُ حَتَى إِذَا أَخَذَتِ
الأَرْضُ زُخْرُفَهَا وازّينَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أنهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا
أَتَاهَا أمْرُنَا لَيْلاً أَوْ نَهاراً فَجَعَلْنَاهَا حَصِيداً كأنْ لَمْ تَغْنَ
بِالأَمْسِ كَذلِكَ نُفَصِّل الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفكَرُونَ}[يونس: 24] والآياتُ
في هذا المعنى كَثِيرةٌ. ولَقدْ أَحْسَنَ الْقَائِلُ:
إنّ لِلَّهِ عبَاداً
فُطَنَــا طَلَّقُوا الدُنْيَا وَخَافُوا الْفتَنَا
نَظَرُوا فِيهَا فَلَمَا
عَلمُوا
أنَّهَا لَيْسَتْ لِحي وَطَنَـا
جَعَلُوهَا لُجَّةً
واتَّخَذُوا
صَالِحَ الأَعْمَالِ فِيها سُفُنَا
فإِذا كَان حالُها ما وصفْتُهُ، وحالُنا
ومَا خُلِقْنَا لَهُ مَا قَدَّمتُهُ ؟ فَحَقّ عَلَى الْمُكَلَّفِ أَنْ يَذْهَب
بِنَفْسِهِ مَذْهَبَ الأخْيَارِ، ويَسْلُكَ مَسْلَكَ أُولِي النُّهَى
وَالأَبْصَارِ، وَيَتَأَهَّب لَمَا أَشَرتُ إِلَيهِ، وَيَهْتَمَّ بِمَا نبَّهْتُ
عَلَيْهِ. وَأَصْوَبُ طَرِيقٍ لهُ فِي ذلِكَ، وَأَرْشَدُ مَا يَسْلُكُهُ مِنَ
الْمَسَالِكِ: التأَدُّبُ بِمَا صَحَ عَنْ نَبِيِّنَا سَيَدِ الأَوَّلِينَ وَالآخرِينَ،
وَأَكْرَمِ السَّابِقِينَ وَاللاَحقِينَ. صَلَوَاتُ اللَّهِ وَسَلاَمُهُ عَلَيْهِ
وَعَلى سَائِرِ النَبِيينَ. وَقَدْ قَالَ الله تَعَالَى: {وَتَعَاوَنُوا عَلَى
الْبِر وَالتَقوَى} [المائدة: 2] وَقَدْ صَحَّ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه
و سلم أنهُ قَالَ: ((وَاللهُ فِي عَوْنِ الْعَبْدِ مَا كَانَ الْعَبْدُ فِي عَوْنِ
أَخِيهُ)) وَأنَّهُ قَالَ: ((مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ أَجْرِ
فَاعِلِهِ)) وَأَنّهُ قَالَ: ((مَنْ دَعَا إِلَى هُدىً كَانَ لَهُ مِنَ الأَجْرِ
مِثْلُ أُجُورِ مَنْ تَبِعَهُ لا يَنْقُصُ ذلِكَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئَاً))
وَأنَهُ قَالَ لِعَلِيٍّ رَضِيَ الله عنهُ: ((فَواللهِ لأَنْ يَهْدِي اللهُ بِكَ
رَجُلاَ وَاحِداً خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمِ)). فَرَأَيْتُ أَنْ أَجْمَعَ
مُخْتَصَراً مِنَ الأَحَادِيثِ الصَّحِيحَةِ، مُشْتَمِلاً عَلَى مَا يكَوِّنُ
طَرِيقاً لِصَاحِبِهِ إِلَى الآخِرَةِ، وَمُحَصِّلاَ لآدَابِهِ الْبَاطِنَةِ
وَالظَّاهِرَةِ، جَامِعاَ لِلتَّرْغِيبِ وَالتَّرْهِيبِ وَسَائِرِ أَنْوَاعِ
آدَابِ السَّالِكِينَ: مِنْ أَحَادِيثَ ا لزُهْدِ، وَرِيَاضَاتِ النُفُوسِ،
وَتَهْذِيبِ الأَخْلاَقِ، وَطَهَارَاتِ الْقُلُوبِ وَعِلاَجِهَا، وَصِيَانَةِ ا
لْجَوَارِحِ وَإزَالَةِ اعْوِجَاجِهَا، وَغَيْرِ ذلِكَ مِنْ مَقَاصِدِ
الْعَارِفِينَ. وَأَلْتَزِمُ فِيهِ أَنْ لاَ أَذكُرَ إِلا حَدِيثاً صَحِيحاً مِنَ
الْوَاضِحَاتِ، مُضَافاً إِلَى الْكُتُبِ الصَّحِيحَةِ الْمَشْهُورَاتِ،
وَأُصَدِّرَ الأَبْوَابَ مِنَ الْقُرْآنِ الْعَزِيزِ بِآياتٍ كَرِيمَاتٍ،
وَأُوَشِّحَ مَا يَحْتَاجُ إِلَى ضَبْطِ أَوْ شَرْحِ مَعْنىً خَفِيّ بِنَفَائِسَ
مِنَ التَنْبِيهَاتِ. وَإِذَا قُلْتُ فِي آخِرِ حَدِيثٍ: مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ،
فَمَعْنَاهُ: رَوَاهُ البُخارِيّ وَمُسْلِم. وَأَرْجُو إِنْ تَمَّ هذَا الْكِتَابُ
أَنْ يَكُونَ سَائِقاً لِلْمُعْتَنِي بِهِ إِلَى الْخَيْرَاتِ، حَاجِزاً لَهُ عَنْ
أَنْوَاعِ الْقَبَائحِ وَالْمُهْلِكَاتِ. وَأَنَا سَائِلٌ أَخاً انْتَفَعَ
بِشَيْءٍ مِنْهُ أنْ يَدْعُوَ لِي، وَلِوَالِدَيَّ، وَمَشَايِخِي، وَسَائِرِ
أَحْبَابِنَا، وَالْمُسْلِمِينَ أَجْمَعِينَ، وَعَلى اللَّهِ الْكَرِيمِ
اعْتِمَادِي، وَإلَيْهِ تَفْوِيضي وَاسْتِنَادِي، وَحَسْبِيَ اللهُ ونِعْمَ الْوَكِيلُ، وَلاَ حَوْلَ
وَلاَ قُوَةَ إِلاَّ بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ.
MÜELLİFİN
MUKADDİMESİ
Bismillahirrahmânirrahîm
Bir
tek, mutlak gâlip, sonsuz kudret sahibi, çok bağışlayıcı olan, gönül ehli ve
basiret sahiplerine bir hatırlatma, akıl ve düşünce ehline bir ibret olsun diye
geceyle gündüzü birbirine katan Allah’a hamdolsun. Allah, yarattığı kullarından
bir kısmını seçip, bu dünyada zühd ehlinden kıldı. Onları, emir ve yasaklarını
gözetme, devamlı olarak düşünme, öğüt dinleyip sapıklıktan uzak durma,
unuttuktan sonra hatırlama ve gafletten sonra uyanma meziyetleriyle donattı.
Onları, Allah’a itaatta ve âhirete hazırlıkta, gazabını gerektirecek davranış
ve cehenneme girmelerine sebep olacak işlerden sakınmada, zamanın ve şartların
değişmesine rağmen güzel hallerini korumada başarılı kıldı.
Hamdin
en yücesi, en üstünü, en şümullüsü ve en mükemmeliyle Allah’a hamdederim. Kullarına
çok iyilik yapan ve Kerîm olan, onlara çok acıyan ve Rahîm olan Allah’tan başka
ilâh olmadığına, Efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
O’nun kulu ve resûlü, sevgilisi ve dostu olduğuna, dosdoğru yola ulaştırıp, en
kâmil dine dâvet ettiğine kesinlikle inanırım. Allah’ın salât ve selâmı, onun,
bütün peygamberlerin, herbirinin inanmış dostlarının ve diğer sâlih kimselerin
üzerine olsun.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de
istemiyorum” [Zâriyât sûresi (51), 56-57]. Bu âyet, onların ibadet
için yaratıldıklarını açıkça ifade eder. O halde onların, yaratılış gayelerine
özen göstermeleri, zühd yolunu tutarak dünyanın geçici zevklerinden yüz
çevirmeleri gerekir. Çünkü bu dünya geçici bir yurt olup, ebedî kalınacak bir
yer değildir. Dünya âhiretin bineği olup, kalıcı bir sevinç ve neş’e yeri de
değildir. Ayrılık yeridir; sürekli vatan değildir. Bu sebeple, dünya halkının
en uyanıkları, Allah’a en iyi kulluk yapanlardır. İnsanların en akıllı olanları
da zâhidler, dünyaya bağlanıp kalmayanlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Dünya
hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların
yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer.
Nihayet yeryüzü zînetini takınıp rengârenk süslendiği ve sahipleri de onun
üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz
ona emrimiz gelir de, onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak
biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi
böyle açıklıyoruz” [Yûnus sûresi (10), 24]. Bu anlamda âyetler çoktur.
Şâir ne güzel söyler:
Allah’ın
son derece anlayışlı akıllı ve zekî kulları vardır
Onlar
dünyayı terkettiler ve fitnelerden korktular
Dünyaya
bakıp şu gerçeği iyice anladılar
Burası
diriler için kalıcı bir vatan değildir
Neticede
bu dünyayı bir deniz sayıp
Sâlih
amelleri kendilerine gemiler edindiler
Dünyanın
hali, bizim halimiz ve yaratılış gayemiz anlattığım gibi olunca, sorumluluk
taşıyan herkesin, seçkin ve hayırlı kimselerin izinden gitmesi, olgun akıl ve
keskin görüş sahiplerinin yoluna girmesi icap eder. Ayrıca belirttiğim
hususlarda hazırlık yapması, uyardığım konulara özen göstermesi gerekir. Bunu
elde etmek için her mükellefin girmesi gereken en doğru yol, önce ve sonra
gelenlerin efendisi, önden giden ve onları takip edenlerin en seçkini olan
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih hadisleriyle
edeplenmektir. Allah’ın salât ve selâmı onun ve diğer peygamberlerinin üzerine
olsun. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvâ üzerinde
yardımlaşın” [Mâide sûresi (5), 2]. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sahîh hadislerinde şöyle buyurdu: “Kul,
din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da kulunun
yardımcısıdır” (Müslim, Zikr 37-38; Ebû Dâvûd, Edeb 60; Tirmizî,
Hudûd 3). “Bir hayra öncülük eden kimseye onu yapan gibi sevap
vardır” (Müslim, İmâre 133; Ebû Dâvûd, Edeb 115; Tirmizî, İlim
14). “Bir kimse doğru yola dâvet ederse, ona uyanların sevabı
kadar kendisi için de sevap vardır. Bu ona uyanların sevabından bir şey
eksiltmez” (Müslim, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15). Peygamber
Efendimiz Hz. Ali’ye şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, senin
aracılığınla bir tek kişinin hidâyete ermesi, dünya nimetlerinin en
kıymetlisine sahip olmandan daha hayırlıdır” (Buhârî, Cihâd
102, 143; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 34). Bütün bu emirler sebebiyle,
sahibi için âhiret yolunun azığı olacak, bâtınî ve zâhirî edepleri kazandırıcı,
iyi davranışlara teşviki, çirkin olanlardan uzak durmayı, Allah yolunda
gidenlerin edeplerinden olan zühdü, nefis terbiyesini, ahlâkı güzelleştirmeyi,
kalp temizliğini ve bunun çarelerini, uzuvları günahlardan korumayı ve
sapmalarını önlemeyi, bütün bunların yanında âriflerin amaçlarını
gerçekleştirmelerini temin edecek, sahih hadislerden müteşekkil muhtasar bir
kitap meydana getirmeyi uygun gördüm.
Bu
esere, sahih hadisleri ihtiva eden meşhur kitaplardan, sahihliği sâbit olanlar
dışında bir hadis almamaya özen gösterdim. Her konuya Kur’ân-ı Kerîm’den
âyetlerle başlamayı, anlamları kapalı olup açıklamaya ihtiyaç hissettiren
kelimeleri açıklamayı uygun buldum. Bir hadisin sonunda “müttefekun
aleyh” dediğimde, bunun anlamı “Bu hadisi Buhârî ve Müslim
müştereken rivayet ettiler” demektir.
Bu
kitap tamamlanınca, buna uymaya özen gösterenleri hayırlara sevkedeceğini,
kötülüklerin, yıkıcı ve helâk edici davranışların her çeşidine engel teşkil
edeceğini umarım. Bu kitaptan istifade edecek kardeşlerimin bana, ana ve
babama, hocalarıma, diğer dostlarıma ve bütün müslümanlara duâcı olmalarını
istiyorum. Benim güvenim Kerîm olan Allah’adır. İşimi yalnızca ona havale
ederim; dayanağım da sadece O’dur. Allah bana yeter, O ne güzel vekîldir.
Kötülüklerden kaçmaya kuvvet, iyilikleri yapmaya kudret, ancak Azîz ve Hakîm
olan Allah’ın yardımıyladır.
بسمِ اللَّهِ الرَّحمنِ الرَّحِيمِ
كتاب مقاصد العارفين
1 - باب الإِخلاصِ وإحضار النيَّة
في جميع الأعمال والأقوال والأحوال البارزة والخفيَّة
İHLÂS VE NİYET GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE, SÖZLERDE
VE HALLERDE İYİ NİYET VE İHLÂS
Âyetler
قَالَ اللَّه تعالى : { وَمَا أُمِرُوا
إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا
الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ }
1. “Onlara sadece şu emredilmişti: Bâtıl dinleri
bırakarak yalnız Allah’a yönelip ona itaat etsinler, namazı kılsınlar, zekâtı
versinler. İşte doğru din
budur.”
Beyyine sûresi (98), 5
Yahudi
ve hıristiyanlara tıpkı İbrâhim aleyhisselâm gibi olmaları,
Allaha hiçbir şeyi ortak koşmamaları, ona kayıtsız şartsız boyun eğmeleri,
mütevâzi ve saygılı davranmaları emrolunmuştu. Kendilerinden sapık fikirleri
bırakmaları, yalnızca Allah’a ibadet edip namaz kılmaları, zekât vermeleri
istenmişti. Zaten Allah tarafından gönderilen bütün kitaplarda yazılan budur.
Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse ilâhî dinlerde değişmeyen üç esas vardır:
Allah’a imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek. Fakat onlar bu emirlere
uymadılar. İşte bu sebeple müslümanların ihlâs, samimiyet ve dürüst bir niyetle
Allah’ın buyruklarını yerine getirmeye çalışmaları şarttır. Cenâb-ı Hakk’ın
emirlerine uymayan yahudi ve hıristiyanlara hiçbir şekilde benzememeleri
gerekmektedir.
وقَالَ تعالى : { لَنْ يَنَالَ
اللَّهَ لُحُومُهَا وَلا دِمَاؤُهَا وَلَكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنْكُمْ }
2. “Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a
ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve samimiye-tiniz ulaşır.”
Hac sûresi (22), 37
Kurbanın
akıtılan kandan ve dağıtılan etten ibaret olduğu zannedilir. İnsanlar için
durum böyle olabilir. Allah Teâlâ kurbanın ne etine, ne de kanına bakar. Onun
için önemli olan, hayvanın sırf Allah rızâsı için kesilmesidir. Kurban edilen
hayvan Allah rızâsı için kesilmiyorsa, o kurbanın hiçbir değeri yoktur. Cenâb-ı
Hakk’ın değer verdiği, karşılığında mükâfat yazdığı şey insanın ihlâsı, iyi
niyeti ve samimiyetidir.
وقَالَ تعالى : { قُلْ إِنْ تُخْفُوا
مَا فِي صُدُورِكُمْ أَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللَّهُ } .
3. “De ki, gönlünüzdeki
duyguları saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.” Âl-i İmrân sûresi (3), 29
Gizlilik
veya açıklık insanlar için söz konusudur. Allah Teâlâ insanların gözlerden
uzakta gizlice yaptığı şeyleri bildiği gibi, kalblerinden geçen duygu ve
düşünceleri de bilir. Allah’a inanan, onun gönderdiği dini benimseyen bir kimse
bütün davranışlarını, hatta gönlünden geçen duyguları bile kontrol etmelidir.
Hadisler
1- وعَنْ أَميرِ الْمُؤْمِنِينَ أبي حفْصٍ
عُمرَ بنِ الْخَطَّابِ بْن نُفَيْل بْنِ عَبْد الْعُزَّى بن رياح بْن عبدِ اللَّهِ
بْن قُرْطِ بْنِ رزاح بْنِ عَدِيِّ بْن كَعْبِ بْن لُؤَيِّ بن غالبٍ القُرَشِيِّ
العدويِّ . رضي الله عنه ، قال
: سمعْتُ رسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم يقُولُ
« إنَّما الأَعمالُ بالنِّيَّات ، وإِنَّمَا
لِكُلِّ امرئٍ مَا نَوَى ، فمنْ كانَتْ هجْرَتُهُ إِلَى الله ورَسُولِهِ فهجرتُه
إلى الله ورسُولِهِ ، ومنْ كاَنْت هجْرَتُه لدُنْيَا يُصيبُها ، أَو امرَأَةٍ
يَنْكحُها فهْجْرَتُهُ إلى ما هَاجَر إليْهِ
» متَّفَقٌ على صحَّتِه. رواهُ إِماما المُحَدِّثِين:
أَبُو عَبْدِ الله مُحَمَّدُ بنُ إِسْمَاعيل بْن إِبْراهيمَ بْن الْمُغيرة بْن
برْدزْبَهْ الْجُعْفِيُّ الْبُخَارِيُّ، وَأَبُو الحُسَيْنِى مُسْلمُ بْن
الْحَجَّاجِ بن مُسلمٍ القُشَيْريُّ النَّيْسَابُوريُّ رَضَيَ الله
عَنْهُمَا في صَحيحيهِما اللَّذَيْنِ هما أَصَحُّ الْكُتُبِ الْمُصَنَّفَة .
1. Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu
anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken
dinledim, dedi:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes
yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne
varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne
hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına
kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre
değerlenir.”
Buhârî,
Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel
1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd
16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26
Hz. Ömer
Hz. Ömer Kureyş kabilesinin Benû Adî kolundan olup
soyu Peygamber Efendimiz’in soyu ile birleşir. Hadisimizin başında Nevevî’nin
zikrettiği bu nesep zinciri şöyledir:
Ömer - Hattâb - Nüfeyl- Abdüluzzâ - Riyâh - Abdullah -
Kurt - Rezâh - Adî - Ka`b - Lüey - Gâlib
Hz. Ömer Resûl-i Ekrem’den 10 yaş kadar küçüktü.
İslâmiyet ile şereflenmeden önce müslümanlara pek eziyet ederdi. Nüfuzuyla, güç
ve kuvvetiyle tanınmış bir yiğit olduğu için, onun müslüman olması diğer
müslümanları güçlendirdi. İslâm ile şereflendiği gün Kâbe’ye giderek namaz
kıldı. Diğer müslümanlar da ilk defa o gün Kâbe’de namaz kıldılar.
Medine’ye hicret edince, şehir merkezine bugün 3
km. uzaklıkta bulunan Kuba’ya yerleşti. Gün aşırı Resûl-i Ekrem’i ziyaret
ederek, bütün gün onun yanında kalırdı. Medine’de Hz. Ebû Bekir’le birlikte
Resûlullah’ın en büyük yardımcısı oldu. Onun katıldığı bütün savaşlarda
bulundu. Kızı Hafsa’yı onunla evlendirerek Hz. Peygamber’in kayın pederi olma
şerefini elde etti. Resûlullah Efendimiz’i o kadar derin bir muhabbetle severdi
ki, onun vefat ettiğini duyunca büyük bir şoka girdi. Kılıcını çekerek,
Peygamber öldü diyenleri ikiye biçeceğini söyledi.
Son derece doğru ve isabetli düşünürdü. Henüz hakkında
vahiy gelmeyen 15-20 önemli konuda Hz. Peygamber’e başvurarak o hususlarda âyet
indirmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesini istedi. Bazan da o konulardaki
kanaatini Hz. Peygamber’e arzetti. Hz. Ömer’in açıklık getirilmesini istediği
hususlarda âyetler nâzil oldu. Hakkında âyet nâzil olan bu konulara, Ömer’in
âyete uygun görüşleri anlamında “Muvâfakât-i Ömer” denmiştir
(Bu konuda geniş bilgi için bk. Tecrîd Tercemesi, II, 349-353).
Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra İslâm’ın ikinci
halifesi oldu. İran, Irak, Suriye, Mısır topraklarını İslâm ülkesine kattı.
Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İskenderiye onun zamanında fethedildi.
Basra, Kûfe, Musul gibi büyük şehirleri kurdu. Eşsiz adalet anlayışıyla, dünya
tarihinde benzeri görülmeyen adalet örnekleri verdi. Yardıma muhtaç olan
herkese maaş bağladı. Devlet idâresinde önemli yenilikler yaptı. İdârî, adlî,
mâlî ve askerî teşkilât kurdu. İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî ilimlerin
daha geniş muhitlere yayılması için faaliyet gösterdi. İslâmiyet’i uzun yıllar
boyu bizzat Resûlullah Efendimiz’den öğrenmesi sebebiyle İslâm Hukuku’nun
birçok meselesinde şahsî görüşleri vardı.
Hz. Ömer sert tabiatına rağmen pek mütevâzi bir
insandı. Yamalı gömlek giyer, dul kadınların evine sırtında su taşır, çıplak
döşemede yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği süresince
geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertlerine
çözüm getirirdi. Çok güzel konuşur, hikmetli sözler söylerdi. Mert ve doğru
sözlü olanları sever, kendini tenkid etseler bile onlara gücenmezdi. Halka
hitap ettiği birgün, yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını
sormuştu.
Cemaatten biri hemen ayağa kalkarak:
- Seni kılıcımızla doğrulturuz, demişti.
Hz. Ömer adamın cesaretini denemek için:
- Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret
ediyorsun? diye sormuş, o adamın gözünü kırpmadan:
- Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum, demesine
pek sevinmiş ve:
- Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak
olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var, demişti.
Hz. Ömer hicretin 24. yılında Zerdüşt bir köle
tarafından şehid edildi ve Hz. Peygamber’in ayakları dibine gömüldü.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir” hadisi, insanın kazanacağı sevap ve
günahlar ile yakından ilgili ve son derece önemlidir. Ahmed İbni Hanbel, Ebû
Dâvûd, Tirmizî, Dârekutnî gibi büyük âlimler, bu hadisle, İslâmiyet’in
üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Şâfiî, bu
hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din
ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmâm Buhârî ise, kitap
yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye
etmiştir.
Şimdi
niyetin ne olduğunu görelim:
Niyet,
bir işi Allah rızâsı için yapmayı kalbden geçirmektir.
İş
ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır.
Kalbimizle
yaptığımız işler, niyet ve düşüncelerimizdir.
Dilimizle
yaptıklarımız konuşmalarımızdır.
Organlarımızla
yaptığımız işler de fiil ve davranışlarımızdır. Sözler ve davranışlar çoğu
zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazan başlı başına bir ibadet olur.
Ameller
yâni yapılan işler niyete göre değer kazanır sözü, çoğu zaman organlarımızla
yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin
düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır.
Birinin malını meşrû olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah
korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.
Kalbden
geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu
esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.
Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye
katılmazsa, niyet makbul olmaz. 7. hadîs-i şerîfte görüleceği üzere Allah Teâlâ
bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer
verir.
Abdullah
İbni Ömer’in âlim ve zâhid oğlu Medine’nin yedi fakihinden biri olan Sâlim,
halife Ömer İbni Abdülazîz’e yazdığı mektupta şöyle demişti:
“Şunu
iyi bil ki, Allah Teâlâ’nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti
tam olursa, Allah’ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa,
Allah’ın yardımı da o kadar azalır.”
Herkesin
yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan
bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz
olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece
Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve
teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızasını hem de insanların takdirini
kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir
kıymeti yoktur. Yapılan işleri Allah katında değerli kılan bizim ihlâs ve
samimiyetimiz, yani o işleri sadece Allah rızası için yapmış olmamızdır. Meselâ
insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekât vermek şirk
derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir
mü’minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin
göreceği bir yerde namaz kılıp zekât vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle
bir mü’min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap
kazanmış olur.
İyi
niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel
davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz
ibretli bir misâlle ortaya koymuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde
ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teâlâ ona ne yaptığını
sorduğunda:
— Senin uğrunda
çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona:
— Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye
çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan
bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.
— İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak
için Kur’an okudum, diyecek. Allah Teâlâ ona:
— Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye
öğrendin. Kur’an’ı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de
denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura
getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona,
“cömert adam” desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi
onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir (Müslim, İmâre 152).
Bu
niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:
Aslında
ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir.
Meselâ yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini
düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan
kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı
düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.
Hadîs-i
şerîfimizde “Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret
etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır” buyuruluyor. Hicret,
bir şeyi terketmek demektir. Allah Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri terkedip
yapmamak da genel mânâda hicret sayılmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz:
“Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeyleri bırakan
kimsedir” buyurur (bk.
1569 nolu hadis).
Hadiste
sözü edilen hicretten maksat, kâfirlerin elinde bulunan vatanı bırakıp İslâm
yurduna göçmek demektir. Hz. Peygamber ile ashâbı, Mekke’den Medine’ye bu
maksatla göçmüşlerdir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in
söylemek istediği şudur:
Bir
adam hicret ederken dünyevî bir çıkar düşünmemiş, sadece Allah’ın rızasını
kazanmayı ve Resûlullah’ı hoşnut etmeyi hedef almışsa, hicreti makbûl olmuştur;
Allah ve Resûlü’ne hicret etme sevabını elde etmiştir. Kim de hicret ediyor
görünse bile, aslında bir dünyalık elde etme veya bir kadınla evlenme arzusuyla
yola çıkmışsa, onun hicreti makbul sayılmaz ve hiçbir sevap kazanamaz. Bu
gerçeği Allah Teâlâ şöyle belirtmiştir:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını
çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun âhirette bir
nasibi olmaz” [Şûrâ
sûresi (42), 20].
Bu
hadîs-i şerîfin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:
Sahâbîlerden
biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays
Medine’ye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahâbîye,
niyeti ciddî ise Medine’ye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder.
Mekke’deki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahâbî Ümmü Kays’la
evlenmek arzusuyla Medine’ye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen
sahâbîler, Ümmü Kays’ın muhâciri anlamında “Muhâciru Ümmü Kays” diye
takıldıkları o zâtın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar.
İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfle meseleye açıklık getirerek
herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.
Hadisten Öğrendiklerimiz:
1.
Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2.
Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart
değildir.
3.
Allah rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4.
İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır.
5.
İhlâs, niyet sağlamlığı demektir.
2- وَعَنْ أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ أُمِّ
عَبْدِ اللَّهِ عَائشَةَ رَضيَ الله عنها قالت: قال رسول الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم: «يَغْزُو جَيْشٌ الْكَعْبَةَ فَإِذَا
كَانُوا ببيْداءَ مِنَ الأَرْضِ يُخْسَفُ بأَوَّلِهِم وَآخِرِهِمْ ». قَالَتْ :
قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ، كَيْفَ يُخْسَفُ بَأَوَّلِهِم وَآخِرِهِمْ وَفِيهِمْ
أَسْوَاقُهُمْ وَمَنْ لَيْسَ مِنهُمْ ،؟ قَالَ : «يُخْسَفُ بِأَوَّلِهِم وَآخِرِهِمْ ، ثُمَّ يُبْعَثُون عَلَى
نِيَّاتِهِمْ » مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ : هذا لَفْظُ
الْبُخَارِيِّ .
2.
Mü’minlerin annesi Ümmü Abdullah Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
—Bir
ordu Kâbe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona
bütün ordu yere batacaktır.”
Hz.
Âişe der ki, bunun üzerine ben, Yâ Resûlallah, onların arasında ticaret için
yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere
batacaktır? diye sordum.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
—Hepsi birden yere batacak, âhirette yeniden
diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurdu.
Buhârî,
Büyû` 49; Hac 49, Müslim, Fiten 4-8. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 21; Nesâî,
Menâsik 112; İbni Mâce, Fiten 30
Hz. Âişe
Hz. Âişe, Peygamber Efendimiz’in eşi ve onun en yakın
arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in kızıydı. Âişe-i sıddîka diye
tanındı. Annesi Ümmü Rûmân, Peygamber Efendimiz’in çok değer verdiği bir
hanımdı.
Hz. Âişe, Efendimiz’e peygamberlik geldikten 4 yıl
sonra Mekke’de doğdu. Peygamber Efendimiz’e rüyasında bir meleğin 2-3 defa “Bu
senin hanımındır” diye Hz. Âişe’yi göstermesi üzerine, Efendimiz onunla
Medine’de, hicretin ikinci yılında evlendi.
Hz. Âişe Mescid-i Nebevî’ye bitişik 6 arşın
genişliğindeki küçücük bir eve gelin geldi. Evinin kapısı Mescid’e açıldığı
için Peygamber Efendimiz’in bütün sohbetlerini, vaaz ve hutbelerini dinlerdi.
Mükemmel zekâsı, kuvvetli hâfızası ve güzel konuşmasıyla Peygamber Efendimiz’in
takdirini kazanmıştı. Bu sebeple Efendimiz onunla konuşmaktan, bitip tükenmeyen
sorularına cevap vermekten zevk duyardı.
Peygamber Efendimiz’in evlendiği hanımlardan bâkire
olan sadece Hz. Âişe’ydi. Hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra en fazla onu
severdi.
Resûl-i Ekrem ile 8 yıl evli kalan Hz. Âişe’nin hiç
çocuğu olmadı. Hadisimizde geçen Abdullah’ın annesi anlamındaki Ümmü
Abdullah künyesini ona Peygamber Efendimiz verdi. Zira Araplarda
kadın, erkek herkes bir künye alırdı. “Teyze anne sayılır” buyuran
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah İbni
Zübeyr’den dolayı bu künyeyi verdi. Peygamber Efendimiz onun odasında vefat
ettiğinde Hz. Âişe daha 18 yaşındaydı.
Geceleri namaz kılar, çoğu zaman oruç tutardı.
Öksüz ve yetimleri himâye edip yetiştirir, sonra da onları evlendirirdi.
Tekrarlarıyla birlikte 2210 hadis rivayet etmiş
olan Hz. Âişe, sahâbe arasında en çok hadis bilen yedi kişiden biriydi.
Kur’ân-ı Kerîm’i bütün incelikleriyle anlar ve tefsir ederdi. Arap şiirini ve
soy bilgisi demek olan ensâp ilmini de çok iyi bilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’i,
hadîs-i şerîfleri, kısaca İslâmiyet’i pek çok insana öğretti.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra 47 yıl daha yaşadı.
Hicretin 58. yılında, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi 63 yaşında iken Medine’de
vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfte, Kâbe’yi yıkma niyetiyle yola çıkan bir ordunun başına gelecek felâket
haber verilmektedir. Bu çirkin olay, hamd olsun henüz meydana gelmedi;
fakat Beytullah dediğimiz bu Allah Evi, bugüne kadar birçok
defa saldırıya uğradı. Bu olaylardan biri Emevîlerin ilk yıllarında cereyan
etti:
Hz.
Âişe’nin yeğeni Abdullah İbni Zübeyr, hicretin 72. yılında
Emevîlere karşı halifeliğini ilân ederek Harem-i şerîfe sığındı. Emevîlerin vali
ve kumandanlarından Haccâc-ı Zâlim Mekke’yi kuşattı ve Kâbe’yi mancınıkla taşa
tuttu. Abdullah İbni Zübeyr arkadaşlarıyla birlikte onlara karşı kahramanca
savaşarak hicretin 73. yılında şehid düştü.
Bir
diğer Kâbe tahribi olayı, hicretin dördüncü asrında Karmatîler tarafından
yapıldı. Suûdî Arabistan’daki Ahsâ’da müstakil bir devlet kurmuş olan bu
insafsız insanlar, 317 (929) yılında Kâbe’yi tavaf eden birçok müslümanı
kılıçtan geçirerek Hacer-i esved’i yerinden söktüler ve alıp memleketlerine
götürdüler. Yirmi yıl sonra tekrar getirip yerine koydular.
Allah
Teâlâ’nın Kâbe’ye fillerle saldıran Ebrehe ordusunu nasıl perişan ettiği Fil
sûresinde anlatılmakta, ileride meydana geleceği anlaşılan bu olayda da Kâbe’yi
koruyacağı görülmektedir. Fakat kıyamet yaklaştığı zaman bu mübarek binanın
artık korunmayacağı, “Habeşlilerden ince bacaklı bir adamın Kâbe’yi
harap edeceği” güvenilir hadîs-i şerîflerde
belirtilmektedir (Buhârî, Hac 47, 49; Müslim, Fiten 57-59).
Kâbe’yi
yıkmaya gelen ordunun batacağı yer belli değildir.
Hâtıra
bir soru gelmektedir: Kâbe’ye bir kötülük düşünmeyen bazı suçsuz insanlar niçin
yere batırılacaktır?
Bunun
cevabı şudur: Öyle günâhlar vardır ki, onların cezası sadece yapanlara değil, o
günâhın yapılmasına göz yuman kimselere de erişir. Şu hâlde her koyun kendi
bacağından asılır, diye düşünmemeli, hadîs-i şerîfte haber verilen cinsten bir
belâ ile karşılaşmamak için kötülüklere aslâ göz yummamalı, meydan kötülere
bırakılmamalıdır. Şayet kötülere engel olunamıyorsa, onlardan süratle
uzaklaşılmalıdır.
Hadisimizin
hatırlattığı önemli konulardan biri, kötülerin yanında bulunmanın sakıncalarıdır.
Bu sakıncaların en önemlisi, onların fenalıklarının tıpkı bir hastalık gibi
etraftakilere bulaşmasıdır.
Ayrıca
iyi kimseleri kötülerle birlikte görenler, kötülerin yaptığı fenalığın önemsiz
olduğunu zannederler. Daha da beteri, fenaların başına gelecek ceza, hadiste
belirtildiği gibi, onların yanında bulunanları da yakıp kavuracaktır. Şu âyet-i
kerîme zâlimlerden uzak durma gereğine işaret etmektedir:
“Aranızdan sadece zâlimlere erişmekle kalmayacak
fitneden sakının!” [Enfâl
sûresi (8), 25].
Ne
var ki, kötüleri uyarmak da bir görevdir. Ahlâkı güzel, dinî bilgisi mükemmel
olan kimseler onların yanına gitmeli ve kendilerine iyiyi, doğruyu ve güzeli
anlatmalıdır.
Hâtıra
gelen sorulardan biri de şudur:
İleride
olacak hâdiseleri yâni gaybı yalnız Allah bildiği hâlde, kıyamete yakın meydana
gelecek bu olayı Hz. Peygamber acaba nereden öğrendi?
Bu
sorunun cevabı bir âyet-i kerîmede şöyle verilmektedir:
“Görünmeyeni (gaybı) bilen Allah’tır. O sırlarını kimseye
bildirmez. Ancak bu sırları dilediği peygamberine haber verir” [Cin
sûresi (72), 26-27].
Demekki
bu hâdiseyi Peygamber Efendimiz’e Allah Teâlâ bildirmiştir.
Hadisimizin
bize öğrettiği hususlardan biri de mâbed düşmanlarının hiç bir zaman eksik
olmayacağı, her devirde değişik tahrip silahlarıyla ve değişik görünümlerde
ortaya çıkacağıdır. Biz bütün mescidlere, câmilere Allah’ın evi deriz. Bütün
mâbedlerin kıblegâhı olan Kâbe ise en büyük Beytullah’tır. Onu yok etmeyi
aklına koyanlar eksik olmadığına göre, diğer mâbedlerin düşmanları her devirde
çıkacaktır.
Hadîs-i
şerîfte asıl anlatılmak istenen husus, niyetin önemidir. Kâbe’yi yıkmaya
gidenlerin arasında mâsum kimseler bulunabilir. Bunların bir kısmı savaşa zorla
götürülmüş olabilir. Bir kısmı da başka bir yere giderken onlara rastlamış
olabilir. Kötülük yapmayı düşünmediği hâlde kötülerin arasında bulunan
kimselerin dünyadaki cezası, onlarla birlikte yok olmaktır. Âhirette ise
niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir. Şayet niyetleri kötü ise cehenneme,
iyi ise cennete gideceklerdir.
Hadisten Öğrendiklerimiz:
1.
Ameller, niyetlere göre değer kazanır. Bir işi iyi niyetle yapanlar, onun
mükâfatını görürler. Kötü bir işi istemeden yapanlar ise, kötü niyetli
olmadıkları için, cezaya çarptırılmazlar.
2.
Zâlimlerin ve günahkârların arasında bulunmak, onların sayısını çok gösterir;
taraftarlarının artmasına yol açar.
3.
Zâlimlerden uzak durmayanlar, onların başına gelecek cezaya da ortak olurlar.
3- وعَنْ عَائِشَة رَضِيَ
الله عنْهَا قَالَت قالَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «لا هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ، وَلكنْ
جِهَادٌ وَنِيَّةٌ ، وَإِذَا اسْتُنْفرِتُمْ فانْفِرُوا» مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ . وَمَعْنَاهُ :
لا هِجْرَةَ مِنْ مَكَّةَ لأَنَّهَا صَارَتْ دَارَ إِسْلامٍ .
3. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet
edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Mekke
fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır. Allah yolunda
savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın.”
Buhârî,
Menâkıbü’l-ensâr 45, Cihâd 1, 27, 184; Müslim, Hac 445, İmâret 85. Ayrıca bk.
Tirmizî, Siyer 32; Nesâî, Bey`at 15
Açıklamalar
İslâmiyet’in
ilk yıllarında, Mekke’de, müslümanlara hayat hakkı tanımak istemeyen müşrikler,
onlara pek ağır işkenceler yapıyorlardı. Bu işkencelere dayanamayan bazı
müslümanlar Allah’ın emirlerini gönül huzuruyla yaşayabilmek için kendi
yurtlarını, yuvalarını terkettiler. Peygamber Efendimiz’in buyruğu
üzerine Habeşistan’a hicret ettiler. Daha sonraki yıllarda Medine,
müslümanların huzurla yaşayabileceği bir barınak hâline gelince, Efendimiz
oraya hicret edilmesini tavsiye etti. Bir müddet sonra kendisi de oraya göçtü.
Medine huzurlu bir İslâm diyarı olmakla beraber, burada bir İslâm devletinin
kurulması ve yaşatılması için oradaki müslümanların sayısı yeterli değildi.
Başka yerlerde bulunan müslümanların Medine’ye gelmesi bu bakımdan zorunlu idi.
Hicretin
8. yılı Ramazan ayında (Aralık 630) Mekke fethedilip de İslâm güneşinin ilk
doğduğu bu mübarek şehir İslâm diyarı olunca, artık oradan Medine’ye hicret
etmenin bir mânası kalmadı. Zira müslümanların yıllarca korkulu rüyası olan
Mekkeliler Hak dini kucaklamak zorunda kaldılar. Müslümanlara zararı
dokunabilecek kimseler ortadan kalkınca Resûl-i Kibriyâ da Mekke’den hicret
etme işini durdurdu. Böylece bu mübarek diyarın, dünya durdukça İslâm ülkesi
olarak kalacağına da işaret etmiş oldu.
Mekke’nin
fethi hem İslâm tarihi hem de İslâm’ın yaşanması bakımından önemli bir
başlangıç oldu. O tarihten itibaren müslümanlar güçlendiği için Medine’ye Hz.
Peygamber’in yanına gelerek ona destek olmaya gerek kalmadı. Hadîs-i
şerîfteki “Fakat cihad ve niyet vardır” ifadesi müslümanların
hicret sonrası yeni görevlerini belirlemektedir. Bu da İslâm’ı ve müslümanları
kalkındırmak için bir taraftan düşmanlarına karşı mücâdele vermek, cihad arzu
ve aşkını devamlı canlı tutmak, bir taraftan da İslâm’a hizmet etme ve Allah
rızasını kazanma niyetiyle, uzak diyarlara giderek ilim tahsil etmektir. Cihad
ruhuyla yetişen müslüman, “Haydin savaşa” dendiği zaman korkup kaçmayacaktır.
Allah’ın rızasını elde etmek için bir nevi geçici hicret olan
savaşa koşarak gidecektir.
Bütün
çabalara rağmen İslâm yurdundaki kötülere ve kötülüklere karşı başarı elde
edilemiyor, dinin buyrukları yaşanamıyorsa, o takdirde hicret yine gündeme
gelir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“Tövbe etme zamanı sona ermeden hicret etme zamanı da
sona ermez. Tövbe ise güneş battığı yerden doğuncaya kadar devam eder” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Cihâd
2; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 99). Demek oluyor ki, hayat
devam ettiği sürece ihlâs, samimiyet ve iyi niyet devam edecektir. İnsan bu
özellikleri hiçbir zaman bırakmayacaktır. Gerektiğinde Allah uğrunda canla
başla hizmet edecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Mekke fethedildikten sonra Medine’ye hicret etme mecburiyeti kalkmıştır.
2.
Bir ülke İslâm diyarı olunca, orayı bırakıp başka yere gitmemelidir. Orada
kalıp kötülerle ve kötülüklerle savaşılmalıdır. Bu da bir fayda sağlamıyorsa,
İslâmiyet’in rahatça yaşanacağı bir yere hicret edilebilir.
3.
Müslümanların, cihad aşkını hep canlı tutmaları, savaşa çağırılınca koşarak
gitmeleri gerekir.
4.
Yaşadığı yerden ayrılarak ilim tahsil etmek için başka yerlere ve ülkelere
giden müslüman, hicret etmiş gibi sevap kazanır.
4- وعَنْ أبي عَبْدِ اللَّهِ جابِرِ بْنِ
عَبْدِ اللَّهِ الأَنْصَارِيِّ رضِيَ الله عنْهُمَا قَالَ :كُنَّا مَع النَّبِيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم في غَزَاة فَقَالَ : «إِنَّ بِالْمَدِينَةِ لَرِجَالاً مَا
سِرْتُمْ مَسِيراً ، وَلاَ قَطَعْتُمْ وَادِياً إِلاَّ كانُوا مَعكُم حَبَسَهُمُ
الْمَرَضُ» وَفِي روايَةِ : «إِلاَّ شَركُوكُمْ في الأَجْرِ» رَواهُ مُسْلِمٌ .
4. Ebû
Abdullah Câbir İbni Abdullah el-Ensârî radıyallahu anhümâ şöyle
dedi:
—
Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile
birlikte bir gazvede bulunuyorduk. Buyurdu ki:
—Hastalıkları yüzünden Medine’de kalan öyle kimseler
var ki, siz bir yolda yürüdüğünüz veya bir vâdiyi geçtiğinizde, onlar da
sizinle birlikte gibidir.”
Bir
başka rivayete göre:
—Sevap kazanmada size ortak olurlar” buyurdu. (Müslim, İmâre
159)
Câbir İbni Abdullah
Hicretten 16 yıl önce Medine’de doğdu. Babası Uhud
Gazvesi’nde ilk şehid düşen sahâbî Abdullah İbni Amr İbni Harâm’dır. Babası
hayatta iken 9 kızkardeşine bakmak için savaşlara katılamamıştı. Babasının
vefatından sonra Peygamber Efendimiz’le birlikte 19 gazvede bulundu. Câbir
radıyallahu anh, İkinci Akabe bîatına katılan 70 kişilik heyetin en küçük
üyesiydi.
Peygamber Efendimiz Câbir’i çok severdi. Zaman zaman
onu devesinin arkasına bindirir, hastalandığında ziyaretine giderdi. Babası
geride bir hayli borç bırakarak şehid olduğu zaman Câbir bu borçları ödemekte zorluk
çekti. Çoğu yahudi olan alacaklılar borcunu hemen ödemesini istiyorlardı. Fakat
onun hurma bahçelerinden başka geliri yoktu. Üstelik o yıl mahsul de azdı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz toplanan hurmaları öbekler halinde yığdırdı. Mübarek
eline ölçeği alarak herkese alacağını vermeye başladı. Fahr-i Cihân
Efendimiz’in bir mûcizesi olarak Câbir’in bütün borçları ödendiği gibi
hurmaların hiç eksilmediği görüldü.
Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerken Efendimiz onunla
sohbet etti. Yeni evlendiğini, birçok borcu bulunduğunu öğrenince devesini
kendine satmasını istedi. Uzun bir pazarlıktan sonra, Medine’ye varınca teslim
etmek şartıyla Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Câbir’den devesini satın aldı. Câbir
deveyi teslim etmek üzere getirdiğinde, Resûlullah Efendimiz ona olan borcunu
ödedikten başka deveyi de kendisine hediye etti. Efendimiz’in bu eşsiz yardım
şekli ashâb-ı kirâmı duygulandırdı. Bu olay daha sonraları deve gecesi
anlamında Leyletü’l-baîr diye anıldı. Resûl-i Kibriyâ o gece Câbir için 25 defa
istiğfâr etti.
Binden fazla hadis rivayet ettikleri için “müksirûn”
diye anılan yedi sahâbîden biri olan Câbir radıyallahu anh, mükerrerleriyle
birlikte 1540 hadis rivayet etmiştir. Bizzat kendisinin Hz. Peygamber’den
duymadığı bir hadisi ashâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Üneys’in
bildiğini haber aldı. Bu hadis, üzerinde mazlum hakkı bulunan kimsenin cennete
giremeyeceğine dairdi. Câbir bu hadisi Peygamber Efendimiz’den duyan ilk
ağızdan bizzat işitmek istedi. Fakat bu sahâbî Şam’a yerleşmişti. Câbir
yılmadı. Bir deve satın alarak Medine’den yola çıktı. Bir ay süren uzun
bir yolculuktan sonra Şam’a vardı ve hadisi Abdullah İbni Üneys’e
sorarak öğrendi.
Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybetti ve 78
(697) yılında 94 yaşında Medine’de vefat etti. Medine’de en son vefat eden
sahâbî Câbir İbni Abdullah idi.
Allah ondan razı olsun.
1345
numara ile tekrar gelecek olan bu hadis bir sonraki hadisle beraber
açıklanacaktır.
-5ورواهُ البُخَارِيُّ عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ :رَجَعْنَا مِنْ غَزْوَةِ تَبُوكَ مَعَ
النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَقَالَ: «إِنَّ أَقْوَامَاً خلْفَنَا
بالمدِينةِ مَا سَلَكْنَا شِعْباً وَلاَ وَادِياً إِلاَّ وَهُمْ مَعَنَا ،
حَبَسَهُمْ الْعُذْرُ».
5. Enes radıyallahu
anh şöyle dedi:
—
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Tebük Gazvesi’nden
döndüğümüz sırada şöyle buyurdu:
-“Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır
ki, bir dağ yoluna, bir vâdiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi
sevap kazanırlar. Çünkü onları birtakım mâzeretleri alıkoymuştur.”
Buhârî, Megâzî 81, Cihâd 35. Ayrıca
bk. Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbni Mâce, Cihâd 6
Enes İbni Mâlik
Medineli olan Enes daha on yaşında bir çocukken
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu güzel şehre hicret etti. Annesi Ümmü Süleym,
onu elinden tutarak Resûlullah Efendimiz’e getirdi. Enes’in iyi bir çocuk
olduğunu söyleyerek onu Efendimiz’in hizmetine verdi. Enes akşama kadar
Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, akşam olunca da Kuba’daki evlerine
giderdi. Efendimiz’in yanında pekçok savaşa katıldı.
Peygamber Efendimiz çok zeki bir çocuk olan Enes’i pek
severdi. Enes’in söylediğine göre kendisine “oğulcuğum!” diye
seslenir, onu hiç azarlamaz, döğmez, beğenmediği bir iş yapsa bile, “Bunu niçin
yaptın?” demezdi. Zaman zaman ona “iki kulaklı” anlamında “Zül
üzüneyn” diye takılırdı.
Hz. Peygamber Enes’e uzun ömürlü, çok çocuklu ve
varlıklı olması, Allah Teâlâ’nın onu cennetine koyması için dua etti.
Efendimiz’in duası aynen gerçekleşti. Enes yüz yılı aşkın bir hayat sürdü. Pek
çok çocuğu, torunu ve serveti oldu.
Resûl-i Ekrem’den duyup öğrendiği, mükerrerleriyle
birlikte 2286 rivayetle en çok hadis bilen yedi sahâbînin üçüncüsü idi. Okuma
yazması olduğu için duyduğu hadisleri yazardı. Bu rivayetleri Medine’de ve daha
sonra yerleştiği Basra’da yüzlerce talebesine öğretti.
Peygamber Efendimiz’i en iyi tanıyanlardan biri olduğu
için, tıpkı Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem gibi yaşar, onun gibi
namaz kılardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’e ait bir çubuğu ve onun bir saç
telini hep yanında taşırdı. Öldüğü zaman bu çubuk, vasiyeti üzerine, kabirde yanına,
Efendimiz’in saç teli de dilinin altına kondu.
Enes’in annesi Ümmü Süleym ile üvey
babası Ebû Talha, ileri gelen ashâb-ı kirâmdandı. Peygamber
Efendimiz onların evine sık sık uğrar, orada nâfile namaz kıldırır, Ümmü
Süleym’in yemeğini yer, evlerinde öğle uykusuna yatar, onlara hayır dua ederdi.
Enes hicretin 93. yılında, 103 yaşında Basra’da vefât
etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in hicretin 9. yılında yapılan Tebük Gazvesi’nden
dönerken söylediği bu hadîs-i şerîf, niyet ve ihlâsın önemini belirtmektedir.
Asr-ı
saâdette bir savaş çıktığı zaman, bütün sahâbîler o savaşa katılmak için can
atardı. Herkes kendi imkânlarıyla veya varlıklı müslümanların yardımlarıyla
savaşa hazırlanırlardı. Maddî imkânsızlıkları yüzünden savaşa katılamayanlar,
büyük bir sevaptan mahrum kaldıklarını düşünerek üzülür, gözyaşı dökerlerdi. Bu
defa da öyle olmuştu. Resûl-i Kibriyâ’nın bu son gazvesine gidemeyenler hep
İslâm ordusunu düşünmüşler, savaşa katılan bahtiyarların arasında olmayı hayâl etmişlerdi.
Her
iki hadîs-i şerîfte de, hastalıkları veya başka mâzeretleri yüzünden savaşa
katılamayan bazı müslümanların, savaşa katılan mücâhidler gibi sevap
kazanacakları ifade buyurulmaktadır. Zira ellerinden gelseydi onlar da savaşa
gidecekler, nice eziyetlere katlanacaklar, hatta canlarını Allah yolunda seve
seve vereceklerdi.
Nisâ
sûresinin 95. âyetinde, bütün imkânlarını ortaya koyarak Allah yolunda savaşan
kimselerle, özürleri bulunmadığı halde savaşa gitmeyip evlerinde oturanların
bir olmadığı söylenmekte, savaşanların ötekilerden üstün sayıldığı
belirtilmektedir. Bu âyet-i kerîme, hadisimize ters düşmemektedir. Zira âyette
mâzeretsiz olarak savaşa gitmeyenlerden, burada ise mâzereti sebebiyle savaşa
gidemediği için üzülüp ağlayan mücâhid ruhlu yiğitlerden söz edilmektedir. İki
grup arasında dağlar kadar fark vardır.
Allah
yolunda cihad etmek, şehâdet şerbetini kana kana içmek arzusuyla yanıp
kavrulduğu halde, maddî ve bedenî güçsüzlük yüzünden buna imkân bulamayanları,
korkaklık, tenbellik veya rahatına düşkünlük gibi sebeplerle savaştan
kaçanlardan ayıran husus, niyet, samimiyet ve ihlâstır.
İnsanı Allah katında değerli kılan işte bu özelliklerdir.
Hadislerden Öğrendiklerimiz
1.
Allah yolunda savaşan kimsenin attığı her adım, yaptığı her davranış ona sevap
kazandırır.
2.
Allah katında makbul olan bir işi imkânsızlıkları sebebiyle yapamayanlar, onu
yapmayı ihlâs ve samimiyetle arzu ettikleri takdirde, yapmış gibi sevap
kazanırlar.
6- وَعَنْ أبي يَزِيدَ مَعْنِ
بْن يَزِيدَ بْنِ الأَخْنسِ رضي الله عَنْهمْ، وَهُوَ وَأَبُوهُ وَجَدّهُ
صَحَابِيُّونَ، قَال: كَانَ أبي يَزِيدُ أَخْرَجَ دَنَانِيرَ
يَتصَدَّقُ بِهَا فَوَضَعَهَا عِنْدَ رَجُلٍ في الْمَسْجِدِ فَجِئْتُ
فَأَخَذْتُهَا فَأَتيْتُهُ بِهَا . فَقَالَ : وَاللَّهِ مَا إِيَّاكَ أَرَدْتُ ،
فَخَاصمْتُهُ إِلَى رسول اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَقَالَ: «لَكَ مَا نويْتَ يَا يَزِيدُ ، وَلَكَ
مَا أَخذْتَ يَا مَعْنُ » رواه البخاريُّ .
6. Ebû Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes radıyallahu
anhüm -Ma`n de, babası Yezîd de, dedesi Ahnes de sahâbîdir- şöyle
dedi:
Babam
Yezîd sadaka vermek üzere yanına birkaç dinar aldı ve onları Mescid-i Nebevî de
oturan birinin yanına koydu. Ben Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama
götürdüm.
Babam:
-
Vallâhi ben onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in yanına giderek durumu arzettim.
Bunun
üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
- “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın.
Ma`n! Aldığın para da senindir.”
Buhârî, Zekât 15. Ayrıca bk. Dârîmî, Zekât 14; Ahmed İbni Hanbel, Müsned,
III, 470
Ma`n İbni Yezîd
Hadîs-i şerîfin râvisi Ebû Yezîd Ma`n gibi hem
kendisi, hem babası, hem de dedesi sahâbî olan kimseler pek azdır. Hele bunlar
gibi İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dede - oğul - torun, üçü birden Bedir
savaşına katılan bir başka tâlihli yoktur. Bu hadîs-i şerîfin Sahîh-i Buhârî’de
bulunup da Riyâzüs-sâlihîn’e alınmayan kısmında belirtildiğine göre, Fahr-i
Cihân Efendimiz Ma`n için bir kıza dünür olmuş ve onları evlendirmiştir. Hz.
Ömer’in kendisine çok değer verdiği Ma`n önce Kûfe’de, sonra Mısır ve Şam’da
yaşamış, 64 (683) yılında vefat etmiştir. Hz. Peygamber’den 5 hadis rivayet
eden Ma`n’ın hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
Allah ondan râzı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfte yine niyetin önemi belirtilmektedir.
Ma`n’ın
babası Yezîd, Mescid’de oturan bir sahâbînin yanına, muhtaçlara vermesi için
bir miktar para bırakmıştı. Fakir olan, üstelik o parayı kimin bıraktığını
bilmeyen oğlu, böyle bir yardıma ihtiyacı olduğu için parayı oradan almıştı.
Babası durumu öğrenince, sadakasının boşa gittiğini düşünerek “O parayı sana
vermek isteseydim, getirir verirdim. Ben onu sadaka niyetiyle Mescid’e
bıraktım. Sen almamalıydın?” diye oğluna çıkışmıştı. Bu parayı alıp
harcamasının hiçbir sakıncası olmadığını düşünen Ma’n, babasıyla birlikte
Resûl-i Ekrem’in huzûruna gelerek meseleyi arzetmiş, Resûlullah Efendimiz de
Ma`n’ı haklı bulmuştu.
Hadîs-i
şerîflerde üzerinde genişçe durulan konulardan biri, aile fertlerine verilen
sadakanın son derece makbûl olduğudur. Bu tür harcamaların değeri, önemi ve
sevâbı 291 numaralı hadisten itibaren başlayacak olan “Ailenin Geçimi” bahsinde
ele alınacaktır.
Görülüyor
ki, sadaka veren için önemli olan, parasını Allah yolunda harcamaya niyet
etmesidir. Yaptığı yardım, sadaka almaması gereken birinin eline geçse bile, o,
niyeti sebebiyle sevap kazanmış olur. Sadaka nâfile bir ibadet olduğu için, bir
mü’min onu, kendilerine bakmak zorunda olduğu kimselere, meselâ babasına,
dedesine, oğluna, kızına, hatta torununa verebilir. Ancak zekâtı, kendisine bu
kadar yakın olanlara veremez.
Sadaka
bizzat verilebileceği gibi, bir vekil aracılığıyla da verilebilir. Vekil eliyle
verildiği takdirde, nâfile ibadetlerde özellikle aranan, iyiliği gizlice yapma
esasına da uyulmuş olur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sadaka verirken, Allah rızası için vermeye niyet etmek şarttır.
2.
Sadakalar insanın en yakınına verilebilir.
3.
Sadakalar bir vekil vasıtasıyla da verilebilir.
4.
Ashâb-ı kirâmın hayatında, mescidlerin önemli yeri vardı. Sadaka vermek için
bile mescidden faydalanırlardı.
7- وَعَنْ أبي إِسْحَاقَ سعْدِ بْنِ أبي
وَقَّاصٍ مَالك بن أُهَيْبِ بْنِ عَبْدِ مَنَافِ بْنِ زُهرةَ بْنِ كِلابِ بْنِ
مُرَّةَ بْنِ كعْبِ بنِ لُؤىٍّ الْقُرشِيِّ الزُّهَرِيِّ رضِي اللَّهُ عَنْهُ،
أَحدِ الْعَشرة الْمَشْهودِ لَهمْ بِالْجَنَّة ، رضِي اللَّهُ عَنْهُم قال: « جَاءَنِي رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم يَعُودُنِي عَامَ حَجَّة الْوَداعِ مِنْ وَجعٍ اشْتدَّ بِي فَقُلْتُ : يا
رسُول اللَّهِ إِنِّي قَدْ بلغَ بِي مِن الْوجعِ مَا تَرى ، وَأَنَا ذُو مَالٍ
وَلاَ يَرثُنِي إِلاَّ ابْنةٌ لِي ، أَفأَتصَدَّق بثُلُثَىْ مالِي؟ قَالَ: لا ، قُلْتُ : فالشَّطُر
يَارسوُلَ الله ؟ فقالَ : لا، قُلْتُ فالثُّلُثُ يا رسول اللَّه؟ قال: الثُّلثُ
والثُّلُثُ كثِيرٌ أَوْ كَبِيرٌ إِنَّكَ إِنْ تَذرَ
وَرثتك أغنِياءَ خَيْرٌ مِن أَنْ تذرهُمْ عالَةً يَتكفَّفُونَ النَّاس ، وَإِنَّكَ
لَنْ تُنفِق نَفَقةً تبْتغِي بِهَا وجْهَ الله إِلاَّ أُجرْتَ عَلَيْهَا حَتَّى ما
تَجْعلُ في امْرَأَتكَ قَال: فَقلْت: يَا رَسُولَ الله أُخَلَّفَ بَعْدَ
أَصْحَابِي؟ قَال: إِنَّك لن تُخَلَّفَ فتعْمَل عَمَلاً تَبْتغِي بِهِ وَجْهَ الله
إلاَّ ازْددْتَ بِهِ دَرجةً ورِفعةً ولعَلَّك أَنْ تُخلَّف حَتَى ينْتفعَ بكَ
أَقَوامٌ وَيُضَرَّ بك آخرُونَ. اللَّهُمَّ أَمْضِ لأِصْحابي هجْرتَهُم، وَلاَ
ترُدَّهُمْ عَلَى أَعْقَابِهم، لَكن الْبائسُ سعْدُ بْنُ خـوْلَةَ « يرْثى لَهُ
رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم» أَن مَاتَ بمكَّةَ » متفقٌ عليه .
7. Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk
Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:
Vedâ
Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ziyâretime geldi. Ona:
-
Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir
kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım
mı? diye sordum.
Hz.
Peygamber:
- “Hayır”,
dedi.
-
Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine:
- “Hayır”,
dedi.
-
Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum.
- “Üçte
birini dağıt! Hatta o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç
bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın
harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya
kadar hepsinin mükâfatını alacaksın” buyurdu.
Sa`d
İbni Ebû Vakkâs sözüne devamla dedi ki:
-
Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım gidipte ben kalacak mıyım? (burada ölecek miyim?)
diye sordum.
- “Hayır,
sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin.
Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler)
senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.
Allahım! Ashâbımın (Mekke’den Medine’ye) hicretini
tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan
Sa`d İbni Havle’dir” buyurdu.
Bu
sözleriyle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Sa`d İbni
Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü ifade etti.
Buhârî,
Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6 ; Müslim,
Vasıyyet 5. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Ferâiz 3; Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesâyâ 3;
İbni Mâce, Vesâyâ 5
Sa`d İbni Ebû Vakkâs
Hazreti Sa`d, cennetlik oldukları Peygamber Efendimiz
tarafından müjdelenen on bahtiyar sahâbîden biridir. Kureyş kabilesinden ve
Benî Zühre soyundandır. Peygamber Efendimiz’in annesi Hz. Âmine de Benî Zühre’
dendi. Bu sebeple Efendimiz Sa`d İbni Ebû Vakkâs’a “Benim dayımdır” derdi.
Onun İslâmiyet ile ilk şereflenen sahâbîlerin beşincisi veya yedincisi olduğu
söylenir. Müslüman olduğu zaman daha on yedi yaşında bir
delikanlıydı. Bu hâlini “Müslüman olduğumda yüzümde henüz tüy yoktu” diye
anlatmıştı. Onun bir özelliği de Allah yolunda ilk ok atan ve ilk
kan döken kimse olmasıdır. İlk kan dökmesi olayı şudur:
Sa`d radıyallahu anh İslâmiyet’i kabul ettiği zaman
müşriklerden biri ona hakaret etti. O da bir devenin çene kemiğini kaptığı gibi
adamın başını yardı. Allah yolunda yere düşen ilk kan bu oldu. Uhud Gazvesi’nde
düşmana bin ok attı. Bu savaşta Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona bir yandan ok
veriyor, bir yandan da:
- “Anam, babam sana fedâ olsun, ey Sa`d!
At!” buyurarak kendisini destekliyordu. Bütün savaşlarda Hz.
Peygamber’in yanından ayrılmadı ve onun daha nice hayır dualarını aldı. Onun
başarılarını artıran Fahr-i Cihan Efendimiz’in:
- “Yâ Rabbî! Okunu doğrult ve duasını kabul
et!” şeklindeki niyâzlarıdır. Bu sebepledir ki, Hz. Sa`d attığını
vurur, Cenâb-ı Hakk’a arzettiği dualar kabul edilirdi. Bunu bilenler onun
bedduasını almaktan korkarlardı.
Resûl-i Ekrem’in hadîs-i şerîfte haber verdiği mûcize
gerçekleşti ve nice ülkeler onun eliyle fethedilerek İslâm diyârı oldu. İran
fâtihlerinin ilki, Kâdisiyye Savaşı’nın başkumandanı ve Kûfe’nin kurucusu o
idi. Daha sonra Kûfe valisi oldu.
Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçecek altı
kişilik heyette Sa`d’ı da görevlendirdi. Sa`d İbni Ebû Vakkâs, Hz. Osman şehid
edildikten sonra bir köşeye çekildi ve hiçbir olaya karışmadı. Onun bu tutumunu
Hz. Ali şöyle değerlendirmişti:
- Sa`d ile Abdullah İbni Ömer’in bu tarafsız
davranışları çok yerindedir. Bu olaylarda bir köşeye çekilmekte günah varsa,
herhâlde o günah küçüktür. Sevap varsa, o da şüphesiz çok büyüktür.
Sa`d İbni Ebû Vakkâs seksen yıldan fazla bir hayat
sürdü. Hadîs-i şerîfte anlatılan olayın meydana geldiğinde sadece bir kızı
olmakla beraber, sonraları birkaç defa evlendi ve birçok çocuğu oldu. Nihayet
hicretin 55. yılında Medine’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince,
sakladığı eski bir abayı getirterek:
- Benim kefenim bu olsun. Zira Bedir Gazvesi’nde
düşmanlarla çarpışırken üzerim de bu cübbe vardı. Şimdiye kadar onu bu maksatla
saklamıştım, dedi. Aşere-i mübeşşere’den en son vefat eden o oldu.
Rivayet ettiği 215 hadisin 115 tanesi hem Buhârî’nin,
hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer aldı.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadisimizde
anlatılan olayın geçtiği Vedâ Haccı, hicretin onuncu yılında yapıldı. Bundan üç
ay kadar sonra da Sevgili Efendimiz Mevlâ’sına kavuştu.
Hadîs-i
şerîfte, bir kimsenin malının ne kadarını Allah rızâsı için dağıtılmak üzere
vasiyet edebileceği anlatılmaktadır. Görüldüğü üzere çocukları ve yakın
mirasçıları bulunan bir kimse, malının üçte birinden fazlasını
dağıtılmak üzere vasiyet etmeyecektir. Uzak yakın hiçbir mirasçısı bulunmayan
kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyet edip edemeyeceği
tartışmalıdır.
Hanefîler
ile Mâlikîler mirasçısı bulunmayan kimsenin bütün malını vasiyet edebileceğini
söylemişler; öteki mezhep imamları da mirasçısı olmayanın mirasçısı
beytülmâldir düşüncesiyle bu görüşe karşı çıkmışlardır. Şayet mirasçılar, malın
üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesine itiraz etmezlerse, üçte birden
fazlasını dağıtmakta hiçbir sakınca yoktur.
Görüldüğü
üzere Peygamber Efendimiz, varlıklı bir kimsenin malını hibe ve vasiyet ederken
ölçülü davranmasını tavsiye etmektedir. Zengin bir kimsenin bütün malını fakir
fukaraya dağıtması, ilk bakışta câzip ve imrenilecek bir davranış gibi
görülebilir. Fakat bir aile servetinin tamamen elden çıkmasına yol açan bu
aşırılık, mirasa muhtaç olan birçok kimsenin zor durumda kalmasına sebep
olabilir. İşte bunun için güzel dinimiz mirasçının elini tutmuş, ona en uygun
davranışı tavsiye etmiş, geride kalanları düşünmeyi, onları
kimseye muhtaç etmemeyi öğütlemiştir.
Sa`d
İbni Ebû Vakkâs’ın malını Allah rızâsı için harcamak istemesi, Peygamber
Efendimiz’in de buna belli şartlarda izin vermesi, varlıklı kimselerin daha
hayatta iken iyilik yapmaları gerektiğini göstermektedir. Çünkü o serveti
dişiyle tırnağıyla kazanan adamın ölümüyle birlikte mirasçılar genellikle hayır
yapmamakta, ellerine geçirdikleri o hazır malı har vurup harman savurarak
harcayıp tüketmektedir.
İnsan
aklı başındayken ve malının üzerinde istediği tasarrufu yapmaya sahipken onu en
uygun yerlere harcamalı ve âhiretini daha dünyadayken yapmaya bakmalıdır.
Bununla beraber yakın mirasçılar daima gözetilmeli, onların iyiliği düşünülmeli
ve kimseye muhtaç olmamaları sağlanmalıdır.
Hayır
ve iyilik yapmanın çok çeşitli yolları bulunduğuna işaret eden Peygamber
Efendimiz, buna bir misâl vermek istemiş, misâli de üzerinde her zaman önemle
durduğu bir konudan seçmiştir: İnsanın hayat arkadaşı olan hanımıyla
hoşca geçinmesi. Eşiyle iyi geçinmeye çalışan kimse hem hayat
arkadaşını mutlu eder, hem de kendisi mutlu olur. 294 numaralı hadiste tekrar
edileceği üzere yemek yerken eşini sevindirmek için onun ağzına verilen
lokmayla bile hayır ve iyilik yapılmış olur.
Aile
huzurunu sağlamak için yapılan benzeri davranışlar, başkalarına ne kadar basit
ve önemsiz gelirse gelsin, Allah rızâsını kazanmak niyetiyle yapıldığı takdirde
nafile bir ibadet sayılır ve insana sevap kazandırır. Böylece niyet ve ihlâsın
önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Aile fertlerini geçindirmek için
uğraşıp didinen kimse önemli bir görevi yapmış, bir sorumluluktan kurtulmuş
olur. Bu işi yaparken bir de Allah rızâsını kazanmayı düşünmüşse, hem
vazifesini yapmış hem de sevap kazanmış olur.
Hadîs-i
şerîfin sonunda görüldüğü üzere Sa`d İbni Ebû Vakkâs Peygamber Efendimiz’e özel
bir soru sordu: Siz ashâb ile Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp kalacak
mıyım? Ben bu şehirden Medine’ye Allah rızâsı için hicret etmiştim; şimdi
burada ölüp kalırsam hicret sevabını yitirmiş olur muyum? diye durumunu
öğrenmek istedi.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz Sa`d’ın ölüp ölmeyeceğini elbette bilemezdi. O esnâda Allah
Teâlâ Resûlü’ne bu sorunun cevabını bildirdi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz de
Sa’d’ın bu hastalık yüzünden ölmeyeceğini, daha nice güzel hizmetler yapacağını
söyleyerek bir mûcizeyi gerçekleştirmiş oldu. Nitekim Hz. Sa`d bu olaydan sonra
45 yıl daha yaşadı. İslâm’a ve müslümanlara pek çok hizmet etti.
Şunu
iyi bilmek gerekir ki, Peygamber Efendimiz’in geleceğe dönük haber vermesi,
onun gaybı bildiği anlamına gelmez. Cin sûresinin 26. âyetinde belirtildiği
üzere görünmeyen âlemin sırlarını sadece Allah Teâlâ bilir ve bu
sırlardan dilediği kadarını peygamberine bildirir.
Resûlullah
Efendimiz’in “Acınacak durumda olan Sa`d İbni Havle’dir” buyurduğu
bu zât, önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etmiş, Bedir, Uhud ve Hendek
Gazveleri başta olmak üzere birçok savaşa katılmış bir sahâbîdir. Vedâ haccı
sırasında Mekke’de vefât etmiştir. Sahâbîler, Allah rızâsı için terkedip
gittikleri bir yere geri dönüp orada ölmeyi doğru bulmazlar, hicret ettikleri
yerde ölmeyi arzu ederlerdi. Sa`d İbni Ebû Vakkâs’ın Mekke’de ölüp kalacak
mıyım? diye sorması üzerine, Efendimiz onun adaşı olan ve bir müddet önce
Mekke’de vefât eden Sa`d İbni Havle’yi hatırladı ve kaybettiği bazı sevaplar
dolayısıyla onun adına üzüldü.
Resûl-i
Ekrem’in Hz. Sa’d’ı ziyareti 917 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İyi niyetle yapılan işler insana sevap kazandırır. Allah rızâsı gözetilerek
aile fertlerine yapılan harcamalar ve hatta bu düşünceyle yapılan şakalaşmalar
nâfile ibadet sayılır.
2.
Peygamber Efendimiz hastalanan sahâbîlerini ziyaret ederdi.
3.
Hastalık Allah Teâlâ’nın insanı deneme yollarından biridir. Bu sebeple hasta
olan kimse hâlinden şikâyet etmemelidir.
4.
Meşrû yollarla zengin olmak, malını Allah yolunda harcamak, mirasçılarını ve
yakın akrabalarını kimseye muhtaç olmayacak durumda bırakmak iyi bir
davranıştır.
5.
Hasta iken malın üçte birinden fazlası sadaka olarak dağıtılamaz, dağıtılması
da vasiyet edilemez. Hastalanmadan önce ise üçte birle sınırlı kalmadan
istendiği kadar harcanabilir. Ölümünden sonra geride fazla malı kalmayacak
kimse hiç vasiyet etmemeli, herşeyini mirasçılarına bırakmalıdır
6.
Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz’e ileride olacak bazı şeyleri haber vermiş, o
da bunlardan uygun gördüklerini ashâbına bildirmiştir.
8- وَعَنْ أبي هُريْرة عَبْدِ الرَّحْمن بْنِ
صخْرٍ رضي الله عَنْهُ قال : قالَ رَسُولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «إِنَّ الله لا يَنْظُرُ إِلى
أَجْسامِكْم ، وَلا إِلى صُوَرِكُمْ ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ
وَأَعمالِكُمْ » رواه مسلم .
8. Ebû
Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine
göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-
“Allah Teâlâ sizin
bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.”
Müslim, Birr 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 9
Ebû Hüreyre
Müslüman olmadan önceki adı Abdüşems idi. Müslüman
olduktan sonra Abdurrahman adını aldı. Birgün elbisesinin içinde bir kedi
götürüyordu. Kendisini gören Resûl- i Ekrem Efendimiz:
- O nedir? diye sordu. Ebû Hüreyre:
- Kedi, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz ona “Kedicik babası” anlamında:
- Ebû Hüreyre! diye takıldı. O günden sonra bu künye
ile tanındı ve asıl adı unutuldu. Kendisine Resûl-i Ekrem’in verdiği bu künye
ile hitâp edilmesinden pek hoşlanırdı.
Ebû Hüreyre hicretin yedinci yılında müslüman oldu.
Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine Ashâb-ı
Suffe denen fakir müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber
Efendimiz’den ayrılmaz, ondan duyduğu hadisleri öğrenmeye çalışırdı. Peygamber
Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük
sahâbîlerden duyduğu mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivayet
etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâmdan en çok hadis rivayet eden o olmuştur.
Rivayetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’ nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde
bulunmaktadır.
Kendisine pek çok hadis rivayet ettiğini söyleyenlere:
- Muhâcirînden olan kardeşlerimizi ticaretleri ve
çarşılarda olan alış verişleri, ensardan olan kardeşlerimizi ziraatları ve
hurmalıkları meşgul ederdi. Ben ise karın tokluğuna Hz. Peygamber’den ayrılmaz,
onların bulunmadıkları zamanlarda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yanında bulunur ve onların ezberlemediklerini ezberlerdim, cevabını vermiştir.
Ebû Hüreyre’den 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis
rivayet etmiştir.
Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir müddet Bahreyn
valiliği yapmış, sonra da hiçbir idârî görev kabul etmeyerek Medîne-i
Münevvere’de yaşamıştır. Hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında iken
Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
İnsanlar
genellikle dış görünüşe önem verirler. Güzel ve yakışıklı olanlarla varlıklı
kimseler toplumda daha büyük itibar görürler. Çirkin ve fakir olanlara pek
değer verilmez. Bu ölçüler ruh ve gönül dünyasını tanımayan sığ ve sathî
kimselerin değer ölçüleridir.
Allah
Teâlâ ise insanların davranışlarını iyi ve kötü olarak değerlendirirken ne
beden güzelliğine, ne de mal varlığına bakar; çünkü bunlar gelip geçici değer
ölçüleridir. Önemli olan ruh güzelliği ve gönül
zenginliğidir. Daha da önemlisi bu ruh güzelliği ile gönül
zenginliğinin iyi hâl, güzel davranış ve samimi
ibadetler olarak dışa yansımasıdır. İnsanlara iyilik yapma
heyecanıyla, Allah’a kulluk edebilme aşkıyla yaşamaktır. Kalıcı olan, insanın
gerçek değerini ortaya çıkaran işte bu meziyetleridir.
Hadîs-i
şerîfin Sahîh-i Müslim’deki bir başka rivayetinde Allah Teâlâ’nın
kalble birlikte davranışlara ve ibadetlere değer verdiğini Peygamber Efendimiz
şöyle belirtmektedir:
“ Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil,
kalblerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr 34).
Allah
Teâlâ’nın kalbe ve davranışlara bakması demek, kalbin ve davranışların iyi
olması hâlinde, onların sahibine sevap ve mükâfat vermesi demektir. Bir âyet-i
kerîmede Allah Teâlâ’nın maddî görüntülere değer vermediği, insanda mânevî
güzellik aradığı şöyle ifade edilmiştir:
“Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız, ne
de evlatlarınızdır. Ancak imân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu
başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir” [Sebe’ sûresi (34), 37].
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in, kendi mübârek göğsüne, daha doğrusu kalbine işaret ederek
üç defa: “Takvâ işte şuradadır” (Müslim, Birr 32; Tirmizî,
Birr 18) buyurması, insanın gerçek değerinin ihlâslı bir kalbe sahip
olmasıyla anlaşılacağını göstermektedir.
Helâller
ile haramların kesin surette belli olduğunu, şüpheli görünen davranışlardan
sakınmak gerektiğini açıkladığı meşhur hadîs-i şerîfin sonunda Peygamber
Efendimiz kalbin önemini şöyle belirtir:
“ Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçük bir et
parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur; bozulursa,
bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir” (Buhârî, Îmân 39; Müslim, Müsâkât
107,108).
Bu
hadis 1574 numaralı hadisin içinde tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ ibadetleri ve güzel davranışları değerlendirirken samimiyet
derecesini, ihlâs ve iyi niyeti esas alır.
2.
Kalb, Allah’ın çok değer verdiği, devamlı surette bakıp kontrol ettiği bir
merkezdir. Bu sebeple onu kötü duygulardan arındırmak, dinin tavsiye ettiği
güzel hâl ve davranışlara sahip kılmak gerekir.
3.
İbadetleri makbul ve değerli kılan kalbdir. Bu sebeple öncelikle kalbi kin ve
haset gibi mânevî ve ictimâî hastalıklardan arındırmalı, mükemmel hâle
getirmeye çalışmalıdır.
9- وعَنْ أبي مُوسَى عبْدِ اللَّهِ بْنِ
قَيْسٍ الأَشعرِيِّ رضِي الله عنه قالَ: سُئِلَ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم عَنِ الرَّجُلِ
يُقاتِلُ شَجَاعَةً ، ويُقاتِلُ حَمِيَّةً ويقاتِلُ رِياءً ، أَيُّ ذلِك في
سَبِيلِ اللَّهِ؟ فَقَالَ رسول الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَنْ قاتَلَ لِتَكُون كلِمةُ اللَّهِ هِي الْعُلْيَا فهُوَ
في سَبِيلِ اللَّهِ » مُتَّفَقٌ عليه
9. Ebû
Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş`arî radıyallahu anh şöyle
dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e:
-
Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam
dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
- “Kim, İslâmiyet daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o
Allah yolundadır.”
Buhârî,
İlim 45, Cihad, 15, Farzu’l-humüs 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 150, 151. Ayrıca
bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbni Mâce, Cihad 13
Ebû Mûsâ el-Eş`arî
Yemen’in Zebid bölgesinde yaşayan ve güzel
davranışlarıyla Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Eş’arîlerdendir. Hz.
Peygamber’in İslâm’a davet ettiğini duyunca, onu görmek üzere iki ağabeyi ve 52
kişiyle birlikte bir gemiye binip yola çıktılar. Fakat fırtına onları
Habeşistan’a sürükledi. Karaya çıkınca, Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu
Ca`fer-i Tayyâr ile birçok müslümanın orada olduğunu öğrenip sevindiler.
Hicretin 7. yılında (628) Medine’ye döndüler. Önce Habeşistan’a sonra da
Medine’ye giderek iki hicret yaptıklarını ve bu sebeple Allah’ın rızâsını
kazandıklarını Resûl-i Ekrem Efendimiz’den duyunca çok sevindiler. Ebû Mûsâ
el-Eş`arî o tarihten sonra Peygamber Efendimiz’den hiç ayrılmadı. Onun
maiyyetinde bütün savaşlara katıldı.
Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde yıllarca Basra ve
Kûfe valiliği yaptı. Birçok beldenin İslâm topraklarına katılmasını sağladı.
Ashâb-ı kirâm’ın en büyük altı âliminden biri
sayılırdı. Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat Peygamber Efendimiz’den öğrendi, Basralılara
ve Kûfelilere yıllarca Kur’an öğretti. Çok güzel bir sesi vardı. O Kur’an
okumaya başlayınca herkes derin bir huşû ile dinlerdi. Bir gece Resûl-i Ekrem
Efendimiz Hz. Âişe’yle birlikte onun Kur’an okuyuşunu dinledikten sonra,
kendisine Hz. Dâvûd’unkine benzer bir ses verildiğini söyledi.
Hz. Ömer onun Kur’an okumasını istediği zaman:
- Ebû Mûsâ! Bize Rabbimizi hatırlat! derdi.
Ebû Mûsâ uzun yıllar idarecilik yapmasına rağmen dünya
malına hiç iltifat etmedi. Herkese Hz. Peygamber zamanında yaşadıkları mütevâzi
hayattan örnekler vererek sâde yaşamanın güzelliğini anlattı.Çok hayâlı bir insandı.
Geceleri uyurken vücudunun açılabileceğini düşünerek bir nevi pijamayla
yatardı. Allah’tan utandığı için karanlıkta iki büklüm yıkandığını söylerdi.
Talebelerini yumuşak kalbli olmaya teşvik eder, Allah korkusundan dolayı
ağlamayı tavsiye eder ve:
- Ağlayamıyorsanız, ağlamaya gayret edin! Zira cehennem ehli, göz pınarları kuruyana
kadar ağlayacak, sonra içinde gemiler yüzecek kadar kanlı yaşlar dökecekler,
derdi.
Ebû Mûsa el-Eş`arî 360 hadis rivayet etmiştir. 63
yıllık hayatının çoğu İslâm’a ve insanlara hizmet etmekle geçen bu muhterem
sahâbî, hicretin 42. yılında (662) Kûfe’de, bir rivayete göre de Mekke’de vefat
etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfin muhtelif rivayetlerinde görüldüğü üzere, cesaretini göstermek,
milletini korumak ve kendine yiğit adam dedirtmek gibi gayelerden başka, sırf
ganimet elde etmek ve öfkesini yatıştırmak için savaşanların hâli de Peygamber
Efendimiz’e sorulmuştur. Bu düşüncelerle savaşanlardan hiçbirinin Allah yolunda
cihad etmiş olamayacağını kesin bir dille açıklayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, 1346 numara ile tekrar görüleceği
üzere ancak İslâmiyet’i yayıp yaşatmak (i`lâ-yi kelimetullah) için savaşanların
Allah yolunda cihad etmiş sayılacağını belirtmiştir.
Hadisin
metninde geçen kelimetullah sözüyle, kelime-i tevhîd
yâni Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kastedilmiştir.
İslâm’ı en iyi ve en kısa bir şekilde ifade eden kelime-i tevhîd müslümanların
parolası gibidir. Müslümanın en önemli görevi, dilinden düşürmediği bu aziz
kelimeyi ufukların ötesine götürmek, başkalarının da Allah’ı tanımak suretiyle
mutlu olmasını sağlamaktır. Cihad bu demektir. O hâlde böylesine yüce bir gaye
için savaşmak varken, nefsânî duygular ve basit çıkarlar için vuruşmak elbette
yanlıştır.
Allah’ın
rızâsını kazanmak için savaşmak ön planda geldiği takdirde, zikredilen diğer
hedeflerin gözetilmesi asıl maksada zarar vermez. Meselâ milletini korumak için
vuruşan kimsenin asıl gayesi Allah’ı hoşnut etmek, İslâm yurduna düşman ayağı
bastırmamak ise, kendi milletini koruma duygusu bu hedefe ters değildir.
İnsanoğlunun
yaptığı her harekette niyetine bakıldığı bu hadiste bir kere
daha ortaya konmaktadır. Demek oluyor ki, bir can pazarı olan savaşta ölünce
şehid, kalınca gâzi sayılabilmek için Allah’a hizmet aşkının ön planda
tutulması gerekmektedir. Bunu Ebû Ümâme el-Bâhilî’nin rivayet ettiği
şu hadîs-i şerîf daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
Adamın
biri Resûl-i Ekrem’e gelerek:
- Para
ve şöhret için savaşan bir adam sevap kazanır mı? diye sordu.
Peygamber
Efendimiz:
- “Hiçbir şey kazanamaz”, buyurdu.
Adam
bu soruyu Resûl-i Ekrem’e üç defa sordu. Her defasında da aynı cevabı aldı.
Sonra Hz. Peygamber sözünü şöyle tamamladı:
“Allah Teâlâ sadece kendi rızâsı için yapılan
ibadetleri kabul eder, başkasını değil” (Nesâî, Cihad 24).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İşler değerlendirilirken hangi maksatla yapıldığına bakılır. İyi niyetle
yapılmışsa Allah katında makbul olur.
2.
Allah’ın rızâsını kazanmak için savaşmak yerine menfaat ve nefsi tatmin için
vuruşmak doğru değildir.
3.
Dünyaya gönül bağlamak, insanı yüce hedeflere varmaktan alıkoyan basit ve
önemsiz bir uğraştır.
4.
Cihad gibi en önemli bir görev bile, ancak ihlâs ile yapılırsa bir kıymet ifade
eder.
10- وعن أبي بَكْرَة نُفَيْعِ بْنِ الْحَارِثِ
الثَّقفِيِّ رَضِي الله عنه أَنَّ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: «إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ
بِسَيْفَيْهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِي النَّارِ» قُلْتُ : يَا رَسُول اللَّهِ ، هَذَا
الْقَاتِلُ فمَا بَالُ الْمَقْتُولِ ؟ قَال: «إِنَّهُ كَانَ حَرِيصاً عَلَى قَتْلِ صَاحِبِهِ» متفقٌ عليه .
10. Ebû Bekre Nüfey` İbni Hâris es-Sekafî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“İki
müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir”.
Bunun
üzerine ben:
-
Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye
sordum.
Resûl-i
Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.
Buhârî,
Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14, 15. Ayrıca bk. Ebû
Dâvûd, Fiten 5; Nesâî,Tahrîm 29, Kasâme 7; İbni Mâce, Fiten 11
Ebû Bekre es-Sekafî
Ebû Bekre Tâiflidir. Annesi ve babası köle olduğu için
o da köle sayılıyordu. Müslümanlar Tâif’i kuşattıkları zaman Peygamber
Efendimiz, gelip müslümanlara katılan hürler serbest, köleler hür olacak diye
ilân etti. Ebû Bekre Tâif kalesinden aşağı, bekre denen bir kuyu çıkrığı ile
inerek gelen 23 köleden biriydi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ona Ebû Bekre
diye iltifat etti. O günden sonra hep bu künye ile anıldı.
Ebû Bekre çok ibadet etmesiyle tanınan bir sahâbî idi.
Rivayet ettiği bu hadîs-i şerîfi hayatı boyunca tatbik etti. Bu sebeple de ashâb-ı
kirâm arasında çıkan anlaşmazlıkların hiçbirine katılmadı. Hatta onun “Bir
müslüman kılıcını çekip beni öldürmeye kalksa, ona engel olmam” dediği
nakledilir. Kendisinden 132 hadis rivayet edilmiştir.
Hicretin 51. yılında (671) Basra’da vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Müslümanların
kardeş oldukları Allah Teâlâ tarafından açıkca belirtilmiştir [Hucurât
sûresi (49), 10]. Kardeşlerin birbirine silah çekmesi olacak şey değildir.
Onlar silahlarını din kardeşlerine değil, İslâm düşmanlarına karşı çekmek
zorundadır. Müslümanların birbirini öldürmeye kalkması şu âyet-i kerîmeyle
kesin bir şekilde yasaklanmıştır:
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde
ebediyyen kalacağı cehennemdir” [Nisâ sûresi (4), 92]. Yanlışlıkla öldürme
durumunda ise, ebediyyen cehennemde kalmak söz konusu değildir. Fakat
-yukarıdaki âyetin bir öncesinde belirtildiği üzere- yanlışlıkla öldürmenin de
değişik cezaları vardır.
Hadîs-i
şerîfte kılıcın zikredilmesi, o devrin kavga ve savaş âletlerinin başında
kılıcın gelmesi sebebiyledir. Bugün kılıcın karşılığı tabanca ve benzeri
öldürücü âletlerdir.
Peygamber
Efendimiz’in, müslüman kardeşine silah çekip öldürenin ve bu esnada ölenin
cehennemlik olduğunu belirtmesi üzerine Ebû Bekre, öldürenin neden
cehenneme gittiğini anladığını, ama öldürülenin niçin cehennemlik olduğunu
anlamadığını söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, o kimseyi cehennemlik yapan
şeyin, kardeşini öldürmeye kalkması olduğunu belirtti.
Kendisine
silah çekilen bir kimse, hasmını öldürmeyi düşünmeden, sadece nefsini müdâfaa
etmek için silahını çekse ve onu öldürmek zorunda kalsa, katil sayılmaz. Çünkü
o nefsini müdâfaa etmek zorunda kalmıştır. Nefsini müdâfaa etmek ise, dinin
emridir. Nitekim 1360 nolu hadiste göreceğimiz üzere sahâbîlerden biri ile
Peygamber Efendimiz arasında şöyle bir konuşma geçer:
-
Yâ Resûlallah! Adamın biri gelip malımı elimden almaya kalksa, ne yapmalıyım?
- “Malını ona verme!”
-
Ya adam benimle kavga etmeye kalkarsa?
- “Sen de onunla dövüş!”
-
Ya beni öldürürse?
- “Şehid olursun.”
-
Ben onu öldürürsem?
- “O cehennemlik olur” (Müslim, Îmân 225).
Bir
insanın âhiret hayatını da mahvederek ebediyyen cehennemde kalmasına yol açan
şey, bir müslümanı öldürmeye niyet etmesi ve bu konuda kararlı
olmasıdır. Zira ölenin de, öldürenin de hedefi, karşısındakinin
hayatına son vermektir. Birinin ötekinden farkı, daha atılgan davranıp
muhâtabını öldürmesidir.
Haksız
yere birini öldüren kimse yaptığına pişman olarak samimiyetle tövbe ettiği
takdirde, Allah Teâlâ dilerse onu affedebilir. Böyle birinin bağışlanmayacağını
söyleyen âlimler de vardır. Fakat şirk dışındaki bütün günahları Allah
Teâlâ’nın bağışlayabileceği âyet-i kerimeyle belirlendiğine
göre [Nisâ (4), 48, 116] Allah Teâlâ dilerse bunları da bağışlar veya
cezalandırır.
Hadisimizin “Kim
bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir” âyet-i
kerîmesini açıkladığı söylenebilir. Dikkat edileceği üzere Peygamber Efendimiz
hem ölen hem de öldüren hakkında “müslüman” kelimesini kullanmıştır. Demek
oluyor ki, birbirini kasten öldürenler büyük günah işlemekle beraber
müslümanlıktan çıkmazlar. Allah’a şirk koşmayan kimsenin ebediyyen cehennemde
kalmayacağı, cezasını çektikten sonra cehennemden çıkacağı bilindiğine göre,
birbirini öldüren müslümanların da ebediyyen cehennemde kalmayacağı
anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, âyet-i kerîme yapılan günahın büyüklüğünü
belirtmekte, bu işe teşebbüs edecek olanları ağır ceza ile tehdit etmektedir.
Bu
hadîs-i şerîf münasebetiyle iki büyük ashâb kitlesinin birbiriyle yaptığı
savaşlar hâtıra gelmekte ve onların durumu merak edilmektedir. Bu konuda
söylenecek en doğru ve kestirme cevap şudur:
Onlar
ashâb ve müctehid kimselerdi. “Mü’minlerden iki grup birbiriyle
çarpışırlarsa, aralarını düzeltin” [Hucurât sûresi (49),
9] âyet-i kerîmesi gereğince zan ve kanaatlerine göre bir tarafı haklı
buldular ve o tarafta yer aldılar. Maksatları birilerini öldürmek, karışıklık
çıkarmak değil, müslümanların arasını bulmaktı. Şüphesiz bu olayların çıkmasına
sebep olanlardan biri haklıydı. Haklı olmayan tarafta yer alan sahâbîlerin
niyeti haksızı savunmak değildi. Onların düşüncesine göre de tuttukları taraf
haklı idi. İctihâdında haklı olanın iki sevap, yanılan âlimin ise bir sevap
kazandığı bilinen bir gerçektir.
Bu
olaylarda iki gruba ayrılan ashâbın birbirine bakışını, Hz. Ali’nin
karşı grup hakkında söylediği şu söz ne güzel ifade etmektedir:
“Bunlar bize karşı haksızlık eden kardeşlerimizdir.” Herşeye rağmen onlar yine de
biribirlerine kardeş gözüyle bakıyorlardı. Onların bu bakış açısına iltifat
etmeyerek taraflardan birini itham etmeye kalkmak, aradan geçen bunca yüzyıldan
sonra bizi doğruya götürmez.
Hiçbir
zaman unutulmamalıdır ki, Allah Teâlâ onları: “Siz insanların arasına
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” [Âl-i İmrân (3), 110] diye
methetmiştir. “En hayırlıları” eleştirme yetkisini kendisinde bulanların
onlardan da hayırlı olması, değilse susması gerekir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Günah işlemeye niyet edilerek kesin karar verilir, bu kararı kalb de onaylarsa,
artık o günah işlenmiş sayılır (12. hadiste bu konu ele alınacaktır).
2.
Allah’ın verdiği canı haksız yere alma yetkisi kimseye verilmemiştir. Bu
sebeple birini öldürmeye kalkmak, Allah’a ait yetkiye müdâhale etmek olduğundan
cezası cehennemdir.
3.
İyiliklerde olduğu gibi kötülüklerde de niyete bakılır.
11- وَعَنْ أبي هُرَيْرَةَ رَضِيَ الله عنه
قال: قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «صَلاَةُ الرَّجُلِ في جماعةٍ تَزيِدُ
عَلَى صَلاَتِهِ في سُوقِهِ وَبَيْتِهِ بِضْعاً وعِشْريِنَ دَرَجَةً ، وذلِكَ
أَنَّ أَحَدَهُمْ إِذا تَوَضَّأَ فَأَحْسَنَ الْوُضُوءَ ، ثُمَّ أَتَى الْمَسْجِد
لا يُرِيدُ إِلاَّ الصَّلاَةَ ، لا يَنْهَزُهُ إِلاَّ الصَّلاَةُ ، لَمْ يَخْطُ
خُطْوَةً إِلاَّ رُفِعَ لَهُ بِها دَرَجَةٌ ، وَحُطَّ عَنْهُ بِهَا خَطيئَةٌ حتَّى
يَدْخُلَ الْمَسْجِدَ ، فَإِذَا دَخَل الْمَسْجِدَ كَانَ في الصَّلاَةِ مَا
كَانَتِ الصَّلاةُ هِيَ الَّتِي تَحْبِسُهُ ، وَالْمَلائِكَةُ يُصَلُّونَ عَلَى
أَحَدِكُمْ ما دام في مَجْلِسهِ الَّذي صَلَّى فِيهِ ، يقُولُونَ : اللَّهُمَّ
ارْحَمْهُ ، اللَّهُمَّ اغْفِرْ لَهُ ، اللَّهُمَّ تُبْ عَلَيْهِ ، مالَمْ يُؤْذِ
فِيهِ ، مَا لَمْ يُحْدِثْ فِيهِ » متفقٌ عليه ،وهَذَا لَفْظُ مُسْلمٍ . وَقَوْلُهُ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم : «ينْهَزُهُ » هُوَ بِفتحِ الْياءِ وَالْهاءِ
وَبالزَّاي : أَي يُخْرِجُهُ ويُنْهِضُهُ .
11. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bir
kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan
yirmi küsur derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra
başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye
girinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı
bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı
namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı,
kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler:
Allahım! Ona merhamet et!
Allahım! Onu bağışla!
Allahım! Onun tövbesini
kabul et! diye ona dua ederler.”
Buhârî,
Salât 87, Ezân 30, Büyû` 49; Müslim, Tahâret 12, Mesâcid 272. Ayrıca bk. Ebû
Dâvûd, Salât 48; İbni Mâce, Tahâret 6, Mesâcid 14
Açıklamalar
İslâmiyet
birlik ve beraberliği vazgeçilmez görmüş, bunu sağlayacak hususlardan biri olan
cemaatle namaz kılmaya büyük önem vermiştir. Bu sebeple evde ve işyerinde
yalnız başına kılınan namaza nisbetle câmide diğer mü’minlerle birlikte kılınan
namazı çok daha üstün görmüştür. Burada zikredildiği gibi cemaatle kılınan
namaza, tek başına kılınan namazdan yirmi küsur, bazı rivayetlerde yirmi
beş, hatta yirmi yedi misli sevap verilmesinin sebebi de
budur.
Evde
ve işyerinde cemaatle kılınan namaz, câmide cemaatle kılınan namaz gibi değerli
olmamakla beraber, tek başına kılınan namazdan elbette daha sevaptır.
İşyerinde, daha yaygın ifadesiyle çarşı pazarda kılınan namaz o kadar makbul
görülmemiştir. Zira işyerlerinde mal alınıp satılırken genellikle yalan
söylenir, insanlar aldatılır, çeşitli haksızlıklar yapılır. Bunlara bir de
müşteriyi kaçırmama telâşı, malını satma arzusu eklenince, işyerlerinde gönül
huzuruyla namaz kılmak iyice zorlaşır.
Hadîs-i
şerîfimizde, namaz kılmak üzere câmiye gidecek kimsenin önce güzelce abdest
alması istenmektedir. Güzelce abdest almak ifadesiyle, abdest
organlarının iyice yıkanması, abdestin sünnetlerine ve âdâbına uyulması kastedilmektedir.
Sonra da o kimsenin bir başka iş için değil, sadece cemaatle namaz kılmak için yola
çıkması gerekmektedir. Yani ihlâs ve niyeti tam olmalıdır.
Evin
câmiye uzak olması, câmiye girinceye kadar atılan her adım sebebiyle bir derece
yükseltilmek ve bir günahı bağışlanmak imkânı verir. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu
konuya şöyle açıklık getirmektedir:
“Namaz sebebiyle en çok sevap elde edenler, cemaate en
uzak yerlerden yürüyerek gelenlerdir” (Buhârî, Ezân 31).
Cemaatle
kılınacak namazı beklemenin de ayrı bir sevabı vardır. İster câmide, ister bir
başka yerde namaz vaktinin gelmesini bekleyen kimse, ibadet hâlindedir. Câmide
bekleyenlerin kârı, hem ibadet ediyormuş gibi sevap kazanmak, hem de meleklerin
duasını almaktır. Yalnız bu esnada bir inceliğe uymak gerekmektedir ki, o da
kimseye eziyet etmemek ve abdestini bozmamaktır. Eziyetten maksat dedi
kodu yapmamak, eliyle ve diliyle birilerini incitmemektir. Rûhânî
birer varlık olan melekler, mescidde abdestsiz durulmasından rahatsız olurlar.
İşte bu sebeple mescidde namazı beklerken abdestini bozmamak şartı ileri
sürülmüştür.
Böylesi
güzel duygularla, yani ihlâsla ve Allah’ın rızâsını kazanma düşüncesiyle
kılınan namazın pek çok karşılığından biri 20 küsûr derece fazla sevap
almaktır. Bu miktar bazı hadislerde 25, daha sahih olan bazılarında ise 27
derece olarak belirtilmiştir (bk. 1066. hadis). Derecelerin farklı olmasında,
namaz kılan kimsenin ihlâsının, duyduğu huzur ve huşûun tesiri olduğu
muhakkaktır. Mânevî bir huzur içinde kılınan namazın bir diğer karşılığı ise meleklerin
duasını kazanmaktır. Dua eden bu melekler bizi koruyup gözeten hafaza
melekleri olduğu gibi başka nevi melekler de olabilir. Meleklerin
salâtı demek, onların mü’mine istiğfar etmesi, yani günahlarının
affını dilemesi demektir. Şu halde melekler, namaz kılan kimseye hem istiğfâr
hem de dua ederler.
Allah Teâlâ’nın meleklerin dua ve niyazlarını kabul
ederek kulunu mağfiret etmesi demek, onun günahlarını
bağışlaması demektir; kuluna rahmet etmesi ise ona
bol bol ihsanda bulunması demektir. Bu hadis 1067 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Her işte olduğu gibi, namaz kılarken ve cemaatle namaza giderken ihlâslı olmak,
sadece Allah rızâsını düşünmek gerekir.
2.
Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan 27 derece daha
faziletlidir.
3.
Cemaatle namaz kılmak üzere mescide gitmek ve orada namaz vaktini beklemek,
insana büyük sevaplar kazandırır.
4.
Mescidde abdestsiz durmak melekleri incittiği için, böyle yapanlar meleklerin
duasından mahrum olurlar.
5.
Mescitte veya başka bir yerde namaz vaktinin girmesini beklemek sevaptır.
6.
İşyerlerinde namaz kılmak, diğer yerlere nisbetle daha az sevap kazandırmakla
beraber câizdir.
7.
Usûlüne uyarak abdest alanlar, büyük sevap kazanırlar.
12- وَعَنْ أبي الْعَبَّاسِ عَبْدِ اللَّهِ
بْنِ عبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَِّلب رَضِي الله عنهما، عَنْ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فِيما يَرْوى عَنْ ربِّهِ ، تَبَارَكَ وَتَعَالَى
قَالَ : «إِنَّ الله كتَبَ الْحسناتِ
والسَّيِّئاتِ ثُمَّ بَيَّنَ ذلك : فمَنْ همَّ بِحَسَنةٍ فَلمْ يعْمَلْهَا كتبَهَا
اللَّهُ عِنْدَهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى عِنْدَهُ حسنةً كامِلةً وَإِنْ همَّ بِهَا
فَعَمِلَهَا كَتَبَهَا اللَّهُ عَشْر حَسَنَاتٍ إِلَى سَبْعِمَائِةِ ضِعْفٍ إِلَى
أَضْعَافٍ كثيرةٍ ، وَإِنْ هَمَّ بِسيِّئَةِ فَلَمْ يَعْمَلْهَا كَتَبَهَا اللَّهُ
عِنْدَهُ حَسَنَةً كامِلَةً ، وَإِنْ هَمَّ بِها فعَمِلهَا كَتَبَهَا اللَّهُ
سَيِّئَةً وَاحِدَةً» متفقٌ عليه .
12. Ebü’l-Abbâs Abdullah
İbni Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan rivayet ettiği bir
hadiste şöyle buyurdu:
“Allah
Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü
oluşunu şöyle açıkladı:
Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak
bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu
yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta
kat kat fazlasıyla yazar.
Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı
Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu
yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.”
Buhârî,
Rikâk 31; Müslim, Îmân 207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru
sûre (6),10
Abdullah İbni Abbas
Hz. Peygamber’in amcası Abbas radıyallahu anh’ın
oğludur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra müslüman olan Ümmü’l-Fazl
Lübâbe’dir.
İbni Abbas hicretten üç yıl önce Mekke’de doğunca, onu
getirip Resûl-i Ekrem’in kucağına verdiler. Efendimiz mübarek ağzında çiğnediği
bir hurmayı onun damağına çaldı. İbni Abbas tahnik denilen bu
hâdise sebebiyle ashâb arasında pek üstün meziyetlere sahip olmuştur.
Daha sonraları Hz. Peygamber ona iki defa dua etmiş,
bu dualarından birinde “Allahım! Onu büyük din âlimi (fakîh) yap ve ona
Kur’an’ı öğret!” buyurmuştur. Bu sebeple İbni Abbas Kur’ân-ı Kerîm’i
en iyi bilen sahâbî olmuş, kendisine Tercümânü’l-Kur’ân unvânı verilmiştir.
Ümmetin en âlimi anlamında Hibrü’l-ümme diye de anılmıştır.
Hz. Peygamber’in hanımlarından Meymûne annemiz
onun teyzesi idi. Bu sebeple bazı geceler Resûl-i Ekrem’in yanında kalır, onun
fiil ve hareketlerini, ibadetlerini tâkip ederdi. Efendimiz’in vefatında henüz
13 yaşında olan İbni Abbas, zekâ ve anlayışı sebebiyle birçok defa Hz.
Peygamber’in takdirini kazanmıştır. Talebelerine birgün tefsir, birgün siyer ve
megâzî, birgün edebiyat, bir başka gün Arapların meşhur savaşları demek olan
Eyyâmü’l-arab okuturdu.
Abdullah İbni Abbas’ı çok seven Hz. Ömer, onun
görüşlerine pek değer verirdi. Hz. Ali devrinde Basra valiliği yaptı. Bir
kısmını bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu mükerrerleriyle birlikte 1660 hadis
rivayet etmiştir.
İbni Abbas hayatının son yıllarında gözlerini
kaybetti. Bazı kaynaklar onun Kerbelâ Fâciası’na çok üzülüp ağladığını ve
gözlerini bu yüzden yitirdiğini belirtirler.
Tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite, verdiği
fetvâlarla meşhur ve abâdile diye anılan dört Abdullah’tan
biri olan İbni Abbas, hicretin 68. yılında (687) Tâif’te 71 yaşında vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Bu
hadîs-i şerîf, Riyâzü’s-sâlihîn’de geçecek olan kudsî hadislerin
ilkidir. Bu tür hadisleri Peygamber Efendimiz ya arada hiçbir vasıta olmadan
doğrudan doğruya Allah Teâlâ’dan almıştır veya Cenâb-ı Hak bu bilgileri
Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla Peygamber Efendimiz’in
kalbine iletmiştir.
Allah
Teâlâ insanları yaratmadan önce nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu tesbit ve
takdir etmiş, sonra hafaza meleklerine emrederek bunları -herşeyin yazılı
olduğu- levh-i mahfûza kaydettirmiştir. Daha sonra da iyi ve
güzel dediği şeylerin neden iyi ve güzel olduğunu anlamamız, kötü ve çirkin
dediği şeylerin neden kötü ve çirkin olduğunu kavramamız için bunları bize
açıklamıştır.
Buna
göre bir insan iyilik yapmaya niyet eder, sonra da herhangi bir engel sebebiyle
bu iyiliği yapamazsa, Allah Teâlâ o kimseyi iyi niyeti sebebiyle ödüllendirmek
ister ve yapmayı düşündüğü iyiliği yapmış sayarak ona bir sevap yazdırır. Buna
göre iyi bir şeyi düşünmek bile iyilik sayılmaktadır. Bir düşüncenin ve
hareketin iyilik olarak değerlendirilmesi için de, onu yapmaya niyet etmek
şarttır.
Şayet
insan düşünüp yapmaya niyet ettiği o güzel hareketi yapacak olursa, mükâfâtı on
mislinden başlar. En az bire on kazanır. Bu mükâfât 700 misline kadar çıkar.
Eğer yapılan iyilik Allah Teâlâ’nın çok değer verdiği davranışlardan biriyse,
kul da o işi ihlâs ve samimiyetle yapmışsa, mükâfâtı 700 misliyle de kalmaz;
hesabını sadece Cenâb-ı Hakk’ın bileceği daha yüksek ölçeklerle
değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“Yaptıklarına karşılık olmak üzere kendilerine nice
sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilmez” [Secde sûresi (32), 17] âyeti
bu sayısız mükâfâta işaret etmektedir.
Bir
hadîs-i kudsîde bu hadsiz hesapsız mükâfât şöyle açıklanmıştır:
“İyi kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın duymadığı, hiçbir kimsenin de hatırından geçiremediği nimetler
hazırladım” (Buhârî,
Tevhîd 35).
Bir kötülük yapmak isteyip de sonra bundan vazgeçen kimseye tam bir sevap yazılmasının
sebebi, o kötülüğü yapabilecek güçte olduğu halde, Allah’dan korkarak
vazgeçmesidir. Düşündüğü fenalığı yapmaya gücü yetmediği veya buna imkân
bulamadığı için yapamayan kimseye ise hiçbir sevap yoktur. Çünkü o tasarladığı
kötülükten vazgeçmek için kendisini zorlamamış, bu yolda bir gayret
sarfetmemiştir.
Bir kötülük yapana sadece bir günah yazılması, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ne kadar
âdil ve ne kadar geniş bir merhamete sahip olduğunu göstermektedir.
Kötülüklerin âzamî karşılığının bir misli ceza, iyiliklerin asgarî karşılığının
on misli mükâfât olması âyet-i kerîmeyle de belirtilmiştir:
“İyilik edene, yaptığı iyiliğin on misli mükâfât
verilir. Kötülük yapan da yaptığının dengiyle cezalandırılır” [En`âm sûresi (6), 160].
Yapılan
bir kötülüğe sadece bir günah yazılmasından önemli bir sonuç çıkmaktadır: İnsan
kötülük yapmayı aklından geçirdiği için günahkâr olmaz ve bundan dolayı hesaba
çekilmez. Çünkü bir kötülüğü aklından geçirmek, onu yapmaya kararlı olmak
değildir. Şayet insan aklından geçirdiği bir kötülüğü yapmak ister ve buna
karar verirse, işte o zaman iradesi ve kararı yüzünden hesaba çekilir. Mi`râc
hadisinde görüldüğü üzere Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldıktan sonra bu
konuya bir daha temas ederek Peygamber Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
“Kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa,
kendisine bir sevap yazılır. Yaparsa on sevap yazılır.
Kim de bir kötülük yapmak ister de yapmazsa, ona
hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa bir tek günah yazılır” (Müslim, Îmân 259).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bir iyilik yapmak isteyip de yapamayana bir iyilik sevabı yazılır. Çünkü bir
iyiliği yapmayı arzu etmek, onu yapmak için ilk adımı atmak demektir.
2.
Bir kötülük yapmak isteyip de Allah’tan korktuğu için bundan vazgeçene bir
iyilik yapmış gibi sevap yazılır. Çünkü yapmaya karar verdiği kötülükten dönmek
iyi bir şeydir. Zira iyiliğin karşılığı iyiliktir.
3.
Allah Teâlâ hatırdan geçen kötü bir düşünce yüzünden kulunu hesaba çekmez.
Önemli olan bu düşüncenin bir karar ve kesin niyet haline dönüşmemesidir.
4.
Bir iyiliğe kat kat sevap verildiği halde, bir kötülüğe sadece bir günah
yazılır. Böyle bir imkân İslâm’dan başka hiçbir din ve sistemde yoktur.
13- وعن أبي عَبْد الرَّحْمَن عَبْدِ اللَّهِ
بْنِ عُمَرَ بْنِ الْخطَّابِ، رضي الله عنهما قال: سَمِعْتُ رسول الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُولُ: «انْطَلَقَ ثَلاَثَةُ نفر مِمَّنْ كَانَ قَبْلَكُمْ حَتَّى آوَاهُمُ
الْمبِيتُ إِلَى غَارٍ فَدَخَلُوهُ، فانْحَدَرَتْ صَخْرةٌ مِنَ الْجبلِ فَسَدَّتْ
عَلَيْهِمْ الْغَارَ، فَقَالُوا : إِنَّهُ لا يُنْجِيكُمْ مِنْ الصَّخْرَةِ إِلاَّ
أَنْ تَدْعُوا الله تعالى بصالح أَعْمَالكُمْ .
قال رجلٌ مِنهُمْ : اللَّهُمَّ كَانَ لِي
أَبَوانِ شَيْخَانِ كَبِيرانِ ، وكُنْتُ لاَ أَغبِقُ قبْلهَما أَهْلاً وَلا مالاً
فنأَى بي طَلَبُ الشَّجرِ يَوْماً فَلمْ أُرِحْ عَلَيْهمَا حَتَّى نَامَا فَحَلبْت
لَهُمَا غبُوقَهمَا فَوَجَدْتُهُمَا نَائِميْنِ ، فَكَرِهْت أَنْ أُوقظَهمَا
وَأَنْ أَغْبِقَ قَبْلَهُمَا أَهْلاً أَوْ مَالاً، فَلَبِثْتُ وَالْقَدَحُ
عَلَى يَدِى أَنْتَظِرُ اسْتِيقَاظَهُما حَتَّى بَرَقَ
الْفَجْرُ وَالصِّبْيَةُ يَتَضاغَوْنَ عِنْدَ قَدَمى
فَاسْتَيْقظَا فَشَربَا غَبُوقَهُمَا . اللَّهُمَّ إِنْ
كُنْتُ فَعَلْتُ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فَفَرِّجْ عَنَّا مَا نَحْنُ فِيهِ
مِنْ هَذِهِ الصَّخْرَة ، فانْفَرَجَتْ شَيْئاً لا يَسْتَطيعُونَ الْخُرُوجَ
مِنْهُ .
قال الآخر : اللَّهُمَّ إِنَّهُ كَانتْ لِيَ
ابْنَةُ عمٍّ كانتْ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَيَّ » وفي رواية : « كُنْتُ أُحِبُّهَا
كَأَشد مَا يُحبُّ الرِّجَالُ النِّسَاءِ ، فَأَرَدْتُهَا عَلَى نَفْسهَا
فَامْتَنَعَتْ مِنِّى حَتَّى أَلَمَّتْ بِهَا سَنَةٌ مِنَ السِّنِينَ فَجَاءَتْنِى
فَأَعْطَيْتُهِا عِشْرينَ وَمِائَةَ دِينَارٍ عَلَى أَنْ تُخَلِّىَ بَيْنِى
وَبَيْنَ نَفْسِهَا ففَعَلَت ، حَتَّى إِذَا قَدَرْتُ عَلَيْهَا » وفي رواية : «
فَلَمَّا قَعَدْتُ بَيْنَ رِجْليْهَا ، قَالتْ : اتَّقِ الله ولا تَفُضَّ
الْخاتَمَ إِلاَّ بِحَقِّهِ ، فانْصَرَفْتُ عَنْهَا وَهِىَ أَحَبُّ النَّاسِ
إِليَّ وَتركْتُ الذَّهَبَ الَّذي أَعْطَيتُهَا ، اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتُ فَعْلتُ
ذَلِكَ ابْتِغَاءَ وَجْهِكَ فافْرُجْ عَنَّا مَا نَحْنُ فِيهِ ، فانفَرَجَتِ
الصَّخْرَةُ غَيْرَ أَنَّهُمْ لا يَسْتَطِيعُونَ الْخُرُوجَ مِنْهَا .
وقَالَ الثَّالِثُ : اللَّهُمَّ إِنِّي
اسْتَأْجَرْتُ أُجرَاءَ وَأَعْطَيْتُهمْ أَجْرَهُمْ غَيْرَ رَجُلٍ وَاحِدٍ تَرَكَ
الَّذي لَّه وذهب فثمَّرت أجره حتى كثرت منه الأموال فجائنى بعد حين فقال يا عبد
الله أَدِّ إِلَيَّ أَجْرِي ، فَقُلْتُ : كُلُّ مَا تَرَى منْ أَجْرِكَ : مِنَ
الإِبِلِ وَالْبَقَرِ وَالْغَنَم وَالرَّقِيق فقال: يا عَبْدَ اللَّهِ لا
تَسْتهْزيْ بي ، فَقُلْتُ : لاَ أَسْتَهْزيُ بك، فَأَخَذَهُ كُلَّهُ فاسْتاقَهُ فَلَمْ
يَتْرُكْ مِنْه شَيْئاً ، اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتُ فَعَلْتُ ذَلِكَ ابْتغَاءَ
وَجْهِكَ فافْرُجْ عَنَّا مَا نَحْنُ فِيهِ ، فَانْفَرَجَتِ الصَّخْرَةُ فخرَجُوا
يَمْشُونَ » متفقٌ عليه.
13. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer
İbni’l-Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken
dinlediğini söylemiştir:
“Sizden
önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak
üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını
kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:
—
Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan
hiçbir şey kurtaramaz, dediler.
İçlerinden
biri söze başlayarak:
—Allahım!
Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk
çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem
bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez
hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş.
Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların
bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar
uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı.
Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.
Rabbim!
Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını
başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi
değildi.
Bir
diğeri söze başladı:
—Allahım!
Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre:
Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona
sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı
çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul
etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete
başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla
beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden
uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.
Allahım!
Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı
uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi
değildi.
Üçüncü
adam da:
—Allahım!
Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin
ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan
büyük bir servet türedi. Birgün bu adam çıkageldi. Bana:
—Ey
Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona:
—Şu
gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim.
Adamcağız:
—Ey
Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap
verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp
götürdü.
Rabbim!
Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz
sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice
açıldı; onlar da çıkıp
gittiler.
Buhârî, Büyû` 98, İcâre
12, Hars ve’l-müzârea 13, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100
Abdullah İbni Ömer
Hicretten on yıl önce Mekke’de doğdu. Babası Hz.
Ömer’le birlikte müslüman oldu ve onunla birlikte hicret etti. On üç yaşında
iken Uhud Savaşı’na katılmak istedi; fakat Hz. Peygamber onun henüz çok genç
olduğunu söyleyerek buna izin vermedi. Hayatının ileriki dönemlerinde birçok
savaşlara ve fetihlere iştirak etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunduğu İstanbul
seferine katıldı.
Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra halife olması
istenen adaylardan biri de İbni Ömer’di. Fakat o bu teklifi benimsemedi.
Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklara katılmadı. Dinî konularda ihmâllerini
gördüğü idarecileri hemen uyarırdı.
Ablası Hz. Hafsa Resûl-i Ekrem’in hanımı olduğu için,
Efendimiz’in yakın çevresinde bulunma imkânına sahipti. Bu sebeple sahâbîlerin
görüp duyma imkânını bulamadığı birçok hadisin müslümanlara ulaşmasını sağladı.
Rivayet ettiği, mükerrerleriyle birlikte 2630 hadis
ile Ebû Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden yedi sahâbînin (müksirûnun) ikincisi
oldu.
İbni Ömer aynı zamanda en çok fetvâ veren yedi
sahâbîden biriydi. Altmış yıl boyunca fetvâ verdi.
Hz. Peygamber’in hayat tarzına harfi harfine uyma ve
onun emirlerini aynen yerine getirme konusunda bir benzeri daha yoktu. İbni
Ömer birgün gördüğü bir rüyayı ablası Hz. Hafsa aracılığıyla Peygamber
Efendimiz’e arzetti. Efendimiz’in:
“Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı
kılsa!” buyurması
üzerine, o günden itibaren gece namazını hiç terketmedi. Resûl-i Ekrem’in
vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz
kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür,
gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Hele
Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek
titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı halde sadece müslümanlarla selâmlaşmak
için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.
Abdullah İbni Ömer ashâb-ı kirâmın ileri gelen
zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni
yoksullara dağıtırdı. Sahip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allah
yolunda kurban edilmek veya sadaka olarak verilmek üzere ayırırdı. Bir defasında
câriyelerinden birine aşırı sevgi duymaya başlamış, onu hemen âzâd ederek diğer
âzadlılarından biriyle evlendirmişti.
İyi halini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını
öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri onu uyarma
gereğini duydu. Kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için câmiye
gittiğini söyleyince ona:
Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya razıyız, karşılığını verdi. Çeşitli
sebeplerle 1000’den fazla köle âzâd etti.
Kibir duygusuna kapılma endişesiyle sade giyinirdi.
Sağlıklı olmasına rağmen az yemek yerdi.
Saçları omuzlarına dökülecek kadar uzundu. Sakalını
kına ve ketem denilen çivit boyasıyla sarıya boyar, bu sebeple sakalı kumral
bir renk alırdı. Hz. Peygamber’in de öyle yaptığını söylerdi.
Abdullah İbni Ömer 73 (692) yılında seksen beş yaşında
iken Mekke’de vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfte iyi niyetle, ihlâs ve samimiyetle yapılan davranışların Allah Teâlâ’yı
hoşnut ettiği belirtilmektedir. Cenâb-ı Hak kendi rızâsını elde etmek için
yapılan güzel hareketlerden ve azâbından korkularak terkedilen kötü işlerden
dolayı kulundan memnun olmaktadır. O’nun bu hoşnutluğu insanı hem dünyadaki hem
de âhiretteki birçok sıkıntılardan kurtarmakta, her iki dünyada bahtiyar olmasını
sağlamaktadır.
Efendimiz’in
anlattığı bu kıssada ana babaya hizmet, nefse
hâkimiyet ve insan hakkına hürmetin önemi
belirtilmektedir. Birinci kıssa, ana babaya yapılan iyiliğin, onların gönlünü
hoş tutmanın değerli bir hareket olduğunu göstermektedir. Aslına bakılırsa,
insan ana babasına iyilik yapmaya mecburdur. Çünkü onlar vaktiyle kendisine
birçok iyilik yapmışlardır. Şimdi ise iyilik yapma sırası evlâda gelmiştir.
Buradaki güzel davranış sadece ana babayı içine aldığı, öteki kıssalarda ise
başkalarına iyilik söz konusu olduğu için, onlar daha değerli görünmektedir.
Bu
üç güzel hareketin en değerlisi, amcasının kızına sahip olmasına
hiçbir engel yokken sadece Allah’tan korktuğu için nefsinin isteklerine meydan
vermeyen kimsenin davranışıdır. Böyle birinin cennetlik olduğunu şu âyet-i
kerîme de göstermektedir:
“Rabbinin huzurunda (suçlu) durmaktan korkarak nefsini
kötü arzulardan uzaklaştıranlar için şüphesiz varılacak yurt cennettir” [Nâzi`ât sûresi (79), 40-41].
İnsan
sıkıntıya düşünce, kendisini bu sıkıntılardan kurtarması için Allah Teâlâ’ya
dua ve niyaz etmelidir. Bu esnada samimiyetle yaptığından emin olduğu bazı
güzel hareketlerini anarak, onların hâtırına kendisine yardım etmesini söyleyip
Allah Teâlâ’ya yalvarabilir. Bu hiçbir zaman başa kakma anlamına gelmez.
İnsanın sıkıştığı zamanlarda dua vesilesi yapabileceği ihlâslı işlerinin olması
ne güzeldir.
İhlâs
ve iyi niyetle yapılan güzel davranışların hayırlı neticeleri daha dünyada
iken, hatta herşeyin bittiği sanılan bir zamanda görülüverir. Bu da ihlâs ve
iyi niyetin insan hayatındaki yerini gösterir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Anne ve babaya herkesten çok itaat ve hürmet etmeli, onları bütün sevdiklerine
tercih etmelidir.
2.
Nefsin arzu ettiği şeyleri yapabilecek imkâna sahip olduğu halde, sırf
Allah’tan korkarak ve onun rızâsını kazanmak isteyerek bunları terketmek insana
büyük faziletler kazandırır.
3.
İnsanlarla yapılan işlerde dürüst, anlayışlı ve fedakâr davranmak, emanete
riâyet etmek Allah Teâlâ’yı memnun eden güzel hareketlerdir.
4.
Allah Teâlâ yapılan hiçbir iyiliği zâyi etmez; zamanı gelince onu
değerlendirir.
5.
İnsan ihlâs ve iyi niyetinin karşılığını hem dünyada hem de âhirette görür.
2- باب التوبة
TÖVBE ALLAH’TAN AF
DİLEMEK
قال العلماء: التوبة واجبة مِنْ كل ذنب. فإن
كانت المعصية بين العبد وبين اللَّه تعالى لا تتعلق بحق آدمي فلها ثلاثة شروط:
أحدها أن يقلع عَنْ المعصية، والثاني أن يندم عَلَى فعلها، والثالث أن يعزم أن لا
يعود إليها أبدا؛ فإن فقد أحد الثلاثة لم تصح توبته. وإن كانت المعصية تتعلق بآدمي
فشروطها أربعة: هذه الثلاثة وأن يبرأ مِنْ حق صاحبها. فأن كانت مالا أو نحوه رده
إليه، وإن كان حد قذف ونحوه مكنه مِنْه أو طلب عفوه، وإن كانت غيبة استحله مِنْها.
ويجب أن يتوب مِنْ جميع الذنوب، فإن تاب مِنْ بعضها صحت توبته عند أهل الحق مِنْ
ذلك الذنب وبقى عليه الباقي. وقد تظاهرت دلائل الكتاب والسنة وإجماع الأمة عَلَى
وجوب التوبة.
Âlimlere
göre insan, yaptığı her günahdan dolayı tövbe etmelidir. İşlenen günah sadece
Allah’a karşı olup kul hakkını ilgilendirmiyorsa, bundan tövbe etmenin üç şartı
vardır:
1.
O günahı terketmek.
2.
Onu yaptığına pişman olmak.
3.
Bir daha yapmamaya karar vermek.
Şayet
bu üç şarttan biri eksikse, tövbe edilmiş olmaz.
İşlenen
günah kul hakkını ilgilendiriyorsa, ondan tövbe etmenin dört şartı vardır:
Üçü
yukarıda sayılan şartlardır.
Dördüncüsü
de kul hakkından arınıp kurtulmaktır. Bu da şöyle olur:
Şayet
bu hak mal ve benzeri bir şeyse, onu sahibine geri verir.
Eğer
“zina etti” diye iftira atmak gibi bir suçdan dolayı ceza
görmeyi gerektiriyorsa, hak sahibine kendisini cezalandırma yetkisi verir veya
ondan kendini bağışlamasını ister.
Eğer
bu kul hakkı birini çekiştirme suçu ise, o kimseden af diler.
İnsanın
yaptığı her günahdan dolayı tövbe etmesi gerekir. Günahlarının bir kısmından
tövbe ederse, Ehl-i sünnet’e göre, sadece o günahları hakkında tövbe etmiş
sayılır; tövbe etmediği günahları devam eder.
Kur’ân-ı
Kerîm âyetleri, hadîs-i şerîfler ve İslâm âlimleri tövbe etmenin gerekli
olduğunu göstermektedir.
Âyetler
قال اللَّه تعالى:
{ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا
الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ }
1. “Hepiniz Allah’a tövbe edin, ey
mü’minler! Belki böylece korktuğunuzdan kurtulur, umduğunuzu elde
edebilirsiniz.” Nur
sûresi (24), 31
Âyet-i
kerîme, bütün mü’minlerin tövbe etmesini emretmekte, günahlardan kurtulma
yolunun tövbe olduğunu belirtmekte, tövbesi kabul edilen kimsenin kurtuluşa
erdiğini haber vermekte, dolayısıyla kusursuz kul olmayacağını bildirmektedir.
Demek
oluyor ki, sağlıklı bir toplumun önemli şartlarından biri, günahlarından
kurtulmayı arzu eden ve bu maksatla Allah’a yönelen fertlerden meydana gelmesidir.
Çünkü tövbe eden kimse, yaptığı hatayı Allah Teâlâ’ya itiraf etmekte, o günahı
bir daha yapmayacağına dair söz vermekte, O’nun merhametine sığınarak affını
dilemekte ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın yegâne bağışlayıcı olduğunu kabul
etmektedir.
وقال تعالى: { اِسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْه ِ} .
2. “Rabbinizden sizi bağışlamasını
isteyiniz; sonra ona tövbe ediniz.” Hûd
sûresi (11), 3
Günahları
bağışlayacak olan Allah Teâlâ’dır. Kul bunu böyle bilerek Yüce Mevlâ’sına el
açıp affını dileyecek ve yaptığı günahlardan dolayı pişmanlık duyduğunu O’na
itiraf edecektir. Bağışlanmanın tek yolu budur.
وقال تعالى: { يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا} .
3. “Ey iman edenler!
Allah’a samimiyetle tövbe edin!” Tahrîm
sûresi (66), 8
Samimi
tövbe, yapılan günahın çirkinliğini insanın bilmesi, bunu vicdanının kabul
etmesi ve onu işlediğine pişmanlık duymasıdır. Allah Teâlâ “Samimiyetle tövbe
edin” derken, kulunun yaptığı suçtan dolayı üzülüp vicdan azabı çekmesini
istemekte ve onun kendi kendine “Ben artık bu suçu bir daha yapmayacağım” diye
söz vermesini beklemektedir.
İnsanı
kurtaracak olan samimi tövbe (tevbe-i nasûh) işte budur.
İşlediği günahdan pişmanlık duyan kimse, tövbe ettiğini diliyle söylerken gönlü
gerçekten pişmanlık duymalı, bedeni günahtan uzak durmalı ve o konudaki kusur
ve noksanlarını gidermeye çalışmalıdır.
Hadisler
14- وعَنْ أبي هُرَيْرَةَ رضي الله عنه قال :
سمِعتُ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُولُ : « واللَّه إِنِّي لأَسْتَغْفرُ الله ،
وَأَتُوبُ إِليْه ، في اليَوْمِ ، أَكثر مِنْ سَبْعِين مرَّةً » رواه البخاري .
14. Ebû Hüreyre radıyallahu anh,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken
işittiğini söylemiştir:
“Vallahi
ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan beni bağışlamasını diler, tövbe
ederim.”
Buhârî,
Daavât 3. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (47) İbni Mâce, Edeb 57
Açıklamalar
Tövbenin
sözlük anlamı dönmek demektir. İşlenen günahtan vazgeçmek mânasına gelir. Daha
açık bir söyleyişle, yapılan bir günahı, suç olduğunu bilerek ve onu
yaptığından dolayı pişmanlık duyarak terketmektir. Tövbede önemli olan, yapılan
fiilin çirkinliğini bilmek ve ondan iğrenerek vazgeçmektir.
Tövbe
eden kimse çirkin davranışları güzelleriyle değiştirdiği, Allah’tan
uzaklaştırıp şeytana yaklaştıran yolları terkettiği için takdire şâyandır.
İnsan kötü yolu terketmekle kalmamalı, kusurlarını telâfi etmek için ibadet ve
tâatla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmalıdır.
Tövbenin
belli bir zamanı yoktur. İnsanın ne zaman öleceği belli olmadığı için ilk
fırsatta tövbe etmelidir. Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre, en güzel
ibadet zamanı olan seher vakti kalkmalı, Allah rızası için iki rekât namaz
kılmalı, sonra da tövbe ve istiğfâr etmelidir.
Allah
Teâlâ’nın emirlerine herkesten çok uyan Peygamber Efendimiz, bahsimizin baş
tarafında gördüğümüz âyet-i kerîmelerdeki tövbe emrine uyarak, günde
yetmiş defadan fazla tövbe ederdi. Bir sonraki hadîs-i şerîfte
görüleceği üzere, günde yüz defa tövbe ettiği de olurdu.
Hadîs-i
şerîflerde çoğu zaman yetmiş veya yüz rakamı çokluğu, fazlalığı anlatmak için
(kesretten kinâye olarak) kullanılır. Peygamber Efendimiz de günde yetmiş veya
yüz defa tövbe ettiğini söylemekle Cenâb-ı Hakk’ı çok andığını belirtmiş
olabilir.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in günah işlemekten korunduğunu, dolayısıyla onun hiçbir günahı
bulunmadığını biliyoruz. Buna rağmen onun hergün birçok defa tövbe etmesinin
sebebi, ümmetine tövbe ve istiğfârın önemini göstermek ve hiçbir kimsenin Allah
Teâlâ’ya, O’nun lâyık olduğu şekilde ibadet edemeyeceğini belirtmektir.
Peygamberler,
Cenâb-ı Hakk’ı en iyi bilen ve tanıyan kimseler oldukları için, O’na herkesten
çok ibadet ederler; herkesten çok şükrederler ve O’na gerektiği şekilde ibadet
edemediklerini itiraf ederler. Peygamber Efendimiz de yeme, içme, yatma, uyuma,
eşleriyle beraber olma gibi mübah işlerle meşgul olurken veya ümmetinin çeşitli
problemleriyle uğraşırken Allah Teâlâ’yı gerektiği şekilde zikredip
düşünemediği için tövbe ve istiğfâr ederek O’ndan af dilemektedir. Nitekim
hadisimizin bir başka rivayetinde Resûl- Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
“Benim de kalbime gaflet çöküyor. Ben de Allah’a günde
yüz defa istiğfâr ediyorum” (Müslim, Zikir 41).
Bu
durum karşısında bizim şöyle düşünmemiz gerekmektedir:
Benim
sevgili peygamberim, hiç günahı olmadığı halde hergün bu kadar
tövbe ederse, günahlara boğulmuş olan ben binlerce defa tövbe ve istiğfâr
etmeliyim. Hiç olmazsa Efendim’in bu sünnetine uyarak hergün yüz defa tövbe ve
istiğfâr etmeye çalışmalıyım.
İstiğfâr, Allah Teâlâ’ya “Rabbim, beni bağışla!” diye dil ile
yalvarırken, bedeni günahlardan uzak tutmaktır. Kulun yapacağı budur. Allah
Teâlâ’dan umulan ise istiğfâr eden kulunu mağfiret edip bağışlaması, daha açık
bir ifadeyle, onu cehennem azâbından korumasıdır.
Hz.
Ali’nin dediği gibi, dünyada Allah Teâlâ’nın azâbından kurtulmanın iki yolu
bulunmaktadır. Bu yollardan biri Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
varlığıdır. Ne yazık ki onun vefâtıyla bu fırsat elden kaçmıştır. Geriye
sıkı sıkı tutunulması gereken tek yol kalmıştır. O da istiğfârdır. Şu âyet-i
kerîme bu gerçeği dile getirmektedir:
“Sen onların içlerinde bulunduğun müddetçe Allah
onları azaba uğratmayacaktır. Onlar bağışlanmalarını dilerken, Allah
kendilerine azab etmez” [Enfâl sûresi (8), 33].
Allah
Teâlâ’nın kullarına olan merhametini bütün genişliğiyle ortaya koyan bu âyet-i
kerîme ne ümid verici, değil mi?! Kullarına karşı böylesine şefkatli bir Rabbi
olan insan, nasıl ümitsizliğe kapılabilir? Bu âyet-i kerîmede, Allah’dan bizi
bağışlamasını dilediğimiz sürece azaba uğrama-yacağımız va’dedilmektedir.
Elimizde böylesine sağlam bir garanti varken niçin ümitsiz olalım ve niçin
istiğfâr etmeyelim?
İstiğfâr
konusu, Riyâzü’s-sâlihîn’in 1873-1883. hadislerinde geniş bir
şekilde ele alınmıştır. Bu hadis 1874 numarayla tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsan hergün kendini hesaba çekmeli, yaptığı hataları ve günahları bulmaya
çalışmalıdır. Sonra da bu günahları düşünerek Allah Teâlâ’ya yönelmeli ve ondan
kendisini bağışlamasını dilemelidir.
2.
Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’ya karşı ne büyük bir saygı beslediği ve bu
hususta ümmetine örnek olduğu görülmektedir.
3.
Peygamber Efendimiz günah işlemekten korunduğu, gelmiş geçmiş bütün kusurları
bağışlandığı halde günde yetmiş defadan fazla tövbe ederse, günah çukuruna
batmış olan bizlerin hergün en az onun kadar tövbe etmemiz gerekir.
4.
Tövbe müslümanın yenilenme ve temizlenme imkânıdır. Kullar için büyük bir
nimettir. Son nefese ve kıyamet koptuğu âna kadar tövbe kapısı açıktır.
15- وعن الأَغَرِّ بْن يَسار المُزنِيِّ رضي
الله عنه قال : قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يا أَيُّها النَّاس تُوبُوا إِلى
اللَّهِ واسْتغْفِرُوهُ فَإِنِّي أَتُوبُ فِي اليَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ » رواه مسلم .
15. Egarr İbni Yesâr el-Müzenî radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Ey
insanlar! Allah’a tövbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defa
tövbe ederim.” Müslim, Zikir 42.
Ayrıca Ebû Dâvûd, Vitir 26; İbni Mâce, Edeb 57
Eğarr İbni Yesâr
el-Müzenî.
Onun Medine’ye ilk hicret edenlerden olduğu
bilinmektedir. el-Cühenî nisbesiyle de anılmaktadır. Kendisinden İbni Ömer,
Muâviye İbni Kurre ve Ebû Bürde hadis rivayet etmişlerdir. Egarr hakkında
kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. İkisi tövbe ve istiğfâra dair olmak
üzere üç kadar rivayeti vardır.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf “Ey insanlar!” diye başladığına göre bütün insanların tövbe ve istiğfâra
davet edildiği anlaşılmaktadır. Bazı âlimler konumuzun başında geçen “Hepiniz
Allah’a tövbe edin, ey mü’minler!” âyet-i kerîmesine bakarak “Ey insanlar!”
hitabıyla yine mü’minlerin kastedildiğini söylemişlerdir.
Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem tövbe ve istiğfâr edilmesini tavsiye ederken “Ey
insanlar” hitabıyla herkesi, her mü’mini hedef aldığına göre, mânevî durumu ne
olursa olsun, bütün insanlar Cenâb-ı Hak’tan bağışlanma dilemeye mecburdur.
Çünkü hiçbir varlık ona karşı yapması gereken görevlerini ve kulluk borcunu
lâyıkıyla yapamaz. Yapamayınca da ondan kusurları sebebiyle af ve mağfiret
dilemesi bir kulluk görevi olur. Tövbe ve istiğfâr insanın kendisini ve kusurlarını,
Rabbini ve onun yüceliğini tanıması, Rabbine muhtaç olduğunu itiraf etmesi ve
böylece mânen yükselmeyi arzu etmesi anlamına gelmektedir.
Bir
önceki hadiste Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in günde
yetmişden fazla tövbe ve istiğfâr ettiği rivayet edilmişti. Bu hadîs-i şerîfte
tereddütsüz bir rakamla günlük tövbe ve istiğfârının yüz olduğu belirtilmiştir.
1876 numaralı hadiste geleceği üzere Abdullah İbni Ömer Hz. Peygamber’in bir
mecliste yüz defa:
“Rabbiğfir-lî ve tüb aleyye, inneke ente’t-tevvâbü’r-rahîm: Yâ Rabbî! Beni bağışla; tövbemi
kabul buyur. Şüphesiz sen tövbeleri kabul eden merhamet sahibisin” dediğini, kendilerinin de bunu
saydıklarını söylemektedir. Bu ve bundan önceki hadis, Ümmet-i Muhammed’in
tövbe etmekle görevli olduğunu, itiraz edilemez örneğimiz Hz. Peygamber’in
tatbikatı ile göstermektedir. Hiç kimse Peygamber’den daha üstün bir mevkide
bulunmadığına göre, herkesin tövbeye ihtiyacı vardır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bir önceki hadîs-i şerîf için söylenen sonuçlar, aynen bu hadis için de
geçerlidir.
2.
İstiğfârın belli bir sayısı yoktur. Yetmiş ve yüz rakamları çok istiğfâr
edilmesi gerektiğini belirtmek için söylenmiştir. Bizim için tövbe ve
istiğfârın asgarî rakamı yüz olmalıdır.
16- وعنْ أبي حَمْزَةَ أَنَس بن مَالِكٍ الأَنْصَارِيِّ
خَادِمِ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، رضي الله عنه قال : قال رسول
الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : للَّهُ أَفْرحُ بتْوبةِ عَبْدِهِ مِنْ أَحَدِكُمْ سقطَ عَلَى بعِيرِهِ
وقد أَضلَّهُ في أَرضٍ فَلاةٍ متفقٌ عليه .
وفي رواية لمُسْلمٍ : « للَّهُ أَشدُّ فرحاً بِتَوْبةِ
عَبْدِهِ حِين يتُوبُ إِلْيهِ مِنْ أَحَدِكُمْ كان عَلَى راحِلَتِهِ بِأَرْضٍ
فلاةٍ ، فانْفلتتْ مِنْهُ وعلَيْها طعامُهُ وشرَابُهُ فأَيِسَ مِنْهَا ، فأَتَى
شَجَرةً فاضْطَجَعَ في ظِلِّهَا ، وقد أَيِسَ مِنْ رَاحِلتِهِ ، فَبَيْنما هوَ
كَذَلِكَ إِذْ هُوَ بِها قَائِمة عِنْدَهُ ، فَأَخذ بِخطامِهَا ثُمَّ قَالَ مِنْ
شِدَّةِ الفَرحِ : اللَّهُمَّ أَنت عبْدِي وأَنا ربُّكَ، أَخْطَأَ مِنْ شِدَّةِ
الفرح » .
16. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in hizmetkârı olan Ebû Hamza Enes İbni Mâlik el-Ensârî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın
duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki
sevincinden çok daha fazladır.”
Buhârî,
Daavât 4; Müslim, Tevbe 1, 7, 8
Müslim’in
başka bir rivayeti şöyledir:
“Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah
Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve
içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç
vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp
yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı
derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek:
- Allahım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim,
diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”
Müslim,
Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf Allah Teâlâ’nın sonsuz merhametini çarpıcı bir şekilde ortaya koymakta,
günahlarla kirlenen gönülleri bağışlanma ümidiyle serinletmektedir.
Kâinâtın
sahibi olan yücelerden yüce bir varlığın, cücelerden cüce bir insanın kendine
yönelmesinden ve “beni affet” diye yalvarmasından bu derece hoşnut olması
doğrusu şaşırtıcıdır. Demek oluyor ki insan Allah yanında basit bir varlık
değildir. Tam aksine, Rabbini tanıdığı sürece, önemli bir şahsiyettir. Şeyh
Gâlib diyor ki, ey insan, değerini iyi bil; zira sen bu âlemin özü ve kâinâtın
göz bebeğisin:
Hoşca bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Muhtelif
sahâbîler tarafından bize ulaştırılan bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde,
devesini kaybeden adamın düştüğü ümitsizlik daha çarpıcı ifadelerle
anlatılmaktadır. Devesini bulmak için tepeden tepeye koştuğu, hiçbir yerde
bulamadığı, sonunda, artık devemi bulamayacağım, bu ıssız çölde açlık ve susuzluktan
ölüp gideceğim diye bir gölgeliğe çekildiği, elbisesiyle yüzünü örtüp ölümü
beklediği tasvir edilmektedir.
Ölümü
beklerken yeniden hayata kavuşmak, insanoğlunu en fazla sevindiren bir olaydır.
Hadisimize göre insanın el açıp yalvarması, bağışlanma dilemesi Allah Teâlâ’yı
bundan da çok memnun etmektedir.
Hadislerde
geçen Allah Teâlâ’nın memnuniyeti, hoşnutluğu, sevinmesi gibi
ifadeler mecâzî sözlerdir. Bu gibi sözlerle Allah Teâlâ’nın kulundan râzı
olduğu ve onun isteğini hemen yerine getireceği anlatılmaktadır.
Hadîs-i
şerîfteki misalden şunu da anlamaktayız: İnsan bir günah işlediği zaman
şeytanın eline düşer. Şeytanın eline düşen kimse ise, çölde devesini kaybeden
adam gibi, helâk olmak üzeredir. Fakat Allah Teâlâ’ya yönelip tövbe ve istiğfâr
ettiği zaman şeytanın elinden kurtulur, Cenâb-ı Hakk’ın bağışını ve rahmetini
kazanır.
Hadisin
baştarafı 441. hadiste tekrar geçecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ kullarına karşı son derece merhametlidir. Kendisinden af
diledikleri takdirde onları bağışlamaya hazırdır.
2.
Her zorluktan sonra bir kolaylık, her sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelir. Bu
sebeple insan Rabbi’nin rahmet ve merhametinden hiçbir zaman ümid kesmemelidir.
3.
İnsan devamlı surette kendini hesaba çekmeli, günahlarından tövbe etmelidir.
4.
İnsanın kasden yapmadığı hataları Allah Teâlâ bağışlar. Nitekim devesine
kavuşan adamın aşırı sevincinden dolayı “Allah’ım, sen benim Rabbim’sin”
diyecek yerde “Sen benim kulumsun” demesi günah sayılmamıştır.
5.
Anlaşılması zor bazı konuları, Peygamber Efendimiz zaman zaman böyle misâllerle
anlatmıştır.
6.
Bu hadîs-i şerîf, günahlarının bağışlanıp bağışlanmayacağı endişesinden
insanları kurtarmakta, tövbe eden kulundan Allah Teâlâ’nın nasıl hoşnut
olduğunu açıklayarak büyük bir güvence vermektedir. Tövbe etmeye bundan daha
büyük bir teşvik düşünülemez.
17- وعن أبي مُوسى عَبْدِ اللَّهِ بنِ قَيْسٍ
الأَشْعَرِيِّ ، رضِي الله عنه ، عن النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « إِن الله تعالى يبْسُطُ يدهُ
بِاللَّيْلِ ليتُوب مُسيءُ النَّهَارِ وَيبْسُطُ يَدهُ بالنَّهَارِ ليَتُوبَ
مُسِيءُ اللَّيْلِ حتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِن مغْرِبِها » رواه مسلم .
17. Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş’arî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Allah
Teâlâ gündüz günah işleyenin tövbesini kabul etmek için geceleyin elini açar.
Geceleyin günah işleyenin tövbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar.
Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” Müslim, Tevbe 31
Açıklamalar
Önce
şunu belirtelim:
Allah
Teâlâ’nın tövbeleri kabul etmek için gece ve gündüz elini açması demek, kuluna,
haydi bana tövbeni sun da kabul edeyim, demesidir. Bu ifadeyle Cenâb-ı Hakk’ın
kullarına olan sevgi ve merhametinin genişliği anlatılmaktadır. Kulun günahı ne
kadar çok olursa olsun, kaç defa günah işlerse işlesin, tövbe edip af dilediği
takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın onu her zaman bağışlayacağı açıklanmaktadır.
Geceleyin
günah işleyenlerin mutlaka gündüzün tövbe etmesi veya gündüzün günah
işleyenlerin mutlaka geceleyin tövbe etmesi şart değildir. Genellikle geceleyin
günah işleyen kimse gündüz vakti tövbeye fırsat bulur. Gündüzün günah
işleyenler de geceleyin kendine gelir; hatasını anlayarak Allah’dan affını
diler.
Aslında
insan tövbeye ne zaman fırsat bulursa, vakit kaybetmeden hemen Rabbi’ne
yönelmeli, günahlarının bağışlanmasını dilemelidir. Gece ve gündüzün ayrı ayrı
zikredilmesinin sebebi, tövbenin belli bir zamanı bulunmadığını, tövbe
kapısının her an açık olduğunu, yirmi dört saat boyunca tövbe edilebileceğini
göstermektir.
Şunu
tekrar belirtelim ki, tövbe ve istiğfâr samimiyetle yapılmalı,
yapılan günahtan dolayı gerçekten pişmanlık duyulmalıdır.
Yoksa günah işlemeye devam ederken tövbe ve istiğfâr etmeye kalkmak, tövbeyi
küçümsemek olur. Üstelik bu yanlış tutumdan dolayı ayrıca tövbe ve istiğfâr
etmek gerekir.
Hayat
devam ettiği sürece insanoğlunun hataları da devam edecektir. Her hatadan sonra
Rabbimize dönüp ondan bizi affetmesini dilememiz bizden istenen bir kulluk
görevidir. İki de bir tövbe etmenin Allah Teâlâ’ya saygısızlık olduğu
sanılmamalıdır. 422 numaralı hadiste görüleceği üzere insan kaç defa günah
işlerse işlesin, her defasında Allah’a el açıp “Allahım günahımı bağışla!” diye
yalvardığı zaman merhametli Rabbimiz onu reddetmez; aksine “Kulum bir
günah işledi ve bildi ki, günahı affeden ve günahından dolayı kendisini hesaba
çekecek olan bir Rabbi vardır” buyurarak onu bağışlar. Hadis 438
numarayla tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ kullarına son derecede merhametlidir. Onların günahlarından dolayı
tövbe etmelerini bekler.
2.
Tövbe ve istiğfârın belli bir zamanı olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın tövbeleri
kabul ettiği belli ve sınırlı bir zaman da yoktur.
3.
Günah yapıldıktan hemen sonra, vakit kaybetmeden tövbe etmelidir.
18- وعَنْ أبي هُريْرةَ رضي الله عنه قال :
قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَنْ تاب قَبْلَ أَنْ تطلُعَ
الشَّمْسُ مِنْ مغْرِبِهَا تَابَ الله علَيْه » رواه مسلم .
18. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Güneş
batıdan doğmadan önce kim tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.”
Müslim,
Zikir 43
Açıklamalar
Güneşin
batıdan doğması, kıyametin büyük alâmetlerinden biridir. Gök cisimleri, kâinât
yaratılalıberi belli bir düzen içinde seyrine devam etmektedir. Çünkü
kendilerini yaratan ilâhî kudret, onları böyle proğramlamıştır. Kâinâtın sahibi
dünya hayatına son vermek istediği zaman, yarattığı bu hassas düzeni
bozacaktır. İşte o zaman güneş batıdan doğacak, bunu gören insanlar dünyanın
sonu geldiğini kesin olarak anlayacaklardır.
Güneşin
batıdan doğduğunu gören kâfirlerin gerçeği anlayarak imân etmeye kalkmaları
onlara bir fayda vermeyecektir. Bu gerçeği âyet-i kerîme şöyle ifade
etmektedir:
“Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden
inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık imânı fayda
vermez” [En`âm
sûresi (6), 158]. Kıyamet alâmetleri belirdiği zaman imân etmek fayda
vermediği gibi, korkunç gerçeği artık iyice anlayan günahkâr mü’minlerin
yaptıklarına pişman olarak tövbe ve istiğfâr etmeye kalkmaları da bir fayda
getirmez. Demekki önemli olan, herşeyi zamanında yapmaktır. Birgün kıyametin
kopacağını, âhiret hayatının başlayacağını ve insanların dünyada yaptıklarından
dolayı orada hesaba çekileceklerini daha hayat devam ederken anlamalı, kötü
davranışlarını bırakmalı ve kendisine çekidüzen vermelidir.
İnsanı
tövbe etmenin gereğine inandıran hususlardan biri günaha bakış tarzıdır. İyi bir
kul günaha sempati duymaz. Onun çirkin bir davranış olduğunu kabul eder. Günah
işlemeye devam etmenin Allah’a saygısızlık olduğunu düşünür. Günahından dolayı
üzülür, vicdan azabı çeker. Bu konuda büyük sahâbî Abdullah İbni Mes’ûd’un çok
güzel bir sözü vardır. Der ki:
“Mü’min
kimse günahlarını hayalinde öylesine büyütür ki, sanki kendisi bir dağın
eteğinde oturuyormuş da dağ üzerine çökecekmiş zanneder. Günaha düşkün kimse
ise günahlarını, burnunun üstüne konan bir sinek gibi görür” (Buhârî,
Daavât 4).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsan her fırsatta tövbe etmeli, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği “hatayı
düzeltme yeteneği”ni göstermelidir.
2.
Allah Teâlâ kulunun tövbesini kıyamet kopana kadar kabul eder.
19- وعَنْ أبي عَبْدِ الرَّحْمن عَبْدِ
اللَّهِ بن عُمرَ بن الخطَّاب رضي الله عنهما عن النَّبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم قال: «إِنَّ الله عزَّ وجَلَّ يقْبَلُ توْبة
العبْدِ مَالَم يُغرْغرِ» رواه الترمذي وقال: حديث حسنٌ .
19. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l-Hattâb radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir
kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.”
Tirmizî,
Daavât 98. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 30
Açıklamalar
Tövbenin
belli bir zamanı olmadığını, insanın her zaman tövbe edebileceğini belirten
hadîs-i şerîflerden biri de budur. Bir önceki hadiste konuya bütün insanlık
açısından bakılarak tövbenin kıyamet kopana kadar kabul edileceği
belirtilmişti. Burada ise konu şahıs plânında ele alınmış, her ferdin
kıyametinin, ölümü olduğu gösterilmek istenmiştir.
İnsanoğlunun
en büyük zaaflarından biri, uzun yaşama arzusudur. Yaşı ne olursa olsun, önünde
daha nice yıllar bulunduğunu düşünür. En azından uzun bir süre daha yaşamayı
hayâl eder. Bu sebeple de günahlarından tövbe etmek için önünde daha zaman
bulunduğunu zanneder. Kırk yaşından, elli yaşından sonra ibadete başlayacağını
söyleyenleri aldatan ve yanıltan fikir de aynıdır. Bir saat sonra âni bir
ölümle hayata veda edecek insan da aynı yanılgının kurbanıdır.
Tövbe
konusunda insanı ihmâlci yapan hususlardan biri de, tövbesini yeni bir günahla
bozacağı yanılgısıdır. Bazıları tövbe ettikten sonra bir daha günah işlemenin
çok daha mahzurlu olduğunu zannederler; bu sebeple de tövbe etmeyi ileri bir
tarihe bırakırlar. Bu düşünce İslâmiyet’i bilmemekten kaynaklanıyor. Bir
hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz’in günde yetmişden fazla tövbe
ettiğini, diğerinde günde yüz defa tövbe ettiğini gördük. Kâinâtın Efendisi
günahlardan korunmuş bir kimse olduğu halde, günde bu kadar tövbe etmenin
gereğine inanıyor. 17. hadisin açıklamasında geçtiği üzere, Allah Teâlâ insanın
her tövbe edişinde “Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden
ve günahından dolayı kendisini hesaba çekecek olan bir Rabbi vardır” diye
memnun olur. O halde tövbenin bozulması diye bir şey yoktur. Her tövbe bir
önceki günahın bağışlanması için yapılır. Günah işlendikçe de tövbe
tekrarlanır. Yeni bir günah işlememek, elbette arzu edilen şeydir. Fakat
insanın hatalardan kurtulması, melekler gibi günahsız olması mümkün değildir.
Şu
halde tövbe etmeyi geciktirmemeli, daha sonra yaparım diye düşünmemelidir.
Çünkü ölümün bizi ne zaman yakalayacağı belli değildir. Ecelin kollarına
düştükten, gerçekleri bütün açıklığı ile gördükten sonra tövbe etmenin faydası
yoktur. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle dile getirilmektedir:
“Kötülük işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da
“Artık tövbe ettim” diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi
geçersizdir” [Nisâ
sûresi (4), 18]. Demek ki yakayı ecele kaptırdıktan sonra tövbe etmenin
faydası yoktur.
Eli
ayağı tutarken zekâtını vermeyen, fakat öleceği kesinleşince:
“Rabbim! Ne olur, ölümümü biraz geciktirsen de, sadaka
verip iyilik edenlerden olsam” [Münâfikûn sûresi (63), 10] diyen kimsenin de
aynı şekilde sözüne değer verilmeyeceği âyet-i kerîmede belirtilmektedir. Zira
değişmeyen bir gerçek vardır: Can boğaza gelip de âhiret yolu görününce
pişmanlık duymanın ve tövbe kapısı kapandıktan sonra tövbe etmeye kalkmanın hiçbir
değeri yoktur. Çünkü: “Eceli gelen bir kimseye Allah zaman verip
geciktirmez” [Münâfikûn sûresi (63), 11].
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ, can boğaza gelmeden önce yapılan tövbeleri kabul eder.
2.
İnsan ileride nasıl olsa tövbe ederim diye düşünmemeli, aklı ve şuuru yerinde
iken tövbe etmeye bakmalıdır.
3.
Tövbe etme hususunda tenbel olmamalıdır.
20- وعَنْ زِرِّ بْنِ حُبْيشٍ قَال : أَتيْتُ صفْوانَ بْنِ عسَّالٍ رضِي
الله عنْهُ أَسْأَلُهُ عن الْمَسْحِ عَلَى الْخُفَّيْنِ فقال : مَا جَاءَ بِكَ يَا زِرُّ ؟ فقُلْتُ :
ابْتغَاءُ الْعِلْمِ ، فقَال: إِنَّ الْملائِكَةَ تَضَعُ أَجْنِحتِها لِطَالِبِ
الْعِلْمِ رِضاء بمَا يَطلُبُ ، فَقلْتُ : إِنَّه قدْ حَكَّ في صدْرِي الْمسْحُ عَلَى
الْخُفَّيْنِ بَعْدَ الْغَائِطِ والْبوْلِ ، وكُنْتَ امْرَءاً مِنْ أَصْحاب
النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَجئْت أَسْأَلُكَ : هَلْ سمِعْتَهُ
يذْكرُ في ذَلِكَ شيْئاً ؟ قال : نعَمْ كانَ يأْمُرنا إذا كُنا سفراً
أوْ مُسافِرين أَن لا ننْزعَ
خفافَنا ثلاثة أَيَّامٍ ولَيَالِيهنَّ إِلاَّ مِنْ جنَابةٍ ، لكِنْ مِنْ غائطٍ
وبْولٍ ونْومٍ . فقُلْتُ : هَل سمِعتهُ يذكُر في الْهوى شيْئاً ؟ قال : نعمْ
كُنَّا مَع رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في سفرٍ ، فبيْنا نحنُ عِنْدهُ
إِذ نادَاهُ أَعْرابي بصوْتٍ له جهوريٍّ : يا مُحمَّدُ ، فأَجَابهُ رسولُ الله
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم نحْوا مِنْ صَوْتِه : «هاؤُمْ» فقُلْتُ لهُ :
وَيْحَكَ اغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ فإِنَّك عِنْد النَّبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم وقدْ نُهِيت عَنْ هذا ، فقال : واللَّه لا أَغضُضُ : قَالَ الأَعْرابِيُّ
: الْمَرْءُ يُحِبُّ الْقَوم ولَمَّا يلْحق بِهِمْ؟ قال النَّبِيُّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم : «الْمرْءُ مع منْ أَحَبَّ يَوْمَ الْقِيامةِ » فما زَالَ
يُحدِّثُنَا حتَّى ذكر باباً من الْمَغْرب مَسيرةُ عرْضِه أوْ يسِير الرَّاكِبُ في
عرْضِهِ أَرْبَعِينَ أَوْ سَبْعِينَ عَاماً. قَالَ سُفْيانُ أَحدُ الرُّوَاةِ .
قِبل الشَّامِ خلقَهُ اللَّهُ تعالى يوْم خلق السموات والأَرْضَ مفْتوحاً
لِلتَّوبة لا يُغلقُ حتَّى تَطلُعَ الشَّمْسُ مِنْهُ » رواه التِّرْمذي وغيره وقال : حديث
حسن صحيح .
20. Zirr İbni Hubeyş şöyle dedi;
Mestler
üzerine nasıl mesh edileceğini sormak üzere Safvân İbni Assâl radıyallahu
anh’ın yanına gitmiştim. Bana:
-
Zirr! Niçin geldin? diye sordu. Ben de:
-
İlim öğrenmek için, deyince şunları söyledi:
- Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için
onlara kanat gererler. Ben de:
-
Büyük ve küçük abdestten sonra mestler üzerine nasıl mesh edileceği kafamı
kurcaladı. Sen de Hz. Peygamber’in ashâbından olduğun için, onun bu konuda bir
şey söylediğini duydun mu diye sormaya geldim, dedim. Safvân:
-
Evet, duydum. Resûl-i Ekrem seferde bulunduğumuz zaman mestleri üç gün üç gece
çıkarmamayı, büyük ve küçük abdest bozduktan, uyuduktan sonra bile mestlere
meshetmeyi, ancak cünüp olunca mestleri çıkarmayı emrederdi, dedi.
-
Onun sevgiye dair bir şey söylediğini duydun mu? diye sordum.
-
Evet, duydum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir
sefere çıkmıştık. Biz onun yanındayken bir bedevî kaba sesiyle:
-
Muhammed! diye bağırdı.
Hz.
Peygamber de onun sesine yakın bir sesle:
- “Gel
bakalım”, dedi.
Bedevîye
dönerek:
-
Yazıklar olsun sana! Hz. Peygamber’in huzurunda bulunuyorsun. Kıs sesini!
Yüksek sesle bağırmanı Allah yasakladı, dedim.
Bedevî:
-
Vallahi sesimi kısmam, dedi ve Resûl-i Ekrem’e: Birilerini seven, ama onlarla
beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse hakkında ne dersin? diye sordu.
Hz.
Peygamber şöyle buyurdu:
- “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle
beraberdir.”
Safvân
İbni Assâl sözüne devamla dedi ki:
-
Hz. Peygamber bu konuda uzun uzun konuştu. Hatta bir ara batı taraflarında
bulunan bir kapıdan bahsetti. “Kapı yaya yürüyüşüyle kırk yıl veya
yetmiş yıl (yahut râvinin hatırladığına göre süvari gidişiyle kırk
veya yetmiş yıl) genişliğindedir”, buyurdu.
Şamlı
muhaddislerden Süfyân İbni Uyeyne şöyle dedi:
-
Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tövbe için açık olarak
yaratmıştır. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır.
Tirmizî,
Daavât 98. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret, 71; Nesâî, Tahâret 97, 113; İbni Mâce,
Fiten 32
Zirr İbni Hubeyş
Hadisimizi sahâbî Safvân İbni Assâl’den rivayet eden
Zir, çölde yaşayan bir bedevî idi. Hem Câhiliye hem de İslâm devrinde yaşadığı
hâlde Hz. Peygamber’i görememişti. Fakat Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Übey
İbni Ka`b gibi büyük sahâbîlerle görüşmüş ve onlardan hadis rivayet etmiştir.
Zir, ashâb-ı kirâmla görüşmek üzere Medine’ye geldiği
zaman, yukarıdaki hadisimizin râvisi olan Safvân İbni Assâl ile de görüştü ve
ona Resûl-i Ekrem’i görüp görmediğini sordu. O da Hz. Peygamberle birlikte on
iki gazveye katıldığını söyledi.
Müslüman olduktan sonra hayatı değişen Zir İbni
Hubeyş, hadis ve kırâat ilimlerinde üstaddı. Güvenilir bir muhaddisti. Rivayet
ettiği hadisler Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
Kaynaklarda gerek Zirr’in ve gerekse Peygamber
Efendimiz’den yirmi hadis rivayet etmiş olan Safvân İbni Assâl’in hayatları
hakkında fazla bilgi yoktur. Zirr, 82 (701) tarihinde 120 yaşında vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Zirr
İbni Hubeyş çöl hayatını bırakıp ashâb-ı kirâmla görüşmek üzere Medine’ye
geldiği zaman, yıllarının boşa geçtiğini anladı. Karşılaştığı sahâbîlerden ilim
öğrenerek eksiklerini tamamlamaya çalıştı. Safvân İbni Assâl’in yanına
gittiğinde Safvân ona niçin geldiğini sordu. O da ilim öğrenmek için geldiğini
söyledi. Zir, “ilim” kelimesiyle mestler üzerine mesh etmeyi kasdetmişti.
Safvân
onu önce bu güzel davranışından dolayı kutlamak istedi ve ilim öğrenmenin
değeri hakkında bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu bir hadisi haber verdi.
Rivayet edildiğine göre kendisi de bir zamanlar Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in huzuruna vardığında:
-
Senden ilim öğrenmeye geldim, yâ Resûlallah, demişti.
Resûl-i
Ekrem de ona:
- “Merhaba, ilim yolcusu!” diye iltifat ettikten sonra “Melekler,
ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler” buyurmuştu.
Şimdi de o aynı şekilde Zirr İbni Hubeyş’i sevindirmek istemişti.
Büyüklerimizin
âdeti böyleydi. İlim öğenmek isteyenleri severler ve onları sevindirmek
isterlerdi. Ebü’d-Derdâ hazretlerinin de böyle davrandığını biliyoruz. Bu
muhterem sahâbî birgün Dımaşk mescidinde otururken bir adam çıkageldi ve ona:
-
Ben tâ Medine’den buraya, Hz. Peygamber’den rivâyet ettiğini haber aldığım bir
hadisi, senin ağzından duymak için geldim, dedi.
O
zaman Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh ona:
-
Bir iş için mi geldin? Ticaret yapmak için mi geldin? diye defalarca sordu.
Onun gerçekten de sadece hadis öğrenmek için geldiğini anlayınca sevindi ve bu
ilim yolcusuna yaptığı işin değerini anlatmak üzere Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den duyduğu şu hadîs-i şerîfi haber verdi:
- “Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ
ona cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları
için onlara kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hatta sudaki
balıklar bile âlimlerin bağışlanması için Allah’a yalvarırlar. Bir âlimin
sadece ibadetle uğraşan bir kimseye üstünlüğü, on dördüncü gecesinde ayın diğer
yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır.
Peygamberler altın gümüş değil, sadece ilmi miras bırakmışlardır. İşte bu ilim
mirasına konan kimse, çok büyük bir kısmet kazanmış olur” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.
Ayrıca bk. 1379-1395. hadisler).
İlim
öğrenenlere meleklerin neden kanat gerdikleri, ilim yolcularının değerini
ortaya koyan bu hadîs-i şerîf ile daha iyi öğrenilmiş oldu.
Mestler üzerine nasıl mesh edileceğini henüz öğrenmemiş olan Zir, pek merak
ettiği bu konuyu Safvân İbni Assâl’den sorup öğreniyor. Buna göre misafir
olmayan, yâni evinin barkının bulunduğu yerde yaşayan bir kimse abdest alıp
mestini giydikten sonra, yirmi dört saat boyunca, her abdest aldığında
mestlerine mesh edebilecektir. Küçük veya büyük abdeste çıkmak mestlere mesh
etmeye engel değildir. Yalnız boy abdesti almak gerektiğinde mestler mutlaka
çıkarılacak, boy abdesti aldıktan sonra tekrar giyilebilecektir.
Yolculukta
farz namazları bile yarıya düşürmek suretiyle kullarına kolaylık gösteren Allah
Teâlâ, misafirlere, mestlere mesh etme konusunda da kolaylık lutfetmiştir.
Onlar abdest alıp mestlerini giydikten sonra, isterlerse üç gün boyunca mestlerini
hiç çıkarmadan abdest alıp ibadet edebileceklerdir. Boy abdesti almak
gerektiğinde, onlar da mestlerini çıkaracaklardır.
Sevgi konusu da Zirr İbni Hubeyş’in merak ettiği bir şeydir.
Safvân’a bu konuda Peygamber Efendimiz’den bir hadis duyup duymadığını soruyor.
Safvân İbni Assâl, Zirr’e Hz. Peygamber’den duyduğu hadisi söylemekle
yetinmiyor; onu Efendimiz’den nasıl duyduğunu da anlatıyor.
Buna
göre, çölde yaşadığı için görgü ve nezâketten pek haberi olmayan bir bedevî,
Peygamber aleyhisselâm’a merak ettiği bir konuyu sormak istiyor.
Peygamber’e nasıl hitâb edileceğini bilmediği için de bağırarak “Yâ Muhammed!”
diye sesleniyor.
Safvân
onu uyarıyor. Kur’ân-ı Kerîm’in bu nevi kaba davranışları yasakladığını ve:
“Ey imân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden
yüksek çıkarmayın” [Hucurât
sûresi (49), 2] âyetinin geldiğini hatırlatmak istiyor. Fakat bütün
bunları anlatmaya zamanı müsait olmadığı için kısaca sesini alçaltmasını
tavsiye ediyor. Bedevî, sert mizacı sebebiyle, öğrenmek istediği konuyu
sormasına kimsenin engel olamayacağını anlatmak için “Vallahi sesimi kısmam”
diye bir de yemin ediyor.
Ümmetine
son derece merhametli olan sevgili Efendimiz, sözünü ettiğimiz âyet-i kerîmeden
bedevînin haberi olmadığını anlıyor ve günahkâr olmasını arzu etmediği için o
da sesini bedevininkine benzeterek “Gel bakalım!” diye sesleniyor. Bedevî kendi
yetersiz ibadetlerini hatırlayarak, âhirette Hz. Peygamber’le ve onun aziz
sahâbîleriyle beraber olamayacağını düşünerek problemini dile getiriyor:
-
Birilerini seven, ama onlarla beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse
hakkında ne dersin? diye soruyor.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in cevabı, mü’min gönüllere derin hazlar ve büyük ümidler
verecek sıcaklıktadır:
- “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle
beraberdir.”
369
- 371 numaralı hadislerde üç büyük sahâbîden ayrı ayrı rivayet edildiğini
göreceğimiz bu hadîs-i şerîf, Peygamber sevgisinin insanı ne yüce makamlara
çıkaracağını gösteriyor. Enes İbni Mâlik’in rivayetine göre bedevînin biri
Resûl-i Ekrem’e:
-
Kıyamet ne zaman kopacak? dedi.
Fahr-i
Cihân Efendimiz de ona:
- “Kıyamet
için ne hazırladın?” diye sorunca, bedevî:
-
Allah ve Peygamber sevgisini hazırladım, cevabını verdi.
O
zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Öyleyse
sevdiğinle berabersin”, buyurdu.
O
bedevilerden Allah razı olsun. Şayet zihinlerine takılan bu soruları
sormasalardı, nice yanık gönüller böylesine serinlemeyecek, ümid ışığıyla
canlanmayacaktı.
Bu
hadîs-i şerîfi duydukları zaman ashâb-ı kirâm da çok sevinmişlerdi. Hatta
Enes radıyallahu anh’ın söylediğine göre, İslâmiyet’le
şereflendikten sonra hiçbir şeye böylesine sevinmemişlerdi. Enes sevincini
şöyle dile getirmişti:
“Ben
Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum. Onların yaptığı ibadetleri
ve güzel hareketleri yapamasam bile onlarla beraber olmayı umuyorum.”
Demekki
sevgi ve muhabbet, hasta gönülleri diriltecek, ulaşılması zor hedeflere insanı
emniyetle iletecek üstün bir güce sahiptir.
Ne
mutlu Allah’ı ve Resûlullah’ı gönülden sevenlere!..
Tövbenin kabûlü ve zamanı: Birçok müjdeyle dolu olan hadîs-i
şerîfin bu bahiste yer almasının sebebi, sonundaki tövbeyle ilgili sevindirici
haberdir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şimdiye kadar
gördüklerimizden farklı bir hadîs-i şerîfle, tövbeleri Allah Teâlâ’nın her
zaman kabul edeceğini anlatıyor.
Buna
göre:
Allah
Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı zaman, Efendimiz’in “batı” diye ifade
buyurduğu tarafta geniş bir kapı yaratmıştır. Bu kapının iki kanadının arası,
râvinin tereddütlü bir ifadeyle söylediğine göre, yaya veya atlı bir yolcunun
kırk yılda veya yetmiş yılda ancak varabileceği kadar geniştir. Bu kapı tövbe
kapısıdır. Günahkâr kulların yapacağı tövbe, hiçbir engele çarpmadan Allah
Teâlâ’nın yüce huzuruna rahatlıkla varabilecektir. Bu sebeple hiçbir kimse,
acaba benim Cenâb-ı Hakk’a sunduğum tövbem ona varmış mıdır? diye endişe
etmemelidir.
Tövbenin
zamanı ve süresi yoktur. “Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı
kapanmayacaktır” ifadesiyle, kıyamet kopana kadar insanların tövbe
edebileceği anlatılmak istenmiştir. Bu bir müjdedir. Allah Teâlâ’nın kullarına
olan sevgi ve merhametinin sonsuzluğunu göstermektedir.
Tövbe
süresinin bu kadar geniş tutulması, bizi hiçbir zaman tenbelliğe sevk
etmemelidir. Tövbe edebilmek için önümüzde daha nice zaman bulunduğu
aldatmacasına kapılmamalıyız. Günahlara düşkün nefsimiz, bizi böyle aldatır.
Ecelin ne zaman kapımızı çalacağını bilmediğimizi, hiçbir zaman da
bilemeyeceğimizi hatırdan çıkarmamalı, ilk fırsatta tövbe etmeye bakmalıyız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ’nın tövbe kapısını ardına kadar açması, kullarına olan sonsuz
merhametini, onların ebedî kurtuluşa ermesini arzu ettiğini bütün açıklığı ile
göstermektedir.
2.
İlim öğrenmek ve öğretmek Allah Teâlâ’yı memnun eden değerli bir meşgaledir. Bu
sebeple ashâb-ı kirâm ve tâbiîn ilim tahsiline büyük önem vermişlerdir.
3.
İnsan bilmediği şeyleri öğrenmeye çalışmalı ve o konuyu iyi bilen birini bulup sormalıdır.
4.
Mestler üzerine meshetme kolaylığı, İslâmiyet’in müsamaha dini olduğunu
göstermektedir.
5.
Kendilerinden ilim öğrenilen büyüklerin huzurunda saygılı davranmalı, sesini
gereğinden fazla yükseltmemelidir.
6.
Bilgisizliği sebebiyle hata edenlere kızmamalı, ne yapmaları gerektiğini onlara
sabırla öğretmelidir.
7.
İnsanlara karşı anlayışlı olma ve onlara seviyelerine göre davranma hususunda
Peygamber Efendimiz örnek alınmalıdır.
8.
İyi insanlarla beraber olmaya, onların sohbetinde bulunmaya gayret etmeli,
onları sevmelidir. Kötü olduğu bilinen kimselerden uzak durmalı, onların
sohbetlerine katılmamalıdır. Üzüm üzüme baka baka kararır atasözünün ifade
ettiği gerçek unutulmamalıdır.
9.
Sevginin gereği, sevilen gibi olmaya çalışmak ve davranışlarında onu örnek
almaktır.
10.
İnsanlara öğüt veren kimseler, güzel vaadler ve müjdelerle onları
ümitlendirmeli, onlara kolaylıklar göstermelidir.
21- وعنْ أبي سعِيدٍ سَعْد بْنِ مالك بْنِ
سِنانٍ الْخُدْرِيِّ رضي الله عنه أَن نَبِيَّ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
قَال : « كان فِيمنْ كَانَ قَبْلكُمْ رَجُلٌ
قتل تِسْعةً وتِسْعين نفْساً ، فسأَل عن أَعلَم أَهْلِ الأَرْضِ فدُلَّ على راهِبٍ
، فَأَتَاهُ فقال : إِنَّهُ قَتَل تِسعةً وتسعِينَ نَفْساً ، فَهلْ لَهُ مِنْ
توْبَةٍ ؟ فقال : لا فقتلَهُ فكمَّلَ بِهِ مِائةً ثمَّ سألَ عن أعلم أهلِ الأرضِ ،
فدُلَّ على رجلٍ عالمٍ فقال: إنهَ قَتل مائةَ نفسٍ فهلْ لَهُ مِنْ تَوْبةٍ ؟
فقالَ: نَعَمْ ومنْ يحُولُ بيْنَهُ وبيْنَ التوْبة ؟ انْطَلِقْ إِلَى أَرْضِ كذا
وكذا ، فإِنَّ بها أُنَاساً يعْبُدُونَ الله تعالى فاعْبُدِ الله مَعْهُمْ ، ولا تَرْجعْ
إِلى أَرْضِكَ فإِنَّهَا أَرْضُ سُوءٍ ، فانطَلَق حتَّى إِذا نَصَف الطَّريقُ
أَتَاهُ الْموْتُ فاختَصمتْ فيهِ مَلائكَةُ الرَّحْمَةِ وملاكةُ الْعَذابِ .
فقالتْ ملائكةُ الرَّحْمَةَ : جاءَ تائِباً مُقْبلا بِقلْبِهِ إِلى اللَّهِ تعالى
، وقالَتْ ملائكَةُ الْعذابِ : إِنَّهُ لمْ يَعْمَلْ خيْراً قطُّ ، فأَتَاهُمْ
مَلكٌ في صُورَةِ آدمي فجعلوهُ بيْنهُمْ أَي حكماً فقال قيسوا
ما بَيْن الأَرْضَين فإِلَى أَيَّتهما كَان أَدْنى فهْو لَهُ، فقاسُوا فوَجَدُوه
أَدْنى إِلَى الأَرْضِ التي أَرَادَ فَقبَضْتهُ مَلائكَةُ الرَّحمةِ » متفقٌ عليه.
وفي روايةٍ في الصحيح : « فكَان إِلَى الْقرْيَةِ الصَّالحَةِ
أَقْربَ بِشِبْرٍ ، فجُعِل مِنْ أَهْلِها » وفي رِواية في الصحيح : « فأَوْحَى اللَّهُ تعالَى إِلَى
هَذِهِ أَن تَبَاعَدِى، وإِلى هَذِهِ أَن تَقرَّبِي وقَال : قِيسُوا مَا بيْنهمَا
، فَوَجدُوه إِلَى هَذِهِ أَقَرَبَ بِشِبْرٍ فَغُفَرَ لَهُ » . وفي روايةٍ : « فنأَى بِصَدْرِهِ نَحْوهَا » .
21. Ebû Saîd Sa`d İbni Mâlik İbni Sinân
el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vaktiyle
doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin
kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler.
Bu
adam râhibe giderek:
-
Doksan dokuz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu? diye sordu.
Râhip:
-
Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların
sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu
soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek:
-
Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul olup olmayacağını sordu.
Âlim:
-
Elbette kabul olur. İnsanla tövbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git.
Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a
ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir, dedi.
Adam,
denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti.
Rahmet
melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya
başladılar.
Rahmet
melekleri:
- O
adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler.
Azap
melekleri ise:
- O
adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki, dediler.
Bu
sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem
tayin ettiler.
Hakem
olan melek:
-
Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir,
dedi.
Melekler iki mesâfeyi de
ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu
rahmet melekleri alıp götürdü. Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48
Sahîh(-i Müslim)deki bir başka rivayete göre:
“O
kimse iyi insanların yaşadığı köye bir karış daha yakın olduğundan oralı
sayıldı.”
Sahîh(-i Müslim)deki bir diğer rivayete göre:
“Allah
Teâlâ öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye yaklaşmasını, meleklere de iki
mesâfenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın beriki köye bir karış daha yakın
olduğu görüldü. Bunun üzerine affedildi.”
Bir
başka rivayette ise:
“Adam
göğsünün üzerinde öteki köye doğru ilerledi” denilmektedir.
Ebû Saîd el-Hudrî
Tam adı Sa’d İbni Mâlik İbni Sinân el-Hudrî’dir.
Medine’de müslüman bir ailede büyüdü. İslâmiyet ile çocukluk yıllarında
şereflendi. Mescid-i nebevî’nin inşâsına yardım etti. Uhud savaşına katılmayı çok
istediği halde, Resûl-i Ekrem onun henüz çocuk olduğunu söyleyerek bu dileğini
kabul etmedi. Babasının Uhud’da şehid olmasından sonra, şiddetli geçim
sıkıntısı çekti. Hatta açlıktan karnına taş bağlamak zorunda kaldı. Yine böyle
açlıktan kıvrandığı bir gün annesinin ısrarıyla Hz. Peygamber’e durumunu
anlatmak ve ondan yardım istemek üzere huzuruna gitti. Resûl-i Ekrem ona,
istemekten sakınanı Allah’ın iffetli kılacağını, halktan bir şey beklemeden
elinde olanla yetineni zengin edeceğini, sabretmek isteyene de sabır vereceğini
söyledi. O günden sonra Ebû Saîd kimseden bir şey talep etmedi. İşleri yoluna
girdi ve Medineli müslümanlar arasında sayılı zenginlerden oldu.
İlk defa Hendek Gazvesine daha sonra 12 gazveye
iştirak etti. Bazı seriyyelerde görev aldı, hatta seriyye komutanlığı yaptı.
Ashâb-ı kirâm’ın fakihlerinden olması sebebiyle
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra Medine’de fetvâ
vermekle ve öğretimle meşgul oldu. Ayrıca Ebû Saîd el-Hudrî, binden fazla hadis
rivâyet eden ve müksirûn diye anılan yedi sahâbîden biridir.
Birgün Medine valisi Mervân İbni Hakem’in oturmakta
olduğu yerden bir cenâze götürüyorlardı. Mervân ayağa kalkmadı. Bunun üzerine
Ebû Saîd:
- “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile
oturuyorken bir cenâze geçti. Efendimiz derhal ayağa kalktılar” diye hadisi
okuyunca Mervân ayağa kalkmak zorunda kaldı.
Ebû Saîd kendisine baş vurulan konularda Hz.
Peygamber’den duyduğu bir hadisle veya onun yaptığını gördüğü bir fiille cevap
verirdi. Böylece Peygamber Efendimiz’in sünnetinin ümmet arasında gerek bilgi
gerekse uygulama olarak yayılmasına gayret gösterirdi.
Ebû Saîd hak yanlısı bir kimse olduğu kadar cesur, pek
sabırlı ve fedâkar bir zât idi.Yoksullara, yetimlere dâima yardım eder, bakıma
muhtaç çocukları evine alarak besler, büyütür ve eğitirdi. 74 (694) yılında,
seksen küsur yaşlarında iken bir cuma günü vefât etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Günahlar
ne kadar çok ne kadar büyük olursa olsun, onlardan kurtulmanın mutlaka bir yolu
vardır. Adam öldürmek büyük günahlardan biridir. Bir katil beş on kişiyi değil,
yüz kişiyi bile öldürmüş olsa, Allah’ı inkâr etmedikten sonra günahını
affettirmesi mümkündür. İşte hadisimiz bu gerçeği çarpıcı bir misalle
anlatmaktadır.
Hz.
Îsâ’dan sonraki zamanlarda doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam, yaptığı
yanlışı sonunda anlamış, günahlarından temizlenmeyi arzu etmiş, bunun mümkün
olup olmadığını öğrenmek üzere dünyanın en bilgili adamını aramaya başlamıştı.
Ne
yazıkki ona âlim diye gösterilen kimse, gerçek bir din âlimi değildi. Bunun
için de o günah hastasına bir kurtuluş reçetesi veremedi. Vicdanını kanatmaya
başlayan günahların dayanılmaz baskısı altında bulunan zavallı adam, derdinin
bir devası bulunmadığını duyunca eski çılgınlıkları depreşti, âlim geçinen o
adamı da cinayet listesine ekleyiverdi.
Halbuki
o sözde âlim etraflıca düşünmeliydi. Öldürmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir
cinayet makinasıyla karşı karşıya bulunduğunu hesap etmeliydi. Arslan için
parçalamak nasıl tabii bir olaysa, böylesi kimseler için de öldürmenin aynı
derecede tabii olduğunu bilmeliydi. Ama bilemedi. Zira bunu bilecek kadar ilmi
ve anlayışı yoktu. Allah Teâlâ’nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bilen bir
âlim, tövbe yollarını arayan birini ümitsizlik batağına nasıl fırlatabilirdi.
Bu olacak şey değildi. Tövbe kapısına yapışan bir günahkârı ilâhî rahmetin
yıkayıp arıtacağını bilmeyen bir kimsenin ne ilmi ne de anlayışı olabilirdi.
Halk o râhibin ibadetle meşgul olmasına bakarak kendisini âlim sanmıştı. Ne
yazıkki bu câhil adam bir şey bilmediğini de bilmiyordu. Bir kurtuluş yolu
arayan katile bu sebeple yanlış fetvâ vermiş ve böylece hem kendini mahvetmiş
hem de karşısındakini günaha sokmuştu.
Katilin
ikinci arayışında, gerçek âlimi bulduğu görülmektedir. Çünkü bu adam
samimiyetle tövbe eden bir kimseyi Allah Teâlâ’nın reddetmeyeceğini biliyordu.
Bu sebeple o günahkâra ümit verdi ve bu davranışıyla o, ilmin ibadetten
üstün olduğunu ortaya koydu.
Bu
âlimin günahkâr adama “Sakın memleketine dönme! Zira orası fena bir yerdir”
şeklindeki tavsiyesi pek önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. “Üzüm
üzüme baka baka kararır” atasözünün de ifade ettiği gibi, kötü
insanların çoğunlukta olduğu bir yerde yaşayan, ahlâkı bozulmuş kimselerle
düşüp kalkmaya devam eden kimsenin, onların fena tesirinden kurtulması kolay
değildir. Şu hâlde iyiye, doğruya ve güzele ulaşmak isteyen birinin, içinde
yaşadığı kötü çevreyi mutlaka terk etmesi gerekir. Kara kazanın karasından
kurtulmanın bir başka yolu yoktur.
Güzel,
temiz ve mutlu bir hayatı kucaklayıp ömür boyu bahtiyar yaşamanın ikinci şartı
ise, o gerçek âlimin tavsiye ettiği gibi, iyi kimselerle bir arada
olmaktır. Onlarla düşüp kalkmak, Allah’a giden yolda onlarla birlikte
yürümektir.
İyilerin
zarar etmesi mümkün değildir. Yüce Rabbimiz’in iyi kimseleri gözetip kolladığı,
günahlarını affederek onları cennetinde ağırlamak istediği bu hadîs-i şerîfte
açıkca görülmektedir. Yüz kişiyi öldürmesine rağmen, Cenâb-ı Hak o günahkâr
kulunun gönlünde parıldayan tövbe ışığını rahmet meleklerine göstermiş ve onu
azap meleklerine karşı savunmalarını istemiştir. Anlaşıldığına göre azap
melekleri o şahsın tövbe yolunu tuttuğunu bilmiyorlardı. Bu sebeple rahmet
meleklerine “İyi ama o adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki!” diye
diretiyorlardı.
Tövbe
etmeye karar verenleri bağışlayacağını bize canlı bir misalle göstermek isteyen
Allah Teâlâ, rahmet melekleri ile azap melekleri arasındaki çekişmeyi halletmek
üzere bir başka meleğini insan kılığında gönderdi; aralarında onu hakem tayin
etmelerini diledi ve o meleğe nasıl hakemlik yapacağını öğretti.
Hadîs-i
şerîfin bir başka rivayetinde Cenâb-ı Mevlâ’nın “öteki köye uzaklaşmasını,
beriki köye de yaklaşmasını emretmesi”, yüz kişiyi bile öldürmüş olsalar
tövbekâr kullarını affedeceğini ve onları rahmetiyle kucaklayacağını ortaya
koymaktadır.
Furkan
sûresinin 68-70. âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın has kulları anlatılırken onların
Allah Teâlâ’ya ortak koşmayacakları, adam öldürmeyecekleri ve zina
etmeyecekleri belirtilir. Bu günahları işleyenlerin ise, yaptıklarının
cezasını mutlaka çekecekleri ve kıyamet gününde pek kötü bir duruma düşecekleri
anlatılır. Sonra da bir istisna yapılarak şöyle buyurulur:
“Ancak tövbe ve iman edip iyi işler yapanlar başkadır.
Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır; engin
merhamet sahibidir.”
Tövbe
kapısını açık bırakarak günahkâr gönüllere soğuk sular serpen bu âyet-i
kerîmeyi Zümer sûresinin 53. âyeti pekiştirmekte ve sonsuz merhamet sahibi
Allah Teâlâ’dan asla ümit kesilmeyeceğini şöyle ifade etmektedir:
“Ey kendilerinin aleyhinde çalışarak haddi aşan
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar.” Bu
kıssada anlatılan tövbekâr katilin İslâmiyet’ten önce yaşadığı, bu sebeple de
onun bize örnek olamayacağı düşünülebilir. Burada dinimizin bir prensibini
hatırlatmak faydalı olacaktır. Bu prensibe göre Allah ve Resûlü, eski
milletlerin din ve inançlarına dair bazı bilgiler verdikten sonra o bilgilerin
hükümsüz olduğunu belirtmezlerse, bunlar bizim için de bir kaynak ve dayanak
olur. Peygamber Efendimiz bu kıssayı anlattıktan sonra onun bizim için geçersiz
olduğunu söylemediğine göre, bu olaydan ders almamızı ve buna uygun hareket
etmemizi istediği anlaşılmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Günahım bağışlanmaz diye ümitsiz olmamalıdır. Çünkü günah ne kadar büyük olursa
olsun, Allah’ın merhameti daha büyüktür.
2.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tövbe nasip ettiği ve iyiliğe kabiliyetli olarak
yarattığı kimse, büyük günahlar da işlemiş olsa, birgün gelir Allah’a yönelir;
tövbe ederek günahlarını affettirir.
3.
İyi bir âlim çok ibadet eden bilgisiz kişiden daha değerli ve faydalıdır.
Kıssamızdaki câhil âbidin hem kendisini hem de kendisine akıl danışan kimseyi
mahvetmesi, şuurlu âlimin ise hem kendisini hem de kendisine akıl danışanı
kurtuluşa götürmesi bunu göstermektedir.
4.
Halkın mânevî önderi durumunda olan kişilerin son derece anlayışlı, ümit verici
ve sevgi dolu kimseler olması gerekir.
5.
İyi kimselerle dostluk kurmalı, fena hâlleri devam ettiği sürece kötü
insanlardan uzak durmalıdır. Aksi hâlde kötülerin etkisinden kurtulmak mümkün
değildir. İyilerle bir arada olma gayreti, kişinin doğru yolda olduğunu
gösterir.
6.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ümmetini eğitirken geçmiş milletlerin ibretli
hikâyelerine zaman zaman baş vurmuştur. Güzel dinimizin esaslarına ters
düşmemek şartıyla, insanları irşad eden kimseler bu nevi kıssalardan
faydalanabilir.
22- وعَنْ عبْدِ اللَّهِ بنِ كَعْبِ بنِ
مَالكٍ ، وكانَ قائِدَ كعْبٍ رضِيَ الله عنه مِنْ بَنِيهِ حِينَ عَمِيَ، قال : سَمِعْتُ كعْبَ بن مَالكٍ رضِي الله عنه
يُحَدِّثُ بِحدِيِثِهِ حِين تخَلَّف عَنْ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
، في غزوةِ تبُوكَ . قَال كعْبٌ : لمْ أَتخلَّفْ عَنْ رسولِ الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم ، في غَزْوَةٍ غَزَاها إِلاَّ في غزْوَةِ تَبُوكَ ، غَيْر أَنِّي
قدْ تخلَّفْتُ في غَزْوةِ بَدْرٍ ، ولَمْ يُعَاتَبْ أَحد تَخلَّف عنْهُ ، إِنَّما
خَرَجَ رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم والمُسْلِمُونَ يُريُدونَ عِيرَ
قُريْش حتَّى جَمعَ الله تعالَى بيْنهُم وبيْن عَدُوِّهِمْ عَلَى غيْرِ ميعادٍ .
وَلَقَدْ شهدْتُ مَعَ رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ليْلَةَ
العَقبَةِ حِينَ تَوَاثَقْنَا عَلَى الإِسْلامِ ، ومَا أُحِبُّ أَنَّ لِي بِهَا
مَشهَدَ بَدْرٍ ، وإِن كَانتْ بدْرٌ أَذْكَرَ في النَّاسِ مِنهَا وكان من خبري
حِينَ تخلَّفْتُ عَنْ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، في غَزْوَةِ تبُوك
أَنِّي لَمْ أَكُنْ قَطُّ أَقْوَى ولا أَيْسَرَ مِنِّي حِينَ تَخلَّفْتُ عَنْهُ في
تِلْكَ الْغَزْوَة ، واللَّهِ ما جَمعْتُ قبْلها رَاحِلتيْنِ قطُّ حتَّى
جَمَعْتُهُما في تلك الْغَزوَةِ ، ولَمْ يكُن رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم يُريدُ غَزْوةً إِلاَّ ورَّى بغَيْرِهَا حتَّى كَانَتْ تِلكَ الْغَزْوةُ ،
فغَزَاها رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في حَرٍّ شَديدٍ ، وَاسْتَقْبَلَ
سَفراً بَعِيداً وَمَفَازاً. وَاسْتَقْبَلَ عَدداً كَثيراً ، فجَلَّى
للْمُسْلمِينَ أَمْرَهُمْ ليَتَأَهَّبوا أُهْبَةَ غَزْوِهِمْ فَأَخْبَرَهُمْ
بوَجْهِهِمُ الَّذي يُريدُ ، وَالْمُسْلِمُون مَع رسول الله كثِيرٌ وَلاَ
يَجْمَعُهُمْ كِتَابٌ حَافِظٌ « يُريدُ بذلكَ الدِّيَوان » قال كَعْبٌ : فقلَّ
رَجُلٌ يُريدُ أَنْ يَتَغَيَّبَ إِلاَّ ظَنَّ أَنَّ ذلكَ سَيَخْفى بِهِ مَالَمْ
يَنْزِلْ فيهِ وَحْىٌ مِن اللَّهِ ، وغَزَا رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم تلكَ الغزوةَ حين طَابت الثِّمَارُ والظِّلالُ ، فَأَنا إِلَيْهَا أَصْعرُ
، فتجهَّز رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وَالْمُسْلِمُون معهُ ، وطفِقْت
أَغدو لِكىْ أَتَجَهَّزَ معهُ فأَرْجعُ ولمْ أَقْض شيئاً ، وأَقُولُ في نَفْسى:
أَنا قَادِرٌ علَى ذلك إِذا أَرَدْتُ، فلمْ يَزلْ يتمادى بي حتَّى اسْتمَرَّ
بالنَّاسِ الْجِدُّ ، فأَصْبَحَ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم غَادياً
والْمُسْلِمُونَ معَهُ ، وَلَمْ أَقْضِ مِنْ جهازي شيْئاً ، ثُمَّ غَدَوْتُ
فَرَجَعْتُ وَلَم أَقْض شَيْئاً ، فَلَمْ يزَلْ يَتَمادَى بِي حَتَّى أَسْرعُوا
وتَفَارَط الْغَزْوُ ، فَهَمَمْتُ أَنْ أَرْتَحِل فأَدْركَهُمْ ، فَيَاليْتَني
فَعلْتُ ، ثُمَّ لَمْ يُقَدَّرْ ذلك لي ، فَطفقتُ إِذَا خَرَجْتُ في النَّاسِ
بَعْد خُرُوجِ رسُول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يُحْزُنُنِي أَنِّي لا
أَرَى لِي أُسْوَةً ، إِلاَّ رَجُلاً مَغْمُوصاً عَلَيْه في النِّفاقِ ، أَوْ
رَجُلاً مِمَّنْ عَذَرَ اللَّهُ تعالَى مِن الضُّعَفَاءِ ، ولَمْ يَذكُرني رسول
الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم حتَّى بَلَغ تَبُوكَ ، فقالَ وَهُوَ جَالِسٌ في
القوْمِ بتَبُوك : ما فَعَلَ كعْبُ بْنُ مَالكٍ ؟ فقالَ رَجُلٌ مِن بَنِي
سلمِة : يا رسول الله حَبَسَهُ بُرْدَاهُ ، وَالنَّظرُ في عِطْفيْه . فَقال لَهُ
مُعَاذُ بْنُ جَبَلٍ رضيَ اللَّهُ عنه . بِئس ما قُلْتَ ، وَاللَّهِ يا رسول الله
مَا عَلِمْنَا علَيْهِ إِلاَّ خَيْراً ، فَسكَت رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم. فبَيْنَا هُوَ علَى ذلك رَأَى رَجُلاً مُبْيِضاً يَزُولُ به السَّرَابُ ،
فقالَ رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : كُنْ أَبَا خَيْثمَةَ ، فَإِذا
هوَ أَبُو خَيْثَمَةَ الأَنْصَاريُّ وَهُوَ الَّذي تَصَدَّقَ بصاع التَّمْر حين
لمَزَهُ المنافقون قَالَ كَعْبٌ : فَلَّما بَلَغني أَنَّ رسول الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم قَدْ توَجَّهَ قَافلا منْ تَبُوكَ حَضَرَني بَثِّي ، فطفقتُ
أَتذكَّرُ الكذِبَ وَأَقُولُ: بِمَ أَخْرُجُ من سَخطه غَداً وَأَسْتَعينُ عَلَى
ذلكَ بِكُلِّ ذِي رَأْي مِنْ أَهْلي ، فَلَمَّا قِيلَ : إِنَّ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قدْ أَظِلَّ قادماً زاحَ عَنِّي الْبَاطِلُ حَتَّى عَرَفتُ
أَنِّي لم أَنج مِنْهُ بِشَيءٍ أَبَداً فَأَجْمَعْتُ صِدْقَةُ ، وأَصْبَحَ رسول
الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَادماً ، وكان إِذا قدمَ مِنْ سَفَرٍ بَدَأَ
بالْمَسْجد فرَكعَ فيه رَكْعَتَيْنِ ثُمَّ جَلس للنَّاس ، فلمَّا فعل ذَلك جَاءَهُ
الْمُخلَّفُونَ يعْتذرُون إِليْه وَيَحْلفُون لَهُ ، وكانوا بضعاً وثمَانين رَجُلا
فقبل منْهُمْ عَلانيَتهُمْ وَاسْتغفَر لهُمْ وَوَكلَ سَرَائرَهُمْ إِلى الله
تعَالى . حتَّى جئْتُ ، فلمَّا سَلَمْتُ تبسَّم تبَسُّم الْمُغْضب ثمَّ قَالَ :
تَعَالَ، فجئتُ أَمْشي حَتى جَلَسْتُ بيْن يَدَيْهِ ، فقالَ لِي : مَا خَلَّفَكَ ؟
أَلَمْ تكُنْ قد ابْتَعْتَ ظَهْرَك، قَالَ قُلْتُ : يَا رَسُولَ الله إِنِّي
واللَّه لَوْ جلسْتُ عنْد غيْركَ منْ أَهْلِ الدُّنْيَا لَرَأَيْتُ أَني سَأَخْرُج
منْ سَخَطه بعُذْرٍ ، لقدْ أُعْطيتُ جَدَلا ، وَلَكنَّي وَاللَّه لقدْ عَلمْتُ
لَئن حَدَّثْتُكَ الْيَوْمَ حديث كَذبٍ ترْضى به عنِّي لَيُوشكَنَّ اللَّهُ
يُسْخطك عليَّ ، وإنْ حَدَّثْتُكَ حَديث صدْقٍ تجدُ علَيَّ فيه إِنِّي لأَرْجُو
فِيه عُقْبَى الله عَزَّ وَجلَّ ، واللَّه ما كان لِي من عُذْرٍ ، واللَّهِ مَا كُنْتُ
قَطُّ أَقْوَى وَلا أَيْسر مِنِّي حِينَ تَخلفْتُ عَنك قَالَ : فقالَ رسول الله
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « أَمَّا هذَا فقَدْ صَدَقَ ، فَقُمْ حَتَّى
يَقْضيَ اللَّهُ فيكَ » وسَارَ رِجَالٌ مِنْ بَنِي سَلمة فاتَّبعُوني ، فقالُوا
لِي : واللَّهِ مَا عَلِمْنَاكَ أَذنْبتَ ذَنْباً قبْل هذَا ، لقَدْ عَجَزتَ في أن
لا تَكُون اعتذَرْت إِلَى رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم بمَا اعْتَذَرَ
إِلَيهِ الْمُخَلَّفُون فقَدْ كَانَ كافِيَكَ ذنْبكَ اسْتِغفارُ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم لَك . قَالَ : فوالله ما زَالُوا يُؤنِّبُوننِي حتَّى
أَرَدْت أَنْ أَرْجِعَ إِلى رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فأَكْذِب
نفسْي ، ثُمَّ قُلتُ لهُم : هَلْ لَقِيَ هَذا معِي مِنْ أَحدٍ ؟ قَالُوا : نَعَمْ
لقِيَهُ معك رَجُلان قَالا مِثْلَ مَا قُلْتَ ، وقيل لَهمَا مِثْلُ مَا قِيلَ لكَ
، قَال قُلْتُ : مَن هُمَا ؟ قالُوا : مُرارةُ بْنُ الرَّبِيع الْعَمْرِيُّ
، وهِلال ابْن أُميَّةَ الْوَاقِفِيُّ ؟ قَالَ : فَذكَروا لِي
رَجُلَيْنِ صَالِحَيْن قدْ شَهِدا بدْراً فِيهِمَا أُسْوَةٌ . قَالَ : فَمَضيْت
حِينَ ذَكَروهُمَا لِي .
وَنهَى رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم عن كَلامِنَا أَيُّهَا الثلاثَةُ مِن بَين من تَخَلَّف
عَنهُ ، قالَ : فاجْتَنبَنا النَّاس أَوْ قَالَ: تَغَيَّرُوا لَنَا حَتَّى
تَنَكَّرت لِي في نفسي الأَرْضُ ، فَمَا هيَ بالأَرْضِ التي أَعْرِفُ ، فَلَبثْنَا
عَلَى ذَلكَ خمْسِينَ ليْلَةً . فأَمَّا صَاحبايَ فَاستَكَانَا وَقَعَدَا في
بُيُوتهمَا يَبْكيَانِ وأَمَّا أَنَا فَكُنتُ أَشَبَّ الْقَوْمِ وَأَجْلَدَهُمْ ،
فَكُنتُ أَخْرُج فَأَشهَدُ الصَّلاة مَعَ الْمُسْلِمِينَ، وَأَطُوفُ في
الأَسْوَاقِ وَلا يُكَلِّمُنِي أَحدٌ ، وآتِي رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم فأُسَلِّمُ عَلَيْهِ ، وَهُو في مجْلِسِهِ بعدَ الصَّلاةِ ، فَأَقُولُ في
نفسِي : هَل حَرَّكَ شفتَيهِ بردِّ السَّلامِ أَم لاَ ؟ ثُمَّ أُصلِّي قريباً
مِنهُ وأُسَارِقُهُ النَّظَرَ ، فَإِذَا أَقبَلتُ على صلاتِي نَظر إِلَيَّ ، وإِذَا
الْتَفَتُّ نَحْوَهُ أَعْرَضَ عَنِّي ، حَتى إِذا طَال ذلكَ عَلَيَّ مِن جَفْوَةِ
الْمُسْلمينَ مشَيْت حَتَّى تَسوَّرْت جدارَ حَائط أبي قَتَادَةَ وَهُوَا ابْن
عَمِّي وأَحبُّ النَّاسَ إِلَيَّ ، فَسلَّمْتُ عَلَيْهِ فَواللَّهِ مَا رَدَّ
عَلَيَّ السَّلامَ ، فَقُلْت لَه : يا أَبَا قتادَة أَنْشُدكَ باللَّه هَلْ
تَعْلَمُني أُحبُّ الله وَرَسُولَه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ؟ فَسَكَتَ،
فَعُدت فَنَاشَدتُه فَسكَتَ ، فَعُدْت فَنَاشَدْته فَقَالَ : الله ورَسُولُهُ
أَعْلَمُ . فَفَاضَتْ عَيْنَايَ ، وَتَوَلَّيْتُ حَتَّى تَسَوَّرتُ الْجدَارَ
فبَيْنَا أَنَا أَمْشي في
سُوقِ المدينةِ إِذَا نَبَطيُّ منْ نبطِ أَهْلِ الشَّام مِمَّنْ قَدِمَ
بالطَّعَامِ يبيعُهُ بالمدينةِ يَقُولُ : مَنْ يَدُلُّ عَلَى كعْبِ بْنِ مَالكٍ ؟
فَطَفقَ النَّاسُ يشيرون له إِلَى حَتَّى جَاءَني فَدَفَعَ إِلى كتَاباً منْ
مَلِكِ غَسَّانَ ، وكُنْتُ كَاتِباً . فَقَرَأْتُهُ فَإِذَا فيهِ : أَمَّا بَعْدُ
فَإِنَّهُ قَدْ بلَغَنَا أَن صاحِبَكَ قدْ جَفاكَ ، ولمْ يجْعلْك اللَّهُ بدَارِ
هَوَانٍ وَلا مَضْيعَةٍ ، فَالْحقْ بِنا نُوَاسِك ، فَقلْت حِين قرأْتُهَا:
وَهَذِهِ أَيْضاً من الْبَلاءِ فَتَيمَّمْتُ بِهَا التَّنُّور فَسَجرْتُهَا .
حَتَّى إِذَا مَضَتْ
أَرْبَعُون مِن الْخَمْسِينَ وَاسْتَلْبَثِ الْوَحْىُ إِذَا رسولِ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَأْتِينِي ، فَقَالَ: إِنَّ رسول الله صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يَأَمُرُكَ أَنْ تَعْتزِلَ امْرأَتكَ ، فقُلْتُ: أُطَلِّقُهَا ،
أَمْ مَاذا أَفعْلُ ؟ قَالَ: لا بَلْ اعتْزِلْهَا فلا تقربَنَّهَا ، وَأَرْسلَ
إِلى صَاحِبيَّ بِمِثْلِ ذلِكَ . فَقُلْتُ لامْرَأَتِي : الْحقِي بِأَهْلكِ
فَكُونِي عِنْدَهُمْ حَتَّى يَقْضِيَ اللُّهُ في هذَا الأَمر ، فَجَاءَت امْرأَةُ
هِلالِ بْنِ أُمَيَّةَ رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فقالتْ لَهُ : يا
رسول الله إِنَّ هِلالَ بْنَ أُميَّةَ شَيْخٌ ضَائعٌ ليْسَ لَهُ خادِمٌ ، فهلْ
تَكْرهُ أَنْ أَخْدُمهُ ؟ قال : لا، وَلَكِنْ لا يَقْربَنَّك . فَقَالَتْ :
إِنَّهُ وَاللَّه مَا بِهِ مِنْ حَركةٍ إِلَى شَيءٍ ، وَوَاللَّه ما زَالَ يَبْكِي
مُنْذُ كَانَ مِنْ أَمْرِهِ مَا كَانَ إِلَى يَوْمِهِ هَذَا . فَقَال لِي بعْضُ
أَهْلِي: لَو اسْتأَذنْت رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في امْرَأَتِك ،
فقَدْ أَذن لامْرأَةِ هِلالِ بْنِ أُمَيَّةَ أَنْ تَخْدُمَهُ؟ فقُلْتُ: لا أَسْتَأْذِنُ
فِيهَا رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، ومَا يُدْريني مَاذا يَقُولُ
رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إِذَا اسْتَأْذَنْتُهُ فِيهَا وَأَنَا
رَجُلٌ شَابٌّ فلَبِثْتُ بِذلك عشْر ليالٍ ، فَكَمُلَ لَنا خمْسُونَ لَيْلَةً مِنْ
حينَ نُهي عَنْ كَلامنا .
ثُمَّ صَلَّيْتُ صَلاَةَ الْفَجْرِ
صباحَ خمْسينَ لَيْلَةً عَلَى ظهْرِ بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِنَا ، فَبينَا أَنَا
جَالسٌ عَلَى الْحال التي ذكَر اللَّهُ تعالَى مِنَّا ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيَّ
نَفْسِى وَضَاقَتْ عَليَّ الأَرضُ بمَا رَحُبَتْ، سَمعْتُ صَوْتَ صَارِخٍ أوفي
عَلَى سَلْعٍ يَقُولُ بأَعْلَى صَوْتِهِ : يَا كَعْبُ بْنَ مَالِكٍ أَبْشِرْ،
فخرَرْتُ سَاجِداً ، وَعَرَفْتُ أَنَّهُ قَدْ جَاءَ فَرَجٌ فَآذَنَ رسول الله
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم النَّاس بِتوْبَةِ الله عَزَّ وَجَلَّ عَلَيْنَا
حِين صَلَّى صَلاة الْفجْرِ فذهَبَ النَّاسُ يُبَشِّرُوننا ، فذهَبَ قِبَلَ
صَاحِبَيَّ مُبَشِّرُونَ ، وركض رَجُلٌ إِليَّ فرَساً وَسَعَى ساعٍ مِنْ أَسْلَمَ
قِبَلِي وَأَوْفَى عَلَى الْجَبلِ ، وكَان الصَّوْتُ أَسْرَعَ مِنَ الْفَرَسِ ،
فلمَّا جَاءَنِي الَّذي سمِعْتُ صوْتَهُ يُبَشِّرُنِي نَزَعْتُ لَهُ ثَوْبَيَّ
فَكَسَوْتُهُمَا إِيَّاهُ ببشارَته واللَّه ما أَمْلِكُ غَيْرَهُمَا يوْمَئذٍ ،
وَاسْتَعَرْتُ ثَوْبَيْنِ فَلَبسْتُهُمَا وانْطَلَقتُ أَتَأَمَّمُ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَتَلَقَّانِي النَّاسُ فَوْجاً فَوْجاً يُهَنِّئُونني
بِالتَّوْبَةِ وَيَقُولُون لِي : لِتَهْنِكَ تَوْبَةُ الله عَلَيْكَ، حتَّى
دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ فَإِذَا رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم جَالِسٌ
حَوْلَهُ النَّاسُ ، فَقَامَ طلْحَةُ بْنُ عُبَيْد الله رضي الله عنه يُهَرْوِل
حَتَّى صَافَحَنِي وهَنَّأَنِي ، واللَّه مَا قَامَ رَجُلٌ مِنَ الْمُهاجِرِينَ
غَيْرُهُ ، فَكَان كَعْبٌ لا يَنْساهَا لِطَلحَة . قَالَ كَعْبٌ : فَلَمَّا
سَلَّمْتُ عَلَى رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، قال: وَهوَ يَبْرُقُ
وَجْهُهُ مِنَ السُّرُور أَبْشِرْ بِخَيْرِ يَوْمٍ مَرَّ عَلَيْكَ ، مُذْ
ولَدَتْكَ أُمُّكَ ، فقُلْتُ : أمِنْ عِنْدِكَ يَا رَسُول اللَّهِ أَم مِنْ عِنْد
الله ؟ قَالَ : لاَ بَلْ مِنْ عِنْد الله عَز وجَلَّ ، وكانَ رسول الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إِذَا سُرَّ اسْتَنارَ وَجْهُهُ حتَّى كَأنَّ وجْهَهُ
قِطْعَةُ قَمر، وكُنَّا نعْرِفُ ذلِكَ مِنْهُ، فلَمَّا جلَسْتُ بَيْنَ يدَيْهِ
قُلتُ: يَا رسول اللَّهِ إِنَّ مِنْ تَوْبَتِي أَنْ أَنْخَلِعَ مِن مَالي صدَقَةً
إِلَى اللَّهِ وإِلَى رَسُولِهِ .
فَقَالَ رَسُول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم : أَمْسِكْ عَلَيْكَ بَعْضَ مَالِكَ فَهُوَ خَيْر لَكَ ، فَقُلْتُ إِنِّي
أُمْسِكُ سَهْمِي الَّذي بِخيْبَر . وَقُلْتُ : يَا رَسُولَ الله إِن الله
تَعَالىَ إِنَّما أَنْجَانِي بالصدق ، وَإِنْ مِنْ تَوْبَتي أَن لا أُحدِّثَ
إِلاَّ صِدْقاً ما بَقِيتُ ، فوا لله ما علِمْتُ أحداً مِنَ المسلمِين أَبْلاْهُ
اللَّهُ تَعَالَى في صدْق الْحَديث مُنذُ ذَكَرْتُ ذَلكَ لرِسُولِ الله صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أَحْسَنَ مِمَّا أَبْلاَنِي اللَّهُ تَعَالَى ، وَاللَّهِ
مَا تَعمّدْت كِذْبَةً مُنْذُ قُلْت ذَلِكَ لرَسُولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم إِلَى يَوْمِي هَذَا ، وَإِنِّي لأَرْجُو أَنْ يَحْفظني اللَّهُ تَعَالى
فِيمَا بَقِي ، قَالَ : فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَعَالَى : { لَقَدْ تَابَ اللَّهُ عَلَى النَّبِيِّ
وَالْمُهَاجِرِينَ والأَنْصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ في سَاعَةِ الْعُسْرةِ } حَتَّى بَلَغَ : { إِنَّه بِهِمْ رَءُوفٌ رَحِيمٌ صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وَعَلَى الثَّلاَثةِ الَّذينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا
ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ } حتى بلغ: { اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ
الصَّادقين } [ التوبة : 117 ، 119 ] .
قالَ كعْبٌ : واللَّهِ مَا أَنْعَمَ اللَّهُ
عَلَيَّ مِنْ نِعْمَةٍ قَطُّ بَعْدَ إِذْ هَدانِي اللَّهُ لِلإِسْلام أَعْظمَ في
نَفسِي مِنْ صِدْقي رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أَن لاَّ أَكُونَ
كَذَبْتُهُ ، فأهلكَ كَمَا هَلَكَ الَّذِينَ كَذَبُوا إِن الله تَعَالَى قَالَ
للَّذِينَ كَذَبُوا حِينَ أَنزَلَ الْوَحْيَ شَرَّ مَا قَالَ لأحدٍ ، فَقَالَ
اللَّهُ تَعَالَى : {سيَحلِفون بِاللَّه لَكُمْ إِذَا
انْقَلَبْتُم إِليْهِم لتُعْرِضوا عَنْهُمْ فأَعْرِضوا عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْس
ومَأواهُمْ جَهَنَّمُ جَزاءً بِمَا كَانُوا يكْسبُون . يَحْلِفُونَ لَكُمْ
لِتَرْضَوْا عَنْهُمْ فَإِنْ ترْضَوْا عَنْهُمْ فَإِن الله لاَ يَرْضَى عَنِ
الْقَوْم الفاسقين َ } [ التوبة 95 ، 96 ] .
قال كَعْبٌ : كنَّا خُلِّفْنَا أَيُّهَا
الثَّلاَثَةُ عَنْ أَمْر أُولِئَكَ الَّذِينَ قَبِلَ مِنْهُمْ رَسُولُ اللَّهِ
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم حِينَ حَلَفوا لَهُ ، فبايعَهُمْ وَاسْتَغْفَرَ
لَهُمْ ، وِأرْجَأَ رَسولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أمْرَنا حَتَّى
قَضَى اللَّهُ تَعَالَى فِيهِ بِذَلكَ ، قَالَ اللُّه تَعَالَى : { وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ
خُلِّفُوا } .
وليْسَ الَّذي ذَكَرَ مِمَّا خُلِّفنا
تَخَلُّفُنا عَن الغزو ، وَإِنََّمَا هُوَ تَخْلَيفهُ إِيَّانَا وإرجاؤُهُ
أَمْرَنَا عَمَّنْ حَلَفَ لَهُ واعْتذَرَ إِليْهِ فَقَبِلَ مِنْهُ . مُتَّفَقٌ عليه .
وفي رواية « أَنَّ النَّبِيَّ
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم خَرَجَ في غَزْوةِ تَبُوك يَوْمَ الخميسِ ، وَكَان
يُحِبُّ أَنْ يَخْرُجَ يَوْمَ الخميس » .
وفي رِوَايةٍ : « وَكَانَ لاَ يَقدُمُ مِنْ سَفَرٍ
إِلاَّ نهَاراً في الضُّحَى . فَإِذَا قَدِم بَدَأَ بالمْسجدِ فصلَّى فِيهِ
ركْعتيْنِ ثُمَّ جَلَس فِيهِ » .
22. Kâ’b İbni Mâlik radıyallahu
anh gözlerini kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini
üstlenen oğlu Abdullah’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair
mâcerasını Kâ`b İbni Mâlik radıyallahu anh’den şöyle anlatırken
duydum:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne
katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e
katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş
kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Allah Teâlâ müslümanlarla
düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya
getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek
üzere söz verirken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha
meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem.
Tebük
Gazvesi’ne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte
gitmeyişim şöyle oldu:
Ben
katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin
olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya
getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye
hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı.
Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir
düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın
özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini
söyledi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber
sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak
mümkün değildi.
Kâ’b
sözüne şöyle devam etti:
Savaşa
gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça,
işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bu gazveyi meyvaların olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak
bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de
onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan
geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum.
Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben
ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri
döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama
mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle
yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en
çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya
âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te
ashâbın arasında otururken:
- “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den
bir adam:
-
Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de
alıkoydu, demiş.
Bunun
üzerine Muâz İbni Cebel ona:
-
Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a dönerek,
yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş.
O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş:
- “Bu Ebû Hayseme olaydı” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen
adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi!
Ebû
Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için
münafıklara alay konusu olan zâttır.
Kâ’b
sözüne şöyle devam etti:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman
beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime
“Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine
değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki
saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı
anladım. Herşeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin
Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at
namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada
savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin
ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber
onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah
Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben
geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra:
- “Gel!”, dedi.
Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana:
- “Niçin
savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu.
Ben de:
-
Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında
bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim.
Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim
ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak
işin doğrusunu sana bidirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu
söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç
bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da
gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim.
Kâ’b
sözüne devamla dedi ki:
Bunun
üzerine Hz. Peygamber:
- “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında
Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları
yanıma takılarak:
-
Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların
ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının
bağışlanması için Peygamber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi
yeterdi, dediler.
Kâ’b
sözüne şöyle devam etti:
Beni
o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki
sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara:
-
Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum.
-
Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var, dediler. Onlar da
senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar.
- O
iki kişi kim? diye sordum.
-
Biri Mürâre İbni Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî diyerek,
herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını
verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam
ettim.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını
yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını
değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim
memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler;
ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim.
Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle
konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde
otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı
alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona
yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza
dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi.
Müslümanların
bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok
sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm
verdim. Vallâhi selâmımı almadı. Ona:
-
Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlullah’ı ne
kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek
bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince:
-
Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı.
Geri dönüp duvardan atladım.
Birgün
Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir
çiftçi:
-
Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam
yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben
okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu:
-
Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve
hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel,
sana izzet ikrâm edelim.
Mektubu
okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım.
Nihayet
elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Birgün Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi.
-
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı
oturmanı emrediyor, dedi.
-
Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum.
-
Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer
iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma:
-
Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların
yanında kal, dedim.
Hilâl
İbni Ümeyye’nin karısı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
giderek:
-
Yâ Resûlallah! Hilâl İbni Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak
hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş.
Hz. Peygamber de:
-
Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş:
-
Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş
geleliberi durmadan ağlıyor.
Kâ`b
sözüne şöyle devam etti:
-
Yakınlarımdan biri bana: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı! Baksana Hilâl İbni
Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona: Hayır, bu konuda
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik
ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın
bana ne diyeceğini bilemem, dedim.
Bu
vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana
tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı
Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana
dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var
gücüyle:
-
“Kâ`b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma
gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın
tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye
koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at
koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış,
onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni
tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim.
Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen
giydim. Peygamber aleyhisselâm’ı görmek üzere yola koyuldum. Beni
grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor
ve “Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı.
Nihayet
Mescid’e girdim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın
ortasında oturuyordu. Talha İbni Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma
geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse
ayağa kalkmadı.
Râvi
der ki, Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı.
Kâ’b
sözüne şöyle devam etti:
Peygamber aleyhisselâm’a
selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak:
- “Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı
gün kutlu olsun!” buyurdu.
Ben de:
-
Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı?
diye sordum.
- “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhisselâm’ın
yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık.
Resûl-i
Ekrem’in önünde oturduğumda:
-
Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve
Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin
için daha hayırlı olur” buyurdu.
Ben de:
-
Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme
şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı
kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece
doğru söz söyleyeceğim.
Vallâhi
bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi doğru sözlü
olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel
mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a
o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde
de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.
Kâ’b
sözüne devamla şöyle dedi:
Bunun
üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi:
“Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi
sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken
güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul
etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir.
“Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri
bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü
onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet
Allah’dan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine
dönmeleri için Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri
kabul edici ve bağışlayıcıdır.
“Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve
doğrularla beraber olun” [Tevbe
sûresi (9), 117-119].
Kâ’b
şöyle devam etti:
Allah’a
yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana
verdiği en büyük nimet, Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu
söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ şu yalan
söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır
sözleri söyledi ve şöyle buyurdu:
“O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman,
kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz
çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer
cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz
onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” [Tevbe sûresi (9), 95-96].
Kâ’b
sözüne şöyle devam etti:
Biz
üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber aleyhisselâm’ın yeminlerini
kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve Cenâb-ı Hak’dan affedilmelerini
dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, hakkımızda Allah Teâlâ bir hüküm verene kadar bize
yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allah Teâlâ -anlatıldığı üzere-
hükmünü verdi. Allah Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin...” diye
bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hz.
Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini
Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise
geriye bırakması olayıdır.
Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53. Ayrıca bk.
Tirmizî, Tefsîru sûre (9)
Diğer
bir rivayet:
“Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmıştı. Sefere
perşembe günü gitmeyi severdi” şeklindedir. Buhârî, Cihâd 103
Başka
bir rivayette ise:
“Seferden
mutlaka gündüzün kuşluk vakti dönerdi. Dönünce de ilk iş olarak Mescid’e uğrar,
iki rek’at namaz kılar, sonra orada otururdu” denilmektedir. Müslim,
Müsâfirîn 74; Ebû Dâvûd, Cihad 166
Kâ’b İbni Mâlik
Bu azîz sahâbî Resûlullah Efendimiz’in üç meşhur
şâirinden biridir. Medineli olup Hazrec kabilesindendir. İkinci Akabe bîatında
bulunarak Efendimiz’i Medine’ye dâvet eden bahtiyarlardan biri de odur. Tebük
Gazvesi’ne katılmayan üç kişiden biri olması ve elli günlük boykottan sonra
âyet-i kerîme ile aklanması onun şöhretini daha da artırmıştır. Hicretten sonra
Peygamber Efendimiz Mekkeli bir muhâcir ile Medineli bir ensârı kardeş ilân
ettiği zaman, onu cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere’den) biri
olan Talha İbni Ubeydullah ile kardeş yapmıştı. Hadîsi şerîfte okuduğumuz üzere,
haklarında ilâhî af çıkıp da Kâ’b Peygamber Efendimiz’in huzuruna girdiği
zaman, sadece Hz. Talha’nın ayağa kalkıp koşarak gelmesinin ve onu heyecanla
tebrik etmesinin sebebi, aralarındaki bu kardeşlikti. Kâ’b İbni Mâlik onun bu
davranışını hiç unutmadı ve her fırsatta şükranla andı.
Kâ’b sadece Bedir ve Tebük Gazveleri’nde bulunamadı.
Uhud Gazvesi’nde düşmanla yiğitçe savaştı ve on yedi yara aldı. Demekki onun
Tebük Gazvesi’ne gitmemesi, korkaklığı sebebiyle değildi. Kendisinden seksen
kadar hadis rivayet edilmiştir.
Kâ’b hicretin 54. yılında (674) vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Bu
hadîs-i şerîf İslâm âlimlerince çok önemli görülmüş, ondan elli kadar hüküm
çıkarılmıştır.
Bu
uzun hadiste öncelikle tövbenin önemi belirtilmekte, ikinci olarakta genel harb
ilân edildiği bir zamanda savaştan kaçmanın günâhı gösterilmektedir.
Söze
önce bu gazvenin neden bu kadar önemli olduğunu anlatarak başlayalım:
Tebük
Gazvesi hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında (Ekim 630’da) yapıldı. O yıl
Medine’de ve diğer İslâm topraklarında büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bunu
haber alan Bizans kıralı Herakliyüs, müslümanlara öldürücü darbeyi indirmek
üzere kırk bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Peygamber
Efendimiz bu haberi tam zamanında aldı.
Mevsim
sıcak, gidilecek yer de uzak olduğu için her zaman yaptığının aksine bu defa
seferin nereye yapılacağını açıkca söyledi. Müslümanların arasındaki münafıklar
moral bozmak için hem aşırı sıcakları hem de gidilecek yerin uzak oluşunu hep
ileri sürüyorlar ve Herakliyüs’ün kalabalık ordusu karşısına çıkmanın bir
intihar olacağını söylüyorlardı. Bu propaganda bazı kimseler üzerinde gerçekten
tesirli oluyordu. İşte bu sırada müslümanları uyarmak için Tevbe sûresinin
38-41. âyetleri nâzil oldu:
“Ey imân edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda
sefere çıkın dendiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete
tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek
azdır.”
Âyet-i
kerîmenin devamında Peygamber aleyhisselâm’a yardım etmezlerse ona
Allah’ın yardım edeceği söyleniyor, hicret sırasında nasıl yardım ettiği de
anlatılıyordu. Bu âyetler üzerine müslümanlar hemen derlenip toparlandılar ve
savaş hazırlığına başladılar.
Hz.
Ömer’in Hz. Ebû Bekir’i hayır yarışında geçmeyi düşünerek malının
yarısını getirdiği, fakat Ebû Bekir hazretlerinin bütün malını ortaya
koyarak büyüklüğünü bir daha gösterdiği olay bu savaş hazırlığı sırasında
meydana gelmişti. Hz. Osman 950 deve ile 100 atı yine bu
sırada bağışlamıştı. Sonunda İslâm ordusu hazırlanmış, otuz bin mücâhid
Tebük yolunu tutmuştu.
İslâm
tarihine Bekkâîn (ağlayanlar) diye geçecek olan yedi fakir
müslüman, maddî imkânları olmadığı ve bu sebeple savaşa katılamadıkları için
hüngür hüngür ağlıyorlardı. Münafıkların çoğu bahâneler uydurup savaşa
katılmamıştı. İşin fenası Bedir dışında Hz. Peygamber’in yanı başında bütün
savaşlara katılmış olan Kâ’b İbni Mâlik ile diğer iki Bedir gazisi ihmâlleri
sebebiyle Tebük Gazvesi’ne katılmıyorlardı. Nefisleri onları yenmişti.
Savaş
şöyle sonuçlandı: Müslümanların büyük bir kalabalıkla geldiğini öğrenen
hıristiyan ordusu, onların karşısına çıkmaya cesaret edemedi. İslâm ordusu da
geri dönüp geldi. Fakat müslümanlar bu savaşta çok eziyet çektiler. Görüldüğü
üzere Tebük savaşı müslümanlığın kaderi açısından çok önemliydi. Ona herkesin
mutlaka katılması gerekiyordu. Kâ’b İbni Mâlik’e ve arkadaşlarına iyi bir ders
verilmesinin sebeplerinden biri de bu idi.
Tekrar
başa dönerek şunu belirtelim:
Hadîs-i
şerîfte samimiyetle yapılan tövbelerin Allah Teâlâ’yı son derece memnun ettiği
ortaya konmakta, günahına üzülen kullarının kendisine yönelmelerinden pek
hoşnut olduğu belirtilmektedir.
Kâ’b
İbni Mâlik’e müslümanların yaptığı elli günlük boykota rağmen onun din
kardeşleriyle ilgiyi kesmemesi, Peygamber Efendimiz’in etrafında dolaşarak ona
selâm vermeye çalışması, acaba selâmımı aldı mı diye dudaklarının hareketini
gözlemesi, onun ne kadar samimi bir müslüman olduğunu ispat etmektedir.
Başta Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere
müslümanlardan kopmanın, onlardan ayrı kalmanın, onlar tarafından toplum dışı
bırakılmanın iyi bir müslüman için ne korkunç bir ceza olduğu bu olayda bütün
açıklığı ile görülmektedir. Şu hâlde bir müslüman din kardeşlerinin nefretini
üzerine çekecek bir iş yapmanın çok büyük bir hata olduğunu hatırından
çıkarmamalı ve onlar tarafından hor görülecek bir işi asla yapmamalıdır.
Şu
da hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimiz’in bu olayda böylesine
sert davranmasının asıl sebebi, savaştan kaçmanın şahısları değil İslâm
toplumunu ve müslümanların kaderini yakından ilgilendirmesidir. Zira Peygamber
Efendimiz şahsını ilgilendiren hiçbir olaya böyle tepki göstermemiştir. Şahsını
ilgilendiren kusurları hep hoş görmüş, hata edenleri hemen bağışlamıştır.
Neticede
şunu anlıyoruz: İnsan yanılabilir, günah işleyebilir. Yapılan suç ne kadar ağır
olursa olsun, kul hatasını kabul etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a karşı dürüst
davranmalıdır. Günahları sadece O’nun bağışlayacağını bilerek hatasının affı
için Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakarmalıdır. Daha da önemlisi, insan hiçbir zaman
ümitsizliğe düşmemeli, günahlarım bağışlanmaz diye düşünmemelidir. Tam aksine
benim Yüce Rabbim bağışlayıcıdır, diye hep ümitvâr olmalıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Müslüman doğru sözlü olmalı; hata ettiği zaman da kusurunu, günahını kabul
etmelidir.
2.
Samimi bir mü’min günah işlediği zaman üzülmeli, pişmanlık duymalı, ben niçin
böyle davrandım diye ağlayıp sızlamalıdır.
3.
Hatayı kime karşı yapmışsa onun gönlünü almaya ve kendisini bağışlatmaya
çalışmalıdır.
4.
Bir görevi yapamadığı zaman üzüntü duymalı, ben bu görevi niçin yapmadım diye
düşünüp kendisini hesaba çekmelidir.
5.
Allah’a ve Resûlü’ne herkesten çok itâat etmeli, en üstün saygıyı onlara karşı
beslemelidir.
6.
Allah yolunda savaşa çağırıldıkları zaman, durumları ne olursa olsun,
müslümanlar gönül rızasıyla hemen bu savaşa katılmalı, savaştan asla
kaçmamalıdır.
7.
Ashâb-ı kirâmın Peygamber aleyhisselâm’a karşı ne kadar açık sözlü
olduğu, kendi aleyhlerine bir sonuç doğursa bile gerçeği söylemekten
kaçınmadıkları görülmektedir.
8.
İnsanların iç yüzleri Allah’a bırakılmalı ve bir şeyi niçin yaptıkları
kurcalanmamalıdır. Zaten samimi davranmayanlar zamanla kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
9.
Bir idareci, açıkca günah işlemekten çekinmeyen müslümanları yola getirmek
düşüncesiyle, diğer müslümanların onlarla olan davranışlarını sınırlayabilir.
10.
Peygamber Efendimiz’in ashâbına şefkati, onları memnun eden bir habere onlarla
birlikte sevinmesi sahip olduğu ahlâkın üstünlüğünü göstermektedir.
11.
Bir kimsenin münafık veya kâfir olduğu anlaşılırsa, mü’min bir kadın hayatını
öyle biriyle devam ettirmemelidir.
12.
Birini mutlu edecek bir haber duyunca ona müjde vermek, bir olaya sevinen
birini tebrik etmek İslâmî bir âdet olduğu gibi, müjde alan kimsenin müjdeyi
getirene hediye vermesi de hoş bir gelenektir.
13.
Faziletli bir kimse için ayağa kalkmayı dinimiz makbul bir davranış kabul
etmiştir.
14.
Bir nimete kavuşan veya bir sıkıntıdan kurtulan kimse sadaka vermelidir. Fakat
Allah rızası için bütün malını dağıtıp da başkalarına muhtaç duruma
düşmemelidir.
15.
Doğruluk ve doğru sözlülük insanı hem dünyada hem de âhirette kurtarır.
16.
Allah Teâlâ’nın bir lutfuna eren kimse, buna çok sevindiğini belli etmeli ve bu
nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir.
23- وَعَنْ أبي نُجَيْد بِضَم النُّونِ
وَفَتْح الْجيِمِ عِمْرانَ بْنِ الحُصيْنِ الخُزاعيِّ رَضِي اللَّهُ
عَنْهُمَا أَنَّ امْرأَةً مِنْ جُهينةَ أَتَت رَسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم وَهِيَ حُبْلَى مِنَ الزِّنَا ، فقَالَتْ : يَا رسول الله أَصَبْتُ حَدّاً
فأَقِمْهُ عَلَيَّ ، فَدَعَا نَبِيُّ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وَليَّهَا
فَقَالَ : أَحْسِنْ إِليْهَا ، فَإِذَا وَضَعَتْ
فَأْتِنِي فَفَعَلَ فَأَمَرَ بِهَا نَبِيُّ
اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَشُدَّتْ عَلَيْهَا ثِيَابُها ، ثُمَّ
أَمَرَ بِهَا فرُجِمتْ ، ثُمَّ صلَّى عَلَيْهَا . فَقَالَ لَهُ عُمَرُ : تُصَلِّي
عَلَيْهَا يَا رَسُولَ اللَّهِ وَقَدْ زَنَتْ ، قَالَ : لَقَدْ تَابَتْ تَوْبةً لَوْ قُسِمَتْ
بَيْن سبْعِينَ مِنْ أَهْلِ المدِينَةِ لوسعتهُمْ وَهَلْ وَجَدْتَ أَفْضَلَ مِنْ
أَنْ جَادَتْ بِنفْسهَا للَّهِ عَزَّ وجَل؟،» رواه مسلم .
23. Ebû Nüceyd İmrân İbni Husayn el-Huzâî radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden zina ederek gebe
kalmış bir kadın Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve:
-
Yâ Resûlallah! Cezayı gerektiren bir suç işledim. Cezamı ver, dedi.
Bunun
üzerine Peygamber aleyhisselâm kadının velisini çağırttı. Ona:
- “Bu
kadına iyi davran! Doğum yapınca bana getir!” buyurdu.
Adam
Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi yaparak kadını doğumdan sonra getirdi.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem kadının üzerine elbisesinin iyice bağlanmasını
emretti; sıkı sıkıya bağladılar. Sonra Peygamber aleyhisselâm’ın
emri üzerine taşlanarak öldürüldü. Daha sonra Resûl-i Ekrem kadının cenaze
namazını kıldı.
Hz.
Ömer:
-
Yâ Resûlallah! Zina etmiş bir kadının namazını mı kılıyorsun? diye sorunca Hz.
Peygamber şunları söyledi:
- “O
kadın öyle bir tövbe etti ki, şayet onun tövbesi Medine halkından yetmiş kişiye
taksim edilseydi, hepsine yeterdi. Sen Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için
can vermekten daha üstün bir şey biliyor musun?” Müslim, Hudûd 24.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 24; Nesâî, Cenâiz 64
İmrân İbni Husayn
Huzâa kabilesinden olan Ebû Nüceyd İmrân İbni Husayn,
hicretin yedinci yılında (628) babası ve Ebû Hüreyre ile birlikte müslüman
oldu. Resûl-i Ekrem ile birlikte muhtelif gazvelere katıldı.
Daha sonraları Basra kadısı oldu. Basralılara İslam
hukukunu öğretti. Hasan-ı Basrî hazretleri, Basralılara İmrân İbni Husayn’dan
daha çok faydası dokunan birinin bu şehre ayak basmadığını
söylerdi.
Giyimine kuşamına pek dikkat eder ve Resûl-i Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem’in:
“Allah Teâlâ bir kuluna nimet verince, onu kulunun
üzerinde görmekten memnun olur” buyurduğunu söylerdi.
İmrân İbni Husayn’ın Allah Teâlâ’nın huzurunda hesap
vermenin zorluğunu düşünerek:
- “Keşke rüzgârın savurduğu kül olsaydım” dediği
rivayet edilir. Peygamber Efendimiz’den 180 hadis rivayet etmiştir.
İmrân İbni Husayn, otuz yıl süren bir karın
rahatsızlığından sonra hicretin 52. yılında (672) Basra’da vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Bir
mü’min için önemli olan, Rabbinin huzuruna tertemiz varmaya gayret etmektir.
Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için canını vermesi, rûhunu teslim etmesi
gerekse bile bunu seve seve yapmalıdır. Bir günah işleyince önce Allah’tan
korkmalı, yaptığına pişman olmalı, gözyaşları dökerek ağlamalı ve kendini
bağışlaması için Rabbine yalvarmalıdır. Samimi bir müslümanın yapacağı budur.
Fakat samimiyet ve ihlâs derece derecedir. Bu olay başından geçen hanım
sahâbînin samimiyeti ve ihlâsı, bizim takdirlerimizin çok
üzerindedir. O Cenâb-ı Hakk’a bütün varlığıyla dönmüş ve dünyalara sığmayan
muazzam imanıyla el açıp bağışlanma dilemiştir. Âhirette Mevlâ’sının huzurunda
böyle bir günahtan dolayı hesaba çekilip perişan olmaktansa, cezasını dünyada
çekip kurtulmayı tercih etmiştir.
Samimiyet ve ihlâsla yapılan tövbenin insanı günahlarından
arındıracağı kesindir. Âyetler ve hadisler bunu ortaya koymaktadır. Fakat bu
hanım sahâbî, belki de tövbesinin samimi olamayacağını düşünmüş, vermesi
gereken hesabı kesin bir şekilde dünyada görüp bitirmek istemiştir.
Görüldüğü
üzere bu bir iman meselesidir. İmanı böylesine güçlü olanların, tövbesi de
farklıdır. Nitekim Efendimiz onun tövbesinin sadece kendisini kurtaracak bir
güçte değil, yetmiş kişiye dağıtılsa, hepsinin günahlarını
bağışlatacak bir kuvvete sahip olduğunu belirtmiştir.
İmanı
güçlü olan biri, zina gibi ağır bir suç işleyebilir mi? diye sorulabilir.
Evet,
işleyebilir. Çünkü günahdan sadece peygamberler korunmuştur. Onların dışındaki
bütün insanlar hata edip büyük günah işleyebilir. Kul daima kusurludur ve her
zaman yanılabilir. Hep zayıf zamanını kollayıp duran nefsi ile şeytanın oyununa
gelebilir. Bu durumda önemli olan, günahı işledikten sonra ne yapacağını
bilmektir. Bir kul, günah işlemeyi yasaklayan Rabbini hatırlayarak pişmanlık
duyuyor ve yaptığına üzülerek “Rabbim bağışla!” diye inleyebiliyorsa, kurtuluş
yoluna girmiş demektir. Çünkü kulunun günahları gökleri tutsa bile, el açıp
kendine yalvardığı ve affını dilediği sürece onu bağışlayacağını vâdeden Allah
Teâlâ’dır (Tirmizî, Daavât 99).
Başından
bu olay geçen hanım sahâbînin kim olduğu bilinmemektedir.
Bu
genel açıklamadan sonra şimdi de hadisimizdeki bazı hususlara ışık tutalım:
Recm denilen taşlanarak öldürme cezası, zina
eden evli veya başından nikâh geçmiş erkeklere ve kadınlara
verilir. Evli olmayanlar ise sopa vurularak cezalandırılır.
Recm edilen bu hanımın evli veya daha önce evlenmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Peygamber
Efendimiz’in, kadının en yakın akrabasını çağırarak ona iyi davranmasını tenbih
etmesinin sebebi, bu ayıbı nasıl işledin diye onu üzmelerine engel olmaktır.
Zira günahının büyüklüğünü böylesine anlamış ve ondan arınmak için canını
vermeyi göze almış birini tekrar utandırmaya kalkmak insânî bir davranış
değildir.
Taşlama
cezasının doğumdan sonra verilmesinin sebebi, karnındaki mâsum yavruyu ölümden
kurtarmaktır. Bâkire iken zina ederek gebe kalan bir kadın, sopa vurulma
cezasına çarptırılsa bile, doğum yapması beklenir, ondan sonra cezası
uygulanır.
Ceza
verilmeden önce elbisenin bedene iyice bağlanmasının sebebi, ceza uygulanırken
vücudun açılarak mahrem yerlerin görünmesine engel olmaktır. Hz. Ömer’in sorusu
ile Peygamber Efendimiz’in ona verdiği cevap da üzerinde çokca düşünülmesi
gereken bir konudur. Olay şöyledir:
O
aziz tövbekârın mübarek rûhu günah kirini dünyada bırakarak Yüce Mevlâ’sına
uçup gittikten sonra cenazesi yıkanmış, kefenlenmişti. Peygamber Efendimiz
cenaze namazını kıldırmaya kalkınca, Hz. Ömer hayret etti. Çünkü birinin cenaze
namazını kılmak, ona değer vermek ve bağışlanmasını Cenâb-ı Hak’tan istemekti.
Hz.
Ömer sadece işlenen günahın büyüklüğüne bakıyor, o günahtan sonra yapılan
tövbenin büyüklüğünü görmüyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’in öyle bir
günahkârın cenaze namazını niçin kıldığını öğrenmek istedi.
Efendimiz
de ona verdiği cevapta; o kadın öyle bir tövbe etti ki, şayet onun tövbesi
Medineli yetmiş günahkâra dağıtılsa, herbirinin günahlarını affettirir ve
kendilerini temize çıkarır, demek suretiyle ihlâs ve samimiyetin kurtarıcı
ve yüceltici özelliğini belirtmiş oldu.
Bu
hadîs-i şerîfte, Peygamberler Sultanı Efendimiz’in büyüklüğü bir kere daha
görüldü. İnsana verdiği üstün değer daha iyi anlaşıldı.
Bu
olayın Sahîh-i Müslim’deki bir diğer rivayeti daha geniştir.
Buna
göre Peygamber aleyhisselâm’a o kadın gelip de, cezamı vererek beni
temizle, dediği zaman Resûl-i Ekrem onun sözüne önem vermek istememişti. Fakat
kadın ısrar etti. Zina ettiğini, hatta karnında bu zinanın mahsûlünü
taşıdığını, mutlaka cezalandırılması gerektiğini ısrarla belirtti. Resûl-i
Ekrem de ona doğum yaptıktan sonra gelmesini söyledi. Aradan aylar geçti. Belki
kadın itirafından vazgeçebilirdi. Çünkü can tatlıydı. Ama o, doğurduğu çocuğu bir beze sararak getirdi. Bu
defa Resûl-i Ekrem Efendimiz:
- “Git,
çocuğu sütten kesilinceye kadar emzir!” diyerek onu geri gönderdi.
Kadın çocuğuyla birlikte dönüp gitti. Aradan yıllar geçmiş, çocuk sütten
kesilmişti. Kadın elindeki ekmeği kemirmeye çalışan çocuğuyla çıkageldi.
-
Ey Allah’ın elçisi! Onu memeden ayırdım. Yemek yemeye de başladı, diyerek
cezasının uygulanmasını istedi. Sonunda göğsüne kadar bir çukura gömüldü ve
taşlanarak cezalandırıldı.
Peygamber
Efendimiz’in hayatında bir de Mâiz adlı sahâbînin taşlanarak
öldürülmesi olayı vardır. Mâiz Peygamber aleyhisselâm’a gelip zina
ettiğini söylediği ve cezasının verilmesini istediği zaman Efendimiz onu
dinlemek istememiş, oradan çekip gitmesini söylemişti. Fakat Mâiz ısrarlıydı.
Sözünü dinlemek istemeyen ve kendisine arkasını dönüp oturan Resûl-i Ekrem’in
karşısına geçerek günah işlediğini dört defa tekrarlamıştı.
Zina cezasının verilebilmesi için bu olayı ya dört şahidin görmesi veya
başından olay geçen kimsenin dört defa itiraf etmesi gerekiyordu. Mâiz olayı
dört defa tekrarlayınca, kendisine recm cezası uygulandı.
Asr-ı
saâdetteki bu nevi olayların ikiyi üçü geçmediği bilinmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Müslüman bir günah işleyince üzülmeli, ıstırap duymalı, yaptığına pişman
olmalıdır.
2.
İnsan yaptığına pişman olup tövbe ettiği takdirde, kendisine verilen dünyevî
cezalar o suçların karşılığı olur. Âhirette o günahtan bir daha sorguya
çekilmez.
3.
Hâmile kadın doğum yapıp temizlenme süresi sona erene kadar cezalandırılmaz.
Çocuğu varsa, onu kendi emzirmese bile, çocuk sütten kesilene kadar cezası
tehir edilir.
4.
Tövbe, zina suçunun bile affedilmesini sağlayacak bir güce sahiptir.
24- وَعَنِ ابْنِ عَبَّاس وأنس بن مالك
رَضِي الله عنْهُم أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
قَالَ : « لَوْ أَنَّ لابْنِ آدَمَ وَادِياً
مِنْ ذَهَبِ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ لَهُ وادِيانِ ، وَلَنْ يَمْلأَ فَاهُ إِلاَّ
التُّرَابُ ، وَيَتُوب اللَّهُ عَلَى مَنْ تَابَ » مُتَّفَقٌ عَليْهِ .
24. İbni Abbas ve Enes İbni Mâlik radıyallahu
anhüm’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“İnsanoğlunun
bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka
bir şey doldurmaz. Ama Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder.”
Buhârî,
Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 27, Menâkıb 32,
64; İbni Mâce, Zühd 27
Açıklamalar
İnsanın
tövbe etmesini gerektiren kabahatleri, herkesin günah diye bildiği bazı aşırı
ve Allah’a karşı saygısızca yapılmış davranışlardan ibaret değildir. Açgözlülük
ve kanaatsizlik de diğer günahlar kadar çirkindir. Hadîs-i şerîf, bunlardan
dolayı da Allah’a tövbe edilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Günahlar
insanın mânevî dünyasını nasıl hırpalarsa, dünya malına duyulan aşırı hırs da
tıpkı günahlar gibi insanın geleceğini tehlikeye sokar. Zira insanın tabiatında
doyumsuzluk vardır. Elde ettiği ile yetinmeme, daha çoğunu isteme duygusu ona
hâkimdir. Bir dere dolusu altınla yetinmeyip bir o kadar daha istemesi, diğer
bir rivayette görüldüğü üzere “iki dere dolusu altını olsa bir üçüncüyü
arzu etmesi”, onun bu huyu sebebiyledir.
Peygamber
Efendimiz şu hadisiyle bu doyumsuzluğun asıl sebebini gün ışığına çıkarmıştır:
“İnsan ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç
kalır: Biri çok kazanma hırsı, öteki çok yaşama arzusu” (Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 115).
Resûl-i
Ekrem Efendimiz insanın “ağzını”, bir diğer rivayete göre “karnını
sadece toprak doyurur” buyururken, onu bu açgözlülük derdinden ancak
ölüm kurtarabilir; ölmeden onun gözü doymaz demek istemiştir. İnsanoğlunun bu
doyumsuzluğu cimriliğinden kaynaklanmaktadır. Harcamadan biriktirmek cimriliğin
en belirgin özelliğidir. Bu açığımızı Allah Teâlâ şöyle sergilemektedir:
“De ki, Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde
olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zaten insan da
pek cimridir” [İsrâ
sûresi (17), 100].
Çok
kazanma duygusu ölçülü olduğu, insanı yaratılış gayesinden uzaklaştırmadığı sürece faydalı olabilir.
Zira çok kazanan bir müslümanın, elde ettiği servetle daha çok hayır ve iyilik
yapması arzu edilir. İslâmiyet’in verilmesini emrettiği zekât ve sadakayı verebilmek,
Allah yolunda sarfedilmesini istediği harcamaları yapabilmek için zengin olmak
lâzımdır. Zengin olabilmek için de, insanda çok kazanma arzusu bulunmalıdır.
Ama gönüldeki bu çok kazanma duygusu ona âhiret hayatını unutturuyorsa, dünya
sevgisi onu esir alarak bütün gönlüne el koyuyorsa, o takdirde bu duygu son
derecede tehlikeli bir hâle gelmiş demektir.
Şükürler
olsun ki, Allah Teâlâ insana zararlı duyguları ve aşırı istekleri frenleme gücü
vermiştir. İradesine hâkim olan kimsenin bu nevi zaaflarını kontrol altına
alması her zaman mümkündür. Dünya malına, dünya zevkine aşırı bağlandığını
hissettiği anda Rabbine dönen ve el açıp O’ndan yardım isteyen kuluna Cenâb-ı
Hakk’ın yardım edeceği de hadisimizde
müjdelenmiştir.
Bu
hadîs-i şerîfte şöyle bir incelik de sezilmektedir. İnsanoğlu topraktan
yaratıldığı için onun tabiatında toprağın özellikleri vardır. Toprak zaman
zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Onu ancak Allah Teâlâ’nın
lutfedeceği bol yağmurlar canlandırabilir. İşte o zaman yeniden hayat bulan
toprak, gönül okşayan binbir güzelliğini ortaya çıkarır. İnsan da böyledir. Onu
nefsi ve bitip tükenmeyen hırsı esir alıp da insânî özelliklerini
kaybettirince, yeniden kendine gelebilmesinin yegâne yolu Allah’a dönmesi ve
O’ndan yardım istemesidir. Yoksa dünya malına olan açlığı artarak devam eder. O
zaman da topraktan yaratılan bu varlığın gözünü ancak kabir toprağı doyurur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kanaatkâr olmak, Allah Teâlâ’nın verdikleriyle yetinmek güzel bir huydur.
2.
Açgözlülük insanı dünyada huzursuz ettiği gibi, onu haksızlığa yönelteceği için
âhiretini de perişan eder.
3.
Açgözlülük derdinden kurtulmanın yegâne çaresi, önce bu dertten kurtarması için
Allah’a yalvarmak ve açgözlülük sebebiyle yaptığı günahları bağışlaması için
ona yönelmektir.
4.
Allah Teâlâ kötü huylarından dolayı tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder.
25- وَعَنْ أبي هريرة رَضِي اللَّهُ عَنْهُ
أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ : « يَضْحكُ اللَّهُ سبْحَانُه وتَعَالَى
إِلَى رَجُلَيْنِ يقْتُلُ أحدُهُمَا الآخَرَ يدْخُلاَنِ الجَنَّة ، يُقَاتِلُ
هَذَا في سبيلِ اللَّهِ فيُقْتل ، ثُمَّ يَتُوبُ اللَّهُ عَلَى الْقَاتِلِ
فَيسْلِمُ فيستشهدُ » مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ .
25. Ebû Hüreyre
radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Biri
diğerini öldüren ve her ikisi de cennete giren iki kişiden Allah Teâlâ hoşnut
olur. Bunlardan biri Allah yolunda savaş ederken diğeri tarafından öldürülür.
Katil olan da daha sonra tövbe eder, müslüman olur, o da Allah yolunda
savaşırken şehid düşer.”
Buhârî,
Cihâd 28; Müslim, İmâre 128, 129. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 38; İbni Mâce,
Mukaddime 13
Açıklamalar
Bütün
kullarını rahmet ve şefkatiyle kucaklayan Cenâb-ı Hakk’ın, kâfirleri de tövbe
yoluyla temize çıkarıp cennetine alabileceği bu hadîs-i şerîfle ortaya
konmaktadır.
Günahlarına tövbe etmek, bütün insanlık için bir kurtuluş
yoludur. Bitmeyen bir bahtiyarlığı, ebedî âhiret saadetini isteyen herkes tövbe
ederek geleceğini garantiye alabilir. Hatta bir insan, Allah’ın yüce dinini
daha ötelere götürmek ve cihana yaymak için savaşan bir mücahidi şehid etse,
böylece günah çukuruna daha çok batsa, ama birgün yanlış yolda gittiğini
anlayarak İslâm’a dönse ve böylece bütün günahlarına tövbe etmiş olsa, o da
şehid ettiği kimseyle beraber cennete girecek ve Allah’ın cemâlini görecektir.
İşte Efendimiz biri diğerini öldüren, sonra da ikisi birden cennete girecek
olan iki şahsın bu garip hâllerinin Allah Teâlâ’yı pek memnun edeceğini haber
vermektedir.
Hadisimizin
metninde, Cenâb-ı Hakk’ın bu iki kulunun durumuna memnun olması hâli, “Allah
Teâlâ iki kulunun durumuna güler” diye istiâre yoluyla anlatılmıştır.
Gülmek, ağlamak gibi hâller Cenâb-ı Hak için düşünülemeyeceğine göre, bu sözle
onun kullarından hoşnut ve razı olması ve onlara sevap yazması anlatılmak
istenmiştir.
Görüldüğü
üzere Allah Teâlâ’nın rahmeti ve şefkati pek büyüktür. “Rabbinin affı
çok geniştir” [Necm sûresi (53), 32] âyet-i kerîmesi de bunu
göstermektedir. Allah Teâlâ’nın rahmeti geniş olduğu gibi, rahmetinin eseri
olan cenneti de son derece geniştir. Bütün insanlığı alacak ve -hadîs-i
şerîflerde belirtildiği üzere- cennete en son girecek kimseye dünya kadar,
hatta dünyanın on misli büyüklüğünde bir yer ikram edilecek kadar geniştir (bk.
1887-1888. hadisler).
Allah
Teâlâ’nın hem rahmetinin hem de cennetinin böylesine büyük olduğunu öğrendikten
sonra O’nun gösterdiği tövbe yolunu tutarak rahmetini ve cennetini elde etmeye
çalışmamak ne büyük gaflettir!...
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ’nın rahmeti ve lutfu son derece geniştir.
2.
İşlenen günah ne kadar büyük olursa olsun, insan ümitsizliğe düşmemeli ve
günahlarına mutlaka tövbe etmelidir.
3.
Müslüman olmak, insanı dinsizliğin bütün kirlerinden arındırdığı gibi, tövbe de
daha önce yapılan bütün günahları bağışlatır.
4.
Allah yolunda can veren herkes cennete girecektir.
5.
Kimin nasıl öleceği bilinemez. Bir kâfir hidâyete ererek müslüman olabilir.
Cenneti ve cemâlullahı kazanabilir.
3- باب الصبر
S A B I R
ÂYETLER
قال اللَّه تعالى : { يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ } .
1. “Ey
iman edenler! Sabredin, sabır yarışında (düşmanlarınızı) geçin!” Âl-i İmrân sûresi (3), 200
Felah
ve kurtuluşun temel şartlarını açıklayan âyet-i kerîme, ilk olarak, sabırlı
olmayı sabır yarışında düşmanları geçecek bir dayanıklılık göstermeyi
istemektedir. Devamında da sürekli uyanık bir şekilde sınır bekçiliği yapmayı
ve Allah’a karşı daima saygılı bulunmayı tavsiye etmektedir.
Âyet-i
kerîme, kurtuluş ve mutluluğun en başta gelen şartının sabır olduğunu, imtihan
ve sıkıntılara sabırla göğüs germesini bilmeyenlerin başarıya
ulaşamayacaklarını açıklamaktadır.
Kısaca
“Zafer ve başarı, gösterilecek sabra bağlıdır” mesajını vermektedir.
Elmalılı merhum Âl-i İmrân sûresinin son âyetinde, Allah’tan, kâfirlere karşı
yardım ve zafer isteyen mü’minlere Allah Teâlâ’nın bu âyetle cevap
verdiğini belirtmektedir.
وقال تعالى : { وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ
وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ } .
2. “Sizi
korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmekle elbette
deneriz. Sabredenleri müjdele!” Bakara sûresi (2), 155
Bu
âyette, korku, açlık, mal, can ve ürün kaybı gibi müslümanların tâbi tutulacağı
imtihan çeşitleri sayılmaktadır. Bütün bunlar karşısında sabırlı davranan ve
Allah’a karşı güvenini kaybetmeyen, teslimiyetini bozmayan mü’min kazanacaktır.
Bu kazancın niteliğini aşağıdaki âyet haber vermektedir.
وقال تعالى : { إِنَّمَا يُوَفَّى
الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ } .
3. “Sabredenlere,
felâketlere karşı dişlerini sıkıp göğüs gerenlere, mükâfatları hesapsız
ödenecektir.” Zümer sûresi (39), 10
Ödülün
hesapsız olması, sabrın ehemmiyetini göstermektedir. Felâketler karşısında
gösterilecek sabır, pek büyük bir meziyet olmasaydı, hesapsız mükâfat
vadedilmezdi.
وقال تعالى: { وَلَمَن صَبَرَ
وَغَفَرَ إِنَّ ذَلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ } .
4. “Fakat
sabredip (kendisine yapılan kötülüğü) bağışlayanın işi, işte bu, benimsenmeye
değer işlerdendir.” Şûrâ sûresi (42), 43
Sabretmek
ve affedici olmak kolay bir iş değildir. Kendilerine benzemeye ve yaptıklarını
izlemeye değer kişiler böyle insanlardır. Çünkü onlar gerçekten zoru
başarmış, güzeli ortaya koymuşlardır.
Sıkıntılara
sabretmek ve başkalarının hatalarını bağışlamak gerçekten önemli ve sebep-sonuç
açısından birbiriyle yakından ilgili iki tavırdır. Bu iki davranışta bulunan
kişi örnek alınmaya lâyıktır.
وقال تعالى: { يَا أَيُّهَا الَّذِينَ
آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
} .
5. “Ey
iman edenler! Başınıza gelecek her şeye sabretmekle ve namaz kılmakla
Allah’tan yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara
sûresi (2), 153
Güçlükler
ve zorluklar karşısında yardım isteme durumunda kalan müslümanlar, sabırlı
davranmak ve dua etmek suretiyle Allahtan yardım dileyeceklerdir. Dayanmadan,
göğüs germeden hemen başarılı olmayı beklemeyeceklerdir. Namaz, nasıl öteki
ibadetlerin başı ise, sabır da bütün ahlâkî davranışların başıdır. Bu sebeple
Allah’ın yardımı ancak bu iki üstün halde istenmelidir. İslâmî hedeflere,
devamlı kulluk yapmakla ve bu uğurda karşılaşılacak güçlük ve felâketlere göğüs
germekle varılabilir. Çünkü kulluk ve sabırla Allah’tan yardım dilemek,
başarının iki önemli şartıdır.
وقال تعالى:
{ وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ
وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ }
6. “İçinizdeki
mücâhidlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar elbette sizi
deneyeceğiz.”
Muhammed sûresi (47), 31
Bu
âyet, mücâhidler ile sabırlı davrananların birbirlerine çok yakın olduklarını,
yani sabrın da bir nevi cihad demek
olduğunu anlatmaktadır. O halde cihad ne ölçüde babayiğit işi ise, sabır da
aynı şekilde yiğitçe bir tavırdır. Hele cihadın güçlüklerine sabretmek ise,
başlı başına ayrıca bir cihad anlamındadır. Hayattaki imtihanların hikmeti de
bu mücâhidler ile sabredenlerin ötekilerden ayrılıp ortaya çıkarılması,
belirlenmesidir.
والآيات في الأمر بالصبر وبيان فضله كثيرة
معروفة.
Hadisler
26- وعن أبي مَالِكٍ الْحَارِثِ بْنِ عَاصِم
الأشْعريِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم : « الطُّهُورُ شَطْرُ الإِيمَان ، وَالْحَمْدُ للَّه تَمْلأَ الْميزانَ
وسُبْحَانَ الله والحَمْدُ للَّه تَمْلآنِ أَوْ تَمْلأ مَا بَيْنَ السَّموَات
وَالأَرْضِ وَالصَّلاَةِ نورٌ ، والصَّدَقَةُ بُرْهَانٌ ، وَالصَّبْرُ ضِيَاءٌ ،
والْقُرْآنُ حُجَّةٌ لَكَ أَوْ عَلَيْكَ . كُلُّ النَّاسِ يَغْدُوا، فَبَائِعٌ
نَفْسَهُ فمُعْتِقُها ، أَوْ مُوبِقُهَا» رواه مسلم .
26. Ebû
Mâlik Hâris İbni Âsım el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivâyet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Temizlik
imanın yarısıdır. Elhamdülillah duası mizânı, sübhânellah ve elhamdülillah
sözleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nurdur; sadaka
burhandır; sabır ziyâdır. Kur’an senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir.
Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de
helâk eder.” Müslim,Tahâret 1. Ayrıca bk.Tirmizî, Daavât 86
Ebû Mâlik Hâris İbni
Âsım el-Eş’arî
Hadisimizin râvisi Hâris İbni Âsım el-Eş’arî, Ebû
Mâlik künyesiyle meşhur bir sahâbîdir. Uhud harbi gazilerinden
olup Hz. Peygamber’in duasını almıştır. Peygamberimiz’den 27 hadîs
rivâyet etmiştir. Ebû Mâlik, Hz. Ömer devrinde tâûn hastalığından vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
1033
ve 1416 numaralarda da gelecek olan bu hadîs-i şerîf, her biri önemli bir
gerçeğe işaret eden bir çok konuyu ihtivâ etmektedir. Sırasıyla bunları
ele alalım:
Temizlik
diye tercüme ettiğimiz tuhûr kelimesi, hadisin bazı
rivâyetlerinde abdest anlamında vudû’ olarak geçmektedir. Bu
sebeple buradaki temizlik, şer’î temizlik yani abdest mânasındadır.
Müslüman
olmak ve iman etmek, büyük-küçük bütün geçmiş günahları yok eder. Abdest de
önceki küçük günahları temizler. Bu sebeple abdest almak, mü’mini günahlarından
temizlemek bakımından imanın yarısı gibi olur.
İman,
insanı tevhid dışı her türlü inanç kirlerinden temizler. Abdest de bu
gönül temizliğinin, organlara yansıyan görüntüsü olarak imana delâlet eder. Bu
yönüyle, “Mü’minin içi gibi dışı da temizdir” mesajını vermek bakımından imanın
yarısıdır.
“Allah
sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir” [Bakara sûresi (2),
143] âyetinde görüldüğü gibi, hadisteki iman kelimesi namaz anlamında
olabilir. Bu takdirde, abdestsiz namaz kılınamayacağı, kılınsa bile sahih
olmayacağı için abdest, namazın yarısı demek olur.
Öte
yandan iman, kalbin tasdiki ve organların o tasdike boyun eğmesi demektir.
Namaz, organların boyun eğdiğinin delili, abdest de namazın sıhhatının
şartı olduğu için, bu mânada imanın yarısı sayılabilir. Ancak bu cümle,
“Abdestin sevabı, imanın sevabının yarısıdır” anlamına gelmez. Yine bazı
mezheplerin iddia ettiği gibi, amelin imandan bir cüz olduğunu da
göstermez.
Hamd, Allah’ı kemâl sıfatlarıyla övmek demektir. Her
amelin bir sevabı olduğu ve bunların tartılacağı dinimizce bildirilmiş bir
gerçektir. O halde Allah Teâlâ’yı, kendisine lâyık kemâl sıfatlarıyla
övmenin, elhamdülillah demenin ecir ve sevabı da mizanı
dolduracak ölçüde büyüktür. Onun kısa bir cümle olduğuna bakılmamalı, tevhid
inancının ifadesi olarak, yüce yaratıcıyı tanımak ve tanıtmakta olduğuna
bakılmalıdır.
Allah’ı
kemâl sıfatları ile anmak demek olan elhamdülillah tesbihi
ile O’nu noksan sıfatlardan tenzih anlamındaki sübhânellah ifâdesi
bir arada söylenince, tam olarak tevhid inancı dile
getirilmiş olmaktadır. Bu tesbih ve tenzih, kâinâtın en büyük ve yegâne
gerçeğini itiraftır. Sevabı da ona göre olup yer ile gök arasını dolduracak
kadardır.
Hadisimizdeki
bu ifâdeler, elhamdülillah ve sübhânellah cümlelerinin mü’mine
kazandırdığı sevabın büyüklüğünü anlatmakta ve dolayısıyla sık sık ve fakat
bilinçli olarak bunların söylenmesini tavsiye etmiş olmaktadır.
Namaz, tıpkı bir ışık kaynağı gibi, insanı kötülük ve
çirkinliklerden alıkoyup, doğruya yöneltir. Çünkü o, ışığını imandan alır.
Namazlı-niyaz-lı mü’minin hem ruh hayatında hem de yüzünde bu nurun izlerini
görmek mümkündür. Günde beş defa abdest alarak yıkanan insanın, günün
yorgunluğunu, maddî-mânevî kirlerini elinden, yüzünden temizlemesi, elbette
onda bir parlaklık meydana getirecek, hayatını güzelleştirecek, ona tatlı bir
mehtap görünümü kazandıracaktır. Namaz kılmakla kazanılan bu nur ile iyi
kötüden, helâl haramdan ayrılacaktır. Mü’min bu sâyede kazandığı irade gücü ve
temiz yaşayışının ışığı ile hem dünya hem de âhirette diğer insanlardan farklı
ve mutlu bir hayata sahip olacaktır. Kur'ân-ı Kerîm’deki ifadesiyle “nurları
önlerini aydınlatan” [Hadîd sûresi (57), 12] mü’minler arasında
yerini alacaktır.
Sadaka, sadaka veren kişinin imanına delildir. Zira sadaka,
hem zekât hem de hayır-hasenât anlamına gelir. Bunları yerine getirmek de
imandan kaynaklanır. Şefkat, yardım, çevreye karşı duyarlılık, zayıf ve
kimsesizleri korumak hep iman alâmetidir. Merhametsizlik, haksızlık, duyarsızlık,
kabalık ve katılık dinî duygudan, sorumluluktan, ilâhî huzurdaki hesaplaşmaya
önem vermemekten, kısacası imansızlıktan ileri gelir. “Dini yalan sayanı
gördün mü? O, yetimi iter-kakar ve asla fakir-fukaranın doyurulmasını teşvik
etmez” [Mâun sûresi (107), 3] âyeti bu durumu açıkca ortaya
koymaktadır. O halde sadaka, imana ve ondan kaynaklanan üstün İslâmî değerlerin
varlığına delildir. Öte yandan sadaka veren mü’min, kıyamette malını nereye
harcadığı sorulduğu zaman, verdiği sadakayı gösterecektir.
Hadisimiz, sabrın mâhiyetini tanıtmakta ve onu
bize tarif etmektedir. Eğitim ve öğretimde, konunun mâhiyetini, ait
olduğu sistemdeki tarifiyle vermek en isabetli bir uygulamadır. Hadiste
Peygamber Efendimiz sabrı “ziyâ” olarak takdim etmektedir. Ziyâ, ışığı
ve ısısı kendisinden olan cisimler için, nur ise, ışığını bir başkasından alıp
yansıtan cisimler için kullanılır. “Güneşi ziyâlı, ayı nurlu
kılan...Allahtır” [Yûnus sûresi (l0), 5] âyeti bunun en kesin
delilidir. Bu demektir ki, sabır, mü’minin hem dünya hem de âhiret saâdetini
temin yolunda, kendisinde tabiî olarak bulunan bir ışıktır. Mü’min
bir yandan sabır sayesinde, yasakların yalancı câzibesinin arkasındaki asıl
sıkıntı unsurlarını görüp onlardan sakınırken, bir yandan da emirlerin yerine
getirilmesinden dolayı ortaya çıkan güçlüklerin gerisindeki huzuru
sezip güçlükleri sabırla göğüsleyerek sonuçtaki mutluluğa kavuşma imkânı
bulur. Mü’mine bu irade gücünü verecek olan da ondaki sabır, dayanma,
ğögüs germe melekesi olacaktır. Kısaca mü’min, enerji kaynağı
kendi içinde olan bir varlıktır.
Âlimlerimiz,
“beşerî duyguları akıl ve şeriat sınırları içinde tutmayı” sabır olarak tarif
etmişlerdir. Âyet ve hadislerde sabır kelimesinin birkaç mânada kullanıldığı
görülmektedir:
İbâdetlerin
yerine getirilmesi ve yasakların terkedilmesine sabır.
Belâ
ve musibetlere sabır.
Halkın
ezâ ve cefâsına sabır.
Allah’a
davette, emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker’de sabır.
Savaş
alanlarında ve kâfirlerle mücâdelede sabır.
Bunlardan
her biri sabrın, mü’min için gerçekten bir “ziyâ”, büyük bir güç kaynağı
olduğunu göstermektedir.
Belki
bazıları sabrı, haksızlıklara boyun eğmek, tepki göstermemek zannedebilirler.
Oysa sabır, mü’minin asıl dinamizminin adıdır. Sabır, dayanıklı olmaktır,
zorlukları göğüslemektir. Bu sebeple de Yüce Rabbimiz, mü’minlere umdukları
kurtuluşa erebilmeleri için sabretmelerini, sabır yarışında düşmanları
geçmelerini açıkca emretmektedir. Bütün zorluklara dayanmanın
mü’mine daha çok gerektiğini ve yakıştığını hatırlatmaktadır. Allah’ın
yardımının sabredenlerle beraber olmasının hikmeti de bu olsa gerektir.
Sabır,
müslümanın öz sermâyesidir. Buna potansiyel güç de denebilir. Kendilerinden
yardım beklenen kimseler her zaman yardımcı olmayabilir. Atalarımız ne güzel
söylemişlerdir: “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” Ama mü’min
kendi aslî sabır gücü ile ayakta durabilirse, en büyük zorlukları aşacak,
ulaşmak istediği hedeflere kavuşacaktır. Bu sebeple sabrın ziyâ olduğunu
aslâ unutmamak, daima sabır ışığını önde tutmak gerekmektedir. “Birbirlerine
sabrı tavsiye edenler”in hüsrân ve zarardan kurtulduğunu haber veren Asr
sûresi, müslümana yapılabilecek en iyi yardımın sabır tavsiyesi
olduğunu belgelemektedir.
Sabrın
“ziyâ”, namazın “nûr” diye tanıtılması, sabrın insan hayatındaki
herşeyi kuşattığını göstermektedir. Zira “Sabır ve zamanın halletmediği
mesele yoktur”. O halde zorluklar karşısında hemen teslim olmamak, doğruda
ve hakta direnmek gerekmektedir. Halledilmez gibi gözüken problemler bile sabır
ve zamanla çözülecektir. Bu da sabrın “ziyâ” olduğuna bir başka delildir.
Kur’ân-ı Kerîm hidâyet rehberidir. İslâm’ın ana kaynağıdır.
İnsanlar ona inanmakla, mü’minler de hükümlerini yaşamakla yükümlüdür. Kur’an,
ona bağlı kalmaya çalışanların lehinde, “inandım” dediği halde hükümlerine
uymayanların da aleyhinde delildir. Çünkü her şeyi açıklamış ve kimseye
bahâne bulma imkânı bırakmamıştır. Diğer taraftan mü’minler, aralarındaki
ihtilafları çözmek için Kur’an’a başvuracaklar, Kur’an da onların
ya lehinde ya da aleyhinde delil olacaktır. Yani müslümanlar Kur’an’a
göre değerlendirileceklerdir.
Her yeni gün herkes için yeni bir pazardır. Bu pazarda, bir bakıma insanın dünya
ve âhireti alınıp satılmaktadır. Kimileri meşrû sınırlar içinde kalmaya
çalışır, kendileri için kârlı bir gün geçirmiş olurlar. Kimileri de sınırlara
dikkat etmez, ne pahasına olursa olsun arzularına ulaşmak isterler. Böylece
kendileri için hiç de iç açıcı olmayan bir gelecek hazırlamış olurlar. Bu
sebeple disiplinli bir müslüman olmaya, her gün yeniden niyet ve gayret
edilmelidir. “Nefislerini Allah’ın satın aldığı mü’minlerden” [Tevbe
sûresi (9), 111] olmaya bakılmalıdır.
Bu
hadîs-i şerîfin birbiriyle irtibatsız gibi gözüken cümlecikleri arasında
aslında tam bir uyum ve bütünlük bulunmaktadır. Tahâret ile namaz arasında,
elhamdülillâh duası ile iman ve Kur’an arasında, sadaka ile pazardaki
alış-veriş arasında ve bütün bu unsurlar ile sabır arasında sıkı bir bağ
vardır. Sonuçta hadisimiz müslümanı, sabra dayalı bir iman, ibadet,
zikir, hayır ve ticaret hayatının sahibi olarak tanımlamakta ve
bizlerden böylesi müslümanlardan olmaya çalışmamızı istemektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Mü’minin hayatında sabrın yeri son derece önemlidir. Sabır mü’minin enerji ve
ışık kaynağıdır.
2.
Sabır, zafer ve başarının temel şartıdır. Zira, “Allah’ın yardımı
sabredenlerle beraberdir.”
3.
Sabır, katlanmak değil, göğüs germektir.
4.
Abdest, zikir, namaz, sadaka, Kur’ân-ı Kerîm, bunların her biri mü’minin
hayatında ayrı ayrı yer ve rol sahibi değerlerdir.
5.
Günlük hayat bir pazar sahnesidir. Her müslümanın bu hayat pazarında “iyi bir
müslüman” olarak yerini alması gerekmektedir.
27- وَعَنْ أبي سَعيدٍ بْن مَالِك بْن سِنَانٍ
الخُدْرِيِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا أَنَّ نَاساً مِنَ الأنصَارِ سَأَلُوا
رَسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فأَعْطاهُم ، ثُمَّ سَأَلُوهُ
فَأَعْطَاهُمْ ، حَتَّى نَفِد مَا عِنْدَهُ ، فَقَالَ لَهُمْ حِينَ أَنَفَقَ كُلَّ
شَيْءٍ بِيَدِهِ : « مَا يَكُنْ مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ
أدَّخِرَهُ عَنْكُمْ ، وَمَنْ يسْتعْفِفْ يُعِفَّهُ الله وَمَنْ يَسْتَغْنِ
يُغْنِهِ اللَّهُ ، وَمَنْ يَتَصَبَّرْ يُصَبِّرْهُ اللَّهُ . وَمَا أُعْطِىَ
أَحَدٌ عَطَاءً خَيْراً وَأَوْسَعَ مِنَ الصَّبْرِ » مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ .
27.
Ebû Saîd Sa’d İbni Mâlik İbni Sinân el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan
nakledildiğine göre, Medineli müslümanlardan bir kısmı Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den bir şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine
istediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, elindekiler
bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince onlara şöyle hitab etti:
“Yanımda
bir şeyler olsaydı, onları sizden esirgemez, verirdim. Kim dilenmekten çekinir,
iffetli davranırsa, Allah onun iffetini arttırır. Kim tok gözlü olmak isterse,
Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret
ederse, Allah ona sabır verir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük
bir lutufta bulunulmamıştır.”
Buhârî,
Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 28; Tirmizî,
Birr 77; Nesâî, Zekât 85
Açıklamalar
Önceki
hadiste sabrın bir “ziyâ” olduğuna dikkat çekilmişti. Burada ise,
maddî ihtiyaçlar karşısında sabretmenin, sabredilmesi gereken konuların
başında geldiği anlatılmaktadır.
Tarihen
sabit bir gerçektir ki, Hz. Peygamber, müslümanların yegâne sığınağı idi. Başı
sıkışan, bunalan, aç kalan, herhangi bir meselesi olan hep ona koşar, ondan
medet umardı. Efendimiz de müslümanların meselelerini çözmekten asla kaçınmaz,
maddi mânevî çâreler bulurdu. Hadiste görüldüğü gibi onun, elinde avucunda
bulunan her şeyi verdiği zamanlar da olurdu. Ancak müslümanların
ihtiyaçları büyüktü. Onlar yine istemeye devam edince de “Elimde verecek bir
şey olsa, onu sizden asla esirgemezdim” diye durumu açıklardı. Sonra da
müslümanları bilgilendirmek ve eğitmek maksadıyla, dilenerek, isteyerek ihtiyaç
gidermenin bir yol olsa bile, asıl tavrın, kimseye ihtiyaç arzetmemek, yüz suyu
dökmemek olduğunu, böyle davrananları Allah’ın başkalarına muhtaç etmeyeceğini
hatırlatırdı. Herkesin, ihtiyâcını kendi içinde firenlemesi
gerektiğini anlatırdı. Sabretmenin, yokluğa, sıkıntıya göğüs germenin insanı,
daha güçlü kılacağını açıklardı. Sabrın, âdetâ kendi kendini yenileyen bir
özellik olduğunu öğretirdi. “Kim sabretmek için gayret sarfederse,
Allah ona sabır verir” beyanı, sabrı temin eden gücün yine
bizzat sabır olduğunu anlatmaktadır.
Unutulmamalıdır
ki, istemekle de giderilemeyecek ihtiyaçlar olabilir. Göz ve gönül
tokluğu, başkalarının yardımıyla bir şeylere kavuşmaktan çok daha sağlıklı ve
şerefli bir yoldur. Mü’mine de bu yakışır. Bu sebeple olacaktır ki, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadisin son kısmında
kesin bir gerçeğe dikkat çekmiştir: “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı
ve engin bir lutufta bulunulmamıştır.”
Her
ikrâmın bir sonu, bir sınırı vardır. Ancak sabır öyle bir nimet ve ikrâmdır ki,
hayatın her safhasını kucaklar ve her türlü şartta sahibinin izzet ve
şerefini korumasını sağlar. Bir önceki hadiste “ziyâ” olarak tanımlanan
sabır, bu hadiste “en hayırlı ve hayatı kucaklayan bir nimet” olarak
tanıtılmakta, onun ziyâsının insan hayatını nasıl etkilediği ortaya konulmuş
olmaktadır. Hakikaten de insanı merde, nâmerde el-avuç açmaktan müstağni
kılan sabır, en büyük ve en etkin bir nimet ve ilâhî bir lutuftur.
Sabretmesini
bilmeyen kişi varlıklı da olsa, yoksul da olsa, daima rahatsızdır, doyumsuz ve
tatminsizdir. Her zaman açtır. Ancak sabır sayesinde insan, kendi kendisini
frenlemeyi başarabilir. Hem yokluğun hem varlığın, hem acının hem neş’enin,
hem belânın hem nimetin tehlikesine karşı mü’minin en güvenli kalkanı
sabırdır. Hadisimiz bize işte bunu telkin etmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem büyük kerem sahibiydi.
2.
Sabır, hayatın tümünü kapsayan hayırlı bir nimet ve en güzel vasıftır.
3.
Sabretmek için gayret edeni Allah muvaffak kılar.
4.
Maddi ihtiyaçlar karşısında sabır insana şerefli bir hayat yaşama imkânı verir.
5.
Asıl zenginlik gönül tokluğudur.
28- وَعَنْ أبي يَحْيَى صُهَيْبِ بْنِ سِنَانٍ
رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ : قَالَ رَسُولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
: «عَجَباً لأمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ
كُلَّهُ لَهُ خَيْرٌ ، وَلَيْسَ ذَلِكَ لأِحَدٍ إِلاَّ للْمُؤْمِن : إِنْ
أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ
صَبَرَ فَكَانَ خيْراً لَهُ » رواه مسلم .
28.
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine
göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Mü’minin
durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır
sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa,
şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa,
sabreder; bu da onun için hayır olur.” Müslim,
Zühd 64
Suheyb-i Rûmî
Hadisimizin râvisi Suheyb İbni Sinân, Suheyb-i
Rûmî diye meşhur bir sahâbîdir. Çocuk yaşta önce Rumlara sonra da
Araplara esir düştü. Mekke’de İbni Ced’ân’ın müttefiği olarak bulunurken
Ammâr İbni Yâsir radıyallahu anh’den İslâmiyeti öğrenip hemen müslüman oldu.
İnancı uğruna işkenceye uğrayan ilk müslümanlardandı. Nesi var nesi yoksa,
hepsini müşriklere vererek Medine’ye bin bir zahmetle hicret etti. Medine’de
hastalandı. Hz. Peygamber Medineyi teşrif edince Suheyb, durumunu ona arzetti.
Hz. Peygamber onu, “İnsanlar arasında öyleleri var ki, Allah rızası uğrunda
kendilerini satarlar” [Bakara sûresi (2), 207] âyetini okuduktan
sonra “Ebû Yahya! Sen bu alışverişte zarar etmiş değilsin!” buyurarak müjdeledi
(Hâkim, el-Müstedrek, III, 398). Ok atmada büyük bir mahâret sahibi olan Hz.
Suheyb, Hz. Peygamber’in maiyyetinde bütün savaşlara katıldı. Hz. Ömer’in
sûikasta uğradığı günlerde halifenin isteği üzerine yeni halife
seçilinceye kadar üç gün süre ile Hz. Ömer’e vekâleten halifelik yaptı.
Orta boylu, kırmızı tenli, çok cömert bir insan olan
Suheyb’in dilinde hafif bir kekemelik vardı.
Birgün Hz. Ömer kendisine:
- “Oğlun olmadığı halde Ebû Yahya künyesiyle anılıyor,
Araplardan olduğunu söylüyor ve pek çok yemek ikrâmında bulunuyorsun. İsrafçı
sayılmaz mısın?” diye takıldı.
O şu cevabı verdi:
- “Bana Ebû Yahya künyesini veren Resûl-i Ekrem’dir.
Ben Musul ahâlisinden Nemir
İbni Kâsıt hânedânındanım. Ancak küçük yaşta esir düşüp ailemi ve kavmimi
kaybettim. Resûl-i Ekrem “En iyileriniz, yemek yediren ve selam verendir”
buyurduğu için fazlaca yemek ikrâmında bulunuyorum” (bk. Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 16).
Bütün ömrünü İslâmiyet uğrunda büyük fedâkarlıklarla
geçirmiş olan Suheyb-i Rûmî, hicretin 38. yılında 73 yaşında iken vefat etmiş
ve Medinedeki Bakî’ kabristanına defnolunmuştur.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
İmanı
uğrunda Mekke müşriklerinin dayanılmaz işkencelerine uğramış olan bu çilekeş ve
büyük sahâbînin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte sevgili Peygamber Efendimiz,
mü’minin imrenilecek durumuna, onun her hal ü kârda hayır üzere ve mutlu
olduğuna dikkat çekmekte, dolayısıyla müslümanları sabır ve şükre davet
etmektedir. Bilinen bir gerçektir ki, hayır içinde olmak, kâr etmek, mutlu
yaşamak, yarınlara umutla bakmak her insanın temel arzusudur. Şerre, kötülüğe,
mutsuzluğa, zarara râzı olacak akıllı bir kişi düşünmek mümkün değildir. Zira
böyle bir şey fıtrata aykırıdır.
Bunun
yanında dünyanın meşakkatler, sıkıntılar külfetler ve tezatlar yurdu olduğu da
bir başka gerçektir. Bu sebeple tezatlar içinde doğruyu bulmak, sıkıntılar
içinde mutlu olabilmek, külfetler içinde boğulmadan, kötülüğe kapılmadan hayr
üzere hayatı sürdürebilmek büyük bahtiyarlıktır. İşte insanı bu bahtiyarlığa ve
başarıya ulaştıran özellik tek kelime ile iman’dır. Çünkü iman
duygu ve davranışlarda orta hallilik (itidal) ve hayırda devamlılık (istikrar)
kaynağıdır. İnsanlar hatayı itidallerini kaybettikleri anda işlerler. İman,
ilâhî irâde ile irtibat kurmak demektir. Bu irtibat kesintiye uğrarsa, insan
tehlike, zarar ve şerle karşı karşıya kalır.
Hayat
sevinç-üzüntü şeridi halinde devam edip gider. Sevinç vesileleriyle
karşılaşınca şımarmak, üzüntü sebepleriyle yüz yüze gelince ölçüsüz
şekilde üzülmek, mü’minin iradesini, aşırılıktan uzak orta halli yaşayışını
etkileyip onu büyük yanlışlara sürükleyebilir. İşte bu tehlikeli ortamdan
mü’min, nimete kavuşunca şükretmek, sıkıntıya düşünce sabır göstermekle
kurtulur.
Hadisimiz,
olgun müslümanın öteki insanlardan farklı olan bu özelliğine işâret
etmekte, inananlara hayat mücâdelesinde güçlü ve mutlu olmanın en doğru yolunu
göstermektedir.
İnsanların
olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler değişiktir. Çok büyük sevinç anlarını
geçiştiriveren kişilerin yanında, her türlü kaydı unutmuş görünerek, olmadık
aşırılıklara düşenler de görülmektedir. Büyük sıkıntıları büyük bir metânetle
karşılayanlar olduğu gibi, çok küçük sıkıntıları bile dayanılması imkânsız
felâketmiş gibi büyütüp feryâd ü figân edenler, hatta işi daha da ileri götürüp
- Allah saklasın - kendi canına kıyanlar, intihara kalkışanlar da
bulunmaktadır.
Unutulmamalıdır
ki, şükür şımarıklığa, aşırılığa, dolayısıyla nimetin zevâline engel olma irâdesidir.
Sabır, belâyı daha başka belâlara sebep kılmama, günahı günahlara gerekçe
yapmama disiplinidir. Hadisimiz, bu irade ve disiplinin sadece olgun mü’mine
has olduğunu haber vermekte, imanın, tepkilerimize olan etkisini gözler önüne
sermektedir.
Hadisimizden
anladığımıza göre, mü’min olmak demek, belâ ve sıkıntıya uğramamak demek
değildir [bk. Ankebût sûresi (28), 2]. Öteki insanlar gibi
mümin de sıkıntılarla karşılaşır, imtihan olunur. Ne var ki o, bu sıkıntı ve
musibet ortamından kurtulma imkânına, sabır gibi bir can yeleğine sahiptir.
O
halde “çekilmesi güçleşen dünya hayatı”nın, “yaşanması istenen” bir hayat
haline gelebilmesi için gerçek anlamda mü’min olma yarışına girmek lazımdır.
“Dayanıklı mü’min” olmak konusunda öteki mümin kardeşlerimize destek olmak
gerekmektedir. Hadisimizin ihtivâ ettiği hayret karışımı takdirin ve teşvikin
anlamı bu olsa gerektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İman, belâ ve musibete uğramaya mâni değildir.
2.
Sabretmek suretiyle belâ nimete dönüştürülebilir.
3.
Nimete şükür, nimetin arttırılmasına sebep olduğu gibi, belâya sabır da onun
hayra dönüşmesine vesile olur.
4
Şükür ve sabır, bütün hayatı hayır üzere geçirme imkânıdır. Bunu da Allah Teâlâ
mü’minlere ihsan buyurmuştur.
29- وعنْ أَنسٍ رضِيَ الله عنْهُ قَالَ
: لمَّا ثقُلَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم جَعَلَ يتغشَّاهُ الكرْبُ فقَالتْ فاطِمَةُ رَضِيَ الله عنْهَا :
واكَرْبَ أبَتَاهُ ، فَقَالَ : « ليْسَ عَلَى أبيك كرْبٌ بعْدَ اليَوْمِ » فلمَّا مَاتَ قالَتْ : يَا أبتَاهُ أَجَابَ
ربّاً دعَاهُ ، يا أبتَاهُ جنَّةُ الفِرْدَوْسِ مأوَاهُ ، يَا أَبَتَاهُ إِلَى
جبْريلَ نْنعَاهُ ، فلَمَّا دُفنَ قالتْ فاطِمَةُ رَضِيَ الله عَنهَا : أطَابتْ
أنفسُكُمْ أَنْ تَحْثُوا عَلَى رسُول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم التُّرابَ
؟ روَاهُ البُخاريُّ .
29. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle
dedi.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’in hastalığı ağırlaşınca sıkıntıları çoğaldı. Durumu
gören Fâtıma radıyallahu anhâ:
-
Vah babacığım, ne büyük sıkıntın var! dedi. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem:
- “(Kızım),
bugünden sonra babanın sıkıntısı olmayacak” buyurdu.
Resûl-i
Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince, bu defa
Fâtıma radıyallahu anhâ:
-
Allah’ın çağrısına icâbet eden babacığım vah, mekânı Firdevs cenneti olan
babacığım vah, kara haberini ancak dostu Cebrail’le paylaşacağımız
babacığım vah, diye ağladı.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in defninden sonra da Hz. Fâtıma duygu ve üzüntülerini
şöyle dile getirdi:
-
Resûlullah’ın üzerine (çarçabuk) toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz
nasıl râzı oldu?
Buhârî,
Meğâzî 83. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cenâiz 65
Açıklamalar
Bu
hadîs-i şerîfte, sabır konusunda Peygamber Efendimiz’in tavrını görmekteyiz.
“Sekerât-ı mevt” denilen, can çekişme sırasındaki şiddetli sıkıntıları yaşamak
bakımından Hz. Peygamber diğer müslümanlardan farklı bir durumda değildi. O da
sıkıntı çekiyordu. Ancak şikâyet etmiyor, sabrediyordu. Sevgili kızı Hz.
Fâtıma, durumu görünce dayanamamış, babasına karşı duyduğu derin muhabbetin
tabiî bir sonucu olarak üzüntüsünü dile getirmiş, “Vah babacığım, ne kadar da
büyük sıkıntın var” deyivermişti. Efendimiz kızını teselli etmek ve “her
sıkıntının bir sonu olduğu”nu belirtmek maksadıyla, “Bugünden sonra baban
sıkıntı çekmeyecek” buyurmuş, bu bitmek üzere olan sıkıntıları sabırla
karşıladığını duyurmuştu.
Hz.
Peygamber’in bu sözleriyle vefâtını haber verdiğini Hz. Fâtıma’nın o anda
anlayıp anlamadığını bilemiyoruz. Ancak, anlamışsa bile, sevgili babası için sıkıntısız
bir gelecek müjdesi almış olmaktan biraz teselli bulduğunu tahmin
edebiliriz.
Hz.
Peygamber’in vefâtından sonra Hz. Fâtıma’nın söyledikleri, üzüntüsünün tabiî
bir ifâdesidir. Bu ifâdede aşırılık yoktur. Hatta onun, Hz. Peygamber’in
âhiretteki mevki ve makamlarını anarak kendi kendini bir anlamda
teselli ettiğini bile düşünebiliriz. “Vah” diye üzüntüsünü dile getirmesi, onun
Hz. Peygamber’in vefatını kabullenemediği mânasına gelmez. Ölüm haberini
dostlara ulaştırmak âdettendir. Hz. Fâtıma da bu geleneğin bir uzantısı olarak
hâdiseyi Cebrâil’e haber vermekten ve acıyı onunla paylaşmaktan söz
etmiştir.
Bir
rivâyette, hadisimizin râvisi Hz. Enes’e hitâben söylediği kaydedilen son
cümle, Hz. Fâtıma’nın olay karşısındaki hislerini ifade açısından fevkalâde
dikkat çekicidir. “Resûlullah’ın üzerine toprak atmaya nasıl eliniz vardı,
nasıl gönlünüz razı oldu?” Bu söz onun, Hz. Peygamber’in defnedilmesini içine
sindiremediğini göstermez. Olsa olsa bu işin bu kadar çabuk ve kısa zamanda
yapılması onu şaşırtmış olabilir. Hz. Enes’in herhangi bir cevap vermemiş
olması da bu sözlerin üzüntülü anlarda tabiî karşılanabilecek türden olduğunu
gösterir.
Hem
unutulmamalıdır ki sabır, hiç üzülmemek demek değildir. Sınırı aşmayan söz ya
da fiillerle sıkıntıları geçiştirmesini becerebilmektir. Hz. Fâtıma’nın yanık
sözlerinde de bunu görmekteyiz.
Bu
olay, bir yandan sabrın gerçekten büyük ve zor bir iş olduğunu gösterirken, bir
yandan da bizzat Hz. Peygamber ve ailesinin bu konudaki davranışlarını
gözler önüne sermekte, konuya ait sünnetteki tabiîliği ümmete
öğretmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Ölmek üzere olan kişiye üzülmek ve acımak tabiî bir hâdisedir.
2.
Vefatından sonra kişiyi vasıflarıyla anmak câizdir.
3.
Peygamber Efendimiz, ölüm öncesi sıkıntılarına sabretmesiyle de ümmetine örnek
olmuştur.
30- وعنْ أبي زيْد أُسامَة بن زيد حَارثَةَ
موْلَى رسُول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وحبَّهِ وابْنِ حبِّهِ رضـِيَ
الله عنهُمَا ، قالَ : أَرْسلَتْ بنْتُ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : إنَّ ابْنِي
قَدِ احتُضِرَ فاشْهدْنَا ، فأَرسَلَ يقْرِئُ السَّلامَ ويَقُول : « إن للَّه مَا أَخَذَ ، ولهُ مَا أعْطَى ،
وكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بأجَلٍ مُسمَّى ، فلتصْبِر ولتحْتسبْ » فأرسَلَتْ إِليْهِ تُقْسمُ عَلَيْهِ
ليأْتينَّها. فَقَامَ وَمَعَهُ سَعْدُ بْنُ عُبادَةَ، وَمُعَاذُ ابْنُ جَبَلٍ ،
وَأُبَيُّ بْنَ كَعْبٍ ، وَزَيْدُ بْنِ ثاَبِتٍ ، وَرِجَالٌ رَضِيَ اللَّهُ
عَنْهُمْ ، فَرُفِعَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم الصبيُّ
، فأقعَدَهُ في حِجْرِهِ ونَفْسُهُ تَقعْقعُ ، فَفَاضتْ عَيْناهُ ، فقالَ سعْدٌ :
يَا رسُولَ الله مَا هَذَا ؟ فقالَ: « هَذِهِ رَحْمةٌ جعلَهَا اللَّهُ تعَلَى في
قُلُوبِ عِبَادِهِ » وفي روِايةٍ : « في قُلُوبِ منْ شَاءَ مِنْ عِبَادِهِ
وَإِنَّمَا يَرْحَمُ اللَّهُ منْ عِبَادِهِ الرُّحَمَاءَ » مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ .
وَمَعْنَى « تَقَعْقَعُ » : تَتحَرَّكُ وتَضْطَربُ .
30. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in azadlısı, dostu ve dostunun oğlu olan Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd
İbni Hârise radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre o şöyle
dedi:
Kızı
(Zeynep), Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:
-
Oğlum ölmek üzeredir, lutfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her
şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin”, buyurarak kızına selâm gönderdi.
Bunun
üzerine Kızı, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e;
- Ne
olur, mutlaka gelsin, diye tekrar haber yolladı.
Bu
defa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yanında Sa’d İbni
Ubâde, Muâz İbni Cebel, Übeyy İbni Kâ’b, Zeyd İbni Sâbit ve başka bazı
sahâbîler olduğu halde kalkıp kızına gitti. Çocuğu Hz. Peygamber’e verdiler,
kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Resûlullah’ın gözlerinden
yaşlar boşandı.
Durumu
gören Sa’d İbni Ubâde:
-
Ey Allah’ın Resûlü, bu ne haldir? dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem de:
- “Bu,
Allah’ın, kullarının kalbine koymuş olduğu merhamet duygusudur” buyurdu.
Hadisin
bir başka rivâyetinde Hz. Peygamber, “Bu, dilediği
kullarının kalbine Allah’ın koyduğu bir rahmettir. Zaten Allah ancak,
merhametli kullarına rahmet eder” buyurmuştur.
Buhârî,
Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9, 11. Ayrıca bk. Buhârî, Eymân 9, Merdâ 9, Tevhîd
25; Ebû Dâvûd, Cenâiz 24, Edeb 58; Nesâî, Cenâiz 22; İbni Mâce, Cenâiz 53
Üsâme İbni Zeyd
Hadisimizin râvîsi Üsâme İbni Zeyd radıyallahu anhümâ
“hibbu Resûlullah” (Resûlullah’ın sevgilisi) lakabı ile
bilinmektedir. Resûlullah’ın onu ve torunu Hasan’ı kucağına
alıp “Allahım,
ben bu ikisini seviyorum, sen de sev onları!” buyurduğunu rivayet etmektedir.
Üsâme, küfür, şirk ve Câhiliye pisliklerine hiç
bulaşmadı. Hicretten sonra savaşlar başlayınca, yaşı küçük olduğu için ilk
harblere katılamadı . Fakat kısa zamanda seriyyelerde er ve komutan olarak
görev aldı. Mekke fethinde ve sonraki harblerde bulundu.
Üsâme bir harbte başından geçen olayı şöyle anlatır:
Medineli bir müslüman ile birlikte bir müşriki takibe
başladık. Yakalanacağını anlayınca Lâ ilâhe illallah deyiverdi. Medineli
müslüman derhal silahını geri çekti. Ben ise, onun canını kurtarmak maksadıyla
kelime-i tevhîd’i söylediğini düşünerek aman vermeyip adamı öldürdüm. Dönüşte
durumu Resûlullah’a haber verdiğimizde:
- “Ey Üsâme!, Lâ ilâhe illallah diyen birini mi
öldürdün?” diye
o kadar çok tekrar etti ki, ben o gün müslüman olmayı ve o adamı
öldürmemiş olmayı temenni ettim.
- “Bundan böyle asla Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi
öldürmeyeceğim” dedim. Resûlullah:
- “Benden sonra da mı Ey Üsâme?” buyurdu.
Ben de:
- “Evet, sizden sonra da” dedim.
Hz. Üsâme’nin, Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan
olaylarda hiçbir tarafı tutmayıp olaylara karışmamasında muhtemelen bu
kararı etkili olmuştur.
Üsâme, Hz. Peygamber tarafından daha 18 yaşında bir
delikanlıyken, büyük sahâbilerden bir çoğunun er olarak bulunduğu orduya
komutan tayin edilmiştir. Ne var ki, Resûlullah’ın hastalığı sebebiyle
Medine’den ayrılmayan Üsâme ordusu, Efendimiz’in defninden sonra Halife Hz. Ebû
Bekir’in emriyle göreve çıkmıştır. Görevini başarı ile tamamlamış ve Medine’de
büyük sevinç gösterileri ile karşılanmıştır.
Hz. Ömer, Üsâme ile karşılaştığında ona şöyle derdi:
- Selâm sana ey emîr! Resûlullah vefat ettiğinde sen
bizim emirimizdin.
Ömrünün 20 yılını Hz. Peygamber’in çok yakınında
geçirmiş bulunan Hz. Üsâme, Hz. Peygamber’den 128 hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan on beşini Buhârî ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir.
Hz. Peygamber’in “Allah ve Resûlünü seven, Üsâmeyi
sevsin!” buyruğunun muhatabı bu yiğit sahâbî, 60 yaşındayken hicrî 54.
yılda vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
925
ve 928 numaralarda tekrarlanacak olan hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz’in
sözü edilen kızı, Zeyneb’tir. Bu durum, Musannef adlı büyük
hadis kitabıyla tanınan İbni Ebû Şeybe’nin bir rivâyetinde açıkca
görülmektedir.
Can
çekişen yavrunun adı, Ali İbni Ebü’l-Âs’tır. Ebü’l-Âs, Hz. Zeyneb’in ilk
kocasıdır.
Kızının
çağırdığını duyunca Hz. Peygamber’in kalkıp gitmemesi, ancak Hz. Zeyneb’in
yemin vererek gönderdiği son haber üzerine gitmesi, bir kaç ihtimalle
açıklanabilir:
Hz.
Peygamber o anda ya önemli bir işle meşgul bulunuyordu; ya da Hz. Zeyneb’i
eğitmek, Allah’a tam teslim olmak gerektiği fikrini ona vermek istemişti
veya bu tür çağrıları alınca hemen gitmenin gerekli olmadığını beyan
etmek istemişti.
Hadisin
râvîsi Üsâme İbni Zeyd, haberi Hz. Peygamber’e verdikleri zaman
çocuğun can çekişmekte olduğunu, zor nefes aldığını Buhârî’nin bir başka
rivâyetinde daha açık ve duygulu ifâdelerle anlatmaktadır. İşte bu manzara
karşısında rahmet peygamberi Efendimiz’in gözleri yaşarmıştır.
Hazrec
Kabilesi reisi büyük sahâbî Sa’d İbni Ubâde’nin:
-
Ölüye ağlamayı yasakladığın halde bu göz yaşları nedir, ya
Resûlallah? diye sorması, onun her türlü üzüntü ve göz yaşını, yasak edilen
yaka-paça yırtarak ve bağırıp çağırarak ağlamak (niyâha) hükmünde
sanmasındandır. Efendimiz ise, sessiz ve ılık göz yaşı dökmenin, Allah Teâlâ’nın,
kullarına verdiği merhamet ve acıma hissinin tabiî ve güzel bir neticesi
olduğunu söylemiş; Allah’ın, ancak merhamet sahiplerine rahmet edeceğini
bildirmek suretiyle böylesi üzüntünün hem yasak olmadığını hem de mertliğe ve
yiğitliğe aykırı bulunmadığını anlatmıştır.
Hz.
Peygamber’in, kızı Zeyneb’e haberci ile ulaştırdığı sözleri, tam bir
tâziye ve teselli örneğidir: “Alan da veren de Allah’tır. Her canlının belli
bir ömrü vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin.” İşte bu hâl,
başa gelene rızâ çizgisidir. Sabır da zaten her zamankinden çok böyle yerde
gereklidir.
Burada
üç ayrı senedle gelmesine rağmen, iki senedinin tenkid edilmiş olması
sebebiyle “zayıf” sayılan bir rivâyeti, Hz. Peygamber’in Muâz İbni
Cebel’e yazdığı mektubun tercümesini, bir tâziye örneği olarak kaydetmek
istiyoruz.
“ Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın resûlü Muhammed’den Muâz İbni Cebel’e...
Allah’ın selâmı üzerine olsun...
Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamdettiğimi
sana iletmek isterim. İmdi; Allah ecrini artırsın, sana sabretme gücü versin.
Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü
iyâlimiz, azîz ve celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre
için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o
çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında
senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet
bekliyorsan, sabret.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin, sonra pişman
olursun.
Bil ki, ağlayıp sızlamak hiç bir şeyi geri getirmez,
hüzün ve kederi de defedemez; başa gelecek olan zaten gelmiştir (Hâkim, el-Müstedrek, III, 273.
Hadisin durumu hakkında bilgi için bk. İbni Arrâk,Tenzîhu’ş-şerî’a, II,
368).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Feryâd ü figân etmeksizin ölüye ağlamak câizdir.
2.
Fazilet sahibi kişileri ölmek üzere olan hastanın yanına getirmek, gelmek
istemezlerse, gerekiyorsa ısrar etmek câizdir.
3.
Ölüm olayından önce ölünün yakınlarına sabır tavsiye edilir.
4.
Çocuk da olsa hasta ziyâreti meşrûdur ve bu ziyârete izinsiz de gidilebilir.
31- وَعَنْ صُهَيْبٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ
أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ : « كَانَ مَلِكٌ فيِمَنْ كَانَ
قبْلَكُمْ، وَكَانَ لَهُ سَاحِرٌ ، فَلَمَّا كَبِرَ قَالَ لِلْمَلِك : إِنِّي قَدْ
كَبِرْتُ فَابعَثْ إِلَيَّ غُلاَماً أُعَلِّمْهُ السِّحْرَ ، فَبَعَثَ إِلَيْهِ
غُلاَماً يعَلِّمُهُ ، وَكَانَ في طَريقِهِ إِذَا سَلَكَ رَاهِبٌ، فَقَعَدَ
إِلَيْهِ وَسَمِعَ كَلاَمهُ فأَعْجَبهُ ، وَكَانَ إِذَا أَتَى السَّاحِرَ مَرَّ
بالرَّاهِب وَقَعَدَ إِلَيْه ، فَإِذَا أَتَى السَّاحِرَ ضَرَبَهُ ، فَشَكَا
ذَلِكَ إِلَى الرَّاهِبِ فقال : إِذَا خَشِيتَ السَّاحِر فَقُلْ : حبَسَنِي أَهْلي
، وَإِذَا خَشِيتَ أَهْلَكَ فَقُلْ: حَبَسَنِي السَّاحرُ .
فَبيْنَمَا هُو عَلَى ذَلِكَ إذْ
أتَى عَلَى دابَّةٍ عظِيمَة قدْ حَبَسَت النَّاس فقال : اليوْمَ أعْلَمُ
السَّاحِرُ أفْضَل أم الرَّاهبُ أفْضلَ ؟ فأخَذَ حجَراً فقالَ : اللهُمَّ إنْ كان
أمْرُ الرَّاهب أحَبَّ إلَيْكَ مِنْ أَمْرِ السَّاحِرِ فاقتُلْ هَذِهِ الدَّابَّة
حتَّى يمْضِيَ النَّاسُ ، فرَماها فقتَلَها ومَضى النَّاسُ، فأتَى الرَّاهب
فأخبَرهُ . فقال لهُ الرَّاهبُ : أىْ بُنيَّ أَنْتَ اليوْمَ أفْضلُ منِّي ، قدْ
بلَغَ مِنْ أمْركَ مَا أَرَى ، وإِنَّكَ ستُبْتَلَى ، فإنِ ابْتُليتَ فَلاَ تدُلَّ
عليَّ ، وكانَ الغُلامُ يبْرئُ الأكْمةَ والأبرصَ ، ويدَاوي النَّاس مِنْ سائِرِ
الأدوَاءِ . فَسَمعَ جلِيسٌ للملِكِ كانَ قدْ عمِىَ، فأتَاهُ بهداياَ كثيرَةٍ فقال
: ما ههُنَا لك أجْمَعُ إنْ أنْتَ شفَيْتني ، فقال إنِّي لا أشفِي أحَداً، إِنَّمَا
يشْفِي الله تعَالى، فإنْ آمنْتَ بِاللَّهِ تعَالَى دعوْتُ الله فشَفاكَ ، فآمَنَ
باللَّه تعَالى فشفَاهُ اللَّهُ تَعَالَى ، فأتَى المَلِكَ فجَلَس إليْهِ كما كانَ
يجْلِسُ فقالَ لَهُ المَلكُ : منْ ردَّ علَيْك بصَرك؟ قال : ربِّي . قَالَ: ولكَ
ربٌّ غيْرِي ؟، قَالَ : رَبِّي وربُّكَ الله ، فأَخَذَهُ فلَمْ يزلْ يُعذِّبُهُ
حتَّى دلَّ عَلَى الغُلاَمِ فجئَ بِالغُلاَمِ ، فقال لهُ المَلكُ : أىْ بُنَيَّ قدْ بَلَغَ
منْ سِحْرِك مَا تبْرئُ الأكمَهَ والأبرَصَ وتَفْعلُ وَتفْعَلُ فقالَ : إِنَّي لا
أشْفي أَحَداً ، إنَّما يشْفي الله تَعَالَى، فأخَذَهُ فَلَمْ يزَلْ يعذِّبُهُ
حتَّى دلَّ عَلَى الرَّاهبِ ، فجِئ بالرَّاهِبِ فقيل لَهُ : ارجَعْ عنْ دِينكَ،
فأبَى ، فدَعا بالمنْشَار فوُضِع المنْشَارُ في مفْرقِ رأْسِهِ، فشقَّهُ حتَّى
وقَعَ شقَّاهُ ، ثُمَّ جِئ بجَلِيسِ المَلكِ فقِلَ لَهُ : ارجِعْ عنْ دينِكَ فأبَى
، فوُضِعَ المنْشَارُ في مفْرِقِ رَأسِهِ ، فشقَّهُ به حتَّى وقَع شقَّاهُ ، ثُمَّ
جئ بالغُلامِ فقِيل لَهُ : ارجِعْ عنْ دينِكَ ، فأبَى ، فدَفعَهُ إِلَى نَفَرٍ منْ
أصْحابِهِ فقال : اذهبُوا بِهِ إِلَى جبَلِ كَذَا وكذَا فاصعدُوا بِهِ الجبلَ ،
فـإذَا بلغتُمْ ذروتهُ فإنْ رجعَ عنْ دينِهِ وإِلاَّ فاطرَحوهُ فذهبُوا به فصعدُوا
بهِ الجَبَل فقال : اللَّهُمَّ اكفنِيهمْ بمَا شئْت ، فرجَف بِهمُ الجَبَلُ
فسَقطُوا ، وجَاءَ يمْشي إِلَى المَلِكِ ، فقالَ لَهُ المَلكُ : ما فَعَلَ
أَصحَابكَ ؟ فقالَ : كفانيهِمُ الله تعالَى ، فدفعَهُ إِلَى نَفَرَ منْ أصْحَابِهِ
فقال : اذهبُوا بِهِ فاحملُوه في قُرقُور وَتَوسَّطُوا بِهِ البحْرَ ، فإنْ رَجَعَ
عنْ دينِهِ وإلاَّ فَاقْذفُوهُ ، فذَهبُوا بِهِ فقال : اللَّهُمَّ اكفنِيهمْ بمَا
شِئْت ، فانكَفَأَتْ بِهِمُ السَّفينةُ فغرِقوا ، وجَاءَ يمْشِي إِلَى المَلِك . فقالَ لَهُ الملِكُ : ما فَعَلَ أَصحَابكَ ؟
فقال : كفانِيهمُ الله تعالَى . فقالَ للمَلِكِ إنَّك لسْتَ بقَاتِلِي حتَّى
تفْعلَ ما آمُركَ بِهِ . قال : ما هُوَ ؟ قال : تجْمَعُ النَّاس في صَعيدٍ واحدٍ ،
وتصلُبُني عَلَى جذْعٍ ، ثُمَّ خُذ سهْماً مِنْ كنَانتِي ، ثُمَّ ضعِ السَّهْمِ في
كَبدِ القَوْسِ ثُمَّ قُل : بسْمِ اللَّهِ ربِّ الغُلاَمِ ثُمَّ ارمِنِي ، فإنَّكَ
إذَا فَعَلْتَ ذَلِكَ قَتَلْتنِي . فجَمَع النَّاس في صَعيدٍ واحِدٍ ، وصلَبَهُ
عَلَى جذْعٍ ، ثُمَّ أَخَذَ سهْماً منْ كنَانَتِهِ ، ثُمَّ وضَعَ السَّهمَ في
كبِدِ القَوْسِ، ثُمَّ قَالَ : بِسْم اللَّهِ رَبِّ الغُلامِ ، ثُمَّ رمَاهُ
فَوقَعَ السَّهمُ في صُدْغِهِ ، فَوضَعَ يدَهُ في صُدْغِهِ فمَاتَ . فقَالَ
النَّاسُ : آمَنَّا بِرَبِّ الغُلاَمِ ، فَأُتِىَ المَلكُ فَقِيلُ لَهُ : أَرَأَيْت
ما كُنْت تحْذَر قَدْ وَاللَّه نَزَلَ بِك حَذرُكَ . قدْ آمنَ النَّاسُ . فأَمَرَ بِالأخدُودِ بأفْوَاهِ
السِّكك فخُدَّتَ وَأضْرِمَ فِيها النيرانُ وقالَ : مَنْ لَمْ يرْجَعْ عنْ دينِهِ
فأقْحمُوهُ فِيهَا أوْ قيلَ لَهُ : اقْتَحمْ ، ففعَلُوا حتَّى جَاءتِ امرَأَةٌ
ومعَهَا صَبِيٌّ لهَا ، فَتقَاعَسَت أنْ تَقعَ فِيهَا ، فقال لَهَا الغُلاَمُ : يا
أمَّاهْ اصبِرِي فَإِنَّكَ عَلَي الحَقِّ » روَاهُ مُسْلَمٌ .
« ذرْوةُ الجَبلِ » : أعْلاهُ ، وَهي بكَسْر الذَّال
المعْجمَة وضمها و « القُرْقورُ » بضَمِّ القَافَيْن : نوْعٌ منْ
السُّفُن و « الصَّعِيدُ » هُنا : الأرضُ البارزَةُ و «الأخْدُودُ»: الشُّقوقُ في الأرْضِ كالنَّهْرِ
الصَّغيرِ و « أُضرِمَ » أوقدَ « وانكفَأَت» أي : انقلبَتْ و « تقاعسَت » توقَّفتْ وجبُنتْ .
31. Suheyb (-i Rûmî) radıyallâhü
anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Sizden
önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz
yaşlanınca, padişaha:
-
“Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem” dedi.
Padişah
da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip
bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi,
beğendi. Sihirbaza her gittiğinde rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı.
Sihirbaz ona “niçin geç kaldın?” diye kızar ve döğerdi. Delikanlı bu
durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:
-
Sihirbazdan korktuğunda, “evdekiler alıkoydular”de; âilenden çekindiğinde de
“sihirbaz alıkoydu” de.
Genç,
durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip
geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi
kendine “Sihirbazın mı yoksa râhibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi
öğreneceğim” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allahım, rahibin yaptıklarını
sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar
yollarına devam etsinler” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk
da geçip gitti. Daha sonra delikanlı râhibe gelip olayı anlattı. Râhip ona:
-
Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm
mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın.
Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme! dedi.
Delikanlı,
körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da
tedâvî ederdi. Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu,
değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve:
-
Eğer beni tedâvî edersen, bütün bunlar senin olacak dedi.
Delikanlı:
-
Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah Teâlâ verir.
Eğer sen Yüce Allah’a inanırsan, ben ona dua ederim, o da (dilerse) sana
şifa verir, dedi.
Adam
iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi. Adam eskiden olduğu gibi padişahın
yanına gelip meclisteki yerini aldı.
Padişah:
-
Senin gözünü kim iyi etti? diye sordu. O da:
-
Rabbim, dedi.
Bu
defa Padişah:
-
Senin benden başka rabbin mi var? diye gürledi.
Adam:
-
Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır, dedi.
Bunun
üzerine sinirlenen padişah adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar
ona işkence ettirdi. Sonuçta adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi.
Padişah ona:
-
Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye
ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi? diye sordu.
Delikanlı:
-
Hayır, ben kimseye şifa veremem. Şifa veren Allah Teâlâ’dır dedi.
Padişah
delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence
ettirdi. Neticede râhip getirildi ve kendisine “dininden dön!” denildi.
Râhip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine padişah bir testere
getirtip başının tam ortasından rahibi ikiye biçtirdi. Rahibin
parçalarının her biri bir yana düştü. Sonra Padişahın adamı
getirildi ona da “dininden dön!” denildi. Ancak o da kabul etmedi. Padişah onu
da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından
ikiye biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve “dininden dön (yoksa
öleceksin)” diye tehdid edildi, fakat delikanlı direndi. Padişah delikanlıyı
adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimatı verdi:
-
Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya
yuvarlayın gitsin.
Delikanlıyı
götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.
Delikanlı:
“Allahım,
beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!” diye dua etti. Bunun
üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam
yürüyerek padişahın yanına döndü. Padişah ona:
-
Yanındakiler ne oldu? dedi.
Delikanlı
da :
-
Allah beni onların elinden kurtardı, dedi.
Bunun
üzerine padişah, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve:
-
Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dininden
dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin, dedi.
Delikanlıyı
alıp götürdüler. O:
“Allahım,
beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!” diye dua etti.
Gemi
içindekilerle beraber ala-bora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ-sâlim
padişahın yanına döndü.
Padişah
onu görünce:
-
Yanındakiler ne oldu? diye sordu.
Delikanlı
da:
-
Allah beni onların elinden kurtardı, dedi ve ilâve etti:
-
Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin.
Padişah:
-
Neymiş onlar? dedi.
Delikanlı
:
-
Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan
bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da “Delikanlının rabbinin adıyla
de ve at. İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin” dedi.
Padişah
halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra
delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. “Delikanlının rabbi
olan Allah adıyla” deyip oku fırlattı. Ok, delikanlının şakağına isabet etti.
Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü.
Bunun
üzerine halk:
-
Biz, delikanlının rabbine iman ettik, dediler.
Daha
sonra durumu padişaha ileterek:
-
Gördün mü çekindiğin şey nihâyet başına geldi; halk iman etti, dediler.
Bunun
üzerine padişah, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti.
Hendekler ateşle doldurulmuştu.
Padişah:
-
Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın, (yahut “onları ateşe girmeye
zorlayın”) dedi.
Emri
yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir
ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk:
-
“Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!” de(mek
suretiyle annesini cesaretlendir)di. Müslim, Zühd 73
Açıklamalar
Hadisimiz,
sabır gerektiren büyük imtihanlara sadece müslümanların değil, önceki
ümmetlerden bazı mü’minlerin de tâbi tutulduğunu göstermektedir. Onların
inançları uğrunda katlandıkları işkenceleri hatırlatarak, müslümanların,
karşılaştıkları sıkıntılara sabretmelerini, dinlerine olan bağlılık ve
güvenlerini yitirmemelerini anlatmaktadır.
Bir
önceki hadiste bizzat Hz. Peygamber’in hayatından bir örnek verilmişti. Şimdi
de geçmiş ümmetlere ait bir misal verilmek suretiyle, imtihanın eskiden beri
var olduğuna dikkat çekilmektedir. Şâirin dediği gibi;
“ Fazilet
ehline dâim tahakkümü cühelâ
Cihanda kaidedir, tâ cihan cihan olalı.”
Hadisimiz,
Bürûc sûresinde anlatılan olaydan bir sahneyi canlandırmaktadır. Orada şöyle
buyurulmaktadır:
“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle
doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için
yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların, inananlara
kızmaları, onların sadece göklerin ve yerin hükümranlığına sahip, güçlü ve övülmeye
lâyık olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şâhiddir. Ama
inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye
uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da
onlaradır. İnanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, içlerinden ırmaklar akan
cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluştur” (Bürûc sûresi (85), 4-11).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Eğitim ve öğretimde geçmişten misaller vermek, kıssalar anlatmak, geçerli ve
etkili bir yoldur. Peygamberimiz’in uygulaması da budur.
2.
Allah Teâlâ hakkı ve hak yanlılarını üstün kılar, bâtıl ve bâtılın
taraftarlarını eninde sonunda perişan eder.
4.
Harbte ve benzeri olaylarda yalan söylemek câizdir. İnsan canını kurtarmak için
de yalan söyleyebilir.
4.
Mü’min, imanındaki samimiyeti, sadâkatı açısından imtihana tâbi tutulur.
5.
Mazlûmu ve kurbanı olmayan dâvâ yoktur.
6.
Dînî ve umûmî bir fayda söz konusu ise, kişinin canını fedâ etmesi câizdir.
32- وَعَنْ أَنَسٍ رَضِي اللَّهُ عَنْهُ قَالَ
: مَرَّ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم بِامْرَأَةٍ تَبْكِي عِنْدَ قَبْرٍ فَقَال : «اتَّقِي الله وَاصْبِرِي » فَقَالَتْ : إِلَيْكَ عَنِّي ، فَإِنِّكَ
لَمْ تُصَبْ بمُصِيبتى، وَلَمْ تعْرفْهُ ، فَقيلَ لَها : إِنَّه النَّبِيُّ صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَأَتتْ بَابَ النَّبِّي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ،
فلَمْ تَجِد عِنْدَهُ بَوَّابينَ ، فَقالتْ : لَمْ أَعْرِفْكَ ، فقالَ : « إِنَّما الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ
الأولَى » متفقٌ عليه. وفي رواية لمُسْلمٍ : « تَبْكِي عَلَى صَبيٍّ لَهَا » .
32. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem,
(çocuğunun) mezarı başında (bağıra-çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti.
Ona:
- “Allah’dan kork ve sabret!” buyurdu.
Kadın:
-
Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, senin başına gelmemiştir,
dedi.
Kadın
Hz. Peygamber’i tanıyamamıştı. Kendisine, onun Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kapısına koştu, orada
kapıcılar yoktu. (Özür beyân etmek üzere Hz. Peygamber’e):
-
Sizi tanıyamadım, dedi.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem de:
- “Sabır
dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır” buyurdu.
Buhârî,
Cenâiz 32, 43; Ahkâm 11; Müslim, Cenâiz l4-l5. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23;
Tirmizî, Cenâiz 13; Nesâî, Cenâiz 22
Açıklamalar
Hadiste
sözü edilen kadının ismi tesbit edilememiştir. Rivayetlerden anlaşıldığına göre
bu kadın, kaybettiği çocuğuna ağlıyordu. Hem de bağıra-çağıra ağlıyordu. Bu
durum, Hz. Peygamber’in, kendisini Allah’a karşı saygılı olmaya ve
sabra davet etmesinden anlaşılmaktadır.
Zavallı
kadın, o kendinden geçmiş hali ile, kiminle konuştuğuna bakmadan:
-
“Çekil git, başımdan. Benim uğradığım felâkete sen uğramış değilsin” diye
oldukca sert cevap verdi.. Aksi halde Hz. Peygamber’i tanımasına rağmen bir
müslümanın böyle bir söz söyleyeceği düşünülemez. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem daha fazla üstelemeyip, yoluna devam etti. Zira tavsiyesini tekrar edecek olsaydı,
muhtemelen kadın daha ağır ve aşırı sözler söyleyecekti. Bu ise kadını içinde
bulunduğu sakıncalı halden çok daha büyük ve tehlikeli bir duruma düşürecekti.
Kimliği
açıklanmayan bir sahâbî, kadının bu hareketinin bilgisizlikten kaynaklandığını
düşünmüş olacak ki:
-
Sana takvâ ve sabır tavsiye edenin kim olduğunu biliyor musun?” diye
sordu. Kadın bilmediğini söyleyince, onun Hz. Peygamber olduğunu haber verdi.
Üzüntüden kendini kaybetmiş olan kadın, beyninden vurulmuşa döndü. Çocuğunun
acısını unutup, Hz. Peygamber’den af dilemek için yollara düştü.
Öyle
anlaşılmaktadır ki, kadıncağız, Hz. Peygamber’in kapısında birtakım
nöbetçilerin bulunacağını ve kendisinin belki de Peygamber’e ulaşmaya imkân
bulamayacağını düşünüyordu.
Bir
rivayete göre kadın yemin ederek “Ben seni tanımamıştım” diye özür beyan
etmiştir. İki cihan güneşi ve büyük eğitimci Peygamber Efendimiz, hemen
oracıkta, gerçek sabrın ne demek olduğunu ona ve dolayısıyla biz
ümmetine tarif etmiş, “Asıl sabır, belâ ile ilk karşılaşma anında
ona tahammül edebilmektir” buyurmuştur. Kadının kendisine karşı
söylediği söz ve kaba davranışı üzerinde hiç durmamıştır. Zira önemli olan,
müslümanların gerçeği öğrenmesidir.
Bilinen
bir gerçektir ki, insan zamanla her şeye alışır ve dayanır. Zor ve önemli
olan, belâ ve musibetle ilk karşılaşıldığı anda ona
dayanabilmektir. İlk sadme ânını geçiştirdikten sonra felâketin etkisi
yavaş yavaş azalır. Fakat o anda boş bulunmak, Allah korusun, aklını
kaçırmaktan, intihara kadar uzanan çok büyük ve acı sonuçlara vesile olabilir.
Bu sebeple istenmeyen hallerle ilk karşılaşma anlarında sabırlı davranmak, o
ânı geçiştirmeye bakmak gerekmektedir. Sabır, en çok ölüm olayı
karşısında gereklidir. Müslümanın imandaki olgunluğu biraz da ölüm olaylarında
gösterdiği sabırla ölçülür. Halkın, özellikle de kadınların ölene ağıtlar
yakarak ağlamaları, sanıldığının aksine bir hüner ve mârifet değildir. Asıl
mârifet o acılı ânı, kadere rızâ göstererek atlatmaktır. Böyle anlarda
insanı bekleyen tehlike, hadisimizde de görüldüğü gibi, Peygamber’i ve hatta
Allah Teâlâ’yı red anlamına gelecek sözler sarfetmektir. Zira üzüntü anında
insanın direnci kırık olduğu için ağzından çıkan sözleri kontrol etmesi
fevkalâde güçtür. Böylesi hallerde, olgun mü’minler, “İnna lillâh ve innâ
ileyhi râci’ûn: Biz Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz” diyerek
teslimiyet gösterir ve sabrederler.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Peygamber Efendimiz, çevresiyle ilgilenir, emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker
yapar, daima nâzik ve yumuşak davranırdı.
2.
Nasihat ve tavsiyelere gösterilecek tepkilere hazır olmak ve onlara göğüs
germek gerekir.
3.
Ölüye bağıra-çağıra, yaka-paça yırtarak ağlamak yasaklanmıştır.
4.
Kabir ziyâreti câizdir.
5.
Kadınlar kabir ziyâretinde bulunabilirler. Çünkü Peygamber Efendimiz, bu
hanımı, kabir başına gelmekten değil, bağıra çağıra ağlamaktan menetmiştir.
Zaten kabir ziyâreti, insanın, âhireti hatırlayıp ibret alması ve dünyaya
dalmaması için bir vesiledir.
33- وَعَنْ أبي هَرَيرَةَ رَضي اللَّه عنه
أَنَّ رَسُولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قالَ : « يَقولُ اللَّهُ تَعَالَى: مَا لِعَبْدِي
المُؤْمِنِ عِنْدِي جَزَاءٌ إِذَا قَبضْتُ صَفِيَّهُ مِنْ أَهْلِ الدُّنْيَا ثُمَّ
احْتَسَبهُ إِلاَّ الجَنَّة » رواه البخاري .
33. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu demiştir.
“ Dünyada
sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allah’tan bekleyen mü’min
kulumun katımdaki karşılığı cennettir.”
Buhârî, Rikak 6
Açıklamalar
925
numara ile tekrar gelecek olan hadisimiz, “mânası Allah’tan lafzı
Peygamber’den” olan “kudsî hadis”lerdendir. Görüldüğü gibi burada söz, Hz.
Peygamber tarafından açıkca Allah Teâlâ’ya izâfe edilmektedir. Çok
sevdiği bir dostunu kaybetmiş müslümanı teselli ve sabra teşvik
bakımından, Allah Teâlâ’nın bir müjdesini ona haber vermek, hiç şüphesiz diğer
insanların sözünden çok daha etkili olacaktır. Sevgili Peygamberimiz,
ölüm gibi dönüşü olmayan ciddî bir kayıp olayında, sabır ve rızâ göstermeleri
karşılığında cenneti elde edeceklerini hatırlatmak suretiyle müminleri teselli
etmiş ve eğitmiştir. Bu hadiste iki nokta dikkatimizi çekmektedir:
Birincisi,
ölümün, Allah’ın irade ve fermanı ile gerçekleştiğidir. “Dünyada
sevdiği bir dostunu aldığım zaman” ifâdesi bunu göstermektedir. O
halde alan da veren de Allah olduğu hatırlanacak, başka hiç
kimse suçlanmayacaktır. Her şeyden önce bu gerçeği hatırlamak başlı başına bir
teselli kaynağıdır.
İkincisi,
böyle bir kayıp halinde karşılığını Allah’tan bekleme sabır ve olgunluğunu
gösteren mü’min, bu beklentisinde yanılmayacak, kendisi cennete
konulacaktır. Bu büyük müjde, dostunu kaybeden müslümanın, bir taraftan büyük
bir imtihana tâbi tutulduğunu gösterirken, bir taraftan da dikkat
etmemesi halinde, dostunu kaybetmekten daha büyük kayıplara uğrayabileceğini,
meselâ -Allah korusun- küfre düşebileceğini de hatırlatmaktadır.
İşte
bu iki büyük gerçeğe Hz. Peygamber konunun gereğine uygun olarak Allah
Teâlâ’nın bir beyanı ile açıklık getirmektedir.
Bu
arada şuna da işâret edelim ki, değerlendirme açısından diğer hadislerden hiç
de farklı olmayan kudsî hadislerin, iki özelliği vardır:
a)
Bu hadiste olduğu gibi, Hz. Peygamber hadîsi “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” diye
nakleder. Bu şeklî bir özelliktir.
b)
Yine hadisimizde görüldüğü gibi, hemen bütün kudsî hadisler, özellikle Allah
Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecellilerini, O’nun tasarruflarını konu
edinirler.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsanın dostunu kaybetmesi en büyük musîbetlerdendir.
2.
Büyük musîbetlere sabretmenin zorluğu nisbetinde sonucu da büyüktür.
3.
Başa gelen belâ ve musibetlerin ecrini Allah’tan ummak, müslümandan
beklenen yegâne tavırdır.
4.
İnsanın yaptığı işten Allah katında ecir alabilmesi için iman şarttır. Kâfir,
iyi bir davranışta bulunsa bile, imanı olmadığı için alabileceği herhangi bir
ödül söz konusu değildir.
34- وعَنْ عائشَةَ رضي اللَّهُ عنها أنَهَا
سَأَلَتْ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم عَن الطَّاعونِ ،
فَأَخبَرَهَا أَنَهُ كَانَ عَذَاباً يَبْعَثُهُ اللَّه تعالى عَلَى منْ يَشَاءُ ، فَجَعَلَهُ
اللَّهُ تعالَى رحْمةً للْمُؤْمنِينَ ، فَلَيْسَ مِنْ عَبْدٍ يَقَعُ في الطَّاعُون
فَيَمْكُثُ في بلَدِهِ صَابِراً مُحْتَسِباً يَعْلَمُ أَنَّهُ لاَ يُصِيبُهُ
إِلاَّ مَا كَتَبَ اللَّهُ لَهُ إِلاَّ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ الشَّهِيدِ
» رواه البخاري .
34. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivâyet
edildiğine göre, kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
tâun hastalığını sormuş, o da şöyle buyurmuştur:
“Tâun
hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir
çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tâuna
yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek
bulunduğu yerde ikâmete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun
geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.”
Buhârî,
Tıb 31; Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95
Açıklamalar
Tâun
(vebâ), kitle halinde ölümlere sebep olan bulaşıcı bir hastalıktır. Her hangi
bir yörede alışılagelmişin dışında ortaya çıkması ve büyük ölçüde ölüme vesile
olması, onun azab olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur. Hadiste
müslümanların bu hastalığa yakalanmayacaklarına değil, bu hastalığın onlar için
rahmet vesilesi kılındığına, bu rahmetin de şartlarına uyanlar için şehid
sevabı şeklinde tecelli edeceğine işâret edilmektedir. Şartlar ise, şöyle
sıralanmıştır: Tâun’a yakalanmış kişi; sabredip ecrini Allah’dan bekleyecek,
bulunduğu yerden çıkmayacak, başına sadece Allah’ın takdir ettiği şeyin
geleceğini bilecek ve onu kabullenecek...
Hastalığa
sabredip ecrini Allah’tan beklemek demek, tedâvisi için çâre aramamak değildir.
Hem kendisinin hem de tıb ilminin imkânlarına göre çâre arayacaktır. Ancak
geçmişte vebâ karşısında tıbbın imkânları nasıl yok idiyse, şimdi de kişinin ya
da hastalığın çıktığı yöre halkının imkânları olmayabilir. Böylesi bir
durumda yapılacak iş, isyan etmeden ecrini Allah’tan beklemek, kendini
Cenâb-ı Hakk’a teslim etmektir. Esasen bu, her zaman her şartta her müslümandan
istenen ve beklenen bir tavırdır.
Hastalanan
kişinin bulunduğu yerden çıkmaması, hastalığı başka yörelere taşımaması
bakımından önemlidir. Hadisimiz karantina uygulamasını bizzat
mü’minlerin yürütmesini istemiş olmaktadır. Kamuyu ilgilendiren bir konuda
böylesine ciddi tedbir almış olmak, İslâm’ın özelliğidir, hem de onbeş asır
öncesinden..
Konu
ile ilgili diğer hadislerde de işâret edildiği gibi vebâ hastalığının görüldüğü
bölgeye giriş ve çıkış yasaklanmıştır. Bu tam bir karantinadır.
Hastalığın
bulunduğu yerde kalmaktan dolayı mutlaka hastalığa yakalanacağını sanmak gibi o
bölgeye girse bile hastalanmayacağını iddia etmek de neticede Allah’ın
takdirine inanmamak sayılır.
İşte
bu inanç ve uygulama içinde bulunan ve tâun sebebiyle vefat eden mü’min, şehid
muamelesi görecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz “Tâundan ölen
şehittir” (Müslim, İmâre 166); “Tâun, her müslüman için
şehitliktir” (Buhâri, Cihâd 30, Tıb 30) buyurmuştur. Çünkü şehid,
müslümanları tehlikeden korumak maksadıyla düşmanla çarpışırken can veren kişi
olduğuna göre, böylesine bulaşıcı ve amansız bir hastalığa sabredip öteki
müslümanlara bulaşmaması için gayret eden, yani müslümanları bu hastalıktan korumak
için savaşan kişi de aynı şekilde şehid sayılır. Zira ikisi de
müslümanları korurken ölmüş olmaktadırlar. Hz. Aişe’nin “Tâundan
kaçmak, harbten kaçmak gibidir” sözü de bu noktadaki benzerliğin bir
başka belgesidir.
Öte
yandan bazı aids hastalarının onu sağlıklı insanlara bulaştırmak için özel
yollara başvurduklarına dair yayınların yapıldığı günümüzde hadisimizin ne
kadar güncel, ahlâkî ve insânî bir anlam taşıdığı iyice anlaşılmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hadiste, sabrın en çâresiz ortamlarda bile gerekli ve sonucunun gerçekten
fevkalâde büyük ve memnuniyet verici olduğuna dikkat çekilmektedir.
2.
Sabır, imanını koruması için müslümanın en büyük sığınağı ve silahıdır.
35- وعَنْ أَنسٍ رضي اللَّه عنه قال :
سَمِعْتُ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقولُ : « إنَّ اللَّه عَزَّ وجَلَّ قَالَ : إِذَا ابْتَلَيْتُ عَبدِي بحبيبتَيْهِ
فَصبَرَ عَوَّضْتُهُ مِنْهُمَا الْجنَّةَ » يُريدُ عينيْه ، رواه البخاريُّ .
35. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Allah
Teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman
sabrederse, gözlerine karşılık olarak cenneti veririm.” Buhârî, Merdâ 7; Ayrıca
bk. Tirmizî, Zühd 58
Açıklamalar
Hadisimiz, sabredilmesi
halinde cennetle karşılanacak bir musibeti daha bize tanıtmaktadır: Körlük..
Hadislerde
gözler için habîbe ve kerîme kelimeleri
kullanılmıştır. Çünkü insanın en kıymetli organı gözleridir. Bunun böyle
olduğu, önceki hadiste tâun sebebiyle ölen sabırlı mü’mine Allah Teâlâ’nın
va’dettiği cennetin, bu hadîs-i kudsîde körlükle imtihan olunan mü’mine
vadedilmesinden anlaşılmaktadır. Zira bedeli aynı olan iki şey arasında değer
açısından eşitlik değilse bile yakınlık var demektir. Nitekim Bezzâr’ın
naklettiği bir hadîs-i şerîfte:
“Hiçbir kul, dininden dönmesi hâriç, gözlerini
kaybetmekten daha ağır bir belâya uğramış değildir” buyurulmuştur. (Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî,
VII, 81).
Kaybedilen
nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin güçlüğü ve buna bağlı
olarak değeri de artmaktadır. Bu sebeple hadisimizde, iki gözünü kaybettiği
halde şikâyet etmeyip sabredebilen kişiye Allah Teâlâ cennetini vereceğini
bildirmektedir. Cennet ucuz olmadığına göre, gözlerin kaybına sabretmek, zoru
belki de en zoru başarmak demektir. Bunu, “Gerçek sabır, ilk karşılaşma
anında belâya sabretmektir” hadisi ile irtibatlandıracak olursak,
özellikle gözlerini kaybettiği ilk anlarda sabretmenin daha büyük önem
arzettiği anlaşılacaktır. Daha sonraları çâresizlikten ileri gelen bir katlanma
sabır olarak değerlendirilemez.
Şuna
da işaret edelim ki gözlerimizle dünyadan faydalanmak büyük bir
bahtiyarlıktır. Fakat bu fayda insan ömrüyle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın
bedel olarak vereceğini bildirdiği cennet ise, sınırsızdır ve tabiî oradaki
bahtiyarlık da sonsuzdur. O halde bu kudsî hadis en büyük bedelin, gözlerinin
kaybına sabredebilen mü’mine verileceğini müjdelemektedir.
Netice
olarak hadisimiz, “Tüm çâresizliklerin gerçek çâresi sabırdır” mesajını
vermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Gözlerin önemi, karşılığının cennet olmasından bellidir.
2.
Değerli şeylerin yokluğuna sabır ve rızâ göstermek insana daha kıymetli şeyler
kazandırır.
36- وعنْ عطاءِ بْن أَبي رَباحٍ قالَ : قالَ لِي ابْنُ عبَّاسٍ رضي اللَّهُ
عنهُمَا ألا أريكَ امْرَأَةً مِن أَهْلِ الجَنَّة ؟ فَقُلت : بلَى ، قَالَ : هذِهِ
المْرأَةُ السوْداءُ أَتَتِ النبيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فقالَتْ :
إِنِّي أُصْرَعُ ، وإِنِّي أَتكَشَّفُ ، فَادْعُ اللَّه تعالى لِي قَالَ : « إِن شئْتِ صَبَرْتِ ولكِ الْجنَّةُ، وإِنْ
شِئْتِ دعَوْتُ اللَّه تَعالَى أَنْ يُعافِيَكِ » فقَالتْ : أَصْبرُ ، فَقالت : إِنِّي
أَتَكشَّفُ ، فَادْعُ اللَّه أَنْ لا أَتكشَّفَ ، فَدَعَا لَهَا . متَّفقٌ عليْهِ .
36. Atâ İbni Ebî Rebâh’dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir:
Abdullah
İbni Abbâs radıyallahu anhümâ bana:
-
Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi. Ben:
-
Evet, göster, dedim.
İbn
Abbâs şöyle dedi:
-
Şu (iri yarı) siyah kadın var ya! İşte bu kadın (birgün) Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’e geldi ve:
-
Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz,
dedi.
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem:
-“Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine
de sen istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu.
Bunun
üzerine kadın:
-
Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın
açılmaması için dua buyurunuz, dedi.
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ 6;
Müslim, Birr 54)
Açıklamalar
Konu
ile ilgili başka rivâyetlerden öğrendiğimize göre aslen Habeşistanlı olan bu
iri yapılı, uzun boylu hanımın künyesi Ümmü Züfer idi.
Sar’a
hastalığına tutulmuş olan Ümmü Züfer, sar’a nöbeti esnasında bayılıp yere
düşüyor, mahrem yerleri açılıyordu. Bu hâl onu rahatsız ettiğinden
hastalıktan kurtulması için Peygamber Efendimiz’e geldi ve kendisine dua
etmesini istedi.
Peygamber
Efendimiz, belâya sabretmenin cennetle ödüllendirileceğini öğretmek için
ona “İstersen sabret, cennete gir; istersen iyileşmen için dua edeyim” buyurdu.
Cennet ile sağlık arasında tercih yapmak durumunda kalan hanım, sabrı yani
cenneti tercih etti. Fakat kendisini asıl üzen şeyin, mahrem
yerlerinin açılması olduğunu söyleyerek buna engel olmaya çalışması, kendisinin
bilinçli bir müslüman olduğunu göstermektedir.
Burada,
sar’alı kadının şifa isteğine Hz. Peygamber’in iki şıklı cevap vermiş olması,
bazılarınca garipsenebilir. Hatta Hz. Peygamber’in tedaviye karşı olduğu bile
sanılabilir. Halbuki Efendimiz, kendisine müracaat eden kadına, hakkında en
hayırlı olan bir şıkkı hatırlatmak suretiyle kadını iki iyilikten birini
tercihte serbest bırakmıştır. Bu Hz. Peygamber’in, ashâb ve ümmetine duyduğu
şefkat ve merhametin tabiî bir sonucu ve göstergesidir.
Hz.
Peygamber bu davranışıyla aslâ, tedâviye karşı çıkmış değildir. “İstersen
dua edeyim” buyurması bunun delilidir. Ancak tedâvisi bulunmayan
hastalıklar da olabilir. Bu tür hallerde asıl yapılması gerekli yolu göstermek
üzere hastalığa sabretmenin cennet gibi bir bedeli olduğunu duyurmuştur. Yani
sabrın sonu cennet, halkımızın deyimiyle “selâmettir” mesajını vermiştir.
Abdullah
İbni Abbâs Hz. Peygamber’in uyarısı üzerine, kadının sabrı seçmesini dikkate
alarak onun daha hayattayken cennetlik olduğu sonucuna varmıştır.
Öte
yandan Hz. Peygamber’in duası makbul olduğu için kadına dua ettikten sonra onun
sar’a nöbetlerinde bir daha üstü-başı açılmamıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dünyada belâya sabır, âhirette insana cenneti kazandırır.
2.
Gücü yeten için azimete sarılmak, ruhsat ile amel etmekten daha üstündür.
37- وعنْ أَبي عبْدِ الرَّحْمنِ عبْدِ اللَّه
بنِ مسْعُودٍ رضيَ اللَّه عنه قَال : كَأَنِّي أَنْظُرُ إِلى رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
يحْكيِ نَبيّاً من الأَنْبِياءِ ، صلواتُ اللَّهِ وسَلاَمُهُ عَليْهم ، ضَرَبُهُ
قَوْمُهُ فَأَدْمـوْهُ وهُو يمْسحُ الدَّم عنْ وجْهِهِ ، يقُولُ : « اللَّهمَّ اغْفِرْ لِقَوْمي فإِنَّهُمْ لا
يعْلمُونَ » متفقٌ عَلَيْه .
37. Ebû Abdurrahman
Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in, gönderildiği kavim tarafından dövülüp yüzü
kanatılan, bir taraftan yüzündeki kanı silen bir taraftan da “Ey
Allahım, halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar” diyen bir
peygamberi anlatması hâlâ gözlerimin önündedir.
Buhârî
Enbiyâ, 54. Ayrıca bk. Buhârî, Mürteddîn 5; Müslim, Cihâd 104; İbni Mâce, Fiten
23
Abdullah İbni Mes’ud
Abdullah
İbni Mes’ûd radıyallahu anh ilk müslümanlardan ve ashâb-ı kirâmın ilim
ve fazilet bakımından önde gelenlerindendir. Künyesi Ebû Abdurrahman’dır.
Müslüman olduğu günden itibaren Hz. Peygamber’in yanından ayrılmamış ve ona
hizmetten zevk almıştır.
Abdullah İbni Mes’ud zayıf, nahif bir kişi idi. Tatlı
bir sesi, sevimli bir yüzü vardı. Müslüman olduğunda müslümanların adedi çok
azdı. Açıktan Kur’an okuyamaz ve Kâbe’de namaz kılamazlardı. Abdullah bu duruma
bir son vermek istedi. Bazı müslümanların karşı çıkmasına aldırış etmeden,
müşriklerin ileri gelenlerinin Kâbe çevresinde toplu halde bulundukları bir
sırada yüksek sesle Kur’an okumaya başladı. Görmek ve duymak istemedikleri bu
hâl karşısında müşrikler Abdullah İbni Mes’ûd’u cezalandırmak istediler ve onu
İslâm’dan dönmeye zorladılar. Ancak o direndi. Kureyş müşrikleri ilk darbeyi
bir anlamda Abdullah İbni Mes’ûd’dan yediler. Ancak ona da Mekke’de rahat
vermediler. O, Medine’ye hicret edip Muâz İbni Cebel’in yanına sığındı. Hz.
Peygamber’in hicretinden sonra, Medine’de yerleşti ve Hz. Peygamber’in
maiyyetinden hiç ayrılmadı. Bütün harblere katıldı. Hz. Peygamber, onun Kur’an
okuyuşunu dinlemekten zevk alırdı.
Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde engin bilgisiyle
kendisinden sonraki âlimlere hocalık etmiştir. Özellikle Kûfeli âlimler
onun rivâyet ve görüşleri istikâmetinde fıkhî görüşler ortaya koymuşlardır.
Hz. Peygamber’e yakınlığı sebebiyle elde ettiği engin
hadis bilgisine rağmen, rivâyet konusunda oldukca titiz davranırdı. Kendisinden
848 rivâyet bize intikal etmiştir. 64 hadisi hem Sahîh-i Buhârî hem de Sahîh-i
Müslim’de yer alırken, 21 rivâyetini sadece Buhârî, 35 hadisini de sadece
Müslim kitaplarında zikretmişlerdir. Böylece Buhârî, İbni Mes’ud’un 85; Müslim
ise 99 hadisine Sahih’lerinde yer vermişlerdir. Diğer rivâyetleri ise
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde ve öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır.
Hz. Osman zamanında Kûfe kadılığından Medine’ye döndü
ve kısa bir süre sonra altmış yaşını geçmiş iken Medine’de vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadiste
anlatılan olayı hem Peygamber Efendimiz’in hem de daha önceki bir
peygamberin yaşadığı rivâyet edilmektedir. Uhud savaşında Hz. Peygamber
bizzat yaşamıştır. Anlattığı peygamber gibi o da mübârek dişini kıran,
yüzünü yaralayanlar hakkında “Allahım, milletimi bağışla. Çünkü onlar
bilmiyorlar” diye dua etmiştir.
Anlaşılmaktadır
ki, halkın ezâ ve cefâsına sabredip onları bağışlamak ve affedilmeleri için dua
etmek peygamberlerin ortak tavrı, yani sünnetleri olmaktadır. Bu rivâyetten
anlaşıldığına göre Peygamber Efendimiz, önceki bir peygamberin halini
anlatarak, kendi tutumuna delil getirmekte, sabrın peygamberlerce paylaşılan
bir meziyet olduğunu göstermektedir.
Sabrın
peygamberlerin hayatındaki yerini gösteren bu hadis, cemâat liderlerinin
herkesten daha fazla sabır göstermesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu, aynı
zamanda Efendimiz’in tavsiyeleri ile davranışları arasındaki uyumu da ortaya
koymaktadır. Zira o, ümmetine neyi tavsiye etmişse, onu en mükemmel şekilde
bizzat kendisi yaşardı. Bu açıdan onun ümmetinden herhangi bir farkı ya da
muâfiyeti yoktu.
647
numarada bir kere daha okuyacağımız bu hadis bir bakıma hizmet esnasında
gösterilecek sabrın hangi boyutlara ulaşabileceğini belirtmektedir. Hakka
çağırdığı için hakâret ve tecâvüze uğramış bir peygamber ve davetçi, bir
eliyle yüzünden akan kanı silerken, diliyle onu bu hâle getirenlerin
bağışlanması için dua edebilecektir. İşte bu, tam bir hizmet ve tebliğ sabrı
göstergesidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Câhillere hoşgörü ile muamele etmek, peygamberlerin ahlâkındandır.
2.
Peygamberler, insanlara davetlerini ulaştırmak için nice sıkıntıları
göğüslemişlerdir. Başarı, sabrın ödülüdür.
38- وَعنْ أَبي سَعيدٍ وأَبي هُرَيْرة رضي
اللَّه عَنْهُمَا عن النَّبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ : «مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ
مِنْ نَصَبٍ وَلاَ وَصَبٍ وَلاَ هَمٍّ وَلاَ
حَزَن وَلاَ أَذًى وَلاَ غمٍّ ، حتَّى الشَّوْكَةُ يُشَاكُها إِلاَّ كفَّر اللَّه
بهَا مِنْ خطَايَاه » متفقٌ عليه . و « الْوَصَب » : الْمرضُ .
38.
Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edildiğine
göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yorgunluk,
sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene
varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını
bağışlamaya vesile kılar.”
Buhârî, Merdâ1, 3; Müslim, Birr 49
Açıklamalar
Hadisimiz,
geçici olsun sürekli olsun, fizikî olsun rûhî olsun, geleceğe yönelik olsun,
geçmişe ait olsun, gam-keder, yorgunluk-hastalık gibi müslümanı üzen, zorlayan
her çeşit sıkıntı sebebinin, hatta ayağa batan bir dikenin bile, müslümanın
hatalarına kefâret olacağını bildirmektedir. Bu da başa gelen her belânın,
mutlaka cezâ anlamı taşımadığını göstermektedir. Önemli olan, başa gelene
sabredebilmektir.
Sıkıntılarının,
günahlarına kefâret olduğunu bilen müslümanın dayanma gücü artacak, morali
düzelecektir. Hadîs-i şerîfin, sabırla ilgili olarak burada zikredilmesinin
asıl amacı da bu olmalıdır.
Hadîs-i
şerîf, hastalıkların ve müslümanı üzen her şeyin müslümanı günahlarından
temizlediğine delildir.
İnsan,
hem ezâ çekmek hem de onun sevâbından mahrum kalmak gibi iki zarara katlanmamalı,
başa gelene sabretmelidir. Unutulmamalıdır ki, “Asıl belâya uğrayan, sevaptan
mahrum kalandır.”
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Belâ ve musibetler her zaman cezâ değildir. Bazan da rahmettir.
2.
Sabreden mümin için sıkıntıları, günahlarına kefâret olur. Bu da bir nimettir.
39- وعن ابْن مسْعُود رضي اللَّه عنه قَالَ
: دَخلْتُ عَلى النَبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم وَهُو يُوعَكُ فَقُلْتُ يا رسُولَ اللَّه إِنَّكَ تُوعكُ وَعْكاً شَدِيداً
قال : « أَجَلْ إِنِّي أُوعَكُ كَمَا يُوعَكُ
رَجُلانِ مِنْكُم» قُلْتُ : ذلك أَنَّ لَكَ أَجْريْن ؟ قال
: « أَجَلْ ذَلك كَذَلك مَا مِنْ مُسْلِمٍ
يُصِيبُهُ أَذًى ، شوْكَةٌ فَمَا فوْقَهَا إلاَّ كَفَّر اللَّه بهَا سيئاته ،
وَحطَّتْ عنْهُ ذُنُوبُهُ كَمَا تَحُطُّ الشَّجرةُ وَرقَهَا » متفقٌ عليه. وَ « الْوَعْكُ » : مَغْثُ الحمَّى ، وقيل : الْحُمى .
39. Abdullah
İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı.
-
Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz, dedim.
- “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ızdırab
çekmekteyim” buyurdu.
-
(Herhalde) bu iki kat sevap kazanmanız içindir, dedim.
- “Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya
başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını
bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür” buyurdu. (Buhârî, Merdâ
3, 13, 16; Müslim, Birr 45)
Açıklamalar
916
numarada tekrar edilecek olan hadîs-i şerîf başa gelene sabır konusunda
bizzat Peygamber Efendimiz’in tavrını gözlerimiz önüne sermektedir. Bir
rivâyete göre, Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh, Hz.
Peygamber’e eliyle dokunduktan sonra, ateşinin çok fazla olduğunu söylemiştir.
Efendimiz de çektiği sıkıntının iki müslümanın ıstırabına denk bir
ıstırap olduğunu ifade buyurmuştur. İbni Mes’ûd’un, “İki kat sevap kazanmanız
içindir (herhalde)” diye açıklama istercesine söylediği söze Efendimiz
olumlu cevap vermiştir. Bilindiği gibi, kulun uğradığı belâ ve musîbetler
sadece günahların affına vesile değildir. Aynı zamanda Allah katındaki
derecesinin yükselmesine de sebeptir. Hz. Peygamber hakkında bu ikinci mâna
geçerlidir.
Efendimiz,
bir önceki hadiste olduğu gibi, başına gelen sıkıntıya sabreden müslümanın
günahlarının, güz mevsiminde ağaç yapraklarının dökülmesine benzer şekilde
döküleceğini müjdelemiştir.
Burada
Peygamber Efendimiz’in, böylesine şiddetli bir hastalık geçirirken bile tebliğ
ve irşad görevini, hem fiilen hem de sözlü olarak yürüttüğünü görmekteyiz. Bu,
onun ümmetine karşı duyduğu şefkatin ve görev şuurunun delilidir. Resûl-i Ekrem
hastalığının şiddetinden asla söz ve şikâyet etmemiş, ancak İbni Mes’ûd’un
sorması üzerine durumunu açıklamıştır.
Bu
olayda “En ağır belâ ve sıkıntılar peygamberlere gelir” hadisinin (bk.
Tirmizî, Zühd 57; İbni Mâce, Fiten 29) tecellisini de görmekteyiz.
Peygamberler her konuda olduğu gibi sıkıntılara katlanmak ve acılara göğüs
germek bakımından da ümmetlerine örnektirler.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber ashâb-ı kirâmın çektiği sıkıntıların iki katını çekmiştir.
2.
Belâ ve musibetler, günahların bağışlanmasına veya daha fazla sevap
kazanılmasına sebeptir.
40- وعنْ أَبي هُرَيرة رضيَ اللَّهُ عنه قال :
قال رسولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَنْ يُرِدِ اللَّهُ بِهِ خَيْراً يُصِبْ
مِنْهُ » : رواه البخاري . وضَبطُوا « يُصِب » : بفَتْحِ الصَّادِ وكَسْرِهَا .
40. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah,
hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar.” Buhârî, Merdâ 1
Açıklamalar
Hadisimiz,
başa gelen sıkıntıların bazan lutuf ve hayır vesilesi olacağını açıkça ortaya
koymaktadır. Burada söz konusu olan belâ ve musibetlerin neler olabileceğini
ise, Bakara sûresi’nin 155. âyeti açıklamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“..Sizi
biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmekle
sınarız. Sabredenleri müjdele!”
Önceki
iki hadiste de görüldüğü gibi belâ ve musîbetler, sabır gösterilirse ya
günahların bağışlanmasına ya da, burada işâret edildiği üzere, hayır ve
ecirlere vesile olur. Nitekim İmam Gazzâlî, konuya üç ayrı yorum getirmiştir:
1.
Münafığın başına gelen musîbet ve hastalıklar. Münafık, sıkıntıya sabretmeyip
şikâyette bulunduğu için bunlar onun hakkında tam bir cezâ anlamı taşır.
2.
Mü’minin hastalık ve musîbeti. Mü’min, bunların Allah’dan geldiği bilinci
içinde sabreder. Böylece de sıkıntıları günahlarına kefâret olur.
3.
Şükür ve rızâ halindeki olgun mü’minlerin hastalık ve sıkıntıları. Bunlar belâ
ve musîbet halinde de Allah’a hamd ve şükür görevlerini yerine getirirler.
Öylece onların sıkıntıları, Allah katındaki derecelerinin yükselmesine vesile
olur.
Netice
olarak şunu unutmamak gerekir ki, bu dünya imtihan dünyasıdır. Allah katında
derece sahibi olmanın bir yolu da belâ ve musîbetlere uğramaktan geçmektedir.
Bu durumda yapılacak iş, başa her ne gelmişse, onu sabır ve rızâ ile
karşılamaktır. Müslümanın asıl kazancı buradadır. Bir anlamda sabır, müslüman
için, her olumsuzluğu lehine çevirmeye imkân vermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Başa gelen her belâ ve sıkıntı, mutlaka bir cezâ değildir.
2.
Müslüman belâ ve musibetlere sabretmek suretiyle Allah katındaki derecesini
yükseltebilir.
41- وعَنْ أَنَسٍ رضي اللَّهُ عنه قال : قال
رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « لا يتَمنينَّ أَحدُكُمُ الْمَوْتَ لِضُرٍّ
أَصَابَهُ ، فَإِنْ كَانَ لا بُدَّ فاعلاً فليقُل : اللَّهُمَّ أَحْيني ما كَانَت
الْحياةُ خَيراً لِي وتوفَّني إِذَا كَانَتِ الْوفاَةُ خَيْراً لِي » متفق عليه .
41. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Başına
bir musibet geldi diye hiç biriniz ölümü temenni etmesin. Mutlaka böyle bir şey
temenni etmek zorunda kalırsa: ‘Allahım, benim için yaşamak hayırlı olduğu
sürece beni yaşat, hakkımda ölüm hayırlı olduğu zaman da beni öldür’ desin.”
Buhârî,
Merdâ 19; Daavât 30; Müslim, Zikir 10, 13. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 9;
Nesâî, Cenâiz 1; İbni Mâce Zühd 31
Açıklamalar
586
numarada tekrar gelecek olan hadîs-i şerîf, başa gelen dünyevî bir belâ ya da
musibetin ağırlığı karşısında ölüm istemeyi yasaklamaktadır. Çünkü böyle bir
hareket -Allah korusun- neticede intihara kadar gidebilir. Halbuki sabır
gösterip dayanmak o sıkıntıdan kurtulmaya vesile olacaktır. Nitekim bir başka
hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Hiç biriniz ölümü temenni etmesin.
Ölüm kendisine gelmeden önce onu dâvet etmesin. Çünkü ölenin ameli son bulur.
Yaşamak ise, mü’minin hayrını artırır” (Müslim, Zikir 13).
Özellikle
dünyevî sıkıntı ve zorluklar karşısında ölümü temenni etmek, âcizliktir. Fakat
âcizlik de olsa, bazan ölümü temenni etme zorunluğu doğabilir. İşte bu noktada
sevgili Peygamberimiz, yapılması İslâm esaslarına aykırı olmayan ve insan
tabiatına da uygun olan bir yolu göstermektedir: Her şeyin hayırlısını
isteyerek işi Allah Teâlâ’nın irâde ve ilmine havâle etmek. Bu, hem İslâm’ın
hem de Hz. Peygamber’in ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir. Böyle bir
teslimiyet, sıkıntıdaki müslümanı hem iman ve tevekkül çizgisinde tutacak hem
de ona sabretme gücü verecektir.
İslâmı
iyi bilen ve anlayan bazı âlim ve şâirlerin bile zaman zaman ölümü temenni
edecek kadar zorlandıkları olmuştur. Meselâ ilk ve cefâkâr müslümanlardan büyük
sahâbî Habbâb İbni Eret hastalandığında kendisini ziyârete gelenlere şöyle
demiştir: “Eğer Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yasaklamamış
olsaydı, hiç şüphesiz ben ölümü temenni ederdim”( bk. 588. hadîs). Merhum Mehmed
Akif Ersoy da vefâtından bir yıl önce 1935’te şunları yazmıştır:
Daha bir müddet emînim ki hayâtın yükünü
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme, ilâhî, bir avuç toprağını...”
Teslimiyet
ve temenni, sabır ve özlem herhalde ancak bu kadar güzel ifâde
edilebilirdi.
İslâm
bilginlerinin bir kısmına göre, dînî açıdan fitneye düşme endişesi duyan kimse,
ölümü temenni edebilir. Allah yolunda şehid olmayı temenni etmek, temiz bir
beldede ölmeyi istemek nasıl güzel görülmüş ise, İmam Nevevî’ye göre dînî bir
sebeple ölümü temenni etmek de aynen öyledir. Nitekim Hz. Ömer “Allahım, beni
yolunda şehid olmak ve Resûlü’nün beldesinde ölmekle bahtiyar kıl” diye
temennide bulunmuştur (bk. Buhârî, Fezâilü’l-Medîne 12 ). Hz. Ömer
şehid edildiği zaman kızı Hafsa, “Allah babama istediğini nasip etti”
demiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Allah’a kavuşmak arzusuyla ölümü temenni etmekte bir sakınca
yoktur.
2.
Ancak başa gelen bir belâ ve musibetten dolayı ölüm istemek, bir anlamda kazâya
rızâsızlık olacağı için doğru değildir.
42- وعنْ أبي عبدِ اللَّهِ خَبَّابِ بْن
الأَرتِّ رضيَ اللَّهُ عنه قال : شَكَوْنَا إِلَى رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وَهُو
مُتَوسِّدٌ بُردةً لَهُ في ظلِّ الْكَعْبةِ ، فَقُلْنَا : أَلا تَسْتَنْصرُ لَنَا
أَلا تَدْعُو لَنَا ؟ فَقَالَ : قَد كَانَ مَنْ قَبْلكُمْ يؤْخَذُ الرَّجُلُ
فيُحْفَرُ لَهُ في الأَرْضِ في جْعلُ فِيهَا ، ثمَّ يُؤْتِى بالْمِنْشارِ
فَيُوضَعُ علَى رَأْسِهِ فيُجعلُ نصْفَيْن ، ويُمْشطُ بِأَمْشاطِ الْحديدِ مَا
دُونَ لَحْمِهِ وَعظْمِهِ ، ما يَصُدُّهُ ذلكَ عَنْ دِينِهِ ، واللَّه ليتِمنَّ اللَّهُ
هَذا الأَمْر حتَّى يسِير الرَّاكِبُ مِنْ صنْعاءَ إِلَى حَضْرمْوتَ لا يخافُ
إِلاَّ الله والذِّئْبَ عَلَى غنَمِهِ ، ولكِنَّكُمْ تَسْتَعْجِلُونَ » رواه البخاري .
وفي رواية : « وهُوَ مُتَوسِّدٌ بُرْدةً وقَدْ لقِينَا
مِنَ الْمُشْركِين شِدَّةً » .
42. Ebû Abdullah Habbâb İbni Eret radıyallahu
anh şöyle dedi:
Hırkasını
başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e (müşriklerden gördüğümüz işkencelerden) şikâyette
bulunduk ve :
-
Bize yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz? dedik.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap
verdi:
- “Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır,
kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye
biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu
dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır.
Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından
başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle
gidecektir. Ne var ki, siz sabırsızlanıyorsunuz.”
Buhârî’nin
bir başka rivayetinde ifade, “Peygamber aleyhisselâm hırkasına
bürünmüştü. Bizler müşriklerden çok işkence görüyorduk” şeklindedir.
Buhârî,
Menâkıb 25. Ayrıca bk. Buhârî, İkrâh 1, Menâkıbu’l-ensâr 29, Ebû
Dâvûd, Cihâd 97
Habbâb İbni Eret
Künyesi Ebû Yahyâ veya Ebû Abdullah olan Habbâb
İbni Eret radıyallahu anh, ilk müslümanların altıncısıdır. Müşrikler
tarafından ağır işkencelere tâbi tutulmuş cefâkâr müslümanlardandır. Mesleği
demircilikti. Sipariş üzerine yaptığı kılıcın parasını almak üzere müşriklerin
ileri gelenlerinden Âs İbni Vâil’e gittiğinde aralarında şu konuşma geçmişti.
Âs İbni Vâil:
- Muhammed’i inkar etmediğin sürece paranı
vermeyeceğim.
Habbâb:
- Sen ölünceye hatta yeniden dirilinceye kadar da
olsa, ben Muhammed’i inkâr etmem.
Âs İbni Vâil:
- Yeniden diriltildiğimde benim mallarım olur, o
zaman ben de sana paranı öderim.
Habbâb, bir çok müşrikten aldığı cevapların bir örneği
olan bu konuşmayı Hz. Peygamber’e haber verdi. Bunun üzerine “..
Âyetlerimizi inkâr edeni ve “Bana elbette mal ve çocuk verilecektir”
diyeni gördün mü?” [Meryem sûresi (l8), 77] âyeti nâzil oldu.
Habbâb, gördüğü işkencelerin izlerini vefât
edinceye kadar sırtında taşıdı. Kendisi Medine’ye hicret ettikten sonra
Bedir’den itibâren bütün savaşlara katıldı. Hz. Peygamber’den 32 hadis rivayet
etti. Üç hadisi Buhârî ve Müslim tarafından müştereken; iki hadisi Buhâri, bir
hadisi de Müslim tarafından ayrıca rivayet edilmiştir. Kendisi yetmiş küsur
yaşlarında iken Kûfe’de 37 (657) yılında vefât etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de müslümanların ne kadar bunaldıklarını,
ne ölçüde sabra zorlandıklarını göstermektedir. Öyle ki Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e gelip:
“Bizim
için Allah’tan yardım dilemeyecek misiniz? Biz artık dayanamıyoruz. Oysa biz
inanıyoruz ki, siz dua ederseniz bu sıkıntılarımız biter” dediler. Bu bir
bakıma son kozlarını kullanmaya teşebbüs edecek kadar bunaldıklarını ve bir
anlamda ümitsizliğe kapıldıklarını göstermektedir.
Hz.
Peygamber burada, imânları uğrunda daha ağır imtihanlardan geçirilmiş
insanlardan örnekler vermek suretiyle önce, onları “beterin daha beteri
olacağı” noktasında bilgilendirmiş ve ne yapmaları gerektiğini dolaylı olarak
hatırlatmıştır. İnsan, kendi başına gelenin başkalarının da başına gelmiş
olduğunu görmek veya duymakla biraz olsun rahatlar. Aynı kaderi
birileriyle paylaşmış olmak onu belli ölçüde rahatlatır. Bu, tabiî ve psikolojik
bir durumdur. Bu hadîs-i şerîfte de böylesi bir uygulamayı görmekteyiz.
Ayrıca,
gelecekte neler olacağının, daha doğrusu, istikbaldeki aydınlığın müjdelenmesi,
o güzel günler adına sıkıntıya dayanma gücü verecektir. Karanlık gecelerin
kararıp kalmayacağını, elbette bir aydınlık sabaha ulaşacağını hatırlatmak,
istikbaldeki olumlulukları anlatmak mevcut sıkıntıyı ve ümitsizliği kesinlikle
hafifletecektir. Modern toplumlarda da bu usûl uygulanmaktadır. Yaşanan
sıkıntıların belli bir zaman sonra ortadan kalkacağını, o günlere kavuşabilmek
için bugün bazı fedakârlıklara katlanmak gerektiğini hatırlatma yöntemini hemen
hemen her ülke yönetimi zaman zaman kullanmaktadır.
Sevgili
Peygamberimiz burada, çekilen sıkıntıların bir yandan tarihî boyutunu ve
şiddetini ortaya koyarken bir taraftan da İslâm’ın aydınlık geleceğinden
en küçük bir tereddüt duymadığını kesin bir dille ve pek çarpıcı ve güven
verici bir örnekle anlatmaktadır. Zira San’a ile Hadramut arası yayalar için on
bir günlük bir mesâfedir. Bu iki şehrin misal verilmesi, muhtemelen İslâm
hâkimiyeti altına girecek toprakların genişliğinden kinâyedir.Yemen’de bile
emniyeti temin edecek olan İslâm, Mekke-Medine gibi yörelerde asayişi daha
kolaylıkla sağlayacaktır, demek istenmiştir.
Bu
hadiste, Hz. Peygamber’in ne kadar gerçekci olduğu görülmektedir. İslâm
hâkimiyetinde müslümanların sahip olacağı yegâne korku Allah korkusu olacaktır.
Bir de olsa olsa yırtıcı hayvanların saldırısından endişe edilebilecek, fakat
insanlardan bilinçli ve irâdî olarak gelecek herhangi bir baskı, saldırı
ve tecâvüz bulunmayacaktır. Bu İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda beşer planında
tam bir güven ve huzur ortamının kurulacağını müjdelemektir. Hz. Peygamber, her
nimetin bir külfeti ve bedeli olduğunu, her külfetin de mutlaka bir nimete
vesile olacağını böylece ortaya koyduktan sonra “Ama siz acele ediyor,
sabırsızlık gösteriyorsunuz” buyurmak suretiyle o günkü müslümanları
sabra davet etmiş, herşeyin, Allah’ın takdirine bağlı olarak belli bir
zamanı bulunduğu fikrini vermiştir.
O halde
nasıl sabırla koruk, üzüm olursa, her sıkıntı da sabır ve zamanla geçer.
Büyük neticeler büyük fedâkarlık ister.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Din ve imanından dolayı kişinin uğradığı azab ve işkenceye sabır, takdire değer
bir meziyettir,
2.
Hz. Peygamber’in verdiği haberler aynen gerçekleşmiştir.
3.
İslâm, sulh ve sükûn, emniyet ve selâmet dinidir.
4.
Din ve iman düşmanlığı, yeni bir olay değildir.
5.
Hz. Peygamber ashâbını geçmiş ümmetlerden misaller vererek ve geleceğe dair
açıklamalarda bulunarak eğitmiştir.
43- وعن ابن مَسعُودٍ رضي اللَّه عنه قال
: لمَّا كَانَ يَوْمُ حُنَيْنٍ آثر رسولَ
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم نَاساً في الْقِسْمَةِ : فأَعْطَى الأَقْرعَ
بْنَ حابِسٍ مائةً مِنَ الإِبِلِ وأَعْطَى عُييْنَةَ بْنَ حِصْنٍ مِثْلَ ذلِكَ ،
وأَعطى نَاساً منْ أشرافِ الْعربِ وآثَرهُمْ يوْمئِذٍ في الْقِسْمَةِ . فَقَالَ
رجُلٌ : واللَّهِ إنَّ هَذِهِ قِسْمةٌ ما عُدِلَ فِيها ، وما أُريد فِيهَا وَجهُ
اللَّه ، فَقُلْتُ: واللَّه لأُخْبِرَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم ، فأتيتُهُ فَأخبرته بِما قال ، فتغَيَّر وَجْهُهُ حتَّى كَانَ
كَالصِّرْفِ . ثُمَّ قال : « فَمنْ يَعْدِلُ إِذَا لَمْ يعدِلِ اللَّهُ ورسُولُهُ ؟ ثم قال : يرحَمُ
اللَّهُ موسى قَدْ أُوْذِيَ بِأَكْثَرَ مِنْ هَذَا فَصبرَ » فَقُلْتُ: لا جرمَ لا أَرْفعُ إلَيه بعْدها
حدِيثاً. متفقٌ عليه .
وقَوْلُهُ « كَالصِرْفَ » هُو بِكسْرِ الصادِ الْمُهْملةِ :
وَهُوَ صِبْغٌ أَحْمَرُ .
43.
Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:
Huneyn
Savaşı ganimetlerini taksim ederken Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bazı kişilere diğerlerinden fazla hisse verdi. Akra’ İbni
Hâbis’e yüz deve, Uyeyne İbni Hısn’a da bir o kadar verdi. Arapların ileri
gelenlerine de o günkü taksimde biraz fazla pay verdi. Bunun üzerine bir kişi:
-
Vallahi bu taksimde hakkâniyet yoktur, Allah rızâsı da gözetilmemiştir! dedi.
Ben
de:
-
Allah’a yemin ederim ki bunu ben Resûlullah’a söyleyeceğim, dedim. Gittim,
adamın söylediklerini anlattım.
Bunun
üzerine, kızgınlığından Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yüzü kıpkırmızı kesildi. Sonra şöyle cevap verdi:
- “Allah ve Resûlü de adâlet etmezse, hiç kimse adâlet
etmez.” Daha
sonra da şöyle buyurdu:
“Allah, Mûsâ’ya rahmet etsin. O bundan daha ağır bir
ithama maruz kalmıştı da sabretmişti.”
Ben
(kendi kendime), “Bundan sonra kimsenin sözünü Resûlullah’a iletmeyeceğim” diye
karar verdim. Buhârî, Edeb 53; Müslim, Zekât 145
Açıklamalar
Huneyn,
Mekke ile Tâif şehirleri arasında bir vâdidir. Huneyn Gazvesi Mekke’nin
fethinden sonra sekizinci hicrî yılda cereyan etmiştir. İki bini Mekkeli on iki
bin kişiden meydana gelen müslüman ordusu bu harbte on dört bin kişilik Hevâzin
ve Sakif kabileleriyle savaştı. Bu savaşta, seksen kadar Mekkeli müşrik ve
“tulekâ” denilen, haklarındaki ölüm cezası fetih günü kaldırılan kimseler de
sefere çıkmıştı. Bunlar biraz da kimin galib geleceğini merak edenlerdi.
Tevbe
Sûresi’nin 25-27. âyetlerinde bu harble ilgili şu ilâhî tesbitleri bulmaktayız:
“And olsun ki Allah size birçok yerde ve çokluğunuzun
sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına
rağmen size dar gelip de bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn Savaşında yardım
etmişti. Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, mü’minlere güvenlik verdi ve
görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların
cezâsı budur. Allah bundan sonra da dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah
bağışlar ve merhamet eder.”
Âyette
de işâret buyurulduğu gibi müslümanlar Uhud Gazvesi’nden sonra bir kez de
Huneyn Gazvesi’nde bozgunla burun buruna gelmişlerdi. Hz. Peygamber’in sebâtı,
ordunun tekrar derlenip toparlanmasına, sonuçta savaşı kazanmalarına ve büyük
bir ganimet elde etmelerine vesile olmuştur.
Ci’râne
denilen yerde toplanan ve dağıtımı yapılan bu ganimet, altı bin kadın ve çocuk,
24 bin deve, 40 bin koyun, dört bin ukıyye gümüş para idi. Hz.
Peygamber bu ganimetlerin beşte birlik beytü’l-mâl hissesinden müellefe-i
kulûb denilen, gönülleri İslâm’a ısındırılması istenen bazı kabile
ileri gelenlerine bol bol ikramda bulunmuştu. Hadiste adı geçen üç kişi de
onlardandı. Durumun nezâketini ve hikmetini kestiremeyen bazıları şu veya bu
şekilde bu taksime karşı çıkmışlardır. Özellikle Muattib İbni Kuşeyr,
Resûlullah’ın uygulamasını hadisimizde yer alan sözleriyle kınadı. Hz.
Peygamber’i âdil davranmamakla suçladı. Bu büyük bir cür’et ve çirkin bir
suçlama idi. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh de bu
sebeple onun sözlerini Hz. Peygamber’e duyurma ihtiyacını hissetmişti. Burada
hatırlatılmasında fayda vardır ki, Huneyn ganimetlerinin taksimi olayında daha
başka insanların da bazı itirazları ve şikâyetleri olmuştur. Ensâr
gençlerinin bazı sözleri üzerine Hz. Peygamber’in bütün Ensâr’ı toplayıp
onlarla mes’eleyi görüşmesi meşhurdur.
Ganimet
dağıtımı ve bazı itirazlar hakkında Tevbe sûresi’nin 58-59. âyetlerinde bazı
tesbitler yer almakta ve şöyle buyurulmaktadır:
“Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara
verilirse hoşnud olurlar, verilmezse, hemen öfkeleniverirler. Eğer onlar Allah
ve Peygamber’inin kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar ve ‘Allah
bize yeter; O ve Peygamberi bol nimetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah’a
gönül bağlayanlardanız’ deselerdi, daha hayırlı olurdu.”
Hz.
Peygamber, imanından emin olduğu kişiler dururken, dînî açıdan onlardan daha
aşağı seviyedeki kişilere gerektikçe ihsan ve ikrâmda bulunurdu. Çünkü
ihsan ve lutufta farklı ölçüler kullanılabilir.
Bir
kez daha ifade edelim ki, Hz. Peygamber’in bu taksimde verdikleri, ganimetin
peygamberin hakkı olan beşte birlik kısmındandı. Asla gâzilerin paylarına
düşen kısımdan değildi. Buna rağmen itiraza uğramış, adâletsizlikle
suçlanmıştır. Bu suçlama karşısında Hz. Peygamber’in öfkesi ve tepkisi
çok tabiî ve gerçeğin ortaya konması bakımından fevkalâde önemlidir.
Hz.
Peygamber, en açık gerçeklerden birini dile getirerek “Eğer Allah ve
Resûlü de adâlet etmezse, dünyada adâlet edecek kimse yok demektir. Başka kim
adâlet eder?” buyurmuştur. Bu aynı zamanda mübârek yüzlerindeki öfke
belirtileriyle birleşince, pek ciddî bir tehdid anlamı da taşımaktadır.
Ancak Hz. Peygamber, çoğu kere yaptığı gibi bu kez de Hz. Mûsâ’nın yahudilerden
çektiği eziyet ve işkenceleri genel mânada hatırlayarak, “Allah Mûsâ’ya
rahmet etsin. O, bundan daha ağır eziyetlere muhatab oldu da sabretti” buyurmuş,
kendi kendisine sabır telkin etmiştir. Hz. Mûsâ’nın, kavminden gördüğü eziyete
değişik âyetlerde işâret buyurulmuştur:
“Bize
Allah’ı apaçık göstermediğin sürece sana asla inanmayız” [Bakara
sûresi (2), 55];
“Sen
ve Rabbin gidip harbedin, biz burada bekleyeceğiz” [Mâide sûresi (5),
24];
“Biz tek çeşit yemeğe sabredemeyiz...” [Bakara sûresi (2), 61] âyetleri
bunlardandır. Ayrıca müslümanlar, “Ey mü’minler, Mûsâ’ya eziyet edenler gibi
olmayın!..” [Ahzâb sûresi (33), 69] âyetiyle de uyarılmışlar, Hz.
Peygamber’e karşı yahudiler gibi davranmaktan sakındırılmışlardır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber’e eziyet eden, ona saldıran ve küfredenlerin yahûdilere
benzediğine dikkat çekilmiştir.
2.
Hz. Peygamber, kendisi hakkında böylesine çirkin sözler söyleyen kişiyi
cezalandırmamış, bu sözü, peygamberliğin inkârı olarak değerlendirmemiştir.
3.
Resûlullah’a söven kimse küfre girer.
4.
Dünyada Resûlullah’ın bile sabretmekte zorlandığı çok değişik ve ağır olaylarla
karşılaşmak mümkündür. Çâre, sabretmek, sabredebilmektir.
5.
Sahâbe-i kirâm’ın Resûlullah’a duydukları muhabbet, onun hukukunu korumakta
gösterdikleri titizlik her türlü takdirin üstündedir.
44- وعن أنس رضي اللَّه عنه قال : قال رسولُ
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِذَا أَرَادَ اللَّهُ بعبْدِهِ خَيْراً عجَّلَ لَهُ الْعُقُوبةَ في
الدُّنْيَا ، وإِذَا أَرَادَ اللَّه بِعبدِهِ الشَّرَّ أمسَكَ عنْهُ بذَنْبِهِ
حتَّى يُوافِيَ بهِ يَومَ الْقِيامةِ » .
وقَالَ النبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم : « إِنَّ عِظَمَ الْجزاءِ مَعَ عِظَمِ
الْبلاءِ ، وإِنَّ اللَّه تعالى إِذَا أَحَبَّ قَوماً ابتلاهُمْ ، فَمنْ رضِيَ
فلَهُ الرضَا ، ومَنْ سَخِطَ فَلَهُ السُّخْطُ » رواه الترمذي وقَالَ: حديثٌ حسنٌ .
44. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah,
iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun
cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.”
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem (yine) şöyle buyurmuştur:
“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir.
Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse
Allah ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, Allahın gazabına
uğrar.” Tirmizî,
Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23
Açıklamalar
Allah
Teâlâ kullarını dünyada çeşitli imtihanlardan geçirir. Ancak bu, her defasında
cezalandırma anlamında değildir. Allah, hayrını dilediği kullarını da belâ ve
musibetlere uğratır. İmtihana tabi tutulan kul eğer sabrederse, günahları
bağışlanır ve âhirete günahlarından arınmış olarak gider. Bu, kul için en büyük
hayırdır. Hadisimiz işte bu gerçeği hatırlatarak, başına belâ ve musibet gelmiş
olanları sabır göstermeye teşvik etmektedir. Bu durum hastalık, sıkıntı ve
belâya uğramayı istemek anlamına gelmez. Biz Allah’tan sıhhat ve âfiyet
istemekle emrolunduk. Ancak istemeden başa gelen sıkıntılara da
sabretmemiz gerekir.
Bu
arada aynı hataları işlediği halde dünyada cezalandırılmayan insanlara iyilik
edildiği de sanılmamalıdır. Onlar işledikleri bütün günahlarla birlikte kıyamet
gününde ilâhî huzura gelecekler ve -şayet Allah Teâlâ bağışlamazsa-
işledikleri günahların cezalarını tam olarak çekeceklerdir. Dünyanın
sıkıntısı âhiretin azabı yanında elbette hafif kalacaktır. Bu sebeple de
dünyada cezâsını çekmiş olan kârlı çıkacaktır.
Hadisin
ikinci kısmında da, çekilen sıkıntı ve geçirilen imtihanların ağırlığı
ölçüsünde büyük sonuçların bulunduğu müjdelenmektedir. Bu da ağır ve ciddî
musibetlere dayanma gücü vermesi açısından fevkalâde önemli bir ölçüdür. O
halde Allah Teâlâ’dan gelen musibetlere rızâ göstermek gerekir. Zira böyle
davrananlardan Allah razı olur ve hesapsız sevap verir. Kim de bunları hoş
karşılamaz, kötü görürse, Allah’ın gazabına uğrar. Çünkü “Kötülük işleyen
cezalandırılır” [Nisâ sûresi (4), 123].
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Başa gelen sıkıntı ve hastalıklara sabretmek, günahlardan arınmaya sebeptir.
2.
Musibet ve belâ her zaman ceza anlamında değildir. Allah sevdiği kulunu da belâ
ve musibetlere uğratır.
45- وعنْ أَنَسٍ رضي اللَّه عنه قال : كَانَ ابْنٌ لأبي طلْحةَ رضي اللَّه
عنه يَشْتَكي ، فخرج أبُو طَلْحة ، فَقُبِضَ الصَّبِيُّ ، فَلَمَّا رَجَعَ أَبُو
طَلْحةَ قال : ما فَعَلَ ابنِي ؟ قَالَت أُمُّ سُلَيْم وَهِيَ أُمُّ الصَّبيِّ :
هو أَسْكَنُ مَا كَانَ ، فَقَرَّبَتْ إِلَيْهِ الْعَشَاءَ فَتَعَشَّى ، ثُمَّ
أَصَابَ مِنْهَا، فَلَمَّا فرغَ قَالَتْ : وارُوا الصَّبيَّ ، فَلَمَّا أَصْبحَ
أَبُو طَلْحَة أَتَى رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَأَخْبرهُ،
فَقَالَ: « أَعرَّسْتُمُ اللَّيْلَةَ ؟ قَالَ : نَعَمْ ، قال : « اللَّهمَّ باركْ لَهُما » فَولَدتْ غُلاماً فقَالَ لِي أَبُو طَلْحَةَ
: احْمِلْهُ حتَّى تَأَتِيَ بِهِ النبيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، وبَعثَ
مَعهُ بِتمْرَات ، فقال : «أَمعهُ شْيءٌ ؟ » قال : نعمْ ، تَمراتٌ فَأَخَذَهَا
النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَمضَغَهَا ، ثُمَّ أَخذَهَا مِنْ فِيهِ
فَجَعَلَهَا في في الصَّبيِّ ثُمَّ حَنَّكَه وسمَّاهُ عبدَ اللَّهِ متفقٌ عليه .
وفي روايةٍ للْبُخَاريِّ : قال ابْنُ
عُيَيْنَة : فَقَالَ رجُلٌ منَ الأَنْصارِ : فَرَأَيْتُ
تَسعة أَوْلادٍ كلُّهُمْ قدْ قَرؤُوا الْقُرْآنَ ، يعْنِي مِنْ أَوْلادِ عَبْدِ
اللَّه الْموْلُود .
وفي روايةٍ لمسلِم : ماتَ ابْنٌ لأبِي طَلْحَةَ مِنْ أُمِّ
سُلَيْمٍ ، فَقَالَتْ لأهْلِهَا : لا تُحَدِّثُوا أَبَا طَلْحَةَ بابنِهِ حتَّى
أَكُونَ أَنَا أُحَدِّثُهُ ، فَجَاءَ فَقَرَّبَتْ إِلَيْهِ عَشَاءً فَأَكَلَ
وشَرِبَ ، ثُمَّ تَصنَّعتْ لهُ أَحْسنَ ما كانتْ تَصَنَّعُ قَبْلَ ذلكَ ، فَوقَعَ
بِهَا ، فَلَمَّا أَنْ رأَتْ أَنَّهُ قَدْ شَبِعِ وأَصَابَ مِنْها قَالتْ: يا
أَبَا طلْحةَ ، أَرَايْتَ لَوْ أَنَّ قَوْماً أَعارُوا عارِيتهُمْ أَهْل بيْتٍ
فَطَلبوا عاريَتَهُم ، ألَهُمْ أَنْ يمْنَعُوهَا؟ قَالَ : لا ، فَقَالَتْ : فاحتسِبْ
ابْنَكَ . قَالَ : فغَضِبَ ، ثُمَّ قَالَ : تركتنِي حتَّى إِذَا تَلطَّخْتُ ثُمَّ
أَخْبرتِني بِابْني ، فَانْطَلَقَ حتَّى أَتَى رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم فأخْبَرهُ بما كَانَ ، فَقَالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
: « بَاركَ اللَّه لكُما في ليْلتِكُما » .
قال : فحملَتْ ، قال :
وكَانَ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في سفَرٍ وهِي مَعَهُ وكَانَ
رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إِذَا أَتَى الْمَدِينَةِ مِنْ سَفَرٍ
لاَ يَطْرُقُها طُرُوقاً فَدنَوْا مِنَ الْمَدِينَةِ ، فَضَرَبَهَا الْمَخاضُ ،
فَاحْتَبَس عَلَيْهَا أَبُو طلْحَةَ ، وانْطلَقَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم . قَالَ : يقُولُ أَبُو طَلْحةَ إِنَّكَ لتعلمُ يَا ربِّ أَنَّهُ
يعْجبُنِي أَنْ أَخْرُجَ معَ رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إِذَا خَرَجَ
، وأَدْخُلَ مَعهُ إِذَا دَخَلَ ، وقَدِ احْتَبَسْتُ بِما تَرى . تقولُ أُمُّ
سُلَيْمٍ : يا أَبَا طلْحةَ مَا أَجِد الَّذي كنْتُ أَجِدُ ، انْطَلِقْ ،
فانْطَلقْنَا ، وضَربهَا المَخاضُ حينَ قَدِمَا فَولَدتْ غُلاماً . فقالَتْ لِي
أُمِّي : يا أَنَسُ لا يُرْضِعُهُ أَحدٌ تَغْدُوَ بِهِ عَلَى رسُول اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فلمَّا أَصْبحَ احتملْتُهُ فانطَلقْتُ بِهِ إِلَى رسولِ
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم . وذَكَرَ تمامَ الْحَدِيثِ .
45. Enes İbni Mâlik radıyallahu
anh şöyle dedi:
Ebû
Talha radıyallahu anh’ın hasta bir erkek çocuğu vardı. Ebû Talha
evde değilken çocuk öldü. Eve döndüğü zaman:
-
“Oğlumun durumu nedir?” diye sordu.
Çocuğun
annesi Ümmü Süleym:
- O
şimdi eskisinden daha rahat, dedi. Akşam yemeğini hazırlayıp getirdi. Ebû Talha
yemeğini yedi sonra da hanımıyla yattı. Daha sonra hanımı ona “Çocuğu
defnediniz” dedi.
Ebû
Talha sabahleyin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gitti ve
olup biteni anlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Bu gece ilişkide bulundunuz mu?” diye sordu.
Ebû
Talha:
-
Evet, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allahım, bu ikisine mübârek kıl” diye dua etti.
(Zamanı
gelince) Ümmü Süleym bir erkek çocuk doğurdu. Ebû Talha bana:
-
“Çocuğu al, Peygamber’e götür” dedi. Ümmü Süleym de bir miktar hurma verdi,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Çocuğun yanında herhangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben:
-
Evet, bir kaç hurma var, dedim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hurmaları
ağzına alıp çiğnedi. Sonra çıkarıp çocuğun ağzına koydu ve damağını hafifçe
oğdu, adını da Abdullah koydu.
Buhâri, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23;
Fezâilü’s-sahâbe 107
Buhârî’nin
bir rivayetine göre Süfyân İbni Uyeyne; “Ensardan bir kişi (İbâye İbni
Rifa’a) Abdullah’ın dokuz çocuğunu gördüğünü, hepsinin de Kur’an’ı okuyan
ve mânasını anlayan kimseler olduğunu söylemiştir.” Buhâri,
Cenâiz 42
Müslim’in
rivâyetinde ise, olay şöyle anlatılmaktadır:
Ebû
Talha’nın, Ümmü Süleym’den olma bir oğlu vefat etti. Ümmü Süleym, ev halkına:
-
Ebû Talha’ya ben haber vermedikce, oğlu hakkında hiç biriniz bir şey
söylemeyiniz! diye tenbihledi. Sonra Ebû Talha eve geldi. Ümmü Süleym akşam
yemeğini getirdi. Ebû Talha yemeğini yedi. Yemekten sonra Ümmü Süleym, eskiden
olduğundan daha güzel süslendi. O da hanımıyla yattı. Ebû Talha’nın karnı
doyup tatmin olduğunu görünce Ümmü Süleym ona:
-
Ey Ebû Talha, bir millet, bir aileye emânet bir şey verseler de, sonra
emânetlerini isteseler, iade etmeyebilirler mi, ne dersin? dedi.
Ebû
Talha:
-
Hayır, (vermemezlik edemezler) dedi.
Ümmü
Süleym:
- O
halde oğlunu geri alınmış böyle bir emânet bil, dedi.
Ebû
Talha kızdı ve:
-
Mademki öyle, niçin hiç bir şey olmamış gibi davrandın? Şimdi de tutmuş,
oğlumun durumunu bana haber veriyorsun, öyle mi? dedi. Derhal kalkıp
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gitti ve olanı biteni
olduğu gibi haber verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Geçen gecenizi Allah hakkınızda bereketli kılsın” buyurdu.
Ümmü
Süleym hâmile kaldı.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bir sefere çıkmıştı. Ümmü Süleym de bu sefere
iştirak etmişti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seferden
döndüğünde Medine’ye gece girmezdi. Medine’ye yaklaştıklarında Ümmü Süleym’i
doğum sancıları tuttu. Bu sebeple Ebû Talha onun yanında kaldı,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yoluna devam etti. Ebû
Talha şöyle demeye başladı:
-
Rabbim! Sen çok iyi bilirsin ki ben, Resûlün ile beraber Medine’den çıkmaktan,
onunla beraber Medine’ye girmekten son derece memnun olurum. Fakat bu
defa bildiğin sebepten takılıp kaldım.
Bunun
üzerine Ümmü Süleym:
-
Ebû Talha! Şimdi artık sancım kalmadı. Sen git, dedi.
(Enes
diyor ki) Biz yolumuza devam ettik. Medine’ye geldiklerinde Ümmü Süleym’i yine
doğum sancısı tuttu ve bir erkek çocuk doğurdu. Annem (Ümmü Süleym) bana:
-
Enes, bu çocuğu sen sabahleyin Resûlullah’a götürmeden kimse emzirmesin, dedi.
Sabahleyin ben çocuğu alıp Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
götürdüm. Resûlullah’ın elinde bir dağlama âleti vardı. Beni görünce:
-
Herhalde Ümmü Süleym doğum yaptı, buyurdular.
-
Evet, dedim. Hemen elindeki dağlama âletini bıraktı. Ben de çocuğu kucağına
verdim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Medine’ye has acve
hurmasından bir tane istedi. Onu ağzında iyice çiğnedi, sonra da çocuğun ağzına
çaldı. Çocuk yalanmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Medinelilerin hurma sevgisine bakın!” buyurdu. Çocuğun yüzünü okşadı ve
ona Abdullah adını verdi. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 107
Açıklamalar
Hadiste
söz konusu olan çocuğun adı, İbn Hibbân’ın rivayetinden öğrendiğimize
göre Ebû Umeyr’dir. Ebû Umeyr zeki bir çocuktu. Bu sebeple babası Ebû
Talha onu çok severdi. Hz. Peygamber de ona rastladıkça, kendisine iltifat edip
şakalaşırdı.
Ümmü
Süleym, çocuğunun ölmesine rağmen sabırlı davranmış, bir rivayete göre çocuğu
yıkayıp kefenledikten sonra üzerini örtmüş, evdekilere de kendisinden başka
kimsenin Ebû Talha’ya çocuktan bahsetmemesini tenbih etmiştir. Sonra da
muhtemelen oruçlu olan kocasının akşam yemeğini hazırlamış, eve geldiğinde
geciktirmeden takdim etmiş, hatta, her zamankinden daha fazla
süslenerek, kocasına üzülecek bir şey olmadığı izlenimini vermiş, böylece onun
her türlü isteğini karşılamaya hazır olduğunu göstermiştir. Ebû Talha’nın çocuk
hakkındaki sorusuna da gayet ustaca, “o şimdi daha rahat” cevabıyla
aslında çocuğun gerçek durumunu haber vermiştir. Onun bu sözünü çocuğun
iyileştiği anlamında yorumlayan Ebû Talha eşiyle cinsel yakınlık kuracak
kadar rahatlamıştır.
Ümmü
Süleym, kocasının çocuğu çok sevdiğini bildiği için böyle davranmış ve
onu ölüm haberinin acısına hazırlamış olmalıdır. Nitekim çocuğu, geri alınmak
üzere bırakılmış bir emânet olarak vasıflandırması, emâneti sahibine geri
vermemenin düşünülemeyeceğini Ebû Talha’ya söylettikten sonra bu emânetin geri
alındığını yani çocuğun öldüğünü söylemiş olması, onun böyle bir gaye
taşıdığını göstermektedir. Bu olayda Ümmü Süleym, çocuğunu kaybeden hiç bir
annenin gösteremeyeceği bir sabır ortaya koyarak, yiğitliğini ve olgunluğunu
isbat etmiştir. Hz. Peygamber’in Ebû Talha ailesi için yaptığı dua da bu tavrın
Peygamberimiz tarafından takdir edildiğini göstermektedir. Onun sabrı,
kendisine Abdullah gibi hayırlı bir evlat ve hepsi kurra (âlim) olan
dokuz torun kazandırmıştır.
Bu
hadis, bir hanım sahâbînin ölüm olayı karşısında ne ölçüde sabır
gösterebildiğini belgelemekte, dolayısıyla bizlere sabırlı olma konusunda güzel
bir örnek sunmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Yeni doğan bir çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek yalatmak sünnettir.
2.
Çocuğa dindar bir kimsenin ad koyması müstehaptır.
3.
Çocuklara Abdullah, Abdurrahman ve İbrahim isimlerini koymak güzeldir.
4.
Hadis, Ümmü Süleym’in üstün niteliklerine delildir.
46- وعنْ أَبِي هُريرةَ رضي اللَّه عنه أَن
رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « لَيْسَ الشديدُ بالصُّرَعةِ إِنمَّا
الشديدُ الَّذي يمْلِكُ نَفسَهُ عِنْد الْغَضَبِ » متفقٌ عليه .
« والصُّرَعَةُ » بِضمِّ الصَّادِ وفتْحِ الرَّاءِ ،
وأصْلُهُ عنْد الْعربِ منْ يصرَعُ النَّاسَ كثيراً .
46. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Gerçek
babayiğit, güreşte rakîbini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan
kimsedir.” Buhârî,
Edeb 102; Müslim, Birr 106-108
Açıklamalar
Dinimizin
övüp takdir ettiği yiğit, yarışta, güreşte rakîbini yenen kimse değil,
kin ve öfkeyle dolduğu zaman nefsini kötü bir söz ve davranıştan alıkoyabilendir.
Bu sebeple bir hadîs-i şerîfte: “Nefisle mücâdele, düşmanla mücâdeleden
daha zordur” buyurulmuştur. Bir başka hadiste ise: “En azılı
düşmanın nefsindir” denilmiştir (bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ,
I, 143).
Hadisimiz
bir taraftan içimizdeki rakiplerle mücâdelenin, dışımızdaki rakiplerle
mücâdeleden daha zor olduğunu ortaya koymakta, bir yandan da yiğitlik duygu ve
gösterilerini inkar etmeden onları iyiye yönlendirmektedir. Böylece inananları
tehlike ile burun buruna geldikleri kızgınlık ve öfke anlarında sabırlı
davranmaya teşvik etmektedir. Sabır, kin ve öfkeyi değilse bile, böylesi
hallerde gayr-i meşrû bir iş yapmayı önleme gücü olmaktadır.
648
numarada tekrarlanacak olan hadisimiz, özellikle yiğitlik taslayan,
kahramanlıktan hoşlanan ve bunu fizikî güç gösterisinde sananları asıl
kahramanın kim olduğu konusunda uyarmakta ve her inanan kişiyi böyle bir
kahramanlığa davet etmektedir. Bu mânada yarış, güreş, savaş her zaman
söz konusudur. O halde böyle bir babayiğit olmaya bakmak gerekir.
Her
şeye rağmen bir kere kızmış olan kimseyi teskin etmek için ne yapılması
gerekir? Bu sorunun cevabını aşağıdaki hadiste bulmaktayız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Nefisle mücâdele ve ona hâkim olmak, düşmanla cihad etmekten daha zordur.
2.
Ferdî ve sosyal zararını düşünerek öfkelenmemeye çalışmak gerekir.
47- وعنْ سُلَيْمانَ بْنِ صُرَدٍ رضي اللَّه
عنهُ قال : كُنْتُ جالِساً مع النَّبِي صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم، ورجُلان يستَبَّانِ وأَحدُهُمَا قَدِ احْمَرَّ وَجْهُهُ .
وانْتفَخَتْ أودَاجهُ . فقال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِنِّي لأعلَمُ كَلِمةً لَوْ قَالَهَا
لَذَهَبَ عنْهُ ما يجِدُ ، لوْ قَالَ : أَعْوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ
الرَّجِيمِ ذَهَبَ عنْهُ ما يجدُ . فقَالُوا لَهُ : إِنَّ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ
: «تعوَّذْ بِاللِّهِ مِن الشَّيَطان
الرَّجِيمِ ». متفقٌ عليه .
47.
Süleyman İbni Surad radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir
gün Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyordum. İki
kişi birbirine sövüp duruyordu. Bunlardan birinin yüzü öfkeden kıpkırmızı
olmuş, boyun damarları şişmiş, dışarı fırlamıştı.
Bunu
gören Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ben bir söz biliyorum, eğer bu kişi onu söylerse,
üzerindeki bu kızgınlık hali geçer. Eğer o, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm
= İlâhi rahmetten kovulmuş şeytandan Allaha sığınırım” derse, üzerindeki hâl
kaybolur.”
Oradakiler
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ona “İlâhî
rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” tavsiyesinde bulunduğunu
ilettiler. Buhârî, Bed’ü’l-halk 11, Edeb 44, 76; Müslim, Birr
109
Süleyman İbni Surad
Hadisimizin râvisi olan Süleyman İbni Surad el-Huzâî
radıyallahu anh’ın İslâm öncesi dönemde adı Yesâr’dı. Peygamber Efendimiz bu
adı Süleyman’a çevirmiştir. Süleyman İbni Surad, üstün ahlâklı, ibadete düşkün
ve kavmi arasında saygın bir kişiliğe sahipti. Kûfe kurulduktan sonra oraya ilk
yerleşenler arasındadır. 93 yaşında iken h. 65 yılında Aynü’l-verde harbinde
öldürülmüş ve başı Mervan b. Abdülmelik’e götürülmüştür. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den 15 hadis rivâyet etmiştir. Peygamber Efendimiz’in, Hendek
Harbi sonunda apar-topar kaçan müşrik ordusunun arkasından, gelecek günlerde
harekete geçme önceliğinin artık müslümanlarda olacağını müjdeleyen “Bundan
böyle biz müşriklere hücum edeceğiz, onlar bize değil!... Sıra
bizde..” (Buhârî, Meğazî 29) hadisini, yine Süleyman İbni Surad
rivayet etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfte, öfkesinden kan beynine sıçramış, hiddetinden kıpkırmızı kesilmiş,
boyun ve şakaklarındaki damarları şişmiş birinin o sırada herhangi bir
hata işlemeden sakinleşmesi için eûzü besmele çekmesi tavsiye edilmektedir.
“Efendimiz’in bu tavsiyesi, “Şeytan seni dürtükleyecek olursa Allah’a
sığın. Doğrusu o, işitendir, bilendir.” [Fussılet sûresi (41),
36] âyetindeki ilâhi öğüdün teyid ve te’kididir.
Halkımızın
“eûzü” diye bildiği istiâze, “Rahmetten uzaklaştırılmış şeytandan ve onun
şerrinden Allah’a sığınırım” anlamındadır ve âyetteki Allah’a sığınma
tavsiyesinin nasıl ifade edileceğini öğretmektedir. Bu bilinçle hatırlanacak ve
söylenecek istiâze, hiddet ve öfkenin yatışmasını, kişinin aklını başına
devşirmesini sağlayacaktır.
Nitekim
hadiste, kavga ettiği bildirilen kızgın sahâbîye Resûlullah’ın bu tavsiyesi
ulaştırılmış, o da bunu söyleyerek sakinleşmiştir. Hatta bir başka rivayete
göre “Ben delirdim mi, bendeki bu hâl nedir?” diyerek aklını başına
toplamıştır. Kin ve öfkeyi körükleyen şeytandır. Şeytandan Allah’a sığınmakla
kin ve öfkenin sebebi ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Sabredip
öfkesini yenebilen kişinin mükâfatı nedir? Bu sorunun cevabını da aşağıdaki
hadîs-i şerîften öğreneceğiz.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Peygamber Efendimiz ashâbına karşı son derece merhametliydi.
2.
Eûzü besmele çekmek, öfke ve kızgınlığı giderir.
48- وعنْ مُعاذ بْنِ أَنَسٍ رضي اللَّه عنه
أَنَّ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ : « مَنْ كظَمَ غيظاً ، وهُو قَادِرٌ عَلَى
أَنْ يُنْفِذَهُ ، دَعَاهُ اللَّهُ سُبْحانَهُ وتَعالَى عَلَى رُؤُوسِ الْخلائقِ
يَوْمَ الْقِيامَةِ حَتَّى يُخَيِّرَهُ مِنَ الْحُورِ الْعِينِ مَا شَاءَ » رواه أَبُو داوُدَ ، والتِّرْمِذيُّ
وقال : حديثٌ حسنٌ .
48. Muâz İbni Enes radıyallahu anh’den rivâyet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Gereğini
yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yenen kimseyi Allah, Kıyamet günü herkesin
gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest
bırakır.”
Ebû
Dâvûd, Edeb 3 ; Tirmizî, Birr 74; Kıyâmet 48. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 18
Muâz İbni Enes
Muâz İbni Enes el-Cühenî radıyallahu anh, Medineli
sahâbîlerdendir. Hz. Peygamber’den 30 kadar hadis rivâyet etmiştir. Ebü’d-Derdâ
gibi sahâbîlerden de rivâyette bulunmuştur. Kendisinden oğlu Sehl İbni Muâz
hadis rivayet etmiştir. Rivayetleri Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde (III, 437, IV, 234) ve
dört büyük Sünen’de yer almıştır.
Mısır’da yaşamış olan Muâz, Abdülmelik İbni Mervân’ın
halifeliği döneminde vefât etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Peygamber
Efendimiz, sabırla ilgili tavsiyelerine uyan ve öfkesini yenmeyi başaran
kişilere bu hadiste bir müjde vermektedir. Nefsinin kızgınlığını yatıştırana,
yine nefsi teskin edici cinsten olmak üzere âhirette istediği hûriyi seçme
serbestisi... Bu, dünyadaki peşin faydaları yanında sabrın âhirette de fayda
vereceğini, yani meselenin uhrevî boyutunu göstermektedir. Bu müjde inananları,
öfkelerini yenip sabretmeye ciddî bir şekilde teşvik etmektedir.
Hadiste “öfkesinin
gereğini yerine getirmeye gücü yettiği halde” kaydı önem
arzetmektedir. Önemli olan da böyle gücü yettiği anda sabredebilmektir. “Kızgınlığını
yenip insanları bağışlamak” olgun mü’minlerin
özelliklerindendir [bk. Âl-i İmrân sûresi (3), 133-134].
“Gereğini yerine getirmeye gücü yettiği halde,
öfkesini yenen kimsenin kalbini, Allah emniyet ve imanla doldurur”, “Gazabını teskin edenin Allah
ayıplarını örter” hadisleri de kin, nefret ve hiddetine hâkim olanlara
verilecek diğer karşılıkları belirlemektedir.
“Gereğini
yerine getirmeye gücü yettiği halde” kaydı, özellikle yöneticileri hedef alan
mesajlar ihtiva etmektedir. Onların hiddetlerine hâkim olmaları hiç
şüphesiz bir çok haksızlığa ve telâfisi imkânsız bazı kayıplara mâni olur. Bu
sebeple, iktidar sahiplerinin kin ve öfkelerini yenmeleri ayrıca bir önem
arzetmektedir.
Kızgınlık
ve öfkesini geçiştirebilmek, böylesine önemli ve faydalı bir meziyettir. Ancak
bunu başarmak oldukça zordur. Bu sebeple kin ve öfkenin zararından
kurtulabilmenin en iyi yolu baştan kızmamaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kızgınlığı yenmek Allah Teâlâ’yı memnun eder.
2.
Sabrın en değerlisi gücü yeterken kızgınlığını bir tarafa bırakıp insanları
affedebilmektir.
3.
Sabrın sonu selâmettir.
49- وعنْ أَبِي هُريْرَةَ رَضيَ اللَّهُ عنهُ
أَنَّ رَجُلاً قَالَ للنَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : أوْصِني ، قَالَ : « لا تَغضَبْ » فَردَّدَ مِراراً قَالَ ، « لا تَغْضَبْ » رواه البخاريُّ.
49. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre, bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:
-
Bana öğüt ver, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de
ona:
- “Kızma!” buyurdu.
Adam
dileğini bir kaç kez tekrar etti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de
(her defasında ısrarla) :
- “Kızma!” buyurdu. Buhârî, Edeb 76. Ayrıca bk.
Tirmizî, Birr 73
Açıklamalar
Gazab,
şeytanın dürtüklemesi sonucu insanın kendini kaybetmesi, normal durumundan
uzaklaşmasıdır. O kadar ki, bu durumda insan kötü sözler söyler, din tarafından
sakıncalı bulunmuş, çirkin görülmüş olan işler yapar. Hatta -Allah korusun-
bazı hallerde kâfir bile olur. Halkımız böylesi durumdakiler için “Ağzından
çıkanı kulağı duymuyor” der. “Öfke ile kalkan zararla oturur” sözünün belki çok
geçerli olduğu nokta da burasıdır. Yânî imânı kaybetme noktasıdır.
Bilindiği
gibi sebebin ortadan kaldırılması, sonucun da ortadan kaldırılması demektir.
Kızmamak, kızgınlık sonucu doğacak bir çok tehlikeyi baştan önlemektir. Hz.
Peygamber’in kendisinden tavsiye isteyen sahâbîye ısrarla “kızma” buyurması
bu yüzdendir.
Burada
hatırlatılması gerekli bir husus vardır. Sevgili Peygamberimiz, öğüt
vermesini isteyen insanlara, onların mizac ve kabiliyetlerine en
uygun tavsiyelerde bulunurdu. Bir başka ifade ile onlardaki aksayan yönlere
göre tedbir önerirdi. Bu hadîs-i şerîf de bu kabil tavsiyelerdendir. Kim
olduğunu bilemediğimiz bu sahâbî, ne kadar ısrar etmişse de “kızma” sözünden
başka bir tavsiye alamamıştır. Bu, o sahâbînin çabuk sinirlenen, olur-olmaz
şeylere kızan bir mizaca sahip olduğunu hatıra getirmektedir. Bu halde
kendisinde böyle bir mizac bulunan müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in bu
tavsiyesinin doğrudan kendilerine yönelik olduğunu unutmamalıdırlar.
640
numarada bir kere daha karşılaşacağımız hadisin bazı rivayetlerinde bu “kızma!” tavsiyesinin
gerekçelerine de rastlamaktayız. Mesela birinde “Kızma, çünkü kızmak
duyguları ve hareketleri bozar” buyurulmaktadır. Bir başkasında da“
Kızma, cennete gir!” buyurulmak suretiyle, kızgınlığın neye
mâlolacağını, kızmamanın ne kazandıracağını göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kızmak, insanı sonradan pişman olacağı söz ve fiillere sevkeder.
2.
Hz. Peygamber, Allah’ın koyduğu sınırlar çiğnendiği zaman kızmış ve kızmakta
sakınca görmemiştir.
3.
Dünya çıkarı için değil, dinî maksatla ve Allah için kızmak hoşgörülür.
50- وَعَنْ أبي هُرَيْرةَ رَضِيَ اللَّهُ عنه
قال : قال رسولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَا يَزَال الْبَلاءُ بِالْمُؤْمِنِ
وَالْمؤمِنَةِ في نَفْسِهِ وَولَدِهِ ومَالِهِ حَتَّى يَلْقَى اللَّه تعالى وَمَا
عَلَيْهِ خَطِيئَةٌ» رواه التِّرْمِذيُّ وقال : حديثٌ حسنٌ
صحِيحٌ .
50. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Erkek
olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar
kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.” Tirmizi, Zühd 57
Açıklamalar
Sabrın
gereği, faydası, sabır göstermenin en çok zorlaştığı gazap ve kızgınlık
anlarında ne yapılması gerektiği anlatıldıktan sonra, bütün bunların belâ ve
musîbetleri tamamen önlemek gibi bir maksada yönelik olmadıkları bu
hadisle anlatılmaktadır. İnsanın, bizzat kendisinin hastalanması, ihtiyaçlarını
giderememesi, işsizliği, çocuklarının ölümü, itaatsizliği gibi anne-babaya elem
ve üzüntü veren halleri, yangın ve hırsızlık gibi sebeplerle mal ve servetinin
bir kısmının veya tamamının telef olması ve benzeri hallerin her müslüman kadın
ve erkeğin başına geleceği, ancak sabredilmesi halinde, bunların günahlardan
arınma vesilesi olacağı bildirilmektedir. Bu da belâ ve musibetlerin, hata ve
günahlara kefâret olma özelliğini bir daha ortaya koymak demektir.
Hadisteki
“Allah’a kavuşuncaya kadar” ifadesi, “ölüm”den kinâyedir. O halde, ölünceye
kadar her müslüman belâ ve musîbetlere muhatab olacaktır. Buna hazır
olmak gerekir. Bu, hayatın tabiî gereğidir. Sabrederek bütün bu halleri lehine
çevirmek, mü’minin asıl görevidir. Zira şâirin dediği gibi:
“Meydana
gelen kurtulamaz seng-i kazâdan!..”.
Hadisten Öğrendiklerimiz
l.
Dünya, imtihan dünyasıdır.
2.
İnsan dünyada çeşitli şekillerde imtihan edilir. Bu imtihanlarda gösterilecek
olan tavır, sabırdan ibârettir.
51- وَعَنْ ابْن عَبَاسٍ رضي اللَّه عنهما قال
: قَدِمَ عُيَيْنَة بْنُ حِصْنٍ فَنَزلَ عَلَى
ابْنِ أَخيِهِ الْحُر بْنِ قَيْسٍ ، وَكَانَ مِن النَّفَرِ الَّذِين يُدْنِيهِمْ
عُمرُ رضِيَ اللَّهُ عنهُ ، وَكَانَ الْقُرَّاءُ أَصْحابَ مَجْلِسِ عُمَرَ رضي
اللَّهُ عنه وَمُشاوَرَتِهِ كُهولاً كَانُوا أَوْ شُبَّاناً ، فَقَالَ عُييْنَةُ
لابْنِ أَخيِهِ : يَا ابْنَ أَخِى لَكَ وَجْهٌ عِنْدَ هَذَا الأمِيرِ
فَاسْتَأْذِنْ لى عَلَيْهِ ، فاستَأذنَ فَأَذِنَ لَهُ عُمرُ . فَلَمَّا دخَلَ
قَالَ : هِيْ يا ابْنَ الْخَطَّاب ، فَوَاللَّه مَا تُعْطِينَا الْجَزْلَ وَلا
تَحْكُمُ فِينَا بالْعَدْل ، فَغَضِبَ عُمَرُ رضيَ اللَّه عنه حتَّى هَمَّ أَنْ
يُوقِعَ بِهِ فَقَالَ لَهُ الْحُرُّ : يا أَمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ إِنَّ اللَّه
تعَالى قَال لِنبِيِّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : { خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بالْعُرْفِ
وَأَعْرِضْ عَنِ الجاهلينَ } [ سورة الأعراف: 198 ] وإنَّ هَذَا مِنَ الجاهلينَ ، وَاللَّه ما
جاوَزَها عُمَرُ حِينَ تلاها ، وكَانَ وَقَّافاً عِنْد كِتَابِ اللَّهِ
تعالى رواه البخارى .
51.
Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Uyeyne
İbni Hısn (Medine’ye) geldi ve yeğeni Hurr İbni Kays’a misafir oldu. Hurr,
Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerindendi. Zaten genç olsun yaşlı olsun
âlimler (kurrâ), Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple
Uyeyne, yeğeni Hurr İbni Kays’a:
- Yeğenim,
senin devlet başkanı yanında önemli bir yerin vardır. Beni kendisiyle
görüştür, dedi.
Hurr,
Ömer’den izin aldı. Uyeyne Ömer’in yanına girince:
-
Ey Hattâb oğlu, Allah’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun.
Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun, dedi.
Ömer
hiddetlendi, Uyeyne’ye ceza vermek istedi.
Bunun
üzerine Hurr:
-
Ey Müminlerin emiri, Allah, Peygamberine “Affı seç, iyiliği emret, cahilleri
cezalandırmaktan vazgeç!” buyurdu. Benim bu amcam da câhillerdendir, dedi.
Allah’a
yemin ederim ki, Hurr bu âyeti okuyunca Ömer, Uyeyne’yi cezalandırmaktan
vazgeçti. Zaten Ömer, Allah’ın kitabına son derece bağlı
idi. Buhârî, Tefsîru sûre (7), 5, İ’tisâm
2
Açıklamalar
İslam,
devlet dinidir, disiplindir, nizamdır. Sabır ve ilkelere bağlılık, en yüksek
düzeyde herkesten çok yöneticilere düşmektedir. Câhillerin cefâsına sabır,
kendisini Allah’a karşı sorumlu hissetmekle mümkündür.
Devlet
başkanlarının nelere sabretmesi gerekebileceğini gösteren hadisimiz, aynı
zamanda sahâbîlerin meseleye yaklaşımlarını da yansıtmaktadır.
Uyeyne
İbni Hısn, Huneyn Savaşı ganimetlerinin dağıtımıyla ilgili hadiste de
gördüğümüz gibi kaba saba bir kabile reisi idi. Aynı zamanda müellefe-i
kulûbtandı. Uyeyne bir ara İslam’dan çıkmış (irtidat etmiş) daha sonra da tövbe
edip İslâm’a dönmüştü.
Halife
Hz. Ömer’e hitap tarzı ve ona söyledikleri, bu bedevînin ne kadar kaba olduğunu
göstermektedir. Ondan başka kimse Hz. Ömer’i adâletsizlikle
suçlamamıştır. Uyeyne, Hz. Peygamber devrinde elde ettiği gibi bol bol ihsan ve
ikrâma nâil olacağını umuyordu. Halbuki Hz. Ömer, Allah Teâlâ İslâm’ı
güçlendirdi, Uyeyne gibilerin dîne ısındırılmasına ihtiyaç kalmadı diyerek
müellefe-i kulûba farklı muâmele yapmadı. Muhtemelen Uyeyne’nin, “Bize bol bol
pay vermiyorsun, âdil de davranmıyorsun!” demesi bundan dolayı idi.
Hilâfet
makâmında kendisine böylesine laflar söyleyen Uyeyne’ye Hz. Ömer’in kızması ve
onu cezalandırmak istemesi pek tabiîdir. Ancak durumu kavrayan ve Hz. Ömer’in
en hassas olduğu noktaları bilen Hurr İbni Kays, “Cahillerin kusuruna
bakma” anlamına gelen “Cahillerden yüz çevir” âyetini hatırlatarak,
amcasının da bu âyette işâret edilen cahillerden olduğunu söylemiştir.
Hz. Ömer, Kur’ân-ı Kerîm’e çok bağlı bir müslüman olduğu için, kendisine
hatırlatılan âyetin çizdiği hudûdu aşmamış, sabretmiş ve Uyeyne’yi
cezalandırmamıştır.
358
numarada hadîs-i şerîfi bir kere daha okuyacağız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İlim yaşta değil, baştadır.
2.
Bilen insan, çevresindekileri zulüm ve kötülüklerden korur.
3.
Yöneticiler, yönettikleri insanlardan gördükleri kabalıkları sabır ve hoşgörü
ile karşılamalıdır.
4.
Yöneticiler, danışmanlarının görüşlerine itibar etmelidir.
5.
Sabır, herkesten çok yöneticiler için gerekli bir haslettir.
52- وعَن ابْنِ مسْعُودٍ رضي اللَّه عنه أنَّ
رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إِنَّهَا سَتكُونُ بَعْدِى أَثَرَةٌ
وَأُمُورٌ تُنْكِرونَها ، قَالُوا : يا رسُولَ اللَّهِ فَما تَأمرُنا
؟ قالَ : تُؤَدُّونَ الْحقَّ الَّذي عَلَيْكُمْ
وتَسْألونَ اللَّه الذي لكُمْ » متفقٌ عليه . « والأَثَرَةُ » : الانفرادُ بالشيْءِ عمَّنْ لَهُ
فيهِ حقٌّ .
52. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-
“Hiç şüphesiz, benden sonra, adam kayırmalar ve yadırgayacağınız bazı
işler olacaktır” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm:
-
Ey Allahın Resûlü! O zaman nasıl davranmamızı tavsiye edersiniz? dediler.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem de:
- “Siz üzerinize düşen görevleri yapar, kendi
hakkınızı ise, Allah’tan beklersiniz” buyurdu.
Buhâri, Menâkıbu’l-enbiyâ 8; Fiten 2 ; Müslim,
İmâre 45, 48
Açıklamalar
Bu
ve bundan önceki hadîs-i şerîf sabrın, toplum ve idâre yani sistemle
ilgili yönünü ortaya koymaktadır. Şu halde sabır, tek taraflı
değildir. Yöneticiler için ne kadar gerekli ise, yönetilenler için de en az
onun kadar gereklidir. Zira, sadece yöneticiler, yönetilenlerin kabalık
ve cahilliklerine muhatab olmazlar. Yönetilenler de yöneticilerin birtakım
haksızlıklarına, adam kayırmalarına, yersiz tercihlerine mâruz kalırlar.
Nevevî, bu iki hadisi peşpeşe getirmek suretiyle sabrın yönetici-yönetilen
münasebetlerinde aynı derecede gerekeceğine dikkat çekmekte, bu noktalardaki
muhtemel soruları bu hadislerle cevaplandırmaktadır.
Devlet
imkânlarıyla adam kayırmaların, müslümanların hoş görmesi mümkün
olmayan bazı iş ve uygulamaların görüleceğini Hz. Peygamber haber
verince, ashâb-ı kirâm o takdirde ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini
sormuşlar, sevgili Peygamberimiz de:
- “Siz, (zekât vermek, cihâda katılmak gibi) size
düşen görevleri yerine getirin. Mahrum bırakıldığınız hakkınızı da Allah’tan
isteyin” buyurmuş,
idâreye baş kaldırarak, kargaşa çıkararak hak almaya kalkışmayınız. Yani
yöneticilerinizin size yaptıkları haksızlığa sabır ve tahammül
gösteriniz. Onları ıslah etmesini, haklarınızı ödemelerini sağlamasını
Allah’tan dileyin, tavsiyesinde bulunmuştur.
Hemen
işâret edelim ki bu tutum, yöneticilerin haksızlığını haklı görmek ve göstermek
değildir. Elbette itâatın bir sınırı vardır. O da Allah’a karşı
gelmemektir. Efendimiz, “Allah’a isyan olan yerde kula itaat yoktur” buyurmuştur.
671 numarada da tekrar edilen hadisimizde, her haksızlık için hemen
ayaklanmaya kalkılmaması, sabırlı davranılması, anarşiye yol açılmaması
istenmektedir. Konuyu İmam Müslim’in rivâyet ettiği bir hadis daha da
açıklamaktadır:
Seleme
İbni Yezîd el-Cu’fî, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
-
Ey Allahın Nebîsi! Kendi haklarını bizden isteyen, fakat bizim haklarımızı
vermeyen yöneticiler başımıza geçerse, bize nasıl davranmamızı tavsiye
edersiniz? diye sordu. Hz. Peygamber yüzünü çevirdi. O tekrar sordu. Hz.
Peygamber yine yüzünü çevirdi. Sonra tekrar sordu. Bu arada Eş’as İbni Kays,
Seleme’yi çekti. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem tam o sırada
şöyle buyurdu:
“Dinleyin, itaat edin. Onlar kendi yüklendiklerinden,
siz de kendi yüklendiklerinizden sorumlusunuz” (Müslim, İmâre 49).
Hz.
Peygamber, bu hadisiyle “Yöneticiler kendi yüklendiklerinden, yani
adâlet etmek ve halkın haklarını gözetmekten sorumludurlar. Yapmazlarsa vebâli
onlaradır. Siz de dinleyip itaat etmek ve başkalarının haklarına riâyet
etmekten sorumlusunuz. Siz üzerinize düşeni yaparsanız, Allah mükâfâtınızı
verir” buyurmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Zulmediyorlar diye yöneticilere itaat etmemek gerekmez.
2.
Görülen haksızlıklara sabır ve tahammül etmek, müslümanların toplum huzurunu
kaçırmamak gerekir.
3.
Haksızlığa uğradık diye haksızlık yapmak doğru değildir.
4.
Allah’a isyan etmeyi emretmedikleri sürece âmirlere itaat edilir.
53- وَعن أبي يحْيَى أُسَيْدِ بْنِ حُضَيْرٍ
رضي اللَّهُ عنهُ أَنَّ رَجُلاً مِنَ الأَنْصَارِ قال : يا رسولَ اللَّهِ أَلا تَسْتَعْمِلُني
كَمَا اسْتْعْملتَ فُلاناً وفلاناً فَقَالَ : « إِنَّكُمْ سَتَلْقَوْنَ بَعْدي أَثَرَةً
فاصْبِرُوا حَتَّى تلقَوْنِي علَى الْحوْضِ » متفقٌ عليه .
« وأُسَيْدٌ » بِضَمِّ الْهمْزةِ . « وحُضَيْرٌ » بِحاءٍ مُهْمَلَةٍ مضمُومَةٍ وضادٍ
مُعْجَمَةٍ مفْتُوحةٍ ، واللَّهُ أَعْلَمُ .
53. Ebû Yahyâ Üseyd İbni Hudayr radıyallahu
anh’den rivâyet edildiğine göre Medinelilerden bir adam:
-
Ey Allahın Resûlü, falan kişi gibi beni de vâli tayin etmez misiniz?
dedi.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Siz, benden sonra adam kayırma olayları
göreceksiniz. Havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabrediniz!” buyurdu. Buhârî, Fiten
2, Menâkıbü’l-ensâr 8; Müslim, İmâre 48, Fedâil 27,28
Üseyd İbni Hudayr
Üseyd
İbni Hudayr, Medineli müslümanlardan olup Evs kabilesinin Eşheloğulları
kolundandır. Mus’ab İbni Umeyr’in Medine’deki çalışmaları sonucu müslüman
olmuştur. Güzel Kur’an okuyan sahâbîlerdendi. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den 18 hadis rivâyet etmiştir. Buhârî ve Müslim onun sadece bu
hadisini müştereken rivâyet etmişlerdir.
Hz. Peygamber tarafından “Üseyd İbni Hudayr ne güzel
bir kul” diye takdir edilen Üseyd, hicri 20 yılında vefat etmiş ve Bakî’
kabristanına defnedilmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Bazı
mevki ve makamlar insana câzip gelir. Bu tür meyillere karşı koyup
sabretmek gerekir. Bu hadis bunu tesbit etmektedir. Hz. Peygamber’in,
valilik isteyen müslümana, kendisinden sonra adam kayırma olayları görüleceğini
haber vermesi, böylesi isteklerle veya desteklerle bir yerlere gelen ehliyetsiz
kimselerden olmamak lâzım geldiğini anlatmaktadır. Lâyık olmadığı mevki ve
makamlar için aracı koyma isteğine sabretmek de bir fazilettir. İnsanlar
birtakım usûlsüzlükleri görerek, kendilerinin haklılıklarına bunları gerekçe
yapmaya kalkmamalıdırlar.
Aslında
mevki ve makam, içtimaî kimlik, kişilik ve şöhret arzusu bir çok insanı gayr-i
meşrû yollara zorlayabilir. Bunlara sabretmek de belâ ve musibete
sabretmekle eş değerdedir. Bize göre hadisimiz bu mesajı vermektedir.
Hz.
Peygamber hadisteki bu cevabıyla, anılan vâlinin tayininde kayırma söz
konusu olmadığını anlatmak istemiş, böylesi uygulamaların sonraki dönemlerde
görülebileceğini haber vermiştir. Herhalde bu tür uygulamalar tarih
boyunca binlerce misaliyle görülegelmiştir.
Hadiste
“falan kişi” ifâdesiyle vâli tayin olunduğundan bahsedilen kimsenin Amr
İbni Âs olduğu sanılmaktadır. Sözü edilen “havuz” da Hz. Peygamberin
ahiretteki Kevser havuzudur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Mevki ve makamın çekiciliğine karşı sabretmek, sabrın önemli bir
boyutudur.
2.
İşler ehil olmayanların eline geçip birtakım yanlışlıklar yapıldığı
zaman, doğruda sabır göstermek gerekir.
54- وَعنْ أبي إِبْراهيمَ عَبْدِ اللَّه بْنِ
أبي أَوْفي رضي اللَّهُ عنهمَا أَنَّ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
في بعْضِ أَيَّامِهِ التي لَقِيَ فِيهَا الْعَدُوَّ ، انْتَظرَ حَتَّى إِذَا
مَالَتِ الشَّمْسُ قَامَ فِيهمْ فَقَالَ: « يَا أَيُّهَا النَّاسُ لا تَتَمنَّوا
لِقَاءَ الْعدُوِّ ، وَاسْأَلُوا اللَّه العَافِيَةَ ، فَإِذَا لقيتُموهم
فاصْبرُوا ، وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّة تَحْتَ ظِلاَلِ السُّيُوفِ » ثُمَّ قَالَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم : « اللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ ، وَهَازِمَ
الأَحْزابِ ، اهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنا عَلَيْهِمْ » . متفقٌ عليه وباللَّه التَّوْفيقُ .
54.
Ebû İbrahim Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ’dan
rivayet edildiğine göre, düşmanla karşılaştığı gazalardan birinde
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem güneş tepe noktasından
batıya doğru meyledinceye kadar bekledi, sonra kalktı ve:
-
“Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allahtan âfiyet
dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet
kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. Sonra Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle dua etti:
“Ey kitab’ı (Kur’an’ı) indiren, bulutları gökyüzünde
gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allahım, şu düşmanı
perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl!” Buhârî,Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20
Abdullah İbni Ebû Evfâ
Abdullah İbni Ebû Evfâ’nın hem kendisi hem de babası
sahâbîdir. Bey’aturrıdvân’da bulunmuş, Huneyn’e ve daha sonraki savaşlara
iştirak etmiştir. Künyesi Ebû İbrahim’dir. Hz. Peygamber’in vefatına
kadar Medine’den ayrılmayan Abdullah, Resûlullah’ın vefâtından sonra Kûfe’ye
gitti. Kendisinin 95 rivayeti vardır. Bunlardan on tanesini Buhârî ve Müslim
müştereken; beş tanesini sadece Buhârî, bir tanesini de sadece Müslim rivâyet
etmiştir. Ömrünün sonlarında gözlerini kaybeden Abdullah, Kûfe’de en son vefat
eden sahâbî oldu.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Sabrın
en son ve en çok lâzım olduğu yeri yani cihadı dikkatlerimize sunmak üzere
Nevevî, bu hadisi sabır konusunun sonunda zikretmektedir. Resûlullah’ın
düşmanla savaşmak için güneşin tepe noktasından batıya kaymasını beklemesi,
havanın biraz serinlemesini ve duaların makbul olduğu namaz vaktinin girmesini
istemesinden olsa gerektir.
Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmek, bir anlamda kendine aşırı güvenmek ve düşmanı
küçümsemek demektir. Düşmanla karşılaşmayı istemek ahlâkî bir zaaf, kendisine
aşırı güvenmek ise, çok büyük taktik hatasıdır. Her ikisi de insanın başarısını
değil, yenilgi ve perişanlığını hazırlar. 1327 ve 1354 numaralarda
tekrarlanacak olan bu hadis ile şu âyetler arasında tam bir uyum ve paralellik
bulunmaktadır:
“Ey
iman edenler! Bir bölükle karşılaşırsanız sebat edin ve Allah’ı çok anın ki
başarıya ulaşasınız. Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin; çekişmeyin, yoksa
korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah
sabredenlerle beraberdir. Yurtlarından şımararak, insanlara gösteriş yaparak
çıkan ve Allah yolundan men edenler gibi olmayın” [Enfâl sûresi
(8),45-47]. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in
buyurduğu gibi asıl yapılacak iş, Allah’tan âfiyet dilemektir. Dünya ve
âhirette âfiyet, belâsız ve sıkıntısız bir hayat istemek elbette en tabiî
iştir. Akıllı insan, durduğu yerde başına iş açmak istemez. Ancak, kendi
iradesi dışında düşmanla karşılaşan mü’min, müslümana yakışan bir tavır
sergileyerek sabredecektir. Zira cennete giden yollardan biri de cihaddır.
Yani “Cennet kılıçların gölgesi altındadır”. Savaşın tahmini
ve tahammülü güç sıkıntılarına, acılarına sabretmek, hem zaferi hem de
Allah rızasını kazandırır.
Hz.
Peygamber hadisimizin sonundaki duayı -Buhârî’nin bir rivâyetinden
öğrendiğimize göre- Hendek Gazvesi’nde yapmıştır. Belâya, musibete
ve düşmana sabretmekte duanın büyük bir yardımcı olduğu da böylece ortaya
çıkmaktadır. Nitekim yukarıda meâlini verdiğimiz âyette de “Düşmanla
karşılaşırsanız sebat edin ve Allah’ı çok anın ki başarıya ulaşasınız” buyurulmuş,
sabır ile Allah’ı anmak ve O’na yalvarmak arasında sıkı bir bağın bulunduğuna
dikkat çekilmiştir.
O
halde şöyle diyebiliriz: İlk hadiste “ nûrdur” diye tarif edilen sabrı ve
o nûrun insana vereceği dayanma gücünü, Allah’ı anmak ve O’na yalvarmak
arttırmaktadır. Sabrımıza dualarımızla, kendimize de sabrımızla yardımcı
olmak, dolayısıyla güçlü ve dayanıklı birer müslüman olarak yaşamak biz
müslümanlara düşmektedir. Allah yardımcımız olsun.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Savaşta
sabır, zafere ulaşmanın temel şartıdır.
2.
Sabrın en çok gerekli olduğu yer, düşman karşısıdır.
3.
Sabır, Allah’a güven ve güçlü bir imanın göstergesidir.
4- باب الصدق
DOĞRU SÖZLÜLÜK
(SIDK)
Âyetler
قال اللَّه تعالى : { يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ } .
1. “Ey
inananlar! Allah’a karşı saygılı olun ve özü-sözü doğru olanlarla beraber
bulunun.”
Tevbe sûresi (9), 119
Âyet-i
kerîme, Tebük Savaşı’na katılmayan fakat sonra tövbeleri kabul buyurulan üç
sahâbî ile ilgili âyetlerden hemen sonra gelmektedir. Müslümanları,
imanlarında, verdikleri sözlerinde ve dinlerinde, gerek niyet, gerek söz,
gerekse davranış bakımından dürüst kimselerle birlikte olmaya çağırmaktadır.
Sıdk, sözde ve özde doğruluk demektir. “Sâdıklar” bu
âyette, - önü sonu dikkate alınınca- öncelikle “Hz. Peygamber ve ashâbı”
anlamına gelmektedir. Muhammed aleyhisselâm ve ashâbının
yolunu izlemeye gayret eden has müslümanlarla beraber olmak, kulun Allah
saygısını arttıracak ve dolayısıyla ona dünya-âhiret mutluluğunu
kazandıracaktır.
“Doğrularla
beraber olmak”, netice itibâriyle “doğruya destek vermek” demektir.
وقال تعالى : { وَالصَّادِقِينَ
وَالصَّادِقَاتِ } .
2. “Doğru sözlü, doğru özlü erkek ve kadınlara Allah, bağışlanma ve büyük ecir
hazırlamıştır.” Ahzâb sûresi (33), 35
Âyet,
özünde, sözünde ve işinde doğru olmanın iki önemli neticesini açıklamaktadır:
Geçmişteki hataların bağışlanması (mağfiret) .. Gelecekte büyük ecir
(mükâfat)... Bu, geçmişi ve geleceğiyle en büyük güvenceye sahip olmak
demektir.
وقال تعالى: { طَاعَةٌ وَقَوْلٌ
مَّعْرُوفٌ فَإِذَا عَزَمَ الْأَمْرُ فَلَوْ صَدَقُوا اللَّهَ لَكَانَ خَيْرًا
لَّهُمْ } .
3. “Allah’a
karşı dürüst ve samimi davransalardı, elbette kendileri için çok daha iyi
olurdu.”
Muhammed sûresi (47), 21
Hicretten
sonra Medine’de müslümanlar güçlenmeye başlayınca içlerinden bir kısmı,
“düşmanla harbetmeye izin verilse, bu konuda bir âyet gelse” diye temennide
bulunmuşlardı. Savaşa izin verilince “kalplerinde hastalık bulunan” münâfıklar
böyle bir durumu kendileri istememişler gibi baygın baygın bakakalmışlardı.
Halbuki onlara düşen itaat etmekten ibâret idi. Çünkü bunu kendileri
istemişlerdi. Durum kesinleştikten sonra Allah’a karşı dürüst ve samimi
davranmak, herkesten önce kendileri için hayırlı ve iyi olacaktı.
Dürüstlük
özellikle önceden temenni edilen şeylerin bedeline katlanmakla isbat
edilebilir. Faydasını da ancak bu bedeli ödemeye hazır olanlar görür.
Müslümana
özünde, sözünde ve işinde dürüst olmak yaraşır.
Hadisler
55- فَالأَوَّلُ : عَن ابْنِ مَسْعُودٍ رضي
اللَّه عنه عن النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إِنَّ الصَّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ
وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الجَنَّةِ ، وَإِنَّ الرَّجُلَ ليصْدُقُ حَتَّى
يُكتَبَ عِنْدَ اللَّهِ صِدِّيقاً ، وإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الفجُورِ
وَإِنَّ الفجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ ، وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَكْذِبُ حَتَّى
يُكتَبَ عِنْدَ اللَّهِ كَذَّاباً » متفقٌ عليه .
55. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Şüphesiz
ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete
iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye
kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme
götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb)
diye yazılır.”
Buhâri,
Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46;
İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5
Açıklamalar
1545
numarada tekrar karşılaşacağımız hadîs-i şerîfte dört önemli tâbir, iki grup
halinde birbirlerinin zıddı olarak zikredilmektedir. Sıdk-Kizb, birr-fücûr.
Ayrıca bunlara bağlı olarak da sıddîk ile kezzâb aynı
şekilde birbirinin karşıtı iki nitelik ve sonuç olarak yer almaktadır.
Sıdk, sözünde ve işinde dürüst olmaktır. Kizb ise,
bunun tam aksi davranmaktır.
Birr, bütün hayr ve iyilikleri ihtivâ eder. Fücûr ise,
kötülüğe meyl ve muhabbet etmek, yoldan çıkmak demek olup her çeşit şer
ve fesâdı ifade eder.
Sıddîk, doğruculuğu; kezzâb yalancılığı
âdet edinmiş kişi demektir. Her iki kelime de mübâlağa ifâde etmektedir.
Dürüstlük,
üstün iyilik demek olan birr’e; birr ise, cennet’e uzanan bir çizgidir. Sözünde
ve işinde doğru olmaya gayret edenler, Nisâ sûresi’nin 69. âyetinde
belirtildiği üzere, peygamberlikten sonraki en yüksek mertebeye (sıddîkıyet)
ereceklerdir. Doğruluğu âdet edinmenin yolunu yüce Allah Tevbe sûresi’nin
119. âyetinde, “Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı bulunun ve sâdıklarla
beraber olun” fermânıyla göstermektedir.
Yalan
ve yalancılık her türlü kötülüğün başı olan fücûra sebep olacaktır. Fücûr
ise cehenneme götürür. Yalancılığı âdet edinenler Allah katında kezzâb
diye tescil edilecektir. Bu önemli bir tesbit ve büyük bir uyarıdır. Bu
demektir ki, sahteciliğin İslâm’da yeri yoktur.
Hadisin
Müslim’deki rivayetlerinde doğruluğu düstur edinenlerin sıddîk, yalancılığı
meslek edinenlerin ise kezzâb diye yazıldığı kaydedilmektedir. Bu kayıt,
hadisteki teşvik ve tehdidin, bilerek ve isteyerek doğrunun veya yalanın peşine
düşenlere yönelik olduğunu göstermektedir. O halde daima doğruyu aramak, doğru
söylemek gerekmekte, yalana ve yalancılığa asla müsâmaha göstermemek lâzım
gelmektedir. Zira alışkanlıklar, bilinçsiz hoşgörüler sonucu oluşurlar.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Her hayrın sebebi olan doğruluk teşvik edilmekte, her kötülüğün sebebi olan
yalandan uzak kalınması istenmektedir.
2.
Mükâfat ve cezâ, kulun yaptığı iyi ve kötü amellere göre söz konusu olur.
3.
Doğrularla beraber olmak insanda “takvâ” duygusunu geliştirir.
56- الثَّاني : عَنْ أبي مُحَمَّدٍ الْحَسنِ
بْنِ عَلِيِّ بْنِ أبي طَالِبٍ ، رَضيَ اللَّهُ عَنْهما ، قَالَ حفِظْتُ مِنْ
رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « دَعْ ما يَرِيبُكَ إِلَى مَا لا يَريبُكَ ،
فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمأنينَةٌ، وَالْكَذِبَ رِيبةٌ » رواه التِرْمذي وقال : حديثٌ صحيحٌ .
قَوْلُهُ : « يرِيبُكَ » هُوَ بفتحِ الياء وضَمِّها ،
وَمَعْناهُ : اتْرُكْ ما تَشُكُّ في حِلِّه ، واعْدِلْ إِلى مَا لا تَشُكُّ فيه .
56. Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu
anhümâ şöyle dedi:
Ben
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den:
“Şüpheliyi
bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur,
yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. Tirmizî, Kıyâmet 60
Hasan İbni Ali İbni Ebû
Tâlib
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sevgili torunu Hz. Hasan,
hicretin üçüncü yılı ramazanında doğdu. Kendisine Hasan ismini ve Ebû Muhammed
künyesini Hz. Peygamber verdi. Efendimiz’in yakın alâkası, şefkati ve terbiyesi
altında büyüdü. Râşid halifelerin beşincisidir. Halifelik hakkından Muâviye
lehine vaz geçmek suretiyle müslümanlar arasındaki birliği temin etmeye
çalıştı. Cömert ve hakîm bir zattı.
Hz. Peygamber’den 13 hadîs rivayet etti. Rivayetleri
Sünen’lerde yer aldı.
50 (670) yılında vefat eden Hz. Hasan’ın kabri
Bakî’dedir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Ahmed
İbni Hanbel’in Müsned’inde yer alan rivayete göre Hz. Hasan’a,
“Hatırında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
ezberlediğin neler var?” diye sormuşlar. O verdiği cevapta bu
hadîs-i şerîfi de zikretmiştir.
594
numarada tekrarlanacak olan hadis, genel bir kural olarak “şüphe veren şeyi
şüphe vermeyenle değiştirmeyi” öğütlemektedir. Şüphe veren ile vermeyeni tayin
işinde ölçü, müslümanın gönlüdür. Çünkü kalp, doğrudan tatmin, yalandan
tedirgin olur.
Ebû
Hüreyre radıyallahu anh’den zayıf bir sened ile rivayet edilen bir
başka hadiste:
-
Bir şeyin bana şüphe verip vermediğini nasıl anlayabilirim? diyen kişiye Hz.
Peygamber şu tavsiyede bulunmuştur:
- “Elini
kalbinin üzerine koy. Çünkü kalp haramdan irkilir ve çırpınır, helalden de
sükûn ve huzur bulur” (Heysemî, Mecme’u’z-zevâid, X, 294).
Eli
kalp üzerine koyup kalp atışlarını dinlemek, günümüzdeki “yalan makinası”
uygulamasını andıran psikoljik bir yöntemdir.
Diğer
taraftan, iman kesinlik (yakîn) ister. İmandan kaynaklanan söz ve
davranışların da doğru ve kesin olması gerekir. Kuşkulu ve tereddütlü
işler yapmak, bir başka hadiste belirtildiği üzere (bk. 589. hadis), yasak
bölge yakınında gezinmektir. Her an harama düşme tehlikesi ile başbaşa olmak
demektir.. Oysa “Korkulu rüya görmektense uyanık durmak yeğdir.” Şüpheli
şeyleri terketmek, bir çok sıkıntıdan peşinen kurtulmak demektir.
Helâl
ve haram şuuru, şüphelilere karşı gösterilecek dikkatli tavırlarla canlı
tutulabilir. Özellikle haram sınırlarının hızla yok edildiği günümüzde bu konu
daha bir nezâket ve ehemmiyet kazanmıştır. Şüphelileri terketmek, müslümanı
günah işlemiş olma ihtimalinin kahredici endişesinden kurtaracaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Şüphelilerden uzak durup helâl olanlara yönelmek gerekir. Harama düşmekten
korunmak böylece sağlanmış olur.
2.
İnsan “içine sinmeyen” veya “ içinin ısınmadığı” konulardan uzak kalmalıdır.
Gönül yatkınlığı herkes için özel ölçüdür. “Müftiler fetvâ verse de sen
gönlüne bak!” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned IV,
194) hadîs-i şerîfi daima ölçü alınmalıdır.
3.
Allah saygısı ile dolu olan müslümanlar, büyük günahlara düşme endişesi ile
küçük günahlardan uzak dururlar.
57- الثَّالثُ : عنْ أبي سُفْيانَ صَخْرِ بْنِ
حَربٍ . رضيَ اللَّه عنه . في حديثِه الطَّويلِ في قِصَّةِ هِرقْلُ ، قَالَ
هِرقْلُ : فَماذَا يَأْمُرُكُمْ يعْني النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
قَالَ أَبُو سُفْيَانَ: قُلْتُ : يقول « اعْبُدُوا اللَّهَ وَحْدَهُ لا تُشرِكُوا
بِهِ شَيْئاً ، واتْرُكُوا ما يَقُولُ آباؤُكُمْ ، ويَأْمُرنَا بالصَّلاةِ
والصِّدقِ ، والْعفَافِ ، والصِّلَةِ » . متفقٌ عليه.
57. Ebû Süfyân Sahr İbni Harb radıyallahu
anh, Bizans Kralı Herakliyus ile aralarında geçen uzun konuşmayı
naklederken şöyle dedi:
Herakliyus:
- O
(peygamber olduğunu söyleyen) adam size neleri emrediyor? diye sordu. Ben de:
-
Sadece Allah’a kulluk ediniz, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın
iman ettiklerini söyledikleri şeyleri terkediniz, diyor ve bize namaz
kılmayı, sözde ve işde doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akraba ile ilgilenmeyi
emrediyor, dedim. Buhârî, Bed’u’l-vahy 6, Salât 1, Sadakât 28;
Müslim, Cihâd 74
Süfyân Sahr İbni Harb
Ebû Süfyân, Fil olayından on sene kadar önce Mekke’de
doğdu. Uhud ve Hendek savaşlarında Kureyşli müşriklerin reisi idi. Arap
dâhilerinden sayılan Ebû Süfyân, Mekke Fethi’nden önceki gece müslüman oldu.
Müellefe-i kulûbtan olduğu için kendisine Huneyn Savaşı
ganimetlerinden yüz deve ve kırk ukıyye gümüş verildi. Tâif kuşatmasında bir
gözünü , Yermük Harbi’nde de öteki gözünü kaybetti.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kayınpederi
de olan Ebû Süfyân, oğulları Yezid ve Muaviye’nin Şam’daki emirliklerini
görecek kadar yaşadı. Riyaseti ve şöhreti severdi. Hicrî 31 yılında
doksan yaşlarında iken Medine’de vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman
kıldırdı.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hudeybiye
antlaşmasından sonra Hz. Peygamber çevredeki yöneticilere İslâm’a davet
mektupları yazmıştır. Bu mektuplardan birini de Bizans kralı Herakliyus’a
göndermiştir. Mektup, o sırada Kudüs’te bulunan Herakliyus’un ilgisini çekmiş,
durumu soruşturmak istemiş ve ticâret maksadıyla Şam’a gitmekte olan
Mekkelileri sarayına getirtmiştir. Ebû Süfyân’ı muhatap alarak ona Hz.
Peygamber ile ilgili sorular sormuştur. İşte bu sorulardan birini hadisimizde
bulmaktayız. Ebû Süfyân’ın cevabında Hz. Peygamber’in, namaz kılmayı, söz ve
fiilde doğruluğu emrettiğini söylemesi, doğruluğun ta baştan beri Peygamberimiz
tarafından tavsiye edilen bir meziyet olduğunu göstermektedir.
Sözde
ve işde doğru olmak, peygamberlerin ortak daveti ve müşterek özellikleridir.
Her peygamber ümmetinden doğru olmalarını istemiştir. Bizzat Hz. Peygamber
de peygamber olmadan önce bile Araplar
arasında “emin (güvenilir, doğru) kişi” olarak bilinirdi.
Hadis
329 numara ile bir kez daha gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber’in doğruluğunu düşmanları bile kabul ve takdir etmek zorunda
kalmışlardır.
2.
Doğruluk ve eminlik peygamberlerin ortak özelliklerindendir.
58- الرَّابِعُ : عَنْ أبي ثَابِتٍ ، وقِيلَ :
أبي سعيدٍ ، وقِيلَ : أبي الْولِيدِ ، سَهْلِ بْنِ حُنيْفٍ ، وَهُوَ بدرِيٌّ ، رضي
اللَّه عنه ، أَن النبيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « مَنْ سَأَلَ اللَّهَ ، تعالَى الشِّهَادَة
بِصِدْقٍ بَلَّغهُ اللَّهُ مَنَازِلَ الشُّهدَاء ، وإِنْ مَاتَ عَلَى فِراشِهِ » رواه مسلم .
58. Ebû Sâbit, Ebû Saîd ve Ebû Velîd künyeleriyle tanınan
ve Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bütün
kalbiyle şehid olmayı isteyen kişiyi Allah, yatağında ölse bile, şehidler
mertebesine ulaştırır.” Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni Mâce,
Cihâd 15
Sehl İbni Huneyf
Sehl, Medineli olup Evs kabilesine mensuptur. Bedir
Gazvesi’ne ve ondan sonraki bütün harblere iştirak etmiştir. Cengâver bir
sahâbidir. Uhud Gazvesi’nde müslüman ordusunun bozulduğu sırada Hz.
Peygamber’in çevresinde kalmış ve ölüm üzerine Hz. Peygamber’e bîat
etmiştir. Daha sonra da Hz. Ali’nin taraftarları arasında yerini almış, Sıffîn
savaşına katılmıştır.
Sehl’in 40 rivayeti vardır. Bunlardan dört tanesini
Buhârî ve Müslim müştereken, ikisini de sadece Müslim rivayet etmiştir.
Hadisleri Sünen’lerde yer almaktadır. Hicrî 38. yılda vefât etmiş ve cenâze
namazını Hz. Ali kıldırmıştır.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Sıdk,
sadece söz ve davranışlarda doğruluk değildir. Kalbin samimiyeti de doğruluk
anlamındadır.
Allah’tan
bir şey dilerken samimi olmak gerekir. Hadisimiz böylesine samimi bir dilekte
bulunanların yataklarında ölseler bile, sırf bu isteklerindeki içtenlikleri
sebebiyle Allah Teâlâ’nın onları şehid sayacağını, onlara şehid sevabı
vereceğini açıkca belirtmektedir. Bu demektir ki, dürüst bir niyet ve dilek
kişiyi, fiilen olmasa bile hükmen isteklerine kavuşturur.
Dinimizde
ölümü temenni etmek yasaktır. Ancak şehid olmayı temenni etmek, güzel
görülmüştür. Hayr olan şeyleri istemek güzeldir.
1324
numarada tekrarlanacak olan bu hadisin, ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir
sahâbî olan Sehl tarafından rivayet edilmiş olması, ayrıca dikkat çekmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bir şeyi gönülden arzu etmek, hükmen de olsa ona kavuşmak için bir yoldur.
2.
Şehitlik, her müslümanın ulaşmak istemesi gerekli fevkalâde büyük ve şerefli
bir rütbedir. Çünkü şehidler, cennette peygamberler ve sıddıklarla
beraberdirler.
3.
Şehid olmayı temenni etmek güzel görülmüştür.
59- الخامِسُ : عَنْ أبي هُريْرة رضي اللَّهُ
عنه قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: « غزا نَبِيٌّ مِنَ الأَنْبِياءِ صلواتُ
اللَّه وسلامُهُ علَيهِمْ فَقَالَ لقوْمِهِ : لا يتْبعْني رَجُلٌ ملَكَ بُضْعَ
امْرَأَةٍ. وَهُوَ يُرِيدُ أَن يَبْنِيَ بِهَا وَلَمَّا يَبْنِ بِها ، ولا أَحدٌ
بنَى بيُوتاً لَمْ يرفَع سُقوفَهَا ، ولا أَحَدٌ اشْتَرى غَنَماً أَوْ خَلَفَاتٍ
وهُو يَنْتَظرُ أوْلادَهَا . فَغزَا فَدنَا مِنَ الْقَرْيةِ صلاةَ الْعصْرِ أَوْ
قَريباً مِنْ ذلكَ ، فَقَال للشَّمس : إِنَّكِ مَأمُورةٌ وأَنا مأمُورٌ ، اللهمَّ
احْبسْهَا علَينا ، فَحُبستْ حَتَّى فَتَحَ اللَّهُ عليْهِ ، فَجَمَعَ الْغَنَائِم
، فَجاءَتْ يَعْنِي النَّارَ لتَأكُلهَا فَلَمْ تطْعمْهَا ، فقال: إِنَّ
فِيكُمْ غُلُولاً، فليبايعنِي منْ كُلِّ قبِيلَةٍ رجُلٌ ، فلِزقتْ يدُ
رَجُلٍ بِيدِهِ فَقَالَ : فِيكُم الْغُلولُ ، فليبايعنِي قبيلَتُك ، فلزقَتْ يدُ
رجُليْنِ أو ثلاثَةٍ بِيَدِهِ فقَالَ : فِيكُمُ الْغُلُولُ ، فَجاءوا برَأْسٍ
مِثْلِ رَأْس بَقَرَةٍ مِنْ الذَّهبِ ، فوضَعها فَجَاءَت النَّارُ فَأَكَلَتها ،
فلمْ تَحل الْغَنَائِمُ لأحدٍ قَبلَنَا ، ثُمَّ أَحَلَّ اللَّهُ لَنا الغَنَائِمَ
لمَّا رأَى ضَعفَنَا وعجزنَا فأحلَّها لنَا » متفقٌ عليه . « الخلفاتُ » بفتح الخاءِ المعجمة وكسرِ اللامِ :
جمْعُ خَلِفَةٍ ، وهِي النَّاقَةُ الحاملُ .
59. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah’ın
salât ve selâmı üzerlerine olsun, önceki peygamberlerden biri düşmanla savaşmaya
(cihada) çıktı. (Hareketinden önce) ümmetine şöyle seslendi:
-
Bir hanımla evlenmiş olup onunla henüz gerdeğe girmemiş olan, yaptığı evin
henüz çatısını çatmamış olan, gebe koyun veya deve alıp yavrulamasını bekleyen
kimse peşime düşmesin! Bu sözleri söyledikten sonra yola çıktı. İkindi
sularında (düşman) yurduna vardı. Güneşe hitâben:
-
Sen de ben de emir kuluyuz dedi; sonra:
Allah’ım
onun batmasını geciktir, diye dua etti.
Bunun
üzerine orayı fethedinceye kadar güneşin batması geciktirildi. (Nihayet)
ganimetler bir araya getirildi. Onları yakmak için gökten ateş indi fakat
yakmadı. Bunun üzerine Peygamber:
-
İçinizde ganimetten mal aşırmış olanlar var. Haydi her kabileden bir temsilci
benimle tokalaşıp bîat etsin! dedi.
Tokalaşma
esnasında bir kişinin eli peygamberin eline yapıştı. O zaman Peygamber:
-
İhânet eden sizdedir. Derhal senin kabilene mensup kişiler gelip bana bîat
etsinler! dedi.
Bîat
esnasında iki ya da üç kişinin eli peygamberin eline yapıştı. Bu defa onlara:
-
Aşırılmış olan mal sizde! dedi.
Adamlar,
sığır kafasına benzer altından yapılmış bir baş getirdiler. Peygamber onu öteki
ganimetlerin içine koydu. Ateş de hepsini yaktı, kül etti. Zira ganimet bizden
önce hiç bir peygamber (ve ümmetin)e helâl değildi. Allah Teâlâ zaaf ve
aczimizi bildiği için onu bize helâl kıldı.”
Buhârî, Humus 8; Müslim, Cihâd 32
Açıklamalar
Hadiste
sözü edilen peygamber -Kâdî İyâz’a göre- Yûşa’ aleyhisselâm’dır.
Fethettiği şehir de Filistin’deki Erîha’dır.
Güneşin
geç batması, Allah diledikten sonra olmayacak şey değildir. “Sen de ben
de emir kuluyuz” ifâdesi, her şeyi anlatmaya yetmektedir. Biri Hendek
Gazvesi’nde, diğeri İsrâ ve Mi’rac gecesi sabahında aynı olayın Hz. Peygamber
için de gerçekleştiği kaydedilmektedir. Olayı fizik kanunları çerçevesinde
tartışmak gerçeği değiştirmez. Samimiyet, imkânsızlıklar içinde imkânların
doğmasına vesiledir. Hadisimizde verilmek istenen mesaj budur.
Ayrıca
hadisteki “evlendiği hanımla henüz gerdeğe girmemiş, yaptığı evin
çatısını çatmamış ve aldığı hayvanlar henüz yavrulamamış olanlar”ın, yani
kafası ve gönlü bir şeylere takılı bulunanların harbe çıkmaması emri, bu haller
yapılan işe sıkı sarılmayı yani sıdkı ve sadâkatı önleyeceği içindir. Niyet ve
uygulama bütünlüğü yani dürüstlük olmayınca başarı da söz konusu olamaz. Hele
savaş gibi çok önemli ve tehlikeli bir iş, tam anlamıyla kendini vermek ister.
Azim ve sebat ister. Zafer de ancak böyle sağlanır. O halde ciddi işler, tam
anlamıyla o iş için hazır olanlara verilmelidir. Ganimetin geçmiş ümmetlere
haram kılınması, savaşın sırf savaş olarak yapılmasını sağlamaya yöneliktir.
Hadisin
açık anlamına biraz ters gibi görünse de ganimetin sadece Muhammed ümmetine
helâl kılınmış olmasını, sıdk ve ihlâs konusunda bu ümmetin, öteki ümmetlerden
üstün ve önde olduğuyla izah mümkündür. Ganimet, harbe ganimet elde etmek
sevdasıyla gitmesinler diye önceki ümmetlere helâl kılınmamıştır.
“Bizdeki zaaf ve aczi bilen Allah onu bize helâl
kıldı” beyânı, yasak
olması halinde geçmişte birkaç kişinin tevessül ettiği, ganimetten mal aşırma
fiilinin, müslümanlar arasında daha yoğun şekilde görüleceği için helâl
kılındığını anlatmakta olsa gerektir. Eğer böyle ise, ganimetin helâl
kılınması, müslümanları niyet açısından dürüstlüğe sevketmek amacına yönelik
olmalıdır. Eskiden kurbanları ve ganimetleri gökten inen bir ateş yakardı. Bu,
kurbanın ve ganimetin kabul edildiğini gösterirdi. Eğer yakmazsa, hadiste
görüldüğü gibi, bir ihânetin veya kusurun bulunduğuna hükmolunurdu.
Biat
esnasında kabile temsilcisinin ve bizzat hırsızların ellerinin peygamberin
eline yapışmasını bugün psikolojik yöntemlerle suçluyu tesbit çalışmalarına
benzetebiliriz. Suçlunun telaşlanıp kendisini belli etmesine yardımcı olan
metodlar pek eskiden beri değişik şekillerde uygulanagelmektedir. Hadisimizdeki
uygulama da onlardan biridir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber, geçmiş peygamber ve ümmetlerden misaller vererek ümmetini
eğitir.
2.
Hâlis olmayan amelleri Allah kabul etmez.
3.
Harbte elde edilen ganimet helâldir.
4.
Taksimden önce ganimetten bir şey almak haramdır.
5.
Yapılan işe gönülden yönelmek gerekir. Zira atalarımız ne güzel söylemişlerdir:
“Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya da baş!”
60- السادِسُ : عن أبي خالدٍ حكيمِ بنِ حزَامٍ
. رضِيَ اللَّهُ عنه ، قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
: « الْبيِّعَان بالخِيارِ ما لم يَتفرَّقا ،
فإِن صدقَا وبيَّنا بوُرِك لهُما في بَيعْهِما ، وإِن كَتَما وكذَبَا مُحِقَتْ
بركةُ بيْعِهِما » متفقٌ عليه .
60. Ebû Hâlid Hakîm İbni Hizâm radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Satıcı
ve alıcı (söz kesip) pazarlığı bitirdikten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça
alış-verişi bozup bozmamakta serbesttirler. Eğer onların her biri karşılıklı
olarak doğru söyler (mal ile paranın durumunu olduğu gibi) açıklar ise,
alış-verişleri bereketli olur. Yok eğer gizler ve yalan beyânda bulunurlarsa,
alış-verişlerinin bereketi kalmaz.”
Buhârî,
Büyû’ 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû’ 47. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 1;
Tirmizî, Büyû’ 6, 26; Nesâî, Büyû’ 4, 8, 11
Hakîm İbni Hizâm
Hakîm, Hz. Peygamber’in ilk hanımı Hz.
Hatice’nin kardeşinin oğludur. Fil yılından önce Kâbe’nin içinde doğdu.
Kureyşin ileri gelenlerindendir. Peygamberliğinden önce Hz. Peygamber’in yakın
dostu idi. Ne var ki kendisinin müslüman olması, Mekke fethine kadar gecikti.
Ebû Hâlid künyesiyle meşhur olan Hakîm, müellefe-i kulûbdandır. Huneyn
Gazvesi’nde kendisine yüz deve verilmiştir. Daha sonra iyi bir müslüman
olmuştur. Câhiliye devrinde yaptığı iyi davranışlarını müslüman olduktan sonra
da sürdürmüştür. Çok cömert bir insan olan Hakîm, Hz. Peygamber’e müslüman
olmadan önce yaptığı iyiliklerden kendisine bir fayda olup olmadığını sormuş ve
“Sen geçmişteki hayırlarından ötürü
müslüman oldun” cevabını almıştır.
Kendisinden rivayet edilen 40 kadar hadis, Kütüb-i Sitte’de
yer almıştır. Bunlardan dört tanesini Buhârî ve Müslim Sahih’lerinde ortaklaşa
zikretmişlerdir.
Hakîm İbni Hizâm 120 yıllık uzun ömrünün
yarısını Câhiliye’de, yarısını da İslâm döneminde yaşamış ve hicrî 58
veya 60 yılında vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Alış-verişte
malın ve paranın durumunu olduğu gibi söylemek, varsa kusurlarını gizlememek
veya yalan beyânda bulunmamak temel ilkedir. Doğru sözlülük, ticârette ve
kazançta bereket vesilesidir. Aksi ise, alış-verişte hayır ve bereket bırakmaz.
Doğruluğun ekonomiye bu açıdan etkisi inkâr edilemez.
Hadis,
kazanma ve kâr kavramına ahlâkî ve mânevî boyut getirmektedir. Demek ki kazanma
sadece rakamla ifâde edilecek bir konu değildir. Onda bir de “bereket
ve hayırlılık yönü” yani “meşrûiyet” tarafı vardır. Bu da dürüstlük
ile sağlanabilmektedir. Yalan söyleyerek veya malın ayıbını gizleyerek, daha
doğrusu karşısındakini aldatarak para kazanmak mümkün ise de bu, müslümanca bir
tavır değildir. Zira Hz. Peygamber bir başka hadîs-i şerîfinde “Bizi
aldatan bizden değildir” buyurmuştur (bk. Müslim, Îmân
164). O halde müslümanın gerçek kazancı, bütün muamelelerinde müslümanca
yani dürüst davranmaktadır. Doğru sözlülük, özellikle kul haklarıyla ilgili
konularda çok daha büyük önem arzetmektedir.
Bu
açıdan bakıldığı zaman ticârî reklâmların çığırtkanlığa varmaması, yalan ihtivâ
etmemesi, malın vasıflarını dosdoğru aksettirmesi gerekmektedir. Aksi halde
büyük ölçüde bir aldatma söz konusu olur. Yalana dayalı reklâmlarla elde
edilen servetlerin, eninde-sonunda elden çıkacağı, kimseye hayretmeyeceği
açıktır. Bu durum, sayısız misalleriyle ortadadır.
“Haksız
kazanç”, “kara para” gibi kavramlar, müslümanın dürüstlük vasfına terstir. Az
da kazansa müslümana doğruluk yakışır. Çünkü bereket dürüstlüktedir. Allah’ın
bereket verdiği kazanç ise, asla küçük değildir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Alış-verişe konu olan malın ve paranın
ayıbını açıklamak gereklidir. Gizlemek haramdır. Kusurun sonradan ortaya
çıkması pazarlığın feshine sebeptir.
2. Yalan berekete mânidir.
3.
Doğru tâcir az kâr etse de kazancının bereketini görür.
5- بَابُ المراقبة
ALLAH’IN KULLARI
DENETLEMESİ ( MURÂKABE )
Âyetler
قَالَ اللَّه تعالى : { الَّذِي
يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ [218] وَتَقَلُّبَكَ فِي
السَّاجِدِينَ [219] } .
1. “O
(öyle Allah’tır) ki, gece namaza kalktığında ve secde edenler arasında
dolaştığında seni görüyor.” Şuarâ sûresi (26), 218-219
Âyet
Hz. Peygamber’e hitâbetmekte, Allah seni ayakta, rükûda ve secdede iken her
halinde görmekte, sürekli izlemektedir. Aynı denetim ve gözetim her müslüman
için de aynen geçerlidir.
وقَالَ تعالى : { وَهُوَ
مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ } .
2. “Nerede olursanız
olunuz, Allah sizinledir.” Hadîd sûresi (57), 4
Önceki
âyette Hz. Peygamber’e hitâben hangi halde olursa olsun Allah’ın onu gördüğü
bildirilmişken, bu âyette tüm mü’minlere hitap edilerek ve “nerede
olursanız olunuz” diye mekân bakımından da Allah’ın denetim ve
gözetiminden kimsenin kurtulamayacağı hatırlatılmaktadır. Allah’tan uzak bir
yerde bulunmak mümkün olmadığı ve dolayısıyla “denetim dışı” anlamında bir
“özel hayat”ın bulunmadığı açık şekilde bildirilmektedir. Ebû’l-Meâlî ne güzel
ifâde etmiştir: “Mi’rac gecesi Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem Allah’a, balığın karnında bulunduğu sırada Hz. Yûnus’tan daha
yakın olmamıştır” [bk. Kurtubî, Câmi, XVII, 237].
وقَالَ تعالى : { إِنَّ اللّهَ
لاَ يَخْفَىَ عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء } .
3. “Yerde
ve gökte hiç bir şey, aslâ Allah’a gizli kalmaz.” Âl-i
İmrân sûresi (3), 5
Bu
âyette de “nerede”ye açıklık getirilmekte, “yerde ve gökte” yani evrende
hiç bir şeyin Allah’a asla gizli kalmayacağı kesin bir dille ifâde
buyurulmaktadır.
وقَالَ تعالى : { إِنَّ
رَبَّكَلَبِالْمِرْصَادِ } .
4. “Doğrusu senin Rabbin
hep gözetlemektedir.” Fecr
sûresi (89), 14
Bu
âyette ise, ilâhi denetim ve gözetimin kesintisiz ve sürekli olduğu belirtilmektedir.
Ne zaman, ne de yer bakımından, “denetim” dışı kalma imkânının bulunmadığına
dikkat çekilmektedir.
وقَالَ تعالى : { يَعْلَمُ
خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ } .
5. “Allah, gözlerin sinsi bakışlarını ve
kalblerin saklayageldiklerini bilir.” Mü’min sûresi (40), 19
Âyet,
ilâhî denetim ve murâkabeden, kalblerin bile kurtulamadığını, onların insanlara
açıklamayıp kendilerine sakladıklarını Allah’ın bildiğini haber vermektedir.
Gözlerin sinsi sinsi bakışlarına varıncaya kadar her çeşit hareketin, Allah’ın
malûmu olduğunu bildirmektedir.
Hadisler
61- وأَمَّا الأحاديثُ ، فالأَوَّلُ :
عَنْ عُمرَ بنِ الخطابِ ، رضيَ اللَّهُ عنه ، قال: «بَيْنما نَحْنُ جُلُوسٌ عِنْد رسولِ اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، ذَات يَوْمٍ إِذْ طَلع عَلَيْنَا رجُلٌ شَديدُ
بياضِ الثِّيابِ ، شديدُ سوادِ الشَّعْر ، لا يُرَى عليْهِ أَثَر السَّفَرِ
، ولا يَعْرِفُهُ منَّا أَحدٌ ، حتَّى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَأَسْنَدَ رَكْبَتَيْهِ إِلَى رُكبَتيْهِ ، وَوَضع كفَّيْه
عَلَى فخِذيهِ وقال : يا محمَّدُ أَخبِرْنِي عن الإسلام فقالَ رسولُ اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : الإِسلامُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لا إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ ، وأَنَّ مُحَمَّداً
رسولُ اللَّهِ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ ، وَتُؤتِيَ الزَّكاةَ ، وتصُومَ رَمضَانَ ،
وتحُجَّ الْبيْتَ إِنِ استَطَعتَ إِلَيْهِ سَبيلاً.
قال : صدَقتَ . فَعجِبْنا لَهُ يسْأَلُهُ
ويصدِّقُهُ ، قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عن الإِيمانِ . قَالَ: أَنْ تُؤْمِن بِاللَّهِ وملائِكَتِهِ ،
وكُتُبِهِ ورُسُلِهِ ، والْيومِ الآخِرِ ، وتُؤمِنَ بالْقَدَرِ خَيْرِهِ وشَرِّهِ
. قال: صدقْتَ قال : فأَخْبِرْنِي عن
الإِحْسانِ . قال : أَنْ تَعْبُدَ اللَّه كَأَنَّكَ تَراهُ
. فإِنْ لَمْ تَكُنْ تَراهُ فإِنَّهُ يَراكَ قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عن السَّاعةِ . قَالَ
: مَا المسْؤُولُ عَنْهَا بأَعْلَمَ مِن
السَّائِلِ . قَالَ : فَأَخْبرْنِي عَنْ
أَمَاراتِهَا . قَالَ أَنْ تلدَ الأَمَةُ ربَّتَها ، وَأَنْ تَرى
الحُفَاةَ الْعُراةَ الْعالَةَ رِعاءَ الشَّاءِ يتَطاولُون في الْبُنيانِ ثُمَّ انْطلَقَ ، فلبثْتُ ملِيًّا ، ثُمَّ قَالَ : يا عُمرُ ، أَتَدرِي منِ
السَّائِلُ قلتُ : اللَّهُ ورسُولُهُ أَعْلمُ قَالَ : فَإِنَّهُ جِبْرِيلُ أَتَاكُمْ يُعلِّمُكم
دِينِكُمْ » رواه مسلمٌ.
ومعْنَى : « تلِدُ الأَمةُ ربَّتَهَا» أَيْ : سيِّدتَهَا ، ومعناهُ أَنْ
تكْثُرَ السَّرارِي حتَّى تَلد الأمةُ السرِّيةُ بِنتاً لِسيدهَا ، وبْنتُ
السَّيِّدِ في معنَى السَّيِّدِ ، وقِيل غيرُ ذَلِكَ و « الْعالَةُ » : الْفُقراءُ . وقولُهُ « مَلِيًّا » أَيْ زمناً طويلاً ، وكانَ ذلك
ثَلاثاً .
61. Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu
anh şöyle dedi:
Bir
gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda
bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan
gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi.
Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine
dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
-
Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru
kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç
yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu. Adam:
-
Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti.
Adam:
-
Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.
Adam
tekrar:
-
Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:
-
Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
- “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk
etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.
Adam
yine:
-
Doğru söyledin dedi, sonra da:
-
Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Kendisine
soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.
Adam:
- O
halde alâmetlerini söyle, dedi.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Annelerin, kendilerine câriye
muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun
çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır ”
buyurdu.
Adam,
(sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Ey
Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
-
Allah ve Resûlü bilir, dedim.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “O
Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu.
Müslim,
Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16;
Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9
Açıklamalar
Kurtubî’ye
göre sünnetin esası (ümmü’s-sünne) denilmeye lâyık ve “Cibril Hadisi” diye
meşhur olan hadisin konumuzu doğrudan ilgilendiren kısmı, “Sen Allah’ı
görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” cümlesidir. Bu ise, yukarıdaki
âyetlerde yer alan ilâhî gözetim ve denetimin tasdik ve itirafıdır. Kullukta
kalite işte bu noktanın bilincine varmakla gerçekleşebilecektir.
Dinimizin
temel kavramları hakkında önemli tarifler ihtivâ eden hadis üzerinde, konuyu
dağıtmayacak ve fakat merak giderecek kadar durmakta fayda görüyoruz.
Öncelikle
Cebrâil aleyhisselâm’ın farklı bir şekilde gelip Hz. Peygamber’e
sokulması ve sonra ismiyle hitâbetmesi, talebe gibi soru sorup hoca gibi
cevapları doğrulaması oradaki müslümanların dikkatlerini tam olarak çekmek,
öğrenimlerini kolaylaştırmak içindir. Çok medeni görünüşüne rağmen bedevi
Araplar gibi Hz. Peygamber’e ismiyle hitabetmesi, meleklerin, müminlerle
aynı yükümlülükleri taşımadıklarını göstermektedir. Aralarındaki özel
dostluktan kaynaklanmış olması da düşünülebilir.
Cebrâil aleyhisselâm’ın
sırasıyla İslâm, iman, ihsân ve kıyameti sorması da Hz. Peygamber’e
yöneltilecek soruların temel meselelerle ilgili olması gerektiğini
göstermektedir.
İslâm’ın
beş şartının ve imanın altı esasının tam olarak sayılması ve kadere imanın
ayrıca vurgulanması, dindeki bütünlüğü ve en çok tartışma konusu olacak noktayı
işâret anlamı taşımaktadır.
“İhsan”ın “Allah’ı görüyormuşcasına kulluk etmek” şeklinde
tarifi “müslüman kişi”nin kalitesini pek veciz olarak ortaya koymaktadır. Allah
tarafından görülmek, O’nu görüyormuş gibi davranmak için yeterli
sayılmıştır. Bu mü’minde sürekli bir kendi kendini denetim (murâkabe) şuuru
geliştirecektir. Merkezinde ihsanın bulunduğu bir iman ve İslâm
anlayışı ve hayatı herhalde ideal hayattır.
“Kıyametin
ne zaman kopacağı” müşterek merak konusudur. Önceki sorulara kolaylıkla cevab
veren Hz. Peygamber, bu konu sorulunca Allah’tan başka herkesin bilemeyeceği
bir şeylerin olacağını da belgeleyen o tatlı cevabını veriyor:
“Kendisine soru yöneltilen (ben), bu konuda soru soran
senden daha bilgili değilim.”
Hz.
Peygamber “bilmiyorum” demenin ayıp olmadığını böylece biz ümmetine öğretmiş
olmaktadır. Peygamberler ancak Allah’ın bildirdiği kadar gaybı bilebilirler.
Kıyametin
ne zaman kopacağı kadar, alâmetlerinin de merak konusu olduğu açıktır. Bu
sebeple Cebrâil’in “bari alâmetlerini söyle” diye istekte bulunması pek
tabiîdir. Bu suâle Hz. Peygamber, toplumun ahlâk ve ekonomik yapısındaki iki
olumsuz gelişmeyi haber vermekle yetinmiştir. Câriyenin hanımefendisini (bir
başka rivayete göre, efendisini) doğurması ki, bunu “anaların kendilerine
câriye muamelesini revâ görecek âsî çocuklar doğurması” olarak anlamak
lâzımdır. Nitekim bir rivayette “câriye” yerine “kadın” kelimesi yer
almaktadır. Tercümeyi buna göre yaptık. Kölelik kurumunun resmen kaldırılmış
olması, şerhlerde yer alan câriye-köle merkezli açıklamaları bugün için
geçersiz kılmaktadır.
Kıyâmetin
bir başka alâmeti de lüks ve refâhın, dünün fakirlerini büyük ve lüks binalar
yapmakta yarışa sokacak kadar artmasıdır. Dünyanın, bütün zenginliklerini
insanlara sunmasıdır. Bunun anlamı, servet ve paranın yegâne değer ölçüsü
hâline gelmesi, hizmete değil, tüketim ve gösterişe son derece düşkünlük
gösterilmesi demektir.
“Size dininizi öğretmek için gelmişti” cümlesi, yerinde soru sormanın bir çeşit
öğretim anlamı taşıdığını göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Melekler insan kılığına girebilirler. Konuşabilirler, konuşmalarını insanlar da
duyabilir.
2.
İman, dinin esaslarını kabullenmek, İslâm ise, şer’î fiilleri yerine
getirmektir. Binaenaleyh bu ikisi kavram olarak ayrı olmalarına rağmen,
gerçekte biribirlerinden ayrı değildir.
3.
Gücü yetenin kelime-i şehâdeti açıkca söylemesi, müslüman muamelesi görmesi
için gereklidir.
4.
Eğitim-öğretimde soru-cevap usûlü geçerli bir yoldur.
5.
İlim adamlarına ve ilim meclislerine saygı göstermek esastır.
6.
Kıyametin ne zaman kopacağını Allah’dan başka kimse bilemez. Bu konudaki
söylentilere ve tahminlere asla aldanmamak, kulak asmamak gerekir.
7.
İşlerin, üstesinden gelemeyecek olanların eline geçmesi, itaatsizliğin artması
ve aile yapısının sarsılması kıyamet alâmetidir.
8.
Müslümanın daima Allah’ın gözetimi (murâkabesi) altında olduğu bilinciyle
yükümlülüklerini yerine getirmesi, sorumluluklarına sahip çıkması
gerekmektedir.
9.
İhsan ve murâkabenin iki derecesi vardır: Kulun “Allah’ı görüyor gibi”
yaşaması, birinci derecedir. “Kendisini Allah’ın gördüğü şuuruna sahip olması”
ise, ikinci derecedir.
62- الثَّاني : عن أبي ذَرٍّ جُنْدُبِ بْنِ
جُنَادةَ ، وأبي عبْدِ الرَّحْمنِ مُعاذِ بْنِ جبل رضيَ اللَّه عنهما ، عنْ رسولِ
اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، قال : « اتَّقِ اللَّهَ حَيْثُمَا كُنْتَ وأَتْبِعِ
السَّيِّئَةَ الْحسنةَ تَمْحُهَا، وخَالقِ النَّاسَ بخُلُقٍ حَسَنٍ » رواهُ التِّرْمذيُّ وقال : حديثٌ حسنٌ
.
62. Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde ve Ebû Abdurrahman Muâz
İbni Cebel radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Nerede
ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork.
Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o
kötülüğü silip süpürsün.
İnsanlarla güzel geçin!” Tirmizî, Birr 55
Ebû Zer Cündeb İbni
Cünâde
Ebû Zer hazretlerinin ismi Cündeb İbni Cünâde’dir ve
Gıfâr kabilesine mensuptur. Bu sebeple Ebû Zer el-Gıfârî diye meşhur olmuştur.
Kendisi ilk müslümanlardandır. Daha doğrusu müslümanların beşincisidir.
Uzun boylu, esmer tenli, beyaz saçlı ve geniş omuzlu
olan Ebû Zerr, zühd ve takvâ, kanaat ve istiğnâ sahibiydi. Bu sebeple Hz.
Peygamber’in kendisine “İslâm’ın İsâ’sı” (Mesîhu’l-İslâm) lakabını verdiği kaydedilmektedir.
İslâm’ın ilk günlerinde müslümanlığın yayılmasında
önemi büyük olan dört kişiden biri de Ebû Zer hazretleridir. Ebû Zer, hemen
daima Hz. Peygamber’in huzurunda bulunur, ondan istifâde ederdi. Öğrenme
konusunda büyük arzu ve iştiyak sahibiydi. Bilmediği her şeyi Hz. Peygamber’e
sorardı. Hz. Ali onun için “ilim dağarcığı” demiştir.
Hz. Peygamber’e karşı son derece saygı ve muhabbet
duyardı. Resûl-i Ekrem’den “halîlî” (dostum) diye bahsederdi.
Kendisi hak yanlısı, hak sever bir insandı. Bu sebeple
de ashâb arasındaki ihtilaflara taraf olmadı. Fetihlerden sonra ümmetin zengin
olması, emirlerin şatafat ve saltanata meyletmeleri, mal biriktirmeleri hoşuna
gitmedi ve onları sert bir dille tenkid etti.
Ebû Zer hazretleri öğrendiği hadisleri zevkle ve
şevkle anlatırdı. Hatta o bir keresinde şöyle demişti:
“Kılıcı enseme dayasanız, ben de Resûlullah’dan
duyduğum bir hadisi başım kesilinceye kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem, o
hadisi elbette size yetiştirirdim” (Buhârî, İlim 10; Dârimî, Mukaddime 46). Bu
sözüne rağmen ondan bize 281 hadis intikal etmiştir. Bu biraz da onun inzivâyı
tercih etmesiyle ilgili bir netice olmalıdır. Rivayetlerinin on ikisi hem
Buhârî hem de Müslim’de, ikisi sadece Buharî’de, yedisi sadece Müslim’de
yer almıştır. Sahâbe ve tâbiînden bir çok kişi kendisinden rivayette
bulunmuşlardır.
Ebû Zer hazretleri Mekke yakınlarındaki Rebeze’de
hicrî 31. yılda vefat etmiştir. Oradan geçmekte olan küçük bir grup cenâze
namazını kılıp defnetmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hz.
Peygamber’in özlü sözlerinden biri olan hadis, “Nerede (ve nasıl)
olursan ol, Allah’tan kork” cümlesinden dolayı, burada zikredilmiştir.
Takvâ, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından
kaçınmakla gerçekleşen ve dinin temeli olan bir ilkedir. Buna Allah saygısı,
Allah korkusu da denir. Takvâ çeşitli derecelere ayrılmaktadır. En alt
tabakası, şirkten uzak kalmak, en üst derecesi ise, Allah’dan başka her şeyden
(mâsivâ) yüz çevirmektir. Takvânın birbirlerinden farklı dereceleri
bulunmaktadır. Ancak onun tabiî sonucu ilâhî murâkebe altında olduğu bilinci
ile hareket etmekten ibârettir. Takvâ, yalnızlıkta, toplum içinde, belâ ve
musîbet anında, bolluk ve refahta yokluk ve darlıkta, hâsılı her durumda
Allah’a karşı saygılı olmak, sürekli uyanık, dikkatli ve şuurlu bulunmaktır.
Böyle
bir duygu ve hâlin sonuçları ise, yüce kitabımızda; Allah’ın
dostluğu [bk.Yûnus sûresi (10), 62], ilâhî övgü [Âl-i İmrân
sûresi (3), 186], Allah’ın yardımına ulaşmak [Âl-i İmrân sûresi
(3), 120], sıkıntılardan kurtulmak ve beklenmedik yerlerden rızka
kavuşmak [Nahl sûresi (16), 120], amellerin ıslahı ve günahların
bağışlanması [Ahzâb sûresi (33), 70-71], ilâhî muhabbet [Al-i
İmrân sûresi (3), 76], Allah katında makbûliyet [Hucurât sûresi (49),
13], ölüm anında müjde [Yûnus sûresi (l0), 63], cehennemden
kurtuluş [Leyl sûresi (92), 17] ve nihâyet cennette temelli mutluluğu
buluş [Âl-i İmrân sûresi (3), 133] olarak belirtilmektedir.
Allah
Teâlâ’nın, gazabından sakındırması [bk. Âl-i İmrân sûresi (3), 28] ve
Hz. Peygamber’in, “Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’a karşı saygılı
bulun” tavsiyesi, müslümanları bu güzel sonuçlara davet etmektir.
Böylece Hz. Peygamber mü’minleri, “Gerçekten Allah, üzerinizde
gözetleyicidir [Nisâ sûresi (4), 1] âyetinin mânâsına uygun
davranmaya çağırmış olmaktadır.
Takvâ,
günah işlemeye, günah işlemek takvâ sahibi olmaya engel olmadığı için, insanlık
gereği işlenecek günahların peşinden iyilik yapmak, o hata ve
günahın sonuçlarını ve hatta bizzat günahın kendisini ortadan kaldırmak
gerekmektedir. Zira Allah Teâlâ; iyiliklerin kötülükleri giderdiğini [bk. Hûd
sûresi (11) 114] ve hatta iyiliklere tebdil ettiğini [bk. Furkân sûresi (25),
70] haber vermiştir. Bu da murâkabe şuurunun olumlu bir başka neticesidir.
İyiliğin hatayı iyiliğe dönüştürmesi veya hiç değilse, kötülüğün sonuçlarının
ortadan kaldırılması, hiç hata işlememenin mümkün olmadığı dünyamızda,
kötülüklere karşı müsamahasız olmayı öngörmek ve öğütlemek demektir. Günahların
ve kötülüklerin tortularını, işlenen iyiliklerle dezenfekte edebilmek gerçekten
çok büyük bir imkân ve şanstır.
İnsanlarla güzel geçinmek, ahlâkî olgunluğun ve murâkabe
şuurunun günlük hayattaki ve beşerî ilişkilerdeki sonucu olmaktadır. Bu
uygulamanın ölçüsü de Peygamber Efendimiz tarafından, başkalarının
kendisine yapmasını istemediğini onlara yapmamak şeklinde belirtilmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İyilikler kötülükleri ya büsbütün ortadan kaldırmak ya da iyiliğe dönüştürmek
suretiyle yok eder.
2.
Güler yüz göstermek, zarar vermemek, iyiliklerin yaygınlaşmasına gayret etmek
ve kendisine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak, insanlarla güzel
geçinmek demektir.
3.
Takvâ ya da Allah’a karşı saygılı olmak, müslümanı her türlü kötülüklerden
koruyacak üstün bir meziyettir.
4.
Her yer ve şartta Allah’a karşı saygılı olmak, murâkabe şuurunun göstergesidir.
63- الثَّالثُ : عن ابنِ عبَّاسٍ ، رضيَ
اللَّه عنهمَا ، قال : « كُنْتُ خَلْفَ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يوْماً فَقال
: « يَا غُلامُ إِنِّي أُعلِّمكَ كَلِمَاتٍ : «
احْفَظِ اللَّهَ يَحْفَظْكَ احْفَظِ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ ، إِذَا
سَأَلْتَ فَاسْأَل اللَّه ، وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ ، واعلَمْ
: أَنَّ الأُمَّةَ لَو اجتَمعتْ عَلَى أَنْ ينْفعُوكَ بِشيْءٍ ، لَمْ يَنْفعُوكَ
إِلاَّ بِشَيْءٍ قَد كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ ، وإِنِ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ
يَضُرُّوك بِشَيْءٍ ، لَمْ يَضُرُّوكَ إِلاَّ بَشَيْءٍ قد كَتَبَهُ اللَّه عليْكَ
، رُفِعَتِ الأقْلامُ ، وجَفَّتِ الصُّحُفُ». رواهُ التِّرمذيُّ وقَالَ : حديثٌ
حسنٌ صَحيحٌ .
وفي رواية غيرِ التِّرْمِذيِّ : « احفظَ اللَّهَ تَجِدْهُ أَمَامَكَ ،
تَعَرَّفْ إِلَى اللَّهِ في الرَّخَاءِ يعرِفْكَ في الشِّدةِ ، واعْلَمْ أَنّ مَا
أَخْطَأَكَ لَمْ يَكُنْ لِيُصيبَك ، وَمَا أَصَابَكَ لمْ يَكُن لِيُخْطِئَكَ
واعْلَمْ أنّ النَّصْرَ مَعَ الصَّبْرِ ، وأَنَّ الْفَرَجَ مَعَ الْكَرْب ، وأَنَّ
مَعَ الْعُسرِ يُسْراً » .
63. Abdullah İbni Abbas radıyallahu
anhümâ’dan nakledildiğine göre şöyle demiştir:
Bir
gün Hz. Peygamber’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
“Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın
buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her
işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste.
Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana
fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı
temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak
Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi
yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan
sonra takdirde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.) Tirmizî, Kıyâmet 59
Tirmizî
dışında bir rivayette de (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 307) şöyle
buyurulmaktadır: “Allah’ın emir ve yasaklarını gözet, O’nu önünde
bulursun. Bolluk içindeyken
(emirlerine bağlı kalmakla) sen Allah’ı tanı ki O da darlığa düşünce (kurtarmak
suretiyle) seni tanısın. Bil ki senin hakkında yazılmamış olan şey başına
gelmez. Sana takdir edilen de seni atlayıp (başkalarına) gitmez. Bil ki zafer
sabırla, sevinç üzüntüyle, kolaylık da zorlukla birliktedir.”
Açıklamalar
Hz.
Peygamber, zaman zaman sahâbî çocuklarını terkisine bindirirdi. Hadisimiz, on
yaşlarındaki Abdullah İbni Abbas’ın da Hz. Peygamber’in bu tür iltifatlarına
mazhar olduğunu ve ayrıca iman ve ahlâk esaslarını ondan öğrenme şansına
kavuştuğunu göstermektedir. Hadis, “Allah’ın buyruklarını gözet ki,
Allah da seni gözetip korusun!” tavsiyesinden ötürü buraya alınmıştır.
Zira bu beyân, “Onu görüyormuşcasına Allah’a kulluk etmek” diye
tarif edilen ihsân ve ilâhî denetimin bir başka şekilde dile
getirilmesidir.
Hadisteki
kaideler Allah, kader ve öteki insanlardan gelecek fayda-zarar konularına
açıklık getirmekte, takdir edilenden başkasının kişiye ulaşmayacağını,
ulaştırılamayacağını, açık-seçik anlatmaktadır. Neticede mü’min için
gözetilecek asıl noktanın, sadece Allah’ın emir ve yasakları olduğu belirtilmiş
olmaktadır. Hadis, kaderde olmayanın başa gelmeyeceği güvencesini
vermektedir. Kaderin ise, çoktan tesbit edildiğini, artık onda bir
düzeltme ya da değiştirmenin kesinlikle olmayacağını bildirmektedir. O halde
mü’minlerin yersiz kuşkulara kapılmalarına gerek yoktur. Onlar inançları
doğrultusunda yaşamaya bakmalıdırlar.
Kulun
bütün himmet ve dikkatini Allah’a çevirmesi gereği herhalde ancak bu kadar
güzel ve güçlü ifade edilebilirdi. Biz bu hadise sünnetu’llah’a ait
bazı esasların tebliği ve ta’limi de diyebiliriz.
el-Mukadder lâ yuğayyer (takdir olunan değişmez), nasîbuke
yusîbuke (nasibin seni bulur), “alın yazımmış” gibi sözler,
sorumluluğu kadere yükleyip sorumsuzluğa kapı açacak şekilde değil, mü’mini
hayatta kendi değer ölçüleri çerçevesinde sürekli bir güven ve faaliyet içinde
tutacak biçimde anlaşılıp yorumlanmalıdır. Yani tam teslimiyet içinde tam
faaliyet... Galiba ilk müslüman nesillerin en belirgin vasıfları da bu idi…
Başarı bu çizgide yürümektedir.
Bir
konuda şartların tamamen lehte veya aleyhte gözükmesi, takdirin önüne geçecek
değildir. Bir başka deyişle görünür şartlar herkes için aynı sonuçları
doğurmaz. Bunun tabii neticesi de, herkesin karşılaştığı sonuca razı olması
isyan psikolojisi ve davranışı göstermemesidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah’ın ilminde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.
2.
Hadisimiz murâkabe, Allah’ın emirlerine riayet, tevekkül ve kulların Allah’a
olan ihtiyaçları gibi pek önemli konulara ışık tutmaktadır.
64- الرَّابعُ : عنْ أَنَس رضي اللَّهُ عنه
قالَ : « إِنَّكُمْ لَتَعْملُونَ أَعْمَالاً هِيَ
أَدقُّ في أَعْيُنِكُمْ مِنَ الشَّعَرِ ، كُنَّا نَعْدُّهَا عَلَى عَهْدِ رسولِ
اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم مِنَ الْمُوِبقاتِ » رواه البخاري . وقال : « الْمُوبِقَاتُ » الْمُهْلِكَاتُ .
64. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle
dedi:
“Siz
kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki, biz onları,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında helâk edici
büyük hatalardan sayardık.” Buhârî, Rikak 32
Açıklamalar
Hepimizin
bildiği bir gerçektir ki, her insanın dikkatli, daha dikkatli olduğu zamanları
bulunduğu gibi, önemli şeyleri bile pek kâle almadığı anları da olur. Ümmetler,
milletler de böyledir. Bazı nesiller çok daha titiz ve dikkatli, bazıları da
rahat hatta kayıtsız olabilirler. Tabiatıyla bu durum, bazı zararların
önemsenmemesi gibi, neticede tehlikeli olabilecek gelişmelere de yol açabilir.
İşte hadisimiz, Enes İbni Mâlik hazretlerinin kanaatine göre, tâbiîn neslinin
gözünde pek küçük görülen bazı fiillerin Resûlullah zamanında sahâbîler
tarafından helâk vesilesi kabul edildiğini, bu ilk iki nesil arasında bazı
konularda bu derece yaklaşım ve değerlendirme farkı olduğunu
delillendirmektedir. Tabii bu, genel bir gözlemdir. Örnek verilmemiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Ashâb-ı kirâm, Allah’a karşı duydukları derin saygıdan dolayı, küçük günahları
bile helâk sebebi sayarlardı. Çünkü onlar hatanın küçüklüğünü değil, emrine
karşı gelinen Allah’ın büyüklüğünü dikkate alırlardı.
2.
Aslında “büyük” olmasına rağmen, zamanla insanlar tarafından önemsenmeyen, “küçük” görülen bazı fiiller olabilir. Bu hal “…Onu önemsiz bir iş
sanıyorsunuz. Oysa o, Allah katında büyük (bir günah) tır…” [Nûr
sûresi (24), 15] âyetinde de açıklanmış bir gerçektir.
3.
Kendini kontrol etme melekesi gelişmiş müslümanlar, hataları değerlendirmede
daha titiz ve daha derin bir anlayış sahibidirler.
4.
Günahları küçümsemek, Allah saygısının azlığına delildir.
65- الْخَامِس : عَنْ أبي هريْرَةَ ، رضي
اللَّه عنه ، عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى يَغَارُ ، وَغَيْرَةُ
اللَّهِ تَعَالَى ، أنْ يَأْتِيَ الْمَرْءُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ » متفقٌ عليه . و « الْغَيْرةُ » بفتح الغين : وَأَصلهَا الأَنَفَةُ .
65. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
Allah Teâlâ kıskanır. Allah’ın kıskanması, haram
kıldığı şeyi kulun işlemesindendir.
Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36. Ayrıca bk.
Tirmizî, Radâ 4
Açıklamalar
Kıskançlık
anlamına gelen “gayret” kelimesi, Allah’a nisbet edilince, “kullarına merhamet
etmesi ve saadetlerini dilemesi” anlaşılır. Nitekim Müslim’in rivayet ettiği
bir başka hadiste bu durum şöylece açıklanmıştır:
“Allah’tan daha kıskanç kimse yoktur. Bundan dolayı
kötülüklerin açığını da kapalısını da haram kılmıştır…” (Müslim, Tevbe 33). Nelerden
razı olduğunu ve hangi fiil ve sözlerden razı olmadığını önceden bildirmiş
olması O’nun, kullarının saadetlerini dilemesinin, azab çekmelerini
istememesinin sonucudur. Herhangi bir haksızlık ya da fenalık görülünce,
“gayretullah’a (veya gayret-i ilâhiyeye) dokunur” denilmesi de bu mânadadır.
Kıskançlık,
daha çok karı-koca arasında her birinin yekdiğerini başkalarına kaptırmaktan
sakınması, bunun için tedirginlik duyması, tepki göstermesi demektir. Aslında
bu duygu ve davranışların temelinde de eşlerin birbirlerine karşı duydukları
sevgi vardır.
Birbirlerini
koruma isteği vardır. Ancak eşler bu duygularını, ters bir durumla
karşılaştıklarında ortaya koyarlar. Allah Teâlâ ise, kullarını kötülüklerden
korumak için emir ve yasaklarını önceden bildirmiştir. Âni tepki şeklindeki bir
gayret ve kıskançlık Allah hakkında düşünülemez. Allah Teâlâ koyduğu sınırlara
uyulmaması halinde gazab edeceğini de (gayretinin sonucu olarak) yine önceden
bildirmiştir.
Kaydedildiğine
göre Sa’d İbni Ubâde radıyallahu anh bir gün Resûlullah’ın
huzurunda:
-
“Eğer karımın yanında yabancı bir erkek görecek olsam onu, kılıcımın keskin
tarafıyla doğrarım” demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, çevresindekilere:
- “Sa’d’ın bu gayret ve hamiyetine şaşmayın! Çünkü ben
Sa’d’dan daha kıskancım. Allah Teâlâ da benden daha kıskançtır” buyurmuştur. Bir yasağın
çiğnenmesine karşı Hz. Peygamber ve Allah Teâlâ’nın tepkisi, elbette eşlerin
birbirlerini kıskanmalarından çok daha ileridir (bk. Buhârî, Nikâh 36). Allah
ve Resûlü, mü’minlerin haramlara düşmesini asla arzu etmezler.
Hadîs-i
şerîf 1810 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ koyduğu sınırları, mü’minleri korumak için koymuştur. Bu sebeple de
sınırların çiğnenmesine razı değildir.
2.
Haramları işlemek, Allah’ın gazabına uğramaya sebeptir.
3.
Murâkabe bilincinin canlı tutulması, müslümanı haramları işlemekten ve sonuçta
ceza görmekten alıkor.
66- السَّادِسُ : عَنْ أبي هُريْرَةَ رضي
اللَّه عنه أَنَّهُ سمِع النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُولُ : « إِنَّ ثَلاَثَةً مِنْ بَنِي إِسْرائيلَ :
أَبْرَصَ ، وأَقْرَعَ ، وأَعْمَى ، أَرَادَ اللَّهُ أَنْ يَبْتَليَهُمْ فَبَعث
إِلَيْهِمْ مَلَكاً ، فأَتَى الأَبْرَصَ فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ أَحبُّ إِلَيْكَ ؟
قَالَ : لَوْنٌ حسنٌ، وَجِلْدٌ حَسَنٌ ، ويُذْهَبُ عنِّي الَّذي قَدْ قَذَرنِي
النَّاسُ ، فَمَسَحهُ فذَهَب عنهُ قذرهُ وَأُعْطِيَ لَوْناً حَسناً . قَالَ :
فَأَيُّ الْمالِ أَحَبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : الإِبلُ أَوْ
قَالَ الْبَقَرُ شَكَّ الرَّاوِي
فأُعْطِيَ نَاقَةً عُشرَاءَ ، فَقَالَ : بارَك اللَّهُ
لَكَ فِيها .
فأَتَى الأَقْرعَ فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ
أَحب إِلَيْكَ ؟ قال : شَعْرٌ حسنٌ ، ويذْهبُ عنِّي هَذَا الَّذي قَذِرَني
النَّاسُ ، فَمسحهُ عنْهُ . أُعْطِيَ شَعراً حسناً . قال فَأَيُّ الْمَالِ .
أَحبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : الْبَقرُ ، فأُعِطيَ بقرةً حامِلاً ، وقَالَ : بَارَكَ
اللَّهُ لَكَ فِيهَا .
فَأَتَى الأَعْمَى فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ
أَحَبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : أَنْ يرُدَّ اللَّهُ إِلَيَّ بَصَري فَأُبْصِرَ النَّاسَ
فَمَسَحَهُ فَرَدَّ اللَّهُ إِلَيْهِ بصَرَهُ . قال : فَأَيُّ الْمَالِ أَحَبُّ
إِليْكَ ؟ قال : الْغنمُ فَأُعْطِيَ شَاةً والِداً فَأَنْتجَ هذَانِ وَولَّدَ هَذا
، فكَانَ لِهَذَا وَادٍ مِنَ الإِبِلِ ، ولَهَذَا وَادٍ مِنَ الْبَقَرِ ،
وَلَهَذَا وَادٍ مِنَ الْغَنَم .
ثُمَّ إِنَّهُ أتَى الأْبرص في صورَتِهِ
وَهَيْئتِهِ ، فَقَالَ : رَجُلٌ مِسْكينٌ قدِ انقَطعتْ بِيَ الْحِبَالُ في سَفَرِي
، فَلا بَلاغَ لِيَ الْيَوْمَ إِلاَّ باللَّهِ ثُمَّ بِكَ ، أَسْأَلُكَ بِالَّذي
أَعْطَاكَ اللَّوْنَ الْحَسَنَ ، والْجِلْدَ الْحَسَنَ ، والْمَالَ ، بَعيِراً
أَتبلَّغُ بِهِ في سفَرِي ، فقالَ : الحقُوقُ كَثِيرةٌ . فقال : كَأَنِّي
أَعْرفُكُ أَلَمْ تَكُنْ أَبْرصَ يَقْذُرُكَ النَّاسُ ، فَقيراً ، فَأَعْطَاكَ
اللَّهُ ، فقالَ : إِنَّما وَرثْتُ هَذا المالَ كَابراً عَنْ كابِرٍ ، فقالَ :
إِنْ كُنْتَ كَاذِباً فَصَيَّركَ اللَّهُ إِلى مَا كُنْتَ .
وأَتَى الأَقْرَع في صورتهِ وهيئَتِهِ ،
فَقَالَ لَهُ مِـثْلَ ما قَالَ لهذَا ، وَرَدَّ عَلَيْه مِثْلَ مَاردَّ هَذَّا ،
فَقَالَ : إِنْ كُنْتَ كَاذِباً فَصَيّرَكَ اللهُ إِليَ مَاكُنْتَ .
وأَتَى الأَعْمَى في صُورتِهِ وهَيْئَتِهِ ،
فقالَ : رَجُلٌ مِسْكينٌ وابْنُ سَبِيلٍ انْقَطَعَتْ بِيَ الْحِبَالُ في سَفَرِي ،
فَلا بَلاغَ لِيَ اليَوْمَ إِلاَّ بِاللَّهِ ثُمَّ بِكَ ، أَسْأَلُكَ بالَّذي
رَدَّ عَلَيْكَ بصرَكَ شَاةً أَتَبَلَّغُ بِهَا في سَفَرِي ؟ فقالَ : قَدْ كُنْتُ
أَعْمَى فَرَدَّ اللَّهُ إِلَيَّ بَصري ، فَخُذْ مَا شِئْتَ وَدعْ مَا شِئْتَ
فَوَاللَّهِ ما أَجْهَدُكَ الْيَوْمَ بِشْيءٍ أَخَذْتَهُ للَّهِ عزَّ وجلَّ .
فقالَ : أَمْسِكْ مالَكَ فَإِنَّمَا ابْتُلِيتُمْ فَقَدْ رضيَ اللَّهُ عنك ،
وَسَخَطَ عَلَى صَاحِبَيْكَ » متفقٌ عليه .
« وَالنَّاقةُ الْعُشَرَاءُ » بِضم العينِ وبالمدِّ : هِيَ الحامِلُ
. قولُهُ : « أَنْتجَ » وفي روايةٍ : «فَنَتَجَ » معْنَاهُ : تَوَلَّى نِتَاجَهَا ،
والنَّاتجُ للنَّاقةِ كالْقَابِلَةِ لَلْمَرْأَةِ . وقولُهُ: « ولَّدَ هَذا » هُوَ بِتشْدِيدِ اللام : أَيْ :
تَولَّى وِلادَتهَا ، وهُوَ بمَعْنَى نَتَجَ في النَّاقَةِ . فالمْوَلِّدُ ،
والناتجُ ، والقَابِلَةُ بمَعْنى ، لَكِنْ هَذا للْحَيَوانِ وذاكَ لِغَيْرِهِ .
وقولُهُ : « انْقَطَعَتْ بِي الحِبالُ » هُوَ بالحاءِ المهملة والباءِ الموحدة
: أَي الأَسْبَاب . وقولُه : « لا أَجهَدُكَ » معناهُ : لا أَشَقُّ عليْك في رَدِّ
شَيْءٍ تَأْخُذُهُ أَوْ تَطْلُبُهُ مِنْ مَالِي . وفي رواية البخاري : « لا أَحْمَدُكَ » بالحاءِ المهملة والميمِ ، ومعناهُ :
لا أَحْمَدُكَ بِتَرْك شَيْءٍ تَحتاجُ إِلَيْهِ ، كما قالُوا : لَيْسَ عَلَى طُولِ
الحياةِ نَدَمٌ أَيْ عَلَى فَوَاتِ طُولِهَا .
66. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre kendisi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle
buyurduğunu işitmiştir:
“İsrâil
oğulları arasında biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör üç kişi vardı.
Allah Teâlâ onları sınamak istedi ve kendilerine bir melek gönderdi.
Melek
ala tenliye geldi:
-
En çok istediğin şey nedir? dedi. Ala tenli:
-
Güzel (bir) renk, güzel (bir) ten ve insanların iğrendiği şu halin benden
giderilmesi, dedi. Melek onu sıvazladı ve ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti.
Melek bu defa:
-
En çok sahip olmak istediğin mal nedir? dedi. Adam:
-
Deve (yahut da sığır)dır, dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek:
-
Allah sana bu deveyi bereketli kılsın! diye dua etti.
Sonra
kele gelerek:
-
En çok istediğin şey nedir? dedi. Kel:
-
Güzel (bir) saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi dedi.
Melek onu sıvazladı, kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel (bir) saç
verildi. Melek sordu:
-
En çok sahip olmak istediğin mal nedir? Adam:
-
Sığır… dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek:
-
Allah sana bunu bereketli kılsın! diye dua ettikten sonra körün yanına geldi ve
:
-
En çok istediğin şey nedir? dedi. Kör:
-
Allah’ın gözlerimi iâde etmesini ve insanları görmeyi çok istiyorum, dedi.
Melek (onun gözlerini) sıvazladı. Allah onun gözlerini iâde etti. Bu defa
Melek:
-
En çok sahip olmak istediğin şey nedir? dedi. O da:
-
Koyun… dedi. Bunun üzerine ona döl veren bir gebe koyun verildi.
Deve
ve sığır yavruladı, koyun kuzuladı. Neticede birinin vâdi dolusu develeri,
diğerinin vâdi dolusu sığırı, ötekinin de bir vâdi dolusu koyun sürüsü oldu.
Daha
sonra melek ala tenliye, eski kılığında geldi ve:
-
Fakirim, yoluma devam edecek imkânım yok. Gitmek istediğim yere önce Allah
sonra senin yardımın sâyesinde ulaşabilirim. Rengini ve cildini güzelleştiren
Allah aşkına senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum, dedi.
Adam:
-
Mal verilecek yer çoook, dedi. Melek:
-
Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendikleri, fakirken
Allah’ın zengin ettiği abraş değil misin? dedi. Adam:
-
Bana bu mal atalarımdan miras kaldı, dedi. Melek:
-
Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin, dedi.
Sonra
melek, eski kılığına girip kelin yanına geldi. Ona da abraşa söylediklerini
söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da:
-
Yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin! dedi.
Körün
kılığına girip bu defa da onun yanına gitti ve:
-
Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı. Bugün önce Allah’ın
sonra senin sâyende yoluma devam edebileceğim. Sana gözlerini geri veren Allah
aşkına senden bir koyun istiyorum ki, onunla yoluma devam edebileyim, dedi.
Bunun üzerine (eski) kör:
-
Ben gerçekten kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al, istediğini
bırak. Allah’a yemin ederim ki, bugün alacağın hiçbir şeyde sana zorluk
çıkarmayacağım, dedi. Melek:
-
Malın senin olsun. Bu sizin için bir imtihandı. Allah senden razı oldu, arkadaşlarına
gazap etti, cevabını verdi (ve oradan ayrıldı). Buhârî, Enbiyâ
51; Müslim, Zühd 10
Açıklamalar
Fahr-i
Kâinât Efendimiz’in verdiği bu örnekte, insanoğlunun darlık ve bolluk, felâket
ve saadet, hastalık ve sağlık gibi farklı hal ve zamanlarında nasıl
farklı davranabildiği görülmektedir. Davranışlardaki bu farklılık, her şeyden
önce, murâkabe şuurundan uzaklaşmaktan ileri gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de de bu tutarsız davranışlara işaret buyurulmuştur. Meselâ Lokman
sûresinin 32. âyetinin meali şöyledir:
“Onları, gölgeler salan dağlar gibi dalgalar sardığı
zaman, bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelerek O’na yalvarırlar. Fakat Allah,
onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar (bir çoğu
da inkâr eder); zaten bizim âyetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası
inkâr etmez.”
Hadiste
sözü edilen abraşlık (alatenlilik), kellik ve körlük başkalarınca görülen
hastalıklar olduğu için özellikle eski toplumlarda bu tür hastalar ayıplanır,
kınanır ve hatta toplumdan dışlanırdı. Tabiatıyla böyle bir muamele onlar için
daha da büyük bir felâket olurdu. Bu tür hastalıklardan kurtulmak da hiç
şüphesiz hastalara büyük mutluluk verirdi. Zira onlar hem hastalıktan, hem de
toplumun dışlamasından kurtulmuş olurlardı. Böylece her nimete bir şükür
hesabından bunlara iki şükür gerekirdi.
Hadiste
zikredilen şükür imtihanını ancak üç kişiden birinin kazandığı
görülmektedir. Bu ölçü ve oran belki de insanoğlunun, ilâhî nimetlere karşı
tavrını ortaya koymaktaydı. Yani ilâhî denetim altında yaşadığını her hâl ü
kârda farkedebilenler ancak üçte bir oranındaydı. Nitekim Allah Teâlâ “Şükreden
kullarım gerçekten pek azdır” [Sebe’ sûresi (34), 13] buyurmamış
mıydı?
Hadis
şerhlerinde işin psikolojik tarafına da dikkat çekilmektedir. Şöyle ki, alatenlilik
ve kellik kişinin bünyesi, fizik yapısı, mizacı, tabiatı ile ilgilidir. Yani bu
hastalıkların sebebi, dâhîlidir. Dolayısıyla hastanın psikolojisini de
etkilemektedir. Körlük ise, böyle değildir. Haricî sebeplerle de insan kör
olabilir. Netice itibariyle de insan psikolojisini diğerleri kadar olumsuz
etkilemez. Hadiste de bunun örneği görülmektedir. Ala tenli ve kel, mizaclarına
bağlı olarak huyları da bozulmuş olduğu için kendilerine yapılan ikram ve
iyiliği ve onun sahibi olan Allah’ı unutmuşlar ve imtihanı böylece
kaybetmişlerdir. Kör ise, böylesi kötü bir sonuçtan kendisini kurtarabilmiştir.
Meleğin
bu üç kişiden her birine onların eski hallerine bürünerek gelmesi, onlara eski
durumlarını hatırlatmak, istemedikleri o halleri gözlerinin önüne getirmekle ve
onlara herhangi bir mâzeret ileri sürme imkânı bırakmamak içindir.
Ayrıca
olayda mal ve servetin insanı nasıl azdıracağına da dikkat çekilmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
En kötü huy, nankörlük ve cimriliktir. Çünkü bu huylar insana Allah’ı ve O’nun
nimetlerini unutturur, hatta inkâr ettirir.
2.
Cimrilik ve yalancılık Allah’ın gazabına uğramaya sebeptir.
3.
Doğruluk ve cömertlik güzel huylardır.
4.
İsrailoğullarının başından geçenleri anlatmak câizdir. Özellikle ibret alınacak
olayların eğitim maksadıyla naklinde hiçbir sakınca yoktur.
5.
Eğitim ve irşadda kıssalardan yararlanmak faydalıdır.
6.
Mü’mine doğruluk ve cömertlik yakışır.
7.
Allah’ın verdiği nimetlere söz ve fiil olarak şükürde bulunmak lâzımdır.
Nimetin devamı ve artması buna bağlıdır.
8.
“Ne oldum delisi” olmamak, geçmişi unutmamak gerekir.
67- السَّابِعُ : عَنْ أبي يَعْلَى شَدَّادِ
بْن أَوْسٍ رضي اللَّه عنه عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «الكَيِّس مَنْ دَانَ نَفْسَهُ ، وَعَمِلَ
لِما بَعْدَ الْموْتِ ، وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَه هَواهَا ، وتمَنَّى
عَلَى اللَّهِ الأماني » رواه التِّرْمِذيُّ وقالَ حديثٌ حَسَنٌ
قال التِّرْمذيُّ وَغَيْرُهُ مِنَ الْعُلَمَاءِ : مَعْنَى « دَانَ نَفْسَه » : حَاسَبَهَا .
67. Ebû Ya’lâ Şeddâd İbni Evs radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Akıllı
kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini
duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli
gören) dır”
Tirmizî, Kıyâmet 25. Ayrıca bk. İbni Mace, Zühd 31
Şeddâd İbni Evs
Konuştuğu zaman güzel konuşan ve kızdığı zaman gayzına
hâkim olan Şeddâd, müslüman bir ailenin çocuğudur. Künyesi Ebû Ya’lâ veya Ebû
Abdurrahman’dır. İlim ve hilm yönünden pek üstündü. Âbid, zâhid, yufka yürekli,
temiz kalbli kâmil bir müslümandı.
Hz. Peygamber’den 50 kadar hadis rivayet etmiştir.
Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Hicrî 58. yılda 75 yaşlarındayken
Kudüs’te vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Sonlu
bir dünyada sorumlu ve belli bir ömre sahip olan insanoğlu, dünyayı ve
sonrasını değerlendirirken bazı güç odaklarının tesiri altında kalmıştır.
Bunlar iman, dünya, nefis, öteki insanlar ve şeytandır.
“Nefse hakimiyet” ve “ölüm sonrası için gayret” şeklinde
belirlenmiş olan akıllılık göstergeleri, büyük ölçüde kâmil, yani etkili
bir iman ile alâkalıdır. “Nefse hakimiyet”, aklı hayata egemen
kılmak demektir. “Âhiret” ise, akıllılıkta dikkate alınacak çok önemli ve
temelli bir unsurdur. Davranışlarını âhiretteki sonuçlarını dikkate alarak
ayarlamak gerçek anlamda “akıllı kişi”lerin tavrıdır. “Herkes yarın
için önceden neler gönderdiğine dikkat etsin” [Haşr sûresi (59),
18] âyeti, “ölüm sonrası için denetimli çalışan”ların ne kadar isâbetli ve
akıllı işler yaptıklarını belgelemektedir. Nitekim İmam Tirmizî, bizim “nefsine
hâkim olan” diye tercüme ettiğimiz ifadenin “kıyamette hesaba
çekilmeden önce öz nefsini hesaba çeken kişi” demek olduğuna işâret etmektedir.
Sonra da bunu desteklemek üzere iki görüş nakletmektedir.
Hz.
Ömer demiş ki:
“Hesaba
çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın.
Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve
kolay olacaktır.”
Meymûn
İbni Mihrân’da şöyle der:
“Kul,
yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?” diye ortağını gözetleyip durduğu
gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe asla takvâ sahibi olamaz.”
Sevgili
Peygamberimiz bir başka hadîs-i şerîflerinde:
“İşlerin asıl değeri sonuçlarına göre ölçülür” (Buhârî, Kader 5; Rikâk 33; Tirmizî,
Kader 4) buyurmuştur. İnsanın akıllısı ve hası da âhirette belli olur. Orada,
hayatının hesabını yüz akıyla verebilen kişi, dünyayı iyi yönleriyle âhirete
taşımayı başarmış demektir. Hadisimizdeki “akıllı kişi” tarifine
uymuştur. Başkalarının onun hakkında şöyle veya böyle konuşmalarının hiçbir
kıymeti yoktur.
Âcizliğin
alâmeti olarak hadiste “nefsini hevâ ve heveslerine tâbi kılmak” sonra da
“Allah’tan dileklerde bulunmak” sayılmıştır. His ve hevesleri peşinde ömür
tüketen insanlar, zaman zaman kapıldıkları hesap verme kaygısı sonucu boş
ümitlere ve temennilere kucak açarlar. Kuruntulara kapılırlar. Tabiî bunlar
neticeyi değiştirmez. Nefsine uymuş kişilerin belki de tek çareleri
kuruntularıyla avunmaktır. Şu âyetler ne kadar ciddi uyarıdır:
“Ey insanoğlu, seni yaratıp sonra şekil veren,
düzenleyen, mütenâsib kılan, istediği şekilde terkib eden, çok cömert olan
Rabbine karşı seni aldatan nedir?” [İnfitâr sûresi (82), 6-8].
“Kullarıma benim, bağışlayan, merhamet eden olduğumu,
azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver!” [Hıcr sûresi (15), 49-50].
Allah
Teâlâ’dan dilekte bulunmak dinimizde teşvik edilmiştir. Ancak böylesi bir ümit
için kendine düşeni yapmış olmak da gereklidir. Bakara sûresi’nin 218. âyetinde
Allah’ın rahmetini umut etmek için iman, hicret ve cihad gibi
dinin temel gereklerini yerine getirmiş olmak lâzım geldiği anlatılmaktadır.
Herhangi bir iş yapmadan kuru kuru ümitte ve dilekte bulunmaya “temennî” denilmektedir.
Böylesi kuru bir temenni ile yetinen kişi, elbette kendisinden beklenen
akıllılığı gösterememiş, en ciddi konuda en anlamsız bir davranış sergilemiş
demektir. Böyle bir davranış ise, bir âyet-i kerîmeye göre -Allah korusun- dini
eğlence-oyun yerine koyan kâfirler ile aynı durumu paylaşmak olur. Bu durumda
Allah’ın mağfiretini ummak, bazı cahiller gibi, “Allah beni de affetmeyecekse
kimi affedecek” şeklinde ciddiyetten uzak sözler sarfetmek tam anlamıyla “Allah
ile aldanmak” olur. Nitekim “Allah ile aldanmak, günah işleyip dururken
bağışlanma ummak”tır. (bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II,
136.) Bu durumdakiler şu âyeti hatırlamalıdırlar:
“İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi
helâk etti, ziyâna uğrayanlar olup çıktınız” [Fussılet sûresi (41), 23].
Bir
de unutulmamalıdır ki kuruntu, şeytanın insanları yanıltma
taktiklerindendir [bk. Nisâ sûresi (4), 120].
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Akıllılık ve ileri görüşlülük, davranışlardan belli olur.
2.
Akıllı-akılsız tesbiti ve tarifi, dünya ve âhireti algılama ve değerlendirme,
dünyada iken âhirete hazırlanma durumuna göre yapılır. İddialara veya
temennîlere göre değil.
3.
Allah Teâlâ’nın “gazabını aşkın rahmeti”nden yararlanabilmek için, iman ve İslâm
çerçevesinde kendine düşeni yapma gayreti içinde bulunmak gerekir. Zira, “Allah’ın
rahmeti, iyilik edenlere yakındır” [Â’raf sûresi (7), 56].
4.
Nefsi her zaman denetleyip hesaba çekmek gerekir.
5.
Allah amellere sevap verir, amelsiz temennilere değil.
68- الثَّامِنُ : عَنْ أبي هُرَيْرَةَ رضي
اللَّهُ عنهُ قال : قالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : مِنْ حُسْنِ إِسْلامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ
مَالاَ يَعْنِيهِ » حديثٌ حسنٌ رواهُ التِّرْمذيُّ
وغيرُهُ .
68. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kendisini
(doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terketmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.”
Tirmizî, Zühd 11. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 12
Açıklamalar
Dünyada
lüzumsuz, boş ve faydasız hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ her yarattığını bir
hikmete dayalı ve bir hizmete uygun yaratmıştır. Ancak herşeyin herkes için her
zaman gerekli olması da hiç şüphesiz düşünülemez. İşte hadiste işaret
buyurulan mâlâyânî, “kişinin dinine ve dünyasına faydası olmayan
şey” anlamındadır.
İnsanı
doğrudan ilgilendirmeyen şeylere bu anlamda “lüzumsuz” veya “gereksiz”
denilebilir. Halkımız “üstüne elzem olmayan işe karışma” derken, işte bu mânâyı
dile getirmektedir.
Neyin
mâlâyânî, neyin gerekli olduğunu ayırabilmek için, öncelikle sağlam değer
ölçülerine sahip olmak lâzımdır. Hiç şüphesiz müslümanlar için müslümanlığın
değer ölçüleri esastır. O halde olgun mü’min, müslümanlığın ölçülerine göre
yaşayan ve çevresini bunlara göre değerlendiren kişidir. Mâlâyânînin
terkedilmesi, müslümanın sürekli uyanık olduğunu gösterir. Murâkabe fikri ile
yaşadığını belgeler.
Mâlâyânîyi
terketmek, gerekli olanı icabeden yerde gerektiği ölçüde yerine getirmek
demektir. Toplumda olumsuz gelişmelerin önlenmesi, büyük ölçüde gereksizlerin
terkedilmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebepledir ki, İslâm âlimleri bu hadisi
“medâr-ı İslâm” olan dört hadisten biri kabul ve ilân etmişlerdir.
Gereksizi
terketmek, lüzumluları önem sırasına koyma fikrini de beraberinde getirir.
Böylece müslüman, her konuda en lüzumlu olanı işlemek, en gerekli olanı ortaya
koymak başarısını ve basiretini yani olgunluğunu gösterir. Bu da onun güzel
müslüman olduğunun delili olur.
Mâlâyânî
ile meşgul olmak, lüzumluları ihmal etmeye götürür. Çünkü gerekli-gereksiz
herşeyle meşgul olmak insanı, kolayı tercihe sevkeder. Bütün bunlar ise,
sonuçta müslümanı fuzûlî işlerin adamı durumuna düşürür. Bu bakımdan hadis,
fevkalâde önemli bir tesbit yapmakta, iyi müslüman olabilmek için her şeyden
önce kendisini ilgilendirmeyen fuzûlî işlerle meşgul olmamak gerektiğine dikkat
çekmektedir. Çünkü ömür kısadır ve hızla geçmektedir.
Gerekli-gereksiz
herşeyin harman olduğu günümüzde sadece lüzumlu işlerle meşgul olabilmek, ancak
gerçekten olgun bir iman ile mümkündür.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen söz ve işlerle meşgul olmamak, müslümanın
iyi bir seçim bilincine sahip olduğuna ve imanının olgunluğuna işarettir.
2.
İnsan, dünya ve âhireti için gerekli ve lüzumlu olan işlerle meşgul olmalıdır.
3.
Mâlâyânîyi terk, sürekli ilâhî denetim altında bulunduğu şuurunun bir
sonucudur. Murâkabe’nin en büyük pratik faydası budur.
69- التَّاسعُ : عَنْ عُمَرَ رضي اللَّهُ عنه
عَنِ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « لا يُسْأَلُ الرَّجُلُ فيمَ ضَربَ
امْرَأَتَهُ » رواه أبو داود وغيرُه .
69. Ömer radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kişiye,
hanımını neden dövdüğü sorulmaz!” Ebû Dâvûd, Nikâh 42. Ayrıca bk. İbni Mace, Nikâh 51
Açıklamalar
İmam
Nevevî’nin bu hadisi murâkabe konusunda niçin zikrettiği ilk bakışta
anlaşılamamaktadır. Oysa İslâm’ı bilen bir aile reisinin, hanımını neden
dövdüğünü sormak onun dindarlığı, yani Allah’ın gözetimi altında bulunduğu
şuurundan ve dolayısıyla yetkilerini kullanmakta haddi aştığından şüphe etmek
anlamına gelir. Aile, ilâhî murâkabe şuurunun en çok işleyeceği kurumdur. Zira
ailenin mahremiyeti vardır. O sebeple teftişe müsait değildir. Olay,
açıklanması utanç verici veya çok özel bir sebebe bağlı olabilir. Bu
mahremiyeti ifade için “Kol kırılır yen içinde kalır”, “Kirli çamaşırlar
sokakta yıkanmaz” denilmiştir. Karı-koca arasındaki ilişkiler, onlara
bırakılmıştır. Kendileri açmadıkça başkaları aile sırlarını öğrenemezler.
Halkımız ne güzel söylemiş: “Karı-koca dövüşmüş, aklı olmayan karışmış.!”
Hadiste,
kocanın karısını dövmekten mutlak mânada sorumlu olmayacağı söylenmiyor.
“Uhrevî sorumluluğu da yoktur” denilmiyor. İslâm şeriatının müsaade ettiği hal,
şekil ve şartlarda olması halinde dövme işi sorumluluk getirmez. Aksi ise, tam
bir sorumluluktur.
Mısırlı
âlim Muhammed Gazzalî gibi bu hadise sırf “hukûkî açıdan” yaklaşarak, onu kadın
haklarına aykırı görüp tenkid etmeye kalkanlar, işi yeterince düşünüp
değerlendirmeyenlerdir. Nevevî gibi “ahlâkî açıdan” ve “aile mahremiyeti”
noktasından yaklaşılması gerekir. Mesele hukûkî bir zemine kaydırıldığı
takdirde elbette kimin haklı kimin haksız olduğu adlî mercilerce araştırılacak
ve koca da sorgulanacaktır.
Tekrar
edelim ki, “sorulmama” keyfiyeti, hâkim ya da kâdıya gelmemiş olaylar için
geçerlidir. Yetkili makamlara ulaştırılan bir dövme olayı varsa, elbette
haklının ortaya çıkması için o soruşturulacak ve araştırılacaktır.
(M.
Akif Ersoy, Safahat’ında “Köse İmam” başlıklı manzumesini bu
hadîs-i şerîfin yorumuna yardımcı olacak bir olayla başlatır. Merak edenler o
manzumeyi okuyabilirler.)
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Terbiye etmek için -gerektiğinde- koca hanımını dövebilir. Bu bir ruhsattır.
2.
Aile içi ilişkiler, eşlerin dindarlığına ve özellikle murâkabe şuuruna
bırakılmıştır.
3.
Aile mahremiyeti sonuna kadar korunmalıdır.
6- باب التقوى
TAKVÂ
Âyetler
قال اللَّه تعالى : { يَا
أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ
إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ } .
1. “Ey inananlar, Allah’tan ona yaraşır şekilde korkun (gücünüz yettiğince) saygılı
olun (emirlerinin dışına çıkmaktan) sakının.” Âl-i
İmrân sûresi (3), 102
Takvâ
korunmak, sakınmak, kaygılı ve saygılı olmak demektir. Taşlı dikenli bir yolda
yürüyen kişi nasıl son derece dikkatli olursa, insan da hayatta aynen o endişe,
sakınma ve korunma dikkati içinde olmalıdır. Sözünü ettiğimiz bu dikkat, Allah
Teâlâ’nın koyduğu sınırlara karşı dikkattir. Âyet-i kerîme mü’minlere hitâben
bu konuda “son derece uyanık ve dikkatli” olmalarını
istemektedir.
Demek
ki takvâ, imanlı kişilere daha çok yakışmakta ve daha çok onlardan
beklenmektedir. Bu âyetteki “gerektiği şekilde” kaydı takvânın
en üst seviyesini göstermektedir. Ondan ne kastedildiği, nasıl olacağı ise,
aşağıdaki âyetle açıklanmaktadır.
وقال تعالى (التغابن 16):
{ اتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ } . وهذه الآية مبينة للمراد من الأولى.
2. “Allah’tan gücünüz
yettiğince korkun, sakının!” Teğâbün sûresi (64), 16
İslâm’da
emirlerin yerine getirilme ölçüsü, mükellefin gücü ve tâkatidir. Kitap ve
Sünnet’te ona istitâat denilmektedir. Dinimizde “güç
yetirilemeyecek bir mükellefiyet” (teklîf-i mâ lâ yutak) yoktur. “Hakkıyla,
nasıl gerekiyorsa öyle, gerektiği şekilde” takvâ emrinin burada “gücünüz
yettiği ölçüde” demek olduğunu anlıyoruz.
Bu
temel esasa dayanarak yaşanacak takvâ gerçeğinin, müslümanın
hayatındaki en önemli görüntüsünün nasıl olması lâzım geldiğini de şu âyette
bulmaktayız:
وقال اللَّه تعالى: { يَا
أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا } . والآيات في الأمر بالتقوى كثيرة معروفة.
3. “Ey iman edenler, Allah’a karşı saygılı olun ve
doğru konuşun.” Ahzâb sûresi (33), 70
Takvâ,
en belirgin ve yoğun şekilde doğru sözlülükte görülür. Aynı şekilde kul yalan
söyleyerek Allah’a karşı göstermesi gereken saygı (takvâ) çizgisinden kolayca
sapabilir. Bu sebeple bir çok tezâhüründen sadece “dil hâkimiyeti”ne işaret
eden âyet-i kerîme işin en kritik noktasına dikkat çekmiş olmaktadır.
“Allah
korkusu” veya “Allah saygısı” diye anladığımız takvânın müslümana
sağlayacağı faydaları ise, şu âyetten öğrenmekteyiz:
وقال تعالى: { وَمَن يَتَّقِ
اللَّهَ يَجْعَل لَّهُمَخْرَجًا [2] وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا
يَحْتَسِبُ } .
4. “Kim Allah’a karşı saygılı davranırsa, Allah ona
bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterir, hiç beklemediği yerden onu rızıklandırır.” Talak sûresi (85), 2-3
Günlük
hayatta karşı karşıya gelinecek sıkıntılardan, sosyolojik ve ekonomik
meselelerden kurtulmakta, Allah saygısı asıl unsurdur. Önemli olan Allah’ın
koyduğu sınırlara bağlı kalarak O’na saygıda kusur etmemektir. Aklın ve
toplumun gösterge ve ölçülerine sığmayacak tecellilerin daima olabileceğini
hesaba katmak ve dürüstlükten ayrılmamak gerekmektedir. Demek ki aşılamaz
ve halledilemez gibi gözüken problemler karşısında mü’minin en güçlü silahı
“takvâ”dır. Ötesi Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
وقال تعالى: { يِا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ
عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ
الْعَظِيمِ } . والآيات في الباب كثيرة معلومة.
5. “Eğer Allah’a karşı
saygılı olur ve sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış
verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lutuf sahibidir.” Enfâl sûresi (8), 29
Her
konuda ihânetten sakınan ve takvâ üzere hareketi yeğleyen mü’minlere Allah
Teâlâ, iyiyi kötüden ayırt edecek bir kâbiliyet ve anlayış verir. Bu yetenek
onları en zor ve hatta olumsuz şartlarda bile bir çıkış yolu bulma imkânına
kavuşturur. Çünkü âyette geçen furkân kelimesi “farkettirici”
ve “sabah” anlamına gelir. Allah takvâ sahibini gece karanlığında parlayan
fecr-i sâdık gibi bir aydınlık görüşe sahip kılar. Ayrıca insanın ufkunu
karartan günahlarını örter, ayıplarını kimseye göstermez ve tümüyle bağışlar.
Bütün
bunlar takvânın güzel sonuçlarındandır.
Hadisler
70- فَالأَوَّلُ : عَنْ أبي هُرَيْرَةَ رضي
اللَّهُ عنه قال : قِيلَ : يا رسولَ اللَّهِ مَن
أَكْرَمُ النَّاسِ ؟ قال : « أَتْقَاهُمْ » فقَالُوا : لَيْسَ عَنْ هَذا نَسْأَلُكَ ، قَالَ : « فيُوسُفُ نَبِيُّ اللَّهِ ابن
نَبِيِّ اللَّهِ ابن نَبيِّ اللَّهِ ابنِ خَلِيلِ اللَّهِ » . قَالُوا : لَيْسَ عن هَذَا نَسْأَلُكَ
، قال : فعَنْ مَعَادِنِ الْعَرَب تسْأَلُونِي
؟ خِيَارُهُمْ في الْجاهِليَّةِ خِيَارُهُمْ في الإِسلامِ إذَا فَقُهُوا » متفقٌ عليه .
و « فَقُهُوا » بِضَمِّ الْقَافِ عَلَى الْمَشْهورِ ، وحُكِي كسْرُهَا . أَي : عَلِمُوا
أَحْكَامَ الشَّرْعِ .
70. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle
dedi:
Bazı
insanlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
-
Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en hayırlısı, şereflisi kimdir? dediler.
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Allah’tan
en çok korkanlarıdır” buyurdu.
-
Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunu sormuyoruz, dediler.
- “O
halde, Allah’ın halîli (İbrâhim)’in oğlu, Allah’ın nebîsi (İshak)’ın oğlu,
Allah’ın nebîsi (Yakub)’un oğlu, Allah’ın nebîsi Yusuf’tur” buyurdu.
-
Ey Allah’ın Resûlü, biz bunu da sormuyoruz, dediler.
- “O
halde siz benden Arap kabilelerini soruyorsunuz. (Bilin ki) Câhiliye döneminde
hayırlı (şerefli) olanlar, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet
devrinde de hayırlıdırlar” buyurdu. Buhârî, Enbiyâ 8, 14, 19,
Menâkıb 1, Tefsîru sûre (12), 2; Müslim, Fezâil 168
Açıklamalar
Kerem, bol iyilik, çok hayr ve şeref demektir. İnsanların en
şereflisi, en hayırlısı veya en değerlisi kendisine sorulunca Hz. Peygamber ilk
ve en önemli ölçü olarak takvâ’yı göstermiş ve “Allah’tan en çok
korkanlardır” buyurmuştur. Bu cevabıyla Hz. Peygamber “Sizin
en üstün olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır” [Hucurât sûresi
(49), 13] âyetini hatırlatmıştır. Hz. Peygamber soruyu genel olarak “insanlar” çerçevesi
içinde değerlendirmiş ve bu umumî prensibi hatırlatan cevabı vermiştir.
Ayrıca
bu cevap “amel” cihetinden “en hayırlı” kişiyi
tanıtmaktadır. Aslında, hadisin burada bizi ilgilendiren tarafı da
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu cevabıdır. Zira takvâ, bu
noktadan yegâne “üstünlük” ölçüsü olarak tanıtılmaktadır.
Pek
muhtemeldir ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz,
kendisine soru yöneltenlerin neyi sormak istediklerini anlamış olmasına rağmen,
onlara asıl üzerinde durulması gerekli olan meseleyi öğretmek maksadıyla bu
cevabı vermiştir. İkinci olarak da “şeref” yönünden insanların
en hayırlısı, en üstünü akla gelebilir. Hz. Peygamber bu noktada da büyük
dedesinden itibaren hep peygamber olan ve Kur’an’da mâcerâsı “en güzel
kıssa” olarak nitelendirilen Hz. Yusuf’u örnek göstermiştir.
Buhârî’deki bir rivayette Hz. Yusuf için “Kerîm oğlu, Kerîm oğlu, Kerîm oğlu,
Kerîm” (bk. Buhârî, Enbiyâ 18) nitelemesi bulunmaktadır. Bu niteleme, buradaki
cevaba daha uygun düşmektedir.
Ancak
sual soranlar, bu mânada “en üstün” olanı kastetmediklerini söyleyince, bu defa
Hz. Peygamber “Ha siz, Arap kabilelerinin ana kollarından hangisinin
hayırlı ve üstün olduğunu soruyorsunuz öyle mi? O halde eski dönemde üstün
görülenler, eğer İslâm esaslarını tam anlamıyla anlar ve yaşarlarsa,
İslâmiyette de hayırlıdırlar” buyurmuştur. Bu cevabıyla
Efendimiz, Câhiliye devrinde üstünlüğün soy-sop ve ecdâdın şerefine
nisbetle olsa bile, İslâmda fazilet, hikmet, ilim ve dindarlık yönünden
değerlendirildiğini ortaya koymuştur. Ayrıca soy üstünlüğüne “takvâ”
eklenirse, ancak bir anlam ifade edeceğini anlatmıştır. Aslında her üç cevap da
“takvâ” ağırlıklıdır. Hz. Yusuf’un başından geçenler, özellikle
Züleyhâ’ya karşı davranışlarının takvâya dayandığı, İslâm’ı iyi belleyen,
öğrenen ve yaşayanların Allah korkusu ile dopdolu oldukları açıktır.
O
halde Hz. Peygamber birinci cevabında açıkça, sonrakilerde dolaylı olarak
“takvâ”nın yegâne değer ölçüsü olduğunu ifade buyurmuştur.
Hadisin
son kısmı 372 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah korkusu her hayrın başı ve yegâne üstünlük ölçüsüdür.
2.
Hz. Yusuf’un hayatı bir çok yönden en güzel örneklerle doludur.
3.
Takvâ sahiplerinin dünyada şerefi, âhirette derecesi yüksektir.
71- الثَّانِي : عَنْ أبي سَعيدٍ
الْخُدْرِيِّ رضي اللَّه عنه عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إنَّ الدُّنْيا حُلْوَةٌ خضِرَةٌ ،
وإنَّ اللَّهَ مُسْتَخْلِفُكُمْ فِيهَا . فينْظُر كَيْفَ تَعْمَلُونَ . فَاتَّقوا
الدُّنْيَا واتَّقُوا النِّسَاءِ. فَإِنَّ أَوَّلَ فِتْنةِ بَنِي إسْرَائيلَ
كَانَتْ في النسَاء » رواه مسلم.
71. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Dünya
tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve
nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının. Kadınlara
kapılmaktan korunun. Çünkü İsrailoğullarında ilk fitne kadınlar yüzünden
çıkmıştır.”
Müslim, Zikir 99. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 26; İbni
Mâce,Fiten 19
Açıklamalar
Dünya
zevkleri ve nimetleri geçici olmasına rağmen, tatlı ve etkileyicidir. İnsanı bu
yalancı câzibeleriyle, Allah saygısı ve korkusundan uzaklaştırıp
yanıltabilirler. Başlangıçta İslâm ümmetinin elinde olmayan dünya imkânları,
Hz. Peygamber’in haber verdiği şekilde giderek müslümanların eline geçmiştir.
Yani Allah Teâlâ daha önceki sahipleri yerine dünya nimetlerini müslümanlara
vermiştir. Petrol bunun en güzel örneğidir. Ayrıca Ortadoğu tam bir ticaret
trafiği merkezidir. Güneş enerjisinin en yoğun olduğu bölgedir. Diğer yandan
müslümanlar, eskiye nazaran büyük ölçüde dünyalıklara da sahip olmuşlardır. Her
ne kadar müslüman ülkeler, “gelişmekte olan ülkeler”den sayılıyorsa da,
ellerindeki imkânlar fevkalâde büyüktür. Allah onları bu imkânlara vâris
kılmıştır.
Hz.
Peygamber’in, dünyanın câzibesine kapılmaktan korunmayı tavsiye buyurması,
“takvâ”nın gerekli olduğu ilk ve önemli noktayı göstermektedir. Allah korkusu,
dünya imkânlarına karşı kula hâkim olursa, mesele yoktur.
İnsan
dünyaya kapıldı mı, artık nereye kadar gideceğini kestirmek mümkün olmaz. Bu
nimetlerin elden çıkması da onları gerektiği gibi kullanamamakla ilgilidir.
Zira Efendimiz, “Allah nasıl davranacağınıza bakacak” buyurmuş,
bunların imtihan vesilesi olduklarını duyurmuştur.
Hz.
Peygamber ikinci olarak kadınlara karşı da uyanık davranmayı ve “takvâ”ya
yönelik olan tehlikede “kadın”ın önemli bir yeri olduğunu hatırlatmakta, hatta
İsrailoğulları’ndaki ilk fitnenin kadınlar sebebiyle ortaya
çıktığını da örnek göstermekle konuya ait hassâsiyeti iyice vurgulamaktadır.
(Sözü edilen fitne hakkında bilgi için bk. Ali el-Kârî, Mirkât IV,
267-269) “Takvâ”nın belli başlı iki konuda, dünya ve kadınlar konusunda
daha çok gerekli olduğu, bu iki unsurun “takvâ”yı herşeyden çok etkileyeceği
anlaşılmaktadır.
Hadis
460 numarada tekrarlanmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alınmalıdır.
2.
Hanımlara karşı meşrû sınırlar çerçevesinde davranılmalıdır.
3.
Dünyanın çarpıcılığına aldanmamalıdır.
4.
Allah korkusu ve takvâ duygusu, ele geçen nimet ve imkânların devamı için de
gereklidir.
72- الثالثُ : عَنْ ابْنِ مَسْعُودٍ رضي
اللَّه عنه أَنَّ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم كَانَ يَقُولُ : «اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ
الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعفافَ والْغِنَى » رواه مسلم .
72. İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua
ederdi:
“Allahım!
Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.”
Müslim, Zikir 72. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 72; İbni
Mâce, Dua 2
Açıklamalar
Sevgili
Peygamberimiz, Allah Teâlâ’dan istenecek konuları, hadis kitaplarımızın Dua ve
Daavât bölümlerinde yer alan bir çok hadisi ile ortaya koymuş, biz ümmetini bu
konuda da eğitmiştir. Yapacağımız duaları, bu hadisler arasından seçip
ezberlemek en isabetli hareket tarzıdır. Hz. Peygamber’den nakledilen dualar,
dileklerimizde Peygamber Efendimiz’le birleşmemizi sağlayacaktır. Bu
birliktelik çok muhtemeldir ki, “kabul olunmakta” da beraberliği getirecektir.
Hidâyet
rehberi olarak gönderilmiş bulunan Peygamber aleyhisselâm’ın Allah
Teâlâ’dan “hidâyet (doğruluk)” dilemesi, herşeyden önce hidâyet’in
önemini ortaya koymaktadır. Doğru yoldan sapma tehlikesi bulunmayan Hz.
Peygamber, Allah’tan hidâyet dilerse, daima dalâlete düşme
tehlikesiyle başbaşa yaşayan müslümanların daha fazla hidâyet dilemeleri
gerekir. Nitekim Fâtiha sûresi’ndeki “Bizi doğru yola hidâyet
et!” duası bunu göstermektedir.
Hz.
Peygamber’in, hidâyetin hemen peşinden emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak
anlamında takvâ dilemesi, hidâyetin tezâhürünün takvâ olduğunu göstermektedir.
İffet, mübah olmayan şeylerden uzak durmak demektir.
Zenginlik
anlamına gelen gına burada gönül zenginliği mânâsınadır.
İnsanlardan ve ellerindeki imkânlardan müstağni olmak, şerefli bir hayat ve
etkili bir tebliğ hizmeti açılarından son derece önemlidir.
1471
numarada tekrarlanacak olan hadîs-i şerîf, hidâyeti takvâ ile, takvâyı ise
iffet ve gönül zenginliğiyle beslemek ve desteklemek gerektiğine işâret
etmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği yüksek değere sahip meziyetlerdir.
2.
Hayatı daima Allah’a sığınarak ve O’ndan yardım dileyerek yaşamalıdır.
3.
Takvâ, Allah’tan istenecek meziyetlerin başında yer alır.
73- الرَّابعُ : عَنْ أبي طَريفٍ عدِيِّ بْنِ
حاتمٍ الطائِيِّ رضي اللَّه عنه قال : سمعت رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم يقُولُ : « مَنْ حَلَفَ عَلَى يمِين ثُمَّ رَأَى
أتقَى للَّهِ مِنْها فَلْيَأْتِ التَّقْوَى » رواه مسلم .
73. Ebû Tarîf Adî İbni Hâtim et-Tâî radıyallahu
anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken
dinledim demiştir:
“Bir
şeyi yapmak veya yapmamak üzere yemin eden, sonra da (yemininin) zıddını
takvâya daha uygun bulan kimse, (yemininden vazgeçip) takvâya yönelsin!”
Müslim, Eymân 15
Adî İbni Hâtim
Adî, cömertlikte darb-ı mesel olmuş bir babanın
oğludur. Hicrî yedinci yılda Tay kabilesi adına elçi olarak Medine’ye gelmiş,
Resûlullah kendisine büyük hüsn-i kabul göstermiş, hatta oturduğu minderi
Adî’ye ikram etmiştir. Adî’nin cömertliği konusunda da pek çok menkıbe
nakledilmiştir. Adî ve kabilesinin müslümanlığı pek samimi ve çok kuvvetli idi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir çok Arap kabilesi irtidat edip dinden
dönmüş ise de, Adî’nin kabilesinden hiç kimse böyle bir yola girmemiştir.
Kabilesi içinde zekâtını hesap edip Hz. Ebû Bekir’e takdim eden ilk kişi Adî
oldu. Diğerleri de kendisini takip etti.
Adî, Medâyin’in fethinde bulundu. Daha sonraki
olaylarda Hz. Ali tarafında yerini aldı. Cemel olayında gözünü kaybetti.
Hz. Peygamber’den altmış altı hadis rivayet etti.
Rivayetlerinin altısını Buhârî ve Müslim ortaklaşa, üçünü yalnız Buhârî,
ikisini de yalnız Müslim rivayet etmiştir. Uzun ömürlü sahâbîlerden olan Adî
ibni Hâtim, 120 yaşlarında iken hicrî 68 yılında vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
“Vallâhi”,
“Tallâhi” diyerek Allah adına bir şeyi yapmak veya yapmamak üzere yemin etmek,
hemen herkesin zaman zaman yaptığı bir iştir. Yemin, yemin edeni bağlar. Allah
adı anılarak yapılan yeminlere sadâkat göstermek gerekir. Yeminden dönmenin
cezâsı vardır. Ona “yemin kefâreti” denir. 1721 numaralı
hadisin açıklamasında yemin kefâreti konusunda geniş bilgi verilmiştir.
Müslümanın
verdiği sözde durması, yeminine sâdık kalması esastır. Ancak hadîs-i
şerîf’te, takvâ’nın yemine tercih edilmesi gerektiğini ve bunun
bizzat Hz. Peygamber tarafından teşvik edildiğini görmekteyiz. Dinimizde Allah
korkusunun kula hâkim olması daima önde tutulmuştur. Konuya ait
hadislerde, “ettiği yeminin aksini daha hayırlı gören kimse, derhal
o hayırlı olanı işlesin ve yeminini bozduğu için de kefâret versin!” ifadeleri
de yer almaktadır (bk. Müslim, Eymân 7-19). Takvâ ve hayır uğruna, gerekiyorsa,
kefâretten kaçmayıp yemininden dönmenin tavsiye edilmiş olması, müslümandan
beklenen asıl tavrın, her zaman ve her yerde takvâya sahip çıkmak olduğunu
göstermektedir. Bu tavrı, sevgili Peygamberimiz bizzat kendileri de fiilen
ortaya koymuşlardır. Ceyşü’l-usre (zorluk ordusu) diye de anılan Tebük seferi
hazırlıkları sürerken, kendisinden yük devesi isteyen bir kısım müslümana Hz.
Peygamber, “Vallahi size yük devesi veremem” demiş, bir süre
sonra da o kişilere istedikleri develeri vermişti. Bunun üzerine kendisine,
-unutmuş olma ihtimalinden dolayı- ettiği yemin hatırlatılmış, o da; “Bir
şeye yemin eder ve başkasını ondan daha hayırlı görürsem o hayırlı işi yapar,
(kefâret vererek) yeminimi helâl kılarım” buyurmuştur (bk. 1721.
hadis).
1719
ve 1920 numaralarda tekrar edilecek olan hadisimizin kendisinden rivâyet
edildiği Adî İbni Hâtim de aynı şekilde yeminini bozup “daha hayırlı olanı”
yani “takvâ”yı tercih etmiş ve bu davranışına Hz. Peygamber’in bu tavsiyesini
delil göstermiştir.
Nevevî
merhum, yeminle ilgili rivayetler arasından, içinde “takvâ” kelimesi geçen bir
tek bu rivâyeti bulup burada zikretmek suretiyle, hem Riyâzü’s-sâlihîn’deki
konuları delillendirmede nasıl titiz davrandığını ve ince bir dikkat
gösterdiğini isbat etmiş, hem de “daha hayırlı olan” ifadelerinin “takvâ’ya
uygun olan” anlamına geldiğini anlatmak istemiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişi, yemininden dönmeyi daha
hayırlı, yani takvâya daha uygun bulursa, yemininden dönmesi müstehaptır. Tabiî
keffâretini de verecektir.
2.
Yemin keffâreti, yeminden dönüldükten sonra verilir.
3.
Takvâyı iltizam etmekte yemin bile mazeret sayılmamakta olduğuna göre,
müslümana her işinde takvâ üzere olmak yaraşır.
74- الْخَامِسُ : عنْ أبي أُمَامَةَ صُدَيَّ
بْنِ عَجْلانَ الْباهِلِيِّ رضي اللَّهُ عنه قال: سَمِعْتُ رسول اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَخْطُبُ في حَجَّةِ الْودَاع فَقَالَ : « اتَّقُوا اللَّه ، وصَلُّوا
خَمْسكُمْ ، وصُومُوا شَهْرَكمْ ، وأَدُّوا زكَاةَ أَمْوَالِكُمْ ، وَأَطِيعُوا
أُمَرَاءَكُمْ ، تَدْخُلُوا جَنَّةَ رَبِّكُمْ » رواه التِّرْمذيُّ ، في آخر كتابِ
الصلاةِ وقال : حديثٌ حسنٌ صحيح .
74. Ebû
Ümâme Sudayy İbni Aclân el-Bâhilî radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i Vedâ
hutbesi’nde şöyle buyururken dinledim demiştir:
“Allah’tan
korkunuz. Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Mallarınızın
zekâtını veriniz. Yöneticilerinize itaat ediniz! (Bu takdirde doğruca)
Rabbinizin cennetine girersiniz.” Tirmizî, Cum’a 80
Ebû Ümâme Sudayy İbni
Aclân
Ebû Ümâme, künyesiyle meşhur bir sahâbîdir. Önce
Mısır’da sonra da Humus’ta yerleşmiştir. Hz. Peygamber’den 150 hadis rivayet
etmiştir. Hadisleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Kendisinden Şamlılar
rivayette bulunmuşlardır.
Hicrî 81 (veya 86) yılında Humus’ta vefat etmiştir.
Bazılarına göre Şam bölgesinde en son vefat eden sahâbîdir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Müslümanların
tavır ve davranışları ebedî hayat ile sıkı sıkıya alâkalıdır. Bu sebeple
müslümanın her zaman takvâ duygusunun etkisi altında yaşaması gerekir. Takvâ,
öncelikle kulluğun gereği olan ibadetleri yerine getirmek, sonra da yasaklardan
kaçınmakla isbat edilebilir. Kuru kuruya sade bir saygıdan söz etmek kimseye
bir şey kazandırmaz.
Müslüman
cennet yolcusudur. Yani onun en son hedefi cennette ebedi mutluluğu
yakalamaktır. İşte hadisimiz bu mutlu sona ulaşabilmek için yapılması
gerekenleri saymaktadır. Bunlar:
Allah’tan
korkmak,
Beş
vakit namaz kılmak,
Ramazan
orucunu tutmak,
Zekâtı
vermek ve
Yöneticilere
itaat etmektir.
Bu
tâlimâtın sevgili Peygamberimiz tarafından Vedâ hutbesi’nde verilmiş olması,
ayrıca önem arzetmekte ve dikkat çekmektedir. Takvâ, her türlü ibadetin
temelidir. Nitekim Allah Teâlâ zâtını “Takvâ’ya da ehil, mağfirete de
ehil” [bk. Müddessir sûresi (74), 56] olarak tanıtmıştır. Yani azabından
en çok korkulup sakınılacak olan da, mağfiret edecek olan da sadece Allah
Teâlâ’dır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hadiste sayılan amelleri işlemek takvâ gereğidir.
2.
Takvâ, cennet yolu ve cennete giriş şartıdır.
3.
Dünyada doğruluk, âhirette kurtuluş sebebidir.
4.
Allah’a isyanı emretmedikleri sürece, yöneticilere itaat etmek gereklidir.
بَابُ اليقين وَالتوكّل-7
TEREDDÜTSÜZ İMAN
VE ALLAH’A TAM GÜVEN (YAKÎN VE TEVEKKÜL)
Âyetler
قال اللَّه تعالى:{ وَلَمَّا رَأَى
الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ
وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا
وَتَسْلِيمًا } .
1. “Mü’minler Hendek Harbi için toplanıp gelmiş
düşmanı gördükleri zaman, “Allah’ın ve Resûlünün bize va’dettiği işte budur,
Allah ve Resûlü doğru söyledi” dediler. Bu onların iman ve teslimiyetlerini
artırıp (pekiştirdi).” Ahzâb sûresi (33), 22
Hendek
Harbi öncesinde yıkıcı propagandalarla dirençleri kırılmaya çalışılan Medineli
müslümanlar, Kureyş ordusunun geldiğini görünce, Allah’ın ve Resûlü’nün zafer
va’dini hatırlamış, güvenleri artmış ve zaferi gözleriyle görüyormuşcasına
tereddütsüz ve kesin bir teslimiyetle düşmanı karşılamışlardı. Gelen ordu,
müslümanların korkularını değil, imân ve teslimiyetlerini, yakîn ve
tevekküllerini arttırmıştı. Zira Allah Teâlâ:
“Ey mü’minler, yoksa siz, sizden önce yaşamış olan
kavimlerin başına gelenler size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?
Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öylesine sarsıldılar ki,
Peygamber ve onunla birlikte iman edenler en sonunda “Allah’ın yardımı nerde
kaldı?” dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Bilesiniz Allah’ın yardımı çok
yakın!’ (denildi.)” [Bakara sûresi (2),
214] buyurmuştu. Hz. Peygamber de önce zor anlar yaşanacağını ama sonuçta
Arap kabilelerinin dağılıp gideceğini ve zaferin mü’minlerin olacağını önceden
müjdelemişti. Mü’minlerin bu ilâhî ve peygamberî va’adlere olan güveni,
gözleriyle gördükleri düşman ordusundan daha kesindi. O yüzden de aslâ korkmadılar,
sarsılmadılar. Âyet bu gerçeği anlatmakta, candan iman ve Allah’a güvenin,
inananları tehlikeler karşısında nasıl güçlendireceğini göstermektedir.
وقال تعالى{ الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ
النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ
إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ
الْوَكِيلُ [173] فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ
لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُواْ رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ
عَظِيمٍ }
2. “Bazı münâfık kişilerin müslümanlara ‘düşmanlarınız
size hücum için hazırlandılar; aman onlardan sakının!’ demeleri, onların
imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, ne güzel vekildir O!’
dediler. Bunun üzerine onlara hiç bir zarar dokunmadan, Allah’ın nimet ve
ikrâmlarıyla döndüler. Böylece Allah’ın rızâsına tâlip oldular. Allah büyük
kerem sahibidir.”
Âl-i İmrân sûresi (3), 173-174
Rivâyetlere
göre Küçük Bedir Gazvesi demek olan Bedr-i suğrâ’da Ebû Süfyân
komutasındaki müşriklerle karşılaşmaya hazırlanan İslâm askerlerine bazı
münâfıklar, Kureyş ve yandaşlarının büyük bir güç oluşturduklarını söyleyerek
onları caydırmaya çalışmışlardı. Ne var ki bu haber, mü’minlerin Allah’a
güvenlerini ve zafere olan inançlarını iyice pekiştirmiş ve
kuvvetlendirmişti. “Allah bize yeter, düşmanın sayısı önemli
değil!” şeklindeki teslimiyetleri Allah’ın rızâsını her şeyden önde
tutmaları, en küçük bir sıkıntıya düşmeden başarılı olmalarını sağlamıştı. Zira
Allah Teâlâ kendisine güvenenlerin güvenini asla boşa çıkarmaz.
Mü’minlerde
bulunması gerekli olan, inançta tereddütsüzlük ve Allah’a sarsılmaz itimad,
onların en büyük gücü ve başarılarının sırrıdır.
وقال تعالى : { وَتَوَكَّلْ
عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ
عِبَادِهِ خَبِيرًا } .
3. “Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip
sığın!” Furkân
sûresi (25), 58
Güven
ve sığınma duygusunun insana gerçekten güven verebilmesi için sığınılacak
kimsenin fânî olmaması gerekir. Bu duygu hiç ölmeyene, yokluğu düşünülmeyecek
olana yönelik olmalıdır ki, kişiyi güçlü ve diri tutsun. İşte bu âyette Allah
Teâlâ, habîbine ve onun şahsında müslümanlara hitâben kendisini, ölümsüzlüğü ve
sürekli diriliği ile tanıtmaktadır.
وقال تعالى : { وَعلَى اللّهِ
فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ } .
4. “Mü’minler Allah’a güvenip
dayansınlar!” İbrâhim
sûresi (14), 11
Önceki
âyette Hz. Peygamber’e asıl güveneceği yeri gösteren Allah Teâlâ, bu âyette de
mü’minleri sadece kendisine dayanmaya çağırmaktadır. Tevekkül Allah’a
yönelik olursa, bir anlam ifade eder. Aksi halde o, sadece aldanmak demek olur.
İslâm dışında kalmış olan insanlar değişik varlıklara bel bağlayabilirler. Ama
mü’minler sadece Allah’a bel bağlamalıdırlar. Onlara bu yakışır.
وقال تعالى : { فَإِذَا
عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ } . والآيات في الأمر بالتوكل كثيرة
معلومة.
5. “Bir işe azmettiğinde artık Allah’a
güven!” Âl-i
İmrân sûresi (3), 159
Tereddüt,
güvensizlik işareti ve sonucudur. Oysa mü’min, nasıl imanında tereddütsüz olmak
zorunda ise, ön araştırmasını usûlüne uygun olarak yaptığı bir konuda belli bir
şekilde harekete karar verdi mi, ötesini Allah’a bırakmalıdır. Kararsızlık
göstermemelidir. Sonuç, görünürde olumsuz da olsa, hareket kurala uygun
yapılmış olur ve bu başlı başına bir başarıdır. Çünkü mü’mine yakışan, tedbiri
alıp takdire rıza göstermektir. Nitekim bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وقال تعالى : { وَمَن
يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ } : أي كافيه.
6. “Allah’a güvenene,
Allah kâfidir!” Talak
sûresi (65), 3
Allah
Teâlâ, kendisine güveneni başkasına muhtaç etmez. Yardım tevekküle bağlıdır.
Özellikle bir işe karar verdikten sonra gösterilecek teslimiyet ve
tevekküle... “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” âyetinde
ifade edilen tevekküle...
وقال تعالى:{إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ
الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ
آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ} . والآيات في فضل التوكل كثيرة معروفة.
7. “Gerçek mü’minler o kişilerdir ki, Allah anıldığı
zaman yürekleri titrer. Allah’ın âyetleri okunduğunda bu âyetler onların
imanlarını pekiştirir de sadece Rab’lerine güvenip
dayanırlar.”
Enfâl sûresi (8), 2
Yakîn
ve tevekkülün mü’minde meydana getireceği kemâlin iki belirtisi bu âyette açıklanmaktadır:
1.
Sadece “Allah” ismi söylendiği, başkaca hiç bir sıfatından bahsedilmediği zaman
bile “yüreklerin titremesi.”
2.
Allah’ın âyetleri okunduğunda “imanların artması” yani iyice
pekişmesi, Allah’a güven ve itimadın devamı.
Bunlar
imanın kalitesini, yakîn ve tevekkül seviyesini göstermektedir. Âdeta mü’min
ile Allah arasındaki duygusal mesâfe ve iletişimin ölçüsünü ortaya koymaktadır.
Bahis konusu titreme ve imanda pekişme, alınan mesâfenin son derece ileri ve
iyi bir noktada olduğuna işaret sayılmaktadır. Tabiî aksi de o ölçüde uzaklığın
işaretidir. Allah korusun.
Hadisler
75- فَالأوَّلَ : عَن ابْن
عَبَّاسٍ رضي اللَّهُ عنهما قال : قال رسولُ اللَّه صلى اللَّه عليه وآله وسلم
: « عُرضَت عليَّ الأمَمُ ، فَرَأيْت
النَّبِيَّ وَمعَه الرُّهيْطُ والنَّبِيَّ ومَعهُ الرَّجُل وَالرَّجُلانِ ،
وَالنَّبِيَّ وليْسَ مَعهُ أحدٌ إذ رُفِعَ لِى سوادٌ عظيمٌ فظننتُ أَنَّهُمْ
أُمَّتِي ، فَقِيلَ لِى: هذا موسى وقومه ولكن انظر إلى الأفق فإذا سواد عظيم فقيل
لى انظر إلى الأفق الآخر فإذا سواد عظيم فقيل لي : هَذه أُمَّتُكَ ، ومعَهُمْ
سبْعُونَ أَلْفاً يَدْخُلُونَ الْجَنَّة بِغَيْرِ حِسَابٍ ولا عَذَابٍ » ثُمَّ نَهَض فَدَخَلَ منْزِلَهُ ،
فَخَاض النَّاسُ في أُولَئِكَ الَّذينَ يدْخُلُون الْجنَّةَ بِغَيْرِ حسابٍ وَلا
عذابٍ ، فَقَالَ بعْضهُمْ : فَلَعَلَّهُمْ الَّذينَ صَحِبُوا رسول اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، وقَال بعْضهُم : فَلعَلَّهُمْ الَّذينَ وُلِدُوا في
الإسْلامِ ، فَلَمْ يُشْرِكُوا باللَّه شيئاً وذَكَروا
أشْياء فَخرجَ عَلَيْهمْ رسول اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم فَقَالَ : « مَا الَّذي تَخُوضونَ فِيهِ ؟ » فَأخْبَرُوهُ فَقَالَ : « هُمْ الَّذِينَ لا يرقُونَ، وَلا
يَسْتَرْقُونَ ، وَلاَ يَتَطيَّرُون ، وَعَلَى ربِّهمْ يتَوكَّلُونَ » فقَامَ عُكَّاشةُ بنُ مُحْصِن فَقَالَ
: ادْعُ اللَّه أنْ يجْعَلَني مِنْهُمْ ، فَقَالَ : « أنْت مِنْهُمْ » ثُمَّ قَام رَجُلٌ آخَرُ فَقَالَ : ادْعُ
اللَّه أنْ يَجْعَلَنِي مِنْهُمْ فقال : «سَبَقَكَ بِهَا عُكَّاشَةُ » متفقٌ عليه .
« الرُّهَيْطُ بِضمِّ الرَّاء : تَصغيرِ رَهْط ، وهُم
دُونَ عشرةِ أنْفُس . « والأفُقُ » : النَّاحِيةُ والْجانِب . « وعُكاشَةُ » بِضَمِّ الْعيْن وتَشْديد الْكافِ
وَبِتَخْفيفها ، والتَّشْديدُ أفْصحُ .
75. Abdullah İbni Abbas radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“(Geçmiş)
ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç-beş kişilik küçük bir
grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber
gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı.
Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler.
Baktım; (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden
hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.”
(İbni
Abbas diyor ki) Söz buraya gelince Peygamber aleyhisselâm kalkıp
evine gitti. Oradaki sahâbîler bu hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin
kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar: Kimileri, “Bunlar
peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalıdır” derken, kimileri, “Bunlar İslâm
geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır” dediler. Daha başka birçok
görüş ileri sürenler oldu.
Onlar
bu meseleyi tartışırken Peygamber aleyhisselâm çıkageldi.
- “Ne
hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordu.
-
Hesapsız-azabsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz,
dediler.
Bunun
üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa
inanmayan ve Rablerine güvenenlerdir” buyurdu.
Ukkâşe
İbni Mihsan yerinden fırladı ve:
-
Beni de onlardan kılması için Allah’a dua et (Yâ Resûlallah)! dedi.
Peygamber aleyhisselâm da:
- “Sen onlardansın!” buyurdu. Sonra bir başka kişi daha kalktı ve:
-
Beni de onlardan kılması için dua buyur, dedi.
Peygamber aleyhisselâm bu
defa:
- “Fırsatı değerlendirmekte Ukkâşe senden önce
davrandı” buyurdu.
Buhârî, Tıb 1, Rikak 50, Libâs 18; Müslim, Îmân 374.
Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 16
Açıklamalar
Hadisin
Allah’a tam güven (tevekkül) ve tereddetsüz imân (yakîn) ile ilgili kısmı, son
tarafıdır. Baş tarafında Peygamber Efendimiz’in bu anlattıklarını rüyada mı
yoksa Mi’rac’da mı görmüş olduğuna dair bir açıklama bulunmamaktadır. İşin bu
yönü yani nerede, ne zaman ve nasıl gördüğü aslında hiç de önemli değildir.
Efendimiz, “gördüm” veya “bana gösterildi” dedikten sonra, bizim için olayın
kendisi ehemmiyet kazanır.
Ancak
burada çok önemli bir nokta daha vardır. Efendimiz’in “Bana arzolundu,
gösterildi (urizat aleyye)” beyânı, vahiy dışında daha başka yollarla
kendisinin bilgilendirildiğini ortaya koymaktadır. Bu ise,
sünnetin - en azından bir bölümünün- ilâhi menşeli olduğuna
nassî delildir. İfâde ve olay, özellikle günümüzde bu yönüyle son
derece önemlidir.
Peygamberlerin
ümmetten yana nasipleri farklı farklıdır. Kimine bir-iki kişi iman ederken,
kimine de sayılamayacak kadar insan iman etmektedir. Ümmeti en çok olan
Peygamber, Efendimiz’dir. Bu büyük ümmet içinde hesapsız-azabsız doğrudan
cennete girecek bahtiyarlar, yetmiş bin kişidir. İşte bu müjdeli haber,
duyulduğu anda, orada bulunan sahâbîlerin ilgisini çekmiş, Hz. Peygamber’in
yanlarından ayrılmasını fırsat bilerek, bu bahtiyarların kimler olabileceğini
araştırmaya, aralarında konuyu tartışmaya başlamışlar.
Konu
yeterince tartışılıp zihinlerinde tam bir uyanıklık belirince Hz. Peygamber
yanlarına çıkagelmiş ve onların tahminlerinin çok dışında ve ümmetin her
neslini kucaklayan bir açıklamada bulunmuştur:
“Onlar, büyü yapmayanlar, yaptırmayanlar, uğursuzluğa
inanmayanlar ve sadece Rablerine güvenenlerdir!”
Bazı
âyet ve sûreleri ve Hz. Peygamber’den nakledilen duaları okuyarak Allah’a
sığınmak ve ondan şifa dilemek câiz ve meşrûdur. Gayr-i meşrû olan ise,
birtakım tılsımlı ifadelerle hastalık ve şerlerden kurtulmayı düşlemektir. Bu
hareket, Allah inancına ters düşer. Bu sebeple de Allah’a güvensizlik anlamına
gelir.
Hadisin
Müslim’deki bir rivayetinde, “vücutlarını (kızgın demirlerle)
dağlamayanlar (döğme yapmayanlar) ve büyü (efsun) yaptırmayanlar...” ifadesi
yer almaktadır. Gerek dağlama yoluyla yapılan döğmeler, gerekse büyü, kendini
fenalıklardan korumak niyetiyle yapılır. Bu sebeple o işler Allah’a güveni
sarsan anlayış ve uygulamalardır. Gerçek ve olgun mü’minin tavrı değildir.
Hadiste “tetayyür” veya “teşe’üm” diye ifade
buyurulan kuşların uçuşundan “uğursuzluk anlamı çıkarmak” ve ona göre davranmak
da imanın nezâket ve kalitesine sığmamaktadır.
Bu
tür saplantılardan yakasını kurtarmak ve “sadece Allah’a güvenmek”, sonuçta
hesapsız ve azabsız cennete girmektir. Bu tür bir yakîn ve tevekkül, daha
dünyada iken sahibini asılsız kuşku ve korkuların azab ve stresinden kurtarır.
Bu, mü’minin olumsuz his ve anlayışlara karşı özgürlüğünü ilan etmesi, her şeyi
Allah’ın irade ve takdirine havâle etmesi demektir. Yani son derece yüksek bir
seviyedir.
Bu
hadisi, tıbbî tedâvî’nin gereksizliğine delil saymak doğru değildir. Hz.
Peygamber hem bizzat tedâvî olmuş hem de hastalıklardan tedâvî olmayı emir ve
tavsiye buyurmuştur. Burada söz konusu olan, Allah’ın kaza ve kaderinin önüne
geçebileceği inancıyla bazı anlamsız davranışlara başvurulmamasıdır. Allah’a
güveni zedeleyici tavırlardan uzak kalınmasıdır.
Konu
ile doğrudan bir ilgisi olmamakla birlikte, Ukkâşe İbni Mihsan radıyallahu
anh’ın uyanıklığına dikkat edilmelidir. İstek ve temennide zamanlamayı
bilmek, isteğine kavuşmak için birebirdir. Hz. Peygamber’in ikinci kişinin
isteğine cevap vermeyip onu “Fırsatı Ukkâşe değerlendirdi” diye
nazikçe reddetmesi, ardı arkası kesilmeyecek bir istek zincirine fırsat
vermemek içindir.
Bu metod,
eğitim ve öğretimde, fırsatların değerlendirilmesini öğretmekte pek güzel bir
örnektir. Hatib Bağdâdî, bu ikinci zât’ın Sa’d İbni Ubâde radıyallahu
anh olduğunu nakletmektedir. O takdirde bu nakil “Münâfıklardan olduğu
için Hz. Peygamber o şahsa dua etmedi” şeklindeki yorumları geçersiz
kılmaktadır. Şayet bu zât Sa’d İbni Ubâde değil de Sa’d İbni
Umâre ise, bahis konusu yorum doğru olur ve rivayette, hadis usûlü
terimiyle tashîf yapılmış sayılır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber’in ümmeti, önceki peygamberlerin ümmetlerinden daha fazladır.
2.
Hesapsız cennete girecek olan yetmiş bin kişi, Allah’a güveni tam olanlardır.
3.
Büyü yapmak-yaptırmak, uğursuzluğa inanmak, tevekküle aykırı ve yasaktır.
4.
Şer’î bir delil üzerinde münâkaşa yapmak câizdir. Zira ashâb-ı kirâm bu yetmiş
bin kişinin kimler olabileceğini aralarında tartışmışlardır.
5.
Mü’mine uhrevî ve dînî meselelerde gözü açık davranmak yaraşır.
6.
Allah’a güven ve tam i’timat, insanı dünyada birtakım yersiz kuşku ve
duygulardan, yanlış uygulamalardan, âhirette de sorgu-sualden ve azaptan
kurtarır.
76- الثَّانِي : عَنْ ابْن
عبَّاس رضي اللَّه عنهما أيْضاً أَنَّ رسول اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
كانَ يقُولُ : «اللَّهُم لَكَ أسْلَمْتُ وبِكَ آمنْتُ ،
وعليكَ توَكَّلْتُ ، وإلَيكَ أنَبْتُ ، وبِكَ خاصَمْتُ . اللَّهمَّ أعُوذُ
بِعِزَّتِكَ ، لا إلَه إلاَّ أنْتَ أنْ تُضِلَّنِي أنْت الْحيُّ الَّذي لا تمُوتُ
، وَالْجِنُّ وَالإِنْسُ يمُوتُونَ» متفقٌ عليه .
وَهَذا لَفْظُ مُسْلِمٍ
وَاخْتَصرهُ الْبُخَارِيُ .
76. Yine Abdullah İbni Abbas radıyalluha
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle söylemeyi itiyat edinmişti:
“Allah’ım!
Sana teslim oldum, ben sana inandım, sana dayandım. Yüzümü gönlümü sana
çevirdim, senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim.
Allah’ım! Beni saptırmandan yine sana, senin
büyüklüğüne sığınırım, -ki senden başka ilah yoktur-. Ölmeyecek diri yalnız
sensin. Cinler ve insanlar ise, hep ölümlüdürler!”
Müslim,
Zikir 67. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd 1, Tevhîd 7, 8, 24, 35; Müslim, Müsâfirîn
199; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Daavât 29; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 9; İbni
Mâce, İkâmet 180
Açıklamalar
Hemen
bütün hadis kitaplarımızda bazı farklılıklarla da olsa yer alan ve 1483
numarada bir kere daha kısmen tekrar edilecek olan bu hadîs-i şerîf, tevekkül
ve yakînin tanıtım ve yaşanmasında gerekli olan açıklama ve uygulamalara ışık
tutmaktadır.
İslâm,
iman, tevekkül, gözün-gönlün Allah’a çevirilmesi, her türlü başarının Allah
Teâlâ’nın yardımına bağlı olduğu gerçeğini daima dile getiren Hz. Peygamber, bu
ikrarından sonra kendisini şaşırtmamasını ya da bu nimet ve ihsânlarından
mahrûm etmemesini Allah’tan dilemektedir. Bu ifade ve dua tarzıyla Efendimiz;
“Ey
Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma!” [Âl-i
İmrân sûresi (3), 8] âyetini hatırlatmaktadır. Ancak hadisin “tevekkül
ve yakîn” konusunda zikredilmesi, daha çok bu dileğin önünde ve sonunda
yer verilen ifadeler sebebiyledir. Zira Peygamber Efendimiz, müslümanlardan
beklenen teslimiyet ve güven’in boyutlarını ve sebebini bu ifadelerinde
açıklamaktadır. Özellikle “Senden başka ölmeyecek diri yoktur. Cinler
ve insanlar hep ölümlüdürler” buyururken, Allah’a tevekkülün
asıl sebebini de beyân etmektedir. Tevekkül, bâki olana yönelik olmalıdır.
Tevekkül ancak bu takdirde bir anlam ifade eder. Fânilere güvenenler ise,
eninde-sonunda büyük bir nedâmeti paylaşırlar. Nitekim âyet-i kerîmede “Ölümsüz
ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. Onu hamd ile tesbih et!...” [Furkân
sûresi (25), 58] buyurulmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sadece Allah’a tevekkül edip güvenmek, iman ve İslâm üzere yaşamayı Allah’tan
dilemek gerekir.
2.
Kendisine itimat ve güvenmeye lâyık kemâl sıfatlarına yalnızca Allah Teâlâ
sahiptir. Ölümlü varlıkların hiç biri bu mânada müslümanın güvenine muhatap
olamaz.
3.
Bu tür engin mânalı kelime ve cümlelerle dua etmekte Hz. Peygamber’i izlemek,
mü’minlere yakışan en akıllıca hareket olur.
4.
Tevekkül ve yakîn tam bir özgürlüktür.
77- الثَّالِثُ : عن ابْنِ
عَبَّاس رضي اللَّه عنهما أيضاً قال : «حسْبُنَا اللَّهُ ونِعْمَ الْوكِيلُ
قَالَهَا إبْراهِيمُ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم حينَ أُلْقِى في النَّارِ ،
وَقالهَا مُحمَّدٌ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم حيِنَ قَالُوا: «إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمعُوا لَكُمْ
فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إيماناً وقَالُوا : حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ
الْوكِيلُ » رواه البخارى.
وفي رواية له عن ابْنِ عَبَّاسٍ رضي اللَّه
عنهما قال : « كَانَ آخِرَ قَوْل إبْراهِيمَ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم حِينَ ألْقِي في النَّارِ « حسْبي اللَّهُ وَنِعمَ الْوَكِيلُ » .
77. Yine Abdullah İbni Abbas radıyallahu
anhümâ şöyle dedi:
“Allah
bize yeter, o ne güzel vekildir” sözünü, ateşe atıldığında İbrahim aleyhisselâm söylemiştir.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de bu sözü “Müşrikler
size karşı toplandılar, başınızın çaresine bakınız!” dediklerinde söylemiştir.
Nitekim bu haber müslümanların imanını arttırmıştı ve onlar hep birlikte “Allah
bize yeter, o ne güzel vekildir” demişlerdi.
Buhârî’nin
Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan naklettiği bir başka
rivayette Abdullah şöyle demiştir:
“Ateşe
atıldığı zaman İbrahim aleyhisselâm’ın son sözü:
“Allah
bana yeter, o ne güzel vekildir” demek olmuştur. Buhârî,
Tefsîrû sûre (3), 13
Açıklamalar
Büyük
sahâbî Abdullah İbni Abbas’ın bu beyanlarından, tevekkülün en kısa ve kesin ifadesi
olan “hasbünallahu ve ni’mel vekîl” sözünü Hz. İbrahim ve Hz.
Peygamber’in en kritik anlarda söylemiş olduklarını öğrenmekteyiz.
Hadiste
söz konusu olan olayların ilki Hz. İbrahim’in, Nemrut tarafından mancınıkla
ateşe atılmasıdır. İkincisi de İslâm tarihinde “Bedr-i suğra” (Küçük Bedir
Savaşı) diye bilinen hadisedir. Her iki olaya da Kur’an-ı Kerim’de işaret
buyurulmaktadır.
İbrahim aleyhisselâm’ın
ateşe atılma olayı Kur’an-ı Kerîm’de tafsilatlı bir şekilde
anlatılmaktadır [Enbiyâ sûresi (22), 51-70]. Ta baştan beri Allah’a
tam bir güven içinde bulunan Hz. İbrahim en son anda, ateşe fırlatılırken de
aynı itmi’nan ve güven ile “Allah bana yeter, ne güzel vekildir
O!” teslimiyeti içinde sadece Allah’tan yardım beklediğini dile
getiriyordu. Sonuç ise, gerçek tevekkülün akıllara hayret veren mutlu sonu idi:
Kızgın ateşin serinlik veren bir ortama dönüşmesi... Çünkü Allah her şeye
kâdirdir. Mesele O’na güvenmektedir.
Hz.
Peygamber ile ilgili olaya ise Âl-i İmrân sûresinin 173. âyetinde işâret
buyurulmaktadır. Uhud Savaşı’ndan sonra Ebû Süfyân, “Bir sene sonra Bedir’de
buluşalım” demiş, Hz. Peygamber de “inşaallah” diye cevap vermişti. Vakit
gelince Ebû Süfyân Mekke’li müşriklerden topladığı güçle Merru’z-zahran denilen
yere kadar gelip ordugâh kurmuştu. Ancak kalbine düşen korku sonucu Mekke’ye
geri dönmeye karar vermişti. Tam bu sırada Medine’ye gitmekte olan Nuaym İbni
Mes’ud ve adamlarıyla karşılaştı. Henüz müslüman olmayan Nuaym’a;
-
Al sana on deve! Medine’ye gittiğinde, büyük bir kuvvetle gelmişler, seni
bekliyorlar, diye Muhammed’i korkut! demişti. Nuaym Medine’de Hz. Peygamber’i
harb hazırlıkları içinde buldu. Ebû Süfyân’ın isteğini yerine getirerek:
-
Ebû Süfyân, Mekkelileri toplayıp gelmiş, sizi bekliyor. Giderseniz hiçbiriniz
geri dönemez! diye müslümanları korkutmak istedi. Başta Hz. Peygamber olmak
üzere ashâb-ı kirâmın Allah’a iman ve güvenleri artmış ve “Allah bize
yeter, ne güzel vekildir O!” demişler ve sözleşilen yere hareket
etmişlerdi. Bedir mevkiine gelince düşmanın çoktan çekip gittiğini gördüler.
Panayır süresinde orada kalıp ticaret yaptılar; sonra da Medine’ye döndüler.
İbn
Abbas’ın bu rivayeti bir taraftan tevekkül ve yakîn’in, peygamberlerin
hayatındaki yerini gösterirken, diğer taraftan onun fevkalâde yüksek bir seviye
işi olduğuna dikkat çekmiş olmakta, bu seviyeyi kazanmaya teşvikte
bulunmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Özellikle sıkışık anlarda Allah’a tevekkülün kıymeti büyüktür.
2.
Tevekkül, telaş ve paniği önler. Soğukkanlılık, Allah’a güvenden kaynaklanır.
3.
Propaganda ve soğuk savaşta Allah’a güven, toplumların en sağlam güvencesidir.
4.
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı üzere tevekkül, peygamberlerin hayatlarında da
önemli gelişmelere sebep olmuştur.
78- الرَّابعُ : عَن أبي هُرَيْرةَ رضي اللَّه
عنه عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أقْوَامٌ أفْئِدتُهُمْ
مِثْلُ أفئدة الطَّيْرِ » رواه مسلم . قيل معْنَاهُ مُتوَكِّلُون ، وقِيلَ قُلُوبُهُمْ
رقِيقةٌ .
78. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Cennete
girecek bir kısım insanlar vardır ki, onların kalpleri kuş kalbi gibi (rakîk ve
güven içinde)dir.” Müslim, Cennet 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II,
331
Açıklamalar
Cennete
girecek birtakım insanların kuş kalbli olmasını, âlimler farklı şekillerde
yorumlamışlardır. Ancak Nevevî, hadisi, tevekkül ve yakîn konusunda zikretmek
suretiyle kuş kalplilerden maksadın, “Allah’a güvenen ve tevekkül edenler”
olduğunu göstermiştir. İşin doğrusu da budur. Zira kuşlar her sabah, her türlü
endişeden uzak olarak tam bir tevekkül içinde yeni güne başlarlar ve bütün korkaklıklarına,
çekingenliklerine rağmen karınlarını doyururlar. Allah Teâlâ onlara da günlük
rızıklarını verir. Nitekim bir âyet-i kerîmede [Ankebut sûresi (29),
60] “Nice canlı yaratık vardır ki rızkını (biriktirip
yanında) taşımaz. Allah ona da size de rızık verir” buyurulmuştur.
Rivâyete göre, Mekke’de müşriklerden gördükleri baskı ve işkenceler karşısında
Hz. Peygamber müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini tavsiye etmişti. Bunun
üzerine içlerinden bazıları “Oraya nasıl gider, orada ne yer, ne içeriz?” diye
endişelerini belirtmişlerdi. O zaman Allah Teâlâ böyle düşünenleri bu âyetle
uyarmış, rızkı verenin Allah olduğunu ve dolayısıyla O’na güvenmek gerektiğini
hatırlatmıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah’a tevekkül etmenin sonu cennettir.
2.
Tevekkül, yersiz sıkıntı ve kaygıların azab ve stresinden kişiyi kurtarır,
huzurlu bir hayata kavuşturur.
79- الْخَامِسُ : عنْ جَابِرٍ رضي
اللَّهُ عنه أَنَّهُ غَزَا مَعَ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قِبَلَ
نَجْدٍ فَلَمَّا قَفَل رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَفَل مَعهُمْ ،
فأدْركتْهُمُ الْقائِلَةُ في وادٍ كَثِيرِ الْعضَاهِ ، فَنَزَلَ رسولُ اللَّهِ
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم، وتَفَرَّقَ النَّاسُ يسْتظلُّونَ بالشجر ، ونَزَلَ
رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم تَحْتَ سمُرَةٍ ، فَعَلَّقَ بِهَا
سيْفَه ، ونِمْنَا نوْمةً ، فإذا رسولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
يدْعونَا ، وإِذَا عِنْدَهُ أعْرابِيُّ فقَالَ : « إنَّ هَذَا اخْتَرَطَ عَلَيَّ سيْفي وأَنَا
نَائِمٌ ، فاسْتيقَظتُ وَهُو في يدِهِ صَلْتاً ، قالَ : مَنْ يَمْنَعُكَ منِّي ؟
قُلْتُ : اللَّه ثَلاثاً » وَلَمْ يُعاقِبْهُ وَجَلَسَ . متفقٌ
عليه .
وفي
رواية : قَالَ جابِرٌ : كُنَّا مع رسول اللِّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم بذاتِ الرِّقاعِ ،
فإذَا أتينا على شَجرةٍ ظليلة تركْنَاهَا لرسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم ، فَجاء رجُلٌ من الْمُشْرِكِين ، وسيف رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم مُعَلَّقٌ بالشَّجرةِ ، فاخْترطهُ فقال : تَخَافُنِي ؟ قَالَ : « لا » قَالَ : فمَنْ يمْنَعُكَ مِنِّي ؟ قال: «اللَّه».
وفي رواية أبي بكرٍ
الإِسماعيلي في صحيحِهِ : قال منْ يمْنعُكَ مِنِّي ؟ قَالَ : « اللَّهُ » قال: فسقَطَ السَّيْفُ مِنْ يدِهِ ، فأخذ
رسَول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم السَّيْفَ فَقال : « منْ يمنعُكَ مِنِّي ؟ » فَقال : كُن خَيْرَ آخِذٍ ، فَقَالَ : « تَشهدُ أنْ لا إلَه إلا اللَّهُ ، وأنِّي
رسولُ اللَّه ؟ » قال : لا، ولكِنِّي أعاهِدُك أن لا
أقَاتِلَكَ ، ولا أكُونَ مع قوم يقاتلونك ، فَخلَّى سبِيلهُ ، فَأتى أصحابَه
فقَالَ : جِئتكُمْ مِنْ عِندِ خيرِ النَّاسِ .
قَولُهُ
: « قَفَل » أيْ : رجع . و « الْعِضَاهُ » الشَّجر الذي لَه شَوْك . و «السَّمُرةُ » بِفَتْحِ السينِ وضمِّ الْميمِ :
الشَّجَرةُ مِن الطَّلْحِ ، وهِي الْعِظَام منْ شَجرِ الْعِضاهِ . و « اخْترطَ السَّيْف » أي : سلَّهُ وهُو في يدِهِ . « صلتاً » أيْ : مسْلُولاً ، وهُو بِفْتح الصادِ
وضمِّها .
79. Câbir İbni Abdullah radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre o, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile
birlikte Necid taraflarında bir gazvede bulunmuştu. Dönüşte Resûlullah ile
birlikteydi. Öğle vakti ağaçlık, çalılık bir vadiye
geldiklerinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem orada
mola vermiş, mücâhidler ağaçlar altında gölgelenmek üzere çevreye
dağılmışlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise, semure denilen
sık yapraklı bir ağaç altında istirahate çekilmiş kılıcını da ağaca asmıştı.
(Câbir
dedi ki:) birazcık (uyku) kestirmiştik ki, Resûlullah’ın bizi çağırdığını
işittik ve hemen yanına koştuk. Bir de baktık, Resûlullah’ın yanında
(müşriklerden) bir bedevi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
- “Ben uyurken bu bedevi kılıcımı almış, uyandığımda
kılıç kınından sıyrılmış vaziyette bunun elindeydi. Bana:
-
Seni benim elimden kim koruyup kurtaracak? dedi. Ben de üç defa:
– “Allah” cevabını verdim.
(Câbir
diyor ki) Resûlullah adamı cezalandırmamıştı, yanında oturuyordu.
Buhârî, Cihâd 84, 87, Meğâzî 31, 32; Müslim, Fezâil
13, 14, Müsâfirîn 311
(Buhârî’deki)
bir başka rivayette (bk. Meğâzî 31) Câbir radıyallahu anh şöyle
demiştir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile birlikte zâtü’r-rikâ’ denilen gazvede
bulunuyorduk. Gölgeli bir ağaç bulduğumuzda onu Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e bırakmayı âdet edinmiştik. (Bu defa da öyle yaptık.)
Ancak müşriklerden bir adam gelerek Resûlullah’ın (ağaçta asılı olan) kılıcını
alıp çekmiş ve:
-
Benden korkuyor musun? diye seslenmiş. Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem:
- “Hayır” cevabını vermiş. Adam:
-
Peki seni benim elimden kim kurtaracak? demiş. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de
- “Allah” buyurmuştur.
Ebû
Bekir el-İsmâîlî’nin “Sahîh”inde yer alan bir rivâyette olayın
bundan sonraki kısmı şöyle anlatılmaktadır:
Adam:
-
Seni benim elimden kim kurtarır? dedi.
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Allah”
cevabını verdi. Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem kılıcı aldı ve:
- Peki
şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? buyurdu. Adam:
-
İyi bir cezalandırıcı ol! dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah’tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah’ın
elçisi olduğumu kabul ve itiraf eder misin?” dedi.
Adam:
-
Hayır, kabul etmem. Ancak seninle çarpışmamaya, seninle savaşacak herhangi bir
topluluk içinde bulunmamaya söz veririm, dedi.
Bunun
üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem adamı serbest
bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara:
-
En hayırlı kişinin yanından geliyorum, dedi.
Açıklamalar
En
umutsuz ve zor anlarda bile Allah’a olan güvenini kaybetmemek, tereddütsüz
imandan kaynaklanan tevekkülün bir başka mânasıdır. Sonucu ise, daima
olumludur. Büyük sahâbî Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh kendisinin
şâhit olduğu ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in başından
geçen son derece ibretli bir olayı anlatmaktadır.
Hicretin
6. yılında, İslâm ordusunun taş ve dikenlerden yaralanmış olan ayaklarına
çaput bağlamak zorunda kalmasından dolayı Zâtü’r-rika’ (ayağı sargılılar) adı
verilen gazve dönüşünde ağaçlık bir bölgede mola verilmişti. Peygamber
Efendimiz, orijinal adı semüre olan sakız ağacının gölgesinde
istirahate çekilmişti. Ashâb-ı kirâm en koyu gölgeyi Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e ayırmayı genel bir uygulama haline getirmişlerdi. Bu,
onların Hz. Peygamber’e karşı duydukları engin saygının bir göstergesi idi. Bu
defa da öyle yapmışlardı... Kendileri de öğle sıcağından korunmak için ağaç
gölgelerine sığınmışlardı. Bu yüzden de Hz. Peygamber’in yakın çevresinden
uzaklaşmışlardı. Bunu fırsat bilen müşrikler, rivâyetlere göre Gavres İbni
Havis adındaki bir kâfiri kışkırtarak akıllarınca Hz. Peygamber’i öldürtmek
istemişlerdi. Atalarımız ne kadar doğru söylemişler: “Su uyur, düşman
uyumaz.”
Yorgunluk
ve aşırı sıcak sebebiyle İslâm ordusunun hemen uykuya dalmasından yararlanan
Gavres, Hz. Peygamber’in baş ucuna gelmiş, ağaçta asılı olan kılıcını alıp
çekmişti. Tam bu sırada Hz. Peygamber’in mübârek gözlerini açtığını görünce,
aralarında hadisin tercümesinde yer alan konuşmalar geçmiştir. Hz. Peygamber,
kendi kılıcıyla kendisini öldürmek isteyen düşman karşısında hiç telaşlanmadan
ve korkmadan Allah’a olan güvenini dile getirmiş, onun bu sarsılmaz irade ve
güveni karşısında moralini yitiren müşriğin elinden kılıç düşmüştü.
İnsan
Allah’a dayanmasını bildikten sonra onu kim alt edebilir? Gerçek güç ve kuvvet
sadece yüce Allah’a aittir.
Hz.
Peygamber’in, kendisini öldürmeyi kasteden ve tam teşebbüs halinde bulunan bu
müşriği, iman etmemesine rağmen bağışlaması, onun böylesi bir olayı yaşamış bir
kişi olarak çevresini etkilemesini istemesinden olsa gerektir. Nitekim bu
hedef, kendisini kışkırtanların yanlarına döndüğü zaman adamın “İnsanların
en hayırlısının yanından geliyorum” diye konuşmaya başlamasıyla
gerçekleşmiştir. O şahsın cezalandırılmaması, cezalandırılmasından çok daha
etkili bir propaganda vesilesi olmuştur. Zaten daha sonra bu zat ve çevresi
müslüman olacaktır.
Olayda
dikkat çeken bir nokta da, Hz. Peygamber’in bu müşriği etkisiz hale getirdikten
sonra, mücâhidleri toplayıp olayı onlara bizzat anlatmasıdır. Efendimiz bu
davranışıyla, Allah’a tevekkül etmenin gereğini ve mutlu sonunu onlara bütün
çıplaklığıyla göstermek istemiştir. Her an uyanık ve mütevekkil olmak gerektiği
bundan daha güzel nasıl anlatılabilirdi?
Hadisin
bir rivayetini nakleden Ebû Bekir el-İsmâîlî, Buhârî ve Müslim’in Sahîh’leri
üzerine müstahrecler yazmış ve hicrî 371 tarihinde vefat etmiş büyük ve
güvenilir bir muhaddistir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Her konuda olduğu gibi tevekkül ve yakîn mevzuunda da Hz. Peygamber en güzel
örnektir.
2.
Hz. Peygamber kendi can düşmanlarını bile bağışlamış, intikam almaya
kalkışmamıştır.
3.
Tehlikeler karşısında Hz. Peygamber daima büyük bir şecâat göstermiş, Allah’a
güvenini asla sarsmamıştır.
4.
İnsanların İslâm’a girmelerini sağlamak için Hz. Peygamber her olaydan
yararlanmayı ihmal etmemiştir.
80- السادِسُ : عنْ عمرَ رضي
اللَّهُ عنه قال : سمعْتُ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
يقُولُ: « لَوْ أنَّكم تتوكَّلونَ على اللَّهِ حقَّ
تَوكُّلِهِ لرزَقكُم كَما يرزُقُ الطَّيْرَ ، تَغْدُو خِماصاً وترُوحُ بِطَاناً» رواه الترمذي ، وقال : حديثٌ حسنٌ .
معْناهُ
تَذْهَبُ أوَّلَ النَّهَارِ خِماصاً : أي ضَامِرةَ الْبُطونِ مِنَ الْجُوعِ ،
وترْجِعُ آخِرَ النَّهَارِ بِطَاناً : أيْ مُمْتَلِئةَ الْبُطُونِ .
80. Ömer İbnü’l-Hattâb radıyalluha anh’den
rivayet edildiğine göre “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
şöyle buyururken dinledim” demiştir:
“Eğer
siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de
rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam
dolu kursaklarla dönerler.” Tirmizî Zühd 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 14
Açıklamalar
Şartlar
nasıl olursa olsun Allah Teâlâ’ya karşı sürekli bir güven ve itimat halinde
olmak ve rızkı veren’in sadece Allah olduğu bilinciyle hareket etmek, Allah’a
gereği gibi tevekkül anlamına gelmektedir. Çalışmak, çabalamak, tedbir almak
gibi davranışlar rızkın gerçek sebebi değildir. Rızkı veren yalnızca Allah’tır.
Ötesi vesilelerdir. Gerçek rızık verenin Allah olduğu bilincine sahip olduktan
sonra, gösterilecek gayretler bir anlam kazanır. Rızkı, çalışma ve gayrete
bağlamak ise, sebebi, yaratıcı yerine koymak gibi büyük bir yanlışa götürür.
Çünkü âyette de beyan buyurulduğu gibi “Yeryüzündeki bütün canlıların
rızkını ancak Allah verir” [Hûd Sûresi (11), 6]. Hadîs-i şerîf,
çalışma ve rızık aramanın tevekküle ters düştüğünü değil, tam aksine, sabahları
boş kursakla fakat endişesiz olarak rızık aramaya çıkan kuşların rahatlığı ve
teslimiyeti içinde, yersiz birtakım düşüncelere ve endişelere kapılmadan
nasibini aramayı, boş oturmamayı, tevekkülün gereği saymaktadır. Önemli olan,
âlemin rızkını vermeyi tekeffül etmiş olan Allah’a itimadı sarsmamak, gereksiz
ve yersiz duygulara kapılmamaktadır. Zira böylesine bir güven sapması,
gösterilen gayretlere rağmen, tatmin edici sonuçlara ulaşamamanın sebebi olur.
Kulların
rızık konusunda Allah’a karşı tam bir güven içinde olmaları, bu açıdan kuşları
örnek almaları ve kendilerini Allah’ın rızıklandırdığı, “rızkını
sırtında taşımayan nice canlıların bulunduğu”nu [bk. Ankebût sûresi
(29), 60] unutmamaları esastır. Şunu bir kere daha vurgulamak gerekir ki,
Allah’a güven duygusu tevekkül, kalbte bulunur. Bu duygu kalbteki yerini
koruduğu sürece gayret ve çabalar tevekküle asla ters düşmez. Bir zorluk
çıkarsa, bu, Allah’ın takdiri iledir, bir kolaylık olursa, bu da Allah’ın
kolaylaştırması iledir. Kul kendisinde bir varlık ve güç görüp işi zora
sokmamalı, üzerine düşeni yapmakla yetinmeli, neticeyi daima Allah’a havale
etmeli, ondan bilmelidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Rızık, Alah’ın takdirindedir. Kâinâtı besleyen O’dur.
2.
Rızkını temin için çalışmak, -kendinde bir varlık görmemek şartıyla- tevekküle
mâni değildir.
3.
Her insan rızkını temin için çalışacaktır. Ancak rızkını Allah’ın verdiğini
unutmayacaktır.
4.
Kul, Allah’a güveni nisbetinde rahat eder, huzur bulur.
81- السَّابِعُ : عن أبي
عِمَارةَ الْبراءِ بْنِ عازِبٍ رضي اللَّه عنهما قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يا فُلان إذَا أَويْتَ إِلَى فِرَاشِكَ فَقُل : اللَّهمَّ أسْلَمْتُ نفْسي
إلَيْكَ ، ووجَّهْتُ وجْهِي إِلَيْكَ ، وفَوَّضْتُ أمري إِلَيْكَ ، وألْجأْتُ
ظهْرِي إلَيْكَ . رغْبَة ورهْبةً إلَيْكَ ، لا ملجَأَ ولا منْجى مِنْكَ إلاَّ
إلَيْكَ ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذي أنْزَلْتَ، وبنبيِّك الَّذي أرْسلتَ ،
فَإِنَّكَ إنْ مِتَّ مِنْ لَيْلَتِكَ مِتَّ عَلَى الْفِطْرَةِ ، وإنْ أصْبحْتَ
أصَبْتَ خيْراً » متفقٌ عليه .
وفي رواية في الصَّحيحين عن الْبرَاء قال :
قال لي رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إذَا أتَيْتَ مضجعَكَ فَتَوَضَّأْ
وُضُوءَكَ للصَّلاَةِ ، ثُمَّ اضْطَجِعْ عَلَى شِقِّكَ الأيْمَنِ وقُلْ : وذَكَر
نحْوَه ثُمَّ قَالَ وَاجْعَلْهُنَّ آخرَ ما تَقُولُ »
81. Ebû Ümâre Berâ İbni Âzib radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-
“Ey falân! Yatağına yattığında şöyle dua et:
Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana
çevirdim. İşimi sana ısmarladım, işimde sana güvendim. (Rızânı) isteyerek,
(azâbından) korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine
senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere
inandım.
Eğer bu duayı yapıp yattığın gece ölürsen, iman üzere
ölürsün, ölmez de sabaha çıkarsan hayra kavuşursun.” Buhârî, Vudû 75, Daavât 6; Müslim, Zikr
56-58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 98.
Buhârî
ve Müslim’in Sahîh’lerinde (gösterilen yerlerde) yine Berâ İbni
Âzib’den rivayet edildiğine göre Berâ, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bana şöyle buyurdu” demiştir:
- “Yatağına yatacağın zaman, namaz kılmak için abdest
alıyor gibi abdest al, sonra sağ tarafına yat ve -yukarıdaki duayı aynen
zikrederek- böyle dua et!” Sonra da şunu ilâve etti:
- “En son sözün bu dua olsun!”
Ebû Ümâre Berâ İbni Âzib
Sahâbî oğlu sahâbî olan Berâ, Medine’li ve Evs
kabilesindendir. Hicretten evvel Medine’de müslüman olmuştur. Hz. Peygamber’e
derin muhabbeti ve bağlılığı ile tanınmaktadır. Onun tavır ve davranışlarını
nakletmeye özel bir önem verir, hep Hz. Peygamber’i örnek gösterirdi. Meselâ
namazda safların düzgün tutulmasına pek dikkat eder, bunun gereğinden ve
faziletinden sık sık bahseder ve derdi ki:
“Cemaatla namaz kılmaya kalktığımız zaman, Hz.
Peygamber elleriyle göğüslerimize bazen de sırtlarımıza değer, böylece safları
düzeltir:
“Saflarınız bozuk olmasın, sonra o bozukluk
kalblerinize sirayet eder” buyururdu (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV 304).
Bir keresinde de Resûlullah’tan bahseden biri “Hz.
Peygamber’in yüzü kılıç gibi parlardı” demişti. Bu benzetmeyi yerinde ve zarif
bulmayan Berâ hazretleri, derhal müdâhale etmiş ve:
“Hayır, Resûlullah’ın mübârek yüzü ay gibi ışıldardı,”
diye gerçeği, gereken şekilde dile getirmişti.
Hz. Peygamber’den 305 hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan yirmi ikisini Buhârî ve Müslim müştereken nakletmişlerdir.
Hz. Berâ yaşı küçük olduğu için Bedir Gazvesi’ne
katılamamışsa da Uhud’dan itibaren savaşlara iştirak etmiştir. Hatta o, Hz.
Ömer zamanında Rey fethine ve Tüster savaşına da katılmıştır. Hz. Ali’nin
hilafetinde Kûfe’ye yerleşmiş ve hicrî 72 yılında orada vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Allah’a
tam güven (tevekkül) ve tereddütsüz iman (yakîn), müslümanın yirmi dört saatini
kuşatan bir uyanıklığı gerektirir. Hadîs-i şerîf bunun delilidir. Zira sevgili
Peygamberimiz uykudan önce yapılacak işleri ve sözleri belirlerken, Allah’a
güven ve teslimiyeti ağırlıklı şekilde vurgulamıştır. Sonucu da çok açık
şekilde “Eğer ölürsen, fıtrat (iman) üzere ölürsün; sabaha ulaşırsan,
geceyi tevekkül ve yakîn üzere geçirmiş olmanın hayrına ulaşırsın” sözleriyle
belirtmiştir.
“Yatak duası” olarak her akşam okunması tavsiye edilen hadîs-i
şerîf, görüldüğü gibi tam bir teslimiyet andıdır. Kulun Allah karşısındaki
durumunu pek net şekilde belirlemektedir. Tam bir emniyet çemberi çizmektedir.
Namaz
kılacakmış gibi abdest almak, sağ yanına yatmak ve hadiste yer alan ifadelerle
Allah’ı anmak, müslümanı tam bir ibadet havasına sokacak ve uykuyu da
ibadetleştirecek üç sünnettir. Her an yaşanması istenen “kulluk”, bundan daha
güzel nasıl gündeme getirilebilir?
Abdestli
olanın, yatacağı zaman tekrar abdest almasına elbette gerek yoktur. 816
numarada tekrar edecek olan hadisimizde yer alan dua ve zikir
cümlelerinin, uykudan önceki son sözler olması ayrıca tavsiye
edilmiştir.
Hadisin
bazı rivayetlerinde Berâ hazretlerinin son cümledeki Nebî kelimesini Resûl diye
söylediği fakat Hz. Peygamber’in bunu kabul etmeyip Nebî demesinde
ısrar ettiği görülmektedir. Resûl-i Ekrem’in bu titizliği, o duânın bu
lafızlarla Hz. Peygamber’e öğretilmiş olmasındandır. Ulemâdan bazıları bu
titizliği dikkate alarak, hadislerin kelimesi kelimesine aynen, yani lafzan
rivayet edilmesi gerektiğini, mâna ile hadis rivayetinin câiz olmadığını ileri
sürmüşlerdir. Ancak mâna ile hadis rivayeti, mânayı tersine çevirmemek şartıyla
ve daha başka kayıtlarla câizdir ve bu ruhsat, hadis rivayetinde
kullanılmıştır. Ezan ve tahiyyât duası gibi kendisi ile ibadet olunan hadisler
ve aynı kelimelerle edâ olunması gereken rivayetler, mâna ile nakledilmezler.
Bunlarda lafzan rivayet esastır.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in bu düzeltmesi, hadisimizdeki duanın bu lafızlarla
okunması gereğine işarettir. Teslimiyet ve tevekkül andının seçilmiş kelime ve
cümlelerle yapılması da pek tabiîdir. Tevekkül ve yakîn konusu gibi, onu dile
getiren kelimeler de son derece önem arzetmektedir.
“Tevekkeltü alellah”, işlerimi Allah’a ısmarladım, demektir.
Ayrılma zamanlarında “Allaha ısmarladık” diyerek vedâlaşmak, herhalde buradan
kaynaklanmakta ve her işi Allah’a emanet etmenin Türkçe söylenişi olmaktadır.
Bu durumu günlük muâşeret kuralı olarak uygulamamız, sünnet-i seniyyenin
kültürümüzdeki müsbet izlerindendir. Bu, bilinçle ve ısrarla sürdürülmeli,
“çav” veya “bay bay” gibi yabancı kelime ve ifadelerle asla
değiştirilmemelidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Abdestli olarak ve sağ tarafına yatarak uyumak tavsiye edilmektedir.
2.
Hadisimizdeki dua cümleleri ile Allah’ı anmak sünnettir.
3.
Resûlullah’ın yaptığı ve öğrettiği dualara (me’sûr dualar) önem verilmelidir.
4.
Müslüman günlük hayatının her safhasında Allah’a iltica edip, tam bir güven ve
teslimiyet içinde olmalıdır.
82- الثَّامِنُ : عنْ أبي
بَكْرٍ الصِّدِّيق رضي اللَّه عنه عبدِ اللَّه بنِ عثمانَ بنِ عامِرِ بنِ عُمَرَ
ابن كعب بن سعد بْنِ تَيْمِ بْن مُرَّةَ بْنِ كَعْبِ بْن لُؤيِّ بْنِ غَالِب
الْقُرَشِيِّ التَّيْمِيِّ رضي اللَّه عنه وهُو وأبُوهُ
وَأُمَّهُ صحابَةٌ ، رضي اللَّه عنهم قال : نظرتُ إلى أقْدَامِ المُشْرِكِينَ ونَحنُ في
الْغَارِ وهُمْ علَى رؤوسنا فقلتُ : يا رسولَ اللَّهِ لَوْ أَنَّ أحَدَهمْ نَظرَ
تَحتَ قَدميْهِ لأبصرَنا فقال: « مَا ظَنُّك يا أبا بكرٍ باثْنْينِ اللَّهُ ثالثُِهْما » متفقٌ عليه .
82. Ebû Bekir es-Sıddîk, Abdullah İbni Osman İbni Âmir
İbni Ömer İbni Kâ’b İbni Sa’d İbni Teym İbni Mürre İbni Kâ’b İbni Lüey İbni
Galib el-Kureşî et-Teymî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine
göre -ki Allah kendilerinden razı olsun, kendisi, babası ve annesi sahâbîdir- o
şöyle demiştir:
(Hicret
yolculuğunda) biz Resûlullah ile mağaradayken, tepemizde dolaşıp duran
müşriklerin ayaklarını gördüm ve:
-
Ey Allah’ın elçisi! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa mutlaka
bizi görür, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
- “Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor
(ve haklarında neler düşünüyor)sun, Ebû Bekr?” Buhârî, Tefsîru sûre (9), 9;
Fezâilü’l-ashâb 2; Müslim, Fezâilüs-sahâbe 1
Ebû Bekir es-Sıddîk
Adı ve nesebi hadisin baş kısmında zikredilmiş olan
Hz. Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz’den iki sene sonra Mekke’de doğmuştur.
Nesebi Mürre İbni Kâ’b’da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nesebiyle birleşir.
İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında içki kullanmamış,
putlara tapmamış, nezih yaşayışıyla tanınmıştır. Efendimiz, peygamber olduğunu
söylediği zaman, ona hemen iman etmiştir. Erkeklerden ilk müslüman odur.
Annesi, babası, evlâdı ve torunları sahâbîdir. Babası Ebû Kuhâfe Osman İbni
Âmir, Ebû Bekir hazretlerinden fazla yaşamıştır. Ne var ki, Ebû Kuhâfe, ancak
Mekke’nin fethinden sonra İslâmiyeti kabul etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz’in en samimi dostu,
mağara arkadaşı, kayınpederi, veziri, danışmanı ve ilk halifesi olmuştur. Hz.
Peygamber’e tam güveni ve bağlılığı sebebiyle “Sıddîk” unvanını
almıştır.
Mâlî imkânları ve sosyal itibarı oldukça yüksek olan
Hz. Ebû Bekir, müslümanların dar zamanlarında özellikle Mekke döneminin ilk
yıllarında müslüman olan köleleri sahiplerinden büyük paralarla satın alıp âzâd
etmiştir. İslâm harblerinde de en büyük mâlî yardım daima Hz. Ebû Bekir
tarafından yapılmıştır.
Hz. Peygamber son hastalığında, imamlığa, Hz. Ebû
Bekir’i geçirmiş ve kendisi de arkasında namaz kılmıştır. Resûl-i Ekrem’in
vefatında soğukkanlılığıyla ashâbı yatıştıran odur.
İslâm’ın ilk halifesi olan ve iki yılı biraz aşkın bir
süre bu görevi sürdüren Hz. Ebû Bekir, ridde olayları denilen
dinden dönme teşebbüslerini fevkalâde dirâyetle engellemiş, İslâm devletinin
dağılmasını önlediği gibi fetihlerin devamını da sağlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm
onun hilafeti döneminde toplanıp bir araya getirilmiştir.
Hz. Peygamber’e uymakta ve onu izlemekteki hassasiyeti
ile ashâb arasında temâyüz etmiş olan Hz. Ebû Bekir hicri 13 yılında Medine’de
vefat etmiş ve pek sevdiği Resûl-i Ekrem’in yanına defnedilmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hz.
Peygamber, hicret esnasında yol arkadaşı Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den çıkıp
bir kaç günlüğüne Sevr mağarasına sığınmıştı. Müşrikler ise her tarafta onları
arıyordu. İşte onlardan bir grup mağaranın üzerinde gezinip dururken, içeriden
Hz. Ebû Bekir onların ayaklarını görmüş ve endişesini “Şöyle eğilip ayaklarının
dibine bakacak olsalar, bizi görecekler” sözüyle dile getirmişti. Allah’a karşı
her an tam bir güven ve tevekkül içinde bulunan Hz. Peygamber, “Üçüncüsü
Allah olan iki kişiyi sen ne sanıyorsun? Onlar hiç ele geçer mi?” diye
onu teselli etmiş, Allah’ın kendilerini koruyacağına olan güvenini
açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerîm olayı anlatırken bu birliktelik
mazhariyetini “Üzülme, endişelenme, Allah bizimledir” [Tevbe
sûresi (9), 40] tesbitiyle vermektedir.
Tevekkül
ve yakîn duygusu, kemâl noktasını bulduğu zaman kul, Allah Teâlâ’nın yardım ve
korumasını sanki gözleriyle görüyormuş gibi bir huzur ve tatmine ulaşır. Bu
noktadan sonra da hiçbir şeyin kaygısı söz konusu olamaz. Kendisi bu noktada
bulunan Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i de aynı noktaya çağırmaktadır. Nitekim Allah
Teâlâ “Şüphesiz biz Peygamberimize ve mü’minlere bu dünya hayatında da,
şahitlerin şahitlik edecekleri günde de yardım ederiz” [Mü’min sûresi
(40), 51] buyurmuş, Peygamber ve inananları yalnız bırakmayacağını
duyurmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah’a güvenmek gerekir.
2.
Tedbir almak, güvensizlik anlamına gelmez.
3.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’e küçük bir zararın gelmesini bile istemiyordu.
4.
Hz. Peygamber, çevresindekiler için güven kaynağıydı.
83- التَّاسِعُ : عَنْ أُمِّ
المُؤمِنِينَ أُمِّ سلَمَةَ ، واسمُهَا هِنْدُ بنْتُ أبي أُمَيَّةَ حُذَيْفةَ
المخزومية رضي اللَّهُ عنها أن النبيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم كانَ إذَا
خَرجَ مِنْ بيْتِهِ قالَ : « بسم اللَّهِ، توكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ، اللَّهُمَّ إِنِّي أعوذُ بِكَ أنْ
أَضِلَّ أو أُضَلَّ ، أَوْ أَزِلَّ أوْ أُزلَّ ، أوْ أظلِمَ أوْ أُظلَم ، أوْ
أَجْهَلَ أو يُجهَلَ عَلَيَّ » حديثٌ صحيحٌ رواه أبو داود والتِّرمذيُّ وَغيْرُهُمَا بِأسانِيدَ صحيحةٍ .
قالَ التِّرْمذي : حديثٌ حسنٌ صحيحٌ ، وهذا لَفظُ أبي داودَ .
83. Asıl adı Hind Binti Ebû Ümeyye Huzeyfe
el-Mahzûmiyye olan Ümmü Seleme radıyallahu anhâ’dan rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem evinden
çıkacağı zaman şöyle dua ederdi:
“Allah’ın
adıyla çıkıyorum, Allah’a güveniyorum. Allah’ım sapmaktan, saptırılmaktan,
kaymaktan kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce
davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan sana sığınırım.”
Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34; İbni Mâce,
Duâ 18
Ümmü Seleme
Kureyş’ten Ebû Ümeyye Huzeyfe’nin kızı ve asıl adı
Hind olan Ümmü Seleme, ilk eşi Abdullah İbni Esed ile Habeşistan’a hicret etti.
Oğlu Seleme orada dünyaya geldi. Ailece Medine’ye döndüler. Kocası Abdullah,
Uhud Gazvesi’nde yaralandı ve vefat etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ile
evlenip mü’minlerin anaları arasına girdi.
Ümmü Seleme vâlidemiz, sahâbîler arasında bilgisi,
güzel konuşması ve faziletiyle bilinir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’den 378 hadîs
rivayet etti. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer aldı.
Doksan yaşlarında iken hicri 62 yılında Medine’de
vefat etti. Hz. Peygamber’in eşlerinden en son vefat eden odur. Bakî
mezarlığına defnedildi.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Tevekkül
ve yakîn, her an Allah ile beraber olma şuurudur. Sürekli güven, bu şuurun
sonucudur. Annemiz Ümmü Seleme radıyallahu anhâ bu
rivayetinde, sevgili Peygamberimiz’in evinden çıkacağı zaman -bir rivayete
göre, mübarek gözlerini gökyüzüne çevirerek- yaptığı dua ve güven yenilemesini
haber vermektedir. Hz. Peygamber’in bu duayı yapmadan evinden çıkmadığını da
yine Ümmü Seleme vâlidemizin bir başka rivayetinden öğrenmekteyiz.
Evden
çıkıp topluma karışmak, günlük işlere dalmak yani insanlarla değişik boyutlu
temaslarda bulunmak demektir. Efendimiz, yalnızken de evindeyken de, sokakta,
çarşıda, pazarda iken de tüm işlerinde Allah’a güvendiğini, O’na sığındığını
ifade etmektedir. Münasebetlerde, haklara riayet etmekte doğru yoldan
ayrılmaktan, saptırılmaktan, kasıtlı-kasıtsız haktan uzaklaşmaktan,
başkalarının kendisini yanıltmasından, muamelelerinde zulüm yapmaktan,
kendisine başkalarının zulmetmesinden, insanlara karşı câhilce davranmaktan
câhillerin kaba ve kasıtlı davranışlarına muhatap olmaktan Allah’a sığınmak,
tam bir güven duygusuyla güne başlamaktır. Dünya işlerine dalıp Allah’ı
unutmak, insanların telkinlerine kanıp doğrudan ayrılmak hiç şüphesizdir ki,
insanı bir çok yanlışa itecektir. Böyle bir tehlikeyi daha ilk adımda, Allah’ın
yardımını ve korumasını talep ederek önlemeye çalışmak, bizzat kendi kendisine
uyanıklığı telkin etmek demektir.
Hadiste
Peygamber Efendimiz sapıklıktan, zilletten, ayağının kaymasından, zulümden ve
cahilce davranışlardan Allah’a sığınırken bu noktaların toplum içinde son
derece önemli olduğuna dikkat çekmiş, bu tür tehlikelerden uzak kalabilmek için
Allah’tan yardım dilemek gerektiğine ısrarla işaret etmiş olmaktadır.
Hadîs-i
şerîften Allah’a tam güven ve tereddütsüz imanın dualara da yansıması gereği
anlaşılmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber daima Allah’a sığınır ve O’ndan yardım dilerdi.
2.
Evden dışarı çıkarken bu hadîsi şerîfteki gibi dua etmek müstehabdır.
3.
Sapıklık, zillet, zulüm ve cehâletten sürekli uzak kalmaya gayret etmek
lâzımdır.
84 - الْعَاشِرُ : عنْ
أنسٍ رضيَ اللَّهُ عنه قال : قال : رسولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
: « مَنْ قَالَ يعنِي إذا خَرَج مِنْ
بيْتِهِ : بِسْم اللَّهِ توكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ ، ولا حوْلَ ولا قُوةَ
إلاَّ بِاللَّهِ ، يقالُ لهُ هُديتَ وَكُفِيت ووُقِيتَ ، وتنحَّى عنه الشَّيْطَانُ
» رواه أبو داودَ والترمذيُّ ، والنِّسائِيُّ
وغيرُهمِ : وقال الترمذيُّ : حديثٌ حسنٌ ، زاد أبو داود : « فيقول : يعْنِي
الشَّيْطَانَ لِشَيْطانٍ آخر: كيْفَ لك بِرجُلٍ قَدْ هُدِيَ وَكُفي
وَوُقِى»؟
84. Enes radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kim,
evinden çıkarken:
“Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a güveniyorum.
Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve taate kuvvet bulmak, ancak Allah’ın
tevfik ve yardımıyladır” derse kendisine:
“Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı,
düşmanlarından korundun, diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.”
Ebû
Dâvûd’un rivayetinde şu ilâve vardır:
Şeytan, diğer şeytana: Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları
karşılanmış ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki? der. Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî,
Daavât 34
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf, bir önceki hadisin âdeta bir parçası veya devamı gibidir. Evinden
çıkarken “bismillah, tevekkeltü alellah ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billah” diyenin, Allah’a güven tazeleyip, işlerini, hatadan
korunmasını, tâat ve hayırlara muvaffak kılınmasını Allah’ın yardımına bağlayan
yani inancını böylece ortaya koyan kişinin, umduklarına kavuşacağını haber
vermektedir. Üstelik şeytanın kendisini yanıltmaktan ümidini kesip uzaklaşacağını
bildirmektedir.
Tevekkül
etmesini bilen, tam bir güvenceye kavuşmuş demektir. Kulun Alah’a tevekkül
ettiğini bilmediği için onu yanıltmaya çalışan şeytanı, durumu bilen şeytanın,
“Boşuna uğraşma, o sigortalandı” diye uyarması, Allah’a tevekkülün gücünü
gösterir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah’a güvenip sığınmak, en sağlam barınakta korunmak demektir.
2.
Evden çıkarken hadisteki cümlelerle dua etmek müstehabtır. Bunu alışkanlık
haline getirmek, çocuklara da öğretmek gerekir.
85- وَعنْ أنَسٍ رضي اللَّهُ عنه قال : كَان
أخوانِ عَلَى عهْدِ النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، وكَانَ أَحدُهُما
يأْتِي النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، والآخَرُ يحْتَرِفُ ، فَشَكَا
الْمُحْتَرِفُ أخَاهُ للنبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فقال : « لَعلَّكَ تُرْزَقُ بِهِ » رواه التِّرْمذيُّ بإسناد صحيح على
شرط مسلمٍ .
« يحْترِفُ » : يكْتَسِب ويَتَسبَّبُ .
85. Enes radıyallahu anh şöyle
dedi:
“Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim
öğrenmek için) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir,
diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı. (Bir gün) çalışan kardeş, ötekini
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etti. Peygamber aleyhisselâm da:
- “Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor,
rızıklandırılıyorsun” buyurdu. Tirmizî,
Zühd 33
Açıklamalar
Birlikte
yaşayan iki kardeşten biri, ötekine işinde ve sanatında yardım edeceği yerde
Hz. Peygamber’in meclislerine devam ederek ilim öğrenmeyi yeğlemişti. Bu durum,
bir süre sonra öteki kardeşin şikâyetlenmesine, bu şikâyetini Resûl-i Ekrem’e
kadar iletmesine sebep oldu. Bu zat, kardeşinin de kendisi gibi çalışmasını,
geçimlerine katkıda bulunmasını istiyordu. Bütün yükün kendisine kalmış
olmasından yakınıyordu. Görünüşe göre de haklıydı.
Durumu
öğrenen Hz. Peygamber, işin farklı bir yönüne dikkat çekerek:
- “Kimbilir, belki de sen, ilim peşinde olan o
kardeşine de baktığın için iş buluyor, san’atını icrâ ediyor, böylece kazancın
kolaylaşıyor, belki de sen ona değil, o sana bakıyor” buyurdu. Bu ifadesiyle Hz. Peygamber
çalışmayı terketmeyi tavsiye etmiyor, aksine, ilmin geçime katkısının
olmadığını sanmanın yanlışlığına dikkat çekiyor. Nitekim bir başka hadîs-i
şerîfte de Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“İlim öğrenen kişinin rızkını Allah Teâlâ
üstlenmiştir” buyurmaktadır. Bir başkasında da:
“Kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da
kuluna yardım eder” denilmektedir.
Netice
olarak, Allah kendisine güvenen kulunu mahrum bırakmaz, onu değişik şekillerde
rızıklandırır. Tevekkülün karşılığı, sebepler dünyasında herhangi bir yolla,
herhangi bir şekilde mutlaka görülür. Hadîs-i şerîfte bu yollardan birine
işaret edilmektedir.
Durumun
nezâketine uygun bir düşünceye sahip olmak gerek. Eskilerin “iyi düşün” diye
yaptıkları ikazları, böylesi yerlerde insan, daha iyi
algılayabilmektedir. “Güçsüz ve zayıflarınız sebebiyle
rızıklandırılıyor ve destekleniyorsunuz.” hadîs-i şerîfi
de [bk. 273 ve 274. hadisler] bu noktada daha bir netleşiyor. İlâhî
yardım ve tecellinin bir çok yolu vardır. “Allah, akla hayâle gelmeyen yer ve
yönlerden kullarını rızıklandırır.”
İlim
öğrenmek, günlük geçim yönünden bir mahrûmiyet sebebi gibi görünse de, eninde
sonunda onun bereketi kendisini gösterecektir. Hele bizler gibi “bilgi
ve enformasyon (danışma) çağı”nı yaşayanlar, ilmin ne ölçüde bir rızık ve
hâkimiyet vesilesi olduğunu çok daha iyi görecek ve anlayacaklardır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dini öğrenmek, dine ve insanlara hizmet etmek için ilim yoluna düşenlerin
geçimini Allah kolaylaştırır.
2.
İlim ehline yardımcı olanlar, bunun karşılığını mutlaka görürler.
3.
Kişi, bakımını üstlendikleri sebebiyle rızıklandırılır.
8- باب الاستِقامة
DOĞRULUK
(İSTİKAMET)
Âyetler
قال اللَّه تعالى :
{ فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ } .
1. “Emrolunduğun gibi
dosdoğru olmaya devam et!” Hûd sûresi (11), 112
Âyetin
muhâtabı sevgili Peygamberimiz’dir. O, doğru yolda, dürüst bir yaşayışa
sahipti. Zaten doğru yolda olan Peygamber’e “doğru ol!” emrini vermek,
“doğrulukta devam et!” anlamındadır. Bu sebeple tercümeyi buna göre yaptık.
Emrolunan
sınırlar içinde, emrolunan şekilde dürüst bir yaşayışı sürdürmek, takdir
edileceği gibi büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. Bu ise zor bir
iştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu âyetten ötürü, “Beni Hûd
sûresi kocalttı” buyurmuştur (bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (56), 6).
Şu
kadar var ki, dosdoğru olmak, zorluğuna rağmen, imkânsız değildir. Zira
dinimizde güç yetirilmeyecek bir yükümlülük yoktur. Allah hiç kimseye güç
yetiremeyeceği yükü yüklemez [bk. Bakara sûresi (2), 286].
وقال تعالى: { إِنَّ الَّذِينَ
قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ
الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ
الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ [30] نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ
الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنفُسُكُمْ وَلَكُمْ
فِيهَا مَا تَدَّعُونَ [31]
نُزُلًا مِّنْ غَفُورٍ رَّحِيمٍ
[32] } .
2.
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek:
‘Korkmayın, üzülmeyin, size vadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da
âhirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikrâmı olarak (cennette) canınızın çektiği ve
dilediğiniz her şey sizindir’ derler.” Fussilet sûresi (41),
30-32
Allah’a
inanan, sonra da bu inanca uygun olarak dosdoğru yaşayan, söz ve hareketinde
dürüst davranan, hilekârlığa sapmayan insanlara zaman zaman melekler gelirler;
“Gelecekten endişe etmeyin, geçmişe üzülmeyin, size söz verilen cennetle
sevinin, neşelenin” derler. Zira bir başka âyette belirtildiği gibi zaten “Allah’ın
dostları için ne korku ne de hüzün vardır” [bk. Yûnus sûresi (10),
62].
Ölüm
anında, kabirde, yeniden dirilme sırasında, hâsılı korkulu her zamanda dürüst
mü’minlere gelen melekler, kendilerine dünya ve âhiret hayatında dost
olduklarını da söylerler. Yalnız olmadıkları müjdesini verirler. Sonra da gafûr
ve rahîm olan Allah’tan bir lutuf ve ikrâm olarak cennette canlarının çekeceği,
isteyecekleri her şeyin kendilerini beklediğini, bununla sevinmeleri
gerektiğini hatırlatırlar. Bunca nimet, ikrâm ve iltifat, “rabbimiz
Allah’tır diyen, sonra da dosdoğru gidenler” içindir. Yani iman ve
doğruluk (istikamet) sebebiyledir. Bütün bunlar iman ve
istikametin insan hayatında ne kadar önemli iki esas olduğunu göstermektedir.
Zira büyük ikrâmlar, kıymeti yüksek olanlar içindir.
وقال تعالى :{ إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا
رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ
يَحْزَنُونَ [13]
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ
فِيهَا جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ [14] } .
3.
“Rabbimiz Allah’tır diyenler sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne
de hüzün. Onlar cennetliktir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli
kalacaklardır.”Ahkâf
sûresi (46), 13-14
Tek
Allah’a inanan ve doğruluğu hayat prensibi edinenler için korku ve hüzün söz
konusu değildir. Böylesi insanlar cennetliktir. Gösterdikleri üstün başarının
ödülü olarak cennette temelli kalacaklar, oradan çıkarılmayacaklardır. Bir
önceki âyette melekler vasıtasıyla müjdelenen gerçekler, bu âyette doğrudan
Allah Teâlâ tarafından duyurulmaktadır. Ayrıca da “cennette ebedî kalacakları”
ilâve edilmektedir. Bu, devamlı mutluluk garantisidir. Bitip tükenmeyecek bir
mutluluktan sonra, geriye ne kalır ki?..
O
halde bir kere daha söylemekte fayda vardır; iman ve istikamet ebedî
mutluluktur. Rabbim cümlemize nasip etsin.
Hadisler
86- وَعَنْ أبي عمرو ، وقيل أبي عمْرة
سُفْيانَ بنِ عبد اللَّه رضي اللَّه عنه قال: قُلْتُ : يا رسول اللَّهِ قُلْ لِي في الإِسلامِ
قَولاً لا أَسْأَلُ عنْه أَحداً غيْركَ . قال: « قُلْ : آمَنْت باللَّهِ: ثُمَّ اسْتَقِمْ
» رواه مسلم .
86. Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyân İbni Abdullah radıyallahu
anh şöyle dedi:
-
Yâ Resûlallah! Bana İslâmı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına
sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu.
Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni
Mâce, Fiten 12.
Süfyân İbni Abdullah
Künyesi Ebû Amr veya Ebû Amre olan Süfyân, Sakîf
kabilesine mensup olduğu için es-Sakafî nisbesiyle anılmaktadır. Sakîf
kabilesinin temsilcileri ile birlikte gelip müslüman olmuştur. Hz. Ömer
kendisini Tâif’e zekât memuru olarak görevlendirmiştir. Süfyân Resûlullah’dan 5
hadis rivayet etmiştir. Rivâyetleri Müslim, Tirmizî, İbni Mâce, Dârimî ve Ahmed
İbni Hanbel tarafından nakledilmiştir. Kendisinden çocukları Âsım, Abdullah,
Alkame, Amr ve Ebu’l-Hakem hadis rivayet etmişlerdir.
İslâm’ın en özlü tariflerinden birini, onun suali
üzerine öğrenmiş bulunmaktayız.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîfin râvisi Süfyân İbni Abdullah Peygamber Efendimiz’e isteğini son derece
nazik sınırlar içinde arzetmiş, “Bana İslâmiyeti tarif et” deyip geçmemiş,
“Bana İslâmiyeti öylesine özlü, açık ve kapsamlı tarif et ki, bir daha senden
başkasına sorma ihtiyacı duymayayım” demiştir. İstek, olabildiğince güzel.
Ancak cevabı, sanıldığı kadar kolay değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in
verdiği cevabı bilmeyecek olsaydık, aynı soruya bizler ne cevap verirdik? Bir
düşünmek gerek...
Efendimiz,
peygamberlik birikimi ve cevâmiü’l-kelim (az sözle engin
mânâlar dile getirme) özelliği ile bu zorlu isteği, “Allah’a
inandım de, sonra dosdoğru ol” diye iki cümlecikle
cevaplamıştır. Hadisin bir rivayetinde cevap, “Rabbım Allah’tır
de, sonra dosdoğru ol!” şeklindedir. Peygamber Efendimiz’in bu nefis
ve veciz cevabı ile, konunun başında meâllerini verdiğimiz iki âyetteki “Rabbimiz
Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlar...” ifadeleri arasındaki
uyum pek açıktır. Yani Efendimiz’in cevabı, bu ayetlerden alınmıştır. Sünnet-i
seniyyenin, Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı olduğu bu örnekte son derece
net olarak görülmektedir.
1520
numarada tekrar gelecek olan hadisimiz, “Tevhid ve istikamet, işte size
İslâmiyet” mesajını vermektedir. İstanbul’un işgali günlerinde
Anglikan Kilisesi’nin “İslâmiyet, fikre ve hayata ne getirmiştir?” sorusuna,
o zamanlar “Dâru’l-hikmeti’l-İslâmiyye” âzasından olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin
verdiği, “İslâm, fikre tevhid, hayata istikamet vermiştir” cevabı,
hadisimizin bir başka şekilde ifadesinden ibaret olup son derece yerindedir.
Tevhid ve istikamet (doğruluk), İslâm’ın
tanıtımında iki temel unsur olunca, bunların tarifi de İslâmî esaslara göre
yapılacaktır. Başka düşünce ve sistemlerin tesbit ve kabullerine asla itibar
edilemez. Herşeyden önce istikamet, hâlis bir tevhid inancına
dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikametten söz edilemez. Hayata
istikâmet veren Allah’ın birliği inancıdır. Zira gerek âyetlerde gerekse
hadisimizde “rabbım Allah” dedikten sonra “doğru
olmak”tan bahsedilmektedir. Ancak hemen işaret edelim ki, “Tevhid
inancına sahip olan herkes, dürüst bir hayata sahiptir” de denilemez. Çünkü
istikâmet, tevhid’in zarûrî neticesi değil, aksine tevhid, istikametin
vazgeçilmez ön şartıdır.
İstikamet
üzere yaşamak, fevkalâde dikkat ve gayret ister. Yine de tam olarak
başarılamayabilir. Nitekim Fussılet sûresi’nin 6. âyetinde “... Hepiniz
Allah’a giden doğru yolu tutun, O’ndan bağışlanmak dileyin...” buyurulmuştur.
Buradaki mağfiret isteme tavsiyesi, istikametteki kusurlarla ilgilidir. Bir
hadîs-i şerîfte de Hz. Peygamber “Tam anlamıyla başaramazsınız
ya, siz (yine de) dosdoğru olun!” (İbni Mâce, Tahâret 4;
Dârimî, Vudû 2; Muvatta’, Tahâret 36) buyurmak suretiyle doğruluğun ne
kadar zor olduğunu dile getirmiş, buna rağmen dürüstlükten asla vazgeçilmemesi
gerektiğini de bildirmiştir. Zira meşhur kâidedir; “Tamamı elde edilemeyenin
tamamı terkedilmez.”
Doğrulukta
kalbin ve dilin dürüstlüğü pek büyük önem arzetmektedir. Kalp,
beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü
benimseyen bir kalp, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun
doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder. Nitekim bir
hadis-i şerifte “Her sabah bütün organların dil’e hitaben; bizim
hakkımızda Allah’dan kork. Biz sana bağlıyız. Sen doğru olursan biz de doğru
oluruz. Sen eğri olursan biz de eğriliriz.” (bk. 1524. hadis)
dedikleri bildirilmiştir. Bu, doğru sözlü olmanın önemini göstermektedir. Hatta
bir başka hadiste de Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kalbi dürüst
olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned III, 198). O halde özüyle sözüyle
dosdoğru olmak gerekmektedir. Peygamberimiz’in “Allah’a inandım de,
sonra da dosdoğru ol!” tavsiyesinin mânası budur. İslâm da
bundan ibarettir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İslâmiyeti pek kısa bir şekilde tevhid ve istikamet olarak tarif etmek
mümkündür.
2.
Peygamber Efendimiz kendisine arzedilen isteklere cevap verirdi.
3.
İstikamet, imanın kemâlini gösteren bir derecedir.
4.
Sahâbe-i kirâm İslâm’ı öğrenmeye ve yaşamaya pek istekli idiler.
5.
Ne istediğini açıkca söylemek, istenilen cevabı almanın ön şartıdır.
6.
İstikamet, dünya ve âhirette mutluluk demektir.
87- وعنْ أبي هُريْرة رضي اللَّه عنه :
قال قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « قَارِبُوا وسدِّدُوا ، واعْلَمُوا أَنَّه
لَنْ ينْجُوا أحدٌ منْكُمْ بعملهِ » قَالوا : ولا أنْت يَا رسُولَ اللَّه؟ قال : « ولا أَنَا إلا أنْ يتَغَمَّدني اللَّه
برَحْمةٍ منْه وَفضْلٍ » رواه مسلم .
و « الْمُقارَبةُ » : الْقَصْدُ الَّذي لا غلُوَّ فيه ولا
تقْصيرَ . و « السَّدادُ » : الاسْتقَامةُ وَالإِصابةُ ، و « يتَغَمَّدني » يُلْبسُني ويَسْتُرني .
قالَ الْعُلَمَاءُ : معنَى الاستقَامَةِ :
لُزومُ طَاعِة اللَّهِ تَعالى ، قالُوا : وَهِي مِنْ جوامِعِ الْكلِم، وهِيَ نظام
الأمُورِ ، وباللَّه التَّوفيق
87. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz.
Biliniz ki, hiç biriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” Dediler ki:
-
Sen de mi kurtulamazsın, ey Allah’ın elçisi?
- “(Evet)
ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış
olursa, o başka! Müslim, Münâfikîn 76, 78. Ayrıca bk. Buhârî,
Rikak 18, Merdâ 19; İbni Mâce, Zühd 20
Açıklamalar
Aşırıya
kaçmadan, tamamen ihmal de etmeden işleri orta yolu takip ederek mûtedil bir
tarzda yürütmek, dosdoğru olmak bakımından büyük önem taşımaktadır. İnsan,
ifrat veya tefrite düşerse, istikameti de kaybeder. Demek oluyor ki, orta yolu
tutmak, istikamettir. Mu’tedil olmak, müstakîm olmak demektir. Hislerde,
duygularda ve davranışlarda müstakîm olmak isteyen önce mu’tedil olmaya
bakmalıdır. Zira hadisimizdeki “kâribû” tavsiyesi “mu’tedil
olunuz” demektir. Peşinden gelen “seddidû” emri
de “müstakîm olunuz” anlamındadır. Söyleniş sırası, istikamet
için i’tidalin gereğine işaret etmektedir.
Daha
dindar yaşamak ve âhirette yüksek derecelere kavuşmak gibi sırf dinî ve uhrevî
duygular bile i’tidâl ve istikametten ayrılmayı
gerektirmemelidir. “Biliniz ki, hiç biriniz amelleri ile kurtuluşu elde
edemez” gerçeği, bunu göstermektedir.
Dindarlık
gayretiyle de olsa, aşırılık aslâ doğru değildir. Çünkü ne kadar iyilik ve
ibadet yaparsa yapsın, bir insan bu hareketleriyle kurtuluşunu temin edemez.
Zira kurtuluş Allah Teâlâ’nın lutfu iledir. O halde yapılacak iş, mu’tedil ve
müstakîm bir çizgide dini yaşamaya, onun esaslarına tüm hayatında bağlı
kalmaya, gücü ölçüsünde çalışmaktan ibarettir. İşte bu tabiîlik ve i’tidal,
insanın hem dünyada huzur ve mutluluğuna hem de âhirette kurtuluşuna
sebeptir. Dinî bir maksatla bile aşırılığa gerek olmadığına göre, artık başka
hiçbir sebep ve gerekçe ile i’tidal ve istikametten ayrılmamak lâzım gelir.
“Kurtuluşun
amelle kazanılamayacağı” gerçeği, ashâb-ı kirâmı son derece
etkilemiş ve biraz da hayrete düşürmüş olmalı ki, bu konuda Hz. Peygamber’in
bir istisna teşkil edip etmediğini hemen soruvermişler. Efendimiz kendisinin
farklı bir imkâna sahip olmadığını belirtmiş, Allah’ın kerem ve lutfu
olmadıktan sonra amellerinin kendisini kurtaramayacağını söylemiştir. O halde
artık, emir ve yasaklara uymakta gösterilecek mu’tedil bir dikkat ve
vazgeçilmez bir dürüstlükten başka hiçbir şeye gerek kalmamaktadır.
Öyle
sanıyoruz ki, insanda istikamet fikri ve uygulaması işte bu noktanın iyice
hazmedilmesine bağlıdır. Sevgili Peygamberimiz bu hadisiyle biz ümmetini, bu
noktada, kendi durumunu da ortaya koyarak uyarmış bulunmaktadır.
Netice
olarak şu husus unutulmamalıdır: Ameller, kurtuluşun bir bedeli değil,
bahânesidir. Amele muvaffak kılan da, onları kabul eden de Allah’tır.
O halde neresinden bakılırsa bakılsın, kurtuluşumuz Allah’ın lutuf ve keremi
iledir. Orta halli (mu’tedil), dürüst (müstakîm), sürekli
ve kararlı (müstekar) bir tavır, erişilmek istenen hedefe
götüren en güvenilir ve sağlıklı yoldur, eskilerin tâbiriyle “eslem
tarîk”tir. Allah cümlemizi buna muvaffak kılsın.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ hiç bir şeye mecbur değildir.
2.
Allah’ın lutuf ve ihsanı kulların amellerinden çok çok geniştir.
3.
Akıl ile ne sevap ne azab ne de şer’î bir hüküm tesbit ve tayin edilebilir.
Bunlar ancak din yani vahy tarafından belirlenir.
4.
Allah’ın rahmet ve cennetine kavuşabilmek için mü’mine düşen, dürüstlükle amel
ve duaya devam etmekten ibarettir.
5.
Olabildiğince dürüst ve mutedil bir dini yaşayış için gayret gösterilmeli,
ifrat ve tefrite kaçılmamalıdır.
6.
Allah Teâlâ rahmet ve cenneti için bahâ değil, bahâne ister. Kulların amelleri
bu çerçevede bir anlam taşımaktadır.
7.
Dürüst (müstakîm) olabilmek için mu’tedil olmak ön şarttır.
9- باب في التفَكُّر في عظيم مخلوقات الله تعالى
وفناء الدنيا وأهوال الآخرة وسائر أمورهما
وتقصير النفس وتهذيبها وحملها على الاستقامة
قال اللَّه تعالى : { إنَّمَا أعِظُكُمْ بِوَاحدةٍ أنْ تقُوموا
للَّهِ مَثْنَى وفُرادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا } [سبأَ 46 ] وقال تعالى :
{ إنَّ في خَلْقِ السَّمواتِ والأرْضِ
واخْتلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لأُولِي الألْبَابِ الَّذِينَ
يَذْكُرونَ الله قِياماً وَقُعُوداً وعَلَى جُنُوبِهمْ ويَتَفَكَّرون في خَلْق
السَّمواتِ وَالأرْضِ ربَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطلاً سُبْحَانَك } الآيات [ آل عمران 190 ، 191
] .وقال تعالى : { أفلا ينْظُرونَ إلَى الإِبلِ كِيْفَ خُلِقَتْ وإلَى السَّمَاءِ كَيْفَ
رُفِعتْ وإلَى الْجِبالِ كَيْفَ نُصِبتْ وَإَلى الأرضِ كيْفَ سُطِحتْ فَذَكِّرْ
إنما أنْتَ مُذَكِّرٌ } [ الغاشية : 17 ، 21]. وقال تعالى : { أفلَمْ يَسيروا في الأرْضِ فَيَنْظُروا } [ محمد : 10 ] . الآية
والآيات في الباب كثيرةٌ . ومِنْ الأحَاديث الحديث السَّابق : « الْكَيِّس مَنْ
دَانَ نَفْسَه » .
10- باب في المبادرة إلى الخيرات
وحثَّ من توجَّه لخير على الإِقبال عليه
بالجدِّ من غير تردَّد
HAYIRLI İŞLERE
KOŞMAK
HAYIRLI İŞLERE KOŞMAK VE HAYRA YÖNELMİŞ KİŞİYİ CİDDİ
VE
TEREDDÜTSÜZ ŞEKİLDE ONU İŞLEMEYE TEŞVİK ETMEK
ÂYETLER
قال اللَّه تعالى: { فَاسْتَبِقوُا
الْخَيْرَاتِ } .
1. “Hayır işlerinde yarışın!” Bakara sûresi (2), 148
Müslüman,
hayır ve hizmet adamıdır. İyilik severdir. Hayatta herkes bir şeylerin peşinde
koşup durmakta, âdeta başkalarıyla yarışmaktadır. Müslümana hayır yarışında olmak
yaraşır. Çünkü en büyük ödül bu yarıştadır. Nitekim bir âyette yüce Rabbimiz
şöyle buyurmuştur:
وقال تعالى: { وَسَارِعُواْ إِلَى
مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ
أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ } .
2. “Rabbinizin
mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan göklerle yer
genişliğindeki cennete koşun!” Âl-i İmrân sûresi (3), 133
Allah’ın
bağışını kazanmak büyük, en büyük başarıdır. Genişliği, yerle gökler arası
kadar olan cennete ulaşmak ise, büyük kurtuluştur. İşte bütün bu “büyük”ler,
iyilik ve hayır severlikte yarışmakla elde edilebilir. Bu sebeple de
müslümanlar, her şeyde orta yolu tutmaya davet edilirken burada yarışa
çağırılmaktadırlar. Zira mü’mine yakışan, büyük hedeflere sür’atle yönelmektir.
İyilik yarışı, en büyük yarıştır. Bu yarış cennetle sonuçlanır. Böyle bir
yarıştan geri kalmak olur mu? Herkes kendi imkânı ölçüsünde, kendi alanında ama
mutlaka bu yarışta yerini almalıdır.
Hadisler
88- فالأوَّل : عَنْ أبي هريرة رضي
اللَّه عنه أن رسولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « بادِروا بالأعْمالِ الصَّالِحةِ ،
فستكونُ فِتَنٌ كقطَعِ اللَّيلِ الْمُظْلمِ يُصبحُ الرجُلُ مُؤمناً ويُمْسِي
كافراً ، ويُمسِي مُؤْمناً ويُصبحُ كافراً ، يبيع دينه بعَرَضٍ من الدُّنْيا» رواه مسلم .
88. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Yararlı
işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi
birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak
sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar.
Dinini küçük bir dünyalığa satar.”
Müslim, Îmân 186. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 30, Zühd
3; İbni Mâce, İkâme 78
Açıklamalar
Faydalı
işler ve hizmetlerde gözü açık davranmak, fırsatları anında değerlendirmek, bu
konuda sür’at göstermek yüce dinimizin tavsiye ettiği yegâne aceleciliktir.
Zira halkımızın isâbetle belirttiği gibi, “Elden kalan elli gün kalır”
“İyilerin tenbelliği, kötülerin faaliyetidir.” İyilik yapmayı, faydalı
iş görmeyi nefis ve şeytan istemez, bu onlara çok ağır gelir. Onun için de bu
tür işlerin daima tehir edilmesini isterler. Oysa gelecek günlerin neler
getireceği hiç belli olmaz.
Hadisimizde
bu noktaya dikkat çekilmekte, her şeyi kopkoyu bir karanlık içinde tanınmaz
hale sokarak birtakım büyük fitnelerin ortaya çıkmasından önce, iyi şeyler
yapmaya bakmak gerektiği hatırlatılmaktadır. Olumsuzluklar o noktaya varabilir,
ortalık öylesine allak-bullak olabilir ki, Allah korusun, insan mü’min olarak
sabahlamışken o günün akşamına kâfir olarak girer veya mü’min olarak girdiği
gecenin sabahına kâfir olarak çıkar. Bu, tam anlamıyla bir fitne ve kargaşa
ortamıdır. Böyle bir zeminde kimse ne yaptığını, ne yapması lâzım geldiğini
bilemez. Din gibi, iman gibi dünyalara değişilemeyecek kutsal değerler, küçük
dünyevî karşılıklara satılır, peşkeş çekilir. Öz değerlere yabancı ve düşman
sistemlerin hükmü altında kalınabilir. İşte bu noktada iman, işportaya düşmüş
demektir; kafa, gönül ve evlerde irtidat havası esmeye başlamış demektir.
Müslümanlar böylesine acılı günleri tarih boyu yer yer yaşayagelmişlerdir.
Hadiste
haber verilen fitneler bir kaç şekilde tezâhür edebilir:
*
İki müslüman grup arasında sırf ırkçılık ve kızgınlık sebebiyle çatışma çıkar.
Karşılıklı olarak can ve mala tecâvüzü helâl sayarlar.
*
Yöneticiler zâlim kimseler olur, müslümanların kanını döker, mallarını
gasbeder, içki içerler. Bazı kişiler de onların haklı olduklarını savunurlar.
Hatta bazı âlim geçinen kişiler, onların işledikleri bu tür haramların işlenebileceğine
fetvâ verirler.
*
İnsanlar arasında dine muhalif ilişkiler, alış-verişler vs. cereyan eder.
Bunları helâl sayarlar.
Bunlar
ve daha sıralanabilecek diğer görüntüler, farkedileceği gibi tamamen kişinin
din ve imanına dokunur. Fitne de zâten din ve imanın tehlikeyle yüzyüze
kalmasıdır.
Sabah-akşam,
iman-küfür arasında gelip gitmeye vesile olacak fitne ortamlarına düşmemek için
daha önceden iyi işler işlemeye gayret etmek, iman uyanıklığının işareti ve
tabiî bir gereğidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dine, imana sıkı sarılmak gerekir.
2.
Durum kötüleşmeden, müslümanlar güzel işler yapmakta birbirleriyle
yarışmalıdır.
3.
Âhir zamanda fitneler, gece karanlıkları gibi birbiri ardınca gelip duracaktır.
Gelen gün, geçeni aratacaktır.
4.
Dîni, dünyevî herhangi bir değere değişmek, bu işin en çirkin ve kötü
sonucudur.
5.
Kötüler ve kötülükler, ancak iyiler ve iyilikleri çoğaltmak ve desteklemek
suretiyle önlenebilir.
89- الثَّاني: عنْ أبي سِرْوَعَةَ
بكسرِ السين المهملةِ وفتحها عُقبةَ بنِ الْحارِثِ رضي اللَّه عنه قال: صليت وراءَ النَبيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم بالمدِينةِ الْعصْرَ ، فسلَّم ثُمَّ قَامَ مُسْرعاً فَتَخَطَّى رِقَابَ
النَّاسِ إلى بعض حُجَرِ نسائِهِ ، فَفَزعَ النَّاس من سرعَتهِ ، فخرج عَليهمْ ،
فرأى أنَّهُمْ قدْ عَجِبوا منْ سُرْعتِه ، قالَ : «ذكرت شيئاً من تبْرٍ عندَنا ،
فكرِهْتُ أن يحبسَنِي ، فأمرْتُ بقسْمتِه» رواه البخاري .
وفي رواية له: كنْتُ خلَّفْتُ في الْبيتِ
تِبراً من الصَّدقةِ ، فكرِهْتُ أنْ أُبَيِّتَه» . «التِّبْر» قطع ذهبٍ أوْ فضَّةٍ .
89. Ebû Sirve’a (veya Serve’a) Ukbe İbni
Hâris radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir
keresinde Medine’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
arkasında ikindi namazı kılmıştım. Resûlullah selâm verip namazı bitirdi ve
sür’atle yerinden kalktı, safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti.
Cemaat, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu telaşından
endişe ettiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kısa
sürede döndü, kendisinin bu acele davranışından dolayı meraklanmış olduklarını
gördü ve şöyle buyurdu:
“Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu
hatırladım da beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve derhal
dağıtılmasını emrettim.”
Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-salât 18; Nesâî, Sehv
104
Buhârî’nin bir başka rivayetinde bu ifade şu şekildedir:
“Odada, sadaka (olarak dağıtılacak) bir miktar altın
-veya gümüş- bırakmıştım. Onun gece evde kalmasını uygun görmedim.” Buhârî, Zekât 20
Ebû Serve’a, Ukbe İbni
Hâris
Ukbe Mekke fethi günü veya fetihten önce müslüman
olmuştur. İslâmı güzel yaşayanlardandır. Ebû Serve’a Bedir Harbi sonrasında
Medineli Hubeyb İbni Adî radıyallahu anh’ı Mekke yakınlarında öldürenlerdendir.
Ancak Ebû Serve’a künyesinin Ukbe’ye mi yoksa anne bir kardeşine mi ait
olduğunda görüş ayrılığı vardır. Öyle bile olsa, “İslâm olmak, İslâm öncesindeki hataları siler-süpürür” hadîs-i
şerîfi gereği bağışlanmıştır.
Buhârî, Ebû Dâvûd ve Tirmizî kendisinden hadis rivayet
etmişlerdir. Ukbe, Abdullah İbnü’z-Zübeyr radıyallahu anh’ın hilâfetini ilân
ettiği yıllarda vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Cami
ve mescidlerde cemaatin omuzlarına basa basa gezinmek, cami âdâbına aykırı ve
yasaktır. Ancak bu yasak şu hallerde ortadan kalkar:
*
İleride boş yer varken gerilere oturulmuş ise... Böyle yapanlar, bizzat
kendileri, omuzlarına basılmasına razı olmuşlar demektir. Böylesi hâllerde
safları doldurmak için ileriye geçmek yasak değil, fazilettir.
*
Burnu kanayan veya abdest yenilemek durumunda kalanların, arkalarındaki safları
yararak dışarı çıkmalarında da herhangi bir sakınca yoktur. Bu, zarûret
halidir. Özellikle abdest yenileyecek olan imam ise, hiç bir sakınca söz konusu
değildir.
*
Bir de bu hadiste görüldüğü gibi, bir hayır işlemek için acele edilmesi
hâlinde, saflar yarılıp geçilebilir. Bu, “hayırda acele etmek” hatırına
verilmiş bir müsaade olmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de
böyle yapmıştır. Bu, dinimizde hayır işlemekte ne kadar sür’atli davranmanın
gerektiğini ortaya koyması bakımından son derece dikkat çekici bir olay ve bir
ruhsattır.
Hz.
Peygamber’in bütün hal ve harekâtını son derece dikkatle izleyen sahâbîler,
onda görmeye alıştıkları sakin ve ağırbaşlı tavırlar dışında, aceleci, telaşlı
bir hâl gördüler mi, “nâhoş bir şey mi var acaba?” diye meraklanırlardı. Bu kez
de öyle olmuştu. Hz. Peygamber’in selâm verir-vermez mihrabı hemen terkedip
sür’atle odasına gitmesi ashâb-ı kirâmı endişelendirmişti. Peygamber Efendimiz
ise, hayır işlemekte ne derece acele davranılması gereğini hem hareketi hem de
sözüyle ortaya koymak suretiyle ashâbını bir yandan teskin ederken bir yandan
da eğitiyordu.
Hz.
Peygamber’in, “Beni alıkoymasından hoşlanmadım” beyanını,
“Allah’ı anmaktan, O’na yönelmekten alıkoymasından hoşlanmadım” anlamında
yorumlamak ve “Öyle babayiğitler vardır ki, onları ne bir ticâret ne de
bir alış-veriş Allah’ı anmaktan alıkor” [Nûr Sûresi (24),
37] âyetiyle ilgi kurmak mümkündür. “Beni alıkoymasından hoşlanmadım” sözünü,
“Âhirette yoluma mâni olmasını istemedim” şeklinde anlamak da mümkündür. Fakat
hayır işlemekte acele davranmamaktan, hele canım ne acelesi var,
dağıtırız, yaparız gibi tenbel bir duygu ve tavra alıştırmasından
hoşlanmadım, mânâsına anlamak belki konu ile ilgisi ve müslümanların hayrı
geciktirmemeyi öğrenmesi açısından daha isâbetlidir. Zira altın-gümüş gibi
kıymetlerin insana cimrilik ve sürekli ekonomi düşüncesi telkin ettiği, ibadet
esnasında bile zihni meşgul ettiği bilinen bir gerçektir. Yapılacak hayrı,
verilecek sadakayı geciktirmemek, bu tür duygulara kapılmaktan insanı kurtarır.
Hadisin
ikinci rivayetindeki kaydı dikkate alırsak, “gündüzün hayrını geceye
bırakmamak gerek” şeklinde bir sonuç çıkarabiliriz. Çünkü hayır,
zamanında yapılması halinde hayır olur. Gecikmiş ya da geciktirilmiş hayır,
kendisinden beklenen sonucu vermez.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Namazda, namaz dışı bir şey düşünmek, namazın sıhhatine mâni değildir. Zira
Efendimiz hadisin bir rivayetinde “Evde dağıtılacak bir miktar altın
olduğunu namazdayken hatırladım” buyurmuştur.
2.
Sadaka dağıtımı gibi hayır işlerinde aslolan bizzat yapmak ise de, başkalarını
vekil tayin etmek de câizdir. Hadisimizde “dağıtılmasını emrettim” buyurulması,
bunu göstermektedir.
3.
Hayır işlemekte acele davranmak uygundur.
4.
Zihni ve gönlü Allah Teâlâ’yı anmaktan ve emirlerini yerine getirmekten
alıkoyacak her şeyden arındırmak lâzımdır.
5.
Bazı hâllerde safları yararak cami içinde ilerlemekte veya dışarı çıkmakta
sakınca yoktur.
6.
Ashâb-ı kirâm, Hz. Peygamber’i dikkatle ve ibretle izlerlerdi.
90- الثَّالث: عن جابر رضي
اللَّهُ عنه قال: قال رجلٌ للنبيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يومَ أُحُدٍ: أرأيتَ إنْ قُتلتُ فأينَ أَنَا ؟ قال : «في الْجنَّةِ » فألْقى تَمراتٍ كنَّ في يَدِهِ ، ثُمَّ
قاتل حتَّى قُتلَ. متفقٌ عليه .
90. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Uhud
Savaşı’nda bir adam Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e:
-
Eğer öldürülürsem, nerede olurum? diye sordu.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem de:
- “Cennet’te” cevabını verdi.
Bunun
üzerine adam, (yemekte olduğu) elindeki hurmaları fırlatıp attı; harbe daldı ve
şehid düşünceye kadar savaştı. Buhârî, Meğâzî 17; Müslim, İmâre 143.
Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 31
Açıklamalar
Hayra
koşmakta Hz. Peygamber’in nasıl sür’at gösterdiğini önceki hadiste görmüştük.
Burada ise, Resûl-i Ekrem’in terbiyesiyle yetişme bahtiyarlığına eren
sahâbîlerden konuya ait canlı ve çarpıcı bir örneği görmekteyiz. Uhud Savaşı
devam ederken, hurma yiyerek Hz. Peygamber’e gelip, harbte öldürüldüğü takdirde
âhirette cennette mi, cehennemde mi olacağını soran sahâbî, “cennette” olacağı
müjdesini alır-almaz, cihada ve cennet mutluluğuna, elindeki hurmaları
bitirmeden hemen koşmuş, derhal harbe tutuşmuş ve şehid oluncaya kadar dövüşmüştür.
İşte bu tereddütsüzlük, iyiliği ve hayrı anında yerine getirme gayreti sahâbe-i
kirâmın alâmet-i fârikası olmuştur. Onlar bu halleriyle bütün müslüman
nesillere örnek olmuşlardır.
Hadis
kitaplarımız benzeri bir olayın Bedir Savaşı’nda da yaşandığını haber
vermektedir.
Zamanlama
her konuda önemlidir. İyiliklere koşmakta en uygun zamanın, ele geçen “ilk
fırsat” olduğu kesindir. Sahâbe-i kirâm işte bu uygulamanın kahramanlarıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Şehidler cennettedir.
2.
Hayra koşmakta acele etmek esastır.
3.
Ashâb-ı kirâm hayra koşmakta tereddüt göstermezlerdi.
4.
Bilmediğini sormak ve öğrenmek güzel bir davranıştır.
91- الرابع: عن أبي
هُريرةَ رضي اللَّهُ عنه قال: جاءَ رجلٌ إلى النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم، فقال: يا رسولَ اللَّهِ، أيُّ الصَّدقةِ
أعْظمُ أجْراً ؟ قال: «أنْ تَصَدَّقَ وأنْت صحيحٌ شَحيحٌ
تَخْشى الْفقرَ، وتأْمُلُ الْغنى، ولا تُمْهِلْ حتَّى إذا بلَغتِ الْحلُقُومَ. قُلت: لفُلانٍ كذا ولفلانٍ كَذَا، وقَدْ كان
لفُلان » متفقٌ عليه .
« الْحلْقُوم » : مجرى النَّفسِ . و « الْمريءُ » : مجرى الطَّعامِ والشَّرابِ .
91. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle
dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e bir adam geldi ve şöyle dedi:
-
Ey Allah’ın elçisi! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür?
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:
- “Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken,
cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha büyük zengin
olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza
gelip de “falana şu kadar”, “filana bu kadar” demeye bırakma. Zaten o mal
vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” Buhârî, Zekât 11, Vasâyâ 17; Müslim, Zekât 92
Açıklamalar
Sevaptan
başka herhangi bir karşılık beklemeden sırf iyilik niyetiyle yapılan hayır
çeşitlerinin dinimizdeki ortak adı sadakadır. Sadaka denilince ilk
anda aklımıza, çarşıda-pazarda dilenenlere verilen küçük maddî yardımlar gelir.
Bunlar sadakanın yaygın fakat çok özel bir çeşididir. Aslında Allah rızâsı için
yapılan her şey sadakadır. Güler yüz, tatlı sözden tutunuz da aile mutluluğuna
katkıda bulunmak düşünce ve niyetiyle erkeğin sofrada hanımının ağzına
uzatacağı bir kaşık çorbaya varıncaya kadar her şey sadakadır. Ancak hadîs-i
şerîfteki sadakadan maksat, maddî iyiliktir.
Birtakım
beşerî duygu ve düşünceler, sosyal ve iktisadî beklentiler, endişeler ve
umutlar insanın iyilik yapmasını etkiler. Peygamber Efendimiz, işte bütün bu
duyguların canlı ve diri olduğu sırada yapılan iyiliğin “en üstün sadaka”
olduğunu belirtmektedir. İyilik yapmayı hayatın son demlerine bırakmanın doğru
olmadığına dikkat çekmektedir. İyilikte acele davranmanın gereğine ve isabetine
işaret etmektedir.
Şartlar
zorlaştıkça duygular aleyhte yoğunlaştıkça yapılacak iş ve iyilik daha da
kıymet kazanır. Hadisimiz en üstün sadakayı bu çerçevede tarif etmiştir. O
halde hayırda ve hayırlı işlerde acele davranmak demek, bir anlamda bu tür
amelleri en son âna tehir etmemek demektir. Ölümünden sonra hayır yapılmasını
vasiyet etmek, hukukî bir müessese olarak bazı ihmallerin telâfisine imkân
verse bile, “üstün” nitelikli bir iş yapmış olma anlamına gelmez. “Üstün”
nitelikli ameller, bizzat yükümlüsü tarafından yerine getirilenlerdir.
Başkalarının takdir ve merhametine havale edilenler değil... Bu yüzden kim ne
iyilik yapacaksa, tam bir niyet ve irade ile yapmalıdır. “Ne
verirsen elinle o gider seninle” sözü bu açıdan oldukça yerindedir.
Geridekilerin geçmişleri adına yapacakları iyilikler, kendi iyilikleridir,
geçmiştekilerin iyiliği değildir. O halde adımıza başkalarının yapacağı
iyiliklere bel bağlamak yerine, bizzat kendimiz için nasıl bir iyiliği lâyık
görüyorsak onu kendimiz yapmalıyız.
Sadaka
ve iyiliklerin önündeki en büyük engel, “fakir düşme endişesidir.” Onu da
insana telkin eden şeytandır [bk. Bakara sûresi (2), 268].
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hayatta, sıhhat ve âfiyette iken verilen sadaka, yapılan iyilik; hastalıkta ve
hele hele ölüm döşeğinde yapılacak iyilikten üstündür.
2.
Hayır işlerinde acele etmeli, işi yarınlara bırakmamalıdır.
3.
Halkımızın ifadesiyle “elin ermediği, gözün görmediği” bir zamanda iyilik
yapmaya kalkmak, isâbetli bir hareket değildir.
92- الخامس: عن أنس رضي اللَّه
عنه ، أَنَّ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أَخذَ سيْفاً يوم أُحدٍ
فقَالَ: « مَنْ يأْخُذُ منِّي هَذا ؟ فبسطُوا
أَيدِيهُم ، كُلُّ إنْسانٍ منهمْ يقُول : أَنا أَنا . قَالَ: «فمنْ يأَخُذُهُ
بحقِه ؟ فَأَحْجمِ الْقومُ ، فقال أَبُو دجانة رضي اللَّه عنه : أَنا آخُذه
بحقِّهِ ، فأَخَذهُ ففَلق بِهِ هَام الْمُشْرِكينَ». رواه مسلم .
اسم أبي دجانة : سماكُ بْنُ خرسة . قولُهُ :
«أَحجم الْقوم» : أي توقَّفُوا . و «فَلق بِهِ» : أَي شَق «هام الْمشرِكين» : أَيْ رؤوسهُمْ .
92. Enes radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Uhud
Savaşı’nda eline bir kılıç alıp:
-
“Bunu benden kim almak ister?” diye sordu.
Mücahidlerin
her biri ellerini uzatıp:
-
“Ben, ben” diye cevap verdiler.
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem bu defa:
- “Hakkını vermek şartıyla onu kim alır?” buyurdu.
Bunun
üzerine hemen herkes duraladı; fakat Ebû Dücâne radıyallahu anh:
-
Hakkını vermek şartıyla ben alıyorum! dedi, aldı ve onunla müşriklerin
kellelerini ikiye ayırdı.
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 128
Açıklamalar
Mücâhidler,
“hakkını vermek şartıyla” ifadesinden Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in “Zafer kazanılıncaya veya şehid oluncaya kadar savaşmak üzere onu
benden kim alır?” demek istediğini anlamışlar ve kılıcın hakkını gereği gibi
ödeyememek endişesiyle bir an duraklamışlardır. Ebû Dücâne hazretleri ise, hiç
tereddüt etmeden kılıcı almak istemiş ve almıştır.
Sahâbîler
zaten cihad meydanında idiler. Bu kılıcı alanın daha fazla fedâkârlık yapması
gerektiği ortadaydı. İşte Ebû Dücâne bu fedakârlığı üstlendi. Kılıcı aldığı
gibi gözünü kırpmadan savaşa daldı ve müşrik kellelerini ortadan ikiye bölü
bölüverdi.
Bu,
Ebû Dücâne’nin zafer veya şehitlik konusuna gösterdiği şevk ve iştiyâkın
delili, bu iki hayırdan birine kavuşmak için nasıl acele ettiğinin belgesidir.
İbni
Seyyidinnâs es-Sîre adlı eserinde Hz. Zübeyr’in şöyle dediğini
nakletmektedir:
“Resûlullah’dan
kılıcı istediğimde, bana vermeyip de Ebû Dücâne’ye verince, bunu içime
sindiremedim ve kendi kendime, Allah’a yemin olsun ki, Ebû Dücâne’nin ne
yapacağını gözetleyeceğim, dedim ve onu takip ettim. Ebû Dücâne kırmızı bir bez
aldı ve onu başına bağladı. Medineli müslümanlar “Ebû Dücâne ölüm bandıyla harb
meydanına çıktı” dediler. Ebû Dücâne rastladığı müşriği yakalayıp öldürdü.
Ebû
Dücâne hazretleri, künyesiyle meşhur olmuş sahâbîlerdendir. Adı Simâk İbni
Hareşe’dir. Uhud Savaşı’nda Mus’ab İbni Umeyr radıyallahu anh ile
birlikte Resûlullah’ı korumuş ve bir çok yara almıştır. Ebû Dücâne Yemâme
harbinde şehid düşmüştür. Allah ondan razı olsun...
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hayra koşmakta Ebû Dücâne gibi ölümü bile göze almak gerekir.
2.
Ebû Dücâne kahraman ve fedâî sahâbîlerdendi.
3.
Hz. Peygamber ashâbını daha fazla fedakârlığa ve düşmana karşı durmaya teşvik
ederdi.
93- السَّادس: عن الزُّبيْرِ بنِ
عديِّ قال: أَتَيْنَا أَنس بن مالكٍ رضي اللَّه عنه فشَكوْنا إليهِ ما نلْقى من
الْحَجَّاجِ. فقال: «اصْبِروا فإِنه لا يأْتي زمانٌ إلاَّ
والَّذي بعْده شَرٌ منه حتَّى تلقَوا ربَّكُمْ » سمعتُه منْ نبيِّكُمْ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم . رواه البخاري .
93. Zübeyr İbni Adî şöyle dedi:
Enes
İbni Mâlik radıyallahu anh’e gittik ve Haccâc’ın zulmünden şikâyet
ettik. Enes şöyle dedi:
-
“Rabbinize kavuşana kadar sabredin; zira her gelen gün, geçmiş günden daha kötü
olacaktır. Ben bunu Peygamberimiz’den duydum.” Buhârî, Fiten 6
Zübeyr İbni Adî
Rey kadısı olan Zübeyr el-Hemedâni, el-Yânî nisbesiyle
bilinir. Güvenilir bir muhaddis ve fakih bir tâbiîdir. Kendisinin Enes İbni
Mâlik’ten rivayetleri vardır. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Hicri
131 yılında vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Haccâc-ı
zâlim, Emevî halifesi Abdülmelik İbni Mervân’ın Hicaz ve Irak valisiydi.
Hicaz’da halifeliğini ilân etmiş olan Abdullah İbni Zübeyr radıyallahu
anh’ı şehid ederek Mekke ve Medine’yi kana buladı. Böylece Abdülmelik’in
gözüne girdi ve kendisine Hicaz valiliği yanında Irak valiliği de verildi. Aynı
zulmü Irak’ta da gerçekleştiren Haccâc, tepki almaya başladı. Kufe’li Zübeyr
İbni Adî, taraftarlarıyla birlikte Basra’da ikamet etmekte olan büyük sahâbî
Enes İbni Mâlik’e gitmiş ve çektiklerinden şikâyet etmişti. Öyle görülüyor ki
bu şikâyetin altında bir başkaldırma niyeti yatmaktaydı. Enes İbni Mâlik
hazretlerinin de herhangi bir siyasî gücü ve idarî görevi yoktu. Muhtemel bir
karşı harekât için fikrini yoklamak anlamında bir şikâyet, bir yakınma
karşısında olduğunu, böyle bir teşebbüste daha büyük bir fitne kapısının
açılacağını hissedince şikâyetçilere hadisimizdeki tavsiyeyi hatırlatmıştır.
Belki de böylece yeni bir fitnenin önünü almıştır.
“Gelen
günün, geçen günü aratacak kadar kötü olacağı” tesbiti genel bir
değerlendirmedir. Genelde bu böyle olacaktır, demektir. Yoksa geçmişten çok
daha iyi günler, zamanlar ve idareler olmuştur, olacaktır da. Haccâc’dan kısa
süre sonra yaşanan Ömer İbni Abdülaziz zamanı gibi dönemler için Hasan-ı Basrî
hazretleri “halkın nefes alma zamanı” der. Hadiste genel gidişin daha iyiye
değil, daha kötüye olduğu hatırlatılmaktadır. Çağımızda yaşanan teknolojik
gelişme, bir yandan da kitle imha silahlarıyla insanlık için tehlikeyi
arttırmaktadır. Daha kısa zamanda daha çok insanı imha etmek hedefine yönelik
teknoloji, dünyanın kötüye gittiğinin belgesidir.
Hz.
Enes’in şikâyetçilere, Hz. Peygamber’den duyduğunu vurgulayarak bu genel
gerçeğe dikkat çekmesi ve sabır tavsiye etmesi, aslında sıkıntısız gün
olmayacağını belirtmekte, binaenaleyh iyi ve hayırlı işler yapmaya her hâl-ü
kârda devam etmenin daha isabetli ve müslümanca bir hareket olduğunu
göstermektedir. Zaman daha kötüleşmeden yapılacak iyilik ve hayırlar
yapılmalıdır. Zira müslüman, müsbet adamdır; hayır ve hizmet adamıdır.
“Ümmetim yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır,
bilinmez” (Tirmizî, Edeb
81) hadisi ile bu hadis arasında çelişki yoktur. Zira hadisimiz bütün
zamanı içine alan genel bir değerlendirmeyi, Tirmizî’nin rivayet ettiği hadis
ise, değişik zamanlarda yaşayacak olan müslüman fertler noktasından bir
değerlendirmeyi ifade etmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sıkıntılara göğüs gerip sabretmek, iyi işleri yapmaya gayret etmek gerekir.
2.
Gelecek, şimdiki zamandan daha çetin olacaktır.
3.
Kıyamete yaklaştıkça fesat yaygınlaşacaktır. Bu sebeple her devirde hizmete
koşmaktan başka çıkar yol yoktur.
94- السَّابع: عن أبي هريرة رضي
اللَّه عنه أَن رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « بادروا بالأَعْمال سبعاً، هل
تَنتَظرونَ إلاَّ فقراً مُنسياً، أَوْ غنيٌ مُطْغياً، أَوْ مرضاً مُفسداً، أَو
هرماً مُفْنداً أَو موتاً مُجهزاً أَوِ الدَّجَّال فشرُّ غَائب يُنتَظر، أَوِ
السَّاعة فالسَّاعةُ أَدْهى وأَمر،» رواه الترمذي وقال: حديثٌ حسن .
94. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Yedi
(engelleyici) şey(gelme)den önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa
gerçekten siz, unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, (her şeyi) bozup perişan
eden hastalık, saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm,
gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl, belâsı en müthiş ve en acı olan
kıyametten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?”
Tirmizî, Zühd 3
Açıklamalar
Fertler
ve toplumlar için hayat, bir düz çizgiden ibaret değildir. Zik-zakları,
pürüzleri, yazı-kışı, hastalığı-sağlığı, gençliği-ihtiyarlığı vardır. Pek
karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu sebeple fırsat elde iken yapılabilecek faydalı
işleri ertelemek, akıllıca bir davranış değildir. Zira hadîs-i şerîfte sayılan
yedi engelleyiciden birine veya birkaçına birden takılmak kaçınılmazdır. O
halde bunca engelleyici hayat sahnesinde ilk fırsatta iyi işler yapmaya
çalışmak bilinçli bir uyanıklık ve akıllılıktır.
Hayat
gerçekleri göz önüne alınınca, 579 numarada tekrar gelecek olan hadisimizin ne
kadar gerçekçi olduğu anlaşılacaktır. Hadiste sayılan yedi engelleyicinin
özellikleri pek dikkat çekicidir:
Bir
çok şey gibi haram-helâl sınırlarını da unutturan fakirlik.
Sınır
tanımaz bir azgınlığa sürükleyen zenginlik.
Hayatın,
normal akışını bozan ve duyguları alt üst eden hastalık.
İleri-geri, saçma-sapan
konuşturan ihtiyarlık.
Ansızın gelen ölüm.
En
şerli ve tehlikeli kıyâmet alâmeti olan Deccâl.
Sıkıntısı ve acısı dayanılmaz kıyamet.
Bütün
bunlar üzerinde yeterince düşününce, insanın kötülük yapmak şöyle dursun;
iyiliklere, hayırlara koşması pek tabiî değil midir? Hayra koşmakta, bu tür
ihtimalleri daima hesap etmek gerekir. İstesen de bir şey yapamayacağın günler
gelmeden, iş işten geçmeden önce, birşeyler yapmak lâzımdır.
“İnsanların çoğu iki nimetin kıymetini takdirde
yanılmışlardır: Sıhhat ve boş vakit” (bk. 98. hadis).
“Yarıncılar helâk olmuştur” (bk. 146. ve 1739. hadis).
Bu
beyanlar, müslümanların nasıl bir gayret ve canlılık içinde olması gerektiğini
ortaya koymaktadır. Ne yazık ki “sonra yaparım; daha yaşım ne, başım ne!” diye
diye hep kendimizi aldatmaktayız. İyilikleri, hayırları hep ertelemekte
nefsimizin isteklerini saniye sektirmeden işlemekteyiz. Zararımız kendimize,
toplumumuza, müslümanlara ve bütün insanlaradır.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in iyilikleri geciktirmeden sür’atle işlemek konusundaki
böylesine ciddi uyarılarda bulunması, ümmetin bu mevzudaki kusurunun ciddi
boyutlarda olduğunu göstermektedir. İslâm ülkelerinin ve müslümanların günümüz
dünyasındaki durumları, Peygamber Efendimiz’in ne kadar haklı olduğunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Birtakım engeller çıkmadan önce iyi işler yapmaya gayret etmek lâzımdır.
2.
İnsanı hayır yapmaktan alıkoyan engellerin başında fakirlik, zenginlik,
hastalık ve ihtiyarlık gelmektedir.
3.
Deccâl’ın ortaya çıkışı, kıyamet alâmetlerindendir.
4.
Kıyametteki elem ve acı, dünyadakilerden çok çok şiddetlidir.
5.
Faydalı işlere karşı tembel davranmamak ve sonunda da pişman olmamak için,
“hayra koşma”yı bir alışkanlık haline getirmek lâzımdır. Bu hem fertlerin hem
de ümmetin kalkınma ve kurtulma çaresidir.
95- الثامن: عنه أَن رسولَ اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال يوم خيْبر: «لأعطِينَّ هذِهِ الراية رجُلا يُحبُّ
اللَّه ورسُوله، يفتَح اللَّه عَلَى يديهِ» قال عمر رضي اللَّهُ عنه: ما أَحببْت الإِمارة إلاَّ يومئذٍ
فتساورْتُ لهَا رجَاءَ أَنْ أُدْعى لهَا، فدعا رسول اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم عليَ بن أبي طالب، رضي اللَّه عنه، فأَعْطَاه إِيَّاها، وقالَ: «امش ولا تلْتَفتْ حتَّى يَفتح اللَّه عليكَ» فَسار عليٌّ شيئاً، ثُمَّ وقف ولم
يلْتفتْ، فصرخ: يا رسول اللَّه، على ماذَا أُقاتل
النَّاس؟ قال: «قاتلْهُمْ حتَّى يشْهدوا أَنْ لا إله
إلاَّ اللَّه، وأَنَّ مُحمَّداً رسول اللَّه، فَإِذا فعلوا ذلك فقدْ منعوا منْك
دماءَهُمْ وأَموالهُمْ إلاَّ بحَقِّها، وحِسابُهُمْ على اللَّهِ» رواه مسلم «فَتَساورْت» هو بالسِّين المهملة: أَيْ وثبت
مُتطلِّعاً.
95. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hayber
Savaşı’nda şöyle buyurdu:
“Bu
sancağı, Allah’ı ve Resûlünü seven, Allah’ın fethi kendisine nasip edeceği bir
yiğide vereceğim.”
Ömer radıyallahu anh demiştir ki,
“Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümidiyle
Resûlullah’a kendimi göstermeye çalıştım durdum. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Ali İbni Ebû Tâlib’i çağırdı, sancağı ona teslim etti
ve şöyle buyurdu:
- “Yürü, Allah fethi müyesser kılıncaya kadar
sağa-sola bakınma!”
Ali
derhal hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden (gözlerini hedeften
ayırmadan) seslendi:
-
Ey Allah’ın elçisi, onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- “Onlarla, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirmelerine kadar savaş. Bunu
yaptıkları an, -dinin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden
korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allah’a aittir.”
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 33. Ayrıca bk. Buharî,
Fezâilü’l-ashâb 9
Açıklamalar
Hayber’in
fethi, zorlu savaşlardan sonra hicrî yedinci yılda gerçekleştirilmiştir. Zira
Hayber, o devre göre pek sağlam kalelere sahipti. Medine civarından sürülen
yahudilerden bir kısmı da buraya gelip yerleşmişlerdi. Bu haliyle Hayber
müslümanlar için büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu tehlikeyi ortadan
kaldırmak için Hayber üzerine yürünmüştü. Hudeybiye Antlaşması’ndan yaklaşık
bir ay sonra gerçekleştirilen Hayber Savaşı sırasında Kamûs Kalesi
şiddetle direnmişti. Fetihten ümit kesilmeye başlandığı bir günün akşamında Hz.
Peygamber, hadisimizde yer alan açıklamada bulunmuş ve fethi müjdelemiştir.
Hz.
Ömer’in emirliği o gün çok arzu ettiğini belirtmesi, hem fetih şerefine ermek
istemesi hem de sancağı alacak kişinin “Allah ve Resûlü’nü sevdiği”,
bir başka rivayete göre de, “Allah ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği” bildirilmiş
olmasındandır. Böyle bir mazhariyete ulaşmayı kim istemez ki?..
Konuya
ait rivayetlerden öğrendiğimize göre, Hz. Ali’nin o günlerde gözleri
ağrıyormuş. Hz. Peygamber, kendisini çağırmış, tedâvî etmiş, sancağı teslim
etmiş ve hadisimizdeki emri vermiştir. Hz. Ali, emre uygun olarak derhal yola
çıkmış, “sağa-sola bakınma” tâlimatını da zâhirî mânâda
anlamış, dönüp sorması gereken soruyu bile talimata aykırı davranmamak için
yönünü değiştirmeden ve gözünü hedeften ayırmadan, yüksek sesle sormuştur. Hz.
Ali’nin, fethi gerçekleştirmek maksadıyla ne kadar sür’atli ve dikkatli
davrandığını gösterdiği için hadis burada zikredilmiş olmaktadır.
Bu
demektir ki, hayra koşmak, uluslararası ilişkilerde de aynen geçerlidir. Yani
müslüman her yerde, her seviyede, her meşrû görevde tereddüt göstermeden,
görevini sür’atle yapar.
İslâmda
savaş, kelime-i şehâdet getirilinceye kadardır. Müslüman
olanlar, can ve mallarını güvence altına almış olurlar. Müslüman olmayan fakat
cizye vermeyi kabul edenler de aynı sonuca ulaşırlar. Müslüman olduktan sonra,
İslâm esaslarına göre sorumlu tutulmaları gerekli bir suçları varsa ve bu
sebeple can ve mal emniyetlerini ortadan kaldırmışlarsa, bunun hesabını
vereceklerdir. Başkalarından gizledikleri hesaplarını ise, zaten Allah Teâlâ
görecek, dilerse hesaba çekecek, dilerse affedecektir. Zira kalplerdekini bilen
sadece Allah Teâlâ’dır.
Hadis
177 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Ashâb-ı kirâm hayra koşmakta tereddüt etmezlerdi. Hz. Ali’nin davranışı bunun
örneklerindendir.
2.
Hz. Ali’nin Allah ve Resûlü’nü sevdiği, Allah ve Resûlü’nün de Hz. Ali’yi
sevdiği Hz. Peygamber tarafından bildirilmiştir.
3.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bazan olacakları
önceden bildirirdi. Hayberin Fethi’ne dair müjdesi bunun örneklerindendir.
4.
Harbte düşman, önce müslüman olmaya davet edilir. Özellikle İslâm’dan haberi
olmayan düşmana bu davet mutlaka yapılır.
5.
Müslüman olmak için kelime-i şehâdeti söylemek
yeterlidir. Dilsizlerin inandıklarını işaretle belirtmeleri kâfidir.
6.
Hayırlı işlerde sür’at göstermek tavsiye edilmiştir.
7.
Allah Teâlâ hiç bir şeyi yapmaya mecbur değildir.
11- بابُ المجاهدة
MÜCÂHEDE
Âyetler
قال اللَّه تعالى : وَالَّذِينَ
جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ
الْمُحْسِنِينَ
1. “Uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz.
Gerçekten Allah iyilik edenlerle beraberdir.” Ankebut sûresi (29), 69
Nefse,
şeytana, kötü duygulara ve din düşmanlarına bütün güçleriyle direnenleri, Allah
Teâlâ rızâsına ve cennetine ulaştıracak yollara yöneltecektir. Önemli olan,
Allah’a kulluk uğrunda var gücüyle mücâdele etmektir. Âyet, iyi bir kul olmak
için sarfedilecek gayretlerin, aslâ sonuçsuz kalmayacağı, mutlaka hedefe
götürücü çıkış yolları bulunacağı müjdesini vermekte; mü’minleri, mücâhedenin
her türlüsünü bu güven içinde gerçekleştirmeye çağırmaktadır. Hem de Allah
Teâlâ’nın yardımının iyi davrananlarla beraber olduğu gerçeğini hatırlatarak...
Mücâhedenin
cihaddan daha genel olduğu, cihaddan önce de sonra da yürütülmesi gerekli
kulluk gayretlerini içine aldığı dikkatten kaçırılmamalıdır. Bildikleriyle amel
etmenin de mücâhede olduğunu ileri süren ulemâ, herhalde bu genelliği ifâde
etmek istemiş olmalıdırlar. Âyeti, “Bize itaat uğrunda gayret gösterenleri
sevabımızın yollarına kılavuzlarız” şeklinde yorumlayan Abdullah İbni
Abbas radıyallahu anh de mücâhedenin Allah’a kulluğu
esas alan bir kavram olduğunu dile getirmiş olmaktadır.
وقال تعالى : { وَاعْبُدْ رَبَّكَ
حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ } .
2. “Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk
et!” Hicr sûresi (15), 99
Bu
âyetle mücâhedenin sürekliliği ortaya konulmuştur. Mücâhede
ölüme kadar süren bir kulluk bilinci ve uygulamasıdır. O halde müslüman,
yaşadığı sürece kulluğa devam etmek suretiyle mücâhede içinde olacaktır. Bunun
yolu ise, ilk vahiyler arasında yer alan şu âyetle gösterilmiştir:
وقال تعالى : { وَاذْكُرِ اسْمَ
رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا
} أي انقطع إليه.
3. “Rabbinin adını an, bütün varlığınla yalnız O’na
yönel!” Müzzemmil
sûresi (73), 8
Bu
zikir ve teveccüh, şu kesin gerçekten destek almalıdır:
وقال تعالى : { فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا
يَرَهُ } .
4. “Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını
(mutlaka) görür.” Zelzele
sûresi (99), 7
Maddî
mânevî her iyiliğin ve hayrın, en küçük birimine kadar karşılıksız kalmayacağı
açık bir gerçektir. Bu gerçek müslümanı, vereceği mücâhedede güçlü kılacak ve
birtakım fedakârlıklara sevkedecektir. Sürekli olması arzu edilen mücâhedeye,
böylesine bir garanti, doğrusu pek uygun düşmüştür.
İşlenen
hayrın sadece karşılığı mı görülecektir? Mükâfat olarak bir fazlalık, bir lutuf
olmayacak mı? Mücâhedede teşvik etkisi yapacak bu gerçeği de Rabbimiz ayrıca şu
âyette haber vermektedir:
وقال تعالى: { وَمَاتُقَدِّمُوا
لِأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللَّهِ هُوَ خَيْرًا وَأَعْظَمَ أَجْرًا } .
5. “Hayır
olarak kendiniz için önceden ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı
ve mükâfatı daha büyük olarak bulursunuz.” Müzzemmil sûresi (73), 20
Bir
kimse ölünce, insanlar onun geriye ne bıraktığını, melekler ise önceden hangi
hayırları gönderdiğini merak ederler. İnsanın hayatında ve sağlığında yaptığı
hayırların en küçük biriminin bile karşılığının görüleceği garanti edilmiş ve
hatta daha büyük mükâfatla karşılanacağı müjdesi verilmiştir. Bunlar, şüphe
edilemez gerçeklerdir.
وقال تعالى : { وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ
خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ } والآيات في الباب كثيرة معلومة.
6. “Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu bilir.” Bakara sûresi (2), 273
Mücâhede
kavramı içinde yer alacak her çeşit kulluk girişimleri ilm-i ilâhî dâhilinde
olunca, zâyî’ olma, karşılık görmeme ihtimalleri ortadan kalkmaktadır. Bu durum
mücâhedeyi güçlendirmektedir. Binaenaleyh mücâhede konusunda gösterilecek ihmal
ve tenbelliğin haklı herhangi bir gerekçesi kalmamaktadır.
Hadisler
96- فالأَول: عن أبي هريرة رضي اللَّه عنه.
قال قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «إِنَّ اللَّه تعالى قال: منْ عادى لي
وليًّاً. فقدْ آذنتهُ بالْحرْب. وما تقرَّبَ إِلَيَ عبْدِي بِشْيءٍ أَحبَّ إِلَيَ
مِمَّا افْتَرَضْت عليْهِ: وما يَزالُ عبدي يتقرَّبُ إِلى بالنَّوافِل حَتَّى
أُحِبَّه، فَإِذا أَحبَبْتُه كُنْتُ سمعهُ الَّذي يسْمعُ به، وبَصره الذي يُبصِرُ
بِهِ، ويدَهُ التي يَبْطِش بِهَا، ورِجلَهُ التي يمْشِي بها، وَإِنْ سأَلنِي
أَعْطيْتَه، ولَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَّنه» رواه البخاري.
«آذنتُهُ» أَعلَمْتُه بِأَنِّي محارب لَهُ «استعاذنِي» رُوى بالنون وبالباءِ.
96. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur” dedi:
“Her
kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse,
ben de ona karşı harb ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden,
bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara
ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben
onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm;
bana sığınırsa, onu korurum.” Buhârî, Rikak 38
Açıklamalar
Bütün
varlığıyla Allah’a yönelmiş, Allah saygısına ters düşen bir yaşayışa
meyletmemiş, Allah’ı dost edinmiş kişilere “velî” denir. Velî,
sâlih kişi demektir. Sürekli Allah ile olduğunun şuuruyla hareket ve amel eden
insan demektir. Böyle bir kişiye bu iyi hâlinden, ibadet ehli oluşundan, iyi
müslümanlığından dolayı düşmanlık etmek, onun, inanıp gereğince yaşadığı
esaslara ve onları koyan Allah’a düşmanlık etmek demektir. Allah Teâlâ, kendi
dostlarına düşmanlık edenlere harb ilân edeceğini bildirmektedir. Binâenaleyh
mücâhedeyi hayat tarzı olarak benimsemiş insanlara bu hallerinden dolayı
düşmanlık etmek, Allah Teâlâ’nın düşmanlığını karşısında bulmaktır. Böyle bir
durumda kimin muvaffak olacağı bellidir.
Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de sadece faiz yiyenlere harb ilân edeceğini
bildirmiştir [Bakara sûresi (2), 279]. Bu hadîs-i kudsîde de dostlarından
herhangi birine düşmanlık edenlere karşı harb açacağını duyurmaktadır. Bu, her
iki fiilin son derece büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Faiz yemekle,
Allah dostlarına düşman olmak dışında, işleyene Allah Teâlâ’nın harb ilân
ettiği başkaca bir günah yoktur. O halde her iki konuda da çok dikkatli olmak
gerekmektedir. Zira Allah ile harbe kalkışanın asla iflâh olmayacağı bellidir.
Allah’a
yakın olmanın Allah katında en makbul yolu, Allah’ın emrettiği farzları yerine
getirmektir. Kul, işleyegeldiği farzlara ilâve olarak yapacağı nâfilelerle
Allah’a yakınlıkta mesâfe alabilir. Ancak farzları ihmal edip nâfilelerle
meşgul olmak, insanı kesinlikle böyle mutlu bir sonuca götürmez.
Önce
farzları sonra da nâfileleri işlemeye devam eden müslüman, sürekli mücâhede
içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede, Allah Teâlâ’nın
rızâ ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de artık o kul, en
büyük ve yegâne desteği elde eder. Onun her işi düzgün olur. Tüm organları,
görevlerini isâbetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve hidâyeti her işinde
görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse, tehlikenin boyutu ne
olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven, sevdiğini yardımsız bırakmaz.
387
numarada tekrar gelecek olan hadîsimizdeki “Onun işiten kulağı, gören
gözü... olurum” beyânları, Allah Teâlâ’nın, o kulunun vücuduna
gireceği anlamına asla gelmez. Bu, ilâhî yardımın o kulun bütün hayatında
tecelli edeceği anlamında güzel, güçlü ve tatlı bir mecâzî anlatımdır.
Tekrar
edelim ki, mücâhedenin sonucu, Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Bu ise, büyük
mutluluktur. Ancak bütün bunlar, hiçbir Allah dostunun mâsum olduğu, yani günah
işlemeyeceği, yanılmayacağı anlamına gelmez. Zira kul, kusursuz olmaz. Bazı
câhil ve gafillerin bu yöndeki iddialarının hiçbir kıymeti yoktur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Mücâhede, tâat ve ibadetle yürütülür. Bunu başaran, Allah Teâlâ hazretlerinin
dostluğunu kazanır.
2.
Allah dostlarına, verdikleri mücâhededen dolayı düşman olmak, Allah ile harbe
girmek mânasında bir cür’etkârlıktır.
3.
Hukukî konularda mahkemeye müracaat etmek, veliye düşmanlık sayılmaz.
4.
Farzları yapmak suretiyle müslüman Allah Teâlâ’ya yakınlık sağlar.
5.
Farzlara ilâveten yapılacak nâfileler, Allah katındaki yakınlığın artmasına
vesiledir.
6.
Allah Teâlâ, râzı olduğu kuluna her işinde yardım eder.
7.
Allah dostlarının duası makbûldür.
97- الثاني: عن أَنس رضي اللَّه
عنه عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فيمَا يرْوِيهِ عنْ ربهِ عزَّ وجَلَّ
قال: «إِذَا تقرب الْعبْدُ إِليَّ شِبْراً
تَقرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِراعاً، وإِذَا تقرَّب إِلَيَّ ذراعاً تقرَّبْتُ منه باعاً،
وإِذا أَتانِي يَمْشِي أَتيْتُهُ هرْوَلَة» رواه البخاري.
97. Enes radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in Rabbinden
rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Kul(um)
bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın
yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben
ona koşarak varırım.” Buhârî, Tevhîd 50. Ayrıca bk. Müslim, Zikir 2,
3, 20-22, Tevbe 1; Tirmizî, Daavât 131; İbni Mâce, Edeb 58
Açıklamalar
Önceki
hadîs-i şerîfde kulun Allah Teâlâ’ya ne ile nasıl yaklaşabileceği ve
karşılığında ne tür bir yakınlık göreceği açıklanmıştı. Burada ise mesâfe
ölçülerinin insan zihnine kazandırdığı berraklık içinde bu yakınlığın nasıl
gerçekleşeceği anlatılmaktadır. Yakınlaşma tek taraflı ve yapılan işe aynıyla
karşılık verme esasına göre de değildir. Allah Teâlâ kuluna, kulunun kendisine
gösterdiği yakınlıktan çok daha fazlasıyla mukâbele etmektedir. Bunu da maddî
ölçülerle, karışa arşınla, arşına kulaçla; yürümeye koşmakla karşılık verdiği
şeklinde açıklamaktadır. Bütün bu ifadeler, Allah Teâlâ hakkında mecâzî olarak
kullanılmıştır. Bunların gerçek anlamları O’nun hakkında asla düşünülemez.
Bu
beyânları iyice düşünecek olursak, onların ne kadar heyecan verici bir iltifat
ifade ettiklerini hissederiz. Önemli olan alınan mesafe değil, samimiyetle
Allah’a yönelmektir. Zira kulun aldığı yoldan çok, onun karşılığında kendisine
yöneltilen ilâhî iltifat önemlidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kulun az ameline Allah Teâlâ çok sevap verir.
2.
Bu uygulama Allah Teâlâ’nın kereminin ne kadar büyük olduğunu gösterir.
3.
Mücâhede, kula bu büyük lutufdan yararlanma fırsatı kazandırr.
98- الثالث: عن ابن عباس رضي
اللَّه عنه قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «نِعْمتانِ مغبونٌ فيهما كثير من
الناس: الصحة والفراغ» رواه مسلم.
98. İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“İki
nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat
ve boş vakit.” Buhârî,
Rikak 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15
Açıklamalar
İbadet,
tâat, iyilik ve hayır yapmak için, diğer bir ifadeyle mücâhede için sıhhat ve
vaktin önemi ortadadır. Ne var ki insanoğlunun devam edip gideceğini sandığı,
fakat günün birinde, ansızın uçup gittiğini görerek aldandığını anladığı iki
büyük nimet de yine sıhhat ve boş vakittir. “Her işin başı sağlık”, “sağlık
olsun”, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözleri, dilimizde çokça
kullandığımız ifâde ve atasözleridir ve bunlar sıhhatin önemini yeterince
anlatmaktadır. Önemli olan sıhhatin kıymetini güzel sözlerle değil, ondan
gereği gibi yararlanarak takdir etmektir.
Boş
vakit, özellikle din ve mesâî açısından giderek daha zor bulunur bir nimet
haline gelmektedir. Hele büyük şehirlerin gürültülü, hızlı, çalkantılı ve
yorucu günlük yaşantısına mahkum olan insanlar, boş vaktin kıymetini çok daha
iyi takdir etmektedirler. Gündüzü koşuşturma, gecesi televizyon işgali altında
geçen çağın insanı, mânevî hayatı için değerlendirebileceği boş vakte, ya da
vakitlerini bu mânevî mutluluğu için kullanmaya ne kadar muhtaçtır?..
Sağlık
ve boş vakit, mücâhede yolunda değerlendirildiği ölçüde kazanılmış olur. Aksi
halde bütünüyle kaybedilmiş demektir. Zira geçen hiçbir saniyenin geri
döndürülmesi mümkün değildir. “Vakit kılıçtır”, dikkat edilmezse insanı biçer.
Sağlık da değeri elden çıktıktan sonra anlaşılan bir nimettir.
Bu
iki nimeti Allah’a yakınlık yolunda kullanmakta dikkatli ve titiz olmak,
bunları değerlendirmede başarılı olamayan çoğunluk içinden yakayı sıyırıp
mücâhedeyi kazanmak için ilk ve temel şarttır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sıhhat ve boş vakit akıllıca değerlendirilirse, kul için iki dünya mutluluğu
demektir.
2.
Çoğu kişi vakitlerini faydasız işlerle, sıhhatlerini de zararlı şeylerle
heder eder. Bu iki büyük nimetin kıymetini bilemez.
3.
İslâmiyet, vaktin ve sıhhatin değerlendirilmesini istemektedir. Çünkü ömür
sermayesi bir defa kullanılabilmektedir.
99- الرابع: عن عائشة رضي اللَّه عنها أَنَّ
النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم كَان يقُومُ مِنَ اللَّيْلِ حتَّى
تتَفطَرَ قَدمَاهُ، فَقُلْتُ لَهُ، لِمْ تصنعُ هذا يا رسولَ اللَّهِ، وقدْ غفَرَ اللَّه لَكَ مَا تقدَّمَ
مِنْ ذَنبِكَ وما تأخَّرَ؟ قال: «أَفَلاَ أُحِبُّ أَنْ أكُونَ عبْداً شكُوراً؟» متفقٌ عليه. هذا لفظ البخاري، ونحوه
في الصحيحين من رواية المُغيرة بن شُعْبَةَ.
99. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, gece ayakları
şişinceye kadar namazı kılardı. Âişe diyor ki, kendisine:
-
Niçin böyle yapıyorsun (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsun) ey Allah’ın
Resûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır, dedim.
- “Şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu.
Buhârî,
Tefsîru sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd
6, Rikak 20; Müslim, Münâfikîn 79-80; Tirmizî, Salât 187; Nesâî,
Kıyâmü’l-leyl 17; İbni Mâce, İkâme 200
Açıklamalar
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, geçmiş ve gelecek hataları kendisine bağışlanmış bir
peygamberdir. Zaten peygamberler kasdî olarak günah işlemezler. Onların
hataları ya evlâ olanı terketmekten ya da zelle denilen yanılgıdan ibarettir.
Buna rağmen geceleri teheccüd namazı kılmak için gösterdiği iştiyak ve arzu
mübârek ayaklarının şişmesine sebep olacak dereceye varırdı. Âişe vâlidemiz
onun bu durumunu biraz garipsemiş ve bu tavrının sebebini sormuştur. Efendimiz,
sadece bağışlanmak maksadıyla ibadet edilmeyeceğini, şükür için de kulluk
gerektiğini açıklamış ve “Allah’ın bana lutfettiği bunca nimete, bağış ve
mağfirete şükretmeyeyim mi?” buyurmuştur. Bu açıklamasıyla Sevgili
Peygamberimiz:
“Geçmiş
ve geleceğin bağışlanmış olması, kulluğu azaltmaya değil, aksine teşekkürü
arttırmaya vesile kılınmalıdır” demek istemiştir.
Hz.
Ali’ye nisbet edilen bir söz vardır. Demiştir ki:
“Bir
grup insan bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur. Bir grup insan
da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur. Bir grup insan da
vardır ki, şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, tüm duygulardan yakasını
kurtarmış seçkin kimselerin kulluğudur.”
Kulun
Allah’a şükretmesi, Allah’ın nimet ve ihsanlarını itiraf ederek O’na övgüde
bulunmak ve kulluğa devam etmekle olur. Her nimete şükür gerekir. O halde
insan, kulluğa devam ile şükrünü ve Allah’a yakınlığını artırır.
Sevgili
Peygamberimiz’in bu tutumu ve beyanı, mücâhedenin bir teşekkür bilinci
ve uygulaması olduğunu göstermektedir.
Burada
şuna da işaret edelim ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamberimiz’e ve öteki
peygamberlere nisbet edilen günah (zenb), “kasıtsız işlenen hata” anlamındadır.
Bazı âlimlere göre bu günah, “terk-i evlâ” yani öncelikle yapılması gerekeni
yapmamak anlamındadır.
Hadis
1162 numarada tekrar ele alınacaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Başarılı bir mücâhede için gece ibadetinden yararlanmak lâzımdır.
2.
Nimet, şükrün arttırılmasını gerektirir, azaltılmasını değil.
3.
Peygamber Efendimiz, kendisine verilen nimet ve ikrâmlara ibadet yaparak
şükreder ve “şükreden bir kul olmayı” isterdi.
4.
Peygamber Efendimiz’in ayakları şişinceye kadar ibadet etmesi, bir zorlama
değil, konunun önemine uygun bir tavırdır.
5.
Yalnız başına yapılan ibadetler istenildiği kadar uzun tutulabilir. Toplu
ibadetlerde cemaatın durumu gözetilmelidir.
100- الخامس: عن عائشة رضي اللَّه
عنها أنها قالت: «كان رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم إذَا دَخَلَ الْعشْرُ أحيا اللَّيْلَ، وأيقظ أهْلهْ، وجدَّ
وشَدَّ المِئْزَرَ» متفقٌ عليه.
والمراد: الْعشْرُ الأواخِرُ من شهر رمضان: «وَالمِئْزَر»: الإِزارُ وهُو كِنايَةٌ عن اعْتِزَال
النِّساءِ، وقِيلَ: المُرادُ تشْمِيرهُ للعِبادَةِ. يُقالُ: شَددْتُ لِهذا الأمرِ
مِئْزَرِي، أيْ: تشمرتُ وَتَفَرَّغتُ لَهُ.
100. Âişe radıyallahu anhâ şöyle
dedi:
“Ramazan
ayının son on günü gelince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geceleri
ibadetle ihyâ eder, ailesini uyandırır, kulluğa soyunup paçaları sıvardı.”
Buhârî,
Leyletü’l-kadr 5; Müslim, İ’tikâf 7. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Ramazan 1; Nesâî,
Kıyâmü’l-leyl 17; İbni Mâce, Sıyâm 57
Açıklamalar
Peygamber
Efendimiz özellikle ramazan ayının son on gününde yani yirmi birinci geceden
itibaren, bu bereketli geceleri her zamankinden daha fazla ibadetle geçirirdi.
Bunun bir sebebi, bin aydan hayırlı olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiş
olan Kadir Gecesi’nin bu geceler arasında bulunmasıdır. Peygamber
Efendimiz bu geceleri her zamankinden biraz daha fazla ibadetle geçirirken,
Kadir Gecesini de kaçırmamak isterdi. Bu sebeple ramazanın bu son on gününü
genellikle itikâfta geçirirdi.
Hz.
Peygamber’in bütün bir geceyi uyanık olarak ibadetle geçirdiği bilinmemektedir.
Bu husus Hz. Âişe’nin gözlemleriyle sabittir. O halde geceleri ibadetle ihya
etme sözü, gecelerin büyük kısmını ibadetle geçirme şeklinde anlaşılacaktır.
Ailesini
bizzat uyandırması veya uyandırılmalarını istemesi, onların da bu konuda daha
ciddi bir gayret içinde olmalarını arzu etmesindendir.
“Paçaları sıvamak” ifadesinden, kadınlarından uzaklaşmak anlamını
çıkaranlar da olmuştur. Her hâl ü kârda Peygamber Efendimiz’in, ramazanın son
on gününü yoğun bir ibadetle geçirdiği anlaşılmaktadır.
Hadîs-i
şerîf 1196 ve 1226 numaralarda tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz.
1.
Faziletli zamanları sâlih ameller ile geçirmeyi büyük bir nimet bilmek, ganimet
saymak gerekir.
2.
Hz. Peygamber, ramazanın son on gününün ibadet için bir fırsat olduğunu fiilen
ümmetine göstermiştir.
3.
Mücâhede, yoğun ibadetle beslenmelidir.
110- السادس: عن أبي هريرة رضي
اللَّه عنه قال: قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «المُؤمِن الْقَوِيُّ خيرٌ وَأَحبُّ
إِلى اللَّهِ مِنَ المُؤْمِنِ الضَّعِيفِ وفي كُلٍّ خيْرٌ. احْرِصْ عَلَى مَا
ينْفَعُكَ، واسْتَعِنْ بِاللَّهِ وَلاَ تَعْجَزْ. وإنْ أصابَك شيءٌ فلاَ تقلْ:
لَوْ أَنِّي فَعلْتُ كانَ كَذَا وَكذَا، وَلَكِنْ قُلْ: قدَّرَ اللَّهُ، ومَا
شَاءَ فَعَلَ، فَإِنَّ لَوْ تَفْتَحُ عَمَلَ الشَّيْطَان». رواه مسلم.
101. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kuvvetli
mü’min, (Allah katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.
(Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana yararlı olan şeyi
elde etmeye çalış. Allah’dan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına bir şey
gelirse, “şöyle yapsaydım, böyle olurdu” diye hayıflanıp durma. “Allah’ın
takdiri bu, O, ne dilerse yapar” de. Zira “eğer şöyle yapsaydım” sözü şeytanı
memnun edecek işlerin kapısını açar.” Müslim, Kader 34. Ayrıca bk.
İbni Mâce, Mukaddime 10.
Açıklamalar
Dünya
imtihan sahnesidir. İnsan da ölüm noktasına doğru hızla ilerlemektedir. Bu
gidiş esnasında çok değişik etkilerle, olaylarla karşılaşacaktır.
Olumlu-olumsuz bütün olaylar karşısında mü’min, “Allah’a kul olma” vasfını
korumakla yükümlüdür. Bunun için de önce inanış olarak sonra da bünye olarak
güçlü olmak ihtiyacındadır. Müslümanlığı “mutluluk yarışı” diye
yorumlayacak olursak, bu yarışta güçlü, kuvvetli, eğitimli, disiplinli, istekli
ve şuurlu olmanın gereği kendiliğinden ortaya çıkar.
İman
ve imana bağlı ibadetler mutlak hayırdır. Böyle olunca da kuvvetlisi ve
zayıfıyla her müslüman hayırlıdır. Ancak inanç, fikir, niyet, âhirete meyil ve
fizik olarak kuvvetli mü’min, bu açılardan zayıf olandan elbette daha
hayırlıdır. Zira verilecek mücâhede güçlü olmayı gerektirmektedir.
Mü’mini
güçlü kılacak her işe ve tedbire sarılmak, bu konuda Allah’tan yardım dilemek,
yılmamak, acz göstermemek Peygamber Efendimiz’in hadisimizde yer alan
tavsiyeleridir. Bu gayretleri etkisizliğe uğratacak, “Keşke şöyle yapsaydım,
böyle yapsaydım...” gibi birtakım faydasız ve karamsar hesaplara
girmemek, “Allah’ın takdiri böyleymiş” deyip teslimiyet
göstermek ve yine mü’min olarak kulluk çizgisinde yapması gerekenlerin peşinde
olmak “kuvvetli mü’min”in tavrı olarak öğütlenmektedir. Zira insan “eğer şöyle
şöyle yapsaydım” gibi ihtimallere yakasını kaptırırsa, rızâsızlık, kadere karşı
çıkma ve Allah’ı inkâr gibi imanla taban tabana zıt bir hale düşebilir. Bu ise
sadece şeytanı sevindirir.
Başa
gelen olaylardan ders almamayı değil, bu olayları imân ve rızâ çizgisi dışına
taşıran faydasız yorumlara vesile kılmayı hadisimiz yasaklamaktadır. Çünkü
böyle bir sonuç, başa gelebilecek en büyük felâket olur. Hem unutulmamalıdır
ki, “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur.” Fakat
bütün bunlar, arabanın devrilmiş olması gerçeğini değiştirmez. İmanlı ve
ibadetli mü’minler, sıkıntılar karşısında güçlü ve dayanıklı olacakları için
güçsüz ve dayanıksız kimselerden daha hayırlı ve sevimlidirler. Zira güçlülük
kadere imandan kaynaklanır. Kader inancı müslümanın potansiyel gücüdür.
İslâm’ın ve müslümanın dinamizmi kader inancında yatmaktadır. Nihayet “Biz
Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz.” [Bakara sûresi (2),
156] teslimiyeti, mü’mine olaylar karşısında yıkılmama, yılmama ve
çizgisini koruma gücü verecektir. O halde bu anlamda “kuvvetli mü’min” olmaya
hatta mümkünse “mü’minlerin en kuvvetlisi” olmaya bakmak lazımdır. Yüce
Rabbimiz bizleri “kuvvetli” kılsın.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Gerçek kuvvet ve zaaf
nefisle mücâhede noktasında kendisini gösterir.
2. Kadere rızâ ve
teslimiyet, olaylar karşısında en büyük güç kaynağıdır.
3. Geçmişe hayıflanarak,
geleceği gerektiği gibi değerlendirememek zayıf insanların işidir.
4. Din ve dünyaya
faydası bulunan işleri başarmak için gayret göstermek gerekmektedir.
102- السابع: عنه أَنَّ رسول
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: «حُجِبتِ النَّارُ بِالشَّهَواتِ،
وحُجِبتْ الْجَنَّةُ بَالمكَارِهِ» متفقٌ عليه.
وفي رواية لمسلم: «حُفَّت» بَدلَ «حُجِبتْ» وهو بمعناهُ: أيْ: بينهُ وبيْنَهَا
هَذا الحجابُ، فإذا فعلَهُ دخَلها.
102. Ebû Hureyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Cehennem,
nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle
çepeçevre sarılmıştır.” Buhârî,
Rikak 28; Müslim, Cennet 1. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 22; Tirmizî, Cennet
21; Nesâî, Eymân 3
Açıklamalar
Resûl–i
Ekrem Efendimiz’in cevâmiü’l-kelim nitelikli beyanlarından
olan bu hadîs-i şerîf, nefse karşı verilecek mücâhedenin önemini ve neticesini
çok özlü ve düşündürücü bir şekilde ortaya koymaktadır. Azâb yeri olan cehennem
nefse hoş gelen haramlarla sarılıp süslenmiştir. Nefsin istekleri yerine
getirilirse, gidilecek yer cehennemdir. Aşırı istekler (şehvetler), peşine
düşenleri örümcek ağı gibi cehenneme çeker götürür. Bunların nefse hoş
gelmesine aldanmamak gerekir. Çünkü arkası ateştir, azaptır.
Cennet,
ebedî mutluluk yurdudur. Ona nefis açısından bakıldığı zaman, başlangıçta
nefsin hiç de hoşlanmadığı ibadet, fazilet ve fedâkârlıklarla perdelendiği
görülür. İnsan nefsi, bu güçlüklere katlanmak istemez. Ancak gerçek mutluluk,
geçici zorluklara katlanıp o perdeleri aralayabilmektedir. İşte nefisle
mücâdele bu noktada odaklaşmaktadır. Mücâhede de bu noktada büyük bir önem ve
anlam kazanmaktadır.
Nefis
kendi başına bırakılırsa, gerisini düşünmeden hoşuna giden şeylerin peşine
düşer. Halkımız bu gidişin duygusallığını “Kızı kendi gönlüne bırakırsan ya
davulcuya varır ya da zurnacıya” sözüyle pek güzel belirtir. Görünüşe
aldanmamak gerektiğine de bir edibimiz “Zehiri teneke kupayla sunmazlar”
sözüyle dikkat çeker. Duyguları akıl, tecrübe ve vahyin ışığında uyarmak, ciddî
ve meşrû işlere yönlendirmek gerekmektedir. Zira gerçek ve sürekli mutluluk
yani cennet böyle bir mücâhede ile kazanılabilecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Cennete bazı güçlüklere sabrederek ulaşılır. Nefsin hoşlanmadığı şeyleri yapmak
sonuçta sevinmek demektir.
2.
Nefsin isteklerine karşı çıkmak, sonuçta azaptan kurtulmaktır.
3. “Mücâhede,
nefsin haklarına değil, hazlarına sed çekmektir.” Bunun da sonu,
nefsin cennette her istediğine kavuşması demektir.
103- الثامن: عن أبي عبد اللَّه
حُذَيْفةَ بن اليمانِ، رضي اللَّهُ عنهما، قال: صَلَّيْتُ مع النَّبِيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم ذَاتَ ليَْلَةٍ، فَافَتَتَحَ الْبقرة، فقُلْت يرْكَعُ عِندَ
المائة، ثُمَّ مضى، فَقُلْت يُصلِّي بِهَا في رَكْعةٍ، فَمَضَى.
فَقُلْت يَرْكَع بهَا، ثمَّ افْتتَح
النِّسَاءَ، فَقَرأَهَا، ثمَّ افْتتح آلَ عِمْرانَ فَقَرَأَهَا، يَقْرُأُ
مُتَرَسِّلاً إذَا مرَّ بِآيَةٍ فِيها تَسْبِيحٌ سَبَّحَ، وإِذَا مَرَّ بِسْؤالٍ
سَأل، وإذَا مَرَّ بِتَعَوذٍ تَعَوَّذَ، ثم ركع فَجعل يقُول: «سُبحانَ رَبِّيَ الْعظِيمِ» فَكَانَ ركُوعُه نحْوا مِنْ قِيامِهِ
ثُمَّ قَالَ: «سمِع اللَّهُ لِمن حمِدَه، ربَّنا لك
الْحمدُ» ثُم قَام قِياماً طوِيلاً قَريباً
مِمَّا ركَع، ثُمَّ سَجَدَ فَقالَ: «سبحان رَبِّيَ الأعلَى» فَكَانَ سُجُوده قَرِيباً مِنْ قِيامِهِ». رواه مسلم.
103. Ebû Abdullah Huzeyfe İbnü’l-Yemân radıyallahu
anhümâ şöyle dedi:
“Bir
gece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında namaz kıldım.
Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden herhalde yüz âyet okuyunca rükû
eder, dedim. O yüz âyetten sonra da okumaya devam etti. Ben yine içimden
bu sûre ile namazı bitirecek, dedim. O yine devam etti. Bu sûreyi bitirip rükû
eder dedim, etmedi. Nisâ sûresi’ne başladı; onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân
sûresi’ne başladı; onu da okudu. Ağır ağır okuyor, tesbih âyetleri gelince
tesbih ediyor, dilek âyeti gelince dilekte bulunuyor, istiâze âyeti geçince
Allah’a sığınıyordu. Sonra rükûa gitti. “Sübhâne rabbiye’l-azîm (büyük
rabbimi tenzîh ederim)” demeye başladı. Rükûu da aşağı-yukarı ayakta durduğu
kadar uzun oldu. Sonra “semiallâhu limen hamideh, rabbenâ
leke’l-hamd (Allah, kendisine hamd edeni duyar, hamd yalnız sanadır ey
rabbimiz)” dedi ve kalktı. Hemen hemen rükûuna yakın uzunca bir süre ayakta
durdu. Sonra secdeye vardı ve “sübhâne rabbiye’l-a’lâ (yüce
rabbimi tenzih ederim)” dedi. Secdesini de aşağı-yukarı kıyâmı kadar uzattı.”
Müslim, Müsâfirîn 203
Huzeyfe İbnü’l-Yemân
Sahâbî oğlu sahâbî olan Huzeyfe, Ebû Abdullah
künyesiyle bilinir. Babası ile birlikte Uhud harbine katılmış, babası
yanlışlıkla müslümanlar tarafından öldürüldüğü halde Huzeyfe, diyet talep
etmemiştir.
Huzeyfe münâfıklar ve ileride zuhur edecek fitneler konusunda
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından bilgilendirilmişti. Bu
sebeple “Resûlullah’ın sırdaşı” diye şöhret bulmuştur. Hz.
Ömer bir cenâze olunca, Huzeyfe’yi takip ederdi. O cenâze namazına iştirâk
ederse, Hz. Ömer de katılırdı. Huzeyfe cenâze namazını kılmazsa, Hz. Ömer ölen
kimsenin münafıklardan olduğunu anlar, cenazeye katılmazdı.
Huzeyfe radıyallahu anh savaşlara iştirak etmiş,
özellikle Hendek savaşında istihbârât ve keşif subaylığı yapmıştır. Daha sonra
Hemedân, Rey ve Dînever onun komuta ettiği ordu tarafından fethedilmiştir.
el-Cezîre fethinde de bulunmuş ve Nusaybin’e yerleşmiş ve orada evlenmiştir.
Hz. Ömer kendisini Medâyin vâliliğine tayin etmiş, vefat edinceye kadar o
görevde kalmıştır.
Huzeyfe Hz. Peygamber’den 100’den fazla hadis rivayet
etmiştir. 37 hadisi Buhârî ve Müslim’de bulunmaktadır.
Vefât etmeden önce “Allahım! Sen biliyorsun ki, ben
seni seviyorum. Sana kavuşmamı mübârek kıl!” diye dua etmiştir.
Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden 40 gün sonra hicrî 36
yılında vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Resûlullah’ın
ayakları şişinceye kadar gece ibadetiyle meşgul olduğunu görmüştük. (bk. 99.
hadis) Hadisimizde bu ibadetin nasıl yapıldığına dair bilgi bulmaktayız.
Efendimiz’in gece namazı kılarken çok uzun okuduğunu, Bakara, Âl-i İmrân ve
Nisâ sûrelerini bir rekatta bitirdiğini, rüku’, kıyâm ve secdeleri de uzunca
yapmak suretiyle namazı tamamladığını öğrenmekteyiz. Bu, Efendimiz’in nefisle
kıyasıya mücâhede yaptığını göstermektedir.
Peygamber
Efendimiz’in Bakara sûresi’nden sonra Nisâ sûresi’ne geçmesi, ya böyle yapmanın
cevâzını göstermek içindir, ya da o zaman henüz sûrelerin sırası
belirlenmediğindendir.
Hadis
1178 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber gece namazlarını uzun kıldığı için gece namazını uzatmak
müstehabtır.
2.
Namaz içinde ve dışında tesbih âyetlerinde Allah’ı tesbih etmek, Allah’a
sığınmaya dair âyetlerde ona sığınmak, dilek âyetlerinde dilekte bulunmak
müstehaptır. Şâfiîler bu görüştedirler ve bunun imâm, cemaat ve yalnız başına
kılan için aynen geçerli olduğunu söylerler.
104- التاسع: عن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللَّهُ عنه
قال: صلَّيْت مع النَبِيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم لَيلَةً، فَأَطَالَ الْقِيامَ حتَّى هممْتُ أَنْ أجْلِسَ
وَأدعَهُ. متفقٌ عليه.
104. İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle
dedi:
Bir
gece Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında namaz
kıldım. Ayakta o kadar uzun durdu ki, en sonunda, içimden hoş olmayan bir şey
yapmayı bile geçirdim.
-
Ne yapmayı düşündün? dediler.
-
Peygamber’i ayakta bırakıp oturmayı düşündüm, dedi. Buhârî, Teheccüd
9; Müslim, Müsâfirîn 204
Açıklamalar
Abdullah
İbni Mes’ûd’un bu rivayeti de Hz. Peygamber’in gece ibadetinde kıyâmı uzun
tuttuğunu, yani onun ibadete düşkünlüğünü anlatmaktadır. Bu demektir ki, Hz.
Peygamber gece namazında kendisine uyan Huzeyfe ve İbni Mes’ûd gibi cemaati
dikkate almamıştır. Çünkü gece namazı onlar için nâfiledir. Bu sebeple
Efendimiz yalnız başına kılıyormuş gibi davranmıştır.
İbni
Mes’ûd’un bir ara oturuvermeyi aklından geçirmesi ve bunu “hoş olmayan bir iş”
diye nitelemesi, ne kadar tabiî ve nezih değil mi? Hz. Peygamber’i ayakta
bırakıp oturmanın uygun olmayacağını biliyor, fakat sabrının son derece
zorlandığını da söylüyor. Bu hâl, Peygamber Efendimiz’in ibadete sabretmekte ne
kadar dayanıklı, mücâhedede herkesten önde olduğunu göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Farz
olmayan namazlarda da imama uyulabilir.
2.
Cemâatin bir özrü yokken oturarak imama uyması uygun değildir.
3.
Ashâb-ı kirâm son derece edebli insanlardı.
4.
Büyüklerin yanında edebe riâyet etmek gerekir.
5.
Anlaşılmayan konularda soru sormak, kapalılığın aydınlatılmasını istemek, kendi
kendine yorum yapmaktan çok daha doğru bir harekettir.
105- العاشر: عن أنس رضي اللَّه
عنه عن رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: «يتْبعُ الميْتَ ثلاثَةٌ: أهلُهُ ومالُه
وعمَلُه، فيرْجِع اثنانِ ويبْقَى واحِدٌ: يرجعُ أهلُهُ ومالُهُ، ويبقَى عملُهُ» متفقٌ عليه.
105. Enes radıyallahu anh’den, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sel-lem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Ölüyü
(kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi
döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.”
Buhârî,
Rikak 42; Müslim, Zühd 5. Ayrıca bk.Tirmizî, Zühd 46; Nesâî, Cenâiz 52
Açıklamalar
Her
canlı ölümü tadar; eninde sonunda dünyadan ayrılır. Ölen insan kabre kadar
uğurlanır. 462 numara ile tekrar gelecek olan hadisimiz bu mecbûrî yolculukta
ölünün arkasından kabre kadar gidenleri saymaktadır. Çoluk-çocuğu, dostları
gerçek uğurlayıcı olarak; malı-mülkü, techiz-tekfin ve defin masrafları ve geride
bıraktığı mirası hukûkî olarak ameli de sevap veya günah olarak ölüyü mânen
takip eder. Defin işinin bitirilmesiyle çoluk-çocuk ve dostlar ondan ayrılır,
mirası da taksim edilmek üzere gündeme gelir. Ameli ise, başkasının işine
yaramaz. O sadece sahibine özel olduğu için, nihâî değerlendirmeye tâbi
tutulmak üzere onunla beraber âhirete intikal eder. Bu sebeple “Mezar
amel sandığıdır” denilmiştir. Ölen insan ne kadar büyük ve hatırlı
biri olursa olsun, çoluk-çocuğu ve dostlarından hiçbiri onunla birlikte mezara
girmek istemez ve girmez. Çok sevenleri bile, ağlaya ağlaya da olsa definden
sonra ayrılıp giderler. Ne kadar üzülüp ağlasalar bile, onu mezarında yalnız
bırakırlar. Ölen kimse dünyanın en zengini de olsa, yanında götürdüğü şey
birkaç metrelik kefen bezinden ibarettir. Şâir ne güzel söylemiştir:
Ana
rahminden geldik pazara
Bir
kefen aldık döndük mezara.
Geriye
kalan mal, artık ona değil mirasçılara aittir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte
ifade buyurulduğu gibi, “Kişinin asıl malı, yiyip bitirdiği, giyip eskittiği
ve Allah için verip biriktirdiğidir” (Müslim, Zühd 4).
İnsan,
hayatı boyunca yaptıklarını yani amelini beraberinde götürür. Ona göre de
muameleye tâbi tutulur. “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut
cehennem çukurlarından bir çukurdur” hadisi, bu muamelenin neler
olabileceğini ifade eder. Madem ki kişiyi takip edecek olan ameldir, o halde
mücâhede, ameli sevimli bir dost, ebedî bir mutluluk vesilesi kılma gayretidir,
denilebilir. Akıllı kişi de böyle bir gayreti kendi kendisinden esirgemeyendir. Mücâhedenin gereği ve sınırları bu hadîs-i
şerîf ile pek veciz bir şekilde dile getirilmiş olmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Mücâhede, amel ve ibadeti artırmakla gerçekleştirilmelidir.
2.
Çoluk-çocuk ve amel kişi ile nihâyet kabre kadar gider.
3.
Başbaşa kalınacak olan ameldir. Kişinin kabir hayatı ve âhiretteki durumu
ameline göre belirlenir.
106- الحادي عشر: عن ابن مسعودٍ رضيَ
اللَّهُ عنه قال: قال النبيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «الجنة أقَربُ إلى أَحدِكُم مِنْ
شِراكِ نَعْلِهِ والنَّارُ مِثْلُ ذلِكَ» رواه البخاري.
106. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Cennet
size, ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” Buhârî, Rikak 29.
Açıklamalar
446
numarada tekrar gelecek olan hadîs-i şerîfe göre cennet de cehennem de âdetâ
burnumuzun dibindedir. Atılacak adımlara, yapılacak amellere göre cennete ve
cehenneme gitmek pek kolaydır. İbadet ve tâat kişiyi cennete, günah ise
cehenneme yaklaştırır. Bu yakınlık hadisimizde, nalın tasması ya da potin
bağına, tokyo atkılarına teşbih edilmiştir. Nitekim Buhârî’nin bir başka
rivayetinde de “Ölüm insana pabucunun atkısından daha yakındır” (Medine
12, Menâkıbu’l-ensâr 46, Merdâ 8, 22) buyurulmuştur. Dilimizde bu mâna
“burnunun dibinde” deyimiyle anlatılır.
İnsanın
cennete de cehenneme de aynı yakınlık veya uzaklıkta olduğu, seçip
benimseyeceği yaşama tarzı, atacağı adımlarla her ikisine de ulaşmakta
zorlanmayacağı, Peygamber Efendimiz’in bu özlü ifadesinden anlaşılmaktadır.
Bizden cenneti ve cehennemi ayaklarımıza temas ediyormuş gibi düşünmemiz
istenmekte ve tabiî ona göre sürekli bir mücâhede içinde olmamız teşvik
edilmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bize aynı derecede yakın olan cennet ve cehennemi devamlı hatırlamamız,
burnumuzun dibindeki cenneti kaçırmamak için tâat ve ibadete düşkünlük
göstermemiz lâzımdır.
2.
Nefis ve şeytana karşı koymak cehennemi bizden uzaklaştırır.
107- الثاني عشر: عن أبي فِراس رَبِيعةَ
بنِ كَعْبٍ الأسْلَمِيِّ خادِم رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم، ومِنْ
أَهْلِ الصُّفَّةِ رضي اللَّهُ عنه قال: كُنْتُ أبيتُ مع رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم، فآتِيهِ
بِوَضوئِهِ، وحاجتِهِ فقال: «سلْني» فقُلْت: أسْألُكَ مُرافَقَتَكَ في
الجنَّةِ. فقالَ: «أوَ غَيْرَ ذلِك؟» قُلْت: أسْألُكَ مُرافَقَتَكَ في
الجنَّةِ. فقالَ: «أوَ غَيْرَ ذلِك ؟» قُلْت: هو ذَاك. قال: «فأَعِنِّي على نَفْسِكَ بِكَثْرةِ
السجُودِ» رواه مسلم.
107. Resûlullah’ın hizmetkârı ve Ehl-i suffe’den olan Ebû
Firâs Rebîa İbni Ka’b el-Eslemî radıyallahu anh şöyle dedi:
“Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile birlikte gecelerdim. Abdest suyunu ve öteki
ihtiyaçlarını ona getirirdim. Buna karşılık bir keresinde bana:
- “Dile
(benden ne dilersen)” buyurdu. Ben:
-
Cennette seninle beraber olmayı isterim, dedim. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Başka
bir şey istemez misin?” buyurdu. Ben:
-
Benim dileğim bundan ibarettir, dedim. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem:
- “Öyleyse
çok namaz kılıp secde ederek, kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu.
Müslim, Salât 226. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 22;
Nesâî, Tatbîk 79
Rebîa İbni Ka’b
Ebû Firâs künyesi ile bilinen Rebîa, Resûl-i Ekrem
Efendimiz’in hem hazarda hem seferde şahsî hizmetlerini görürdü. O, bununla
iftihar edecek kadar şeref duyardı. Ashâb-ı suffe’dendi. Hz. Peygamber’in
vefatından sonra Medine’den ayrılmış ve Medine’ye yaklaşık 12
mil mesâfedeki Eslem kabilesi yurduna yerleşmiştir. Bu sebeple de Eslemî
diye nisbelenmiştir. Hz. Peygamber’den 12 hadis rivayet etmiştir. Rivayetleri,
Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir.
Hicretin 63. yılında vefat etmiştir. Allah ondan razı
olsun.
Açıklamalar
Hadisimizin
râvisi Rebîa, geceleri Resûl-i Ekrem Efendimiz’in kapısına yakın bir yerde
yattığı için gece namazlarında okuduklarını işitebilir, seslendiğinde duyardı.
Yoksa onun Hz. Peygamber ile birlikte gecelerdim demesi, onunla aynı odada
yatardım şeklinde anlaşılmamalıdır. Rebîa, Hz. Peygamber’in abdest suyunu,
misvak vs. gibi ihtiyaç duyacağı eşyayı temin etmekteydi. Onun
hizmetlerinden memnun kalan Hz. Peygamber, bir keresinde ona ikramda bulunmak istemiş
ve “Dile benden ne dilersen” buyurmuştur. Ödüllendirecekleri
kişiyi dilekte bulunmakta serbest bırakmak büyüklerin özelliklerindendir. Bu,
bir anlamda da imtihandır. Ne isteyeceğini bilip bilmediğini kontrol etmektir.
Hz.
Peygamber’in kendisinden istenecek her şeyi yerine getirme yetkisi var mıydı,
yok muydu? Konu tartışılmış ve Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’e özel bazı
ihsanlarda bulunma yetkisi verdiği ve bu durumun Hz. Peygamber’in
özelliklerinden olduğu sonucuna varılmıştır. Hz. Huzeyfe’nin şâhitliğini iki
kişinin şehâdetine denk sayması gibi bazı farklı uygulamalara yetkisi olduğu
kabul edilmiştir. Bu sebeple Efendimiz’in, Rebîa’ya “Dile benden ne
dilersen” buyurması, sadece bir gönül alma veya sadece imtihan etme
amacına yönelik bir iltifat değil, ona ikrâmda bulunma isteğinin sonucudur.
Rebîa,
işinden zevk alan, memnun olan her kişinin yapacağını yapıp âhirette de Hz.
Peygamber’e yakın olmayı istemiştir. Bu, onun dünya ve âhiretin mutluluğuna
tâlip olması demektir.
Hz.
Peygamber, kulun cennete girip giremeyeceğini Allah Teâlâ’nın bildiği gerçeğini
hatırlatmak üzere, “Daha başka bir şey istemez miydin?” buyurmuş,
hemen bizzat karşılayabileceği bir dileğinin olup olmadığını sormuştur.
Rebîa’nın isteğinde bilinçli bir şekilde ısrar etmesi üzerine de kendisine,
haline münasip bir temel tavsiyede bulunmuş ve :
“Çokca
secde (ibadet) ederek, dileğin hususunda bana yardımcı ol!” buyurmuştur.
Hz.
Peygamber’in bu tavsiyesi, cennete mücâhede ile girilebileceğini, mücâhedenin
de ibadetlerle başarıya ulaşabileceğini göstermektedir. İbadet yerine “secde”
buyurulması, kulun Allah’a en yakın olduğu halin “secde hali” olmasından,
kulluğun en tam şekilde “secde” ile resmedilmesinden dolayıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber’e cennette yakın olabilmek için çokca ibadet etmek, nefisle
mücâdelede gayretli olmak gerekmektedir.
2.
Ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber’e yakın olmayı hep arzulayagelmişlerdir.
3.
Abdest suyunun hazırlanmasında başkasından yardım istemek câizdir.
108- الثالث عشر: عن أبي عبد اللَّه
ويُقَالُ: أبُو عبْدِ الرَّحمنِ ثَوْبانَ موْلى رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم قال: سمِعْتُ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقول: عليكَ بِكَثْرةِ السُّجُودِ، فإِنَّك
لَنْ تَسْجُد للَّهِ سجْدةً إلاَّ رفَعكَ اللَّهُ بِهَا درجةً، وحطَّ عنْكَ بِهَا
خَطِيئَةً» رواه مسلم.
108. Ebû Abdullah (veya Ebû Abdurrahman) Sevbân radıyallahu
anh’den -ki kendisi Resûlullah’ın azadlı kölesidir- rivayet edildiğine göre
o “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken
işittim” demiştir:
“Çok
secde etmeye bak! Zira senin Allah için yaptığın her secde karşılığında Allah
seni bir derece yükseltir ve bir hatânı siler.”
Müslim,
Salât 225. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 22; Tirmizî, Salât 169; Nesâî, Tatbîk
80, 89
Sevbân İbni Bücdüd
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in mevlâsı (âzad ettiği
kölesi) olan Sevbân, Yemen’in Himyer kabilesindendi. Künyesi Ebû Abdullah’tır.
Hz. Peygamber kendisini, memleketine dönmek veya ehl-i beyt arasında kalmak
konusunda muhayyer bıraktı. O, Medine’de kalmayı yeğledi. Hz. Peygamber vefat
edinceye kadar hazarda ve seferde onun maiyyetinde bulundu. Peygamber
Efendimiz’in vefatından sonra Şam’a gitti. Mısır’ın fethine katıldı.
Hz. Peygamber’den 128 hadis rivayet etti. İmam Müslim
onun rivayetlerinden 10 tanesini Sahih’ine aldı.
Sevbân Humus’ta hicrî 54 yılında vefat etti.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Önceki
hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Rebîa İbni Ka’b’a yaptığı çok ibadet
tavsiyesinin burada açıklık kazandığını görmekteyiz. Her secde karşılığında bir
derece yükselmek ve bir hatadan kurtulmak suretiyle kul mesafe katetmektedir.
Yani kul için yücelik ve mutluluk, kulluk ile mümkündür. Nitekim Allah
Teâlâ, “Secde et, yaklaş” [Alak sûresi
(96),19] buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyeyi, şahsî hizmetinde
bulunan fakir müslümanlara yapmış olması da dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Derecesini yükseltmek ve günahından kurtulmak isteyenler için başka yollar da
olabilir. Ancak bilhassa fakir müslümanlar bu sonucu daha çok ibadet etmek
suretiyle temin edebilirler.
Hadisin
Müslim ve Tirmizî’deki rivayetlerinden öğrenildiğine göre Sevbân’dan “insanı
cennete götürecek bir amel söylemesi” istenmiş ve bu istek üç defa
tekrarlanmış, bunun üzerine Hz. Sevbân bu hadisi rivayet etmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kul, secde ve ibadetle yücelir.
2.
Nefse en ağır gelen şey “secde” etmektir. Şeytan da “secde” emrine karşı
çıktığı için ebediyyen lânetlenmiştir.
3.
Nefisle mücâhede, secdenin çoğaltılmasıyla mümkündür. Bu sebeple ibadeti
arttırmak gerekir.
4.
Ashâb-ı kirâm, kendilerine yöneltilen suallere, Hz. Peygamber’den duydukları,
ondan öğrendikleri ile karşılık verirlerdi. Kişisel kanaatlarıyla fetvâ
vermezlerdi.
109- الرابع عشر: عن أبي صَفْوانَ
عبدِ اللَّه بن بُسْرٍ الأسلَمِيِّ، رضي اللَّه عنه، قال: قال رسولُ اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «خَيْرُ النَّاسِ مَن طالَ عمُرُه وَحَسُنَ عملُه» رواه الترمذي، وقال حديثٌ حسنٌ.
«بُسْر»: بضم الباءِ وبالسين المهملة.
109. Ebû Safvân Abdullah İbni Büsr
el-Eslemî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanların
en kârlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır.” Tirmizî, Zühd 21, 22
Abdullah İbni Büsr
el-Eslemî
Ebû Safvân künyesiyle meşhur olan Abdullah, iki
kıbleye (Kudüs ve Kâbe) yönelerek namaz kılanlardandır. Hz. Peygamber mübârek
elini onun başına koyup “Bu genç, bir asır yaşar” buyurmuştu. Abdullah
gerçekten yüz yıl yaşadı.
Kendisi, anası, babası ve kardeşi sahâbî olan
Abdullah, Resûlullah’tan 50 hadis rivayet etti. Buhârî ve Müslim birer hadisini
rivayet ettiler.
Abdullah, Humus’ta yüz yaşında iken hicrî 96 yılında
vefât etti. Humus yöresinde en son vefât eden sahâbîdir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Ömür,
her birimizin dünya pazarında kalma süresidir. Onu takdir eden de Yüce
Rabbimizdir. Bizim bu süreyi ne tayin etme ne de bilme imkânımız vardır.
Görüntü ne olursa olsun, bu dünyadaki davranışların bir tek adı vardır: Amel.
Her birimiz hakkında tutulan zabıtların tümüne de amel defteri denilmektedir.
Kârlılık, zararlılık; hayırlılık veya şerlilik işte bu defterdeki kayıtlara
göre tesbit edilmektedir. Hadisimiz de kâr ve zararı ömür-amel
ilişkisi noktasından değerlendirmektedir. Zira hadisin bir başka
rivayetinde “İnsanların en zararlısı da ömrü uzun, ameli kötü olandır” ilâvesi
bulunmaktadır.
Bu
duruma göre asıl önem taşıyan amelin vasfıdır. Yani güzel mi, yoksa kötü mü
olduğudur. Ömrün uzunluğu kâr ve zarar hesâbında ikinci unsurdur.
Aslında
her birimiz uzun bir hayatı isteriz. “Tûl-i ömr ile muammer olma” duasına
“âmin” demeyecek olanımız bulunmaz. Zira ilgi duyduğumuz her şeyin farkına
yaşarken varırız. Bu sebeple de bizi kendilerine bağlayanlar arasında uzun süre
kalmak isteriz. Hem de bu işin bizim isteğimize bağlı olmadığını bile bile...
Hadisimiz
uzunluğu istenen ömrün güzel amel ile değerlendirilmiş olması gereğini bize
hatırlatmaktadır. Zira herkes, âhiretteki hayatını bu dünyada hazırlamaktadır.
Buradaki güzel ameller, oradaki güzelliklerin çekirdekleridir. Bu sebeple
Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde “Mü’minin ömrü uzarsa, hayrı
artar” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III,
27) buyurmuştur.
Amelin
güzelliği, öncelikle meşrû olması, sonra da ihsan kalitesine sahip bulunması
ile mümkündür. Bu ise, müslümanca yaşama sorumluluğu ve mutluluğuna sahip
çıkmak demektir. Böyle bir gayretle geçecek ömrün uzun olması, elbette en büyük
kârlılık ve saadettir. Bunun temini yani amelin güzelliğinin sağlanması, hiç
şüphesiz nefsin arzularına uyarak değil, onunla mücâhede ederek mümkün
olacaktır. O halde yaşadığımız sürece nefisle mücâhedeye devam etmek
durumundayız. Hadisimizin mesajı budur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Yalnız başına uzun yaşamış olmak bir fazilet değildir. Ömrün uzunluğuna amelin
güzelliği eklenirse bir kıymet ifade eder.
2.
Güzel amel sahibi olmak için mücâhedeyi sürdürmek gerekmektedir.
110- الخامس عشر: عن أنسٍ رضي اللَّه عنه، قال: غَاب عمِّي أَنَسُ بنُ النَّضْرِ رضي
اللَّهُ عنه، عن قِتالِ بدرٍ، فقال: يا رسولَ اللَّه غِبْت عن أوَّلِ قِتالٍ
قَاتلْتَ المُشرِكِينَ، لَئِنِ اللَّهُ أشْهَدَنِي قتالَ المشركين لَيُرِيَنَّ
اللَّهُ ما أصنعُ، فلما كانَ يومُ أُحدٍ انْكشَفَ المُسْلِمُون فقال: اللَّهُمَّ أعْتَذِرُ إليْكَ مِمَّا
صنَع هَؤُلاءِ يَعْني أصْحَابَه وأبرأُ إلَيْكَ مِمَّا صنعَ هَؤُلاَءِ
يعني المُشْرِكِينَ ثُمَّ تَقَدَّمَ فَاسْتَقْبَلَهُ سعْدُ بْنُ
مُعاذٍ، فَقالَ: يا سعْدُ بْنَ معُاذٍ الْجنَّةُ ورَبِّ
الكعْبةِ، إِنِى أجِدُ رِيحَهَا مِنْ دُونِ أُحُدٍ. قال سعْدٌ: فَمَا اسْتَطعْتُ يا رسول
اللَّه ماصنَعَ، قَالَ أنسٌ: فَوجدْنَا بِهِ بِضْعاً وثمانِينَ ضَرْبةً
بِالسَّيفِ، أوْ طَعْنَةً بِرُمْحٍ، أو رمْيةً بِسهْمٍ، ووجدْناهُ قَد قُتِلَ
وَمثَّلَ بِهِ المُشرِكُونَ فَما عرفَهُ أَحدٌ إِلاَّ أُخْتُهُ بِبنَانِهِ. قال
أنسٌ: كُنَّا نَرى أوْ نَظُنُّ أنَّ هَذِهِ الآيَة نزلَتْ فيهِ وَفِي أشْباهِهِ: [مِنَ المُؤْمِنِينَ رِجالٌ صدقُوا ما
عَاهَدُوا اللَّه علَيهِ] [الأحزاب: 23] إلى آخرها. متفقٌ عليه.
قوله: «لَيُريَنَّ اللَّهُ» رُوى بضم الياءِ وكسر الراءِ، أي
لَيُظْهِرنَّ اللَّهُ ذَلِكَ لِلنَّاسِ، ورُوِى بفتحهما، ومعناه ظاهر، واللَّه
أعلم.
110. Enes radıyallahu anh şöyle
dedi:
Amcam
Enes İbni Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı’na
katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:
-
“Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah
Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı
elbette Allah Teâlâ görecektir” dedi.
Sonra
Uhud Savaşı’nda müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- “Rabbim,
bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. Müşrikleri kastederek
de “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu sana arzederim” deyip ilerledi.
Sa’d İbni Muâz ile karşılaştı ve:
-
Ey Sa’d! istediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un
eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d (olayı
anlatırken) “Ben onun yaptığını yapamadım, ya Resûlallah” dedi.
Enes radıyallahu
anh devamla şöyle dedi:
Amcamı
şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok
yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu
kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı.
Enes
dedi ki, biz şu âyetin amcam ve amcam gibiler hakkında inmiş olduğunu
düşünmekteyiz:
“Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki,
Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi
(çarpıştı, şehid düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar aslâ sözlerini
değiştirmemişlerdir” [Ahzâb
sûresi (33), 23]. Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148
Açıklamalar
Enes
İbni Nadr radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in “Allah’ın öyle
kulları vardır ki, Allah adına yemin etseler, Allah onların yeminlerini yerine
getirir” (Buhârî, Sulh 8; Cihâd 12; Müslim, Kasâme 24,
Fezâilü’s-sahâbe, 225) diye tebrik ve takdir ettiği bir yiğit sahâbîdir.
Bedir Savaşı’nda bulunamayışı yüreğine dert olmuştu. Onun için, iştirâk edeceği
ilk harpte, müşriklerin analarından emdikleri sütü burunlarından getireceği
mânasına gelen sözler söylemiş, onlarla kahramanca savaşmaya and içmişti. “Bu
söylediklerimin doğruluğunu Allah teâlâ görecek ve âleme gösterecektir” diye de
Allah’ı şâhit tutmuştu.
Uhud
Harbi esnasında o bu sözünü yerine getirmiş, önce Resûlullah’ın yakın
çevresinden ayrılmayan sahâbîlerden olarak çarpışmıştı. Sonra da bozulan
mücâhidlerin o durumuna üzülmüş, “Bunların yaptıklarından özür diliyorum” deyip
ileri atılmış, müşriklerle kıyasıya çarpışmıştır. “Cennetin kokusunu Uhud’da
alıyorum” diye şehitliğe koştuğunu anlatmıştır. Onun bu ifâdesi mecâz da
olabilir hakikat de... Burnuna gelen herhangi bir güzel kokuyu, cennet kokusu
diye nitelemiş de olabilir. “Şehitliğin sonu cennettir” anlamında da söylemiş
olabilir.
Hâsılı
Enes İbni Nadr radıyallahu anh nefisle öylesine bir
mücâhede örneği vermiştir ki, herkes onu takdir etmiştir. Üzerindeki seksen
küsur ok, mızrak ve kılıç yarası onun nasıl bir cihad eri olduğunun delilidir.
Müşriklerin onun organlarını kesmiş olmaları, ondan yedikleri darbelerin
ağırlığını gösterir. Ona karşı duydukları hıncı ancak böyle tatmin etmiş
olmalıdırlar.
Kızkardeşinin,
kendisini parmak uçlarından tanıyabilmesi, uğradığı işkencenin boyutlarını
göstermektedir. Ayrıca parmak uçlarının ve parmak izinin, kişilerin
kimliklerinin belirlenmesinde ölçü olduğu da anlaşılmaktadır.
Hadisin
râvisi Enes İbni Mâlik radıyallahu anh hazretleri, Ahzâb
sûresi’nin 23. âyetinin Enes İbni Nadr gibi, verdikleri sözü canları pahasına
yerine getiren yiğitler hakkında nâzil olduğunu söylemekte, âyetteki övgüye
böylesi müslümanların lâyık olduğunu belirlemektedir.
Bu
olayda mücâhede, verdiği sözde canı pahasına durmuş olmak şeklinde tezâhür
etmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Güzel ve meşrû şeyleri vaadetmek câizdir. Nefsi, va’dinde durmaya zorlamak da
mücâhededir.
2.
Sahâbe-i kirâmın şehitlik istemekteki samimiyeti herşeyin üstünde ve önünde
gelmektedir.
3.
Ahdine vefâ gösterenlerden Allah Teâlâ razı olur. Mü’minlere de verdikleri sözü
yerine getirmek yakışır.
111- السادس عشر: عن أبي مسعود عُقْبَةَ بن
عمروٍ الأنصاريِّ البدريِّ رضي اللَّهُ عنه قال: لمَّا نَزَلَتْ آيةُ الصَّدقَةِ
كُنَّا نُحَامِلُ عَلَى ظُهُورِنا. فَجَاءَ رَجُلٌ فَتَصَدَّقَ بِشَيْءٍ كَثِيرٍ
فَقَالُوا: مُراءٍ، وجاءَ رَجُلٌ آخَرُ فَتَصَدَّقَ بِصَاعٍ فقالُوا: إنَّ اللَّه
لَغَنِيٌّ عَنْ صاعِ هَذَا، فَنَزَلَتْ {الَّذِينَ يَلْمِزُونَ المُطَّوِّعِينَ مِنَ المُؤْمِنِينَ فِي
الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ إلاَّ جُهْدَهُمْ} [التوبة 79] الآية. متفقٌ
عليه.
«ونُحَامِلُ» بضم النون، وبالحاءِ المهملة: أَيْ
يَحْمِلُ أَحَدُنَا على ظَهْرِهِ بِالأجْرَةِ، وَيَتَصَدَّقُ بها.
111. Ebû Mes’ûd Ukbe İbni Amr el-Ensârî
el-Bedrî radıyallahu anh şöyle dedi:
Sadaka
âyeti inince, biz sırtımızla yük taşıyarak, (hammallık yaparak) sadaka vermeye
başladık. Derken bir adam geldi çokca sadaka verdi. Münâfıklar, “Gösteriş
yapıyor” dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma getirdi. Yine münâfıklar,
“Allah’ın, bunun bir ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur” dediler. Bunun
üzerine, “Sadakalar hususunda gönülden veren mü’minleri çekiştiren ve
güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay edenler yok mu, Allah
onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azab vardır” [Tevbe
sûresi (9), 79] âyeti indi. Buhârî,
Zekât 10; Müslim, Zekât 72
Ukbe İbni Amr
Ebû Mes’ûd el-Ensârî diye meşhur olan Ukbe İbni Amr,
genç yaşlarında İkinci Akabe bey’atine katıldığı için bu nisbeyi aldığını
söyleyenlerin yanında, onun Bedir’de ikâmet ettiğinden dolayı el-Ensârî
nisbesini aldığını söyleyenler daha çoktur. Kendisinin Uhud ve daha sonraki
harblere katıldığı kesindir. 102 hadis rivayet etmiştir. Rivayetleri Kütüb-i
Sitte’de yer almaktadır.
Kûfe’ye yerleşen Ukbe İbni Amr, Hz. Ali taraftarıydı.
Hatta Hz. Ali, Sıffîn’e giderken Kûfe’de onu vekil bırakmıştır. Hicrî 40
yılından sonra vefât etmiştir. Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
“Onların mallarından sadaka al” [Tevbe sûresi (9), 103] âyeti inince ve
Hz. Peygamber de kendilerini sadaka vermeye teşvik edince, sadaka olarak
verecek bir şeyi bulunmayan fakat her ilâhî emre sarılmayı mücâhede olarak
değerlendiren sahâbîler, hammallık, amelelik yapmaya ve kazandıklarından sadaka
vermeye başlamışlardır. Anlaşıldığına göre zenginiyle fakiriyle sahâbîler diğer
ibadet ve emirlere olduğu gibi sadaka emrine de büyük bir heyecan, gayret ve
özveri ile katılmışlardır. Onların bu heyecanlı mücâhedeleri, münâfıklar
tarafından şevk kırıcı sözlerle karşılanmıştır.
Hadisin
değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokca para getiren Abdurrahman İbni
Avf hazretleridir. Servetinin yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etmiştir.
Onun bu hareketi, münâfıklarca, gösteriş ve riyâ olarak nitelendirilmiş, bir
sa’ yani bir ölçek hurma getiren Ebû Akil el-Ensârî de, “Allah bunun bir sa’
hurmasına muhtaç değildir” diye hafife alınmış, alay konusu yapılmıştı. Oysa
Ebû Akîl de o gün çalışıp kazandığı hurmaların yarısını getirmişti. Aslında münâfıkların
çekemedikleri, ashâb-ı kirâmın zenginiyle fakiriyle mal veya kazançlarının
yüzde ellilik bölümünü tasadduk etmeleriydi. Bu iki örnekte sadaka olarak
verilen miktar değişse de, sadaka verenlerin fedakârlık oranları değişmiyordu.
Yüzde elli oranında bir tasadduk gayreti... Herkes kendi çapında ama birbirine
eşit oranda fedakârlık yapıyordu. Mücâhede aynı ölçülerle yürütülüyordu.
Ashâb-ı kirâmın fazileti, üstünlüğü, biraz da bu noktalarda aranmalıdır.
Onların bu faziletli hareketleriyle alay etmek isteyenler, meâlini, hadisin
tercümesi içinde verdiğimiz Tevbe sûresi’nin 79. âyetiyle susturulmuşlardır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Yapılan bir iyiliği, ne kadar az olursa olsun, küçük görmek doğru değildir.
2.
Allah Teâlâ’nın emirlerine herkes gücü yettiğince uymaya çalışmalı ve bu konuda
kendilerini kınayanlara aldırış etmemelidir.
3.
Mücâhede her türlü emre gücü ölçüsünde sarılmakla gerçekleşir.
4.
Ashâb-ı kirâm, emirleri yerine getirmede son derece gayretli idiler.
5.
Sadaka vermek, az da olsa, ihmâl edilmemelidir. Buna küçükleri de
alıştırmalıdır. Çünkü sadaka cehennem ateşini söndürür. Toplumda gelir
dengesizliği yüzünden çıkacak kargaşaları önler.
211- السابَع عشر: عن سعيدِ بنِ
عبدِ العزيزِ، عن رَبيعةَ بنِ يزيدَ، عن أَبِي إدريس الخَوْلاَنيِّ، عن أَبِي
ذَرٍّ جُنْدُبِ بنِ جُنَادَةَ، رضي اللَّهُ عنه، عن النَّبِيِّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم فيما يَرْوِى عَنِ اللَّهِ تباركَ وتعالى أنه قال: «يا عِبَادِي إِنِّي حَرَّمْتُ
الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّماً فَلاَ تَظالمُوا، يَا
عِبَادِي كُلُّكُم ضَالٌّ إِلاَّ مَنْ هَدَيْتُهُ، فَاسْتَهْدُوني أهْدكُمْ، يَا
عِبَادي كُلُّكُمْ جائعٌ إِلاَّ منْ أطعمتُه، فاسْتطْعموني أطعمْكم، يا عبادي كلكم
عَارٍ إلاَّ مِنْ كَسَوْتُهُ فَاسْتَكْسُوني أكْسُكُمْ، يَا عِبَادِي إنَّكُمْ
تُخْطِئُونَ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَأَنَا أغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعاً،
فَاسْتَغْفِرُوني أغْفِرْ لَكُمْ، يَا عِبَادِي إِنَّكُمْ لَنْ تَبْلُغُوا ضُرِّي
فَتَضُرُّوني، وَلَنْ تَبْلُغُوا نَفْعِي فَتَنْفَعُوني، يَا عِبَادِي لَوْ أَنَّ
أوَّلَكُمْ وآخِركُمْ، وَإنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ كَانُوا عَلَى أتقَى قلبِ رجلٍ
واحدٍ منكم ما زادَ ذلكَ فِي مُلكي شيئاً، يا عِبَادِي لو أَنَّ أوَّلكم وآخرَكُم
وإنسَكُم وجنكُمْ كَانوا عَلَى أفْجَرِ قَلْبِ رَجُلٍ وَاحِدٍ مِنْكُمْ مَا نَقَصَ
ذَلِكَ مِنْ مُلْكِي شَيْئاً، يَا عِبَادِي لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِركُمْ
وَإنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ، قَامُوا فِي صَعيدٍ وَاحدٍ، فَسألُوني فَأعْطَيْتُ كُلَّ
إنْسانٍ مَسْألَتَهُ، مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِمَّا عِنْدِي إِلاَّ كَمَا َيَنْقُصُ
المِخْيَطُ إِذَا أُدْخِلَ البَحْرَ، يَا عِبَادِي إنَّما هِيَ أعْمَالُكُمْ
أُحْصِيهَا لَكُمْ، ثُمَّ أوَفِّيكُمْ إيَّاهَا، فَمَنْ وَجَدَ خَيْراً
فَلْيَحْمِدِ اللَّه، وَمَنْ وَجَدَ غَيْرَ ذَلِكَ فَلاَ يَلُومَنَّ إلاَّ
نَفْسَهُ». قَالَ سعيدٌ: كان أبو إدريس إذا حدَّثَ بهذا الحديث جَثَا عَلَى
رُكبتيه. رواه مسلم. وروينا عن الإمام أحمد بن حنبل رحمه اللَّه قال: ليس لأهل
الشام حديث أشرف من هذا الحديث.
112. Saîd İbni
Abdülazîz’in Rebîa İbni Yezîd’den; Rebîa’nın Ebû İdrîs el-Havlânî’den, onun Ebû
Zer Cündeb İbni Cünâde radıyallahu anh’den; Ebû Zer’in Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’den; onun da Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretlerinden
rivayet ettiğine göre Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Kullarım!
Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık
birbirinize zulmetmeyiniz.
Kullarım! Benim hidâyet ettiklerim dışında hepiniz
sapıtmışsınız. O halde benden hidâyet dileyin ki sizi doğruya ileteyim.
Kullarım! Benim doyurduklarım hariç, hepiniz açsınız.
Benden yiyecek isteyin ki sizi doyurayım.
Kullarım! Benim giydirdiklerim hariç, hepiniz
çıplaksınız. Benden giyecek isteyin ki sizi giydireyim.
Kullarım! Siz gece-gündüz günah işlemektesiniz, bütün
günahları afveden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki sizi bağışlayayım.
Kullarım! Bana zarar vermek elinizden gelmez ki, zarar
verebilesiniz. Bana fayda vermeye gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.
Kullarım! Evveliniz ahiriniz, insanınız cinleriniz, en
müttaki bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümde
herhangi bir şey arttırmaz.
Kullarım! Evveliniz âhiriniz, insanınız cinleriniz, en
günahkâr bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümden en
küçük bir şey eksiltmez.
Kullarım! Evveliniz âhiriniz, insanınız cinleriniz bir
yerde toplanıp benden istekte bulunacak olsalar, ben de her birine istediğini
versem, bu benim mülkümden ancak, iğne denize daldırılıp çıkarıldığında
denizden ne kadar eksiltebilirse işte o kadar azaltır. (Yani hiç bir şey
eksiltmez.)
Kullarım! İşte sizin amelleriniz. Onları sizin için
saklar, sonra onları size iâde ederim. Artık kim bir hayır bulursa Allah’a hamd
etsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa öz nefsinden başka kimseyi
ayıplamasın.”
Saîd
İbni Abdülaziz dedi ki, Ebû İdris el-Havlânî bu hadisi rivâyet ettiği zaman
dizleri üzerine çöküverdi. Müslim, Birr 55
Açıklamalar
Ahmed
İbni Hanbel’in “Şamlıların en sağlam rivayetidir” dediği bu hadîs-i kudsî,
Cenâb-ı Hak ile kullarının durumunu açıkca ortaya koymaktadır. Hiçbir şekilde
ve hiçbir konuda ilâhî takdir ve tasarrufun dışında kalınamayacağı, herşeyin
sadece Allah Teâlâ’nın dileğine bağlı olduğu en kesin ifadelerle
anlatılmaktadır. Bu sebeple Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve
yasaklarından kaçınmak hususunda tenbel davranmamak, nefsin arzularına uymamak
gerekmektedir. Böylesine bir konuma sahip olan bizlerin nasıl bir mücâhede vermesi
lâzım geldiği artık iyice anlaşılmaktadır. İmam Nevevî, bizleri bu noktada
düşünmeye davet için bu kudsî hadisi konunun son hadisi olarak zikretmiş
olmalıdır.
Bu
noktayı aklımızdan çıkarmadan şimdi hadisdeki bazı hususların kısa açıklamalarına
geçelim:
Allah âdildir, zulmetmez. Zulmü sevmez, zulme razı olmaz.
Kullarına zulmetmeyeceğini bildirmiştir. Kullarının da biribirlerine
zulmetmesini istemez. Bütün âlem O’nun mülküdür. Gerçekte Allah’tan başka bir
mâlik yoktur. Dolayısıyla tecâvüz ve zulüm de söz konusu değildir. Yani Allah
Teâlâ zulümden münezzehtir. O, bu durumu “Zulmü kendime haram
kıldım” diye ifade buyurmuştur.
Hidâyet Allah’tandır. O dilemedikçe kimse doğru yolu
bulamaz. O halde beş vakit namazda Fâtiha’yı okurken yaptığımız gibi, “Bizi
sırât-ı müstakîme ilet” diye kendisinden hidâyet dilemek
gerekmektedir.
Rızık, Allah’ın takdiri iledir. O dilediğine rızkı bol bol verir,
dilediğine de kısar. Aynı işi yapan, aynı emeği sarfeden insanların kazançları
farklı farklı olabilir. Kimi kazanır, bereketini bulamaz, kiminin kazancı da
bereketlenir. Yemek, içmek, giymek yani hayat, Allah’ın lutfu sayesindedir. O
dilemeyince, kimse hayatını devam ettirecek imkânları bulamaz. Böyle olunca,
insanca ve müslümanca bir yaşayış için O’ndan yiyecek ve giyecek istemek biz
kullara düşen bir görev olmaktadır.
Kul kusursuz olmaz. Her an hata yapmak bizim işimizdir. Allah
Teâlâ da -şirk hâriç- bütün kusurları bağışlamaktadır. Yani tövbe kapısı daima
açıktır. O halde gece-gündüz demeden Allah’tan af ve mağfiret dilemeliyiz ki
O’nun bağışlamasına muhatap olabilelim.
Hiçbir
varlığın, Allah Teâlâ’ya zarar ve fayda vermesi mümkün değildir. Bütün
kullarının sâlih ve iyi kul olmasıyla Allah Teâlâ’nın saltanatında bir şey
artmaz; tam tersine yaratıkların tamamının günahkâr olmasıyla O’nun
saltanatından zerrece bir şey eksilmez. Diğer bir söyleyişle tüm iyilik,
kötülük kavramları ve sonuçları sadece bizler için önemlidir; bizleri
ilgilendirmektedir.
Allah Teâlâ’nın ihsan deryası sonsuz ve sınırsızdır. Bütün yaratıklar bir araya gelip
kendisinden dilekte bulunsalar, Allah da hepsinin isteğini yerine getirse,
koskoca bir okyanusa batırılıp çıkarılan iğne o okyanustan hiçbir şey
eksiltmediği gibi, bu da Allah’ın mülkünden bir şey eksiltmez. Yani bizim O’na
herhangi bir şekilde zarar verebilme imkânımız yoktur.
Allah Teâlâ, her birimizin amellerini
kaydettirmektedir. Sonunda
onları karşımıza çıkaracaktır. Orada iyilik ve hayır çoksa, bundan ötürü
Allah’a hamdetmemiz gerekmektedir. Aksi olursa, bunun suçlusu kendimizden
başkası değildir. “Kendim ettim, kendim buldum” demekten başka yapacağımız bir
şey yoktur.
Bütün
bu gerçekleri dile getiren hadisimiz, insanoğlunun dünyadaki yerini, durumunu
ve nasıl davranması gerektiğini nasıl bir mücâhede ortamında olduğunu tam mânasıyla
aydınlatmaktadır. Allah kendisine kul olma mücâhedesinde cümlemize yardımcı
olsun.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsana, kulluğunu bilerek Allah Teâlâ’dan hidâyet, rızık, af ve mağfiret
istemesi yaraşır.
2.
Nefisle mücâhede, ileride amellerimizin karşımıza çıkarılacağı bilinci içinde
yapılmalıdır.
3.
Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Ondan yararlanmasını bilmek
gerekir.
12- بابُ الحثِّ على الازدياد من الخير في أواخِر العُمر
ÖMRÜN SONLARINDA
HAYRI ARTTIRMAYA TEŞVİK
Âyet
قال اللَّه تعالى
: { أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُم مَّا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَن تَذَكَّرَ وَجَاءكُمُ
النَّذِيرُ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِمِينَ مِن نَّصِيرٍ }
1. “Düşünecek olanın düşüneceği kadar sizi yaşatmadık
mı? Hem size uyarıcı da geldi.”
Fâtır sûresi (35), 37
قال ابن عباس والمحققون: معناه: أولم نعمركم
ستين سنة، ويؤيده الحديث الذي سنذكره إن شاء اللَّه تعالى. وقيل معناه: ثماني عشرة
سنة. وقيل: أربعين سنة. قاله الحسن والكلبي ومسروق، ونقل عن ابن عباس أيضاً،
ونقلوا أن أهل المدينة كانوا إذا بلغ أحدهم أربعين سنة تفرغ للعبادة. وقيل هو:
البلوغ. وقوله تعالى: { وجاءكم النذير } قال ابن عباس والجمهور: هو
النبي صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّم. وقيل: الشيب. قاله عكرمة وابن عيينة
وغيرهما، والله أعلم.
Nevevî
bu âyet-i kerîmeyi şöyle açıklamaktadır:
Abdullah
İbni Abbas ve meseleyi iyi tetkik eden âlimlere göre bu âyetin anlamı, “Biz
sizi altmış yıl yaşatmadık mı?” demektir. Nitekim biraz sonra
nakledeceğimiz hadîs-i şerîf de bu mânayı pekiştirmektedir.
Bazılarına
göre mânası “sizi on sekiz sene” bazılarına göre de
“kırk sene yaşatmadık mı?” demektir. Bu son yorum, Hasan el-Basrî,
el-Kelbî ve Mesrûk’a aittir. Ayrıca bu görüş İbni Abbas’tan da nakledilmiştir.
Medinelilerin
kırk yaşına gelince, kendilerini ibadete verdikleri rivayet edilmiştir.
Bazıları âyette işaret edilen sürenin “büluğ yaşı” olduğunu söylemişlerdir.
İbni Abbas ve âlimlerin büyük çoğunluğu âyetteki “Size uyarıcı da
geldi” ifadesindeki uyarıcıdan maksadın “Hz. Peygamber” olduğunu
söylemişlerdir.
İkrime,
Süfyân İbni Uyeyne ve daha başkaları âyetteki “uyarıcı” sözünü “ihtiyarlık”
olarak yorumlamışlardır. Gerçeği ise, Allah bilir.
Nevevî’nin
açıklaması böyledir. Âyet, inkârcı müşriklerin cehennemden çıkarılmalarını
istemeleri, önceki hayatlarının tersine iman ve imana dayalı bir hayat
yaşayacaklarını söylemeleri üzerine kendilerine verilen cevaptır. O halde
bülûğdan itibaren altmış yaşına kadar ölen herkes, düşünüp ne yapacağına karar
verecek zamanı bulmuş demektir. Ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğine dair
başta Peygamber olmak üzere kendisini uyaran ihtiyarlık ve benzeri bir çok
uyarıcı da bulunmaktadır. Böyle olunca ömrü gafletle ve istediği gibi tüketmek,
sonra acı âkıbetle karşılaşınca pişmanlık duymak ve yeniden dünyaya gelmek gibi
olmayacak isteklerde bulunmak kimseye bir şey kazandırmayacaktır.
Herkese
takdir edilen ömür, eğer değerlendirilebilirse, böylesi pişmanlığa düşmeyecek
kadar uzun ve yeterlidir.
HADİSLER
113- وأمَّا الأحاديث فالأوَّل :
عن أَبِي هريرة رضي اللَّه عنه ، عن النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال
: «أعْذَرَ اللَّهُ إلى امْرِىءٍ أخَّرَ
أجلَه حتى بلَغَ سِتِّينَ سنةً » رواه البخارى.
قال العلماءُ معناه : لَمْ يتْركْ لَه
عُذْراً إذ أمْهَلَهُ هذِهِ المُدَّةَ . يُقال : أعْذَرَ الرَّجُلُ إذا بلغَ
الغاية في الْعُذْرِ .
113. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah, altmış yıl ömür verdiği kişinin mazeret
gösterme imkânını ortadan kaldırmıştır.”
Buhârî, Rikak 5
Açıklamalar
Dünyaya
geliş amacını anlamak, hayatı anlamak ve sorumluluklarına sahip çıkmak için
insanoğlunun bir “tecrübe zamanı”na ihtiyacı vardır. Bu zamanın âzami sınırı
altmış yıldır. Daha kısa sürelerde de insan tecrübe imkânı bulur ve kendisine
göre bir yaşayış tarzı benimser ve bunun hesabını vermeye de razı olur.
“Kul,
kusursuz olmaz” denilmiştir. Kusurların telâfi yolları gösterilmiş, tövbe
imkânının herkes için sonuna kadar açık olduğu bildirilmiştir. Yani insanoğluna
yanlışlarını düzeltme yetenek ve imkânı verilmiştir. Buna yetecek kadar bir
ömür de ihsan edilince, öteki dünyada artık özür beyan etme, bir kere daha
hayata döndürülmeyi isteme hakkı bırakılmamış olmaktadır.
Gençlik
ve acemilik yıllarının ihmalleri, hiç değilse yaşlılık döneminde telâfi
edilmelidir. Dünya ile ilginin zayıfladığı ihtiyarlık döneminde, hayır ve
iyilikleri arttırmak, kulluk gayretlerine hız vermek ve böylece son anda olsun
bir şeyler elde etmeye çalışmak, her aklı başında insanın yapması gerekli bir
atılımdır. Üstelik böyle bir tavır, teşvik de edilmiştir.
Ömrün
sonlarına doğru iyilikleri attırmayı tavsiye eden dinî emirler mevcuttur. Bütün
bunlara rağmen kendi bildiğini okuyan, arzu ettiği gibi yaşayan ve böylece uzun
bir ömrü boşa geçiren kişiler çıkarsa, artık onların ileri sürebilecekleri
hiçbir mazeretleri olamaz.
Hadisimiz
“Altmış yıl yaşamamış olanların âhirette mâzeret ileri sürme hakları vardır”
anlamına asla gelmez. İyiyi kötüyü tecrübe edip tanıyacak kadar yaşamış olan
herkes, mazeretini dünyada ileri sürecek ve kusurlarını orada telâfi edecektir.
Artık onlar için âhirette mazeret beyan etme imkânı yoktur. Ama nihayet 60 yıl
yaşamış olan birinin hiç mi hiç böyle bir şeyi aklından geçirmemesi lâzımdır.
Altmış
yıl, herşeyi yerli yerine koymak için yeterli bir zaman ve imkândır. Hadisimiz
bunu vurgulamaktadır.
Öte
yandan Hz. Peygamber bir hadisinde “Benim ümmetimin (ortalama) ömrü
altmış-yetmiş yıl arasındadır” buyurmuştur (Tirmizî, Daavât 101;
İbni Mâce, Zühd 27). Hadisimizdeki altmış rakamı da bu ömür sınırının alt
çizgisini ifade etmektedir.
Son
anda gayrete gelmek suretiyle de olsa, kusurları dünyada iken telâfi etmeye
çalışmak lâzımdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kendilerine normal bir ömür verilmiş kimseler, eğer hallerini bu süre içinde
düzeltmemişlerse, Allah Teâlâ’ya karşı ileri sürebilecekleri herhangi bir
mazeretleri yoktur.
2.
Hayatın noksan ve eksiklerini yine hayatta ikmâl etmek gerekmektedir.
3.
Ömrün sonlarına doğru iyilikleri ve ibadetleri arttırma teşvikinin altında
yatan amaç da, geçmişteki eksiklerin bir ölçüde de olsa telâfi edilmesidir.
114- الثاني : عن ابن عباس ، رضي اللَّه
عنهما ، قال : كان عمر رضي اللَّه عنه يُدْخِلُنى
مَع أشْياخ بْدرٍ ، فَكأنَّ بعْضَهُمْ وجدَ فِي نفسه فقال : لِمَ يَدْخُلُ هَذِا
معنا ولنَا أبْنَاء مِثْلُه ،؟ فقال عمرُ : إِنَّهُ من حيْثُ علِمْتُمْ ، فدَعَانى
ذاتَ يَوْمٍ فَأدْخلَنى معهُمْ ، فما رأَيْتُ أنَّه دعانى يوْمئِذٍ إِلاَّ
لِيُرِيهُمْ قال : ما تقولون في قول اللَّه تعالى : { إذا جاءَ نَصْرُ اللَّهِ والْفَتْحُ} [الفتح : 1 ] فقال بَعضُهُمْ : أمِرْنَا نَحْمَدُ
اللَّهَ ونَسْتَغْفِره إذَا نَصرنَا وفَتَحَ علَيْنَا . وسكَتَ بعضهُمْ فلم يقُلْ
شيئاً فقال لى : أكَذلك تقول يا ابنَ عباس ؟ فقلت : لا . قال فما تقول ؟ قلت : هُو
أجلُ رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، أعْلمَه له قال : { إذا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ والْفتحُ} وذلك علامة أجلِك { فَسَبِّحْ بِحمْدِ رَبِّكَ
واسْتغْفِرْهُ إِنَّه كانَ تَوَّاباً} [ الفتح : 3 ] فقال عمر رضي اللَّه عنه : ما أعْلَم
منها إلاَّ ما تَقُول . رواه البخارى .
114. İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle
dedi:
Ömer radıyallahu anh Bedir
Harbine iştirak etmiş yaşlı sahâbîlerle beraber beni de istişâre meclisine
dahil etti. Sahâbîlerden biri buna içerledi ve Hz. Ömer’e:
-
Bu, neden bizimle beraber oluyor? Oysa bizim onun yaşıtı çocuklarımız var,
dedi. Hz. Ömer:
-
Bildiğiniz bir sebepten dolayı, diye cevap verdi. Derken birgün beni çağırdı ve
büyük sahâbîlerin meclisine aldı. Bana öyle geliyor ki, o gün beni onlara isbat
etmek istiyordu. Sahâbîlere:
- “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde...” diye başlayan Nasr sûresi hakkında
ne düşünüyorsunuz? diye sordu. Bir kısmı:
-
Yardım görüp fetih gerçekleşince Allah’a hamd ve istiğfar etmekle
emrolunmaktayız, dedi. Kimi de hiç bir yorum yapmadı. Hz. Ömer bu defa bana
hitaben:
-
Ey İbni Abbas! Sen de böyle mi diyorsun? dedi. Ben:
-
Hayır, dedim.
-
Peki, ne diyorsun? diye sordu. Ben de:
-
Bu sûre, Hz. Peygamber’in ecelinin kendisine bildirildiğini ifade
etmektedir. “Allah’ın yardımı ve fetih sana gelince - ki, bu
senin ecelinin geldiğinin alâmetidir-, Rabbini hamd ile tesbih et,
bağışlanma dile. Çünkü o tövbeleri kabul edendir” buyuruluyor, dedim.
Bunun
üzerine Hz. Ömer:
-
Ben de bu sûreden senin dediğinden başkasını anlamıyorum, dedi.
Buhârî,
Tefsîru sûre (110), 4; Menâkıb 25. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (110), 1
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf, Abdullah İbni Abbas hazretlerinin anlayış ve kavrayışının üstünlüğünü,
Kur’an konusundaki bilgisinin enginliğini, dolayısıyla ilmin yaşta değil başta
olduğunu göstermektedir. İbni Abbas’ın genç yaşına rağmen danışma meclisinde
bulundurulmasına itiraz eden zatın Abdurrahman İbni Avf radıyallahu anh olduğu
Buhârî’nin ikinci rivayetinde açıkca yer almaktadır. Burada ise kapalı
geçilmiştir.
Öte
yandan hadis, Hz. Ömer’in devlet yönetiminde belli bir istişâre meclisiyle
çalıştığını, bu meclise öncelikle Bedir Savaşı mücâhidlerini, sonra da ilim ve
anlayışlarını yeterli gördüğü gençleri üye seçtiğini göstermektedir.
Ayrıca
Hz. Peygamber’e ecelinin yaklaştığı, zafer, Mekke’nin Fethi ve insanların öbek
öbek İslâm’a girmeleri gibi üç işâretle bildirilmiş olması, onun
peygamberliğinin delillerinden biri sayılmaktadır. Bu sebeple hadisi Buhârî,
“İslâm’da Peygamberlik Alâmetleri” bölümünde de zikretmiştir (bk. Menâkıb
25).
Bu
rivayet, bizzat Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e, ömrünün sonlarına doğru tesbih,
tahmid ve istiğfarı arttırmasını emrettiğini
belgelemektedir. Hayatın sonuna doğru hayır ve hasenâtı arttırmanın İslâm’da
temel bir ilke olduğuna dikkat çekmektedir. Hadis burada kahramanları açısından
değil, özü ve mesajı bakımından değerlendirilmiştir. Bu bir anlamda hadisi,
fıkıh açısından değerlendirmek (fıkhu’l-hadîs) demektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İlim ve ulemânın değeri herşeyin üstündedir.
2.
İstiğfar ve hamdin arttırılması, işlerin sonuna yaklaşıldığının tabii bir
delili sayılmaktadır.
3.
Abdullah İbni Abbas, Kur’an bilgisinde üstün bir mevkie sahipti. Ona
“tercümânü’l-Kur’an” denilmesi boşuna değildir.
115- الثالث : عن عائشةَ رضي
اللَّه عنها قالت : ما صَلَّى رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم صلاةً بعْد أَنْ نزَلَتْ علَيْهِ { إذَا جَاءَ نصْرُ اللِّهِ والْفَتْحُ } إلاَّ يقول فيها : « سُبْحانك
ربَّنَا وبِحمْدِكَ ، اللَّهُمَّ اغْفِرْ لى » متفقٌ عليه .
وفي
رواية الصحيحين عنها : كان رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يُكْثِر أنْ
يَقُول فِي ركُوعِه وسُجُودِهِ : « سُبْحانَكَ اللَّهُمَّ ربَّنَا وَبحمْدِكَ ، اللَّهمَّ اغْفِرْ لي » يتأوَّل الْقُرْآن .
معنى : « يتأوَّل الْقُرُآنَ » أيْ : يعْمل مَا أُمِرَ بِهِ في
الْقُــرآنِ في قولِهِ تعالى : {فَسبِّحْ بِحمْدِ ربِّكَ واستَغْفِرْهُ } .
وفي رواية لمسلم : كان رسولُ اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يُكْثِرُ أنْ يَقولَ قبْلَ أَنْ يَمُوتَ : «سُبْحانَكَ اللَّهُمَّ وبِحْمدِكَ ،
أسْتَغْفِركَ وأتُوبُ إلَيْكَ » . قالت عائشةُ : قلت : يا رسولَ اللَّه ما هذِهِ الكلِمَاتُ الَّتي أرَاكَ أحْدثْتَها تَقولها
؟ قــال : « جُعِلَتْ لِي علامةٌ في أمَّتي إذا
رَأيتُها قُلتُها {إذَا جَاءَ نَصْرُ اللِّهِ والْفَتْحُ } إلى آخر السورة».
وفي رواية
له : كان رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يُكْثِرُ مِنْ قَوْلِ : « سُبْحانَ اللَّهِ وبحَمْدِهِ .
أسْتَغْفِرُ اللَّه وَأَتُوبُ إلَيْه » . قالت : قلت : يا رسولَ اللَّه ،
أَرَاكَ تُكْثِرُ مِنْ قَوْل : سُبْحَانَ اللَّهِ وبحمْدِهِ ، أسْتغْفِر اللَّه
وأتُوبُ إليْهِ ؟ فقال : « أخْبرني ربِّي أنِّي سَأرَى علاَمَةً فِي أُمَّتي فَإِذَا رأيْتُها
أكْثَرْتُ مِن قَوْلِ : سُبْحانَ اللَّهِ وبحَمْدِهِ ، أسْتَغْفِرُ اللَّه
وَأتُوبُ إلَيْهِ : فَقَدْ رَأَيْتُها: {إذَا جَاءَ نَصْرُ اللِّهِ والْفَتْحُ } فَتْحُ مَكَّةَ ، { ورأيْتَ النَّاس يدْخُلُونَ فِي دِينِ
اللَّهِ أفْوَاجًا ، فَسبحْ بحمْدِ ربِّكَ واسْتَغفِرْهُ إنَّهُ كانَ توَّاباً } .
115. Âişe radıyallahu anhâ şöyle
dedi:
“Allah’ın
yardımı erişip fetih gerçekleşince...” âyeti indikten sonra Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem kıldığı her namazda mutlaka “Rabbimiz, seni
tenzih ederim, seni hamd ile anarım. Allahım! Beni bağışla ...” derdi. Buhârî,
Ezân 123, 139; Megâzî 5, Tefsîru sûre (110), 1; Müslim, Salât 219, 220
Buhârî’nin Sahîh’i (Ezân
139, Tefsîru sûre (110), 2) ile Müslim’in Sahîh’inde (Salât
217) Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edilen bir başka hadis
de şöyledir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem rükû ve secdelerinde:
“Allahım! Seni tenzîh ederim. Rabbimiz! Sana
hamdederim. Allahım! Beni bağışla!” duasını pek sık tekrarlardı. Bu sözüyle o,
Kur’an’a imtisal (ve âyeti fiilen tefsir) ederdi.
Müslim’in
rivayetinde de (Salât 218) şöyle denilmektedir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem vefatından önce, “Seni hamdinle tesbih ve
tenzih eder, bağışını diler, tövbe ederim” duasını sık sık tekrar
ederdi.
Hz.
Âişe diyor ki:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Yeni yeni söylediğinizi duyduğum bu cümleler nedir? diye
sordum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Ümmetimle ilgili olarak benim için bir işaret tayin
edilmiştir. Onu gördüğüm zaman bu kelimeleri söylerim. Bu işaret, Nasr
sûresi’dir” buyurdu.
Yine
Müslim’in bir başka rivayetinde (Salât 220), bu husus şöyle yer almaktadır:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, “Ben Allah’ı ulûhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan
tenzih eder ve O’na hamdederim” sözlerini sık sık söyler olmuştu.” Hz. Âişe
diyor ki:
-
“Sübhânallah ve bi hamdihî, estağfirullah ve etûbü ileyh” sözlerini görüyorum
ki, pek sık söylüyorsun?” dedim.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem:
- “Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi
bildirdi. Onu gördüğümden bu yana “sübhânellah ve bi hamdihî estağfirullah ve etûbu
ileyh” sözünü
çok söylerim. Ben o alâmeti, Mekke’nin fethine işaret eden “Allah’ın yardımı
ulaşıp Fetih gerçekleşince ve insanların grup grup Allah’ın dinine girdiklerini
gördüğünde Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü Allah
tövbeleri çok çok kabul edendir” (meâlindeki Nasr) sûresi’nde gördüm,” buyurdu.
Açıklamalar
Yüce
Rabbimiz, sevgili Resûlü’ne, “Allah’ın yardımı erişip fetih gerçekleşince ve
insanların gruplar halinde Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde” Rabbini
hamd ile tesbih etmesini ve bağışlanma dilemesini emretmiştir. Efendimiz de bu
emre yukarıdaki rivayetlerde yer alan ifadeleri, kıldığı namazların rükû ve
secdelerinde sık sık söylemek suretiyle yerine getirmiştir. Âişe vâlidemiz,
daha önce göregeldiği durumdan farklı olan ve devamlılık arzetmeye başlayan bu
yeni durumu tabiî olarak merak etmiş ve öğrenmek istemiştir. Peygamber
Efendimiz onun merakını, Nasr sûresi’nin kendisine bu görevi verdiğini
söyleyerek gidermiştir. Bu sebeple bu sûreye tevdi’ (vedâlaşma)
sûresi de denilmiştir. Ayrıca sûre olarak en son inen sûre de budur. Nüzûlünün
Mekke fethinden önce olduğuna, Vedâ haccında indiğine dair rivayetler
bulunmaktadır. Fetih öncesinde inmiş olduğu çoğunlukla kabul edilmiştir.
Hepsi
de Hz. Âişe vâlidemizden nakledilen rivayetleri topluca değerlendirdiğimiz
zaman, Peygamber Efendimiz’in bu hareketi, vefatına yakın bir dönemde
görülmüştür. Bu durum, ömrün sonuna doğru iyilikleri arttırmanın Hz.
Peygamber’in nezih hayatında aynen gerçekleştiğinin delili olmaktadır. Hz.
Peygamber’in yorumu da bunu açıkça göstermektedir.
O
halde geçmişi ve geleceği sorumluluk açısından kendisine bağışlanmış olan Hz.
Peygamber’in yorumu ve uygulaması bu olunca artık aynı teşvikin, böyle bir
imtiyaza sahip olmayan biz ümmetine öncelikle yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Öte
yandan bu rivayetler, Nasr sûresi hakkında İbn Abbas radıyallahu anhümâ’nın
yaptığı (önceki hadiste geçen) değerlendirmenin isabetini de göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Resûl-i Ekrem Efendimiz çok çok istiğfar etmiş Allah Teâlâ’dan bağışlanma
dilemiş, buna özel önem vermiştir. Bu hali ömrünün sonlarında daha yoğun olarak
yaşamıştır.
2.
Nimete şükür gerekir.
3.
Hz. Peygamber’i örnek alarak, müslümanların da yaşlılık yıllarında daha fazla
ibadet ve hayır işlemeye bakmaları gerekir.
116- الرابع : عن أنسٍ رضي اللَّهُ عنه
قال : إنَّ اللَّه عزَّ وجلَّ تَابعَ
الوحْيَ على رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَبْلَ وَفَاتِهِ ، حتَّى
تُوُفِّى أكْثَرَ مَا كَانَ الْوَحْيُ . متفقٌ عليه .
116. Enes radıyallahu anh şöyle
dedi:
“Allah
Teâlâ, Peygamber’in vefatından önce vahyi sıklaştırdı. Öyle ki Peygamber aleyhisselâm vahyin
en sık geldiği bir sırada vefat etti.” Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 1; Müslim, Tefsîr
2
Açıklamalar
Müslim’in
rivayetinde, vahyin en çok, Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün geldiği kaydı
bulunmaktadır. Buhârî’den alınmış bu rivayette ise, “gün kaydı” yoktur. “Vahyin
pek sıklaştığı bir sırada” denilmesi tarihi gerçeğe daha uygun gözükmektedir.
Hz.
Peygamber’in son zamanlarında vahyin sıklaşması, İslâm toplum yapısının ve grup
grup gelip müslüman olan insanların ihtiyaçları ve problemleri dolayısıyladır.
Artık sistem tamamlanmaktadır. Bu yoğunluk, bir taraftan da Hz. Peygamber’in
dünyadan ayrılma zamanının oldukca yakınlaştığının işaretidir.
Nevevî
merhumun muhaddislerin Tefsir ve Kur’an ile ilgili bölümlerde naklettikleri bu
hadisi, ömrün sonunda hayrı arttırmak konusunda zikretmesi bu uygulamanın
sünnetullaha da uygun düştüğünü göstermek, mevzuyu böylece daha da güçlendirmek
istemesiyle açıklanabilir. Halkımızın “Gidecekle öleceği çok çalıştırırlar”
sözü de bu genel kaidenin bir başka şekilde tesbit ve itirafıdır. O halde son
anlarında bile hayra, ibadete yönelmeyenlerin gafleti ve tabii zararı pek büyük
olacak demektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hz. Peygamber vefat etmeden önce vahyin sıklaşması, son demlerde hayrın
arttırılmasını teşvik eden ilâhî bir uygulamadır.
2.
Son fırsatları olsun değerlendirmeye bakmak lâzımdır.
117- الخامس : عن جابر رضي
اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يُبْعثُ كُلُّ عبْدٍ على ما مَاتَ
علَيْهِ » رواه مسلم .
117. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Her
kul öldüğü hal (amel) üzere diriltilir.” Müslim, Cennet 83
Açıklamalar
Ömrün
sonlarında hayır ve kulluğu arttırma teşvikinin asıl gerekçesi bu hadiste
açıklanmaktadır. Herkes ne üzerinde nasıl, hangi halde vefât etmişse, âhirette
öylece diriltilecektir. Buna göre iyilik ve kulluk hallerini arttırmak, eceli
iyi bir durumda karşılama imkânını hazırlamak demektir. Öteki dünyada güzel bir
hal ile dirilmek mutluluğu da buna bağlıdır.
Ölüm
kesin ve mecbûrî bir sondur. “Her canlı ölümü tadacaktır.” Hiç
bir canlı nerede, ne zaman öleceğini bilemez. Böyle olunca genellikle, belli
yaşlardan sonra artık bu mecbûrî yolculuğu, günlük hayatın gündemine ağırlıklı
şekilde hâkim kılmak, gâfil avlanmamak bakımından fevkalâde önemlidir.
Zira “Nasıl yaşarsanız öylece ölür, nasıl ölürseniz öylece
diriltilirsiniz” uyarısı, görünüş açısından genel bir gerçeğe dikkat
çekmektedir.
Camide
ibadet ederken ölmek de var, meyhânede kafa çekerken ölmek de... Helâlinden
rızkını kazanmak için çalışırken iş başında ölmek de var, başkasının malını
aşırırken ölmek de... Allah diyerek ölmek de var, etrafa küfürler yağdırarak
ölmek de. Sâlihler meclisinde ölmek de var, fâsıklar arasında ölmek de...
Bütün
bunlar düşünülünce, dili güzel kelimeler söylemeye alıştırmak, ve günü hayır
üzere geçirmeye gayret etmek demek, ölümü uygun bir şekilde karşılamaya
çalışmak demektir. Asıl gerçeği yani herkesin içinde sakladığı niyet ve sırları
ancak Allah bilir. Toplu ölümlerde, öbür dünyadaki diriliş şeklini herkesin
niyeti tayin edecektir. Bu konuda niyet ile ilgili bölüme bakılmalıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse öyle diriltilir.
2.
İyi bir niyete, iyi bir hayat tarzına sahip olmak, özellikle ömrün sonlarına
doğru kendine çeki düzen vermek, âhirette iyi bir hal üzere dirilmek bakımından
büyük önem arzetmektedir.
13- باب في بَيان كثرةِ طرق الخير
HAYIR YOLLARININ
SAYISIZLIĞI
Âyetler
قال اللَّه تعالى
: { وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ } .
1. “Her ne hayır işlerseniz, Allah onu mutlaka
bilir.” Bakara
sûresi (2), 215
وقال تعالى
: { وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ } .
2. “Ne
iyilik ederseniz Allah onu bilir.” Bakara sûresi (2), 197
Bu
iki âyet, yapılacak herhangi bir hayır ve iyiliğin asla meçhul kalmayacağını,
onların Allah Teâlâ tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu âyetler,
iyiliklerin kayıt ve zabt garantisidir. Çünkü insan, yaptığı iyiliğin zayi
olmasını istemez. Bu sebeple âyetler büyük bir teşvik unsurudur. Nasıl mı?
وقال تعالى
: { فَمَنيَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ } .
3. “Kim
zerre kadar hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür.” Zilzâl
sûresi (99), 7
وقال تعالى
: { مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ } . والآيات في الباب كثيرة.
4. “İyilik
işleyenin faydası kendisinedir.” Câsiye sûresi (45), 15
İyiliğin
zerresinin bile karşılığı görülecektir. Zira her yapılan iyiliği Allah
bildiğine göre, artık ortada en küçük bir kayıp ihtimali yoktur. Bu kesinlik
içinde bir başka gerçek de, “hayrın faydasının onu işleyene ait olduğudur.” O
halde kendi kendisine iyilik etmek isteyen, öz nefsinin hayrını isteyen,
küçük-büyük demeden iyilik yapmalı, hayır işlemelidir. Zira iyiliğin peşin
faydasını başkaları görse de, nihâî faydası, mânevî kazancı onu işleyene
aittir. Bu noktada da herhangi bir yanlışlık ve haksızlık söz konusu değildir.
Kimsenin hayır ve iyiliğinin sevabı başkasına yazılmaz.
Konuyu
değişik açılardan aydınlatan âyetler, konu başlığında da belirtildiği üzere pek
çoktur. Hadisler de oldukça fazladır. Burada onlardan bir demet sunulacaktır.
Hadisler
118- الأوَّل : عن أَبِي ذرٍّ جُنْدَبِ
بنِ جُنَادَةَ رضي اللَّه عنه قال : قلت يا رسولَ اللَّه، أيُّ الأعْمالِ أفْضَلُ ؟ قال : « الإِيمانُ بِاللَّهِ ، وَالجِهَادُ
فِي سَبِيلِهِ » . قُلْتُ : أيُّ الرِّقَابِ أفْضَلُ ؟
قال : « أنْفَسُهَا عِنْد أهْلِهَا ،
وأكثَرُهَا ثَمَناً » . قُلْتُ : فَإِنْ لَمْ أفْعلْ ؟ قال : « تُعينُ صَانِعاً أوْ تَصْنَعُ
لأخْرَقَ » قُلْتُ : يا رسول اللَّه أرَأيتَ إنْ
ضَعُفْتُ عَنْ بَعْضِ الْعملِ ؟ قال : « تَكُفُّ شَرَّكَ عَن النَّاسِ فَإِنَّها صدقةٌ مِنْكَ على نَفسِكَ » . متفقٌ عليه .
« الصانِعُ » بالصَّاد المهملة هذا هو المشهور ،
ورُوِى « ضَائعاً » بالمعجمة : أيْ ذَا ضياع مِنْ فقْرِ
أوْ عِيالٍ ، ونْحو ذلكَ « والأخْرَقُ » : الَّذي لا يُتقنُ ما يُحاوِلُ فِعْلهُ .
118. Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde radıyallahu
anh şöyle dedi:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Hangi amel daha üstündür? dedim.
- “Allah’a
iman ve Allah yolunda cihaddır” buyurdu. Ben:
-
Hangi (esir veya) köle (yi âzat etmek) daha faziletlidir? dedim.
- “Sahiplerine
göre en kıymetli ve bedeli en yüksek olanı” buyurdu.
-
(Cihad ve köle âzâdını) yapamazsam? dedim.
- “(Bir)
iş yapana yardım edersin veya işini beceremeyenin işini görürsün” buyurdu.
-
Ey Allah’ın Resûlü! Bunlardan hiçbirini yapamazsam? dedim.
- “İnsanlara
zarar vermezsin. Zira bu da kendi kendine iyilik etmen demektir” buyurdu.
Buhârî, Itk 2; Müslim, Îmân 136
Açıklamalar
İnsana
en büyük sevabı kazandıracak amel, hiç şüphesiz merak edilecek bir konudur. Ebû
Zer hazretleri bu merâkını Resûlullah’a arzetmiş, aldığı cevap “Allah’a
iman ve Allah yolunda cihad” olmuştur. Allah’a iman, her hayrın
başıdır. O olmadan hiç bir işin kıymeti yoktur. İman, “kalb ile tasdik”
anlamında kalbin; “dil ile ikrar” anlamında da dil’in amelidir. Bu sebeple
imana amel denilebilir. Hadisimiz bunun delilidir.
“Allah
yolunda cihad”ın iman ile birlikte zikredilmesi, onun, hayırlı işlerin ve
amellerin en başında, imandan hemen sonra geldiğini göstermektedir. “İ’lây-ı
kelimetullah” (İslâm’ı yaymak) niyetiyle yapılacak her türlü faaliyet bir nevi
cihad olduğuna göre, bu en üstün amelden herkesin nasip alma imkânı bulunduğu
anlaşılır.
Âzat
etmek, hürriyetine kavuşturmak için hangi esir, köle ve câriyenin daha üstün
olduğu sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği, “sahiplerine göre en değerli
ve fiat olarak en pahalı olanı” cevabı, “Sevdiğiniz şeylerden
infak etmedikçe büyük hayra ulaşamazsınız” [Âl-i İmrân sûresi (3), 92]
âyetini hatırlatmaktadır. “Her işin en kıymetlisi, en kalitelisidir” mesajını
vermektedir. Nitekim “efdalü’l-a’mâl ahmezühâ” yani “Nefse
en ağır gelen amel, amellerin en üstünüdür” buyurulmuştur. Değerli ve
fiyatı yüksek olan köle veya esiri âzat etmek pek öyle kolay iş değildir. Bu
yapılırsa üstün nitelikli bir iş yapılmış olur. İnsanları hürriyetlerine
kavuşturmak, haklarına sahip kılmak aslında başlı başına büyük bir hayırdır. 1290
ve 1362 numaralarda kısmen tekrarlanacak olan hadisimiz, en üstün hayrın
hangisi olduğunu bize öğretmektedir. Bugün belki köle-câriye yok ama, esir ve
esir muamelesine tabi tutulan hür görünümlü insanlar hatta milletler vardır. O
halde onların gerçek hürriyet ve haklarına kavuşturulmaları en kıymetli
hayırlardandır.
Hürriyete
kavuşturmada sayı mı, kalite mi önde gelir? Bu tartışılmıştır. Bu biraz da
duruma göre değişir. Zira bir insan vardır, bir kabileye veya bir alaya
bedeldir. Onun kurtarılması bir topluluğu kurtarmak yerine geçer. Normal halde
ise ne kadar fazla insan, hak ve hürriyetlerine kavuşturulursa, o kadar büyük
hayır işlenmiş olur.
Cihada,
köle veya esir âzadına gücü yetmeyenler için de bir san’atkâra yardım etmek
veya beceriksiz bir kimsenin işini görmek bir başka hayır yoludur. Hadiste
geçen sâni’, zâyi’ (fakir, garip) olarak kaydedilmektedir. Her
iki halde de böylesi kişilere yardımcı olmak elbette bir hayırdır. Ancak
hadisin bu ifadesinden, belli bir mesleği ve sanatı olanlara yardımın, sanat
sahibi olmayanlara yardım etmekten daha önde geldiği, daha üstün bir iyilik
olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hz. Peygamber’in sanat ve meslek sahibi olmaya
teşvik ettiğini gösterir.
Son
olarak hadisimiz insanlara ve topluma zarar vermemeyi, hiçbir iyilik yapamayanlar
için başlı başına bir iyilik olarak önümüze koymaktadır. İnsan iyilik
yapamıyorsa, bâri kötülük yapmamalıdır. Bu da neticede kendisi için bir
iyiliktir. Kötülük yapmamayı bile bir iyilik olarak değerlendiren dinimiz,
hayır ve iyilik idealine ne kadar önem verdiğini ortaya koymaktadır. Bütün
bunlar gösteriyor ki, müslüman toplumu iyiler ve iyilikler toplumudur. Ondan da
önce zararsızlar toplumudur. Artık hem iyilik yapmayıp hem de kötülük
işlemekten geri durmayanlar düşünsünler...
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dinimizde Allah’a imandan, insanlara kötülük yapmamaya kadar uzanan binlerce
hayır ve iyilik yolu bulunmaktadır.
2.
Yardıma muhtaç olan herkesin yardımına koşmak iyilik ve hayırdır.
3.
Her türlü amel ve iyiliğin temeli Allah’a imandır. İman olmadan yapılacak
hiçbir işin kıymeti yoktur.
4.
İslâm toplumu iyiler ve iyilikler toplumudur.
5.
Hadiste sayılan hususların her biri “iyilik” olarak başlı başına birer
değerdir. Herkes durumuna göre bu iyiliklerden bir veya bir kaçını yapmaya
çalışmalıdır.
119- الثاني : عن أَبِي ذرٍّ
رضي اللَّه عنه أيضاً أنَّ رسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : يُصْبِحُ على كلِّ سُلاَمَى مِنْ
أَحَدِكُمْ صدقَةٌ ، فَكُلٌ تَسبِيْحةٍ صَدقةٌ ، وكُلُّ تحْمِيدَةٍ صدقَةٌ ،
وكُلُّ تهْلِيلَةٍ صَدَقةٌ ، وكلُّ تَكْبِيرةٍ صَدَقَةٌ ، وأمْرٌ بالمعْرُوفِ
صدقَةٌ ، ونَهْيٌ عَنِ المُنْكَرِ صدقَةٌ . ويُجْزِئُ مِنْ ذَلكَ رَكعَتَانِ
يرْكَعُهُما مِنَ الضُّحى » رواه مسلم . « السُّلاَمَى » بضم السين المهملة وتخفيف اللام وفتح الميم : المفْصِلُ .
119. Yine Ebû Zer radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Her
birinizin her bir eklemi (ve kemiği) için bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her
tesbih sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir
sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır.
Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rek’at namaz bütün bunları karşılar.”
Müslim,
Müsâfirîn 84, Zekât 56. Ayrıca bk. Buhârî Sulh 11, Cihâd 72, 128; Ebû Dâvûd,
Tatavvu’ 12, Edeb 160
Açıklamalar
İnsan
vücudundaki her mafsal (eklem) için bir sadaka vardır. Bir başka hadise göre de
vücutta 360 eklem bulunmaktadır. O halde herkesin hergün bu kadar sadaka
vermesi gerekmektedir. İlk bakışta, çok yüklü gözüken bu sadaka borcu,
hadisimizdeki açıklama ile oldukça kolaylaşmaktadır. Söylenecek her sübhânellah (tesbih), elhamdülillah (tahmid), lâ
ilâhe illallah (tehlil) ve Allahu ekber (tekbir)
kelimeleri ayrı ayrı birer sadakadır. İyiliği emretmek, bir kötülükten
nehyetmek, evet bunların her biri birer sadakadır. Görüldüğü üzere dinimizde
hayır yolları pek çok olup sayılamayacak kadar sınırsızdır.
Hele
böyle tek tek hayır ve iyilik olan konuların yanında bir de toptan hayır
olanlar vardır ki, bunlar işi daha kolaylaştırmaktadır. Hadisimizde işte
bunlardan biri, kuşluk (duhâ) vakti kılınan namaz olarak bildirilmiştir.
Halkımızın “Kuşluk Namazı” dediği bu ibadet, iki rekât ile
sekiz rekât arasında değişen nâfile bir ibadettir. Bu namaz, hadiste sayılan
sadakaları topluca ödeme imkânıdır. Çünkü namaz, bedenin bütün organlarıyla
yapılan bir ibadettir. Namaz kılmakla her organ kendi şükrünü yerine getirmiş
olur. Öte yandan her türlü tesbih ve tahmid, tehlil ve tekbir namazda bir arada
bulunmaktadır. Namaz, nefse hayrı emretmek ve onu münkerden nehyetmektir.
Nitekim bir âyet-i kerîmede, “Namaz her türlü kötülük (fahşâ ve
münkerden) alıkor” [Ankebût sûresi (29), 45] buyurulmuştur.
1142
ve 1435 numaralarda tekrarlanacak olan hadisimizde insan vücûdundaki
mafsalların sayılmaması, maksadın anatomi dersi vermek olmadığındandır. Öte
yandan “sadakadır” diye belirtilenlerin tamamı, “maddî” yönü olmayan
hususlardır. “Sadaka” deyince, akla hemen mâlî iyilikler gelir. Oysa hadisimiz
her hayırlı işin sadaka olduğunu bize öğretmektedir. Oturup kalkarken, uzanıp
yatarken bile insanın “sadaka” niteliğinde iyilikler yapabileceğini
bildirmektedir.
“Kuşluk Namazı”, güneşin doğuşundan yaklaşık kırk beş
dakika sonra başlayıp zevâl vaktine yarım saat kalıncaya kadar devam eden zaman
içinde kılınır. Gündüzün dörtte biri geçtikten sonra kılınması daha uygundur.
Bu namazın bu kadar faziletli oluşu, muhtemelen, bu zaman kesiminin herhangi
bir namazın vakti olmaması dolayısıyla çoğu kişinin ibadeti düşünmemesindendir.
Zira bizim gibi ılıman iklim kuşağında bulunan ülkelerde öğle öncesi yoğun iş saatleridir.
Meşgale veya gaflet zamanında yapılan ibadetlerin fazileti daima farklıdır. Bu
sebeple gecenin seher vakti de aynı üstünlüğe sahiptir (Kuşluk namazı hakkında
geniş bilgi için bk. 1141-1145 numaralı hadisler).
Hadisten Öğendiklerimiz
1.
İyilik ve hayır yapmaya gayret gösterilmeli, mâlî ve fiilî olarak yapılamazsa,
tesbih, tekbir gibi sözlü olarak yapılmalıdır. Sadaka ve hayır yollarının
çeşitli olduğu unutulmamalıdır.
2.
“Kuşluk Namazı” önemli, şükür ve sadaka niteliği yüksek bir nâfile ibadettir.
Hz. Peygamber bu namazı hem kılmış hem de kılınmasını teşvik etmiştir. İki
rek’at olarak kılınması da yeterli olmaktadır.
120- الثَّالثُ عنْهُ قال : قال النبي
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « عُرِضَتْ عَلَيَّ أعْمالُ أُمَّتي حسَنُهَا وسيِّئُهَا فوجَدْتُ في
مَحاسِنِ أعْمالِهَا الأذَى يُماطُ عن الطَّرِيقِ ، وَوجَدْتُ في مَساوَىءِ
أعْمالِها النُّخَاعَةُ تَكُونُ فِي المَسْجِدِ لاَ تُدْفَنُ » رواه مسلم .
120. Yine Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ümmetimin
iyi-kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi işlerinin içinde, gelip geçenlere
eziyet veren şeylerin yollardan kaldırılmasını da buldum. Kötü amelleri
arasında da mescidde temizlenmeden bırakılmış balgamı gördüm.” Müslim, Mesâcid 57. Ayrıca bk.
İbni Mâce, Edeb 7
Açıklamalar
Ümmetin
bütün amelleri konusunda Hz. Peygamber’in bilgilendirilmesi onun bir
özelliğidir. Peygamber Efendimiz burada belki bir çok insanın iyilik ve kötülük
olduğu hakkında herhangi bir fikre sahip bulunmadığı iki konuyu dikkatlere
sunmaktadır. Gelip geçenleri rahatsız eden, yani yaya ve vasıta trafiğini şu
veya bu şekilde sıkıştıran, engelleyen sebeplerin yollardan uzaklaştırılmasını,
iyilik ve hayır olarak öğütlemektedir. Yollardaki çer-çöp, taş-toprak,
tükrük-balgam gibi tabiî; afiş, reklam, yazı, resim, yaya kaldırımına park
edilmiş otomobil gibi sun’î rahatsızlık âmillerinin tümünün yollardan
temizlenmesi tam bir iyiliktir. Şehirleşme anarşisinin yaşandığı günümüzde ve
özellikle de büyük şehirlerde bunun ne kadar büyük bir anlam taşıdığını bu
şehirlerde yaşayanlar pek iyi bilirler.
Bu
ikazın trafik yoğunluğunun olmadığı bir dönemde ve bölgede yapıldığını
düşünecek olursak, İslâm’daki iyilik ve hayır idealinin ne kadar köklü ve
toplumları ne ölçüde kuşatıcı olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. O halde yolları
temizlemek başlı başına bir iyiliktir. Yürürken ayağın ucuyla yol ortasından
kenara atılacak bir taş bile, bir iyilik olarak değerlendirilmektedir. Yeter ki
iyilik düşünce ve bilincine sahip olunsun.
Mescidlerin
temizliği elbette çok daha önem arzetmektedir. Hz. Peygamber devrinde olduğu
gibi zemini kumlu-çakıllı mescidlerde tükürük ve balgam gibi şeylerin meydanda
bırakılması bir “kötü amel”dir. Bizim memleketimizde câmî ve mescidlerin zemini
genellikle betondur ve halı-kilim kaplıdır. Böyle olunca buralara tükürülmesi
ve balgam atılması aslâ düşünülemez. Herkesin yanında bir mendil taşıması,
ihtiyaç duyması halinde bu mendili kullanması gerekir. Aksi halde mâbed
nezâhetine aykırı davranılmış olur ki, bu da günahtır. İbadet edelim derken
günah işlemenin hiçbir anlamı yoktur. Özellikle kırsal kesimlerde cami
görevlilerinin mescid temizliği konusunda cemaati iyice eğitmesi gerekir.
İnsanları
rahatsız eden bu şeylerin mescid dışında da meydanda bırakılması, sokak ve
yollara tükürülmesi aynı şekilde birer kötülük, çirkinlik ve günahtır. Böyle
şeylere rastlayanların onları gidermesi de bir toplum hizmeti ve iyiliktir.
Müslüman sadece kapısının önünün temizliğinden değil, geçtiği her yerin
temizliğinden sorumludur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hayır işleri pek çeşitlidir. Gelip geçenlere sıkıntı veren şeyleri yollardan;
tükürük ve benzerlerini de mescidlerden gidermek birer iyiliktir.
2.
İnsanlara faydası olan işler yapılmalıdır.
3.
Mescidlere saygı gösterilmeli, mescid edeblerine uyulmalıdır.
4.
Müslüman geçtiği yerde pislik bırakmayan insandır.
121- الرابع عنه : أنَّ ناساً قالوا : يا رسُولَ اللَّهِ ، ذَهَب أهْلُ
الدُّثُور بالأجُورِ ، يُصَلُّونَ كَمَا نُصَلِّى ، وَيَصُومُونَ كَمَا نَصُومُ ،
وَيَتَصَدَّقُونَ بَفُضُولِ أمْوَالهِمْ قال : «أوَ لَيْس قَدْ جَعَلَ لَكُمْ مَا
تَصَدَّقُونَ بِهِ : إنَّ بِكُلِّ تَسْبِيحَةٍ صَدقَةً، وكُلِّ تَكبِيرةٍ صدقة ،
وكلِّ تَحْمِيدةٍ صدقةً ، وكلِّ تِهْلِيلَةٍ صَدقَةً ، وأمرٌ بالمعْرُوفِ صدقةٌ ،
ونَهْىٌ عنِ المُنْكر صدقةٌ وفي بُضْعِ أحدِكُمْ صدقةٌ » قالوا : يا رسولَ اللَّهِ أيأتي
أحدُنَا شَهْوَتَه ، ويكُونُ لَه فيها أجْر ؟، قال : «أرأيْتُمْ لو وضَعهَا في حرامٍ
أَكَانَ عليهِ وِزْرٌ ؟ فكذلكَ إذا وضَعهَا في الحلاَلِ كانَ لَهُ أجْرٌ» رواه مسلم .
« الدُّثُورُ » : بالثاءِ المثلثة : الأموالُ ،
واحِدُها : دَثْرٌ .
121. Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre bazı insanlar:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Zenginler bütün sevapları alıp götürüyorlar. Zira bizler
gibi namaz kılıyor, bizler gibi oruç tutuyor ve ayrıca mallarının fazlasından
da sadaka veriyorlar, dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah
size sadaka verme imkânı bahşetmedi mi (sanıyorsunuz)? Her tesbih sadaka, her
tekbir sadaka, her tahmid sadaka, her tehlil sadakadır. İyiliği emretmek
sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Hatta (her) birinizin eşiyle yatması
bile sadakadır” buyurdu.
-
Ey Allah’ın Resûlü, cinsel arzusunu tatmin eden birine bundan da mı sevap var?
dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Bu
istek ve ihtiyacını haram yoldan giderseydi, günah olmayacak mıydı? Helâl ve
meşrû yoldan gidermesinde de elbette sevap vardır” buyurdu. Müslim, Zekât 53, Mesâcid 142
Açıklamalar
Hayır
yollarının çok çeşitli olduğunu bu hadîs-i şerîften pek dikkat çekici
şekilde öğrenmekteyiz. Para sarfederek hayır ve iyilik yapmak imkânından mahrum
fakir sahâbîlerin zenginlere imrenmeleri ve kendileri için hayıflanmaları
karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz, “sadaka” deyince sadece “infak” değil, daha
başka konuların da akla gelmesi gerektiğini açıklamıştır. Allah Teâlâ herkes
için hayır yolları yaratmıştır. Hiç kimseyi hayır işlemekten alıkoymamıştır.
İşte meselâ her tesbih (sübhânellah), her tekbir (Allahü
ekber), her tahmid (elhamdülillah) ve her
tehlil (lâ ilâhe illallah) demek, ayrı ayrı birer sadaka
sevabı kazandıran iyiliklerdir. Yine aynı şekilde her iyiliği emretmek ve her
kötülükten sakındırmak birer sadakadır. Bu son iki “sadaka”nın değeri
öncekilerden daha büyüktür. Zira emir bil’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker, farz-ı
kifâye hükmünde bir görevdir. Bazı hallerde farz-ı ayn bile olur. Halbuki
tesbih, tekbir, tahmid ve tehlil birer zikir ve dolayısıyla “nâfile” birer
ibadettir.
Peygamber
Efendimiz, bir müslümanın eşiyle cinsel ilişkide bulunmasının bile “sadaka”
olduğunu beyan etmiştir. Mübah olan ve günlük beşerî işler ve ilişkilerden de
sevap kazanılacağını haber vermiştir. Olayın garipsenmesi üzerine de “aynı
cinsel ihtiyacın haram yoldan giderilmesinin günah olduğunu” hatırlatmış
ve “helâl yoldan tatmin”in sevap olduğunu kıyâsü’l-aks usûlüyle
açıklamıştır. Bir başka hadîs-i şerîfte de sevgili Peygamberimiz “sofrada
hanımın ağzına verilen lokma”nın bile bir sadaka olduğunu bildirmiştir.
Bu
beyanlar, iyilik ve hayır işlemek isteyenlerin, günlük yaşantısının tabiî
uzantıları gibi görünen konularda bile hayır işleme imkânlarına sahip
olduklarını göstermektedir. Uyanık olmaya, İslâm çizgisini takip etmeye
çağırmaktadır. İyi bir niyet, âdetleri ibadetleştirir. Kötü niyetler de en
hâlis ibadetleri, hayır ve iyilikleri bile işe yaramaz hale getirir. Yaygın ve
engin bir hayır ve iyilik ortamında bulunduğumuz açıktır. O halde herkes kendi
durumuna göre yapabileceği iyilik ve hayra dikkat etmeli, başkalarının yaptığı
iyilik ve hayrın büyüklüğüne veya çokluğuna bakıp ümitsizliğe düşmemelidir.
Hangi kuluna neyi ikrâm edeceğini Allah bilir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Tesbih, tekbir, tahmid ve tehlil gibi zikirler, emir bi’l-ma’ruf, nehiy
ani’l-münker gibi fiiller, ailevî ilişkiler, iyi niyetle yapılan mübah işler
ayrı ayrı birer hayır ve iyiliktir.
2.
Edebine uymak şartıyla, söylenen sözü anlamayanın soru sorması, tekrar açıklama
istemesi mümkündür.
3.
Kıyas câizdir. Zira Peygamber Efendimiz helâl ve haram cinsel temaslar arasında
bir kıyaslama yapmıştır. “Haram olanına ceza varsa helâl olanına da sevap
vardır” demeye getirmiş, ashâbından bu iki durumu biribirleriyle ölçmelerini
istemiştir. İslâm mezheplerine göre kıyâs câizdir. Kıyas’a sadece zâhirîler
karşı çıkarlar. Onların bu aykırı görüşlerine itibar edilmez.
122- الخامس : عنه قال : قال
لي النبيُّ صلى اللَّه عليه وآله وسلم : «لاَ تَحقِرنَّ مِن المعْرُوفِ شَيْئاً ولَوْ أنْ تلْقَى أخَاكَ بِوجهٍ
طلِيقٍ » رواه مسلم .
122. Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi:
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem bana (hitaben) buyurdu ki:
“Din
kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabiî) bir iyiliği bile sakın küçük
görme!”
Müslim, Birr 144. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs 24;
Tirmizî, Et’ime 30
Açıklamalar
İyiliği
iyilik olarak takdir etmek ve yerine getirmek lâzımdır. İyiliği küçük görmek,
önemsememek, iyilik bilincine sahip olmamaktan ileri gelir. Burada Resûl-i
Ekrem Efendimiz, büyük sahâbî Ebû Zer hazretlerine hitâben hiçbir “ma’rûf”un
yani Allah’a itaat ve insanlara iyilik ve ihsan olarak bilinen hiçbir şeyin
küçük görülmemesini, azımsanmamasını tenbih etmektedir. “Din kardeşini
güler yüzle karşılamak gibi tabiî bir davranış olsa bile” diye çok
çarpıcı bir örnek vermektedir. Tirmizî’deki bir rivayette (Birr 36) “Din
kardeşinin yüzüne gülümsemen sadakadır”, bir başka hadiste de “Her
ma’rûf sadakadır. Din kardeşini güler yüzle karşılaman da ma’rûftandır” (Tirmizî,
Birr 45) buyurulmaktadır.
Din
kardeşini güler yüzle neş’eli bir şekilde karşılamak onu sevindirir ve içini
rahatlatır. Bir mü’mini sevindirmek ise, hiç şüphesiz başlı başına bir
iyiliktir.
Gerçekten
bir çoğumuz, küçük şeyleri “iyilik” olarak değerlendirmemek yanılgısına düşeriz
ve böylece dindeki iyilik imkânlarını kullanamayız. Bu ise, giderek yozlaşan
bir günlük yaşantıyı gündemimize getirmektedir. Oysa iman uyanıklığı ve şuuru
içinde yaşayanlar, kimsenin tahmin etmediği bir çok noktada iyilik ve hayır
işleme fırsatı bulurlar.
İyiliksever
olmak, mutlaka büyük iyilikler yapmak demek değildir. Küçük olsun büyük olsun
iyiliğe tam bir iyilik nazarıyla bakmak gerekmektedir. Nitekim 696, 797 ve 894
numaralarda tekrarlanacak olan hadisimiz de bize bu önemli noktayı
hatırlatmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dinimizde iyilik düşünce ve uygulaması, fevkalâde önemli, yaygın ve köklüdür.
2.
Hiçbir iyilik küçük görülmemelidir.
3.
Geleni güler yüzle karşılamak başlı başına bir iyiliktir.
123- السادس : عن أَبِي هريرة
رضي اللَّه عنه قال : قال رسُولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: « كُلُّ سُلاَمَى مِنَ النَّاسِ
علَيْهِ صدَقةٌ كُلَّ يَوْمٍ تَطْلُعُ فيه الشَّمْسُ : تعدِلُ بيْن الاثْنَيْنِ
صدَقَةٌ ، وتُعِينُ الرَّجُلَ في دابَّتِهِ ، فَتحْمِلُهُ عَلَيْهَا ، أوْ ترْفَعُ
لَهُ علَيْهَا متَاعَهُ صدقةٌ ، والكلمةُ الطَّيِّبةُ صدَقةٌ، وبِكُلِّ خَطْوَةٍ
تمْشِيها إلى الصَّلاَةِ صدقَةٌ ، وَتُميطُ الأذَى عَن الطرِيق صَدَقةٌ » متفق عليه .
123. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“İnsanların
her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle
hükmetmen sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmen yahut
yükünü bineğine yüklemen sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaz için mescide
giderken attığın her adım bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri
yoldan gidermen de sadakadır.”
Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Müslim, Zekât 56.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 12, Edeb 160
Açıklamalar
Biraz
yukarıda geçen 119 nolu hadiste her eklem (ve kemik) için bir sadaka
gerektiğini öğrenmiştik. Bu hadîs-i şerîften de sadaka borcunun “güneşin
doğduğu her gün için bir sadaka” olduğunu öğrenmekteyiz.
Sağlık
herşeyin başıdır; en büyük devlettir. Vücudumuzdaki kemik-mafsal (eklem)
yapısı, yani iskelet, aynı zamanda hayatın ve sağlığın da temel yapısıdır.
Binaenaleyh bunların her biri için her gün bir iyilik ve sadaka borcumuzun
olması pek tabiîdir. Zira aslında biz, her gün yeni bir günü, başka bir hayatı
yaşamaktayız.
İşte
bu görevimizin yerine getirilmesinde de “müsamaha dini” olan İslâm imdadımıza
yetişiyor. Hayır yollarının çokluğu ilkesiyle bizleri rahatlatıyor. İşimizi
kolaylaştırıyor. Bu hadîs-i şerîfte de yeni bazı hayır yolları ve imkânları
önümüze konulmaktadır. Dargın iki müslümanın arasını bulmak, hayvanına veya
arabasına binmeye çalışana yardımcı olmak, eşyasını yüklemekte, taşımakta
güçlük çekenlere yardım etmek, camiye namaz için giderken yürümek. Bu demektir ki,
beş vakit namazını camide kılmaya özen gösteren ve en az günde üç yüz altmış
adım atan müslüman, eklem ve kemiklerinin o günkü sadaka borcunu ödemiş olur.
Sağlığına hizmet etmiş olur.
Gelip
geçenleri rahatsız eden herşeyi yoldan kaldırmanın sadaka olduğu bu hadîs-i
şerîfte de tekrar edilmektedir. Bu da konunun ehemmiyetini göstermektedir.
Hadisimiz 250 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Din kardeşlerinin arasını bulmak bir hayırdır.
2.
Namazları câmide cemaatle kılmaya özen göstermek, sadece her adıma bir sadaka
sevabı ile düşünülünce bile, büyük bir kazançtır. İhmal etmemek gerekir.
3.
Eşyâsını taşımakta, yüklemekte güçlük çekenlere yardımcı olmak, hem insânî hem
de İslâmî bir meziyet ve iyiliktir.
4.
Müslüman, çevresine karşı duyarlı davranan insandır.
-124 ورواه مسلم أيضاً من رواية عائشة رضي
اللَّه عنها قالت : قال رسُول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: « إنَّهُ خُلِقَ كُلُّ إنْسانٍ مِنْ
بني آدم علَى سِتِّينَ وثلاثمائَةِ مَفْصِلٍ ، فَمنْ كَبَّر اللَّه ، وحمِدَ
اللَّه ، وَهَلَّلَ اللَّه ، وسبَّحَ اللَّه واستَغْفَر اللَّه ، وعَزلَ حَجراً
عنْ طَرِيقِ النَّاسِ أوْ شَوْكَةً أوْ عظْماً عن طَرِيقِ النَّاسِ ، أوْ أمر
بمعرُوفٍ أوْ نهى عنْ مُنْكَرٍ ، عَددَ السِّتِّينَ والثَّلاَثمائة ، فَإِنَّهُ
يُمْسي يَوْمئِذٍ وَقَد زَحزحَ نفْسَهُ عنِ النَّارِ » .
124. Aynı hadisi Müslim’in Hz. Âişe’den rivayetine göre
Âişe radıyallahu anhâ, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Gerçek
şu ki, her insanın vücudunda 360 eklem (ve kemik) bulunmaktadır. Kim bu eklem
sayısı kadar Allahü ekber, elhamdülillah, lâ ilâhe illallah der, Allah’dan
bağışlanma diler, insanların yolu üzerinden taş, diken veya kemik gibi şeyleri
kaldırır, iyiliği emreder veya kötülükten nehyeder ise, o günü kendisini
cehennemden uzaklaştırmış olarak geçirir.”
Müslim, Zekât 54
Açıklamalar
Bazı Riyâzü’s-sâlihîn nüshalarında
önceki rivayetle birlikte verilen bu hadîs-i şerîfte, öncekinden farklı olarak
insan vücudunda 360 eklem ve oynak kemik bulunduğu, her gün için bunların
karşılığı olarak iyilik ve hayır işlemek üzere tekbir (Allahu ekber), tahmid (el-hamdülillah), tehlil (lâ
ilâhe illâllah) ve tesbih’e (sübhânallah) ilaveten istiğfâr edilebileceği
bildirilmektedir. Yine önceki hadiste “eziyet veren şeyi yoldan
gidermek” şeklinde yer almış olan prensip burada taş, diken ve kemik
gibi şeylerin yoldan uzaklaştırılması olarak açıklanmış bulunmaktadır.
Ayrıca,
sayılan bu hayır ve iyilik türlerinden bir günde 360 tane yapılması halinde, o
günün borcu ödenmiş, dolayısıyla o gün cehennemden uzak kalma imkânı bulunmuş
olmaktadır.
Hadisteki sülâmâ kelimesi
aslında parmak ve eklem kemikleri demektir. Sonradan vücudun bütün kemik ve
eklemleri anlamında kullanılagelmiştir. Bu sebeple hadisimizdeki 360 rakamı
eklem ve kemiklerin toplam sayısıdır. Yoksa tıb ilmine göre insan vücudunda
irili-ufaklı 206 kemik vardır.
Aslında
burada bir hususa da işaret etmekte fayda vardır. Hz. Peygamber bir operatör,
bir biyolog değildir. O hidâyet rehberidir. Onun maksadı, anatomi dersi vermek
değil, o yapının belli bazı özelliklerine işaret ederek insanları inanmaya,
doğruya ve mutluluğa çağırmaktır. Bu sebeple verilen rakamın kendisi değil, o
yapının mükemmelliğine dikkat çeken mânası önemlidir.
Bütün
bu rivayetler, günlük hayır ve iyilik olarak müslümanların önünde büyük
imkânların bulunduğunu göstermekte ve bizleri bu imkânlardan yararlanmaya
çağırmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Her nimetin bir külfeti, bir şükrü vardır.
2.
Allah Teâlâ kullarını kolaylıkla yapabilecekleri iyilik ve hayır imkânlarına
kavuşturmuş, böylece onlara olan rahmet ve merhametini ortaya koymuştur.
3.
Hadiste sayılan iyilik ve hayır çeşitlerini, sayıldıkları sıra ile yerine
getirmek şart değildir. Hangisini yapmaya imkân bulunursa o yapılır.
125- السابع : عنه عن
النَبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « منْ غدَا إلى المَسْجِدِ أو رَاحَ ،
أعدَّ اللَّهُ لَهُ في الجنَّةِ نُزُلاً كُلَّمَا غَدا أوْ رَاحَ » متفقٌ عليه . « النُّزُل » : القُوتُ والرِّزْقُ ومَا يُهَيَّأ
للضَّيفِ .
125. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Sabah
veya akşam camiye giden kimseye, her gidişi için Allah cennette bir ikram
hazırla(tı)r.”
Buhârî, Ezân 37; Müslim, Mesâcid 285
Açıklamalar
Tan
yerinin ağarmasından öğle (zevâl) vaktine kadar yapılan yürüyüşe
Arapça’da gudüv; öğleden gün batımına kadar yapılan yürüyüşe
de revâh denir. Peygamber Efendimiz bu iki kelimeyi bir arada
zikretmekle sabah-akşam yani bir gün boyunca mescide gidip gelmeyi
kastetmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette, “Cennette sabah-akşam
yiyecekleri onlara sunulur” [Meryem sûresi (19), 62] buyurmuştur.
Yani orada kaldıkları sürece devamlı olarak onlara rızıkları verilir demektir.
Cennette
sunulacak ikram, hadisimizde “nüzül” kelimesiyle anlatılmıştır. Nüzül, ziyâfet,
misâfiri ağırlamak için yapılan hazırlık anlamındadır. Tabiatıyla bu hazırlık
içine, yiyecek-içecek şeyler ve kalacak yer ve diğer ikramlar da dahildir. Böyle
olunca, 1055 numarada tekrarlanacak olan hadisimizin anlamı “Sabah-akşam
mescide devam eden kimseye Allah Teâlâ cennette devamlı ikramda bulunur” demek
olur. Mescide her gidiş-geliş sanki cennetteki ziyâfet ve ikrama gidip gelmek
gibidir. Bu da herhalde her müslümanın arzu edeceği bir ikramdır. O halde
cemaate devam etmek de başlı başına bir hayır ve iyiliktir. Hem de sonucu
cennette ağırlanmak olan bir hayır ve iyiliktir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Cami ve mescidlere ibadet, zikir ve ilim için devam etmek başlı başına bir
iyilik ve hayırdır.
2.
Cemaate devam eden ve ibadetleri cemaatle eda eden kimse, cennette ağırlanmayı
hakeder.
126- الثامن : عنه قال : قال
رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يا نِسَاء المُسْلِماتِ لاَ
تَحْقِرنَّ جارَةٌ لِجارتِهَا ولَوْ فِرْسِنَ شاةٍ » متفقٌ عليه .
قال الجوهري : الفِرْسِنُ مِنَ الْبعِيرِ : كالحافِرِ مِنَ الدَّابَّةِ ، قال :
ورُبَّمَا اسْتُعِير في الشَّاةِ
126. Yine Ebû Hüreyre radıyallanu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Ey
müslüman hanımlar! Hiç bir komşu hanım, bir koyun paçası bile olsa, komşusuna vereceğini küçük
gör(üp vermemezlik et)mesin.”
Buhârî, Hibe 1, Edeb 30; Müslim, Zekât 90. Ayrıca bk.
Tirmizî, Velâ 6
Açıklamalar
Araplar,
evde kocasına bir nevi komşuluk ettiği için evin hanımına câre dedikleri
gibi, hanımın kumasına da kinâye yoluyla câre derler.
Burada câre, “komşu kadın” anlamındadır.
Firsin, aslında deve tabanı demektir. Koyun tırnağı anlamında
da kullanılmaktadır. Dilimizde “paça” denilir. “Koyun paçası” (veya koyun
tırnağı) hediye etmek âdet olmadığı için burada hediye edilecek şeyin azlığı
abartılı şekilde ifade edilmiştir. Yani ne kadar küçük ve az olursa olsun,
komşular arasında hediye alıp vermenin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Hadisteki
uyarı, hediye veren komşu kadına yöneliktir. Nitekim bu hadis Sahîh-i
Müslim’de “Az bir şey de olsa sadaka vermeyi teşvik, azımsayarak
küçük bir şeyi vermekten geri durmamak” başlığı altında yer
almıştır. Müslim’in Sahîh’indeki bab başlıklarını da Nevevî
koymuştur. Bu iki hususu dikkate alarak biz hadisi, Nevevî’nin anladığı şekilde
tercüme ettik. Ayrıca Buhârî de hadisi Hibe Bölümü’nün ilk hadisi olarak
değerlendirmiştir. Şuna da işaret edelim ki, hadisteki uyarının, kendisine bir
şey hediye edilen komşu kadına yönelik olması da muhtemeldir. Buna göre mâna, “Hiçbir
komşu kadın, bir koyun paçası bile olsa komşusunun hediye ettiği şeyi
küçümsemesin” demek olur. Nitekim hadis böyle de tercüme
edilmiştir. Biz yaptığımız tercümenin, hayır yollarının çokluğu konusuyla olan
alâkası noktasından daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz. Hem hediyede ölçü,
verilenin ihtiyacı ya da arzusu değil, verenin imkân ve cömertliğidir.
Halkımız,“Az veren candan, çok veren maldan” diyerek bu
noktaya işaret etmektedir. “Dostum beni ansın da isterse soğan kabuğu
ile ansın” sözü de hadisimizdeki ölçünün kültürümüze
yansımasından başka bir şey değildir.
308
numarada tekrar gelecek olan hadîs-i şerîfte doğrudan müslüman hanımlara
hitâbedilmiş olmasını iki şekilde yorumlamak mümkündür:
*
Komşular arası ilişkiler daha çok hanımlarca yürütüldüğü için onların dikkati
çekilmiştir.
*
Alınıp verilen şeyleri küçümseme, azımsama ve hatta dedi-kodu vesilesi yapma
daha çok hanımlar arasında görülür. Bu yüzden uyarı onlara yöneltilmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Azımsandığı için ihmal edilecek iyilik ve
hayırlar sonuçta büyük kayıplara vesile olur.
2.
Çok küçük ve basit şeylerle de iyilik ve hayır işlemek mümkündür.
3.
Komşular arasındaki ikramlar başlı başına birer iyiliktir.
4.
İyiliği küçük görme daha çok hanımlarda görülen bir kusurdur. Onları bu konuda
eğitmek gerekmektedir.
127- التاسع : عنه عن النبي
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « الإِيمَانُ بِضْعٌ وَسبْعُونَ ، أوْ بِضْعٌ وَسِتُّونَ شَعْبَةً :
فَأفْضلُهَا قوْلُ لاَ إلَهَ إلاَّ اللَّهُ ، وَأدْنَاهَا إمَاطَةُ الأذَى عنِ
الطَّرِيقِ ، وَالحيَاءُ شُعْبةٌ مِنَ الإِيمانِ » متفقٌ عليه .
« البضْعُ » من ثلاثة إلى تسعةٍ ، بكسر الباءِ وقد
تفْتَحُ . « والشُّعْبةُ » : القطْعة .
127. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“İman
yetmiş (veya altmış) küsur özelliktir (şu’bedir). En yükseği, ‘Allah’tan başka
ilâh yoktur’ demek; en aşağısı ise, eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır.
Hayâ da imanın bir bölümüdür.”
Müslim,
Îmân 58. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 3; Ebû Dâvûd, Sünnet 14; Nesâî, Îmân 16;
Tirmizî, Birr 80; Îmân 16; İbni Mâce, Mukaddime 9
Açıklamalar
684
numarada tekrarlanacak olan hadisimizin ifadesinden imanın bir asıl yapısı (ki,
o kalp ile tasdiktir) bir de o yapının dalları, şubeleri olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim bazı âlimlerce işaret edildiği gibi hadiste iman ağaca
benzetilmiş gibidir. Kur’ân-ı Kerîm’de de iman gerçeğini belirten söz, ağaca
benzetilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
“Güzel söz, kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan
güzel bir ağaç gibidir. Ki o ağaç, Rabbinin izni ile her zaman yemişini verir.
Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar” [İbrahim sûresi (14), 24]. İman kökü
kalbde, dalları ise, insan davranışları olarak dışarıda yani hayatta olan
bir tevhid ağacıdır. Rivayetlerdeki farklılığa göre bu dallar
ya yetmiş veya altmış küsurdur. Bunları 77 olarak sayan ve her biri hakkında
detaylı bilgi veren özel kitaplar bulunmaktadır. Bu tür eserlerin en meşhuru, muhaddis
Beyhakî’nin (ö. 458/1066) Şuabü’l-İmân’ıdır.
“İmanın
şubeleri” ile ilgili genel çerçeveyi belirleyen hadîs-i şerîf, önümüze ilgi
çekici bir çizgi koymaktadır. “Lâ ilâhe illallah” demekten, yoldaki eziyet
veren şeyleri gidermeye kadar uzanan bu çizgi teori ile pratik, düşünce ile
uygulama kısacası din ile dünya ayrılmazlığıdır.
Peygamber
Efendimiz, kalpteki tevhid inancının sözlü ifadesi demek olan “Allah’tan
başka ilâh yoktur” ikrarının en yüksek ve en üstün iman görüntüsü
olduğunu söylüyor. Yoldan, eziyet veren şeyleri gidermenin de bu imanın yerine
getirilmesi en kolay ve belki bir anlamda faydası en az olan belirtisi olduğunu
ifade ediyor. Biri tamamen mânevî ve kalbi bir kabulün ifadesi; öteki, yoldan
meselâ bir taşı kenara iteklemek gibi tamamen maddî ve fevkalâde kolay bir
hareket... Ancak her ikisi de aynı iman gövdesinin dalları... İnsan
davranışlarının iman ile ilgisi, din ile dünyanın birbiriyle olan birlikteliği
ve madde-mâna kaynaşması herhalde ancak bu kadar beliğ bir şekilde ortaya
konulabilirdi..
Öte
yandan “imanın şubeleri” olarak kitaplarımızda sayılan 77 özelliğin 30’u
inançla, 47 tanesi ise dil ve beden ile yapılabilecek ibadetleri ve bunlara
ilaveten aile ve toplum (âmme) hukukuyla alakalı konuları kapsamaktadır. Bunlar
arasında yöneticiliği adâlet üzere yapmak, devlet başkanına itaat etmek, cihada
çıkmak...gibi tamamen yönetim ve devlet ile alâkalı olan hususlar da
bulunmaktadır. Hatta utanma duygusunun bile imanın bir şubesi olduğunu
hadisimizden öğrenmekteyiz. O halde bütün bunların ve iman ile ilgili diğer
hadîs-i şerîflerin topluca ortaya koyduğu gerçek ve verdiği mesaj şudur: İslâm’da
iman ile şu ya da bu şekilde alâkası olmayan herhangi bir davranış yoktur.
Dolayısıyla din-devlet ayrılığı, din-dünya ğayrılığı gibi bir anlayış da
kesinlikle mevcut değildir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İman, birbirinden farklı değerde de olsa bir çok özellikten meydana
gelmektedir. Bu özelliklerin herbirinin doğrudan doğruya iman ile organik
alâkası bulunmaktadır.
2.
İslâm’da din ve dünya ayrılığı yoktur. Bunlar tam bir bütünlük içindedir. Bu
sebeple de “din işi ayrı, dünya işi ayrı” gibi laik anlayışlara İslâm’da yer
yoktur.
3.
İman şubelerinin her biri başlı başına bir hayır ve iyilik vesilesidir.
4.
Hayır yollarının çokluğu, imanın şube sayısından da bellidir.
5.
Hayâ, hayırdır, hayır getirir.
128- العاشر : عنه أن رسول
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « بَيْنمَا رَجُلٌ يَمْشِي بطَريقٍ
اشْتَدَّ علَيْهِ الْعَطشُ ، فَوجد بِئراً فَنزَلَ فيها فَشَربَ ، ثُمَّ خرج فإِذا
كلْبٌ يلهثُ يَأْكُلُ الثَّرَى مِنَ الْعَطَشِ ، فقال الرَّجُلُ : لَقَدْ بلَغَ
هَذَا الْكَلْبُ مِنَ العطشِ مِثْلَ الَّذِي كَانَ قَدْ بَلَغَ مِنِّي ، فَنَزَلَ
الْبِئْرَ فَملأَ خُفَّه مَاءً ثُمَّ أَمْسَكَه بِفيهِ ، حتَّى رقِيَ فَسَقَى
الْكَلْبَ ، فَشَكَرَ اللَّهُ لَه فَغَفَرَ لَه. قَالُوا: يا رسولَ اللَّه إِنَّ لَنَا
في الْبَهَائِم أَجْراً ؟ فَقَالَ: « في كُلِّ كَبِدٍ رَطْبةٍ أَجْرٌ » متفقٌ عليه .
وفي
رواية للبخاري : « فَشَكَر اللَّه لهُ فَغَفَرَ لَه ،
فَأدْخَلَه الْجنَّةَ » .
وفي رواية لَهُما : « بَيْنَما كَلْبٌ يُطيف بِركِيَّةٍ
قَدْ كَادَ يقْتُلُه الْعطَشُ إِذْ رأتْه بغِيٌّ مِنْ بَغَايا بَنِي إِسْرَائيلَ ،
فَنَزَعَتْ مُوقَهَا فاسْتَقت لَهُ بِهِ ، فَسَقَتْهُ فَغُفِر لَهَا بِهِ».
« الْمُوقُ » : الْخُفُّ . « وَيُطِيفُ » : يَدُورُ حَوْلَ « رَكِيَّةٍ » وَهِيَ الْبِئْرُ .
128. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
-
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu ve içine indi;
su alıp dışarı çıktı. Bir de ne görsün, bir köpek, dili bir karış dışarıda
soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. Adam kendi kendine “bu
köpek de tıpkı benim gibi pek susamış” deyip hemen kuyuya indi, mestini su ile
doldurdu ve mesti ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Onun bu
hareketinden Allah Teâlâ hoşnut oldu ve adamı bağışladı.”
Sahâbîler:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı? dediler.
Resûl-i Ekrem:
– “Her
canlı sebebiyle sevap vardır” buyurdu.
Buhârî,
Müsâkât 9, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd
44; İbni Mâce, Edeb 8
Buhârî’nin
bir başka rivayetinde “Allah ondan memnun oldu ve onu bağışlayıp
cennetine koydu” beyânı yer almaktadır.
Buhârî ve Müslim’in
diğer bir rivâyetlerinde de şöyle denilmektedir:
“Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek bir kuyunun
etrafında dolaşıp duruyordu. İsrailoğullarından fâhişe bir kadın onu gördü;
hemen çizmesini çıkardı ve onunla köpek için kuyudan su çekerek onu suladı. Bu
yüzden o kadın bağışlandı.” Buhârî,
Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155
Açıklamalar
Hayır
ve iyiliğin sadece insanlara yönelik olmadığını, hayvanlara yapılacak
iyiliklerin de Allah’ı hoşnut ettiğini Sevgili Peygamberimiz verdiği bu ilgi
çekici misalle ortaya koymuş bulunmaktadır.
Hz.
Peygamber’in geçmiş ümmetlerden örnekler vermesi, onun eğitim ve öğretim
yollarından biridir. Aynı türden hareketlerin ümmeti için de geçerli olduğu
açıktır. Genel bir kaide vardır: Geçmiş ümmetlere ait herhangi bir hüküm, Allah
ve Resûlü tarafından nakledilince, bizim için de geçerlik kazanmaktadır.
Bu “şer’u men kablenâ şer’un lenâ izâ kassahu’l-lâhu ve resûlüh” şeklinde
ifade edilir.
Peygamber
Efendimiz’in burada verdiği örnek karşısında, sahâbîlerden bazılarının
“Hayvanlardan dolayı da sevap kazanabilir miyiz?” diye sormaları normaldir.
Çünkü bu tür bir davranış o günkü toplumda mevcut değildi. Daha doğrusu “hayvan
hakları” gibi bir kavram pek bilinmiyordu. “Âlemlere rahmet” olarak
gönderilmiş bulunan Sevgili Peygamberimiz, bu soruyu soranları ve onlar gibi
düşünen bütün insanları ikaz ve irşad etmiş ve “her canlıdan dolayı
sevap kazanılacağını” açık-seçik ifade buyurmuştur. Hatta bir hayvana
bile iyilik etmekle, Allah’ın hoşnut edileceğini duyurmuştur.
Hadisin
öteki rivayetlerinde verilen bilgiler durumu biraz daha aydınlatmakta, o köpeği
sulayan kişinin veya günahkâr kadının cennete konulduğunu ve bu hareketi
dolayısıyla Allah’ın affını kazandığını bildirmektedir. Demektir ki, Allah’ın
yaratıklarına yapılacak iyilikler, bir takım günahlara kefâret olmaktadır. O
halde yapılabilecek iyilik ve hayrı geri bırakmamak lâzımdır. Bizim saadetimiz,
yaptığımız iyiliklere bağlıdır. Özellikle de kimsenin görmediği yerlerde
yaptığımız iyiliklere... Zira hadisimizdeki olay, başkalarının gözlerinden ırak
bir ortamda geçmiştir. Öte yandan, yapılan iyiliğin tam yapılması da ayrı bir
özellik ve önem taşımaktadır. Zira misâlimizde köpeğe kanıncaya kadar su
verilmiştir. Yani iyilik ve ikrâm tam yapılmıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İslâm’da hayır yolları gerçekten pek çeşitlidir. Hayvanlara yapılacak
iyilik ve gösterilecek şefkat de bu iyilikler arasında yer almaktadır.
2.
Ciğer sahibi her canlı, sevap vesilesidir.
3.
İyiliği kim yaparsa yapsın, niyeti iyilik yapmak olduktan sonra mutlaka onun
faydasını görür.
4.
Allah iyilik yapanları sever.
5.
İnsan gibi faziletli ve üstün olanın, hayvan gibi daha aşağı seviyede olana
hizmet etmesi pek tabiîdir.
129- الْحادي عشَرَ :
عنْهُ عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « لَقَد رأَيْتُ رَجُلاً يَتَقَلَّبُ
فِي الْجنَّةِ فِي شَجرةٍ قطَعها مِنْ ظَهْرِ الطَّريقِ كَانَتْ تُؤْذِي
الْمُسلِمِينَ » . رواه مسلم .
وفي
رواية : « مرَّ رجُلٌ بِغُصْنِ شَجرةٍ عَلَى
ظَهْرِ طرِيقٍ فَقَالَ : واللَّهِ لأُنَحِّينَّ هذا عنِ الْمسلِمِينَ لا
يُؤْذِيهُمْ ، فأُدْخِلَ الْجَنَّةَ » .
وفي
رواية لهما : « بيْنَما رجُلٌ يمْشِي بِطريقٍ وجد
غُصْن شَوْكٍ علَى الطَّرِيقِ ، فأخَّرُه فشَكَر اللَّهُ لَهُ ، فغَفر لَهُ » .
129. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Müslümanları
rahatsız eden yol üstündeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde
yüzer gördüm.” Müslim, Birr 129
Bir
başka rivayette (Müslim, Birr 128) şöyle buyurulmaktadır:
“Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve
‘Allah’a yemin ederim ki, bunu müslümanları rahatsız etmemesi için buradan
kaldıracağım’ dedi (kaldırdı ve) bu yüzden cennete konuldu.”
Buhârî
(Ezân 32, Mezâlim 28) ve Müslim’in (Birr 127, İmâre 164) müşterek bir
rivayetlerinde de şöyle buyurulmaktadır:
“Bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir diken dalı
buldu ve onu yoldan uzaklaştırdı. Bu sebeple Allah ondan hoşnut oldu ve onu
bağışladı.”
Açıklamalar
Her
üç rivayette de gelip geçenlere sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırmanın, Allah’ın
rızâsını ve cennetini kazanmaya vesile olduğu belirtilmektedir. Bu, dinimizdeki
hayr ve iyilik çeşitlerinin pek çok olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda da
Allah Teâlâ’nın rahmeti için bahâ değil, bahâne istediğinin delilidir. Gelen
geçeni rahatsız etmesin diye yoldan bir ağaç dalını veya bir dikeni iyi niyetle
kenara çekmek, bağışlanmak için yetmektedir. Bu hadisler, yolların temizliği
konusunda büyük teşvik unsurları ihtiva etmektedir.
Burada
şu noktaya da dikkat edilmelidir. Yolların temizliği ve gelen geçeni rahatsız
etmeyecek şekilde olması topluma yönelik bir hizmet ve iyiliktir. Bugünkü
ifadesiyle söylersek, bir “kamu hizmeti”dir. Bu sebeple onun
sonucu, Allah Teâlâ’nın hoşnutluğu ve cennet olmaktadır. Bu demektir ki,
dinimizde topluma yönelik iyiliklerin karşılığı daima pek büyüktür. O halde
kamu yararına olan hiçbir şeyi küçük görmemek daha akıllıca bir davranıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Müslümanların yollarının temiz tutulması gereklidir.
2.
Müslümanlara zarar veren herşeyi ortadan kaldırmak ve onlara fayda verecek
işleri yapmak, büyük hayır ve mutlu neticelere götürücü iyiliklerdir.
3.
Samimiyetle yapılan küçük ve basit iyilikler bile insana cenneti
kazandırabilir.
4.
Müslümanlar huzur işçileridir.
130- الثَّاني عشَر :
عنْه قالَ : قَال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « منْ توضَّأ فأحَسَنَ الْوُضُوءَ ،
ثُمَّ أتَى الْجُمعةَ ، فَاستمع وأنْصتَ ، غُفِر لَهُ ما بيْنَهُ وبيْنَ الْجُمعةِ
وزِيادةُ ثَلاثَةِ أيَّامٍ ، ومَنْ مسَّ الْحصا فَقد لَغَا » رواه مسلم .
130. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bir
kişi güzelce abdest alır, cuma namazına gider, hutbeyi ses çıkarmadan dinlerse,
iki cuma arasındaki ve fazla olarak üç günlük daha günahları bağışlanır. Kim
hutbe okunurken çakıl taşlarıyla oynarsa, abesle iştiğal etmiş olur.”
Müslim,
Cuma 27. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 203; Tirmizî, Cuma 5; İbni Mâce, İkâme 62,
81
Açıklamalar
“Camide
çakıl taşlarıyla oynamak” bize garip gelebilir. Zira memleketimizde genellikle
cami ve mescidlerin zemini tahta veya beton olup halı-kilim vs. ile kaplıdır.
Bu ifade Arabistan gibi sıcak iklim bölgelerinde ve özellikle de Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem devrindeki mescidlerin zeminlerinin kum ve çakıl
taşları ile kaplı olduğu gerçeğiyle ilgilidir. Bizim memleketimizde de
namazgâhlar ve yaylalarda mescid yeri olarak ayrılmış yerler için bu durum söz
konusudur.
Demektir
ki, hutbe okunurken mescidin tabanındaki taş-toprak, halı, kilim, hasır vs. ile
oynamak, onlarla meşgul olmak, yanındaki insanların dikkatlerini de çekeceği ve
hutbeyi dinleme görevini ihlal edeceği için cumanın sevabından mahrum kalmaya
vesile olabilecek bir lüzumsuzluk ve bir abesle iştigaldir. Zira
unutulmamalıdır ki, her zaman ve zeminin kendine has bir işi vardır. O zaman ve
zeminde o işin yapılması en isabetli davranış olur. Ondan başkasıyla meşguliyet
ise, abesle iştigaldir. Hutbe okunurken yapılacak yegâne iş de, susup hatibi
dinlemekten ibarettir. Güzellik ve hayır buradadır. Hutbe esnasında başka
şeylerle meşgul olmak, sanki hutbenin dinlenmemesini istemek gibidir ve şu
âyetteki kötülenmiş tavra benzemektedir: “Kâfirler; ‘Bu Kur’an’ı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız” dediler’ [Fussilet
sûresi (41), 26].
Güzelce
abdest alıp camiye cuma namazı için gelen ve emre uyarak hutbeyi dinleyen
kimse, üç gün fazlasıyla iki cuma arasındaki -yani toplam on günlük-
hatalarından kurtulur. Ulemâ bu hataların “küçük günahlar” olduğunu
söylemişlerdir. Bu durum, bir iyiliğe on sevap ölçüsünün
uygulamasıdır.
İbadetlerin,
gereği gibi yerine getirilmesi ayrıca bir iyilik ve fazilettir. Hadis 1150
numarada tekrarlanacaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Cuma günü yıkanmak farz değil, fazilettir.
2.
Abdesti tastamam, güzelce almak müstehabdır.
3.
Hutbe okunurken hiçbir şeyle meşgul olmadan ve konuşmadan dinlemek gerekir.
4.
Hutbe esnasında bir başka şeyle meşgul olmak, abesle iştigaldir ve yasaktır.
Cumanın fazilet ve sevabından mahrum kalmaya sebeptir.
5.
Hutbeyi can kulağıyla dinlemek gereklidir.
6.
Hatibi duymayacak kadar uzakta veya cami dışında olanlar da susmalı, konuşmamalıdırlar.
7.
İbadetleri, şartlarına uygun biçimde, en güzel şekilde yerine getirmek ayrıca
bir hayır ve iyiliktir.
131- الثَّالثَ عَشر :
عنْه أن رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إذَا تَوضَّأَ الْعبْدُ الْمُسْلِم ،
أو الْمُؤْمِنُ فغَسلَ وجْههُ خرج مِنْ وَجْهِهِ كُلُّ خطِيئةٍ نظر إِلَيْهَا
بعينهِ مَعَ الْماءِ ، أوْ مَعَ آخِر قَطْرِ الْماءِ ، فَإِذَا غَسَل يديهِ خَرج
مِنْ يديْهِ كُلُّ خَطِيْئَةٍ كانَ بطشتْهَا يداهُ مع الْمَاءِ أَو مع آخِرِ
قَطْرِ الْماءِ ، فَإِذَا غسلَ رِجليْهِ خَرجَتْ كُلُّ خَطِيْئَةٍ مشَتْها
رِجْلاُه مع الْماءِ أَوْ مع آخِرِ قَطْرِ الْمَاءِ حَتَّى يخْرُج نقِياً من
الذُّنُوبِ» رواه مسلم .
131. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bir
müslüman (veya mü’min) abdest aldığı zaman, yüzünü yıkarken gözleriyle işlediği
günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası) ile dökülür gider. Ellerini
yıkadığında elleri ile işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası)
ile dökülür (öyle ki kişi bütün günahlardan arınır ve tertemiz olur).
Ayaklarını yıkadığında da, ayaklarıyla işlediği günahları abdest suyu (veya
suyun son damlaları) ile akıp gider. Nihayet o müslüman günahlarından tamamıyla
arınmış olur.” Müslim, Tahâret 32. Ayrıca bk Tirmizî, Tahâret 2
Açıklamalar
1030
numarada tekrarlanacak olan hadisteki “müslüman” veya “mü’min”, “su” veya
“suyun son damlası” şeklinde görülen ihtimalli ifadeler, râvinin tereddüdünden
ileri gelmektedir. Hadis Usûlü’nde buna şekkü’r-râvî denilir.
Yani râvilerden biri bu iki kelime veya ifadeden hangisinin söylenmiş olduğunda
tereddüde düşmüştür. Bu tereddüdünü de şu veya şu diyerek duyurmaktadır. Bu
durum hadis râvilerinin ilmî emânete ne ölçüde riâyetkâr davrandıklarının bir
göstergesidir.
Bugün
elimizde bulunan Müslim’in Sahih’inde, “Nihayet o müslüman
günahlarından tamamen arınır ve tertemiz olur” ifadesi, hadisin en
sonunda yer almaktadır. Ancak her nasılsa buradaki hadis metninde iki kez
geçmektedir. Bundan ötürü biz ilk geçtiği yerin tercümesini parantez içinde
verdik. Bu ya nüsha farkından veya bir yanlışlıktan ileri gelmektedir.
Hadîs-i
şerîf, ibadet hazırlıklarının da iyilik ve hayır yollarına dahil olduğunu
göstermektedir. Bu konuda kesin kanaat edinilmesi için hadiste ayrıntılı bilgi
verilmektedir. İnsan yüzünde başka organlar da bulunmasına rağmen sadece
gözlerden söz edilmesi, ya gözlerle işlenen günahların daha çok olduğundandır
veya abdestte gözlerin içi yıkanmadığına göre, onlarla işlenen günahlar kalır
mı endişesini ortadan kaldırmak içindir. Eller ve ayaklar da zikredilmek
suretiyle, aslında abdest alan kimsenin bütün abdest organlarıyla işlemiş
olduğu günahlardan, hatta bütün vücuduyla işlediği küçük günahlardan arındığı
anlatılmıştır. Nitekim aynı konuda Müslim’de yer alan bir başka hadiste “Güzelce
abdest alan kimsenin, tırnak altlarına varıncaya kadar bütün vücudundan günah
izleri silinir” buyurulmaktadır.
Günahların,
belli bir cisimmiş gibi dökülmesi, akıp gitmesi ya da çıkması, mecâzî bir
anlatımdır. Maksat onların affedildiğini bildirmektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Abdest pek faziletli bir ameldir.
2.
Abdest gerek tıbbî gerekse mânevî yönden tam bir temizlik vesilesidir.
3.
Allah Teâlâ’nın kullarına ikrâm ve lutfu pek boldur.
132- الرَّابعَ عشرَ :
عنه عن رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « الصَّلواتُ الْخَمْسُ ، والْجُمُعَةُ
إِلَى الْجُمُعةِ ، ورمضانُ إِلَى رمضانَ مُكفِّرَاتٌ لِمَا بينَهُنَّ إِذَا
اجْتنِبَت الْكَبائِرُ » رواه مسلم
132. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Büyük
günahlardan kaçınılması halinde, beş vakit namaz, iki cuma ve iki ramazan,
aralarında (işlenecek küçük) günahlara kefârettir.” Müslim, Tahâret16
Açıklamalar
1047
ve 1151 numaralarda tekrar gelecek olan bu hadiste (ve benzeri rivayetlerde)
farz ibadetlerin, günahlardan arınma vesilesi oldukları müjdelenmektedir. Beş
vakit namazın her biri bir önceki ile arasındaki günahların, cuma namazı bir
önceki cuma ile arasındaki günahların, ramazan orucu da bir önceki ramazan ile
arasındaki günahların bağışlanmasına sebeptir. Tabiî büyük günahlardan sakınmak
şartıyla.. Bu demektir ki, ibadetler günahları dezenfekte etmektedir. Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm’de de “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız,
kusurlarınızı örter ve sizi bir şerefli yere yerleştiririz” [Nisâ
sûresi (4), 31] buyurulmuştur.
İbadetlerin
böylesine bir hayır ve iyilik yolu olduğu unutulmamalı ve onları sürekli
işlemek suretiyle devamlı pırıl pırıl olmaya ve öyle kalmaya gayret edilmelidir.
Geçen
birkaç hadiste sayılanların tamamı, hatalara kefâret olacak nitelikteki iyilik
ve hayırlardır. Bir anlamda hataların affı için her türlü tedbir alınmış ve
kolaylıklar gösterilmiştir. İbadet ve tâatında devamlı olan mü’min, bu
ibadetleri sayesinde büyük bir ihtimalle hatalarından kurtulma imkânını
bulacaktır. Kefâret olacak hata kalmamışsa, bu yapılanlar birer iyilik olarak
kaydedilir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Büyük günahlardan uzak durmak lâzımdır.
2.
İbadetler, küçük günahlara kefârettir.
3.
Namazlı niyazlı müslümanlar, günahlarından arınma bahtiyarlığına sahiptirler.
133- الْخَامسَ عشر:
عنه قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « ألا أدلُّكَم على ما يَمْحُو اللَّهُ
بِهِ الْخَطايا ، ويرْفَعُ بِهِ الدَّرجاتِ ؟ » قالوا : بلى يا رسُولَ اللَّهِ ، قال
: « إسباغ الْوُضوءِ على الْمَكَارِهِ
وكَثْرةُ الْخُطَا إِلَى الْمسَاجِدِ ، وانْتِظَارُ الصَّلاةِ بعْدِ الصَّلاةِ ،
فَذلِكُمُ الرّبَاطُ » رواه مسلم .
133. Ebû Hüreyre radıyallanu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah
Teâlâ’nın hataları bağışlamasına ve dereceleri yükseltmesine vesile olan iyilik
ve hayırları size açıklayayım mı?” diye sordu.
Ashâb-ı
kirâm:
-
Evet, (açıkla) ey Allah’ın Resûlü! dediler. Hz. Peygamber:
- “Meşakkatli
de olsa abdesti tam almak, mescidlere doğru adımları çoğaltmak, namazdan sonra
gelecek namazı beklemek... İşte sizin ribâtınız (hudut gözcülüğünüz)”
buyurdu.
Müslim,
Tahâret 41. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret 39; Nesâî, Tahâret 180; İbni Mâce,
Tahâret 49, Mesâcid 14, Cihâd 41
Açıklamalar
Sevgili
Peygamberimiz, anlattığı meseleye ashâb ve ümmetinin dikkatlerini çekmek için
bazan sorular sorarak açıklamada bulunurdu. Bu onun eğitim usûllerindendir.
1032
ve 1061 numaralarda tekrarlanacak olan hadisimizde sözü edilen zorluk
ve güçlükler, aşırı soğuk gibi dış şartlardan doğabilir; hastalık gibi
sıhhî şartlardan ileri gelebilir veya suyun yokluğu yahut para ile alınacaksa
pahalılığından kaynaklanabilir. Hangi şekilde olursa olsun, abdesti tam ve
mükemmel almak, yukarıda bir hadiste geçtiği gibi abdest âzâlarıyla işlenmiş
günahların bağışlanmasına vesiledir.
Mescidlere doğru adımları çoğaltmak sözü, uzak mesafelerden namaz için
mescidlere yürümeyi akla getirmektedir. Ve bir anlamda mescidlerden uzakta ev
edinmenin daha hayırlı olduğu izlenimini vermektedir. Halbuki, mescidlere
doğru adımları çoğaltmak, mescidlere devam etmek, namazları mescidlerde kılmak
demektir. Uzakta oturmasına rağmen bu işi yapanın alacağı sevap
elbette daha fazla olur. O halde burada tavsiye edilen mescidlere devamdır.
Hz.
Peygamber, evlerinin uzaklığından dolayı Mescid-i Nebevî’nin çevresine
yerleşmek isteyenleri, yerlerinde kalmaları hususunda uyarmış ve onların bazan
namaza imamla birlikte başlayamadıklarına üzüldüklerini görünce, her adımları
için kendilerine sevap verileceğini söyleyerek teselli etmiştir. Aksi halde
şehir, mescid çevresinde sıkışacak, belki dış mahallelerde oturan kalmayacağı
için savunma güçlükleri bile doğabilecekti. Tekrar edelim ki, fazilet evin
mescidden uzaklığında değil, mescide gelmek için atılacak adımların çokluğunda,
cemaate devamdadır. Evi caminin dibinde olduğu halde camiye, cemaate
gelmeyenlerin sırf bu yakınlıktan ötürü elde edecekleri hayır söz konusu
değildir. Camiye yakınlık, cemaate devamı teşvik eden bir unsurdur. Böyle
değerlendirilirse kazanç büyük olur. Aksi halde sorumluluk artar.
Netice
olarak, ne mescide yakınlıkla yetinip cemaate devam etmemek, ne de mescidden
uzakta kaldım diye mescid çevresine göç etmek isabetli değildir. Herkes
bulunduğu şartlarda camiye ve cemaate devam etmelidir. Önemli olan budur.
Nitekim “namazdan sonra namazı beklemek” ifadesi de ister
camide, ister dışarıda, ister işinin başında, kalbin gelecek namaz ile meşgul
olması ve mescidlere bağlı kalması anlamındadır. Yani ibadet nöbeti tutmak demektir.
Ribât, nöbet tutmak ve nöbet yeri anlamlarına gelir. Düşmana
en yakın yerdeki ribât elbette en önemli olandır. Hadisin bir rivayetinde iki
defa, bir başka rivayetinde (Muvatta, Tahâret 55) üç defa tekrar edilen “İşte
sizin ribâtınız budur” tenbihi, nefisle mücâdelede bu sayılan
hususların ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. O halde günlük hayır ve
iyiliklere ulaşmanın yolları da çoktur. Müslüman günlük ibadetlerini usûlüne
uygun şekilde, iman uyanıklığı içinde yerine getirirse, hudud boylarında nöbet
bekliyormuş gibi cihad ve ribât sevabı kazanabilir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Her hal ve şartta abdesti tam ve güzelce almak, başlı başına bir hayır ve
fazilettir. Hadis, müslümanları bu konuda uyanık ve dikkatli olmaya teşvik
etmektedir.
2.
Cemaate devam etmek, bunun için camilere gidip gelmek hep hayır ve iyilik
olduğu gibi hataların affına, cennetteki derecelerin yükselmesine vesiledir.
3.
Kalbi mescidlere ve ibadete bağlı olmak, düşman karşısında nöbet beklemek gibi
büyük bir fazilet ve hayırdır.
134- السَّادسَ عشرَ :
عن أَبِي موسى الأشعري رضي اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم : « منْ صلَّى الْبَرْديْنِ دَخَلَ
الْجنَّةَ » متفقٌ عليه . « البرْدَانِ » : الصُّبْحُ والْعَصْرُ .
134. Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kim
iki serinlik namazını kılarsa, cennete girmiş demektir.”
Buhârî, Mevâkîtü’s-salât 26; Müslim, Mesâcid 215.
Açıklamalar
1049
numara ile de gelecek olan hadisimizdeki iki serinlik (vaktin) namazı’ndan
maksat, sabah ve ikindi namazlarıdır. Beş vakit namaz fazilette birbirlerine
eşittir. Ancak bazı namazların daha özel birtakım meziyetlerle ötekilerden
farklı olmasına da herhangi bir mâni yoktur.
Burada
sabah ve ikindi namazlarını kılanların eninde sonunda mutlaka cennete gireceği,
kesin bir ifade ile beyan buyurulmuştur. Bu beyan, öteki namazları kılanların
cennete girme şansı yoktur anlamına gelmez. Aksine bu iki namaza daha fazla
dikkat edilmesi gerektiğini ortaya koyar. Zira daha başka hadîs-i şerîflerde de
açıklandığı gibi sabah ve ikindi namazları “şâhidli namazlar”dır. Gece ve
gündüz melekleri bu iki namaz vaktinde bir araya gelir, bir çeşit nöbet
değişimi yaparlar. Kulların amelleri bu vakitlerde Allah’a arzolunur. Ayrıca
sabah namazı için sabah uykusu; ikindi namazı için de akşam olmadan işleri
bitirme telaşı gibi pek ciddî mâniler vardır. İşte böylesine şartları ve
zorlukları bünyesinde toplamış olan sabah ve ikindi namazlarını, bilinçli
olarak vaktinde kılanlar, diğer namazlara da titizlik gösterirlerse, böylece
cennete girmeyi sağlayacak iyilik ve hayırları işlemiş bulunurlar.
İyilik
ve hayır deyince, mutlaka başkalarına yönelik yardım ve şefkat fiilleri akla
gelmemelidir. Üzerimize farz olan ibadetlere göstereceğimiz özen de başlı
başına bir hayır ve iyiliktir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sabah ve ikindi namazı vakitleri bereketli ve faziletli vakitlerdir.
2.
Sabah ve ikindi namazları en sevaplı namazlardır.
3.
Bu iki namaza dikkat eden, öteki namazları da kaçırmaz.
135- السَّابِعَ عشَر :
عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِذَا مرِضَ الْعبْدُ أَوْ سافَر
كُتِب لَهُ ما كانَ يعْملُ مُقِيماً صحيِحاً » رواه البخاري .
135. Yine Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bir
kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle,
yapageldiği nâfile ibadetlerini ifâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı
amellerin sevabı yazılır.” Buhârî, Cihâd 134.
Açıklamalar
Farz
ibadetler hastalık ve yolculuk gibi sebeplerle düşmez. Şu halde hadîs-i şerîfte
söz konusu olan ibadetler nâfilelerdir. Buhârî’deki rivayetten öğrendiğimize
göre, yıl boyu oruç tutan Yezîd İbni Ebû Kebşe bir seferde yine oruçlu idi. Ebû
Mûsâ el-Eş’arî’nin oğlu Ebû Bürde, Yezîd’e “Babamdan sıkça duydum” diye bu
hadisi hatırlatmıştır. Bu olay da gösteriyor ki, hadisimizdeki sevap müjdesi
farz değil, nâfile ibadetlerle ilgilidir.
Hastalık
ve yolculuk gibi geçici haller, geçici olarak hayır ve iyiliklere devam imkânı
bırakmayabilir. Ne var ki bu türlü meşrû ve tabiî haller sevap bakımından engel
teşkil etmezler. Bu ise, dinimizdeki hayır ve iyilik idealinin ve uygulama
yollarının gerçekten ne kadar köklü ve sınırsız olduğunu gösterir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Herhangi bir hayır ve iyiliği işlemeyi alışkanlık haline getirmiş olan
müslüman, hastalanır veya meşrû bir iş için yolculuğa çıkar da önceden işlediği
amelleri yapamazsa, Allah ona önceki ibadet, hayır ve iyiliğinin sevabını aynen
ihsan eder.
2.
Kılmayı âdet haline getirdiği nâfile namazı kılamadan uyku bastıran kimse de
ibadetinin sevabını alır. Aynı şekilde cemaatle namaz kılmaya son derece dikkat
eden müslüman da cemaata herhangi bir sebeple yetişememiş olursa, o da cemaat
sevabını alır. Böyle bir alışkanlığı olmayan kimse câmiye geldiği halde cemaati
kaçırırsa, o sadece niyetinin karşılığını alır.
136- الثَّامنَ عشَرَ :
عنْ جابرٍ رضي اللَّه عنه قال : قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « كُلُّ معرُوفٍ صدقَةٌ » رواه البخاري ، ورواه مسلم مِن رواية
حذَيفَةَ رضي اللَّه عنه .
136. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Her
meşrû ve güzel iş sadakadır.” Buhârî, Edeb 33;
Müslim, Zekât 53. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 60;
Tirmizî, Birr 45
Açıklamalar
Hadîs-i
şerîf, mal infâkı veya güzel ahlâk ve davranış gibi hayır türlerinden olan her
şeyin bir sadaka olduğunu, yani işleyene sadaka sevabı kazandırdığını ifâde
etmektedir. Bu da İslâm’da hayr ve iyilik yollarının gerçekten sınırsız
olduğunu göstermektedir. Ancak bu tür fiillerin sadaka sevabı kazandırabilmesi
için temelinde iyilik niyeti olması şarttır. İyilik niyetinden uzak işlerin
fiilî sonucu ne olursa olsun, sevap açısından herhangi bir kıymeti yoktur.
Gerçek iyilik, iyilik niyeti ve bilinci ile yapılandır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dinin ve aklın güzel gördüğü her şey sadaka niteliğine sahiptir.
2.
Sadakada “iyilik niyeti” aranır.
3.
Niyet sayesinde âdetler ibadet niteliği kazanır.
137- التَّاسع عشر :
عنْهُ قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « ما مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْساً
إلاَّ كانَ ما أُكِلَ مِنْهُ لهُ صدقةً ، وما سُرِقَ مِنْه لَه صدقَةً ، ولا
يرْزؤه أَحَدٌ إلاَّ كَانَ له صدقةً» رواه مسلم . وفي رواية له: « فَلا يغْرِس الْمُسْلِم غرساً ، فَيَأْكُلَ مِنْهُ إِنسانٌ ولا دابةٌ
ولا طَيرٌ إلاَّ كانَ له صدقَةً إِلَى يَوْمِ الْقِيَامة ».
وفي رواية له : « لا يغْرِس مُسلِم غرْساً ، ولا
يزْرعُ زرْعاً ، فيأْكُل مِنْه إِنْسانٌ وَلا دابَّةٌ ولا شَيْءٌ إلاَّ كَانَتْ
لَه صدقةً ، ورويَاه جميعاً مِنْ رواية أَنَسٍ رضي
اللَّه عنه . قولُهُ : « يرْزَؤُهُ » أي : يَنْقُصهُ .
137. Câbir İbni Abdullah radıyallahu
anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Herhangi
bir müslümanın diktiği ağaçtan yenen şey onun için sadakadır. Çalınan şey de
sadakadır; eksiltilen de onun için sadakadır.” Müslim, Müsâkât 7
Müslim’in
bir başka rivâyetinde (Müsâkât 10) şöyle buyurulur:
“Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan,
hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o müslüman için sadaka
olur.”
Yine
Müslim’in bir rivâyetinde de (Müsâkât 9, 12) şöyle buyurulmaktadır:
“Bir müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan
bir insan veya kurt-kuş yerse, bu o müslüman için sadaka olur.”
Buhârî
(Hars 1, Edeb 27) ve Müslim bu son hadisi Enes İbni Mâlik’ten rivâyet
etmişlerdir.
Açıklamalar
“Yeşil”
ve “ağaç”ın dinimizdeki önemini en güzel şekilde belirleyen hadîs-i şerîfler,
aynı zamanda hayır ve iyilik yollarının yeşille alâkalı yönünü göstermektedir.
Birinci
hadisin Müslim’deki metninde “Yabânî hayvanların yediği de sadakadır” cümlesi
bulunmaktadır. Her ne sebeple ise burada o cümle yer almamıştır.
Müellif
Nevevî, aynı hadisin üç ayrı rivayetini bir arada vermek suretiyle konuya ait
hayır ve iyiliğin daha tam olarak anlaşılmasını hedeflemiş gibidir. Zira dikkat
edilirse, ikinci rivayette söz konusu sadaka niteliğinin kıyamete
kadar devam edeceği, üçüncü rivayette de bu durumun sadece ağaç veya
ekilen ekinden, insanın, kurdun-kuşun yediği, çoluk çocuğun çaldığı, yine
insanların kesip kırıp eksilttiği yani olumlu-olumsuz her şey kıyamete kadar o
ağacı diken veya o ekini eken için ayrı ayrı birer sadaka olmaktadır. Ancak
burada bir ağaç ve ekinin kıyamete kadar nasıl sadaka olacağı konusu izaha muhtaçtır.
“Kıyamete kadar” sözünden maksadın, “ağaç ve ekinden yararlanıldığı sürece”
veya o ağaç ve ekinden yeni ağaç ve ekinler üretildikçe onlar da aynı hükme
dahildir, denilmek istenmiştir. Böylece sadaka hükmü sürüp gidecekti.
Bu
izahlardan, dikilen ağaç ve ekilen ekinin, “çok uzun bir süre” onu ilk kez
diken ve eken için sadaka olduğu anlaşılmaktadır. Buradan hareketle, çevreyi
ağaçlandırmada, yeşillendirmede, ağaç veya ekin, meyve-sebze türlerinin
ıslahında, bir yerden bir başka yere götürülüp oralarda da üretilmesinde
öncülük edenlerin, bu yeni yörelerde o meyve veya sebze türleri üretimi
yapıldığı sürece onu getiren, o yöreye tanıtan için hep iyilik olarak
yazılacaktır. Tabiî bunun tam tersi olarak zararlı veya haram bir ekim-dikim
çığırını başlatan da vebal yükünü tutmuş olacaktır.
Ağaç
dikmeye ve yeşile bunca teşvikten sonra, müslümanların oturduğu köy, kasaba,
şehir ve ülkelerin ağaçtan ve yeşilden yoksun ve onlardan yeterince nasibini
alamamasını açıklamanın, hoş görmenin imkânı var mıdır? Çevrenin
ağaçlandırılması, yeşillendirilmesi çiçeklendirilmesi, temizliği herkesten çok
müslümanlara yakışır. Bu böyle iken bir de dikilmiş ağaçları, ekilmiş ekinleri
vahşice kesmek, çiğnemek, söküp atmak, kırmak, koparmak ve hatta yakmak gibi
cinayetlere nasıl insanın eli varır? Bunu anlamak ve hoş görmek hiç mümkün
müdür? Bağ-bahçe üretimine, çevrenin temizliğine ve yeşilliğine hem son derece
özen göstermeli hem de yeni yetişenleri bu konuda ısrarla eğitmeliyiz.
Unutmamalıyız ki çevre temizliği ve korumacılığı dünyayı imar etmek değil,
insanları hakka, hakikate, yaratılmışlara şefkate ve hizmete çağırmak ve
alıştırmaktır. Yani başlı başına bir tebliğ görevidir. “Yaş kesen, baş keser”
diyen atalarımız işin bir başka yönünü ne güzel ifade etmişlerdir. Konuya ilk müslüman
nesil olan ashâbın nasıl yaklaştığını bir örnekle tesbit edelim:
Asbâb-ı
kirâmın ileri gelenlerinden Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh Şam’da
ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:
-
Sen, Hz. Peygamber’in dostu olduğun halde, ağaç dikimiyle mi meşgul oluyorsun?
diyerek gördüğü hali yadırgadığını ifade etti. Ebü’d-Derdâ hazretleri de adama
şu cevabı verdi:
-
Dur bakalım, böyle rastgele çarçabuk hakkımda hüküm verme. Ben Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem‘i şöyle buyururken işittim:
“Bir kimse bir ağaç diker de o ağacın meyvesinden
herhangi bir insan veya Allah’ın yarattıklarından herhangi bir yaratık yerse
bu, o ağacı diken için sadaka olur” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI,
444).
Kıyamet
kopuyorken bile, eldeki fidanın dikilmesini tavsiye eden bizim
Peygamberimiz’dir. O halde ekim-dikim gibi işlerde hizmetin görülmesi,
neticesinden önemlidir. Olumlu hizmet ve işleri geciktirmeden, ilk fırsatta
yapmaya bakmak gerekir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dinimizde ağaç dikmenin, çevreyi yeşillendirmenin büyük ve müstesnâ bir kıymeti
vardır. Ekim dikim işleriyle meşgul olanlar kendileri adına sürekli ve yaygın
bir hayır ve sadaka kapısı açmış olmaktadırlar.
2.
Çevrenin ağaçlandırılması bazı cahillerin sandığı gibi ne dünyaya meyildir, ne
de zühd ve takvâya mânidir.
3.
Hz. Peygamber ashâb ve ümmetini ekim-dikime ısrarla teşvik etmiştir.
138- العْشْرُونَ : عنْهُ
قالَ : أَراد بنُو سَلِمَة أَن ينْتَقِلوا
قُرْبَ المَسْجِدِ فبلَغَ ذلك رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ،
فَقَالَ لَهُمْ : « إِنَّه قَدْ بَلَغَنِي أَنَّكُمْ
تُرِيدُونَ أَنْ تَنْتَقِلُوا قُربَ الْمَسْجِدِ ؟ » فَقَالُوا : نَعَمْ يا رسولَ اللَّهِ
قَدْ أَرَدْنَا ذلكَ ، فَقالَ : « بَنِي سَلِمةَ ديارَكُمْ ، تكْتبْ آثَارُكُمْ ، دِياركُم ، تُكْتَبْ
آثارُكُمْ » رواه مسلم .
وفي روايةٍ : « إِنَّ بِكُلِّ خَطْوةٍ درجةً » رواه مسلم . ورواه البخاري أيضاً
بِمعنَاهُ مِنْ روايةِ أَنَسٍ رضي اللَّه عنه .
و « بنُو سَلِمَةَ » بكسر اللام : قبيلة معروفة من
الأَنصار رضي اللَّه عنهم ، و «آثَارُهُمْ» خُطاهُمْ .
138.
Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
Selime
oğulları oymağı Mescid-i Nebevî’nin yakınına taşınmak istediler. Durum,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşınca onlara:
- “Duyduğuma
göre mescidin yakınına göçetmek istiyormuşsunuz, (öyle mi?)” diye
sordu. Onlar:
-
Evet, ey Allah’ın Resûlü, buna gerçekten niyet ettik, dediler.
Bunun
üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- Ey
Selime oğulları! Yerinizde kalın ki, adımlarınız(ın sevabı) yazılsın. Yerinizde
kalın ki, adımlarınız(ın sevabı) yazılsın!”
buyurdu. Müslim, Mesâcid 280. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre
(36), 1
Bir
başka rivayette (Müslim, Mesâcid 279) Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem “Her adım karşılığında size bir derece vardır” buyurmuştur.
Buhârî
bu hadisi Enes İbni Mâlik’ten bu mânaya gelecek şekilde rivâyet
etmiştir (bk. Ezân 33; Medîne 11).
Açıklamalar
Benî
Selime, Medineli müslüman kabilelerden biridir. Bu isimle bilinen tek Arap
kabilesidir. Müslim’in bir rivayetinden (Mesâcid 279) öğrendiğimize göre
hadisin râvisi Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh da bu
kabileye mensuptur. Mahalleleri Mescid’e (bir mil kadar) uzak olduğu için
evlerini satıp Mescid’e yakın yerlere yerleşmek istemişlerdir.
Peygamber
Efendimiz, onların bu niyetlerini öğrenince, bulundukları yörede âdeta
Medine’nin muhâfızlığını yapan Selime oğullarına, yerlerinde kalmalarını ve
Mescid’e gelmek için atacakları her adımın kendileri için ayrı bir sevap ve bir
derece kazandıracağını hatırlatmıştır. Yani mescidlere ve cemaate gitmek için
atılacak her adımın bir hayır ve iyilik olduğunu haber vermiştir.
Dikkat
edilirse burada Hz. Peygamber Selime oğullarının niyet ve maksatlarını
beğenmemezlik etmemiş, ancak Medine’nin civarını boşaltmak istememiş, bir çeşit
güvenlik tedbiri olarak onların yerlerinde kalmalarını uygun görmüştür. Böylece
Mescid’e yakınlığın arzu edilecek bir şey olmakla beraber, sevabın da bir başka
fazilet olduğuna dikkat çekmiştir. Yani her hâl ü kârda müslüman için bir hayır
ve iyilik kazanma imkânının bulunduğunu göstermiştir. Nitekim Buhârî’nin bir
rivayetinde Hz. Peygamber “Namaz konusunda en büyük ecir ve sevap
mescide derece derece en uzaktan yürüyüp gelenlere aittir” (Ezân
31) buyurmuştur. Zira nimet, külfete göredir. Meşakkat ve zorluk, ecir ve
sevabın artmasına vesiledir. “Ecir yorgunluğa göredir” buyurulmuştur (Keşfü’l-hafâ,
I, 155). Burada özellikle güçlüğü ve zor şartları tercih etmek değil,
içinde bulunulan zor şartları sevap ve ecir olarak değerlendirmeyi bilmek
teşvik edilmiş olmaktadır. Durumu iyice kavramış olan Selime oğulları, “Göçmüş
olsaydık bu kadar sevinmezdik” (Müslim, Mesâcid 281) itirafında bulunmuşlardır.
1058
numarada tekrar gelecek olan bu hadîs-i şerîf’e 133 nolu hadisin izahında da
atıfta bulunulmuştu. Aslında bu iki hadisin yanyana zikredilmesi çok daha uygun
olurdu.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sarfedilen emek ve güç ölçüsünde amellerden sevap ve ecir alınır.
2.
Uzak mesâfelerden de olsa cemaat ve camilere devama gayret edilmelidir.
Zira bu maksatla atılacak her adım başlı başına bir hayırdır.
3.
Mescidlere yakın oturmak müstehaptır.
139- الْحَادي والْعِشْرُونَ :
عنْ أَبِي الْمُنْذِر أُبيِّ بنِ كَعبٍ رضي اللَّه عنه قال : كَان رجُلٌ لا أَعْلمُ رجُلا أَبْعَدَ
مِنَ الْمَسْجِدِ مِنْهُ ، وكَانَ لا تُخْطِئُهُ صلاةٌ فَقِيل لَه ، أَوْ فقُلْتُ
لهُ: لَوْ اشْتَريْتَ حِماراً ترْكَبُهُ في الظَّلْماءِ ، وفي الرَّمْضَاءِ
فَقَالَ : ما يسُرُّنِي أَن منْزِلِي إِلَى جنْب الْمسْجِدِ ، إِنِّي أُرِيدُ أَنْ
يُكْتَب لِي ممْشَايَ إِلَى الْمَسْجد ، ورُجُوعِي إِذَا رجعْتُ إِلَى أَهْلِي ،
فقالَ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « قَدْ جمع اللَّهُ لكَ ذلِكَ كُلَّهُ
» رواه مسلم . وفي روايةٍ : « إِنَّ لَكَ مَا احْتسَبْت » . « الرمْضَاءُ » الأَرْضُ الَّتِي أَصَابَهَا الْحرُّ
الشَّديدُ.
139. Ebü’l-Münzir Übey İbni Kâ’b radıyallahu
anh şöyle dedi:
Bir
adam vardı -ki ben mescide ondan daha uzak(ta oturan) bir başkasını
tanımıyorum-. Bu kişi cemaatle namazı hiç kaçırmazdı. Kendisine:
-
Bir eşek alsan da hava karanlık ve sıcak olduğunda ona binsen! dediler (veya
ben dedim).
Adam
şöyle cevap verdi:
-
Evimin, mescidin yanıbaşında olması beni hiç de memnun etmez. Çünkü ben mescide
gidiş ve evime dönüşümün adıma (ecir olarak) yazılmasını diliyorum.
Bunun
üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona;
- “Bunların
hepsinin sevabını Allah, senin için derleyip topladı” buyurdu. Müslim,
Mesâcid 278
Aynı
hadisin bir başka rivayetinde Hz. Peygamber:
- “Allah’tan
beklediğin, sana verilmiştir” buyurdu.
Übey İbni Kâ’b
Ebü’l-Münzir ve Ebü’t-Tufeyl künyeleriyle bilinen
Übey radıyallahu anh, âlim, fakîh ve güzel Kur’an okuyan Medineli
sahâbîlerdendir. Akabe bey’atinde bulunmuş ve Bedir’den itibaren bütün
gazvelere iştirak etmiştir. Zekât âmilliği ve vahiy kâtipliği yapmıştır. Hâfız
olan Übey, Kur’an’ı bir araya toplayan heyette bulunmuştur. Hz. Ömer’in danışma
meclisi üyelerindendir. Hz. Ömer’in emri ile teravih namazlarını cemaatle
kıldırmıştır.
Orta boylu, güzel yüzlü ve kırmızı tenli olan Übey,
doğru sözlü, hak yanlısı ve medenî cesareti çok yüksek bir sahâbî idi. Mukaddes
kitaplara da vâkıftı. Übey radıyallahu anh, özellikle kırâat ilminde yegâne
müracaat kaynağı olmuştur. Tefsir ile ilgili görüşleri bir kitap hacmindedir.
Asr-ı saâdette fetvâ verme yetkisine sahip 14 sahâbî arasındadır. O, Hz.
Peygamber’i pek yakından izlemiş, bu sebeple de hadis bilgisinde ashâbın önde
gelenlerinden olmuştur. Birçok sahâbî onun ilim meclislerine devam etmiştir.
Kendisi hadis rivayetinde pek ihtiyatlı olduğundan bize ancak 164 rivayeti
intikal etmiştir. Übey İbni Kâ’b, hicrî 19 (veya 22) yılında Medine’de vefat
etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Mescid-i
Nebevî’ye en uzak yerde oturmasına rağmen bütün namazları cemaatle kılan ve
mescide yaya gelip giden bu sahâbî, haklı olarak diğer müslümanların dikkatini
çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Hadisin bir başka rivayetinden
öğrendiğimize göre, kendisine bir merkep almasını tavsiye eden Übey İbni Kâ’b’tır.
Burada “denildi” veya “ben dedim” şeklindeki tereddüt, Übey’den sonraki
râvilerden birine aittir.
Übey
İbni Kâ’b radıyallahu anh’ın bu teklifine “Bırak merkep almayı,
evimin mescide yakın olmasını bile istemem. Çünkü Mescid’e gelip giderken
attığım adımların, sevap olarak hesabıma geçirilmesini diliyorum” şeklinde
cevap vermesi gösteriyor ki, o sahâbî mescide yaya gitmenin, binekle gitmekten
daha faziletli olduğunu biliyordu.
1057
numarada tekrar gelecek olan hadisin diğer rivayetlerinden öğrendiğimize göre
bu sahâbî: “Evimin Muhammed’in evine çadır ipiyle bağlı olmasını bile istemem”
demiş; bu söz Übey radıyallahu anh’ın zoruna gitmiş ve olayı Hz.
Peygamber’e haber vermiştir. Hz. Peygamber’in kendisine neden böyle söylediğini
sorması üzerine de, “mescide gidiş ve dönüşte adımlarının sevabını beklediği”
için böyle davrandığını ifade etmiş, yoksa peygambere komşu olmayı istememek gibi
bir niyeti olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah
senin için, kendisinden umduğun sevabı yazdırmış, geliş ve dönüşünün sevabını
toplamıştır” buyurmak suretiyle, mescide gidişte olduğu gibi mescidden
dönüşte de her adıma sevap verildiğini beyan etmiştir (bk. Müslim, Mesâcid
278; Ebû Dâvûd, Salât 48, 50; İbni Mâce, Mesâcid 15).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İnsan yaptığı işlerden niyetine göre sevap ve ecir alır.
2.
Camilere giderken olduğu gibi camiden dönerken atılacak adımlar için de sevap
vardır.
3.
Sahâbîler, sevap hesabını herşeyin önünde tutarlardı.
140- الثَّاني والْعشْرُونَ :
عنْ أَبِي محمدٍ عبدِ اللَّهِ بنِ عمرو بن العاص رضي اللَّه عنهما قال : قال رسول
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « أَرْبعُونَ خَصْلةً أَعلاها منِيحةُ الْعَنْزِ، ما مِنْ عامَلٍ يعملَ
بِخَصْلَةٍ مِنْها رجاءَ ثَوَابِهَا وتَصْدِيقَ موْعُودِهَا إِلاَّ أَدْخلَهُ
اللَّهُ بِهَا الْجنَّةَ » رواه البخارى.
« الْمنِيحةُ » : أَنْ يُعْطِيَهُ إِيَّاهَا ليأْكُل
لبنَهَا ثُمَّ يَردَّهَا إِليْهِ .
140. Ebû Muhammed Abdullah İbni Amr
İbni’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kırk
sevap vardır ki bunların en üstünü, birisine sağması için ödünç olarak sütlü
bir keçi vermektir. Kim, sevabını umarak ve hakkındaki vaadlere inanarak bu
kırk hayırdan birini işlerse, Allah onu, bu sebeple cennete koyar.” Buhârî,
Hibe 35. Ayrıca bk, Ebû Dâvûd, Zekât 42
Abdullah İbni Amr
İbni’l-Âs
Babası Amr ile birlikte hicretin yedinci yılında
Medine’ye göç eden Abdullah, eski kültüre vâkıf, okur-yazar bir sahâbî idi. Hz.
Peygamber’den duyduğu hadisleri yazardı. Bu konuda Resûl-i Ekrem’den özel izin
almıştı. Hadis İlmi tarihi bakımından önemi büyük olan es-Sahîfetü’s-sâdıka onun
bizzat Resûlullah’dan duyarak yazdığı bin kadar hadisten oluşan bir eserdir.
Onun, çok sevdiği bu eserinde bulunan hadislerden 700 kadarı, torunu Amr İbni
Şuayb’ın rivayetiyle Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde (II, 158-226)
yer alır. Abdullah, geniş hadis ve fıkıh bilgisi sebebiyle sahâbe
arasında abâdile diye meşhur olan dört Abdullah’dan biri
olarak tanınır.
Aile hayatını ihmal edecek ölçüde ibadete düşkünlüğü
ve çok Kur’an okumasıyla bilinen Abdullah, babasının şikâyeti üzerine Hz.
Peygamber tarafından uyarıldı. İhtiyarlayıp gözleri de görmez olunca, vaktiyle
Resûlullah’ın gösterdiği kolaylıklar çerçevesinde yaşamayı kabullenmediği için
pişman olduğunu itiraf etti.
Babası Amr İbni’l-Âs ile birlikte Şam’ın fethinde ve
Yermük harbinde bulundu ve bu savaşta babasının sancaktarlığını yaptı. Mısır’ın
fethi üzerine babası ile birlikte Mısır’a yerleşip orada yaşadı. Babasının
ısrarı ile devrin siyâsî olaylarında Muaviye tarafında bulundu. Ancak hiç bir
savaşa fiilen katılıp silah kullanmadı. Kısa süre Kûfe ve Mısır’da vâlilik
yaptı.
Babasından önce müslüman olan Abdullah, 72 yaşında
iken Mısır’da vefat etti. Kabri, babasının yaptırdığı Amr İbni’l-Âs Câmiinde
olup günümüz Kâhire’sinde önemli bir ziyâret yeridir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hicreti
takip eden günlerde Medineli müslümanların Mekke’den gelmiş muhâcirlere bağ ve
bahçelerini, hurmalıklarını açmış olmaları, hadiste işaret edilen
yardımlaşmanın en yoğun ve etkili biçimde yaşandığı günler olarak İslâm
tarihindeki müstesnâ yerini almıştır. Eskiden düğün ve sünnet gibi
merâsimlerde, düğün veya sünnet yapanlara destek olmak maksadıyla emâneten
sağmal inek veya koyun verilirdi. Fakir fukaraya da sağıp sütünü içmesi için
sağmal hayvan vermek âdettendi.
552
numarada tekrar gelecek olan hadisimiz, sevabını Allah’dan bekleyerek ve
mükafatına inanarak yapanların cennete konulacağı kırk iyilikten en
faziletlisinin sağmal bir keçinin ödünç verilmesi olduğunu bildirmekte ve bu
tür yardımlaşmayı teşvik etmektedir. Tabiî ki bu, hayvan bakımına imkân
bulunabilen ortamlar için geçerlidir. Hadiste söz konusu olan 40 iyilik tek tek
sayılmamıştır. Bu konuda bir araştırma yapılarak bu kırk iyiliğin neler
olduğunu tesbit etmiş olan herhangi bir âlim de bilinmemektedir. Buhârî
şârihlerinden İbni Battal, bu kırk iyiliğin tek tek sayılmamış olmasını,
onlardan başka hayırlara iltifat edilmeyebileceği endişesi noktasından daha isabetli
bulmakta ve kendi zamanında bazı âlimlerin cennete girmeye sebep olduğu
bildirilen bu iyilik ve hasletleri araştırdıklarını söylemekte fakat isim
vermemektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ, bizleri iyilik ve hayır işleme mutululuğuna kavuşturmak için bu
tür amel çeşitlerini arttırmıştır. Bu, O’nun biz kullarına bir ikramı ve
ihsanıdır.
2.
Sevabı Allah’tan beklenen ve inanılarak yerine getirilen iyilik ve hayırlar,
insana cennet kapılarını açar.
3.
Hayır ve iyilik yollarının sayısızlığı, bu konudaki en büyük teşvik unsurunu
oluşturmaktadır.
141- الثَّالثُ والْعشْرونَ :
عَنْ عدِيِّ بنِ حاتِمٍ رضي اللَّه عنه قال : سمِعْتُ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يقول : « اتَّقُوا النار وَلوْ بِشقِّ تَمْرةٍ » متفقٌ عليه .
وفي رواية لهما عنه قال : قال رسول اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ سيُكَلِّمُه ربُّه لَيْس بَيْنَهُ
وبََينَهُ تَرْجُمَان ، فَينْظُرَ أَيْمنَ مِنْهُ فَلا يَرى إِلاَّ مَا قَدَّم ،
وينْظُر أشأمَ مِنْهُ فلا يَرَى إلاَّ ما قَدَّمَ ، وَينْظُر بَيْنَ يدَيْهِ فَلا
يَرى إلاَّ النَّارَ تِلْقَاءَ وَجْهِهِ ، فاتَّقُوا النَّارَ ولوْ بِشِقِّ
تَمْرةٍ، فَمَنْ لَمْ يَجدْ فَبِكَلِمَة طيِّبَةٍ » .
141. Adî İbni Hâtim radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle
buyururken dinledim” demiştir:
“Yarım
hurma ile de olsa, cehennemden korunmaya bakın!”
Buhârî,
Edeb 34, Zekât 10, Rikak 51, Tevhîd 36; Müslim, Zekât 66-70. Ayrıca bk.
Tirmizî, Kıyâmet 1, Zühd 37; Nesâî, Zekât 63-64; İbni Mâce, Mukaddime 13,
Zekât 28
Buhârî
(Zekât 10, Rikak 31, Tevhid 36) ve Müslim’in (Zekât 97) Adî İbni Hâtim’den bir
başka rivayetlerinde, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah, sizin her biriniz ile tercümansız
konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir
şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey
göremeyecektir. Önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey
göremeyecektir. O halde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi
cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini
korusun.”
Açıklamalar
Âhirette,
Allah Teâlâ’nın huzurunda hesaba çekileceğimiz muhakkaktır. 406, 547 ve 694
numaralarda tekrarlanacak olan hadîs-i şerîf, bu gerçeği hatırlatmaktadır.
Allah ile kul arasında tercüman veya bir perde bulunmadan gerçekleşecek olan bu
olayda herkes sağına soluna bakarak, işe yarayacak bir şeyler arayacaktır.
Ancak önceden ne gönderdiyse ondan başkasını göremeyecektir. Önünde ise,
cehennemi bulacaktır.
Bu
sahne bilindikten sonra, alınması gereken tedbir ortadadır. Cehennemden
korunmak... Bunun yolunu da Efendimiz, “Bir tek hurmanın yarısı da olsa
sadaka vermek suretiyle kendinizi koruyun” tavsiyesiyle
göstermektedir. Zira sadaka, cehennem ateşini söndürür. Sadaka cehenneme karşı
kalkan ve cennete girmeye vesiledir. “Yarım hurma”, “pek az bir şey”
anlamındadır. Son derece basit görülecek bir iyiliğin bile sadaka olarak
değerlendirileceği bildirilmektedir. Bunu bulamayacak olanların da güzel söz
söyleyerek sevap kazanabileceği hatırlatılmaktadır. Hadisimizde kişiyi
cehennemden koruyacak iyilik ve hayır yollarının gerçekten pek çok olduğu
anlatılmaktadır.
Sadaka,
İslâm’daki iyilik idealinin adı olmaktadır. “Sadaka” niteliğindeki her şey,
isterse bu, yarım hurma veya güzel bir söz olsun, aynı neticeyi sağlayacaktır.
Çünkü sadakanın miktar ve cinsinden önce, onun temelinde yatan iyilik ve hayır
niyeti önem arzetmektedir. O halde herkes, durumuna göre bir hayır ve iyilik
yaparak, âhiretteki hesapta kendisine yardımcı olmalıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İmkânlar ölçüsünde sadaka vermeye çalışmak, âhiret azığı hazırlamak demektir.
Bunu yarım hurma, bir bardak su ile bile sağlamak mümkündür.
2.
Amellerimizi güzelleştirmeye çalışarak sorumluluğumuzu hafifletmeye bakmalıyız.
Zira bize ancak sâlih amellerimiz fayda verecektir.
3.
Allah Teâlâ, arada perde veya tercüman olmaksızın âhirette kullarına hitab ve
tecellî edecektir. O halde O’na muhâlefetten sakınmak gerekir.
142- الرَّابِعِ والْعشرونَ :
عنْ أَنَسٍ رضي اللَّه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِنَّ اللَّه لَيرْضَى عَنِ
الْعَبْدِ أَنْ يَأْكُلَ الأَكْلَةَ فيحْمدَهُ عليْهَا ، أَوْ يشْربَ الشَّرْبَةَ
فيحْمدَهُ عليْهَا » رواه مسلم .
« وَالأَكْلَة » بفتح الهمزة : وهي الْغَدوة أَوِ
الْعشوة .
142. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Allah
Teâlâ, yemek yedikten veya bir şey içtikten sonra kendisine hamdeden kuldan
hoşnut olur.” Müslim,
Zikir 89. Ayrıca bk, Tirmizî, Et’ime 18
Açıklamalar
Yemek-içmek
gibi günlük ve tabiî işlerden sonra Allah’a bu nimetleri verdiği için
hamdetmek, O’nun hoşnutluğunu kazanmaya vesile olan bir hayır ve iyiliktir.
Yüce Rabbimiz’in müslümanlara lutuf ve ihsanının sınırsızlığı bundan da
anlaşılmaktadır. Verdiği nimete teşekkür edilmesini başlı başına bir iyilik
olarak kabul buyurmaktadır. Bu O’nun bize olan rahmetinin tam bir göstergesi
değil midir? O halde artık gafletin anlamı yoktur. Bir şey yiyip içtikten sonra
“elhamdülillah” diyerek hem şükrünü yerine getirmeli hem de Rabbimiz’in rızâ
kapısını çalmalıyız.
Bunca
rahmet ve kolaylık karşısında gâfil ve tenbel davranmanın mazereti olamaz.
Hadisimiz
437 ve 1399 numaralarda tekrarlanmaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ verdiği nimetlere karşı hamd ve şükredilmesinden hoşnut olur.
2.
Hamd başlı başına bir iyilik ve hayırdır.
3.
“Elhamdülillah” demek suretiyle, hamd sünneti yerine getirilmiş olur.
143- الْخَامِسُ والْعشْرُونَ :
عن أَبِي رضي اللَّه عنه ، عن النبى صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ صدقةٌ » قال : أَرَأَيْتَ إِنْ لَمْ يَجدْ ؟
قالَ : « يعْمَل بِيَديِهِ فَينْفَعُ نَفْسَه
وَيَتَصدَّقُ » : قَال : أَرَأَيْتَ إِنْ لَمْ
يسْتطِعْ ؟ قال : يُعِينُ ذَا الْحَاجَةِ الْملْهوفَ » قالَ : أَرأَيْت إِنْ لَمْ يسْتَطِعْ
قالَ : « يَأْمُرُ بِالمَعْرُوفِ أَوِ
الْخَيْرِ » قالَ : أَرأَيْتَ إِنْ لَمْ يفْعلْ ؟
قالْ : «يُمْسِكُ عَنِ الشَّرِّ فَإِنَّهَا
صدَقةٌ » متفقٌ عليه .
143. Ebû Mûsâ (el-Eş’arî) radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem (bir
keresinde):
-
“Sadaka vermek her müslümanın görevidir” buyurdu.
-
Sadaka verecek bir şey bulamazsa? dediler.
- “Amelelik
yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder” buyurdu.
-
Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise? dediler.
- “Darda
kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder” buyurdu.
-
Buna da gücü yetmezse? dediler.
- “İyilik
yapmayı tavsiye eder” buyurdu.
-
Bunu da yapamazsa? dediler.
- “Kötülük
yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır” buyurdu.
Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55
Açıklamalar
“Her müslümanın sadaka vermesi şarttır” anlamına da gelen ilk cümle, konuya
ait temel prensibi ortaya koymaktadır. Sonraki soru ve cevapları dikkate
aldığımızda bu cümleyi, “Her müslümanın verebileceği bir sadaka,
yapabileceği bir iyilik ve hayır türü mutlaka vardır” şeklinde
anlamamız mümkün olmaktadır. Bu da hayır ve iyilik yollarının, herkesin
durumuna uygun düşecek ölçüde çok olduğunu göstermektedir. Nevevî merhum,
herhalde bu sonucu vurgulamak için konuyu bu hadîs-i şerîf ile bitirmiş
olmalıdır. Böyle bir bitiriş gerçekten pek güzel düşmüştür.
Hadisin
buradaki metninde görülen kâle kelimeleri, Buhârî’de kâlû (dediler)
şeklindedir. Biz de tercümeyi Buhârî”deki şekli dikkate alarak yaptık. Aslında
hadisin Müslim’deki metninde de “kâle kîle lehû (Ebû Mûsâ dedi ki, ona denildi
ki...) kelimeleri bulunmaktadır. Burada ise sadece “kâle” kelimelerine yer
verilmiş.
“Amelelik
etmek”, gündelikle çalışmak, günü birlik kazanıp bir kısmı ile kendisinin ve
ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak bir kısmını da sadaka vermek, sadaka verecek
hazır parası olmayanlara tavsiye edilen ilk yoldur.
İşçilik
yapamayan veya yapacak iş bulamayanlar için de, darda kalmış, bunalmış, güçsüz,
zavallı, yaşlı, mağdur ve mazlumlara durumlarına göre yardımcı olma yolu
vardır. Yükünü taşıyamayan kimseye yardım etmekten tutun da, gideceği adresi
bilemeyen birine yol göstermeye varıncaya kadar sıkıntı içindeki insanlara
sözle veya fiilen yardım etmek de tam bir sadakadır.
Fiilen
iyilik yapmak, sadaka verme imkânı bulamayanlar için dinin meşrû ve güzel
gördüğü şeyleri tavsiye etmek bunu da yapamayan için “kimseye kötülük yapmamak”
suretiyle iyilikte bulunma yolları açıktır.
“İyilik
yapamayanın, hiç değilse kötülük yapmaması”nı da başlı başına bir “sadaka”
kabul eden dinimizin değerini anlamamız ve bundan dolayı yüce Rabbimiz’e
hamdetmemiz gerekmektedir. Bir ârifin şu sözü ne kadar mânalıdır: “Eski
müslümanlar, düşmanlarına bile iyilik ederlerdi. Siz bunu yapamazsanız, bâri
dostlarınıza kötülük etmeyin!” İyiliği hiç olmazsa bu noktada yakalamak
gerek... Nitekim bu konunun ilk hadisinde de “insanlara zarar vermemek” iyilik
olarak belirtilmiştir (bk. hadis no: 118).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Gücü yetenlerin sadaka vermesi öteki hayırlardan önde gelir.
2.
Hadiste zikredilenleri, buradaki sırayla yapmak şart değildir. Bunlardan
herhangi birini yapmaya gücü yeten onu bırakıp ötekini yapabilir.
3.
Helâlinden mal kazanmak güzel bir iştir. Kişiyi başkalarına yardım etme
imkânına kavuşturur.
4.
Yardım ederken önce insanın kendisi, sonra yakınları daha sonra diğer insanlar
gözetilmelidir.
5.
Allah Teâlâ, kullarına yardım edenlere yardımcı olur.
6.
“Sadaka” kötülükten sakınmayı da kapsayan pek geniş bir iyilik ve hayır
kavramıdır.
7.
Başkalarına iyilik yapan, sonuçta kendisine iyilik yapmış olur. Zira sadaka
cehenneme karşı en güvenli sığınaktır.
14- باب في الاقتصاد في العبادة
ALLAH’IN
EMİRLERİNE UYMADA ÖLÇÜLÜ OLMAK
Âyetler
قال اللَّه تعالى : { طه، مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ
لِتَشْقَى } .
1. “Tâhâ. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye
indirmedik.” Tâhâ
sûresi (20), 1-2
Tâhâ
sûresi, Mekke’de nâzil oldu. Çok bilinen bir rivayete göre, Hz. Ömer’in
müslüman oluşunun hemen öncesinde indirilmişti. Ömer’in müslüman olması, bu
sûrenin ilk âyetlerini okumasıyla gerçekleşti. Mekke, Hz.Peygamber’e ilk vahyin
geldiği ve İslâm’ın ilk ortaya çıktığı yerdir. Peygamber Efendimiz insanları
hak dine dâvet vazifesine burada başladı. Fakat ilk yıllar bu dâveti gizli
olarak yaptı. Allah Teâlâ’nın emri üzerine dâveti açıkça yapmaya başlayınca,
Mekke müşrikleri, özellikle yönetici ve zengin kapitalist kesim, yeni
dine şiddetle karşı çıktılar. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, İslâm’ı
kabul edenlere akla hayâle gelmedik işkenceler yaptılar. Bu baskılar ve
eziyetler yüzünden yeni dini kabul edenler çok değildi. Resûl-i Ekrem
Efendimiz, müslümanların işkence görmesine olduğu kadar, insanların hakikatı
kabul etmemelerine de üzülüyordu. İşte bu âyet, Allah Resûlü’nü teselli için
nâzil oldu. Cenâb-ı Hak, peygamberine Kur’an’ın iniş gayesinin kendisini
yormak, harap etmek, güçlük çekmek olmadığını hatırlattı ve dinin aydınlık
istikbalini müjdeledi. Peygamber’e düşen görev, inen Kur’an sûre ve âyetlerini
insanlara tebliğ etmek, hakikatı onlara açıklamak ve kendilerini hakka dâvet
etmekten ibaretti. Bundan ötesi âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Çünkü hiç
kimseyi mü’min yapmak, hiç kimsenin elinde değildir. İnsanlar hidâyete sadece
vesile olabilirler. Bu âyet, yeryüzünde İslâm’ı tebliğ görevi yapanlara da
Allah katından bir tesellidir.
وقال تعالى : { يُرِيدُ اللّهُ
بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ }
.
2. “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.”
Bakara
sûresi (2), 185
Dinde
kolaylık genel prensiptir. Allah’a karşı kulluk görevimiz olan ibadetlerde de
kolaylık yolunu seçmek esastır. Allah’ın kulları için kolaylaştırdığı dini,
kulların Allah adına zorlaştırma yetkisi yoktur. Peygamber Efendimiz dini
tebliğde daima kolaylık yolunu tutmuş ve ashâbına da bunu sıkça tavsiye
etmiştir. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret
ettirmeyiniz” (Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihâd 5) emri onun ana
prensibi idi. Dine davet için gönderdiği görevlilere bunu daima hatırlatırdı.
Burada
sadece bir bölümü anılan Bakara sûresinin bu âyeti, oruçla ilgili olup, hasta
veya yolcu olduğu için oruç tutamayanların, iyileştikleri ve yolculukları
bittiği zaman oruçlarını tutabileceklerini haber vermektedir. İşte bu,
mü’minler için büyük bir kolaylıktır.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz “Din kolaylıktan ibarettir” (Buhârî, Îmân 29)
buyurmuştur. Bir başka hadislerinde “ Allah beni zorlaştırıcı ve
şaşırtıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi” (Müslim, Talak
29) buyururlar.
Kur’an’ın
pek çok âyeti ile Peygamber Efendimiz’in bu âyetlerin tefsiri ve hayata
uygulaması anlamına gelen sünnet ve hadislerinde, dinin kolaylık olduğu sıkça
hatırlatılır. Bu hatırlatmanın sayısız hikmetleri vardır. Çünkü dinin tebliği
ve insanların İslâm’ı kabul etmesinde kolaylık prensibi esastır. Kıyamete kadar
yegâne hak din olarak devam edecek olan İslâm’ı bütün zaman ve mekânlarda
insanlara ulaştıracak ve emirlerini onlara duyuracak olan tebliğcilerin bilmesi
ve uyması gereken ilk prensip kolaylık yolu olacaktır. Bu, hayatın bütün
alanlarında geçerli bir prensiptir.
Hadisler
144- عن عائشةَ رضي اللَّهُ عنها أَن النبي
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم دخَلَ عليْها وعِنْدها امْرأَةٌ قال : منْ هَذِهِ ؟ قالت : هَذِهِ فُلانَة تَذْكُرُ مِنْ
صَلاتِهَا قالَ : « مَهُ عليكُمْ بِما تُطِيقُون ،
فَوَاللَّه لا يَمَلُّ اللَّهُ حتَّى تَمَلُّوا وكَانَ أَحَبُّ الدِّينِ إِلَيْهِ
ما داوَمَ صَاحِبُهُ علَيْهِ » متفقٌ عليه .
« ومهْ » كَلِمة نَهْى وزَجْرٍ . ومَعْنى « لا يملُّ اللَّهُ » أي : لا يَقْطَعُ
ثَوابَهُ عنْكُمْ وَجَزَاءَ أَعْمَالِكُمْ ، ويُعَامِلُكُمْ مُعاملَةَ الْمالِّ
حَتَّى تَملُّوا فَتَتْرُكُوا ، فَينْبَغِي لكُمْ أَنْ تَأْخُذُوا ما تُطِيقُونَ
الدَّوَامَ علَيْهِ لَيَدُومَ ثَوَابُهُ لَكُمْ وفَضْلُه عَلَيْكُمْ
144. Âişe radıyallahu anhâ’nın
bildirdiğine göre, bir kadınla birlikte otururlarken, yanlarına Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem girdi ve:
- “Bu kadın kim?” diye sordu. Âişe validemiz:
-
Bu filan hanımdır, dedikten sonra, onun çok namaz kıldığından bahsetti. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem:
- “Bütün
bunları sayıp dökmeyi bırak; gücünüzün yettiği nisbette ibadet etmeniz size
yeter. Allah’a yemin ederim ki, siz bıkıp usanmadıkça, Allah bıkıp
usanmaz” buyurdu.
Resûl-i
Ekrem’in en çok sevdiği ibadet, sâhibinin devamlı yaptığı idi.
Buhârî, Îmân 32, Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 221.
Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 17; Îmân 29
Açıklamalar
Peygamber
hanımları validelerimizin misafiri eksik olmazdı. Sahâbî hanımlar, çoğu kere,
dini bilgilerini ve yaşama tarzlarını onlardan öğrenirlerdi. İslâmî tebliğin
geniş kitlelere ulaşmasında, Peygamber hanımlarının rolü asla gözardı edilemez.
Çünkü, toplumun erkekleri kadar kadınları da tebliğe muhataptır.
Efendimiz,
evine gelen sahâbe hanımlarından tanımadıklarının kim olduklarını sorardı.
Peygamberimiz’in eşleri, sahâbe hanımlarını evlerinde misafir edebilmek için
kendisinin iznini almışlardır. Çünkü bir hanımın evine misafir kabul edebilmesi
için kocasının iznini alması gerektiğini en iyi onlar biliyordu.
Hz.
Âişe’nin yanındaki kadının, Havlâ binti Tüveyt olduğunu Müslim’in rivayetinden
öğrenmekteyiz (bk. Müsafirîn 220). Ümmü’l-mü’minîn Hz. Âişe, Peygamber
Efendimiz’e, Havlâ’nın ibadetlerine son derece düşkün, çok namaz kılan bir
kadın olduğunu söylemişti. Her vesileyle insanlara en güzeli ve en doğruyu
öğreten Efendimiz, hayatın başka alanlarını ihmal edecek derecede ibadete
yönelmenin doğru olmadığını onlara hatırlattı.
Hadiste
anılan ibadetler, farzlar dışındaki nâfilelerdir. Erkek-kadın her müslüman
fert, farzları yerine getirmekle yükümlüdür. Nâfile ibadetler ise, herkesin
gücü yettiği nisbette ve zorlanmaksızın yapabileceği ibadetlerdir. Peygamberimiz,
nâfile ibadetlerin insanın istekli olduğu anlarda yapılmasının uygun ve doğru
olacağını bildirmişlerdir.
Hadiste
dikkat çeken bir başka nokta, bir kimseyi tanıtırken onun ibadet ve namazlarını
sayıp dökmenin Peygamberimiz tarafından uygun görülmemesidir. Çünkü, özellikle
nâfile ibadetler, kişilere göre değişebilir. Herkesin işi, yaşı, geçim şartı,
cinsiyeti gibi çeşitli özellikler buna tesir eder. Dolayısıyla, insanları bu
alanda yarışmaya teşvik etmek, olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple Peygamberimiz
nâfile ibadetleri “güç yetirebilme” ölçüsü ile tarif edip sınırlamıştır. Bu
tavsiye, herkes için bir teşviktir.
Allah’a
kulluğun ve O’na ibadetin bir sınırı ve sonu yoktur. İnsan ibadet etmekten
bitkin düşebilir; bıkıp usanabilir. Fakat Allah Teâlâ o kula ecir ve sevap
vermekten bıkıp usanmaz. Peygamberimiz özellikle bunu belirterek, ölçülü
davranmayı öğütlemişlerdir. Çünkü, ölçüyü kaçıranlar, zamanla güç ve kuvvetten
düşüp ibadetlerine devam edemeyebilirler. Oysa, az da olsa devamlı yapılan
ibadetlerin ecir ve sevabı da devamlı olup kesilmez. Zaman zaman terkedilen çok
ibadetten, devamlı yapılan az ibadet daha faziletli sayılmıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bıkıp usanma, ara verme ve zamanla terketme tehlikesi olduğu için, aşırı nâfile
ibadet hoş karşılanmamıştır.
2.
Her işte olduğu gibi, ibadetlerde de itidal, ölçülü davranma teşvik edilmiştir.
3.
Sevabı çok olan ibadetler, az da olsa devamlı yapılanlardır.
4.
İbadetlerin devamlılığında, her an Allah’ı hatırlama, gözetiminde bulunduğunu
hissetme, hayatın akışını buna göre düzenleme gibi güzel hasletler vardır.
145- وعن أَنسٍ رضي اللَّه عنه قال : جاءَ ثَلاثةُ رهْطِ إِلَى بُيُوتِ
أَزْواجِ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يسْأَلُونَ عنْ عِبَادَةِ
النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَلَمَّا أُخبِروا كأَنَّهُمْ
تَقَالَّوْها وقالُوا : أَين نَحْنُ مِنْ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
قَدْ غُفِر لَهُ ما تَقَدَّم مِنْ ذَنْبِهِ وما تَأَخَّرَ . قالَ أَحَدُهُمْ :
أَمَّا أَنَا فأُصلِّي الليل أَبداً ، وقال الآخَرُ : وَأَنا أَصُومُ الدَّهْرَ
أبداً ولا أُفْطِرُ ، وقالَ الآخرُ : وأَنا اعْتَزِلُ النِّساءَ فلا أَتَزوَّجُ
أَبداً، فَجاءَ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إلَيْهمْ فقال : « أَنْتُمُ الَّذِينَ قُلْتُمْ كذا
وكذَا ؟، أَما واللَّهِ إِنِّي لأَخْشَاكُمْ للَّهِ وَأَتْقَاكُم له لكِني أَصُومُ
وَأُفْطِرُ ، وَأُصلِّي وَأَرْقُد، وَأَتَزَوّجُ النِّسَاءَ، فمنْ رغِب عن
سُنَّتِي فَلَيسَ مِنِّى» متفقٌ عليه.
145. Enes ibni Mâlik radıyallahu anh
şöyle dedi:
Peygamber
Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahâbeden üç kişilik bir grup,
Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri
bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve
-
Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları
bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri:
-
Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir
diğeri:
-
Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim,
dedi. Üçüncü sahâbî de:
-
Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye
söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine
şunları söyledi:
- “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum!
Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en
saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem
namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden
yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî,
Nikâh 4
Açıklamalar
Sahâbe,
Hz. Peygamber’in her türlü halini, yaşayışını ve davranışını öğrenmek, bilmek
istiyordu. Çünkü onu kendilerine yegâne önder ve örnek kabul ediyorlardı. Allah
Teâlâ, dünya ve âhirette mutlu olmak isteyen mü’minlerin, Resûl-i Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem’i örnek edinmelerini emir ve tavsiye etmişti. Bunu en iyi
anlayan ve ilk olarak uygulayan “örnek nesil” sahâbe toplumu oldu.
Bilindiği
gibi Enes ibni Mâlik, Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretinden vefat ettiği
zamana kadar ona hizmet etmiş bir sahâbîdir. Enes, Resûlullah’ın evi ve aile
çevresinde cereyan eden olayları en iyi bilen sahâbîlerden biriydi. Nitekim, bu
konularla ilgili pek çok rivayetleri bulunmaktadır. Bu hadiste adları
zikredilmeyen üç kişi, Ali İbni Ebû Tâlib, Abdullah İbn Amr ve Osman İbni
Maz’ûn’dur. Bu sahâbîler, Peygamberimiz’in farz ibadetler dışında evinde yaptığı
nâfile ibadetleri öğrenmek üzere gelmişlerdi. Onların gayesi, Resûl-i Ekrem’in
nâfile ibadetlerinin mikdarını öğrenip aynını yapmak, böylece onun fiilî
sünnetine uymaktı. Çünkü farz ibadetler, hem bütün ashâb tarafından biliniyor,
hem de Peygamberimiz farz namazları mescidde kılıyordu.
Hz.
Peygamber’in nâfile ibadetlerini öğrenen sahâbîler, bunları kendileri açısından
az buldular. Bunun sebebini de, onun geçmiş ve gelecek günahlarının Allah
tarafından affedilmiş olmasına bağladılar. Hz. Peygamber ile kendileri arasında
çok fark olduğunu, onun mâsum ve günahsız, kendilerinin ise günahkâr olduğunu
düşündüler. Sahâbîlerin böyle düşünmesi, mükemmel bir edep örneğidir. Çünkü
onlar, Peygamber’in nâfile ibadetlerinin beklediklerinden daha az olmasını onun
kemâline, günahsızlığına bağlamışlar, onda noksanlık arama gibi bir düşünceyi
akıllarından geçirmemişlerdir.
Gerçekte
Peygamberimiz’in nâfile ibadetlerinin azlığı da ümmet için bir rahmet
vesilesidir. Bu yönde kendisini örnek alanlar, herhangi bir kayba ve zarara uğramadıkları
gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Daha önce de ifade edildiği gibi, az
da olsa sürekli olan ibadetler makbuldür. Çünkü herkesin her zaman çok
ibadet etmeye gücü yetmez. Ayrıca, azlığın ve çokluğun bir ölçüsünü bulmak da
mümkün değildir. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibadet
yapmakta serbest bırakılmıştır. Her konuda olduğu gibi ibadetlerde de haddi
aşmak doğru görülmemiştir. Çünkü insan yalnız kendisinden ibaret değildir.
Kendi nefsimizin olduğu kadar, eş ve çocuklarımızın, yakınlarımızın,
komşularımızın ve bütün insanların bizim üzerimizde hakları vardır. İnsan, güç
ve kuvvetini devam ettirebilmek için yiyip içmek, neslini devam ettirebilmek
için evlenip çoğalmak zorundadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, her üç sahâbenin
hadisimizde geçen davranışlarını uygun bulmamışlardır. Ayrıca bu şekildeki bir
davranışın Allah’a daha saygılı olma, O’ndan daha çok korkma ve daha iyi
dindarlık sayılmayacağını da ifade buyurmuştur. Kendisinin, insanların
Allah’tan en çok korkanı, takvâda en ileri olanı ve Allah’a karşı en saygılı
davrananı olduğunu da sahâbîlere açıkça söylemiştir. Hem gece ibadet ettiğini,
hem uyuduğunu, bazı kere oruç tuttuğunu, çoğu kez yiyip içtiğini, kadınlarla
evlendiğini ve birlikte olduğunu onlara bildirmiştir. Bu şekilde davranmanın,
kendisinin yolu, sünneti olduğunu anlatarak, sünnetinden yüz çevirenin
Peygamber’in izinde sayılmayacağını da onlara hatırlatarak, kendilerini
uyarmıştır.
Hz.
Peygamber’in engel olmak istediği şey, dinde haddi aşma ve İslâm’ın câiz görmediği
bir nevi ruhbanlığa yönelmedir. Oysa Allah Teâlâ “Ey iman edenler!
Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin,
sınırı aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez” [Mâide sûresi (5),
87] buyurur. Bu âyetin iniş sebebini hatırlamamız bu konuyu daha iyi anlayıp
kavramamıza yardımcı olacaktır. Peygamberimiz bir gün sahâbeye kıyametten
bahsetmişti. Sahâbe çok duygulanmış ve ağlamışlardı. Sonra aralarında on kişi
Osman İbn Maz’ûn’un evinde toplandılar. Onların içinde Ebû Bekir ve Ali İbni
Ebû Tâlib de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el
etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmek suretiyle erkeklik duygularından
kesilmeye, gündüzleri oruçlu, geceleri de yatakta yatmaksızın uyanık ve
ibadetle geçirmeye, et ve et ürünleri yememeye, kadınlara yakın olmamaya, güzel
koku sürmemeye, yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber
Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman İbni Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini
evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber
bıraktı. Sonra onlar da Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Efendimiz,
karar aldıkları hususları kendilerine sayarak:
– “Bu konularda ittifak etmişsiniz öyle mi?” dedi. Onlar:
–
Evet ya Resûlallah! Bizim bunlarda hayırdan başka bir gayemiz, arzu ve
isteğimiz yoktur, dediler. Bunun üzerine Efendimiz:
– “Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim.
Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazan oruç tutun, bazan
tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum.
Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et ve et ürünlerini yediğim
gibi hanımlarımla da beraber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden
değildir.” Sonra
sahâbeyi toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki, hanımlarla
evlenmeyi, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya
zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban
olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terketmek, kadınlardan
uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da
yoktur. Ümmetimin seyahatı oruç, ruhbanlıkları ise cihaddır. Allah’a ibadet
ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı
kılınız, zekâtınızı veriniz, ramazan orucunu tutunuz. Dosdoğru olunuz ki,
başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk
oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün
kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.” (Ali el-Kârî,
el-Mirkat, I,
182-183).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve ibadetlerde ölçülü davranmak gerekir.
2.
Sahâbe, daima faziletli ameller peşinde koşmuştur. Her müslüman, haddi
aşmaksızın, daha faziletli ameller peşinde koşup dinde kemâl mertebesine
ulaşmaya gayret etmelidir.
3.
Dinimiz evlenmeyi teşvik eder.
4.
Sürekli oruçlu olmayı, dinimiz doğru bulmamıştır. Aynı şekilde, ibadet maksadıyla
bütün geceyi uykusuz geçirmek de hoş karşılanmamıştır. Bu davranışlar, takvâdan
sayılmaz.
5.
Allah’a yakın olmak isteyenler, orta yolu tutmalı, ölçülü olmalı ve Hz.
Peygamber’i kendilerine örnek almalıdırlar.
6.
Takvâda Hz. Peygamberle yarışmak söz konusu olamaz.
7.
Peygamber’in sünnetinden yüz çeviren, bid’ata ve sapıklığa düşer.
146- وعن ابن مسعودٍ رضي اللَّه عنه أن النبيَّ
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُونَ » قالَهَا ثلاثاً ، رواه مسلم . « الْمُتَنطِّعُونَ » : الْمُتعمِّقونَ الْمُشَدِّدُون فِي غَيْرِ موْضَعِ التَّشْدِيدِ .
146. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Söz
ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” Resûl-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.
Müslim, İlim 7. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 5
Açıklamalar
Peygamberimiz,
önemli gördüğü bir konuyu, yasaklanan veya uygun olmayan bir davranışı, çoğu
kere tekrar tekrar anlatır, böylece dinleyenlerin o konuya dikkatini çekerdi.
Söz olarak kısa, fakat mâna ve mahiyeti geniş olan bu hadiste de öyle
yapmıştır.
İyi
bir müslüman, ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve
sözünde haddi aşmaktan, taşkınlık yapmaktan sakınır. Bu prensiplere uymayanlar,
dünyada birtakım belâ ve musibetlere uğrar, âhirette de cezayı hak ederler.
Böyle kimseler, başka insanlar tarafından sevilmezler. Kendilerinden uzak
durulmak istenen kişiler konumuna düşerler.
Bilgiçlik
taslayanlar, insanların anlayamayacağı kelime ve tabirlerle konuşanlar, lugat
parçalama meraklıları da bu hadisin kapsamına girerler. Çünkü böyle davranışlar
dinimizde hoş görülmemiş ve hatta yasaklanmıştır. Toplumun içinde yaşadığı
halde, onlardan çok farklı davranışlarıyla dikkat çekenler, büyüklük
taslayanlar, haddinden fazla kibarlık ve nezaket gösterisinde bulunanlar, ya da
haddinden fazla ince eleyip sık dokuyanlar başkalarını rahatsız ederler.
İnsanlar,
sadece sözlerden değil, hareket ve davranış biçimlerinden de rahatsızlık
duyarlar. Bütün bunlardan kurtulmak için toplumun eğitilip öğretilmesi ve
terbiye edilmesi gerekir. Herkes, nasıl istersem öyle hareket ederim
düşüncesinden kurtulabilmelidir. Çünkü toplumun yaptırım gücü sosyal bir
hakikattır ve aklı başında olan insan buna uyum sağlamaya çalışır. Aksi
takdirde insanlar yalnızlığa itilir. Yalnızlık, bir bakıma yok olup gitmektir.
Kalabalık içinde yalnız kalmaktan daha büyük bir belâ düşünülebilir mi? Fakat
günümüz dünyasında çok rastlanan olumsuzluklardan biri de ne yazıkki bu
gerçektir. Bu sebeple, İslâm bütün insanları hedef alan, aşırılıkları izâle
etmeye yönelik bir öğretim ve eğitim usûlü geliştirilmesini öğütler. Birçok
hadiste bunun örneklerini göreceğiz.
Bu
hadis, 1740 numara ile bir kere daha gelecektir.
Hadisten öğrendiklerimiz
1.
Kişi, yaptığı her işten olduğu gibi, konuştuğu her sözden de sorumludur. İş ve
söz, kurtuluşun veya helâkin sebebi olabilir.
2.
Sözde, işte ve davranışlarda ileri gitmek, haddi aşmak dinimizde
yasaklanmıştır.
3.
Aşırılıklarda hayır ve fayda yoktur.
4.
İslâm orta yolu takip etmeyi ve ölçülü olmayı tavsiye eder.
147- عن أَبِي هريرة رضي اللَّه عنه النبي
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ ، ولنْ يشادَّ الدِّينُ إلاَّ غَلَبه فسدِّدُوا
وقَارِبُوا وَأَبْشِرُوا ، واسْتعِينُوا بِالْغدْوةِ والرَّوْحةِ وشَيْءٍ مِن
الدُّلْجةِ » رواه البخاري .
وفي رواية
له « سدِّدُوا وقَارِبُوا واغْدوا
ورُوحُوا ، وشَيْء مِنَ الدُّلْجةِ ، الْقَصْد الْقصْد تَبْلُغُوا » .
قوله : « الدِّينُ » هُو مرْفُوعٌ عَلَى ما لَمْ يُسَمَّ
فَاعِلُهُ . وروِي مَنْصُوباً ، وروِيَ: « لَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ » .. وقوله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم : « إِلاَّ غَلَبَهُ » : أَيْ : غَلَبَه الدِّينُ وَعَجزَ
ذلكَ الْمُشَادُّ عنْ مُقَاومَةِ الدِّينِ لِكَثْرةِ طُرقِهِ . « والْغَدْوةُ » سيْرُ أَوَّلِ النَّهَارِ . «وَالرَّوْحةُ » : آخِرُ النَّهَارِ «والدُّلْجَةُ » :
آخِرُ اللَّيْلِ . وَهَذا استَعارةٌ ، وتَمْثِيلٌ ، ومعْناهُ : اسْتَعِينُوا عَلَى
طَاعةِ اللَّهِ عز وجلَّ بالأَعْمالِ فِي وقْتِ نشاطِكُمْ ، وفَراغِ قُلُوبِكُمْ
بحيثُ تًسْتلذُّونَ الْعِبادَةَ ولا تسـأَمُونَ مقْصُودَكُمْ ، كَما أَنَّ
الْمُسافِرَ الْحاذِقَ يَسيرُ في هَذهِ الأَوْقَاتِ وَيستَريِحُ هُو ودابَّتُهُ
فِي غَيْرِهَا ، فيصِلُ الْمقْصُود بِغَيْرِ تَعبٍ ، واللَّهُ أَعلم .
147. Ebû Hüreyre radıyallanu anh’dan
rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Din
kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. O halde, orta yolu
tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun; günün
başlangıcından, sonundan ve bir miktar da geceden faydalanınız.” Buhârî, Îmân 29. Ayrıca bk. Nesâî,
Îmân 28
Buhârî’nin
bir başka rivayeti şöyledir:
“Orta yolu tutunuz, amellerinizi mükemmelleştirmeye ve
Allah’a yakın olmaya gayret ediniz. Sabahleyin, öğle ile akşam arası çalışınız.
Bir parça da geceden faydalanınız. Aman acelesiz gidin, telaşsız gidin ki,
menzilinize, varacağınız hedefe ulaşasınız.” Buhârî, Rikâk 18
Açıklamalar
Din,
Allah Teâlâ’nın, kulları için kendi katından, Cebrâil aleyhisselam aracılığıyla
peygamberlerine gönderdiği, onların da insanlara tebliğ ettiği kurallar
bütünüdür. Yani din, bir hayat tarzıdır.
Allah’a
inanan bir mü’min, hayatını bu sistem içinde şekillendirir, onun kâide ve
kurallarına uymak zorunda olduğunu bilir.
Bu
hadis, hayatımızı kendisine uydurmak zorunda olduğumuz dinin, kolaylıktan
ibaret olduğunu bildirmektedir. Bu, genel bir kâidedir. Din, zorluk üzerine
değil, kolaylık üzerine bina kılınmıştır. Allah Teâlâ, “Allah sizin
için kolaylık ister, zorluk istemez” [Bakara sûresi (2), 185]; “O
sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi” [Hac sûresi (22),
78], âyetlerinde bunu beyan buyurur. Dini zorlaştırmak, ibadet ve taatte
haddi aşmak, müsamahasız davranmak daha iyi dindarlık değil, kendi nefsine
eziyet etmek, başkalarını da dinden nefret ettirmektir. Çünkü bir insan ne
kadar çok ibadet etse, sâlih ameller işlese, dini aşamaz ve Allah’ı da
usandıramaz. Dinde hem azîmet, hem de ruhsat vardır. Azîmet yolunu tutan da,
ruhsatı seçen de dindardır. Her iki durumda da haddi aşmamak, ifrat ve tefrite
düşmemek en doğru davranıştır. Peygamber Efendimiz, “Allah azîmeti
sevdiği gibi, ruhsat yolunu tutanı da sever” (Süyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I,
286) buyurur.
Hadisimiz,
bütün amellerde kolaylığı teşvik ettiği gibi, en iyisini yapacağım diye uğraşıp
didinmekten sakınmayı da tavsiye etmektedir. Allah yolunda bir iş işlerken,
yalnız kolaylıkla üstesinden gelebileceğimiz şeylerle mükellef olduğumuzu bize
hatırlatır. Birbirimize yükleyeceğimiz işlerde de, güç yetirilebilecek miktarla
yetinmemiz gerektiğini öğretir. Nâfile ibadetlere ve fazilet kabul edilen
işlere dalanlar, kendisini helâk edercesine ileri gidenler, neticede farzları
da hakkıyla yerine getiremeyecek derecede yorgun ve güçsüz düşerler. Bu sebeple
Peygamberimiz din konusunda aşırı davrananlara izin vermemiş, onları ölçülü
olmaya davet etmiştir. Nitekim, Abdullah İbni Amr, henüz genç iken haddinden
fazla ibadet etme yönünde Resûl-i Ekrem’den aldığı ruhsat için, ihtiyarlayıp
güç ve kuvvetten düşünce “Keşke Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
ruhsatını kabul etmiş olsaydım” (Buhârî, Savm 55; Müslim, Sıyâm 182)
temennisinde bulunarak, bu yolda tereddüt edenlere örnek olmuştur.
O
halde yapılacak iş, orta yolu tutmak, ölçülü olmak, ibadet ve taatte, hayırlı
işlerde haddi aşmamaktır. Ancak, mükemmeli yakalamaya çalışmak mü’minin
görevidir. Bu konudaki ölçü, sırat-ı müstakîmden sapmamak, ibadetleri ve
birtakım hayırlara yönelik faziletli işleri gücünün yettiği nisbette yapmak,
yasaklardan ise kesinlikle uzak durmaktır. Bu şekilde hareket edenleri
cennetle, kurtuluşa ermekle, dünya ve âhiret saâdetine kavuşmakla müjdelemek,
dinimizin âlimlere yüklediği görevler arasındadır.
Mü’minler,
ibadet ve tâat için, çalışıp çabalamak için bazı vakitleri iyi
değerlendirmelidir. Bu hadiste üç vakit özellikle tavsiye edilmiştir: Gündüzün
evveli, günün sonları ve gecenin son üçte biri. Bu vakitler, insanın en dinç
olduğu anlardır. Hem ibadet, hem de çalışma için en uygun zamanlardır. Çünkü
her üç vakit uyku zamanlarından sonraki uyanıklık anıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Dinde zorluk değil kolaylık esastır.
2.
Korkutucu olmaktan çok müjdeleyici olmak gerekir.
3.
Nâfile ibadetler için rahat zamanlar ve istekli olunan anlar tercih
edilmelidir.
4.
İbadetten maksat, Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmaktır.
5.
İbadet hayatı, az da olsa devamlı olmalıdır.
148- وعن أَنسٍ رضي اللَّهُ عنه قال : دَخَلَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم الْمسْجِدَ فَإِذَا حبْلٌ مَمْدُودٌ بَيْنَ السَّارِيَتَيْنِ
فقالَ : « ما هَذَا الْحبْلُ ؟ قالُوا ، هَذا حبْلٌ لِزَيْنَبَ
فَإِذَا فَترَتْ تَعَلَقَتْ بِهِ . فقال النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
: « حُلّوهُ ، لِيُصَلِّ أَحدُكُمْ
نَشَاطَهُ ، فَإِذا فَترَ فَلْيرْقُدْ » متفقٌ عليه .
148. Enes radıyallahu anh şöyle
dedi:
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem mescide girmişti. İki direk arasına uzatılmış
bir ip gözüne ilişti:
– “Bu ip nedir?” diye sorunca, sahâbîler:
–
Bu, Zeynep Binti Cahş’a ait bir iptir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca ona
tutunuyor, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:
– “Onu hemen çözünüz. Sizden biriniz canlı ve istekli
olunca nâfile namaz kılsın, yorgunluk ve gevşeklik hissettiği zaman ise yatıp
uyusun” buyurdu.
Buhârî,
Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 219. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 18; Nesâî,
Kıyâmü’l-leyl 17; İbni Mâce, İkâme 184
Açıklamalar
Peygamberimiz
çevresine çok dikkat ederdi. Mescidde, evde ve sokaktaki değişiklikleri
farkeder, bazan bunların sebebini sorar, beğendiğini ve beğenmediğini belli
eder, doğru olanları tasvib, yanlışları da tashih ederdi. Peygamber’in tasvibi
başka bir kimsenin tasvibine benzemez. Onun tasvibi veya tasvip etmeyişi ümmet
için son derece önemli bir ölçüdür. Zira Peygamber Efendimiz’in
tasvipleri ile takrirleri yani gördüğü bir davranışı yasaklamaması da bir
sünnet olup, ümmeti bağlayıcı niteliktedir.
Bu
hadisten, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in mescidde direklere bağlanan ipin sebebini
öğrenince, bundan hoşlanmadığını ve üstelik onu kaldırttığını öğreniyoruz.
Çünkü onun şer’î açıdan doğru bulmayıp, hoş görmediği bir şeye müsâmaha etmesi
söz konusu olamazdı. Böyle bir durum, dinin gayesine uygun olmayan şeylerin
ortaya çıkmasına, mevcut yanlışların da kalmasına sebep olurdu. Nâfile namaz
kılan bir kimse, ayakta durmaya güç yetiremez veya yorgunluk, bitkinlik
hissederse, oturarak namaz kılabilir. Fakat, bıkkınlık ve isteksizlik gibi
hallerde, nâfile namaz kılınması câiz görülmemiştir. Bir yere dayanarak, destek
alarak veya kendisini herhangi bir yolla zorlayarak ibadete devam etmek de
uygun değildir. Peygamber Efendimiz, kendi hanımları da olsa, böyle durumlarda
ibadete devam etmeleri için kimseye izin vermemiştir. Mü’mini canlı tutacak ve
güçlü kılacak kadar yeme içme ve uyuma da ibadetten sayılmıştır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Uygun olmayan bir davranış, el ile veya dil ile giderilmelidir.
2.
Kadınların mescidde nâfile namaz kılmaları câizdir.
3.
Namaz kılarken, bir yere dayanmak veya yaslanmak mekruhtur.
4.
İbadet ve tâatte ölçülü olmak esastır.
5.
Farzlar dışındaki nâfile ibadetlerin arzu ve istek duyulan anlarda, gönül
huzuru içinde bulunulduğu zamanlarda yapılması uygundur.
- وعن عائشة رضي اللَّه عنها أن
رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إِذَا نَعَسَ أَحدُكُمْ وَهُوَ
يُصَلِّي ، فَلْيَرْقُدْ حَتَّى يَذْهَبَ عَنْهُ النَّوْمُ ، فإِن أَحدَكم إِذَا
صلَّى وهُو نَاعَسٌ لا يَدْرِي لعلَّهُ يذهَبُ يسْتَغْفِرُ فيَسُبُّ نَفْسَهُ » . متفقٌ عليه .
149. Âişe radıyallahu anhâ’ dan
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Sizden
biriniz namaz kılarken uyku hali bastırırsa, kendisinden bu hal gidinceye kadar
yatsın. Çünkü uykulu vaziyette namaz kılan kimse, belki de bilmeyerek, istiğfar
edip Allah’tan bağışlanma dileyeceğim derken kendine söver, beddua eder.”
Buhârî,
Vüdû 53; Müslim, Müsâfirîn 222. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 18; Tirmizî,
Mevâkît 146; Nesâî, Tahâret 116; İbni Mâce, İkâme 184
Açıklamalar
Uyku,
vücuttaki bazı faaliyetlerin durması halidir. Uykulu iken, düşünme, konuşma,
hareket etme gibi faaliyetler durur; şuur hali kaybolur. Bu sebeple, insan
uykulu halde yaptığı işlerden sorumlu tutulmaz. Allah’a karşı yapılan
ibadetlerde tam bir uyanıklık ve şuurluluk aranır. Namaz, bir dua, bir niyâz,
bir yakarış, bir huzura varış ve nihayet Allah’la yüzyüze geliş ve O’nunla
konuşmadır. Bütün bu üstün nitelikleri taşıdığı için, gönül ve kalb
uyanıklığına olduğu kadar, vücudun zindeliğine, canlılık ve diriliğine de
ihtiyaç vardır. Oysa uyku hali, bir atasözümüzün çok güzel ifade ettiği gibi,
küçük ölümdür. Ölüden, dirinin yapması gereken şeyleri beklemek söz konusu
olamaz.
Uyuklama
halindeki insan, ne söylediğinin farkında olmaz. Uykulu vaziyetteki konuşmalar
da sayıklama kabul edilir. İnsan uyuklarken hayır yerine şer, iyi yerine kötü,
güzel yerine çirkin şeyler söyleyebilir. Şayet namaz veya ibadet halinde ise,
iyilik yerine kötülük, hayır yerine şer, dua yerine beddua temennisinde
bulunabilir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, uykulu halde namaz kılmayı,
dua etmeyi uygun bulmamış, bilakis uyku hali geçecek kadar uyuduktan sonra
ibadete devam edilmesini öğütlemiştir. Bu hadis 1188 numarada tekrar
gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Yorgun ve bitkin düşünceye kadar ibadet etmek, dinde hoş karşılanmamış,
takvâdan sayılmamıştır.
2.
Uykulu halde iken ibadet yapmak, özellikle namaz kılmak, dua etmek tavsiye
edilmemiştir.
3.
İbadetler, gönül ve kalb uyanıklığı içinde ve vücudun zindelik ve dirilik
halinde yapılmalıdır.
4.
Her konuda olduğu gibi, ibadetler konusunda da orta yolu tutup haddi aşmamak,
ölçülü olmak en güzel dindarlıktır.
150- وعن أَبِي عبد اللَّه جابر بن سمُرَةَ رضي
اللَّهُ عنهما قال : كُنْتُ أُصَلِّي مَعَ النبيِّ صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم الصَّلَوَاتِ ، فَكَانَتْ صلاتُهُ قَصداً وخُطْبَتُه
قَصْداً » رواه مسلم . قولُهُ : قَصْداً : أَيْ بَيْنَ الطُّولِ وَالْقِصَرِ .
150. Ebû Abdullah Câbir İbni Semüre rayıdallahu
anhümâ şöyle dedi:
“Namazlarımı
Nebi sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte kılardım. Onun namazı da, hutbesi
de normal uzunlukta idi.”
Müslim,
Cum’a 41-42. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 223; Tirmizî, Cum’a 12; Nesâî, Cum’a
35; İbni Mâce, İkâme 85
Açıklamalar
Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem, insanlara namaz kıldırdığında kesinlikle namazı
uzatmazdı. Fakat kendisi tek başına namaz kıldığında dilediği kadar uzatırdı.
Hanımlarından mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin anlattığına göre, o kadar uzun
ayakta dururdu ki, rükûa gitmeyeceğini düşünürlerdi. O kadar uzun rükû yapardı
ki, tekrar doğrulmayacağını zannederlerdi. Secdesi de aynı şekilde uzun sürer,
secdeden kalkmayacak sanırlardı. Peygamberimiz’in tek başına kıldığı bu
namazlar, farzlar dışındaki nâfilelerdir. Çünkü farz namazları mutlaka mescidde
cemaatle birlikte kılar ve imamlığı da kendileri yaparlardı.
Peygamberimiz,
kendi uygulamasını böylece bütün ashaba gösterir, onların da böyle
davranmalarını isterdi. İmam olan kişinin, arkasında namaz kılan cemaatin
arasında hasta, zayıf, güçsüz ve ihtiyaç sahibi kimseler bulunabileceğini
düşünmesini, namazı hafif kıldırmasını tavsiye buyururdu. Tek başına namaz
kılanın ise, dilediği kadar uzatmasında bir sakınca olmadığını hatırlatırdı.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, insanları bıktırmaktan, usandırmaktan, nefret ettirmekten son
derece sakınırdı. Sahâbeye bu yönde sürekli telkin ve tavsiyelerde bulunurdu.
Kul için en mühim görev olan ibadette bile buna olanca hassasiyeti
gösterirdi. İtidalin, her çeşit aşırılıktan kaçınmanın en güzel
örneklerini Efendimiz’in hayatında görmekteyiz. Onun hayatını çok iyi bilip
öğrenmek, yaşanacak hayatı daha anlamlı kılar. Çünkü o bizim yegane
örneğimiz ve rehberimizdir. Onun hayatını öğrenip örnek alanlar ifrat ve
tefritten kurtulurlar. Hz. Peygamber, uzun sûre veya âyetler okuması sebebiyle
namazı uzattığı için şikayet edilen sahâbîyi çağırtarak, “Sen fitneci
misin?” diye hesaba çekmiştir (Buhârî, Edeb 74; Müslim, Salât 178).
Peygamberimiz,
hutbelerini de ölçülü tutar, ne çok uzatır, ne de anlaşılmayacak derecede
kısaltırdı. Bu sadece cuma ve bayram hutbeleri için değil, bütün konuşmaları
için geçerli bir kâide idi. Bu sebeple, kendisini dinleyenler, son derece canlı
ve uyanıklık içinde bulunur, söylediklerini anlar, hatta ezberleyip
birbirlerine tekrar ederdi. Az sözle çok şey ifade etme yolunu seçerdi. Ancak
bunu yaparken, insanların anlama kabiliyetini mutlaka hesaba katardı.
Anlaşılmayacak şeyler söylemezdi. Herkes söylenenden ders alırdı. Peygamber
Efendimiz’in pek çok hutbesi hadis kitaplarımızın içinde yer almış
bulunmaktadır. Onlar, bugün için de en güzel hutbelerdir. Bugün, cami
görevlilerimiz başta olmak üzere, toplumun çeşitli kesimlerine konuşmak zorunda
kalanlar, bu prensipleri iyi değerlendirmelidir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Cemaate imam olup namaz kıldıran kimse, namazı kısa tutmalı, uzatmamalıdır.
2.
Tek başına namaz kılan dilediği kadar uzatabilir.
3.
Cuma ve bayram namazlarının hutbeleri, insanları bıktıracak şekilde uzun
olmamalıdır.
4.
Cemaatle namazı kısa tutmak ve hutbeyi uzatmamak, Peygamber Efendimiz’in
sünnetindendir.
5.
İbadetlerde itidal, ölçüyü kaçırmamak dinin aslındandır.
151- وعن أَبِي جُحَيْفَةَ وَهبِ بْنِ عبد
اللَّه رضي اللَّهُ عنه قال : آخَى النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم بَيْن سَلْمَانَ وأَبِي
الدَّرْدَاءِ ، فَزَارَ سلْمَانُ أَبَا الدَّرْدَاءِ ، فَرَأَى أُمَّ الدَّرْدَاء
مُتَبَذِّلَةً فقالَ : ما شَأْنُكِ؟ قالَتْ : أَخْوكَ أَبُو الدَّرداءِ ليْسَ له
حَاجةٌ فِي الدُّنْيَا . فَجَاءَ أَبُو الدرْدَاءِ فَصَنَعَ لَه طَعَاماً ، فقالَ
لَهُ : كُلْ فَإِنِّي صَائِمٌ ، قالَ : ما أَنا بآكلٍ حَتَّى تأْكلَ ، فَأَكَلَ ،
فَلَّمَا كانَ اللَّيْلُ ذَهَبَ أَبُو الدَّرْداءِ يقُوم فقال لَه : نَمْ فَنَام ،
ثُمَّ ذَهَبَ يَقُوم فقالَ لَه : نَمْ ، فَلَمَّا كان من آخرِ اللَّيْلِ قالَ
سلْمانُ : قُم الآنَ، فَصَلَّيَا جَمِيعاً ، فقالَ له سَلْمَانُ : إِنَّ لرَبِّكَ
عَلَيْكَ حَقًّا ، وَإِنَّ لنَفْسِكَ عَلَيْكَ حقًّا ، ولأهلِك عَلَيْكَ حَقًّا ،
فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّه ، فَأَتَى النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
فَذَكر ذلكَ لَه ، فقالَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « صَدَقَ سلْمَانُ » رواه البخاري .
151. Ebû Cühayfe Vehb İbni Abdullah radıyallahu
anh şöyle dedi:
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem, Selmân ile Ebü’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple
Selmân, Ebü’d-Derdâ’yı ziyaret ederdi. Bir ziyaret esnasında onun hanımı
Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona:
-
Bu halin ne? diye sorunca, kadın:
-
Kardeşin Ebü’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez, dedi. O esnada
Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip:
-
Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum, dedi. Selmân:
-
Sen yemedikçe ben de yemem, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ
sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya
hazırlandı. Selmân ona:
-
Uyu dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân
yine:
-
Uyu, diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân:
-
Şimdi kalk, dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmân,
Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
-
Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı
vardır. Hak sahiplerinin her birine haklarını ver.
Sonra
Ebü’d-Derdâ, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ e gidip olup
biteni anlattı. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Selmân doğru söylemiş” buyurdu. Buhârî, Savm 51, Edeb
86.
Ebu Cühayfe Vehb İbni
Abdullah
Sahâbe-i kirâmın, yaşça küçük olanlarındandır.
Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde, henüz ergenlik çağına ulaşmamıştı. Ashab
arasında sevilen bir kimseydi. Hz. Ali ona kıymet verir, kendisini sever ve
güvenirdi. Bu sebeple onu “Vehbü’l-hayr”, hayır ve iyiliklerin
sahibi Vehb diye anardı. Hz. Ali Vehb’i Kûfe’de beytü’l-mâlin, yani hazinenin
başına getirmişti. Sonra Kûfe’ye yerleşti ve orada bir ev sahibi oldu. Vefat
ettiği hicri 74 senesine kadar oradan ayrılmadı. Peygamberimiz’den rivayet
ettiği hadis sayısı 45’tir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Peygamberimiz
Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra, Medineli müslümanlar (ensâr) ile
Mekke’den gelen müslümanlar (muhâcirûn) arasında kardeşlik ilan etti. Mekke’den
gelen bir muhâcir ile Medine’de yaşayan bir ensârîyi kardeş yaptı. Bu kardeşlik
olayı, mâna ve mahiyeti itibariyle, beşer tarihinde örneğine rastlanılmayan bir
insanlık uygulamasıdır. İşte bu sırada ensardan Ebü’d-Derdâ ile aslen İran’lı
olup Medine’ye gelen ve müslüman olan Selmân-ı Fârisî’yi Peygamber Efendimiz
kardeş yapmıştı. Esasen dinimiz, din kardeşliğini, kan kardeşliğinden
daha önemli ve üstün saymaktadır. Çünkü din kardeşliğinde menfaatler söz
konusu değildir. Ancak ideal bir toplumu oluşturma ve ebedî saâdete ulaşma
gâyesi bu kardeşliğe temel teşkil eder. Allah’ın rızası, emir ve yasaklarına
bağlılık her şeyin üstünde bir değere sahiptir. Bu kardeşlik, böyle üstün bir
gayeyi gerçekleştirmek üzere tesis edilmiştir.
Mü’minlerin kardeş oldukları gerçeği, İslâm’ın getirdiği temel prensiplerden
biridir. İman kardeşliğinin gerektirdiği, Kur’an ve Sünnet’in sistemleştirdiği,
hukûkî ve vicdânî, dünyevî ve uhrevî prensipler, bunun her asırda geçerli olan
temelini teşkil eder. Ensarla muhacirler arasında cereyan etmiş olan kardeşlik
uygulaması, sonraki asırlara pek çok örnek alınacak özellikler bırakmıştır.
Sahâbîler,
birbirini eğiten bir toplumdu. Bunu bütün fırsatları değerlendirerek
yaparlardı. Dinin nasihat oluşunu hayatın her sahasında hatırlar ve
hatırlatırlardı. Birbirlerinin noksan ve kusurlarını en iyi şekilde tashih
ederler, bu sebeple birbirlerine teşekkür ve duayı ihmal etmezlerdi. İşte
hadisimizde sahâbe arasındaki bu uygulamanın bir örneğini görmekteyiz. Selmân,
Resûl-i Ekrem’in kendisine kardeş kıldığı Ebü’d-Derdâ’nın hanımı Ümmü’d-Derdâ’nın
çok eski elbiseler içinde oluşunun sebebini öğrenmeyi bir vazife sayıyordu.
Çünkü kardeşler, birbirinin her halinden sorumlu idiler. Belli ki Selmân bu
görüntüden rahatsız olmuştu. İslâm, lükse düşkünlüğü hoş karşılamadığı
kadar, dikkat çekecek derecede pejmürdeliği de uygun görmez.
Farz
olan ramazan orucu dışında, bazı günler nafile oruç tutmak, Peygamber
Efendimiz’in tavsiye ettiği bir harekettir. Ancak bunda aşırı gidip ölçüyü
kaçırmak hoş görülmemiştir. Burada, Ebü’d-Derdâ’nın yemekte Selmân’ı tek başına
bırakmasının uygun bulunmadığını, neticede onun da orucunu açarak Selmân’la
birlikte sofraya oturduğunu, sonra Peygamberimiz’in bunu uygun bulduğunu
görüyoruz. Böylece, nâfile oruç tutan müslümanın evine gelen misafir sebebiyle
orucunu açmasının caiz olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Bunda bir zaruret yoktur.
Ancak tuttuğu nâfile orucu böyle bir sebeple bozan kimsenin bilahare bu orucu
kaza etmesi onun üzerine vâcip olur.
İbadet gâyesiyle bütün geceyi uykusuz geçirmeyi
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uygun bulmadığını daha
önce açıklamıştık. Selmân,
evinde kaldığı Ebü’d-Derdâ’nın geceyi uykusuz geçirmesine ve sık sık ibadet
etmek için kalkmak istemesine izin vermemiştir. Öyle anlaşılmaktadır ki, Selmân
bu yönde Peygamberimiz’in uygulama ve tavsiyelerini daha iyi biliyordu. Nitekim
vakti gelince hem kendisi kalkmış, hem de Ebü’d-Derdâ’yı kaldırarak gece
ibadetini birlikte yerine getirmişlerdir.
Bütün
bu olup bitenlerden sonra, Selmân, Ebü’d-Derdâ’ya, muhtemelen Peygamber
Efendimiz’den duyup öğrendiği tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlar, kişinin üzerinde
Rabbinin, nefsinin ve ailesinin hakları bulunduğu gerçeğidir. İnsanın, zühd ve
takvâ gâyesiyle, ibadet ve tâatte bunları ihmal edecek derecede ileri gitmemesi
gereğini iyice kavraması ve hayat tarzı olarak benimsemesi icab eder.
Ebü’d-Derdâ, Selmân ile aralarında geçen bu macerayı bir kere de Resûl-i Ekrem
Efendimiz’e arzetme ihtiyacı duyar. Ondan aldığı cevap da Selmân’ı tasdik edici
niteliktedir. Hatta hadisin bir başka rivayetinde Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem Ebü’d-Derdâ’ya asıl adıyla hitabederek:
“Uveymir! Selmân senden daha fakîhdir” buyurmuşlardır.
Böylece,
din işlerinde fakîh, yani anlayış sahibi âlimlere itibar edilmesi gerektiğine
işaret etmiştir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah yolunda ve Allah rızası için birbiriyle kardeş olmak câizdir.
2.
Din kardeşi olan müslümanların birbirlerini ziyareti ve birbirlerine yatılı
misafir olmaları câizdir.
3.
İhtiyaç halinde, kadının kocasının izin verdiği yabancı bir erkekle konuşması
câizdir.
4.
Müslümana nasihat, bilmeyene öğretme, habersiz olanı uyarma din kardeşliği
görevidir.
5.
Teheccüd namazını gecenin sonlarında kılmak daha faziletlidir.
6.
Kadının kocası için süslenmesi câizdir.
7.
Kocaya düşen önemli görevlerin başında, hanımının geçimini en iyi şekilde temin
etmek gelir.
8.
Şayet bıkıp usanma, kendisinden istenilen ve üzerine vâcip olan görevleri veya
tercih edilen nâfileleri yerine getirmeme korkusu varsa, bir kimseyi müstehap
olan amellerden nehy etmek câizdir.
9.
Gücün yetmeyeceği derecede ibadet ve tâati nefse yüklemek hoş karşılanmaz.
10.
Nâfile orucu herhangi bir meşrû sebeple bozmak câizdir. Bu, âlimlerin büyük
çoğunluğunun görüşü olup sonra kaza edilmesi gerekir.
152- وعن أَبِي محمد عبدِ اللَّهِ بن عمرو بنِ
العاص رضي اللَّه عنهما قال : أُخْبرَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أنِّي أَقُول :
وَاللَّهِ لأَصومَنَّ النَّهَارَ ، ولأَقُومنَّ اللَّيْلَ ما عشْتُ ، فَقَالَ
رسُول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «أَنْتَ الَّذِي تَقُول ذلك ؟ فَقُلْت له : قَدْ قُلتُه بأَبِي
أَنْتَ وأُمِّي يا رسولَ اللَّه . قَالَ: « فَإِنكَ لا تَسْتَطِيعُ ذلِكَ ،
فَصُمْ وأَفْطرْ ، ونَمْ وَقُمْ ، وَصُمْ مِنَ الشَّهْرِ ثَلاثَةَ أَيَّامٍ
فَإِنَّ الْحسنَةَ بعَشْرِ أَمْثَالهَا ، وذلكَ مثْلُ صِيامٍ الدَّهْرِ قُلْت : فَإِنِّي أُطيق أفْضَلَ منْ
ذلكَ قالَ : فَصمْ يَوْماً وَأَفْطرْ يَوْمَيْنِ ، قُلْت : فَإِنِّي أُطُيق أفْضَلَ مِنْ
ذلكَ ، قَالَ : « فَصُم يَوْماً وَأَفْطرْ يوْماً ،
فَذلكَ صِيَام دَاوود صلى الله عليه وسلم، وَهُو أَعْدَل الصِّيَامِ » . وَفي رواية : « هوَ أَفْضَلُ الصِّيامِ » فَقُلْتُ فَإِنِّي أُطِيقُ أَفْضَلَ
مِنْ ذلكَ ، فقال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « لا أَفْضَلَ منْ ذلك» وَلأنْ أَكْونَ قَبلْتُ الثَّلاثَةَ
الأَيَّامِ الَّتِي قال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أَحَبُّ إِليَّ
منْ أَهْلِي وَمَالِى.
وفي
روايةٍ : « أَلَمْ أُخْبَرْ أَنَّكَ تَصومُ
النَّهَارَ وتَقُومُ اللَّيْلَ ؟ » قلت : بلَى يَا رسول اللَّهِ . قال : « فَلا تَفْعل : صُمْ وأَفْطرْ ، ونَمْ
وقُمْ فَإِنَّ لجَسَدكَ علَيْكَ حقًّا ، وإِنَّ لعيْنَيْكَ عَلَيْكَ حَقًّا
وَإِنَّ لزَوْجِكَ علَيْكَ حَقًّا ، وَإِنَّ لزَوْركَ عَلَيْكَ حَقًّا ، وإِنَّ
بحَسْبكَ أَنْ تَصْومَ فِي كُلِّ شَهْرٍ ثَلاثَةَ أَيَّامٍ ، فَإِنَّ لَكَ بِكُلِّ
حَسَنةٍ عشْرَ أَمْثَالِهَا ، فَإِذن ذلك صِيَامُ الدَّهْرِ» فشَدَّدْتُ فَشُدِّدَ عَلَيَّ ،
قُلْتُ : يا رسول اللَّه إِنّي أَجِدُ قُوَّةً، قال : « صُمْ صِيَامَ نَبِيِّ اللَّهِ داوُدَ
وَلا تَزدْ عَلَيْهِ» قلت: وما كَان صِيَامُ داودَ؟ قال : « نِصْفُ الدهْرِ » فَكَان عَبْدُ اللَّهِ يقول بعْد مَا
كَبِر : يالَيْتَنِي قَبِلْتُ رُخْصةَ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم .
وفي رواية : « أَلَمْ أُخْبَرْ أَنَّك تصُومُ
الدَّهْرِ ، وَتْقَرَأُ الْقُرْآنَ كُلَّ لَيْلَة ؟ » فَقُلْتُ : بَلَى يا رسولَ اللَّهِ ،
ولَمْ أُرِدْ بذلِكَ إِلاَّ الْخيْرَ ، قَالَ : « فَصُمْ صَوْمَ نَبِيِّ اللَّهِ داودَ
، فَإِنَّه كَانَ أَعْبَدَ النَّاسِ ، واقْرأْ الْقُرْآنَ في كُلِّ شَهْرٍ » قُلْت : يَا نَبِيِّ اللَّهِ إِنِّي
أُطِيق أَفْضل مِنْ ذلِكَ ؟ قَالَ : « فَاقْرَأه فِي كُلِّ عِشرِينَ » قُلْت : يَا نبيِّ اللَّهِ إِنِّي
أُطِيق أَفْضَل مِنْ ذَلِكَ ؟ قَالَ : «فَاقْرَأْهُ فِي كُلِّ عَشْر » قُلْت : يَا نَبِيَّ اللَّهِ إِنِّي
أُطِيق أَفْضلَ مِنْ ذلِكَ ؟ قَالَ : « فَاقْرَأْه في كُلِّ سَبْعٍ وَلاَ تَزِدْ عَلَى ذَلِكَ » فَشَدَّدْتُ فَشُدِّدَ عَلَيَّ ،
وقَالَ لِي النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِنَّكَ لاَ تَدْرِي لَعلَّكَ يَطُول
بِكَ عُمُرٌ قالَ : فَصِرْت إِلَى الَّذِي قَالَ
لِي النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَلَمَّا كَبِرْتُ وَدِدْتُ أنِّي
قَبِلْت رخْصَةَ نَبِيِّ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم .
وفي رواية : « وَإِنَّ لوَلَدِكَ علَيْكَ حَقًّا » وفي روايةٍ : لا صَامَ من صَامَ الأَبَدَ » ثَلاثاً . وفي روايةٍ : « أَحَبُّ الصَّيَامِ إِلَى اللَّه تَعَالَى
صِيَامُ دَاوُدَ ، وَأَحَبُّ الصَّلاةِ إِلَى اللَّهِ تَعَالَى صَلاةُ دَاوُدَ :
كَانَ يَنَامُ نِصْفَ اللَّيلِ ، وَيَقُومُ ثُلُثَهُ ، وَيَنَامُ سُدُسَهُ ،
وَكَانَ يَصُومُ يوْماً ويُفْطِرُ يَوْماً ، وَلا يَفِرُّ إِذَا لاقَى » .
وفي رواية قَالَ : أَنْكَحَنِي أَبِي امْرَأَةً ذَاتَ
حسَبٍ ، وكَانَ يَتَعَاهَدُ كَنَّتهُ أي : امْرَأَة ولَدِهِ
فَيسْأَلُهَا عَنْ بَعْلِهَا ، فَتَقُولُ لَهُ : نِعْمَ
الرَّجْلُ مِنْ رجُل لَمْ يَطَأْ لنَا فِرَاشاً ولَمْ يُفتِّشْ لنَا كَنَفاً
مُنْذُ أَتَيْنَاهُ فَلَمَّا طالَ ذَلِكَ عليه ذكَرَ ذلِكَ لِلنَّبِيِّ صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم . فقَالَ : « الْقَني به » فلَقيتُهُ بَعْدَ ذلكَ فَقَالَ : « كيفَ تَصُومُ ؟ » قُلْتُ كُلَّ يَوْم ، قَالَ : « وَكيْفَ تَخْتِم ؟ » قلتُ: كُلَّ لَيلة ، وذَكَر نَحْوَ
مَا سَبَق وكَان يقْرَأُ عَلَى بعْض أَهْلِه السُّبُعَ الَّذِي يقْرؤهُ ، يعْرضُهُ
مِن النَّهَارِ لِيكُون أَخفَّ علَيِهِ بِاللَّيْل ، وَإِذَا أَراد أَنْ
يَتَقَوَّى أَفْطَر أَيَّاماً وَأَحصَى وصَام مِثْلَهُنَّ كَراهِيةَ أَن يتْرُك
شيئاً فارقَ علَيهِ النَّبِي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم .
كُلُّ هذِه
الرِّوَايات صحيِحةٌ مُعْظَمُهَا فِي الصَّحيحيْنَ وقليلٌ منْهَا في أَحَدِهِما .
152. Ebû Muhammed Abdullah İbni Amr İbni
Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’e benim şöyle dediğim haber verilmiş:
Allah’a
yemin ederim ki, yaşadığım sürece gündüzleri muhakkak oruç tutup, geceleri de
ibâdet ve tâatle uyanık geçireceğim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bana:
– “Bunları söyleyen sen misin?” diye sordu. Ben de kendisine:
–
Anam babam sana feda olsun, ya Resûlallah! Evet, ben böyle söylemiştim, dedim.
Buyurdular ki:
– “Sen buna güç yetiremezsin. Hem oruç tut, hem iftar
et; hem uykunu al, hem ibadet et; her aydan üç gün oruç tut; çünkü her iyiliğe
on misli ecir ve sevap vardır. Bu ise bütün zamanını oruçlu geçirmek
gibidir.” Bunun
üzerine ben:
–
Bunun daha çoğunu yapmaya gücüm yeter, dedim. Peygamber Efendimiz:
– “O halde bir gün oruç tut, iki gün
tutma” buyurdu.
Ben:
-
Ama ben bundan daha fazlasını yapabilirim, deyince Resûl-i Ekrem:
– “Öyleyse bir gün oruç tut, bir gün tutma; bu
Dâvûd aleyhisselâm’ın orucu olup, oruçların en ölçülü
olanıdır” buyurdular.
Bir
başka rivayette: “Bu, oruçların en faziletlisidir” şeklindedir.
Ben:
-
Bundan daha faziletlisine de gücüm yeter, dedim. Peygamberimiz:
– “Bundan daha faziletlisi yoktur” buyurdu.
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in tavsiye etmiş olduğu, ayda üç gün orucu kabul etmem,
bana ehlimden ve malımdan daha sevimli olacakmış.
Bir
rivayete göre:
“Senin gündüzleri oruçlu, geceleri uyanık geçirdiğin
bana haber verilmedi mi sanıyorsun?” buyurmuştu. Ben de:
–
Elbette haber verilmiştir, yâ Resûlallah! dedim. Bunun üzerine:
– “Böyle yapma, bazı kere oruç tut, bazan tutma; gece
hem uyu, hem de teheccüde kalk. Şüphesiz senin üzerinde vücudunun hakkı vardır,
iki gözünün hakkı vardır, hanımının hakkı vardır, ziyaretçilerinin hakkı
vardır. Şüphesiz her aydan üç gün oruç tutman sana yeter. Çünkü senin için her
iyiliğin on misli karşılığı vardır; bu da bütün zamanının oruçlu olması
demektir.” Abdullah der ki:
–
Ben artırdıkça iş aleyhime döndü. Sonra ben:
–
Yâ Resûlallah! Ben kendimde güç ve kuvvet buluyorum, dedim. Buyurdular ki:
– “O halde Allah’ın Nebisi Dâvûd’un orucunu tut, daha
fazlasını yapma.”
–
Dâvûd orucu nedir? diye sordum.
– “Senenin yarısını oruçlu geçirmektir” buyurdu.
Abdullah
yaşlandıktan sonra:
–
Keşke Allah’ın Resûlü’nün ruhsatını kabul etmiş olsaydım, der dururdu.
Bir
başka rivayet şöyledir:
– “Senin bütün günleri oruçlu geçirdiğinden ve her
gece Kur’an’ı okuduğundan haberdar olmadığımı mı sanıyorsun?” Bunun üzerine ben:
–
Elbette haberdarsındır, yâ Resûlallah! Fakat ben bununla sadece hayra ulaşmayı
diliyorum, dedim. Peygamber Efendimiz:
– “Allah’ın Nebîsi Dâvûd’un orucunu tut, çünkü o
insanların en çok ibadet edeni idi. Ayda bir defa da Kur’an’ı hatmet” buyurdu.
Ben
ise:
-
Ya Resûlallah! Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter, dedim. Peygamberimiz:
– “O halde yirmi günde bir hatmet” buyurdu. Ben yine:
–
Ya Resûlallah! Bundan daha fazlasını yapabilirim, dedim. O:
– “Öyleyse on günde bir hatmet” buyurdu. Ben tekrar:
–
Bundan daha fazlasına gücüm yeter, yâ Nebîyyallah! diye ısrar edince:
– “Şu halde yedi günde bir hatim yap, artık bunun
üzerine artırma” buyurdular.
Ben artırdıkça, aleyhime artırıldı. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem bana dedi ki:
– “Şüphesiz ki sen bilmiyorsun, belki ömrün uzun
olur?”
Abdullah
İbni Amr der ki:
–
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’ in bana söylediği hale döndüm.
İhtiyarlayınca, onun ruhsatını kabul etmiş olmayı çok arzu ettim.
Bir
başka rivayette ise şöyledir:
“Senin çocuklarının da senin üzerinde hakları
vardır.”
Bir
diğer rivayette:
“Bütün zamanını oruçlu geçirenin orucu yoktur.” Bu sözünü üç defa tekrarladı.
Bir
diğer rivayette:
“Allah’a en sevimli olan oruç, Dâvûd aleyhisselâm’ın
orucudur. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd aleyhisselâm’ın
namazıdır. Dâvûd aleyhisselâm gecenin yarısını uyuyarak
geçirir, sonra üçte birinde namaz için kalkar, altıda birinde yine uyurdu. Bir
gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığında kaçmazdı.”
Başka
bir rivayet de şu şekildedir:
Abdullah
şöyle demiştir:
Babam
beni soyca üstün bir hanımla evlendirdi. Zaman zaman gelininin yanına gelir
gider, ona beni sorarmış. O da dermiş ki:
- O
ne iyi erkektir, evine geldiğimden beri yatağıma ayak basmadı, ne halde
olduğumu da araştırmadı.
Vaziyet
böyle devam edip gidince, babam durumu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
anlatmış, Peygamberimiz:
– “Onu benimle görüştür” buyurmuş. Daha sonra ben Resûl-i Ekrem ile
karşılaştım. Bana:
– “Nasıl oruç tutuyorsun?” diye sordu. Ben de:
–
Her gün, dedim. Sonra:
– “Nasıl hatim yapıyorsun?” dedi. Ben:
–
Her gece, diye cevap verdim.
Abdullah
İbni Amr daha önce geçen konuşmalarının benzerini anlattı. O, geceleyin rahat
etmek için, okuduğu Kur’an’ın yedide birini, gündüz aile fertlerinden birine
okuyup dinletirdi. Güçlü ve kuvvetli olmak istediğinde, bir kaç gün oruç
tutmazdı. Sonra oruç tutmadığı günleri sayar, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’e verdiği sözden caymış olmamak için, tutamadığı günler kadar orucu
kazâ ederdi.
Buhârî, Savm 55, 56, 57, Teheccüd 7, Enbiyâ 37, Nikâh
89; Müslim, Sıyâm 181-193
Açıklamalar
İmam
Nevevî, bu hadiste Buhârî ve Müslim’in kitaplarında yer alan farklı rivayetleri
bir araya getirmek suretiyle, bir bütünü ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. Aynı
zamanda, rivayetler arasındaki tutarlılığı, küçük bir ayrıntıyı bile ihmal
etmeme titizliğini de göstermiştir.
Bu
rivayetlerde, bir sahâbînin, Allah katında sevgili bir kul olabilmek için,
samimi niyetle ibadet ve tâate yönelişinin serüveni sergilenmektedir. Aynı
zamanda, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, yönetimini üstlendiği toplumda yaşayan
fertlerin maddî ihtiyaçları kadar, mânevî hayatlarını tanzim ile de yakından
ilgilendiğinin güzel örneklerinden birine şahit oluyoruz. Peygamberimiz insanı
yetiştirmeyi ve yönlendirmeyi bu derece önemli görmeseydi, onlarla bu kadar
yakından ilgilenmeseydi, belki de ashâb-ı kirâm gibi ölçülü ve mutedil bir
toplum meydana getiremezdi. Onların, kendilerinden sonraki nesilleri, hem
öğretip eğiterek hem de dini bizzat yaşayarak yetiştirmeleri, dinimizin o
günden bu yana en doğru şekilde gelmesini, her türlü sapıklık ve bid’atten
arınmış olarak günümüze ulaşmasını sağlamıştır.
Burada
en büyük fazilet, ecir ve sevap, sahâbe neslinindir. Daha sonraki nesillerin ve
ümmetin sâlih âlimlerinin büyük gayretleri ve örnek davranışları, Allah’ın
müslümanlara en büyük lutfudur. Onların da bu yönde sayısız ecre ve sevaba nail
olacakları tabiidir.
Abdullah
İbni Amr, daha çok ecir kazanma ve daha iyi bir kul olabilme arzusuyla,
Peygamber Efendimiz’le âdeta pazarlığa girmiş gibidir. Resûl-i Ekrem ise, en
mükemmel örnek olduğunu burada da gösterir; büyük bir sabırla ve gerekçelerini
söyleyerek onu ikna eder. Allah’ın elçilerinden Dâvûd aleyhisselâm’ı
örnek şahsiyet olarak gösterir. Onun en çok ibadet eden kul olduğunu
hatırlatır. Ondan daha ileri gitmesinin söz konusu olamayacağını öğretir.
Yaptığı itaat, ibadet ve sâlih amellerin karşılığında on misliyle karşılık
göreceğini bildirir. Böylece konunun Allah Teâlâ ile ilgili yanını açıkladıktan
sonra, dünyalık haklar yönünden de ona hatırlatmalar yapar. Kişinin üzerinde
bedeninin, uzuvlarının, eşinin ve çocuklarının, misafirlerinin hakları olduğunu
ve her hak sahibine hakkını vermek gerektiğini, bunun da Allah’ın emri olduğunu
kendisine güzelce bildirip anlatır.
Bu
hakları yerine getirebilmek ve sorumluluktan kurtulabilmek için, insanın yiyip
içmesi, uyuması, çalışıp kazanması gerekir. Aksi takdirde gücü kuvveti tükenir,
Allah’a karşı yerine getirmesi gereken farzları bile yapamaz hale gelebilir.
Böyle bir davranıştan Allah da hoşnut olmaz. Oysa İslâm, Allah’ın
rızâsına uygun tarzda geçirilen bir hayatın her ânını ibadet sayar. Sağlıklı
fert ve sağlıklı toplum, dinimizin gerçekleştirmek istediği en önemli
hedeflerin başında gelir. Aksi takdirde gelişmesini ve ilerlemesini
sağlayamamış, üretemeyen, bu sebeple de hep başkasına muhtaç durumda kalan bir
toplum ortaya çıkar. İşte dinimizin hiç istemediği ve müslümalara âdetâ haram
kıldığı hayat tarzı budur. Müslüman asla zillete düşmeyen, daima izzetli olan
kimsedir. Bütün bunları sağlamanın yolu, itidali elden bırakmamak ve ölçülü
olmaktır. İşte Peygamber Efendimiz’in ferde ve topluma kazandırmayı hedeflediği
ölçü budur.
Abdullah
İbni Amr’ın ömrünün sonlarında bu davranışlarından duyduğu pişmanlık hissi,
başkalarına örnek olacak niteliktedir. Çünkü o, Peygamber Efendimiz’e söz
verdiği ibadetleri hayatının sonuna kadar aynı şekilde devam ettirmek
gerektiğini çok iyi biliyordu. Fakat buna güç yetiremez olduğu dönemlerde Hz.
Peygamber’in teklif ettiği kolaylıkları kabul etmediğine hayıflanıyordu. Bütün
bunlar, insanın nâfile ibadetlerde gücünün yettiği kadarıyla yetinmesi
gerektiğini ve az da olsa devamlı yapılan ibadetleri tercih etmenin doğru
olacağını ortaya koymaktadır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Peygamberimiz’in tavsiyelerine uymak, insana dünya ve âhiret saadetini
kazandırır.
2.
İbadet ve tâatte itidal yolunu tercih edip, ifrat ve tefritten kaçınmak
gerekir.
3.
Kişiyi bedenen bitkin düşürecek ve neticede bıkkınlık getirecek derecede nâfile
ibadet hoş görülmemiştir.
4.
Gecenin tamamını uykuyla geçirmek tavsiye edilmemiştir. Belli bir kısmını
ibadetlere ayırmak faziletlidir.
5.
İslâm’da, dünyadan tamamen el etek çekmek câiz değildir.
6.
İbadetler, insanı cihaddan ve helâl yoldan rızık kazanmaktan alıkoymaz.
7.
İnsanın bedeninin kendi üzerinde hakkı vardır. Onu yıpratıp zayıf düşürecek
şeylerden korumak gerekir.
8.
İslâma göre, yapılan iyiliklere Allah katında on kat ecir verilir.
9.
İslâm, dünyayı âhirete, âhireti de dünyaya feda etmez. Her ikisini dengeli
götürmeyi esas alır.
153- وعن أَبِي ربْعِيٍّ حنْظَلةَ بنِ الرَّبيع
الأُسيدِيِّ الْكَاتِب أَحدِ كُتَّابِ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
قال : لَقينَي أَبُو بَكْر رضي اللَّه عنه
فقال : كَيْفَ أَنْتَ يا حنْظلَةُ ؟ قُلْتُ : نَافَقَ حنْظَلَةُ ، قَالَ :
سُبْحانَ اللَّه ما تقُولُ ؟، : قُلْتُ : نَكُونُ عِنْد رسول اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يُذكِّرُنَا بالْجنَّةِ والنَّارِ كأَنَّا رأْيَ عين ، فَإِذَا
خَرجنَا مِنْ عِنْدِ رسولِ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم عافَسنَا
الأَزْوَاجَ وَالأَوْلادَ وَالضَّيْعاتِ نَسينَا كَثِيراً قال أَبُو بكْر رضي
اللَّه عنه : فَواللَّهِ إِنَّا لنَلْقَى مِثْلَ هَذَا فانْطلقْتُ أَنَا وَأَبُو
بَكْر حتى دخَلْنَا عَلى رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم . فقُلْتُ
نافَقَ حنْظَلةُ يا رسول اللَّه ، فقالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم: « ومَا ذَاكَ؟» قُلْتُ: يا رسولَ اللَّه نُكونُ
عِنْدكَ تُذَكِّرُنَا بالنَّارِ والْجنَةِ كَأَنَّا رأْيَ العَيْنِ فَإِذَا خَرَجْنَا
مِنْ عِنْدِكَ عَافَسنَا الأَزوَاج والأوْلاَدَ والضَّيْعاتِ نَسِينَا كَثِيراً .
فقال رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «وَالَّذِي نَفْسِي بِيدِهِ أن لَوْ
تَدُومُونَ عَلَى مَا تَكُونُونَ عِنْدِي وَفِي الذِّكْر لصَافَحتْكُمُ
الملائِكَةُ عَلَى فُرُشِكُم وفي طُرُقِكُم ، وَلَكِنْ يا حنْظَلَةُ ساعةً وساعةً
» ثَلاثَ مرَّاتٍ ، رواه مسلم .
153. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
kâtiplerinden Ebû Rib’î Hanzala İbni Rebî‘ el-Üseydî şöyle demiştir:
Ebû
Bekir benimle karşılaştı ve bana:
-
Nasılsın, ey Hanzala? diye sordu. Ben de:
-
Hanzala münafık oldu, dedim. Ebû Bekir:
-
Sübhânellah, sen ne diyorsun? dedi. Ben cevaben dedim ki:
-
Bizler, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında
bulunuyoruz. Bize cennet ve cehennemden bahsediyor, sanki gözlerimizle
görüyormuşuz gibi oluyoruz. Onun huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve
işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz.
Ebû
Bekir radıyallahu anh dedi ki:
-
Allah’a yemin ederim ki, biz de benzeri şeylerle karşı karşıyayız. Ben ve Ebû
Bekir birlikte yola düştük ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’
in huzuruna girdik. Ben:
-
Ya Resûlallah! Hanzala münafık oldu, dedim. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem :
– “Bu ne demek?” dedi. Ben:
-
Ya Resûlallah! Senin yanında bulunuyoruz, bize cennet ve cehennemden
bahsediyorsun; sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Senin huzurundan
çıkıp da çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, çoğunu
unutuyoruz, dedim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :
- “Nefsimi gücü ve kudretiyle elinde bulunduran
Allah’a yemin ederim ki, şayet siz, benim yanımda bulunduğunuz hâl üzere devam
edip zikir üzere olabilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler
sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir
saatinizi de dünya işlerinize ayırınız” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı.
Müslim, Tevbe 12-13. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet
59
Hanzala İbni Rebî’
Sahâbe-i kiramdan olup, Ebû Rib‘î künyesiyle anılır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in vahiy katiplerindendi. Sahâbe arasında aynı adı
taşıyan diğer kişilerden ayırmak için “Kâtib Hanzala = Hanzala el-Kâtib” olarak
adlandırılmıştı. Kâdisiye savaşlarında bulunmuş, sonra da Kûfe’ye yerleşmişti.
Cemel Vak’ası’nda, Hz. Ali muhalifleri arasında yer aldı.
Hayatının son yıllarında Fırat Nehri kenarında bir
yerleşim merkezi olan Karkasiyâ’da yerleşti ve Muâviye’nin halifelik yıllarında
orada vefat etti. Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Sahâbe-i
kirâm, hayatın her ânını İslâm’ın prensiplerine uygun yaşamaya çok dikkat
ederlerdi. Bütün tavır ve davranışlarının, söz ve işlerinin, Peygamber
Efendimiz’in emir ve tavsiyeleri doğrultusunda olmasına büyük bir özen
gösterirlerdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda
bulundukları anda hissettikleri mânevî hazzın, ihlâs ve samimiyetin, onun
huzurunda bulunmadıkları anlarda da aynen devam etmesini istiyorlardı. Bunun
böyle devam etmediğini gördüklerinde, endişe duyuyorlar, bir nevi münafık
oldukları korkusuna kapılıyorlardı. Hz. Ebû Bekir ve Hanzala’nın bu hadiste
örneğini gördüğümüz durumları bunun canlı bir anlatımıdır. Oysa münafıklık,
kâfirliğin bir çeşidi olup, dil ile kalbin birbirini yalanlaması, insanın
inanmadığı halde inanmış görünmesidir. Ebû Bekir ve Hanzala’nın ise böyle bir
durumla hiç alâkası yoktur. Fakat Hanzala, Resûl-i Ekrem’in huzurunda iken
hissettiklerini, yanında bulunmadığı zamanlar yaşayamamanın derin endişesini
duymakta, bunu da sanki bir münafıklık gibi değerlendirmektedir. Onun
münafıklık dediği şey, itikat ve iman bakımından münafıklık değil, haldeki
değişikliktir.
Hz.
Ebû Bekir, Hanzala’ya teselli kaynağı olmuş, böyle düşüncelere dalıp üzülmek
yerine, konuyu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e götürmeyi ve
problemi kökten çözmeyi teklif etmiştir. Çünkü, her hangi bir müşkille
karşılaşıldığında takip edilecek yol bundan başkası olamazdı. Onlar, Allah
Teâlâ’nın “Eğer herhangi bir şeyde ihtilafa düşerseniz, Allah’a ve
âhiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûlü’ne götürün” [Nisâ
sûresi (4), 59] buyruğunu biliyorlardı.
Hz.
Peygamber, Ebû Bekir ve Hanzala’ya, bu durumun münafıklıkla ilgisi
bulunmadığını, tabiî bir hal olduğunu açıklamışlar ve dünya ile âhiret işlerini
birlikte götürmelerini, dengeyi ve ölçüyü korumalarını, kulluğun gereğinin bu
olduğunu bildirmişlerdir. Tamamen dünyaya yönelmek hoş karşılanmadığı gibi,
dünyadan büsbütün el etek çekip uzlet ve inzivaya yönelmek de yasaklanmıştır.
İslâm hem dünya hem de âhiret hayatımızı düzenleyen esaslar vaz etmiştir. Dinî
ve ilmî sohbetlere, sâlihlerin meclislerine, faydalı toplantılara iştirak
etmek, bizim dünya ve âhiret dengesini sağlamamıza yardımcı olur. Çünkü insan
bilmediği pek çok şeyi buralarda öğrenir; kendisi gibi olan pek çok kimse
bulunduğunu görür; yalnız olmadığını anlar; bu sayede içine düştüğü ümitsizlik
halinden kurtulur ve âdeta yeniden hayata döner. Bu sebeple âlimler ve
sâlihlerle beraber olmak tavsiye edilmiştir. Dînî ilimlerle uğraşanlar da, bu
yönde kardeşlerine yardımcı olmalı, onları bilgilendirmeli, yanlışlarını
düzeltmeli, cemiyette doğruların hâkim olmasına gayret etmelidirler. Din
âlimlerinin ve dînî hizmetler görenlerin yaşayış, tavır, davranış, söz ve
sohbetleriyle topluma örnek olmaları gerekir. Çünkü onlar peygamberlerin vârisleridir.
Dini öğretme ve yayma görevi öncelikle onların vazifesidir.
İnsanın
ailesi, çocukları ve yakınlarıyla bir arada olması, bağ-bahçe işleriyle,
ticaretle veya daha başka işlerle meşgul olması, böylece hem rızkını kazanması
hem insanlara faydalı olması yasaklanmadığı gibi, tam aksine bu durum ısrarla
tavsiye ve teşvik edilmiştir. Şu kadar var ki, bu meşguliyetler, insana Allah’ı
unutturmamalı, ibadetlerine engel olmamalıdır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz,
Hanzala’ya “Bir saat ibadetle, bir saat dünya işiyle uğraşınız” buyurmuşlardır.
Tabii ki bu, yarı yarıya ibadet, iş bölüşümü anlamına alınmamalı, her ikisine
kâfî zaman ayırma şeklinde anlaşılmalıdır.
Netice
olarak, insanoğlundan ne melek olması beklenmeli, ne de şeytan olmasına
göz yumulmalıdır. O her zaman insan olduğunun idraki içinde bulunmalı, iyiye
tâlip, şeytana kapılmaktan uzak bir hayatı yaşayabilmenin azim ve gayreti
içinde olmalıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İslâm, insanın yaratılışına en uygun dindir. Ölçülü olmayı tavsiye eder.
2.
İslâm’da dünya ve âhiret dengesi temel prensiplerden biridir.
3.
İnsan, melekler âlemi ile şeytanlar âleminin ortasındadır. Hangisine yönelirse,
ona yakın olur.
4.
İlim ve fazilet meclislerinde bulunmak, insanın dünya ve âhiret saadetine
vesile olur.
5.
Kişi, her an Allah’ın gözetimi altında olduğunu düşünmeli, ibadet ederken ve
işiyle uğraşırken bunu hissetmelidir.
6.
Müslüman, hayatını ibadet ve çalışma dengesi içinde geçirmelidir.
7.
Değişmez bir hal üzere bulunmak meleklerin özelliğidir. İnsan, her zaman aynı
hal üzere olamaz.
154- وعن ابن عباس رضي اللَّه عنهما قال : بيْنما النَّبِيُّ صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم يَخْطُبُ إِذَا هُوَ بِرجُلٍ قَائِمٍ ، فسأَلَ عَنْهُ فَقَالُوا
: أَبُو إِسْرائيلَ نَذَر أَنْ يَقُومَ فِي الشَّمْس وَلا يقْعُدَ ، ولا يستَظِلَّ
ولا يتَكَلَّمَ ، ويصومَ ، فَقالَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مُرُوهُ فَلْيَتَكَلَّمْ
ولْيَستَظِلَّ ولْيُتِمَّ صوْمَهُ » رواه البخاري .
154. Abdullah İbni Abbas radıyallahu
anhümâ şöyle dedi:
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem insanlara hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü
ve onun kim olduğunu sordu. Ashâb:
-
O, Ebu İsrâîl’dir. Güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve
sürekli oruç tutmayı adamıştır, dediler. Bunun üzerine Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem:
– “Ona söyleyiniz! Konuşsun, gölgelensin, otursun ve
orucunu tamamlasın” buyurdular.
Buhârî, Eymân 31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Eymân 19
Açıklamalar
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, ashâbı arasında tanımadığı birini görünce, onun kim olduğunu
sorup öğrenirdi. Özellikle, hali, tavrı ve başkalarından farklı olan
davranışlarıyla dikkat çekenlerin kim olduğunu, nitelikleriyle öğrenmek
isterdi. Hadisimizde, Hz. Peygamber’in bu uygulamasının bir örneğini
görmekteyiz.
Hadiste
anılan Ebû İsrâîl’in asıl adı Yüsr olup, ensârdandır. Bu sahâbî, hadisimizde
zikredilen birtakım adaklarda bulunmuştur. Peygamber Efendimiz’in onun bu
adaklarını doğru ve makbul bulmadığını görüyoruz. Bu durumu bütün sahâbenin
huzurunda ifade etmesi, yapılan bir yanlışı herkesin öğrenmesi ve başkalarının
da aynı hataya düşmemesini sağlama, toplumu eğitme gâyesi taşır. Böylece,
toplumda hatâ ve yanlışların yayılması ve kabul görmesi önlenmiş olur.
Hz.
Peygamber, Ebû İsrâîl’in adaklarından bir tanesini tamamlamasına izin
vermiştir. O da oruçtur. Çünkü oruç bir ibadet olup adamak caiz ve bu adağı
yerine getirmek de vâciptir. Çünkü nezirden, adaktan maksat, adanan şeyle
Allah’a yaklaşmaktır. Güneşte kalmak, gölgelenmemek, oturmamak, konuşmamak gibi
şeylerin Allah’a yaklaşmakla bir ilgisi yoktur. Üstelik Allah ve Resûlü’nün
Allah’a yakınlık vesilesi kabul etmedikleri bir davranışı, bir işi adamak caiz
olmadığı gibi, böyle bir inanışa sahip olanların bâtıl itikat ehlinden
sayılacağına hükmolunur. Çünkü günahın adak olmayacağını, Peygamberimiz kesin
bir dille ifade buyurmuştur (Müslim, Nezr 8; Ebû Dâvûd, Eymân 12, 19;
Tirmizî, Nüzûr 1).
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bir toplulukta tanınmayan biri bulunursa, onun kim olduğunu sorup öğrenmek
câizdir.
2.
Dinin mâkul ve makbul kabul etmediği adaklardan sakınmak gerekir. Allah’a
yakınlık gâyesi taşımayan ve ibadet cinsinden olmayan adaklar câiz değildir.
Bunların adak olacağına inanmak sapıklıktır.
3.
Hata ve kusurlar toplumun içinde işlenmişse, onları toplumun huzurunda
düzeltmek icab eder. Bu aynı zamanda bir öğretim ve eğitimdir.
4.
Meşrû olan adakları yerine getirmek gerekir.
15- باب المحافظة على الأعمال
İBADETLERİ VE
HAYIRLI İŞLERİ SÜREKLİ YAPMAK
Âyetler
قال اللَّه تعالى:
{ أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن
تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا
يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ
الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ } .
1. “İnananların
gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha
gelmedi mi? Mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerlerinden
uzun zaman geçmesi yüzünden kalbleri katılaşan kimseler gibi
olmasınlar.” Hadîd sûresi (57), 16
Allah
katından inen gerçek, Kur’ân-ı Kerîm ve onun ihtivâ ettiği hükümlerdir. Kur’an
ve onun hükümleri, gönülden kabullenip sonra da samimiyetle bağlanmak içindir.
Kur’an’ı okumak, ahkâmını ve hakikatlerini düşünmek, içindeki dua âyetleriyle
Allah’a yakarmak, kalbleri Allah’a karşı saygı duymaya, neticede emirlerine ve
nehiylerine uymaya sevk eder.
Bir
insan, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri yaşar. Bu dönemlerin
her birinin hissiyat ve neşesi, düşünce ve davranışı aynı değildir. Dönemler
arasına giren uzun zaman, hisleri ve düşünceleri, tavır ve davranışları
etkiler. Toplumlar da insanlar gibidir. Onların da çeşitli dönemleri vardır.
Kocamış ve hayatiyetinin farkında olmayan toplumları canlandırmanın ve yeniden
ayağa kaldırmanın yolu, onların hissiyatını diriltmek, varlıklarını ve
sorumluluklarını kendilerine hatırlatmaktır. Bu canlılığı getirecek ruh ve
sorumluluğu hatırlatacak mesaj, ilâhî kelâmdan başkası olamaz. İşte İslâm dini,
onun kitabı, getirdiği tevhid inancı, cihad aşkı, hem ferdi hem toplumu sürekli
canlı ve uyanık tutar. Ancak, fertler ve toplumlar, İslâm ve Kur’an’la alâkalarını
keserlerse, kalbleri katılaşır; Kur’an onlardan uzaklaşır. Çünkü Kur’an
canlıdır, sıcak davranmayana yaklaşmaz.
Bu
âyet, mü’minlerin, kendilerinden önce kitap verilip de o kitaplara ve
peygamberlerine uymayı terkeden, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen,
kitaplarını tahrif eden, haham ve rahiplerinin sapıklıklarına uyan yahudi ve
hıristiyanlar gibi olmamalarını öğütlemektedir. Çünkü onların kalbleri
katılaşmış, Allah’ın gönderdiği dinin aslıyla ilgileri kalmamıştır.
قال تعالى:
{ ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِم
بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَآتَيْنَاهُ الْإِنجِيلَ
وَجَعَلْنَا فِي قُلُوبِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةً
وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إِلَّا ابْتِغَاء
رِضْوَانِ اللَّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَآتَيْنَا الَّذِينَ
آمَنُوا مِنْهُمْ أَجْرَهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ }
.
2. “Meryem oğlu İsâ’yı öteki peygamberlerin peşinden
gönderdik. Ona İncil’i verdik. Ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet duyguları
koyduk. İcâd ettikleri ruhbanlığı biz onlara yazmamış, farz kılmamıştık. Bunu
sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapmışlardı. Fakat ona gerektiği şekilde
de uymadılar. Biz
de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan
çıkmışlardır.”
Hadîd sûresi (57), 27
İsâ aleyhisselâm’a
indirilmiş olan İncil, bugün hıristiyanların ellerinde bulunan İncil değildir.
Bugün elde mevcut incillerin hepsi tahrif olunmuş, bozulmuş, sonradan
yazılmıştır. Ancak bu incillerde, Hz. İsâ’ya indirilen gerçek İncil’den
birtakım âyetler lafzan veya mâna olarak yer almış bulunmaktadır. İncil’deki
tahrifatın boyutu, elde mevcut incillerin incelenmesinden bile anlaşılabilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça bu tahrifata işaret eder.
Hz.
İsâ’nın peygamber olarak geldiği sırada iki büyük toplum vardı. Bunlar yahudi
ve Rum toplumlarıydı. Her ikisi de katı, kaba, sevgisiz ve merhametsiz
topluluklar halindeydi. İsâ aleyhisselâm, kendisine uyanlara
şefkat, merhamet, yumuşaklık, alçak gönüllülük ve insan sevgisi gibi yüce
duyguları telkin etmekteydi. Çünkü bu duygulardan yoksun olan fertler ve
onların oluşturduğu cemiyetler, zulüm, işkence ve kaba kuvvetin hakim olduğu
bir yapı arzeder.
Böyle
toplumlarda insânî düşünce ve duygular, güzel davranışlar, iyilik ve hayır ortadan
kalkar. İşte böyle bir zeminde insanlara saadet yollarını göstermek için gelen
İsâ aleyhisselâm, üzerine düşen gayreti gösterdiyse de muvaffak
olamadı. Kendinden sonra gelecek gerçek kurtarıcıyı müjdeleyerek dünyadan
ayrıldı. Onun müjdelediği, Peygamber Efendimiz’den başkası değildi.
Hıristiyanlığı kendilerine uyduran ve hakikatı tahrif eden o günkü toplumların
günümüzdeki uzantısı olan batılılar, hâlâ bu sevgisizliğin, şefkat ve merhamet
yoksulluğunun, zulmün, haksızlığın, katı kalbliliğin en acımasız örneklerini
yeryüzünde sergilemeye devam etmektedirler.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, pek çok hadislerinde, İslâm’da ruhbanlığın olmadığını ısrarla
belirtmiştir (Meselâ bk. Dârimî, Nikâh 3; Müsned, III, 82, 266; VI,
226). Ruhbanlık, büyük bir korku hissine kapılarak, dünya lezzetlerini
tamamen terketmek, kendini uzlet ve riyâzete vererek hayatın sonunu
beklemektir. Bu âyet, Hıristiyanlığın aslında da ruhbanlığın bulunmadığını ve
sonradan uydurulduğunu açıkça belirtmektedir. Ancak hıristiyanlar, kendilerinin
belki iyi bir gâyeyle icad ettikleri ruhbanlığı da bozmuşlardır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu,
insanların mallarını haksızlıkla yerler ve onları Allah yolundan
çevirirler” [Tevbe
sûresi (9), 34]. Görüldüğü gibi haham ve ruhbanların günahı daha da
büyüktür; çünkü onlar insanları Allah’ın yoluna girmekten alıkoymaktadırlar.
Bunlar, şefkat, rahmet ve sevgi yolunu bırakarak, tevhid akidesini terkederek,
insanları bir sapıklık olan teslise inanmaya zorlayarak ve çeşitli
ahlâksızlıklar yaparak kötü örnek olmaktadırlar. Bu âyette onların bu halleri
kınanmakta, müslümanlar da ibadet ve taatte, kullukta ölçülü olmaya, ifrat ve
tefrite sapmamaya çağırılmaktadır.
قال تعالى:
{وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّتِي نَقَضَتْ غَزْلَهَا
مِن بَعْدِ قُوَّةٍ أَنكَاثًا }
.
3. “İpliğini kuvvetlice büktükten sonra çözen kadın
gibi olmayınız.” Nahl
sûresi (16), 92
Âyet,
bir işi yapınca sağlam ama yerli yerinde yapmayı, emeği boşa gidermemeyi
emrediyor. Kur’an’ın kıssasından bahsettiği bu kadını Mekke halkı biliyordu. Bu
kadının adı Rayta Binti Sa’d idi. Gün boyu ip büker, sonra da onu bozardı.
Dolayısıyla bütün vaktini boşa harcardı. Bundan dolayı darb-ı mesele konu
olmuştur. Akıllı kimse bu hale düşmemelidir.
قال تعالى:
{ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ
الْيَقِينُ }
.
4. “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet
et.” Hicr sûresi (15), 99
Daha
önce “Mücâhede” bahsinde de geçen bu âyetteki yakînden maksat ölümdür.
Bazılarının zannettiği gibi yakîn, kesin bilgi veya kendince gerçeğe erme
değildir. Çünkü bunlar sübjektif ve nefsî değerlendirmelerdir. Nitekim bir
başka âyette, “Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekat vermeyi
emretti” [Meryem sûresi (19), 31) buyurulmuştur.
İnsanın
aklı ve idraki yerinde olduğu sürece, namaz ve diğer ibadetler, kişinin üzerine
ömür boyu farzdır. Peygamber Efendimiz, sahâbîlerinden İmrân İbni
Husayn’a, “Ayakta namaz kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, ona da
gücün yetmezse yattığın yerde kıl” (Buhârî, Taksîrü’s-salât 17)
tavsiyesinde bulunmuştur. Bunun aksini iddia etmek, ibadetin ölünceye kadar
devam etmeyeceğine inanmak sapıklık ve cehâlettir. Peygamberler, insanlar
arasından Allah’ın seçtiği, kendisine en yakın kullarıdır. Allah’ı en iyi bilip
tanıyanlar da onlardır. Bununla beraber, bütün peygamberler, son nefeslerine
kadar, Allah’a ibadetten geri kalmamışlar, ümmetlerine de bunu öğretmişlerdir.
وأما الأحاديث فمنها حديث عائشة: وكان أحب
الدين إليه ما داوم صاحبه عليه. وقد سبق في الباب قبله (حديث رقم 142) .
Hadisler
155- وعن عمرَ بن الخطاب رضي اللَّه عنه قال :
قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: « منْ نَامَ عَنْ حِزْبِهِ مِنَ
اللَّيْل، أَوعَنْ شَيْءٍ مِنْهُ فَقَرأَه ما بينَ صلاةِ الْفَجِر وَصـلاةِ
الظهرِ،كُتب لَهُ كأَنما قرأَهُ مِن اللَّيْلِ » رواه مسلم .
155. Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Bir
kimse, geceleri okuduğu zikir ve duasını okumadan veya tamamlayamadan
uyur da, sonra onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, gece
okumuş gibi sevap kazanır.”
Müslim, Müsâfirîn 142. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’
19; Tirmizî, Cum’a 56; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 65; İbni Mâce, İkâme 177
Açıklamalar
Hadiste
geçen hizbten maksat, bir mü’minin bir gündüz ve gecede yerine getirmeyi alışkanlık
haline getirdiği ibadet ve taatler, dua ve zikirlerdir. Bunlar, farz ibadetler
dışındaki nâfileler cinsinden olur. Hizb, namaz kılmak, Kur’an kıraati, dua ve
niyâz, tesbihât ve çeşitli zikirler nev’inden olur. Bunlardan biri veya bir
kaçı bir arada da olabilir. Aslolan ve istenilen, hizbin devamlılığı ve ihmal
edilmemesidir. Şayet bu ibadetler herhangi bir sebeple yerine getirilemezse,
daha sonra vakit geçirmeden telâfi edilir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir önceki
gecenin sonuna kadar yerine getirilmeyen hizbin, bir sonraki günün öğle namazı
vaktine kadar telâfisini tavsiye buyurmuşlardır. Bu ve benzer hadisleri dikkate
alan bazı âlimlerimiz, öğleye kadar olan vakti, bir önceki geceye tabi
saymışlardır. Bu sebeple, günün orucuna vaktinde niyet etmeyenin, zeval vaktine
kadar niyetlenebileceğini kabul ederler. Bazıları bu vakte “büyük kuşluk” adını
verirler. Bu hadis, “Ve O Allah, öğüt almak veya şükretmek isteyenler
için, gece ile gündüzü birbiri ardınca getirdi” [Furkân sûresi (25),
62] âyetiyle uyum sağlamaktadır. Bu genel hükümden hareketle, gündüzün hizbini
yapamayan gece, gecenin hizbini yerine getiremeyen de onu gündüz telâfi eder.
Bu görüş, seleften Abdullah İbni Abbas, Selmân,
Katâde, Hasan-ı Basrî gibi meşhurlardan nakledilmiştir. Hasan-ı Basrî:
“Geceleyin
yapacağı ibadet ve taatten âciz kalana gündüzün evveli, gündüz yapacaklarından
âciz kalana da gecenin evveli yeterlidir” der. Zamanı geçirilmiş ve kazaya
bırakılmış ibadetleri ölüm gelmezden önce yerine getirmekte acele davranmak
gerekir. Çünkü, ibadetlerdeki gecikmede âfetler vardır. Hadisi 1185
numara ile bir kere daha ele alacağız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Âdet edinilen nâfile ibadet ve zikirleri, sürekli hale getirmek gerekir.
2.
Nâfile ibadetlerin de kazası vardır. Herhangi bir özür sebebiyle zamanında
yapılamayan ibadet ve taatleri, zikirleri kaza etmede acele davranmak tavsiye
edilmiştir.
3.
Kaza edilerek yapılan ibadetlerin sevabı, vaktinde yerine getirilen ibadetlerin
sevabı gibi tamdır.
156- وعن عبدِ اللَّه بنِ عمرو بنِ العاص رضي
اللَّه عنهما قال : قال لي رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يَا عبْدَ اللَّه لا تَكُنْ مِثلْ
فُلانٍ ، كَانَ يقُومُ اللَّيْلَ فَتَركَ قِيامَ اللَّيْل » متفقٌ عليه
156. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu
anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bana şöyle dedi:
“Ey Abdullah! Filan kimse gibi olma, çünkü o gece
ibadetine devam ederken, sonra geceleri ibadet etmeyi terketti.” Buhârî, Teheccüd 19; Müslim, Sıyâm 185
Açıklamalar
Gece
ibadeti denilince, genellikle teheccüd namazı anlaşılır. Fakat geceleyin
okunması âdet edinilen Kur’an, sürekli hale getirilmiş zikir ve tesbihler de
birer ibadettir.
Peygamber
Efendimiz, başlanılan bir ibadetin veya hayırlı bir işin devamlı olmasını
tavsiye ederdi. Bu sebeple, sürekli kılınamayacak kadar çok ibadet ve amellerin
yüklenilmemesini öğütlemiştir. Çünkü o, az da olsa, sürekli olan ibadet ve
taatlerin Allah katında daha sevimli ve makbul olduğunu sahâbeye sıkça
hatırlatırdı. Böyle yapmak, insanın yaşayışını prensiplere bağlaması, kendi
kendini kontrol edebilmesi, hesaba çekebilmesi ve hayatını düzene sokması
anlamına gelir. Kararsız olmak kadar zararlı bir davranış yoktur. Çünkü
kararsızlar, ya hiçbir şey yapamazlar veya başladıkları bir şeyi neticeye
ulaştıramazlar. Her iki halde de zarardadırlar.
Güzel
bir sünneti ihya edip ona devam eden bir insanın, daha sonra bunu terketmesi,
dinimizde hoş karşılanmamıştır. Çünkü bu durum ibadet hayatında ve iyi işler
yapmakta ilerlemiş, kemâle yönelmişken, geri adım atmak ve mânevî yönden
mertebe kaybetmektir. Mü’minin görevi ise, geri gitmek ve kaybetmek değil, her
geçen gün daha ileri, daha mükemmel ve kazançlı olmak için çalışmaktır. Bu
hadis 693 ve 1166 numaralarda tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Âdet edinilen hayırlı işleri, sünnetleri, ibadet ve tâatleri sürekli yapmakta
kararlı olmak gerekir.
2.
Uygun olmayan davranışlarından dolayı kınanan bir kimsenin ismini anmamak daha
doğru olur.
3.
İbadet ve taatten, farz ve vâcîb cinsinden olmayan sünnet ve nâfileleri
terkedenler de hoş karşılanmaz, kınanır.
157- وعن عائشةَ رضي اللَّه عنها قالت : كان رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم إذَا فَاتَتْهُ الصَّلاةُ مِنْ اللَّيْلِ مِنْ وجعٍ أَوْ غيْرِهِ
، صلَّى مِنَ النَّهَارِ ثنْتَى عشْرَةَ ركعةً » رواه مسلم .
157. Âişe radıyallahu anhâ şöyle
dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, ağrı, sancı veya benzer bir sebeple gece namazını
geçirirse, bir sonraki günün gündüzünde on iki rek’at namaz kılardı.
Müslim, Müsafirîn 140
Açıklamalar
Bir
beşer olarak, Peygamber Efendimiz’in de hastalık anları, ağrı ve sancıları,
uyuyup uyanamadığı zamanlar olurdu. Bu gibi durumlarla karşılaştığında beş
vakit farzın dışındaki nâfile namazları bazan zamanında kılamazdı.
Sağlığın
yerinde olmayışı, ağrı ve sancılar, uyku hali ve insanın iradesi dışında ortaya
çıkan benzer sebepler, kişinin ibadet hayatında aksaklıklar meydana
getirebilir. Ancak bunlar, geçici durumlar olup telâfisi mümkündür. Böyle
zarûri mazeretlerden dolayı itiyat edinilen ibadetlerin aksaması, onların
sürekli oluşuna zarar verici nitelikte kabul edilmez.
Hz.
Âişe, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nâfile ibadetleri nasıl yerine getirdiğini bir
başka rivayette şöyle anlatır: “Allah Resûlü bir iş yaptığı zaman, onu
sürekli yapardı. Gece uyur veya hasta olursa, gündüz on iki rek’at namaz
kılardı. Ben, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uyumaksızın sabaha
kadar namaz kıldığını, ramazan ayı dışında peşpeşe bir ay oruç tuttuğunu
görmedim” (Müslim, Müsâfirîn, 141). Bu hadisi, 1184 numara ile tekrar
okuyacağız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Hastalık, yolculuk ve uyku gibi sebeplerle geçirilen nâfile ibadetler, daha
sonra kaza edilebilir.
2.
Sünnetleri sürekli yapmak faziletlidir.
16- باب الأمر بالمحافظة على السُّنَّة وآدابِها
SÜNNETİ
KORUMAK SÜNNETİ VE SÜNNETİN ORTAYA KOYDUĞU EDEPLERİ KORUMAK
Âyetler
قال اللَّه تعالى: {وَمَا آتَاكُمُ
الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا }
.
1. “Peygamber size ne verirse onu alın, neyi
yasaklarsa ondan da sakının.” Haşr sûresi (59), 7
Bu
âyet-i kerîmenin baş tarafında ganimetlerden bahsedilir. Bunu dikkate alan bazı
âlimler, Resûl-i Ekrem’in verdiği şeyden maksadın ganimet olduğunu söylerler.
Ancak pek çok müfessir, âyetteki hükmün umûmî olduğunu, ganimetlerin de bu
umûmî hükmün bir parçasını teşkil ettiğini ifade ederler. Bu durumda, âyetten
Hz. Peygamber’in bütün emir ve nehiylerine uymanın farz olduğu anlaşılır. Çünkü
Resûlullah’ın emrettiği ve yasakladığı şeyler, Allah’ın emredip
yasakladıklarıdır. Bu durum aşağıdaki âyetlerden de açık bir şekilde
anlaşılmaktadır.
قال تعالى:
{وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى. إِنْ هُوَ
إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى }
.
2. “Resûlullah, nefsinin arzû ve istekleri
doğrultusunda konuşmaz. Onun söyledikleri kendisine vahyedilenlerden başka bir
şey değildir.” Necm
sûresi (53), 3-4
Kureyşliler,
Resûl-i Ekrem’in üstün niteliklerini, ahlâkî güzelliklerini, faydalı işler
yaptığını biliyorlardı. Bu niteliklere sahip bir peygamber, nefsinin arzu ve
istekleri doğrultusunda konuşmaz, söyledikleri vahiy eseridir. Dolayısıyla bu
âyetin muhtevası öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e yöneliktir. Çünkü o gün kâfirlerin,
inkârcıların itirazı Kur’ân-ı Kerîm’e idi. Hz. Peygamber hakkında fazla söz
söyleyemiyorlar, fakat onun şâir ya da cinnet getirmiş veya cinlerin ve şeytanların
kendisine musallat olmuş biri, yahut kâhin olabileceğini söylemekle
yetiniyorlardı.
Bu
âyetle kastedilen ikinci mâna, Hz. Peygamber’in sahih sünnetidir.
Dârimî’nin Sünen’inde nakledilen bir rivayete göre,
Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah’a Kur’an’ı getirdiği gibi
sünneti de getiriyordu (Dârimî, Sünen, Mukkadime 49). Bu sebeple bazı âlimler
sünnetin de vahiy eseri olduğunu söylerler. Bütün mezhepler, Kur’an’dan sonra
dinin ikinci kaynağı olarak sünneti kabul ederler. Hangi çeşit hadislerin delil
olarak alınacağı münakaşa konusu yapılmış, bu hususta farklı görüşler ortaya
atılmıştır. Ancak sünnetin dinde ikinci delil kabul edilmesinin münakaşa
edilmediği bir gerçektir. Bir kaide olarak şu söylenebilir: Sünneti kabul
etmeyen fertler görülmüş, ancak böyle bir hak mezhep bugüne kadar
görülmemiştir.
قال تعالى:
{قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ
غَفُورٌ رَّحِيمٌ }
.
3. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Âl-i İmrân sûresi (3), 31
Yahudilerin, “Biz
Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”, Hristiyanların “Biz Allah’a
sevgimiz sebebi ile Mesih’i mâbud tanıyoruz”, müşriklerin de, “Biz
putlara sadece Allah’ı sevdiğimiz ve bizi Allah’a yaklaştırdığı için kulluk
ediyoruz” demeleri üzerine bu âyet nâzil oldu. Allah Teâla
kendisini sevdiğini iddia edenlere, eğer bu sözlerinde samimi iseler,
Resûlullah’a uymalarını ve ona muhalefet etmemelerini emretti. Peygamber’e
uymak demek onun emrettiklerini yapmak, yasakladıklarından kaçmak, her konuda
onu örnek almak demektir. Bunun aksi, ben Allah’ı severim, ama O’nun emrini
dinlemem, O’nun sevdiğini, O’nu sevenleri, O’nun yolunu göstermek için
gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem demektir ki, bu da kendimden
başkasını sevmem, tevhid yolunda yürümem demektir.
Bu
âyet nâzil olduğu zaman münafık Abdullah İbni Übey:
“Muhammed kendine itaat ve ibadeti Allah’a itaat
yerine koyuyor. Hıristiyanların İsâ’yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi
istiyor” dedi.
Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
“De ki: Allah’a ve Peygamber’e itaat edin, eğer
dönerlerse muhakkak ki, Allah kâfirleri sevmez” [Âli İmrân sûresi (3), 32].
Allah,
kendisine ibadet ve tâatin en doğru ölçüsünün, Peygamber’e uymak olduğunu
bildirdi. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi bilip uygulayanlar
peygamberlerdir. Onlar, uyulması gereken yolu eksiksiz uyguladılar. İfrat ve
tefrite düşmediler. Dinin bütün emirlerinin itidal yolu, orta yol ve ölçülü
davranış olduğunun en mükemmel örneğini gösterdiler. Son peygamber Hz.
Muhammed, kıyamete kadar hükmü devam edecek olan İslâm dini’nin aydınlık
yolunu, Kur’an’ı her planda hayata uygulayarak çizdi. İşte Peygamberimiz’in
sınırlarını çizdiği bu ferdî ve ictimâî hayat tarzı, sözleri, davranışları,
başkalarının davranışlarını tasvibi ya da tasvip etmeyişi sünnet olarak
adlandırıldı. O halde sünneti ve sünnetin ortaya koyduğu edebleri
koruma, İslâm’ı koruma ve yaşama anlamına gelir.
قال تعالى: { لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ
أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ
اللَّهَ كَثِيراً }
.
4. “Sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar,
Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın peygamberinde en mükemmel örnek
vardır.” Ahzâb
sûresi (33), 21
Bu
âyet-i kerîme, çok büyük bir hakikati, Peygamberimiz’in en önemli vasfını ifade
eder. Hz. Peygamber, mü’minler için en mükemmel örnek ve yegâne önderdir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in örnek ve önderliği
hayatın her alanını kapsayıcı niteliktedir. Hz. Peygamber bu dünyada yaşayan
insanlara pratik kaideler öğretti. Kendi yaşayışı ile bu pratik kaideleri
hayata geçirdi, izah etti ve tanıttı. Ordulara kumanda ederek komutanlara,
bizzat muharebe ederek hak, adalet, hürriyet, nâmus gibi kutsal duygular için
canını feda eden askerlere, kanunlar vaz ederek ve hükümler vererek kanun
yapanlara, kendisine gelen davaları hallederek hâkimlere, aile reisi olarak
kocalara ve babalara mükemmel bir örnek ve önder oldu. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem, zâlimleri, cânileri, mütecâvizleri, haksızları
cezalandırarak adalet timsali oldu. Kazandığı savaşlarda esir düşenleri
affederek, kendisine karşı son derece kötü davrananlara iyi davranarak
merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği verdi.
Hz.
Peygamber, ahlâkî yaşayışıyla, davranışlarıyla, sıkıntılara göğüs germesi,
güçlüklere ve belâlara sabretmesiyle de eşsiz bir örnek sergiledi.
Onun
hayatının bütün safhaları, mü’minler için takip edilecek yegâne örnek olma
özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir. Ancak o, âyetten açıkça anlaşıldığı
üzere, mü’minler, Allah’ı ve âhiret gününü uman ve Allah’ı çokça ananlar için örnektir.
قال تعالى: { فَلاَ وَرَبِّكَ
لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ
يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ
تَسْلِيمًا }
.
5. “Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.” Nisâ
sûresi (4), 65
Allah
Teâlâ bu âyette sahâbîlere, dolayısıyle bütün müslümanlara, aralarında ihtilâfa
düştükleri işlerde, içinden çıkamadıkları problemlerde Resûlullah’ın
hakemliğine başvurmaları gerektiğini emreder. Onun hakemliğine başvuran
müslümanlara düşen en önemli görev, verdiği hükme tam ve gönülden razı ve
teslim olmaktır. Ancak bu sayede hakiki mü’min olunabilir.
Sahâbeden
sonraki müslümanlar ve dolayısıyla bizler, Peygamber’in hakemliğine nasıl
başvuracağız? Allah Resulû, bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız
sürece sapıklığa düşmezsiniz. Allah’ın Kitabı Kur’an ve Resûlü’nün sünneti” (Muvatta’, Kader 3).
O
halde problemlerimizi Kur’an ve Sünnet’in ışığında çözmek zorundayız. Bu şu
demektir: Hükmü Kur’an ve Sünnet’te bulunan meseleleri bu iki kaynağa göre
halledeceğiz. Şayet aradığımız konu, Kur’an ve Sünnet’te bulunmuyorsa, onu
nasıl halledeceğimizi Kur’an ve Sünnet’in emir ve tavsiye ettiği doğrultuda
karara bağlayacağız.
Zübeyr
İbni Avvâm, Medine dışındaki bir arazinin sulanması konusunda ensardan bir kişi
ile münakaşa etmişti. Konu Hz. Peygamber’e arzedildi. Allah Resûlü’nün verdiği
hüküm ensardan olan müslümanın hoşuna gitmedi, hatta Peygamber Efendimiz’i
taraf tutmakla itham etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu
(Bilgi için bk. Buhârî, Tefsîru sûre (4), 12, Müsâkât 8, Sulh 12).
Bu âyette
dikkat çeken bir kaç noktaya açıklık getirmemiz, konunun önemini ve daha iyi
anlaşılmasını sağlayacaktır. Şöyle ki:
Allah
Teâlâ, gerçek mü’min olmayı birtakım şartlara bağlamıştır:
1.
Mü’minler, aralarında çıkan problemlerde, Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in hakemliğine başvurmak zorundadırlar. Onun hükmünü kabul
etmeyen kimse, mü’min olamaz.
2.
Mü’minlerin, Resûl-i Ekrem’in verdiği hükme karşı içlerinde bir burukluk
duymamaları gerekir. Bu hükme rızâ gösteren kişi, kalben değil de zâhirde razı
olmuş görünebilir. Âyet, rızânın mutlaka kalben olması gerektiğini açıkça
ortaya koymaktadır.
3.
Mü’minler, Resûlullah Efendimiz’in verdiği hükme tam anlamıyla teslim
olmalıdırlar. Hükmün hak ve doğru olduğuna kalben inanan bir kimse, bazan hakkı
kabul etmemekte ayak diretir veya tereddüt eder. İşte Allah Teâlâ, iman
konusunda kalbde mutlaka yakînin hasıl olmasını, bununla birlikte, zâhirde de
teslimiyetin mutlaka bulunmasını açıkça beyan eder. Bu sebeble âyette hem “içlerinde
bir burukluk duymamayı” hem de “tam anlamıyla teslim olmayı” ayrı
ayrı zikretmişdir. Birincisi kalben teslimiyeti, ikincisi de görünürde hükmün
gereğini yerine getirmeyi ifade eder.
Bu
mânasıyla âyet Resûlullah’dan gelen her sahih hadise şamildir. Sahih
sünnetin bulunduğu bir konuda, sünnetteki ahkâmın dışında bir yol takip etmek
câiz olmaz. Şayet bilmeyerek böyle yapılmışsa, sahih sünnet veya
hadise vakıf olununca onlara dönülür. Sahâbe zamanından itibaren, bunun pek çok
misali görülmüştür. Ömer ibni Hattâb, Ömer ibni Abdülaziz başta olmak üzere
sahâbe, tâbiûn ve onlardan sonraki nesillerden seçkin ulemânın tavrı bu idi.
Müctehid
bir hâkimin hükmü, Kitab ve Sünnet’in nassına muhalif olduğunda, o hükmü
ortadan kaldırmak ve yürürlükte kalmasına engel olmak vâcip olur. Kitab’ın ve
sahih sünnetin nasları, aklî ihtimaller, nefsânî ve şeytânî yorumlarla
birbiriyle çelişkili gösterilemez.
Abdullah
İbni Ömer, Resûl-i Ekrem’in:
“Sizden izin istediklerinde kadınların camiye
gitmesine engel olmayınız” buyurduğunu rivâyet etmişti. Bunun üzerine oğlu
Bilâl:
“Vallahi
biz onları engelliyoruz” dedi. Babası Abdullah;
“Ben
Resûlullah şöyle buyurdu diyorum; sen, biz onları engelliyoruz diyorsun”
diye oğlunu azarladı ve hatta rivâyet edildiğine göre onunla ölünceye kadar
konuşmadı (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 90; Ali
el-Kârî, el-Mirkât, I, 339).
Nevevî,
fâsık ve bid’atçılarla hayat boyunca konuşmamanın câiz olduğunu söyler. Üç
günden fazla konuşmamanın yasaklanmış olması, bid’atçi ve fâsıklarla ilgili
değildir.
Katâde’nin
naklettiğine göre, İbni Sîrîn, bir adama Resûlullah Efendimiz’den bir hadis rivâyet
etmişti. Bunun üzerine adam: “Filan ve filan da şöyle dediler” deyince, İbni
Sîrîn:
“Ben
sana Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bahsediyorum, sen
filan ve filan da şöyle dedi diyorsun, seninle ebediyen konuşmayacağım” diye
karşılık verdi.
Mâlik
İbni Enes’in yanına bir adam geldi ve kendisinden bir mesele sordu. Mâlik ona:
“Resûlullah şöyle şöyle buyurdu, deyince, adam: Senin görüşün ne? dedi. Bunun
üzerine Mâlik, “Peygamberin emrine muhalefet edenler, fitneye ve can
yakıcı azaba uğramaktan, korksunlar” [Nûr sûresi (24), 63] âyetini
okudu.
İbni
Teymiye’ye göre: Allah Teâlâ’nın kendisine ve Resûlü’ne itaatı, kulları üzerine
farz kıldığı, kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Resûlullah Efendimiz dışında,
emrettiği ve nehyettiği her konuda, bir kimseye, ümmetin itaat etmesi vâcip
değildir. Ümmetin sıddîki ve en faziletlisi olan Hz. Ebû Bekr şöyle der: “Allah’a
itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Şâyet Allah’a isyan edersem, bana itaat
etmeniz söz konusu olamaz.” Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem hariç, emrettiği ve nehyettiğinde masum olan bir tek fert
yoktur. Bu sebepledir ki, bütün imamlar, Resûlullah Efendimiz dışında her
insanın sözü alınır da terk de edilir demişlerdir.
Dört
büyük mezhep imamı, söyledikleri her şeyde insanların kendilerini taklid
etmesini yasaklamışlardır. Vâcip olan budur. Ebû Hanîfe: Bu benim görüşümdür ve
gördüğümün en iyisidir. Kim benim görüşümden daha iyisini getirirse, onu kabul
ediniz, demiştir. Ebû Hanîfe’nin önde gelen talebesi Ebû Yûsuf, Medine’li büyük
muhaddis Mâlik İbni Enes’le bir araya gelince, ona bazı konular hakkında
kanaatini sordu. Mâlik de ona bu konudaki hadisleri okudu. O zaman Ebû Yûsuf
dedi ki:
“Kendi
görüşümden vazgeçip senin söylediklerine döndüm. Şayet üstadım Ebû Hanîfe benim
gördüklerimi görseydi, o da benim gibi görüşünden vazgeçip okuduğun rivâyetlere
dönerdi.”
İmam
Mâlik şöyle derdi:
“Ben
bir beşerim, isabet de ederim, hatâ da edebilirim. Benim sözlerimi Kur’an ve
Sünnet’e arz ediniz.”
İmam
Şâfiî: “Benim sözümün aksini ifade eden sahih bir hadis bulunca, benim sözümü
duvara çalın. Yolunca vaz olunmuş bir hüccet gördüğüm zaman, benim sözüm odur”
der.
Demek
oluyor ki, Allah ve Resûlü bir konuda hüküm vermişse, bir başka seçenek yoktur.
Başka sözler ve görüşler, Resûlullah’ın hadis ve sünnetine uymazsa, onları
terketmek vâcip olur.
قال تعالى:
{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ
اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ
إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ
ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً }
. قال العلماء: معناه: إلى الكتاب والسنة.
6. “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de
itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve
Resûlüne götürün. Bu,
daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” Nisâ sûresi (4), 59
Bir
önceki âyetin açıklamasında da belirtildiği gibi, mü’minler, herhangi bir
konunun hükmü hakkında görüş ayrılığına düştüklerinde, problemin çözümü için
Allah’ın kitabı Kur’an’a ve O’nun Resûlü’nün sünnetine baş vurmak
zorundadırlar. Resûl-i Ekrem hayatta iken, sahâbe-i kirâm, ihtilafa düştükleri
her meseleyi Peygamberimiz’e sorarlardı. Onun vefatından sonra sahâbe ve daha
sonraki nesiller, meselelerini Kur’an ve Sünnet’in ışığında çözdüler.
Mü’minler
arasında problem olan konu, ister inanç ister günlük hayat ile ilgili olsun,
onu Kitap ve Sünnet’e göre halletme mecburiyeti vardır. Bu Allah Teâlâ’nın
emridir: “Ayrılığa düştüğünüzde herhangi bir şey hakkında hüküm vermek,
Allah’a aittir” [Şûrâ sûresi (42), 10]. Kur’an ve Sünnet’e göre
hükmeden, doğru ve hakkaniyetli bir hüküm vermiş olur. Problemlerini Kitap ve
Sünnet’e baş vurarak halletmeyen, hükmünü o ikisine göre vermeyen kimsenin,
Allah’a ve âhiret gününe iman etmiş sayılmayacağı da böylece anlaşılmış olur.
Bu
âyet, Abdullah İbni Huzâfe hakkında nazil oldu. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Abdullah’ı bir orduya kumandan tayin etti ve askerlere
komutanlarını dinleyip itaât etmelerini emretti. Abdullah bazı sebeplerle
askerlere kızdı ve bir ateş yakmalarını sonra da içine girmelerini emretti ve:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni dinlemenizi ve
bana itaat etmenizi size emretmedi mi?” dedi. Askerlerden bir kısmı bu emre
uymadı, bir kısmı ise uymaya kalktı. Esasen Abdullah onların kendisine itaat
edip etmeyeceklerini denemek istemişti. Sonra gelip durumu Peygamber
Efendimiz’e sordular. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem :
“Şâyet girseydiniz ondan artık çıkamazdınız. İtaat
yalnızca dinin uygun gördüğü konulardadır” buyurdu (Müslim, İmâre 39-40).
Askerler,
komutanın emrine uyup uymama konusunda münakaşa etmişlerdi. İşte “Herhangi
bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasûlüne götürün” âyeti
bunun üzerine nazil oldu.
قال تعالى: { مَّنْ يُطِعِ
الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ
حَفِيظًا }
.
7. “Kim Resûle itaat
ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi
olarak göndermedik.” Nisâ sûresi (4), 80
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın emir ve nehiylerinin tebliğcisidir. Daha
önceki âyetlerde açıklandığı gibi, o kendiliğinden bir şey söylemez. Söyledikleri
Allah’ın kendisine bildirdiklerinden ibarettir. Dolayısıyla itaat ve
itaatsizlik sadece Allah’a karşı söz konusudur. Resûl-i Ekrem’e itaati emreden
ve ona itaati kendine itaat sayan Cenâb-ı Hak’dır.
قال تعالى:{وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى
صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ. صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا
فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الأمُورُ}.
8. “Şüphesiz ki sen
doğru yola, Allah’ın yoluna götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah'ın
yoluna götürüyorsun. İyi bilin ki bütün işler sonunda yalnız Allah'a
dönecektir.” Şûrâ sûresi (42), 52-53
Hz.
Peygamber’in insanları vahiyle davet ettiği yol, doğru yol, sırât-ı
müstakîmdir. Bu yol, Allah’ın yoludur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem insanları İslâm’a davet etti. O halde, İslâm dininin bütün emir
ve yasakları, yani Kur’an ve Sünnet, sırat-ı müstakîm dediğimiz doğru yolu
oluşturur. İslâm’a gerektiği gibi inanıp, onu hayatına uygulayan kimse doğru
yolda sayılır. Resûl-i Ekrem Efendimiz peygamberlikle görevlendirildiği günden,
dünya hayatına veda ettiği ana kadar insanları Allah’ın yoluna davetle meşgul
oldu. Bu yola davet etmenin bütün yol ve yöntemlerini ashâba, dolayısıyla
ümmetine öğretti. Kendisinden sonra gelen halifeleri de, aynı yolu izledi. O
halde insanlığı doğru yola davet etmenin yol ve yöntemini öncelikle öğrenmek
gerekir. Bu ise İslâm’ı bilmekle olur. Kur’an ve Sünnet bilgisi ilk temeli
oluşturur. Hz. Peygamber’in hayatını ayrıntılarıyla bilmek, öğrenmek dine
davetin en önemli merhalelerinin başında gelir. Mademki Allah Teâlâ “Sen
doğru yola, Allah’ın yoluna götürüyorsun” buyuruyor, o halde o yolu ve
o yolun önder ve örneğini iyi bilip tanımak gerekir.
قال تعالى:
{ فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ
أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ } .
9. “Allah Resûlü’nün emrine aykırı davrananlar,
kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut acı bir azabın uğramasından
sakınsınlar.” Nûr
sûresi (24), 63
Şimdiye
kadar açıklamaya çalıştığımız âyetlerden, Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in emrettiklerini yapmak, nehyettiklerinden sakınmak gerektiğini,
onun kendiliğinden konuşmadığını, söylediklerinin vahye dayandığını, Allah’ı
sevdiğini iddia edenlerin Resûlullah’a uyacaklarını, Allah Resûlü’nün
mü’minlere en güzel örnek olduğunu, mü’minlerin aralarında çıkan ihtilaflı
meselelerde Resûlullah’ı hakem yapmalarını, ihtilafa düştükleri konuları Allah
ve Resûlü’ne götürmelerini, Resûlullah’a itaatın Allah’a itaat olduğunu,
Resûlullah’ın Allah yolunda kılavuzluk ettiğini öğrendik. Bu âyet ise, bütün bu
niteliklere sahip bir Resûle muhalefet edilmemesi, karşı çıkılmaması gereğini
kuvvetle vurguluyor. Şâyet karşı çıkılırsa, böyle yapanlara Allah’ın dünyada
bir belâ göndereceği, onları âhirette de can yakıcı bir azaba uğratacağı beyan
ediliyor.
Esasen
iyi bir mü’min, peygamberine asla muhalefet edemez. Çünkü peygambere karşı
gelmek, insanı imansızlığa götürür. Bu âyetteki muhalefet, bu sebeple
münâfıkların davranışı olarak tefsir edilmiştir. Şâyet bir mü’min böyle
davranırsa, onda nifak alâmeti var demektir.
Allah,
insana dünyada çeşit çeşit belâ ve musibetler verir. Her türlü dünya meşakkati
ve sıkıntısı bir belâ, bir musibettir. İnsanların birbirlerini öldürmeleri,
terör ve anarşi, zelzeleler, yangınlar, seller, insanoğlunun başına gelen ve
bir çoğu beşerî tedbirlerle önlenemeyen belâ ve musibetlerdir. Bunların her
birini bir günahın, bir isyanın mutlak neticesi şeklinde anlamak veya böyle bir
sebebe bağlamak, isabetli bir yorum sayılmaz. Zira Allah, her isyanın ve
günahın cezasını anında, kişiye ve topluma yönelik bir belâ ve musibete
döndürmez. Hatta bizim inancımıza göre, Allah kullarını cezalandırmakta acele
de etmez. Günahkâr kulların tövbeye yönelmesi ve bir daha günah
işlememesi için onlara mühlet verir. Ancak günahta ısrar edenleri bazı
musibetlerle imtihan eder. Bu imtihanda başkalarının alacağı dersler ve
ibretler de bulunur. Bu belâ imtihanı, ferdi olabileceği gibi, ictimâî de
olabilir. Çünkü günahkâr fertler gibi günaha dalmış toplumlar da vardır.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde bunların örneklerine rastlarız. İnsanlığın
bilinen tarihi de buna şahitlik eder. Bütün kutsal kitaplar, dinler ve örfler
günah ile musibetler arasında bir ilginin varlığından söz eder. Bazı kere
musibetler mükâfatları da beraberinde getirir. Çünkü fertlerin ve toplumların
ıslaha yönelmeleri, çoğu kere büyük musibetler sonrasına rastlar. “Bir musibet
bin nasihatten yeğdir” atasözümüz bunu çok veciz bir şekilde ifade eder.
Toplumun
başına zâlim bir yöneticinin gelmesi de dünyalık musibetlerdendir.
قال تعالى : { وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى
فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا
خَبِيرًا } . والآيات في الباب كثيرة.
10. “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphe
yok ki Allah lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır.” Ahzâb sûresi (33), 34
Bu
âyette kastedilen mânayı daha iyi anlayabilmek için, bundan önceki iki âyetin
anlamını bilmemiz gerekir. O âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey peygamber kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri
gibi değilsiniz. Eğer (Allah’dan) korkarsanız, erkeklerle konuşmanızda yumuşak
davranmayın ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin, güzel, şüpheden
uzak bir biçimde, söz söyleyin. Evlerinizde oturun, ilk Câhiliye çağı
kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak, kırıla döküle yürümeyin.
Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt!
Allah sizden her türlü kiri gidermek, sizi tertemiz yapmak ister” [Ahzâb sûresi (33), 32-33].
Bu
emirler, Peygamberimiz’in eşlerine yönelik ise de, bunların bütün islâm
kadınlarına şâmil olduğunda şüphe yoktur. Bu âyetler, erkeklerle kadınlar
arasında iffetin, nezâhet ve nezâketin hâkim olması gerektiğini göstermektedir.
Allah’ın âyetleri ve Resûlü’nün sünneti, aile hayatımızın nasıl olması icab
ettiğini bize öğretmektedir. Peygamberimiz bunun en mükemmel uygulayıcısı
olmuştur. Âyette geçen “hikmet”ten maksat, Hz. Peygamber’in
sünnetidir.
Allah
Teâlâ, kişilerin ve ailenin saadetinin Kur’an ve Sünnet’te olduğunu, edebin ve
ahlâkın en üstününün de bu iki kaynakta bulunduğunu, peygamber ailesinin
şahsında bütün müslümanlara, hatta bütün insanlığa beyan etmiştir. Özellikle
peygamber ailesinin zikredilmesinin sebebi, onların evlerinin vahyin beşiği
olmasından ve en mükemmel uygulamanın onların evinde yapılmasından dolayıdır.
Dikkat
edilirse, burada arka arkaya sıralanan âyetler, birbirinin anlam ve muhtevasını
tamamlayıcı bir nitelik arzeder. Bu durum, aynı zamanda bize bir usul, üslûp ve
sistemi de öğretip kavratıyor. O da, Kur’an’ı bir bütünlük içinde ele alma,
anlama ve kavrama yoludur. Bu âyetlerin her biri çeşitli yönleri ile
Peygamberimiz’i bize anlatıp tanıtmaktadır.
Hadisler
158- فالأَوَّلُ : عنْ أَبِي
هُرَيْرَةَ رضي اللَّه عنه عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «دَعُونِي ما تَرَكتُكُمْ: إِنَّما
أَهْلَكَ من كَانَ قبْلكُم كَثْرةُ سُؤَالِهمْ ، وَاخْتِلافُهُمْ عَلَى
أَنْبيائِهمْ، فَإِذا نَهَيْتُكُمْ عنْ شَيْءٍ فاجْتَنِبُوهُ ، وَإِذا
أَمَرْتُكُمْ بأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ ما اسْتَطَعْتُمْ » متفقٌ عليه .
158. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet
edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Herhangi
bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi halime
bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı
münakaşaya dalmaları helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman
ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde
yerine getiriniz.”
Buhârî, İ’tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-131.
Ayrıca bk. Tirmizî, İlim 17; Nesâî, Hac 1; İbni Mâce, Mukaddime 1
Açıklamalar
Kur’ân-ı
Kerim’in bazı sûre ve âyetlerinin nâzil oluş sebebi bulunduğu gibi,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı hadislerinin de bir
söyleniş (vürûd) sebebi vardır.
Açıklamaya
çalıştığımız bu hadisin vürûd sebebini Ebû Hüreyre’nin şu rivayetinden anlamak
mümkündür:
Resûl-i
Ekrem Efendimiz bize hitap etti ve şöyle buyurdu:
- “Ey müslümanlar! Size hac farz kılınmıştır, o halde
hac yapınız”.
Bir adam:
–
Her sene mi, Ya Resûlallah? dedi.
Resûlullah
cevap vermeyip sustu. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz:
– “Şâyet “evet” desem, mutlaka farz olurdu, tabiî
sizin de buna gücünüz yetmezdi” buyurdular (Müslim, Hac 412). Sonra
da bu hadisi söylediler.
Hz.
Peygamber’e bu soruyu soran sahâbî Akra İbni Hâbis’tir. O, namazın, zekâtın,
orucun tekrar tekrar yapıldığını bildiği için, hac ibadetini de bunlara
kıyas ederek bu soruyu sormuştu. Bütün mükelleflere her sene bu ibadeti tekrar
etmenin zorluğunu, hatta imkânsızlığını düşünememişti. Peygamber Efendimiz,
önce onun bu sualine cevap vermedi. Çünkü susmak, bilgisize cevap teşkil eder.
Faydalı ve güzel soru ise, ilmin yarısıdır, denir.
Hz.
Peygamber ümmete açıklanması gereken ve insanların ihtiyacı olan bir konuda
susmazdı. Şâyet sorulan soru bu çeşit bir ihtiyaçtan kaynaklanıyorsa, onu
mutlaka en açık şekilde cevaplandırırdı. Fakat, Akra’ın sorusunu böyle
değerlendirmediğini, aksine tekrar tekrar sorduğu halde sorusunu
cevaplandırmadığını görüyoruz. Ne var ki, susmasının cevap teşkil etmediğini
görünce, bu soruyu da açık bir şekilde cevaplamıştır. Resûl-i Ekrem’in cevap
tarzından soru soranı pek hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Akra İbni
Hâbis, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözlerini
tamamlamadan ve ilgili açıklamaları yapmadan bu soruyu sormuş olabilir. Oysa
Allah Teâlâ, bu konudaki davranış edebini mü’minlere şöyle bildirmişti:
“Ey inananlar! Allah’ın ve Resûlü’nün huzurunda öne
geçmeyin. Onların önüne kendiniz geçmediğiniz gibi, onlardan önce konuşmaya,
bir iş hakkında hüküm beyan etmeye de kalkmayın” [Hucurât sûresi (49), 1].
Peygamber
Efendimiz, özellikle itikat, ibadetlerin farz oluşu, helâl ve haram gibi
vahiyle tesbit edilen konularda kendisinin bildirdikleri ile yetinmeyi, ince
eleyip sık dokumamayı, çok ve gereksiz soru sormaktan sakınmayı tavsiye
ederlerdi. Bu sebeple: “Benim sizin anlayış ve kavrayışınıza bıraktığım
konularda siz de beni kendi halime bırakın” buyurmuşlardır.
Niçin böyle yapılması gerektiğini de, geçmiş ümmetlerin, yahudi ve
hıristiyanların helâk oluşlarını örnek göstererek açıklamışlardır. Çünkü onlar,
peygamberlerine çok ve yersiz sorular sorarlardı. Ayrıca peygamberlerinin
verdiği cevabı kabullenmek yerine, onu aralarında münakaşa ederler, ihtilafa
düşerlerdi. Bu nitelikleri, yani çok ve yersiz sorular sormaları, aldıkları
cevapları münakaşa konusu yapıp çok ihtilafa düşmeleri onların helâkine sebeb
oldu. Çünkü ihtilaf, ayrılıkları ve gruplaşmaları doğurur. Bunun neticesinde
toplumun birlik ve beraberliği ortadan kalkar. Birlik ve beraberliği
bünyelerinde sağlayamayan milletler ve ümmetler ise helâke sürüklenirler. Bütün
bunlar zaruret olmaksızın soru sormanın, Allah ve Resûlü tarafından hükümleri
belirtilmiş konularda ihtilaf etmenin haram kılındığını gösterir. Çünkü, bir
işin sonu helâk olursa, o işin haram veya büyük günah olduğu âşikârdır.
Özellikle ihtilaflar, kalplerin ayrılmasına ve dinin zayıflamasına sebeb olur.
Bunlar nasıl haramsa, bunlara yol açan sebebler de aynı şekilde haram olur.
Dinin
yasak ettiği şeylerden kesinlikle sakınılması, uzak durulması gerekir. Bu
konuda müsamaha yoktur. “Gücüm yetmiyor” veya “Alıştığım
için bırakamıyorum” gibi mazeretler de geçerli değildir. Tabii ki,
ızdırar hali denilen zorunlu durumlar her zaman istisna teşkil eder. Bu ise,
zaman, mekân ve şahıslara göre değişiklik arzeden ve geniş açıklamaları
gerektiren bir konudur. Kişinin dindarlığı ve takvâsı, yaptığı
ibadetlerden çok, yasaklardan kaçınması ile değerlendirilir. Çünkü yasaklardan
uzak durmak, bir riyâ, gösteriş ve başkalarına hoş görünme konusu olamaz. İbadetlerde
ise, bunlar şu veya bu ölçüde bulunabilir.
Yasaklardan
kesin olarak kaçınılmasına karşılık, dindeki emirler herkesin gücünün yettiği
ölçüde uyması gereken bir özellik arzeder. Çünkü bir işi yapmanın, yapabilmenin
çeşitli şartları ve sebebleri vardır. Bu şart ve sebebler, herkeste aynı oranda
bulunmayabilir veya hiç olmayabilir. O halde herkes gücünün yettiğinden
sorumludur. Çünkü Allah Teâlâ, hiç kimseye gücünün üstünde bir yük
yüklememiştir [Bakara sûresi (2), 286]. Kimileri bir işi yapmaya güç
yetirirken, kimileri yetiremeyebilir. Sorumluluk güç yettiği orandadır. Cenâb-ı
Hak da “Allah’a karşı vazifelerinize gücünüz yettiği kadar dikkat edin.
Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak (mallarınızı Allah uğrunda)
harcayın” [Teğâbün sûresi (64), 16] buyurur.
Farz
olan ibadetlerin yapılmasında herkes aynı mükellefiyeti taşır. Nâfile ibadetler
ise, daha önce de geçtiği gibi, her ferdin gücü ile, kudreti ile sınırlı ve
ihtiyârîdir. Bu kâide sadece ibadetlerimizde değil, bütün dînî emirlerde
geçerlidir.
Bu
hadis 1275 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Ortaya problemler çıkaracak, şüphelerin doğmasına, münakaşalarla ihtilafların
artmasına sebep olacak sorular sormak haramdır.
2.
Birtakım ciddî boyuttaki münakaşa ve ihtilaflar, fertlerin ve toplumların
yıkılışına sebep olur.
3.
Dinin kesin olarak yasakladığı şeylerden mutlaka uzak durmak, uyulması gereken
farzlardandır.
4.
Dinî yasaklarda müsamaha ve gevşeklik câiz değildir.
5.
Dinî emirler, güç yettiği nisbette yerine getirilir.
6.
Peygamber’in sünneti üzerinde münakaşaya dalmak doğru değildir.
159- الثَّاني : عَنْ أَبِي نَجِيحٍ
الْعِرْباضِ بْنِ سَارِيَة رضي اللَّه عنه قال : وَعَظَنَا رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم مَوْعِظَةً بليغةً وَجِلَتْ مِنْهَا الْقُلُوبُ وَذَرَفَتْ
مِنْهَا الْعُيُون ، فقُلْنَا : يا رَسولَ اللَّه كَأَنَهَا موْعِظَةُ مُوَدِّعٍ
فَأَوْصِنَا . قال : « أُوصِيكُمْ بِتَقْوى اللَّه،
وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وإِنْ تَأَمَّر عَلَيْكُمْ عَبْدٌ حبشيٌ ، وَأَنَّهُ
مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ فَسَيرى اخْتِلافاً كثِيرا . فَعَلَيْكُمْ بسُنَّتي
وَسُنَّةِ الْخُلُفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ ، عضُّوا عَلَيْهَا
بالنَّواجِذِ ، وإِيَّاكُمْ ومُحْدثَاتِ الأُمُورِ فَإِنَّ كُلَّ بِدْعَةٍ ضلالَةٌ
» رواه أبو داود ، والترمذِي وقال حديث
حسن صحيح .
« النَّواجِذُ
» بالذال المعجمة : الأَنْيَابُ ، وقيلَ :
الأَضْرَاسُ
.
159. Ebû Necih İrbâz İbni Sâriye radıyallahu
anh şöyle dedi:
“Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı
kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne
benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun, dedik. Bunun üzerine:
– “Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir
Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden
sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O
zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan
Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız.
Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at
dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular.
Ebû
Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 16. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 6
İrbâz İbni Sâriye
İlk müslümanlardan olan İrbâz, sahâbenin
meşhurlarından ve Suffe ehlinin önde gelenlerindendir. Künyesi Ebû Necih olup
Süleym kabilesine mensuptur. Gözü yaşlı sahâbîlerdendir. Cihada çıkmak için
binit bulamadıkları için ağlayan ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
müracaat edenler arasında o da vardı. Şu âyet onlar hakkında nâzil oldu:
“Kendilerine (binek sağlayıp) bindirmen için sana
geldikleri zaman, sen ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince, harcayacak
bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen
kimselere de sorumluluk yoktur. Onlar da kınanmazlar” [Tevbe sûresi (9), 92]. Dinin bir emrini
yerine getirmeyen bir kimse, şayet bunu bir özür sebebi ile yapamıyorsa
ağlamanın ve hüzün duymanın câiz olduğuna bu âyet delil teşkil eder.
İrbâz İbni Sâriye daha sonraları Suriye’de Humus’a
yerleşti. Abdullah İbni Zübeyr fitnesi diye adlandırılan hâdiseler esnasında,
hicrî 75 senesinde vefat etti. Öldüğü sırada yaşı bir hayli ilerlemişti. Son
zamanlarında ölümü arzu ediyor ve bu arzusunu şöyle dile getiriyordu:
“Allah’ım! Yaşım ilerledi, azmim zayıfladı, beni kendi
katına al.”
Başına gelen bir olayı da şöyle hikaye eder:
“Bir gün Dımaşk Mescidi’nde namaz kılıyor ve ölümü
arzu ederek dua ediyordum. Ansızın, erkek güzeli bir delikanlı, üzerinde yeşil
ve kalın bir elbiseyle ortaya çıkıverdi. Bana:
- Böyle nasıl dua ediyorsun? dedi. Ben de kendisine:
- Nasıl dua edeyim, ey kardeşim oğlu? diye sordum.
Dedi ki:
- Allah’ım! Amelimi güzel kıl, ecelimi de ulaştır, de.
Ben:
- Allah’ın rahmetine eresin, sen kimsin? dedim.
- Ben mü’minlerin kalplerinden hüznü alan Retbâbil
adlı meleğim, dedi. Sonra kendisine doğru yaklaşmaya çalıştım, fakat kimseyi
göremedim.
İrbâz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den otuz
bir hadis rivâyet etmiştir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadisin
bir başka rivâyetinden, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
bu konuşmayı bir sabah namazından sonra yaptığını öğreniyoruz. Peygamber
Efendimiz’in va’zları, nasihat ve öğütleri kısa, özlü ve dikkat çekici idi. Bu
sebeple sahâbe-i kirâm onu kolayca ezberleyip akıllarında tutarlar ve
birbirlerine anlatıp aktarırlardı. Ayrıca Resûl-i Ekrem, va’z ve nasihat
zamanını çok iyi gözetir, sahâbenin halini, vaktini ve içinde bulunduğu durumu
dikkate alırdı.
Hadisin
ravisi İrbâz, bu çok tesirli öğüdü dinleyen ashâbın o andaki hislerini ve
durumlarını dile getirmektedir. Sahâbeden pek çokları Hz. Peygamber’den bir
hadis naklederken, o andaki ortamı da bize haber verirler. Bu, onların güzel
âdetlerinden biridir. Böylece biz, onların Hz. Peygamber’i ne kadar can kulağı
ile dinlediklerini, sonra ona nasıl uyduklarını, itaat ettiklerini de öğrenmiş
oluruz. Bu durum, bize aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in hadisleri ve sünneti
karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini de öğretir.
Sahâbe,
Resûl-i Ekrem’in sözleri karşısında ürperir, kalpleri titrer ve gözlerinden yaş
akıtarak ağlarlardı. Bütün bunlar, samimiyetle inanmanın, itaat arzusu içinde
olmanın, Allah ve Resûlü’nü sevip, saymanın birer göstergesidir. Kur’an ve Sünnet
karşısında bizlerin de örnek almamız gereken davranışlardır.
Hz.
Peygamber’in bu öğüdünün, inzâr yani uyarı niteliği taşıdığı, kıyamet
ahvalinden, ölümden ve dünyanın âkıbetinden bahsettiği anlaşılmaktadır. Onun
için, hadiste geçen “beliğ” kelimesini, az sözle çok şey
anlatmak demek olan vecize şeklinde anlamak istemediğimizden, “çok
tesirli öğüt” diye tercüme ettik. Çünkü kalbi ürperten ve insanları
ağlatan bir öğüdün beliğ ve veciz olması yeterli sayılmaz. Aynı zamanda daha
derûnî nitelikler taşıması gerekir. Nitekim sahâbe-i kirâm bu öğütten o kadar
etkilendiler ki, bunu dünyaya vedâ eden bir insanın son sözlerine benzetip,
Resûlullah Efendimiz’den kendilerine tavsiyede bulunmasını istediler. Yine,
Peygamberimiz, o ana kadar sahâbîlerin pek alışık olmadığı bir üslupla
konuşmuştur, diyebiliriz. Sahâbîler bu konuşmadan yakaladıkları ip uçları ile
bir hükme vardılar, bunu da açıkça Hz. Peygamber’e söylediler. “Bu
öğüt, sanki veda eden bir kimsenin sözlerine benziyor” değerlendirmesinin
anlamı budur.
Sahâbe
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir nevi veda konuşması
yaptığını görünce:
Madem
ki durum budur, o halde senden sonra ne yapacağımızı bize emret. Kurtuluşa
nasıl ereceğimizi, yaşadığımız sürece nasıl bir yol takip edeceğimizi, senden
sonraki halimizin ne olacağını bize söyle, demek istediler. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz onlara çok kısa, fakat gerçekten çok muhtevalı bir
tavsiyede bulundu.
İlk
tavsiye ettiği şey takvâ oldu. Takvâ çok
geniş anlamlı bir terimdir. Kısaca belirtmek gerekirse Allah’tan korkmayı,
Allah’a karşı günah işlemekten sakınmayı, O’na son derece saygılı olmayı, dinin
emrettiği her şeye gücü ölçüsünde sarılmayı, yasakladıklarından da uzak durmayı
ifade eder.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizden önce kitap verilenlere de, size de
‘Allah’dan korkun’ diye tavsiye ettik” [Nisâ sûresi (4), 131].
Bu
âyet takvânın üç kısmını da kapsamaktadır. Bunlar:
*Şirkten
ve Allah’a karşı isyandan sakınmak,
*Allah’dan
başka kimseden korkmamak,
*Emredilenleri
yapmak, yasak kılınanlardan uzak durmaktır.
Takvâ âhiret azığıdır. İnsanı ebedî azabdan o
kurtarır, cennete o ulaştırır, Allah’ın hoşnutluğuna o nâil kılar. Kısaca takvâ,
iyi ve üstün mü’min olmanın adıdır. Bu ise yukarıdan beri ifade etmeye
çalıştığımız gibi, ferdi kendi iç bünyesinde nefis muhasebesine, kendi kendini
kontrole sevkeder. Böylece fert olgunlaşır ve kendi dışındakilerle
münasebetlerini düzene koyma imkânına kavuşur. Bu, toplumda düzeni sağlamanın
da ilk basamağıdır. Takvâ sahibi olmak, insanların elinde olan
ve birbirleri ile yarışabilecekleri bir alandır. Onun için Allah Teâlâ:
“Allah katında en üstün olanınız, Allah’dan en çok
korkanlarınız, takvâda en ileri olanlarınızdır” [Hucurât sûresi (49), 13] buyurur.
Hz.
Peygamber’in takvâdan sonra tavsiye ettiği ikinci önemli konu,
emîri yani devleti yöneteni dinlemek ve ona itaat etmektir. Hatta bu yönetici,
toplumun en alt tabakası içinden çıkmış biri de olsa, ona itaat
mecburiyeti vardır.
Nitekim
hadiste “Habeşli bir köle bile başınıza emir olsa” denilmektedir
ki, İslâm hukukuna göre kölelerin emirliği câiz değildir. Bu bir faraziye, bir
varsayımdır. İtaatin önemini kavratmak, fitneden korunmanın yolunu öğretmek,
başsızlığın felaket olduğuna dikkat çekmek içindir. Ancak yöneticiyi dinlemek
ve ona itaat etmek, her hâl ü kârda mutlak bir emir şeklinde anlaşılagelmiş
değildir. Dinleme ve itaatin boyutlarını, şartlarını ve niteliklerini de Kur’an
ve Sünnet açıklığa kavuşturmuştur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem: “İtaat, dinin uygun gördüğü hususlardadır” buyurmuşlardır. Yöneticilerin,
günah olan emirlerine itaat edilmez. Fakat bu sebeble onlara karşı ayaklanmak
ve harp ilan etmek de câiz görülmemiştir. Çünkü itaatin zıddı her zaman isyan
ve başkaldırma değildir. İsyanda toplumun fitneye sürüklenmesi ve daha büyük
musibetlere uğraması sözkonusudur. İslâm, fitneyi önlemek ve ortadan
kaldırmak için meşrû sayılan her yola başvurur. Kur’ân-ı Kerîm, “fitne
çıkarmanın adam öldürmekten daha büyük bir günah olduğunu” bildirir
[Bakara sûresi (2), 191, 217].
Bir
emîre, devlet başkanına itaat etmenin şartı ise, onun soyu sopu ve nesebi
değildir. Burada aranan şart, emîrin İslâm’a uygun davranıp
davranmadığıdır. Yönetici âdil de olsa, zâlim de olsa, onun emirlerinin
İslâmî olup olmadığına bakılır. Kişinin kendi hali ve yaşama biçimine göre
karar verilmez. Çünkü onun hali gizli kaldığı sürece kendi şahsını
ilgilendirir. Takvâ nasıl insanın iç düzenini sağlar ve kişiyi
başkaları ile ilişkilerinde iyiliğe sevkederse, emîrler yani devleti yönetenler
de dış düzeni sağlamak ve toplumun birliğini, beraberliğini temin etmek ve
korumakla yükümlüdürler. İnsan bazan nasıl nefsinin arzularıyla çelişkiye düşer
ve sabrederse, yöneticilerle de çelişkiye düşebilir. O zaman da sabretmesi
gerekir. İslâm nasıl kişinin kendi iç düzenini ve şahsî varlığını korumaya önem
vermişse, toplum düzenini ve birliğini korumaya da aynı şekilde, belki de daha
çok önem verir. Bütün bunlar, her şeye rağmen kötülüklere ve kötülere göz
yummak veya sessiz ve tepkisiz kalmak anlamına gelmez. Tam aksine hangi durumlarda
nasıl hareket edilmesi gerektiğini iyi tayin etmek anlamına gelir.
Bu
hadiste, Peygamber Efendimiz’in işaret ettiği üçüncü husus, kendisinden sonra
pek çok ihtilâfların ortaya çıkacağı gerçeğidir ki, o zaman kendisinin ve Râşid
Halîfelerin yaşayış tarzına sımsıkı bağlanma zarureti vardır. Doğruya ulaşmak
ve kurtuluşa ermek, ancak bu şekilde mümkün olur.
Peygamber
Efendimiz, bu hadislerinde kendisinden sonra ortaya çıkacak olan pek çok
ihtilaf ve fitneyi haber vermiştir. Bu, onun mûcizelerinden biri sayılır.
Çünkü, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ileride ortaya
çıkacak durumları toplu bir şekilde ve tafsilatiyle bilmekteydi. Zira ona bu
bilgileri, Allah Teâlâ haber vermişti. Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz bu
konudaki bilgileri zaman, mekân gibi belirleyici unsurları ile haber
vermemiştir. Hatta genel anlamda bile herkese söylememiştir. Sadece Huzeyfe
İbni Yemân gibi, Ebû Hüreyre gibi bazı özellikli sahâbilere söylemiştir. Onlar
da kendilerine haber verilen bu özel bilgileri müsaade edildiği nisbette
açıklamışlar ve başkalarına nakletmişlerdir. Hadis kitaplarımızın “fiten” bahisleri
bu nevi rivâyetleri ihtiva eder ki, Riyazü’s-sâlihîn’in son
kısımlarında da bunlara yer verilmiştir.
Ümmetin
içinde fitneler ve ihtilâflar çoğalınca, görüş ayrılıkları da artar. O zaman
insanlar hangi fikrin yanında olacaklar, nasıl hareket edeceklerdir? İşte
Resûlullah Efendimiz bunun hal çaresini de göstermektedir. Kendisinin ve Râşid
halifelerin sünnetlerine sımsıkı sarılmak, yegâne çıkış yoludur. Çünkü onların
takip ettikleri yol hak yoldur.
Ortaya
çıkacak ihtilâflar ifadesiyle, İslâm ümmeti içinde yer alacak olan bid’at
fırkaları kastedilmiş olmalıdır. Çünkü ihtilâf, küfür veya
dinsizlik demek değildir. Fakat ciddi boyuttaki ihtilâflar, ümmeti
fitnelere, büyük günahlara sevkeder. Hatta insan, farkında olmaksızın kendini
dinin hudutları dışında bulabilir. Nitekim, Hz. Peygamber’in vefatından kısa
bir süre sonra Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ortaya çıkan ihtilaflar, daha
sonra fitneye dönüştü ve pek çok sahâbî henüz hayatta iken ümmet imtihandan
geçti. Halifelerden sonraki dönemde ihtilâflar ve fitne artarak devam etti. Bu fitneler
ve zararlı ihtilâflar, İslâm ümmetinin güçlenip kuvvetlenmesini önlemiş,
bölünüp parçalanmalarına sebep olmuştur.
İslâm ümmeti içindeki ihtilâfların, bölünme ve
parçalanmanın, grupçuluk ve hizipçiliğin, itaatsizlik ve baş tanımazlığın
müslüman toplumları ne hale getirdiğini, günümüzde de gözlerimizle görüyor ve
bunun ızdırabını hep birlikte çekiyoruz. Ümmet olma vasfına sahip bulunmadığımız gibi,
ayrı milletlere ve pek çok ülkelere bölünmüş halimizle, kendi milli
hudutlarımız ve coğrafyamız içinde de birlik, beraberlik ve kardeşliğimizi
sağlayabilmiş değiliz.
İslâm
toplumlarının fitneden kurtulabilmesi, ihtilâflara düşmemesi için müşterek bir
düşünce ve hareket tarzına sahip olmaları gerekir. Bu ise belli bir şahsın veya
bir grubun düşünce ve hareket tarzı olamaz. Çünkü başka şahıslar ve gruplar da
vardır; onlar da kendilerinin haklı ve doğru olduklarını iddia edebilirler.
İşte Peygamber Efendimiz, bunu da açıkça tesbit ve tayin etmiş, “Sizin
üzerinize gerekli olan benim sünnetime, yoluma ve doğru yola ulaştırılmış
Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmanızdır” buyurarak,
ortak hareket noktasını göstermiştir.
Bilindiği
gibi, Hulefâ-yi Râşidîn, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir.
Peygamberimiz, başka bir çok hadislerinde olduğu gibi, bu hadiste de onların
hidâyet, hak ve doğru yol üzere bulunacaklarını, kendilerine uyulması
gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Ehl-i sünnet’in bütün mezhepleri, Hulefâ-yi
Râşidîn’e uyulması gerektiği konusunda görüş birliği içindedirler.
Bundan
sonra, Peygamber Efendimiz bir noktaya daha dikkat çekmekte, bid’atlerden
mutlaka sakınılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü sünnete uygun olmayan
davranışlar bid’attır. Bid’at dinde yeri
bulunmayan, sonradan ortaya çıkarılmış olan inanç ve ibadetlerdir. Kur’an ve
Sünnet’te yeri bulunmadığı ve bu iki asla aykırı olduğu için, her bid’at
dalâlet (sapıklık) diye nitelendirilmiştir. Burada “bid’at” veya “muhdes” kelimelerinin “sonradan
ortaya çıkan şey” anlamındaki sözlük mânası kastedilmiş değildir.
Kastedilen esas mâna ise, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olarak ortaya çıkan itikat,
ibadet ve dinden sayılan şeylerdir. Çünkü sonradan olan bazı işler ve icadlar
vardır ki, bunlar hayâtî ihtiyaç ve zaruretlerdir. Bu nevi şeyleri bid’attır
diye reddetmek mümkün değildir. Bu ihtiyaç ve zaruretlerin, sapıklıkla da bir
alâkası yoktur. Bu sebepledir ki, sonradan ortaya çıkıp itikad, ibadet ve
amelle ilgili olmayan şeyleri yani icatları bid’at olarak nitelemek doğru bir
anlayış ve yaklaşım sayılmaz.
Bu
hadis 703 numarada tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
İslâm toplumunu yönetenler, idareciler, âlimler va’z ve nasihat ve sohbet gibi
yollarla insanları aydınlatmalı ve yetiştirmelidirler.
2. Takvâ dediğimiz
Allah korkusu ve Allah’a saygı, müslümanın temel özelliği olmalıdır. Dinin
emrettiklerine uyup neyhettiklerinden uzak durmak takvâdır.
3.
Allah’a itaati emrettikleri sürece, devleti yönetenlerin emirlerine itaat
gerekir. Onların şahsî özelliklerine bakılmaz; çünkü bu durum sadece
kendilerini ilgilendirir.
4.
Hz. Peygamber, bir mûcize olarak gelecekteki bazı şeyleri haber vermiştir.
Nitekim müslümanlar dört halifeden sonra pek çok ihtilafa düşmüşler ve çeşitli
fırkalara ayrılmışlardır.
5.
Hz. Peygamber’in sünnetinden sonra takip edilecek yol, Râşid Halifelerin
yoludur. Çünkü onlar sahâbenin en bilgili olanları ve takvâ cihetinden de önde
bulunanlarıdır.
6.
Yöneten ve yönetilenlerin, Hz. Peygamber’in sünnet ve yaşama tarzını, Râşid
Halifelerin uygulamalarını öğrenmeleri, kendilerini sapıklığa düşmekten korur.
7.
Kur’an ve Sünnet’in zıddı ve karşıtı olan her çeşit bid’at sapıklık olup
bunlardan sakınmak gerekir.
160- الثَّالِثُ : عَنْ أَبِي هريرة رضي اللَّه
عنه أَن رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قالَ : كُلُّ أُمَّتِي يدْخُلُونَ الْجنَّةَ
إِلاَّ مَنْ أَبِي » . قِيلَ وَمَنْ يَأَبى يا رسول اللَّه
؟ قالَ : « منْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الجنَّةَ ،
ومنْ عصَانِي فَقَدْ أَبِي » رواه البخاري .
160. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den
rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“İstemeyenler
dışında, ümmetimin tamamı cennete girer” buyurdu. Bunun üzerine:
-
Ey Allah’ın elçisi, cennete girmeyi kim istemez ki? denildi. Peygamber
Efendimiz:
– “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı
gelenler cenneti istememiş demektir” buyurdu.
Buhârî, İ’tisâm 2
Açıklamalar
Cennete
girmeyi istemeyenleri iki sınıfta toplamak veya iki şekilde anlamak mümkündür.
Adına “ümmet-i dâvet” denilen ve kendilerine İslâm tebliği
ulaştırılan kimseler, şâyet bu daveti kabul etmezler, yani müslüman olmazlarsa,
kâfir diye adlandırılırlar. Bir diğer grup ise, “ümmet-i icâbet” denilen
ve İslâm’ı kabul etmiş olanlardır. Bunlar, örnek nitelikte olması gereken
insanlardır. Fakat bunlar arasında Peygamber’in tebliğ ettiklerine uymayanlar
ve dinin emirlerini gerektiği şekilde yerine getirmeyenler de vardır ki, bunlar
da âsî yani günahkâr kabul edilirler. Kâfir olanlar hiçbir şekilde
cennete giremezler. Âsi, günahkâr kabul edilenler ise, cehennemde cezalarını
çektikten sonra cennete girerler. Demek oluyor ki, günah imanı
gidermez, fakat sahibini cehenneme sokar. Ancak bu cehennemde kalış, kâfirlerde
olduğu gibi sürekli ve ebedî değildir.
Sahâbe-i
kirâm, cenneti istemeyenlerin kimler olabileceğini merak edip şaşırdılar ve
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’den bunu öğrenmek
istediler. Allah Resûlü’nün cevabı kısa, ama son derece muhtevalı oldu. Buna
göre kendisine itaat eden cennete girecek, isyan eden ise cehenneme girmeyi
istemiş olacaktır. Peygamber’e itaat, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp
bağlanmayı içine alır ki, böyle hareket edenler mü’min olarak cennete girerler.
Peygamber’e isyan ise, ya tamamen İslâm’ı kabul etmemeyi ifade eder ki, o zaman
bu âsi kişi kâfir olarak kalıp ebediyyen cehenneme girer veya müslüman olduğu
halde Allah’a ve Resûlü’nün emirlerine uygun hareket etmeyerek günahkâr olur,
günahının cezasını çektikten sonra cennete girer.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Peygamber’e itaat etmek, cennete girmeye vesiledir.
2.
Peygamber’e isyân, dini kabul etmemek anlamına geleceği için böyleleri
ebediyyen cehennemde kalır. İslâm’ı kabul ettiği halde günah işlemeye devam
eden kimse cehenneme girer, ancak orada temelli kalmaz.
161- الرَّابعُ : عن أَبِي مسلمٍ ، وقيلَ :
أَبِي إِيَاسٍ سلَمةَ بْنِ عَمْرو بن الأَكْوَعِ رضي اللَّه عنه ، أَنَّ رَجُلاً
أَكَلَ عِنْدَ رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم بِشِمَالِهِ فقالَ : « كُلْ بِيمِينكَ » قَالَ : لا أَسْتَطِيعُ . قالَ : « لا استطعَت » ما منعَهُ إِلاَّ
الْكِبْرُ فَمَا رَفعَها إِلَى فِيهِ ، رواه
مسلم .
161. Ebû Müslim (veya Ebû İyâs) Seleme İbni Amr İbni Ekvâ radıyallahu
anh’ın naklettiğine göre, bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem’ in yanında sol eliyle yemek yedi. Peygamber Efendimiz adama:
–
“Sağ elinle ye” buyurdu.
Adam:
–
Bir türlü yapamıyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
– “Yapamaz ol” diye beddua etti.
Çünkü
adamın Resûl-i Ekrem’i dinlememesi, kibrinden dolayı idi. Bu beddua üzerine,
adam elini ağzına götüremez oldu.
Müslim,
Eşribe 107. Ayrıca bk. Buhârî, Et’ime 2; Ebû Dâvûd, Et’ime 19; Tirmizî, Et’ime
47; İbni Mâce, Et’ime 8
Seleme İbni Amr İbni
Ekvâ
Seleme, Medine’li ve Eslemoğullarından bir sahâbîdir.
Bey’atür-rıdvân’da bulunmuştur. Künyesi Ebû Âmir veya Ebû Müslim ya da Ebû
İyâs’dır.
Yolunda ölmeye hazır olduğunu belirterek, Allah
Resûlü’ne biat etti. Peygamberimiz’le birlikte yedi gazveye katıldı. Gözü
pek, kahraman ve ölümden korkmayan bir sahâbî idi. İyi bir atıcı, güzel ahlâk
sahibi, fazilet timsali, hayır ehli bir kimseydi. Peygamberimiz’den yetmiş yedi
hadis rivayet etti. Seleme, şöyle diyerek övünür ve sevinirdi:
- Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem beni
defalarca terkisine (binitinin arkasına) aldı, defalarca başımı okşadı, bana ve
soyuma defalarca Allah’tan bağışlanma diledi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakkında: “Bizim en iyi
süvarimiz Ebû Katâde, en iyi piyademiz ise Seleme İbni Ekvâ’dır” derdi.
Seleme İbni Ekva’, Medine’de yaşadı. Hz. Osman’ın
katli olayından sonra Rebeze’ye yerleşti. Fakat ölmeden bir süre önce tekrar
Medine’ye döndü ve seksen yaşında iken hicrî 74 senesinde orada vefat etti.
Oğlu İyâs, babasının hiç bir şekilde ve asla yalan
söylemediğini anlatırdı.
Seleme İbni Ekva’dan rivayet edilen hadislerin bir
çoğu Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde yer alır. Bu rivâyetlerde onun
kahramanlığı, samimiyeti ve peygamber sevgisinin güzel örneklerine
rastlanır (mesela bk. Müslim, Cihâd 132).
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hz.
Peygamber’in yanında sol eliyle yemek yiyen kişi, Büsr İbni Râî idi.
Büsr, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yasaklayıp hoş
görmediği bir davranışta bulunmuş, onun ikazına rağmen kibri, büyüklenmesi
sebebi ile bu halini terketmemişti. Halbuki, Peygamber Efendimiz: “Sol
el ile yemeyin, çünkü şeytan sol eliyle yer” (Müslim, Eşribe
105) buyurmuşlardır.
Büsr
gibilerin bu tarzdaki davranışları, Allah’ın elçisine muhalefet veya en azından
onu önemsememek kabul edilir. Her iki hal ise Kur’an ve sahih sünnetle
yasaklanmıştır.
Bu
durumda, kendisini düzeltmesi, hakkı ve doğruyu kabul edip ona yönelmesi, özür
dilemesi gerekirken, o inatlaştı. Efendimiz bu sebeble ona beddua etti. Hz.
Peygamber’in duasının olduğu gibi, bedduasının da Allah tarafından
reddolunmadığını hem ashâb hem de kendisine beddua edilen Büsr gördüler.
Peygamber
Efendimiz’in bedduasının sebebi, bu sahâbînin yemeği sol eliyle yemesi değil,
kibir ve inadıdır. Çünkü sağ elle yeyip içmek müstehabdır; farz veya vâcip
değildir. Günah veya beddua farz, vâcip gibi emirleri terketmekden kaynaklanır.
Kibir ve hakka karşı inat ise, büyük günahtır.
Bazıları
bu davranışın bir münafıklık alâmeti olduğunu söylemişlerse de, İslâm âlimleri
bunu doğru bulmazlar. Sadece kibirden dolayı yapılan böyle bir davranışın
münafık olmayı gerektirmediğini belirtirler. Hadisi, 614 ve 742 numaralar ile
tekrar okuyacağız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sağ elle yeyip içmek müstehap, özürsüz olarak sol elle yeyip içmek ise
mekruhtur.
2.
Kibir ve inat büyük günahtır.
3.
Peygamberimiz’in duası ve bedduası makbuldür.
4.
Peygamber’e muhalefet, ona karşı kibirli davranmak ve uyarılarına aldırmayarak
inat etmek câiz değildir.
162- الْخامِسُ : عنْ أَبِي عبدِ اللَّه
النُّعْمَانِ بْنِ بَشيِرٍ رضي اللَّه عنهما، قال: سمِعْتُ رسولَ اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقولُ : « لَتُسَوُّنَّ صُفُوفَكُمْ أَوْ لَيُخَالِفَنَّ اللَّه بَيْنَ
وُجُوهِكمْ » متفقٌ عليه
وفي روايةٍ لِمْسلمٍ : كان رسولُ اللُّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يُسَوِّي صُفُوفَنَآ حَتَّى كأَنَّمَا يُسَوي بِهَا
الْقِداحَ حَتَّى إِذَا رأَى أَنَّا قَدْ عَقَلْنَا عَنْهُ ثُمَّ خَرَجَ يَوماً ،
فقامَ حتَّى كَادَ أَنْ يكبِّرَ ، فَرأَى رجُلا بادِياً صدْرُهُ فقالَ : « عِبادَ اللَّه لَتُسوُّنَّ
صُفوفَكُمْ أَوْ لَيُخَالِفَنَّ اللَّه بيْن وُجُوهِكُمْ » .
162. Ebû Abdullah Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ya
saflarınızı düzeltirsiniz, ya da Allah Teâlâ sizin aranıza düşmanlık, buğz ve
kalblerinize ihtilâf koyar da birbirinizden yüz çevirirsiniz.”
Buhârî,
Ezân 71; Müslim, Salât 127. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 93; Tirmizî, Mevâkît
53; İbn Mace, İkâme 50
Müslim’in
bir başka rivâyeti şöyledir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sanki okları düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi.
Bizim buna alıştığımızı görünceye kadar böyle yapmaya devam etti. Kendisi bir
gün namaza çıktı ve namaz kıldıracağı yerde durdu. Tam tekbir almak üzere iken
göğsü saf hizasından dışarı çıkmış bir adam gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Ey Allah’ın kulları! Ya saflarınızı düzeltirsiniz, ya
da Allah Teâlâ sizin aranıza düşmanlık, buğz ve kalblerinize ihtilâf koyar da
birbirinize yüz çevirirsiniz.” Müslim, Salât 128
Nu’mân İbni Beşîr
Künyesi Ebû Abdullah olan Nu’mân, hicrî ikinci yılda
doğdu. Küçük yaşta İslâm’ı kabul etti. Medine’li olup, Hazrec kabilesindendi.
Babası ve annesi de sahâbî idi. Sahâbeden Abdullah İbni Revâha da Nu’mân’ın
dayısıdır.
Babası Beşîr, İkinci Akabe Biatı’nda bulundu. Resûl-i
Ekrem’in bütün gazvelerine iştirak etti. Ebû Bekir halife olduğunda, ona ilk
biat eden Medine’li, Beşir oldu. Böyle bir babanın oğlu oluşu, Nu’mân’ın
yetişmesi ve şöhretinde etkili oldu.
Nu’mân’ın rivayet ettiği 114 hadisin bir çoğu Kütüb-i
Sitte’de yer almaktadır.
Nu’mân, elinin açıklığı, cömertliği, şâirlik ve
kahramanlığı ile meşhurdu. Muâviye kendisini önce Kûfe’ye sonra Humus’a vali
tayin etti. Muâviye’nin ölümünden sonra, Humus halkını Abdullah İbni Zübeyr’e
biat etmeye davet etti. Bunun üzerine halk kendisine karşı çıktı ve baş
kaldırdı. Numân, Humus’tan ayrıldıysa da peşine düşüp onu takip ettiler ve
hicrî 64 yılında Bîrîn kasabasında öldürdüler.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Peygamber
Efendimiz, namazda safların düzgün olmasına büyük önem verirdi. Bu konudaki
hadisler, insanı şaşırtacak kadar çoktur. İslâm, insanın iç dünyasında olmasını
arzuladığı âhenk ve düzeni, dış dünyada da meydana getirmeyi veya dış dünyasına
da yansıtmayı hedeflemiştir diyebiliriz. Düzgün bir saf, aynı zamanda
doğruluğun, dürüstlüğün, birlikteliğin, hedef ve gaye birliğinin alâmeti
sayılır. Çünkü Allah Teâlâ bu nitelikleri sever. Eğriliği, yalancılığı,
bölünmüş ve parçalanmışlığı, dağınıklığı, arzu ve emellerin çeşitliliğini ve
bunlardan doğan gayesizliği ise sevmez. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Allah,
kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları
sever” [Saf sûresi (61), 4] buyurulur. Namaz, müslümanları günde beş
defa Allah’ın huzurunda bir araya getiren bir eylem, bir cihad kabul
edilebilir. Cephedeki cihad gibi, namazda da saflar oluşur. Namazda müslümanlar
birlik ve beraberliklerini, nizam ve intizamlarını, disiplinlerini hem
kendileri görüp moral kazanırlar, hem de bu hallerini düşmanlarına göstererek
onların kalblerine korku salarlar.
Sanki
safların düzenli olmayışı, ruh ve düşüncenin, niyetin doğru olmayışının bir
göstergesidir. Çünkü Peygamber Efendimiz, safların düzgün olmayışının sonucunu,
kalblerin uyuşmaması ve neticede müslümanların birbirlerinden yüz çevirmeleri
ile açıklamaktadır.
Peygamber
Efendimiz’in safların düzgünlüğüne gösterdiği bu hassasiyet, aynı zamanda onun
estetiğe verdiği önemin de bir delili sayılabilir. Çünkü gelişi güzel bir saf,
insanın göz zevkine, dolayısıyla gönül zevkine zarar verir. Bu sebeble Peygamber
Efendimiz, toplumda göze ve gönle hoş gelmeyen, insan zevkini okşamayan
çirkinlikleri de ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
Bir
başka yönden baktığımızda bu bir eğitimdir. Hz. Peygamber, öğrettiği ve
emrettiği şeylerin bizzat eğitimi ve tatbikatıyla da meşgul olmuşlardır.
İnsanlara hem fert, hem de toplum boyutunda bunu göstermiş ve örnek olmuştur.
Hadisimiz,
1091 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Namazda safları düzgün tutmaya teşvik vardır.
2.
Kâmetle namaza başlama arasındaki konuşma, namaza engel teşkil etmez ve kâmetin
tekrarı da gerekmez. Ancak bir kısım âlimler, bu konuşmanın namazı ilgilendiren
bir konuda olması gerektiğini belirtmişlerdir. Namazla ve ibadetle alâkalı
olmayan konuşmaların, kâmetin tekrarını gerektireceğini söylemişlerdir.
3.
Sünnetle konulan edebe uymak gerekir. Sünnete muhalefet edenler maddeten veya
mânen ceza görürler.
163- السَّادِسُ : عن أَبِي موسى رضي
اللَّه عنه قال : احْتَرق بيْتٌ بالْمدِينَةِ عَلَى
أَهلِهِ مِنَ اللَّيْل فَلَمَّا حُدِّث رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم
بِشَأْنِهمْ قال: « إِنَّ هَذِهِ النَّار عَدُوٌّ لكُمْ
، فَإِذَا نِمْتُمْ فَأَطْفِئُوهَا عَنْكُمْ » متَّفقٌ عليه .
163. Ebû Mûsâ radıyallahu anh şöyle
dedi:
Medine’de
bir ev, geceleyin ev halkı ile birlikte yanmıştı. Durum Peygamber Efendimiz’e
haber verilince:
– “Ateş size düşmandır. Uyuyacağınız zaman onu
söndürünüz” buyurdular.
Buhârî, İsti’zan 49 ; Müslim, Eşribe 101. Ayrıca bk.
İbni Mâce, Edeb, 46
Açıklamalar
Yangın,
insanoğlunun karşılaştığı bazı kere önlenemez âfetlerden biridir. Bizlere düşen
görev, deprem, sel, fırtına ve benzeri âfetlere karşı, gücümüzün yettiği oranda
tedbirler almaktır. Yangın gibi, ihmal sonucu meydana gelen âfetlere karşı ise,
daha tedbirli ve dikkatli davranmak bir vazifedir. Özellikle parlamasından ve
tutuşmasından korktuğumuz ateşi evimizde olduğu gibi, bağımız ve bahçemizde,
ormanlık, ağaçlık mıntıkalarda da söndürmeyi ihmal etmemek gerekir.
Çünkü
küçük bir ihmalin ne büyük felâketlere yol açtığını her gün gözlerimizle
görüyor ve basın-yayın organlarından öğreniyoruz. İşte Peygamber Efendimiz bizi
bu konuda uyarmakta, dikkatimizi çekmekte ve yapacağımız ilk işin ne olduğunu
haber vermektedir. Uyku bir nevi küçük ölüm olduğu için, özellikle uyumadan
önce evlerimizdeki ocağı, sobayı veya tehlikeli olabilecek diğer ısıtıcıları
söndürmeyi tavsiye etmektedir.
Ateşin
düşman olarak nitelendirilmesinin sebebi, mala ve cana verdiği zarardan
dolayıdır. Çünkü kişinin canına ve malına kasteden, ona en büyük zararı veren
düşmanıdır. Bu sebeble, insan en etkili tedbiri düşmanına karşı alır.
Resûlullah Efendimiz’in ateşi düşmana benzetmesi bu yüzdendir.
Hadisimiz
1657 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Felâketlere karşı tedbir kulun görevidir.
2.
Uyumadan önce ateşi söndürmek, sünnete uygun bir davranıştır.
3.
Peygamberimiz’in irşadına uymak, başımıza gelecek zarar ve felâketlerden bizi
korur.
164- السَّابِعُ : عَنْهُ قال : قال رسول
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إِنَّ مَثَل مَا بعَثني اللَّه بِهِ منَ الْهُدَى والْعلْمِ كَمَثَلَ
غَيْثٍ أَصَاب أَرْضاً فكَانَتْ طَائِفَةٌ طَيبَةٌ ، قبِلَتِ الْمَاءَ فأَنْبَتتِ
الْكلأَ والْعُشْبَ الْكَثِيرَ ، وَكَانَ مِنْهَا أَجَادِبُ أَمسكَتِ الماءَ ،
فَنَفَعَ اللَّه بها النَّاس فَشَربُوا مِنْهَا وسَقَوْا وَزَرَعَوا. وأَصَابَ
طَائِفَةً أُخْرَى ، إِنَّمَا هِيَ قِيعانٌ لا تُمْسِكُ ماءً وَلا تُنْبِتُ كَلأ
فَذَلِكَ مَثَلُ مَنْ فَقُهَ فِي دِينَ اللَّه ، وَنَفَعَه ما بعَثَنِي اللَّه به
، فَعَلِمَ وعَلَّمَ، وَمثلُ مَنْ لَمْ يَرْفَعْ بِذلِكَ رَأْساً وِلَمْ يَقْبَلْ
هُدَى اللَّهِ الذي أُرْسِلْتُ بِهِ » متفقٌ عليه . « فقُهَ » بِضم الْقَافِ عَلَى الْمَشْهُورِ ،
وقيلَ : بكَسْرِهَا ، أَيْ : صارَ فَقِيهاً .
164. Yine Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Allah’ın
benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer.
Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer,
bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir
yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer,
hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun
yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir.
Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve
Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem
öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın
benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” Buhârî, İlim 20; Müslim,
Fezâil 15
Açıklamalar
Hidâyet dilimizde de kullanılan bir kelime olup doğru yolu
arama, doğru yola girme, Allah tarafından kalbe ilham olunan hak yolu bulma
arzusu, hak din, İslâm dini gibi anlamlar ifade eder. Mutlak mânada, hayra
delâlet eden her şey hidâyettir. Çünkü hayır ve hak, İslâm’ın bize
öğrettiği ve gösterdiği doğruların, güzelliklerin tamamıdır. Allah, gönderdiği
peygamberleri vasıtasıyla insanlara daima doğruyu ve hakkı göstermiş, yanlış ve
bâtıl olan her şeyden uzak durmalarını istemiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in
pek çok âyeti buna işaret etmektedir:
“Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik;
fakat onlar, körlüğü doğru yolu bulmaya üstün tuttular. Böylece yaptıkları
yüzünden alçaltıcı azâb yıldırımı onları yakaladı” [Fussilet sûresi (41), 17].
“Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola iletemezsin;
fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi
bilir” [Kasas
sûresi (28), 56] gibi âyetler, hidâyetin ne olduğunu açıklayıcı ve öğretici
niteliktedir.
Hadiste
geçen ilim ise, hem zâhirî bilgileri hem de gizli ilimleri kapsar. Hidâyet,
ilmin, öğrenmenin ve anlayıp kavramanın ilk adımıdır. Bu sebeple, öne
geçirilmiş, önce anılmıştır. İlim, Allah’ın insana verdiği anlayış ve
seziş kabiliyetinin ürünüdür. Marifet ise ilimden sonra gelen ve daha üstün bir
nitelik olan temyiz gücü yani bilgileri seçip ayırma vasfıdır.
Peygamberimiz,
pek çok hadislerinde olduğu gibi, bu hadiste de çok önemli ve hassas bir konuyu
teşbihle anlatmıştır. Çünkü teşbihler ve benzetmeler bir şeyi kolayca anlama ve
akılda tutma imkânı sağlar. Öte yandan fesahat ve belâğat dediğimiz üstün
konuşma niteliğini, derin anlayış ve kavrayışı da yansıtır. Allah Resûlü’nün bu
konudaki eşsizliği elbette münakaşa edilemez.
Peygamber
Efendimiz Allah Teâlâ’nın kendisiyle gönderdiği hidâyet ve ilmi, bol yağmura
benzetmiştir. Yeryüzü kuruyup, toprak şerha şerha yarıldığı, ağaçlar ve diğer
bitkiler sararıp solduğu zaman yağan bol yağmur, yeryüzünü nasıl diriltir,
canlandırır, âdeta ona yeniden hayat verirse; cehalete, karanlığa, ahlâksızlık
bataklığına sürüklenmiş insanlık da bir peygamberi, bir hidâyet rehberini, bir
aydınlatıcı, yol göstericiyi öyle bekliyordu. İşte Peygamberimiz’le gelen
hidâyet ve ilim, bol yağmurun yeryüzünde yaptığını insanların ruhunda, kalbinde
ve gönlünde yaptı. Yağmur nasıl ölü toprağı diriltti ise, İslâm’ın hidâyeti ve
ilmi de ölü kalbleri ve gönülleri öylece diriltti. Ölü toprağı dirilten
yağmur nasıl gök yüzünden yeryüzüne iniyorsa, ölü kalbleri diriltip canlandıran
ilâhî vahiy de semadan yeryüzüne öylece indi. O halde, İslâm’ın
hidâyet ve ilminden nasibi olan kalbler diri, bunun dışında kalanlar ölü
hükmündedir. İşte bu güzel teşbihten kısaca bunları anlamış oluyoruz.
Peygamberimiz’in
benzetmelerle anlatımı bu kadarla bitmiyor. O yağmurun yağdığı toprakları da
bir ayırıma tabi tutuyor. Her toprak aynı verimlilikte olmaz, dolayısıyla her
topraktan aynı ölçüde faydalanılmaz.
Yeryüzünün
bazı kesimlerindeki topraklar çok verimlidir. Yağmur sularını emer; çok güzel
meyve ve sebze bitirir veya ağaçlar yetiştirir. Böylece insanlar ondan
faydalanır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği
dini kabul ederek iyi bir müslüman olan, dinin buyruklarından hem kendisi
faydalanıp hem de başkalarına faydalı olan mü’minler bu araziye benzetilmiştir.
Bir
başka cins toprak vardır ki, kayalık ve taşlık arazidir veya suyu çekmeyip
biriktiren killi topraktır. Bu toprakta bitki yetişmez; ot ve çayır bitmez ama
üzerinde biriken suyu insanlar içer, hayvanlarını ve arazilerini sularlar. Bu
da bir faydadır. Peygamberimiz’in getirdiği hidâyet ve ilmi kabul edip
başkalarını bundan faydalandıran mü’minler, bu toprak parçasına benzetilmiştir.
İslâm’ı
kabul etmeyen hidâyet ve ilimden nasibi olmayanlar ise, yağmur suyunu emen
fakat herhangi bir bitki bitirmeyen veya suyu üzerinde tutup insanları
faydalandırmayan işe yaramaz, kıraç ve çöl araziye benzetilmişlerdir.
Allah
Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz vasıtasıyla gönderdiği dini kabul edenlerin hepsi
aynı seviyede olmayacağı gibi, bu hidâyet ve ilmi kabul etmeyenler de olacaktır.
Nitekim Peygamberimiz, Allah tarafından kendisine indirilen ilâhî vahyi, yani
Kur’an’ı herkese tebliğ etti, açıklama ve uygulamalarını da herkesin gözü
önünde yaptı. Kendisine inananlar olduğu gibi, inanmayanlar da oldu. İslâm’ı
kabul eden sahâbîlerin hepsinin derecesi, anlayış ve kavrayışı, kabiliyeti aynı
değildi. Esasen bütün insanlar nasıl fizikî yaratılış itibariyle farklı iseler,
zekâ, anlayış ve kavrayış yönünden de farklıdırlar. Bundan daha tabiî bir şey
de olamaz. Bir toplumda hem yönetenle, hem yönetilenler, hem öğretenler hem
öğrenenler, hem zenginler hem fakirler ve benzerleri bulunacaktır. Böylece
toplum kendi içinde bir işbirliğini gerçekleştirecek ve hayat böyle devam
edecektir.
Netice
olarak ilim öğrenmek ve öğretmek, insanların hidâyetine vesile olmak, en üstün
faziletlerden biridir. İnanan insanların dünyada var olmalarının sebebi ve
hikmeti de budur. Zira dünyanın her şeyi gelip geçicidir; kalıcı olan Allah’ın
hoşnutluğunu kazanabilmek ve onun rızâsına uygun bir hayat sürmektir. Bu
hadis, 1381 numara ile tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İnsanlar tıpkı toprak
gibi çeşit çeşittir. Kendisine ve başkalarına faydalı olanı, sadece fayda
vereni ve faydasızları vardır.
2. Yağmur yeryüzünü
canlandıran ve bütün canlılara hayat veren ilâhî bir rahmettir.
3. Allah’ın Hz.
Peygamber ile gönderdiği İslâm dini, toprağı dirilten yağmur gibi kalpleri ve
gönülleri canlandıran, dirilten bir rahmettir.
4. Bu hadis, bizi ilim
öğrenmeye, öğretmeye, öğrendiklerimizi yaşamaya, ilimden uzak kalmamaya, kısaca
söylersek ilim sahibi olmaya veya ilim ehliyle beraber bulunmaya teşvik
etmektedir.
5. İnsanlara bir konuyu
anlatırken teşbihlerle, benzetmelerle anlatmak, o konunun daha iyi
kavranılmasına yardımcı olur. Bu Kur’an ve Sünnet’e de uygun bir yoldur.
165- الثَّامِنُ : عن جابرٍ رضي اللَّه
عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «مثَلِي ومثَلُكُمْ كَمَثَل رجُلٍ
أَوْقَدَ نَاراً فَجَعَلَ الْجَنَادِبُ وَالْفَراشُ يَقَعْنَ فيهَا وهُوَ
يذُبُّهُنَّ عَنهَا وأَنَا آخذٌ بحُجَزِكُمْ عَنِ النارِ ، وأَنْتُمْ تَفَلَّتُونَ
منْ يَدِي » رواه مسلمٌ . « الْجَنَادبُ » : نَحْوُ الجَراد والْفرَاشِ ، هَذَا
هُوَ المَعْرُوفُ الَّذِي يَقعُ في النَّار . «والْحُجَزُ»: جَمْعُ حُجْزَةٍ ، وهِي معْقِدُ الإِزَار
والسَّراويلِ .
165. Câbir radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Benim
ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler
düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben
sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden
kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”
Müslim, Fezâil 19. Ayrıca bk. Buhârî, Rikâk 26;
Tirmizî, Edeb 82
Açıklamalar
Bu
hadis, Peygamber Efendimiz’in ümmetine olan şefkat ve merhametinin, onlara bir
zarar gelmemesi için ne kadar gayret gösterdiğinin delilidir. Kendilerini ateşe
atan pervaneler, bilgisizlik ve idraksizlikleri sebebiyle böyle yapıyor ve
helâk oluyorlar. Oysa insanoğlu akıl ve idrak sahibidir. Bu vasıflara sahip
olmayan hayvanlar gibi hareket etmemesi gerekir. İnsanın içine gireceği ateş
cehennemdir. Cehennemden, onun yakıcı ateşinden korunmanın ve kurtulmanın yolu
Allah ve Resûlü’nün emir ve tavsiyelerine uymak, helal-haram sınırını bilip
tanımakla mümkündür. Peygamber Efendimiz, “Ben sizi ateşten korumak
için kuşaklarınızdan tutuyorum” derken, size helâl ve haramın
hudutlarını öğretiyor, insanı cehenneme götüren davranışlardan sizi haberdar
ediyorum; buna rağmen siz, nefislerinizin arzusuna uyarak haramlara dalıyor,
cehenneme girmenizi gerektirecek işler yapıyorsunuz, demek istiyor.
Gerçekten
Kur’an ve Sünnet, hangi amellerin insanı cennete götüreceğini, hangilerinin
cehenneme girmeye sebep olacağını çok açık bir şekilde ortaya koymuş, gözler
önüne sermiştir. Yanmakta olan bir ateşe cırcır böceklerinin ve pervanelerin
gelip düştüğünü, yanıp helâk olduğunu nasıl apaçık görüyorsak, cehennemlik
ameller de onun kadar apaçık bellidir. Bu yasakları çiğneyenler, günahları ve
dünyalık şehvetleri sebebiyle cehennem ateşinde yanacaklardır. Bu, Allah’a ve
Peygamber’ine itaat etmemenin, emirlerine uymamanın sonucudur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Peygamber Efendimiz, ümmetine karşı son derece merhametli ve şefkatlidir. Onun
sünnetine uyanlar, şefaatine ulaşırlar; karşı gelenler ise, kendi nefislerine
zulmetmiş olurlar ve cehenneme girerler.
2.
İnsanların büyük bir çoğunluğu bilgisizdir. Onları uyarmak âlimlerin,
bilenlerin görevidir.
3.
Uyarıya kulak asmayanlar, helâl ve haramı gözetmeyenler, mü’min de olsalar
cehenneme girerler.
4.
Peygamberimiz’in sünnetleri ve uyarıları ümmetine kıyamete kadar rehberdir.
166- التَّاسعُ : عَنْهُ أَنْ رسولَ اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أَمَر بِلَعْقِ الأَصابِعِ وَالصحْفةِ وقال: « إِنَّكُــم لا تَدْرُونَ في أَيِّهَا
الْبَرَكَةَ » رواه مسلم .
وفي رواية لَهُ : « إِذَا وَقَعتْ لُقْمةُ أَحدِكُمْ .
فَلْيَأْخُذْهَا فَلْيُمِطْ مَا كَانَ بِهَا مِنْ أَذًى ، وَلْيَأْكُلْهَا ، وَلا
يَدَعْهَا لَلشَّيْطانِ ، وَلا يَمْسَحْ يَدَهُ بِالْمَندِيلِ حَتَّى يَلْعَقَ
أَصَابِعهُ ، فَإِنَّهُ لا يدْرِي في أَيِّ طَعَامِهِ الْبَركَةَ » .
وفي رواية له : « إِنَّ الشَّيْطَانَ يَحْضُرُ
أَحَدكُمْ عِنْدَ كُلِّ شَيءٍ مِنْ شَأْنِهِ حَتَّى يَحْضُرَهُ عِنْدَ طَعَامِهِ ،
فَإِذَا سَقَطَتْ مِنْ أَحَدِكُمْ اللُّقْمَةُ فَلْيُمِطْ مَا كَان بِهَا منْ
أَذًى، فَلْيأْكُلْها ، وَلا يَدَعْهَا لِلشَّيْطَانِ .
166. Câbir radıyallahu anh’den
rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
parmakları yalamayı, yemek tabağını silmeyi emretti ve:
“Sizler,
gerçekten bereketin hangisinde olduğunu bilemezsiniz” buyurdu.
Müslim’in
bir başka rivayeti şöyledir:
Resûl-i
Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sizden birinizin lokması düştüğünde hemen onu alsın
ve üzerine yapışanları temizleyip yesin, onu şeytana bırakmasın. Parmaklarını
yalamadıkça da elini mendile silmesin. Çünkü o kimse, bereketin yemeğin
neresinde olduğunu bilemez.”
Yine
Müslim’e ait bir diğer rivâyet şöyledir:
Peygamberimiz
şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz şeytan sizden birinizin her işinde hazır
olur. Hatta yemeği esnasında bile yanında bulunur. Sizin birinizin lokması
düşerse, üzerine yapışanları temizleyip yesin. Lokmasını şeytana
bırakmasın.” Müslim,
Eşribe 133-135.
Açıklamalar
Bizim
dinimiz, mensuplarına her şeyin en iyisini, güzelini ve doğru olanını emreder.
İslâm, maddî ve manevî temizliğe çok büyük önem verir. İsrafın hiç bir çeşidini
hoş görmez, haram sayar.
Yemeğe
başlamadan önce elleri güzelce yıkayıp temizlemeyi emreden Peygamberimiz,
yemekten sonra da ellerin tekrar yıkanarak temizlenmesini, sonra silinip
kurulanmasını öğütler.
Kabul
etmek gerekir ki, bütün insanlar kaşık ve çatal kullanarak yemek yemedikleri
gibi, her zaman bu aletleri bulmak mümkün olmayabilir. Kaldı ki, nasıl bir
temizlik yapıldığını veya ne ile temizlendiğini bilmediğimiz bir yerde, kaşık
ve çatal kullanmak bizim için hiç de iç açıcı olmayabilir.
İşte
dinimiz, her zaman her şeyin olabileceğini düşünerek, çok çeşitli durumlara
karşı bizi hazırlıklı bulunmaya çağırır ve her konunun elimizde olan
tedbirlerini almaya bizleri teşvik eder. İnsan, kendinden bir parça olan ve
yüklendiği görevler sebebiyle dışarıyla en ilgili bulunan, el, yüz ve ayak gibi
organlarının temizliğine daha bir özen göstermek zorunluluğu hisseder. Dinimiz
temizlikle ilgili emirlerinde, özellikle abdest uzuvları dediğimiz vücudumuzun
bu organları üzerinde hassasiyetle durur.
Güzelce
temizlenmiş elleri ile yemek yemiş olan kişi, parmaklarını yalayarak ve aynı
şekilde yemek yediği kabı, tabağı da güzelce silerek temizlemeyi ihmal etmez.
Kaşık ve çatal gibi aletler kullandığımızda da aynı şekilde hareket ederek,
tabağımızda ve bu aletlerde yemek artıkları bırakmamaya özen gösteririz. Bu
husus bize dinimizin öğrettiği prensiplerden, âdâb-ı muâşeret dediğimiz görgü
kurallarından biridir. Böylece hem israf etmeyiz hem de berekete nâil oluruz.
Bereket
nimetin artması, bir hayrın gerçekleşmesini temenni etmenin yanında bir
nimetten faydalanmayı da ifade eder. Burada ise bereketle kastedilen,
kendisiyle beslenilen, açlıktan insanı kurtaran ve Allah’a hakkıyla ibadet
edebilmek, çalışıp çabalamak ve elinin emeğiyle kazanabilmek için kişinin
vücuduna güç ve kuvvet veren şeylerdir denilebilir. Berekete nâil olmak için,
yemeğin hiç bir parçasını telef etmemek gerekir. Yukarıdaki üç ayrı rivâyette
bu noktaya özellikle dikkat çekildiğini görüyoruz. Bunun için:
* Parmakların ve yemek
tabağının güzelce temizlenmesi,
*
Şâyet lokma yere düşmüş ve herhangi bir şey bulaşmışsa temizlenerek yenmesi,
bize tavsiye edilmektedir.
Yalanması
istenen parmaklar, sağ elin baş parmağı, şehadet parmağı ve orta parmaktır.
Diğer parmaklar bunun dışındadır. Parmaklar, orta parmak, şehadet parmağı ve
baş parmak sırasına göre yalanır. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi
ve sellem’den böyle öğrenilmiştir. Bundan anladığımız bir başka prensip de,
şâyet elle yemek yenilirse elini tamamıyla veya bütün parmakları yemeğe sokarak
değil, sağ elin anılan üç parmağı ile yemektir.
Hattâbî, (ö.
388/998) elle yemek yenilmesi ve parmakların yalanması konusundaki
düşüncelerini şöyle anlatır:
“İnsanlardan
bazıları, parmakları yalamayı ayıplamışlardır. Bolluk ve refah onların aklını
bozmuş, sürekli tokluk da onların tabiatını değiştirmiştir. Bunlar parmakların
yalanmasını sevilmeyen iğrenç bir hal, çirkin bir durum olarak görürler. Onlar
bilip anlamazlar mı ki, parmaklarındaki yemek artıkları da yediklerinin bir
parçasıdır? Bundan sadece kibirli ve sünneti terkeden varlıklı zenginler
kaçınırlar.”
Peygamberimiz,
yemek yerken düşürülen lokmanın da alınıp yenilmesini tavsiye etmişlerdir.
Şâyet bu lokmaya toz toprak gibi bir şey yapışmışsa, onlardan temizlenerek
yenir, temizlenmesi mümkün değilse, kedi, köpek gibi bir hayvana verilir;
şeytana bırakılmaz. Şeytana bırakılmamasıyla kastedilen Allah’ın ihsan ettiği
nimetin zayi edilmesi, ona değer verilmemesi, nimetin hakir görülmesi, ahlâklı
ve edepli tavır ve davranışlardan uzaklaşılmasıdır. Ayrıca bu, kibirlilik ve
kendini müstağni görme, yani kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmadığına inanma
halidir ki, bunların hepsi şeytanın vasıflarıdır. Müslümanın görevi, iyi bir
müslüman olmanın gereklerini yerine getirmek, islâmî olmayan davranış
biçimlerinden uzak durmaktır. Hayatımızın her safhasında bunları kendimize
düstur edinmemiz, bizim müslümanlığımızın da derecesinin göstergesi sayılır.
Sünnetin koyduğu kurallara riâyet edenler, daha seviyeli, Allah katında daha sevimli
müslüman olma şansını elde ederler.
Ellerin
mendille veya bezle silinmesi câizdir. Ancak bunun sünnete uygun şekli, ellerin
güzelce temizlendikten, elde yemek kokusu ve bulaşığı kalmadıktan sonra
silinmesidir. Yoksa elin kirinin ve pisinin mendille temizlenmesi söz konusu
değildir. Bizlerin, müslümanlar olarak, Anadolumuzun köylerinde bile
gördüğümüz, yemekten sonra büyüklerin eline su dökerek ellerin yıkanması ve
peşinden havlu tutarak silinme veya yemeklerden sonra sabunlanmış ıslak bez ve
yanında kuru el bezi ile elleri temizleme âdetimiz, bir sünnetin yerine
getirilmesinden başka bir şey değildir. Böyle nice âdetlerimiz vardır ki, onun
aslı bir hadîs-i şerîfe veya Peygamber Efendimiz’in bir sünnetine dayanır.
Dolayısıyla, iyi ve güzel olan âdet ve geleneklerimizi unutup terketmeyi değil,
yaşatıp yaygınlaştırmayı düşünmemiz daha doğru olur. Bir toplumun, modernleşme
adına birtakım insânî ve İslâmî değerlerini terketmesi, uygun bir yol kabul
edilemez. Çünkü içtimâî değerler, örf, âdet ve gelenekler, bir millet ve bir
toplum için asırların tecrübe birikimidir. Onların uygun olmayanları, yanlış
görülenleri zaman içinde bünyeden ayıklanır. Fakat bir başka toplumun inanç ve
yaşantısını, aslında mahiyeti kesin olarak bilinmeyen ve bazı toplumbilimciler
tarafından bir sosyal hastalık kabul edilen modernleşme adına terkederek, kendi
doğru inanç, düşünce ve geleneklerimizden uzaklaşmamız, bizi kimliksiz ve
kişiliksiz bir sürü haline getirir. Onun için sünnetleri ve bu çerçevede
geliştirdiğimiz örf ve âdetlerimizi bilip uygulamak bizleri fert ve toplum
olarak güçlü ve seçkin kılar. Bu
rivâyet ve benzerleri, ileride 609, 749-754 numaralı hadisler olarak tekrar
edilecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Bereket maksadıyla, yemek yenilen elin parmaklarını yalamak ve yemek kabını
güzelce temizlemek müstehaptır.
2. Yere düşen lokmayı
temizleyerek yemek, şeytana bırakmamak, İslâm’ın yemek âdâbındandır. Bu da
müstehaptır.
3.
Şeytanlar yiyip içerler, daima mü’minlere musallat olmaya çalışırlar. Bu
sebeple onlara karşı uyanık olmalı, hile ve desiselerine gelinmemelidir.
4. Eller temizlendikten
sonra, mendille silinebilir.
167- الْعَاشِرُ : عن ابن عباس ، رضيَ
اللَّه عنهما ، قال : قَامَ فينَا رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ
عَلَيْهِ وسَلَّم بمَوْعِظَةٍ فقال : « أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّكُمْ محشورونَ إِلَى اللَّه تَعَالَى حُفَاةَ
عُرَاةً غُرْلاً { كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ
وَعْداً علَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ } [ الأنبياء : 103] أَلا وَإِنَّ أَوَّلَ الْخَلائِقِ
يُكْسى يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِبراهيم صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم، أَلا وإِنَّهُ
سَيُجَاء بِرِجَالٍ مِنْ أُمَّتِى، فَيُؤْخَذُ بِهِمْ ذَاتَ الشِّمال فأَقُولُ:
يارَبِّ أَصْحَابِي ، فيُقَالُ : إِنَّكَ لا تَدْرِي مَا أَحْدَثُوا بَعْدَكَ ،
فَأَقُول كَما قَالَ الْعَبْدُ الصَّالِحُ : { وكُنْتُ عَلَيْهمْ شَهيداً ما دُمْتُ
فِيهمْ } إِلَى قولِهِ : { العَزِيز الحَكيمُ } [ المائدة
: 117 ، 118 ] فَيُقَالُ لِي : إِنَّهُمْ لَمْ يَزَالُوا مرْتَدِّينَ عَلَى
أَعقَابِهِمْ مُنذُ فارَقْتَهُمْ » متفقٌ عليه . « غُرْلاً » أَيْ : غَيْرَ مَخْتُونِينَ .
167. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ
şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, va’z etmek üzere aramızda doğrulup ayağa kalktı ve şöyle
buyurdu:
“Ey insanlar! Şüphesiz ki siz yalınayak, çıplak ve
sünnetsiz olarak Allah’ın huzuruna toplanacaksınız. ‘İlk defa yoktan var
ettiğimiz gibi yeniden yaratacağız, bu va’dimizdir. Biz gerçekten bunu yapmaya
muktediriz’ [Enbiyâ
sûresi (21), 104]. Haberiniz olsun! Kıyamet günü insanların ilk giydirileni
İbrahim aleyhisselâm’dır. Haberiniz olsun! Ümmetimden bir takım
kimseler getirilip sol tarafa, cehennem tarafına sevk edileceklerdir. Ben:
– Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım, benim ümmetim,
derim. Bunun üzerine:
- Sen, bunların senden sonra ne bid’atler ortaya
çıkarıp ne kötülükler yaptıklarını bilmezsin, denir. Bunun üzerine ben, sâlih
kul İsâ aleyhisselâm’ın dediği gibi derim:
“Ben aralarında bulunduğum sürece durumlarını
gözettim; fakat sen beni öldürüp aralarından alınca, onların denetleyicisi ve
gözetleyeni sadece sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şâhitsin. Onları
cezalandıracaksan şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlayacaksan, mutlak güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin” [Mâide sûresi (5), 117-118].
Bunun üzerine bana şöyle denilir:
Gerçekten onlar, sen kendilerinden ayrıldığından beri, topukları
üzerinde geri dönüp, dindarlıktan dinsizliğe yönelmeye devam ettiler.”
Buhârî,
Enbiyâ 8, Rikâk 45; Müslim, Cennet 58. Ayrıca bk, Tirmizî, Kıyâmet 3; Nesâî,
Cenâiz 119
Açıklamalar
Bu
hadîs-i şerîf, içinde zikredilen ve delil olarak getirilen âyet-i kerîmelerden
de anlaşıldığı gibi, kıyamet günü insanların yeniden diriltilerek Allah’ın
huzurunda toplanacaklarını haber vermektedir. Bu diriliş ve yeniden yaratılış,
insanın ilk yaratıldığı, annesinden doğduğu şekilde olacaktır. Onlar,
cisimlerinden, bedenlerinden hiç bir şey kaybetmemiş olarak yeniden hayata
döndürüleceklerdir. Allah Teâlâ’nın va’di böyledir. O’nun her va’di her sözü
haktır, mutlaka gerçekleşecektir.
Peygamber
Efendimiz, kıyamet gününde ilk giydirilecek kişinin İbrahim aleyhisselâm olacağını
haber vermektedir. Bundan, bütün insanların giydirileceği gerçeğini de
anlamaktayız. İlk defa İbrahim aleyhisselâm’ın giydirilmesinin
sebebi, onun fakirleri ilk giydiren veya ateşe atıldığı zaman, Allah’ın rızası
için elbisesi soyularak ilk çıplak kalan kişi olmasındandır. İlk defa Hz.
İbrahim sünnet olduğu ve sünnet mahalli açıldığı için, ilk tesettür mükâfatının
ona verileceği de söylenmiştir.
Bu
konuda çeşitli ve farklı rivâyetler de bulunmaktadır. Peygamberimiz bir
hadislerinde: “İnsanlar diriltildikleri zaman kabrinden ilk çıkacak
olan benim” buyururlar. Bunun devamındaki bir hadislerinde ise: “Cennet
elbiselerinden bir elbise giyerim, sonra arşın sağ tarafında ayakta dururum. O
esnada bu makamda, Allah’ın yarattıklarından benden başka hiç kimse yoktur” (Tirmizî,
Menâkıb 1) buyurmaktadır.
Peygamberimiz’in
elbisesi ve ölüm anında üzerinde bulunan gömleği ile defnolunduğunu belirten
bir rivayetten hareketle (bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 34; İbni Mâce, Cenâiz 11;
Muhammed eş-Şâmî, Sübülü’l-hüdâ, XII, 327), kıyamet gününde kabrinden
elbisesiyle kalkıp çıkacağını söyleyen âlimler olmuştur. Ancak bu rivayetler
delil alınmaya uygun ve sıhhatli hadisler olarak kabul edilmemiştir. (Ayrıca
bk. 787 no’lu hadis ve açıklaması). İslâm alimlerinin söylediğine göre,
nebîlerle velîler yalın ayak ve çıplak bir vaziyette kabirlerinden kalkacaklar,
fakat mahrem yerlerini kimse görmeden kefenlerini giyeceklerdir. Peygamberlerin
şanına bunun lâyık olduğu ifade edilir.
Hesap
gününde insanlar, dünyadaki inançları ve amellerine göre ayrılacak, ya mükâfat
yeri olan cennete veya ceza mahalli olan cehenneme sevkedileceklerdir. Cennet
iyiler yurdu, cehennem de isyankâr, itaatsiz ve günahkârların yeridir.
Peygamberimiz,
ümmetinden bazılarının cehenneme sevkedildiklerini görünce, onlara olan
düşkünlüğü ve merhameti sebebiyle, Cenab-ı Hakk’a yalvarır ve onların kendi
ashabından, kendi ümmetinden olduğunu söyler. Ancak kendisine verilen cevapta,
cehenneme sevkedilen bu kişilerin, kendisinin ümmetinden olma vasfını
taşımadıkları, dinden olmayan ve kendilerini İslâm dairesi dışına çıkaran işler
yaptıkları, bid’atler işledikleri, günahlara daldıkları, bu sebeple de
cehennemi hakettikleri hatırlatılır. Bütün bu olumsuz davranışlarıyla bu
kişiler, Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayrılmış, Peygamber-i Zîşân’ın yolunu ve
izini takib etmemiş, sapıklar ya da isyankârlar zümresine katılmışlardır.
Hadisteki “ashâbım” lafzına bakarak, bu kişilerin Peygamber Efendimiz’in
vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında irtidad edip dinden
dönen bedevîler olduğu söylenebilir; yahut daha geniş anlamda ümmet
kastedilerek, sonraki asırlarda İslâm’dan ayrılan veya sapıklığa düşenlerin
herbiri veya ümmetin içindeki münafıklar hedef alınmış olabilir. Hattâbî,
sahâbe-i kirâmdan olup da irtidad eden ve o şekilde ölen kimse bulunmadığını
sadece bedevîlerden birtakım beyinsizlerin dinden döndüğünü söyler.
Peygamber
Efendimiz, Allah Teâlâ’nın huzurunda kendini müdafaa eder ve Kur’ân-ı Kerîm’de
de zikredilen, İsa aleyhisselâm’ın söylediği ifadeleri anar. Ancak,
ümmetinden birtakımlarının onun ölümünden sonra nasıl dinden uzaklaştıkları ve
İslâm’ı terkedip ridde ehlinden oldukları tekrar hatırlatılır. Bu durumda
onların şefâata nâil olmayacakları da anlatılmış olur. Kâdî İyâz, bunların bir
kısmının büyük günah işleyen âsîler, diğerlerinin de küfre dönenler olmak üzere
iki sınıf olduğunu söyler.
Netice
itibariyle, Kur’an - Sünnet çizgisi ve hudutları dışına çıkmak, Peygamber’in
yolundan ve izinden ayrılmak insanı ya isyankâr olarak veya iman dairesinin
dışına çıkmak suretiyle kâfir olarak Allah’ın huzuruna götürür. Her iki halde
de sonuç pişmanlıktan ibaret olur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Kıyamet ve daha sonra ikinci hayat, haktır. İnsanlar ilk halleri ile ve bütün
unsurları ile yeniden yaratılacaklardır. Herkes ameline göre hesaba çekilecek
ve yaptığının karşılığını görecektir.
2.
Allah’ın dinini değiştiren ve ona itikâdî, amelî bid’atlar sokanlar, cehennem
azabıyla cezalandırılacaklardır. Bunlardan küfre düşenler ebediyyen cehennemde
kalacak, günahkâr âsîler ise, suçları miktarınca ceza görüp sonra cehennemden
çıkarılacaklardır.
3.
Sünnetiyle amel edip ona sımsıkı sarılmadıkça, bir kimsenin sadece Peygamber’in
ümmetinden olduğunu söylemesi veya ümmetin içinde yaşaması onun kurtuluşunu
sağlamaz.
168- عَنْ أَبِي سعيدٍ عبدِ اللَّهِ بنِ
مُغَفَّلٍ ، رضي اللَّه عنه ، قال : نَهَى رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، عَن الخَذْفِ وقالَ
: « إِنَّهُ لا يقْتُلُ الصَّيْدَ ، ولا
يَنْكَأُ الْعَدُوَّ ، وَإِنَّهُ يَفْقَأُ الْعَيْنَ ، ويَكْسِرُ السِّنَّ » متفقٌ عليه .
وفي رواية : أَنَّ قريباً لابْنِ مُغَفَّلٍ
خَذَفَ ، فَنَهَاهُ وقال : إِنَّ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم نَهَى عن الخَذْفِ
وقَالَ : « إِنَّهَا لا تَصِيدُ صَيْداً » ثُمَّ عادَ فقالَ : أُحَدِّثُكَ أَن
رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، نَهَى عَنْهُ ، ثُمَّ عُدْتَ تَخْذِفُ
،؟ لا أُكَلِّمُكَ أَبداً .
168.
Ebû Saîd Abdullah İbni Mugaffel radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sapan taşı atmayı yasakladı ve:
“Sapan taşı av avlamaz,
düşman öldürmez. Sadece göz çıkarır ve diş kırar” buyurdu.
Buhârî,
Edeb 122; Müslim, Sayd 54. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Diyât 19, Edeb 166; Nesâî,
Kasâme 40; İbn Mace, Sayd 11
Müslim’in bir başka
rivâyeti şöyledir:
İbni Mugaffel’in
yakınlarından biri sapanla taş atmıştı. İbni Mugaffel o kimseyi sapanla taş
atmaktan nehyetti ve kendisine şunları söyledi:
Şüphesiz Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem sapanla taş atmayı yasakladı ve:
–“Bununla av avlanılmaz” buyurdu.Bu adam daha sonra yine atınca,
İbni Mugaffel şunları söyledi:
–Ben
sana Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bundan nehyettiğini
haber veriyorum, sen ise aynı şeyi yapıyorsun. Eğer bunu bir daha yapacaksan,
seninle asla konuşmayacağım. Müslim, Sayd 56
Abdullah İbni Mugaffel
Peygamber Efendimize Hudeybiye’de ağaç altında biat
eden sahâbîlerden olan Abdullah, Müzeyne kabilesindendir. Ebû Saîd veya Ebû
Ziyâd künyesiyle meşhurdur.
Tebük Gazvesi öncesi, fakirlikleri sebebiyle binek
hayvanı bulamayıp Resûl-i Ekrem’e müracaat eden, onun da kendilerine binek
temin edememesi üzerine orduya katılamadığı için ağlayan sahâbîlerdendir.
Bekkâîn (ağlayanlar) diye anılan bu sahâbîler hakkında Tevbe sûresi’nin 92.
âyeti nazil olmuştu:
“Kendilerini bindirip savaşa sevketmen için sana
geldiklerinde ‘Sizi bindirecek bir vasıta bulamıyorum’ deyince, harcayacak bir
şey bulamamaları sebebiyle üzüntüden göz yaşlarını tutamayarak dönenlere de bir
günah yoktur.”
Abdullah, önceleri Medine’ye yerleşmişti. İlim ve
cihad aşkı ile dolu bir sahâbî idi. Hz. Ömer’in mürşid ve muallim olarak
Basra’ya gönderdiği on kişinin arasında o da bulunuyordu. Müslümanlar,
Hûzistan’ı fethettiklerinde Tüster şehrinin kapısından ilk içeri giren o oldu.
Abdullah’dan nakledilen hadis sayısı 43’tür. Ondan
hadis nakledenler arasında Hasan-ı Basrî, Ebü’l-Âliye, Sabit el-Bünânî, Ukbe
İbni Suhbân ve Muâviye İbni Kurre gibi meşhur muhaddisler bulunmaktadır.
59 (679) senesinde Basra’da vefat etti. Vasiyetine
binaen cenaze namazını Ebû Berze el-Eslemî kıldırdı. Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Hadis
metninde geçen ve bizim “sapan taşı” olarak tercüme etmeyi tercih ettiğimiz
“hazf” tabiri, küçük taşları veya çekirdek gibi sert cisimleri baş parmağı ile
şehadet parmağının arasına alarak atmanın da adıdır. Gerek sapanla taş atmak,
gerekse yukarıda tarif edildiği şekilde elle atmak, faydası olmayan, zararlı
bir hareket olduğu için yasaklanmıştır. Bu ne bir av aleti ne de bir harb
eğitimidir. Bir fayda sağlaması veya bir zararı önlemesi de söz konusu
değildir. Sadece göz çıkaran veya diş kıran, ya da bu nevi zararları olan bir
davranıştır. Bu sebeple de insanların sakat kalmasına, aralarının açılmasına,
kavga ve gürültü çıkmasına vesile olur. Dinimiz bir fayda sağlamayıp bir zarara
engel olmayan, insanlar arasında huzursuzluk çıkaran ve onların maddî-manevî
zarar görmesine sebep olan işlerin yapılmasını uygun karşılamamış, bu tür
işleri ve hareketleri yasaklamıştır. Böylece bir kötülüğün ortaya çıkmaması
için tedbiri önceden almış olmaktadır.
İslâm’ın
yasakladığı, Peygamber Efendimiz’in yapılmasını hoş görmediği konularda
sahâbe-i kirâm son derece hassas idiler. Onlar, bir taraftan kendilerini bu
yönde eğitirken, arkadaşlarını ve toplumun diğer fertlerini de murakabe
ediyorlardı. Fert olarak kendilerinin bir yasağı işlememesini, bireysel iyiliği
yeterli görmüyor, başkalarının da, bir kötülüğü, yasaklanan bir şeyi
yapmamasının tedbirlerini alıyor, onların da iyi olmasını istiyorlardı.
İslâm’ın sorumluluk anlayışının böyle davranmayı gerektirdiğini en iyi bilenler
onlardı.
Bunu
yaparken İslâm’ın kural ve kâideleri çerçevesinde, kırmadan dökmeden, bir
tebliğ metodu estetiği içinde hareket ederlerdi. Bu tavır ve davranışlarıyla
kendilerinden sonraki nesillere, bizlere örnek oldular.
Sahâbî
Abdullah İbni Mugaffel, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yapılmasını yasakladığı bir
şeyi, ikaz edilmesine rağmen yapmaya devam eden yakın akrabası ve arkadaşına,
bundan vazgeçmediği takdirde, kendisiyle ebediyyen konuşmayacağını
söylüyor. Görüldüğü gibi, bunun sebebi, bir kimsenin Allah Resûlü’nün
emrini dinlememesi veya önemsememesidir. İslâm toplumunu ayakta tutan dinamik,
Kur’an ve Sünnet ölçüsüdür. Bunlara uymayan kim olursa olsun, o kimse
saygınlığını yitirir ve kınanır. Bu sosyal müeyyide, fertlerin aleyhine değil,
lehinedir. Çünkü yanlış bir iş yapan ve hatalı hareket eden kimse kendini
yalnız hissedip toplumdan dışlanacağını anlayınca, doğruya döner ve uyumlu bir
toplumun saygın bir üyesi olma özelliğini korur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sapanla taş atmak hoş karşılanmayan bir davranıştır.
2.
Sahâbe-i kiram, Peygamberimiz’in sünnetine uyma, onun emir ve yasaklarına
riâyet etmede örnek bir nesildir.
3.
Sünnet karşıtı bid’atçılarla ve açıktan günah işleyenlerle konuşmamak, onlarla
ilişkiyi kesmek câizdir.
4.
Bid’atçı bid’atından, günahkâr günah işlemekten vaz geçince, onlarla konuşulup
görüşülmeye devam edilir.
169- وعنْ عابسِ بن ربيعةَ قال : رَأَيْتُ عُمَرَ بنَ الخطاب ، رضي اللَّه عنه ، يُقَبِّلُ
الْحَجَرَ يَعْنِي الأَسْوَدَ ويَقُولُ: إِني أَعْلَمُ أَنَّكَ حَجَرٌ مَا
تَنْفَعُ ولا تَضُرُّ ، ولَوْلا أنِّي رأَيْتُ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم ، يُقَبِّلُكَ ما قَبَّلْتُكَ. متفقٌ عليه
.
169. Âbis İbni Rabîa şöyle dedi:
Ben,
Ömer İbni Hattâb’ın Hacerülesved’i öptüğünü gördüm. O esnada diyordu ki:
Ben
senin taş olduğunu, bir fayda ve zarar veremeyeceğini biliyorum. Şâyet
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in seni öptüğünü
görmeseydim, ben de öpmezdim. Buhârî, Hac 50; Müslim, Hac 251
Açıklamalar
Arap
toplumu, İslâm nimetiyle şereflenmeden önce, büyük ekseriyetiyle putperest bir
toplumdu. İslâm dini, tevhid inancına aykırı olan her düşünce ve davranışı
ortadan kaldırmayı hedefliyordu. En başta şirki, puta tapıcılığın her çeşidini
ve onun toplumdaki izlerini yoketti. Çok kısa bir zamanda, insanlık tarihinde
eşi görülmeyen bir inkılâbı gerçekleştirdi. Bu inkılâp, tevhidin şirke, inancın
küfre, ilmin cehle, adaletin zulme, aydınlığın karanlığa galebesinden ibaretti.
Hz.
Ömer, bir taş olan Hacerülesved’i öpüp selâmlarken, bu konuda bir açıklama
yapmak ihtiyacı duymuştu. Bunun sebebi, insanların putlara tapınma devrinden
henüz yeni kurtulmuş olmaları idi. Hz. Ömer, bir kısım cahiller, kendisinin
Hacerülesved’i öpmesini, Câhiliye döneminde olduğu gibi, taşlara ve putlara
ibadet edildiğini zannederler diye korkmuştu. Onun için, Hacerülesved’i
öpmesinin ve selâmlamasının sebebini, sadece Allah’ı tazim ve Resûl-i Ekrem’in
emrine itaat, fiiline yani sünnetine ittiba olduğunu bütün ümmete açıklama
ihtiyacı duymuştu. Böylece, yaptığı bu işin, haccın esaslarından biri olarak
Allah Resûlü tarafından emredildiğini, Câhiliye devrindeki putperestlikle asla
bir ilişkisi bulunmadığını anlatmak istemişti. Nitekim çok sonraki asırlarda birtakım
müsteşrikler bile, yazdıkları kitaplarda bu haksız ve yersiz isnadlarda
bulunmaya cür’et etmişler, hadis, tefsir, fıkıh, tarih ve siyer ilimlerinin
belli başlı bütün mûteber kaynaklarında, değişik rivayet tarikleriyle
nakledilen bu sahih hadisleri görmezlikten gelerek, ilmî ve ahlâkî olmayan bir
yolu tercih etmişlerdir.
Hz.
Ömer, Hacerülesved’in öpüldüğünü, ancak bunun his ve akıl cihetinden
açıklanabilecek bir sebebinin bilinmediğini anlamış, bir görüş bildirmeyi veya
kıyas yapmayı terkederek, sadece Allah Resûlü’nün sünnetine uyduğunu
belirtmiştir. Bu vesileyle bir kere daha şu hususu hatırlamalıyız:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
yaptığı bir fiilin, işlediği bir işin sebebi ve hikmetini anlayamamış olsak
bile, ona uymak, dinin temel kâidelerinden biridir. Bu konudaki sünnetin kavlî, fiilî
veya takrîrî olması arasında bir fark yoktur. Hz. Ömer, Hacerülesved’in bir taş
olarak, bizâtihi kendisinin bir fayda veya zarar vermeyeceğini, özellikle
açıklama ihtiyacı duymuştu. Çünkü Câhiliye devri arapları, bir taşa veya puta
dokunmanın, onlara saygı göstermenin ve onları öpmenin, kendilerini Allah’a
yaklaştıracağına, fayda vereceğine, birtakım hastalıklarına şifa olacağına
inanırlardı. Halbuki, Hz. Ömer’in davranışının bunlarla hiç bir alakası yoktur.
O sadece Allah emrettiği için Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılındığı gibi,
Resûl-i Ekrem’in sünnetine uyarak Hacerülesved’i öpmekteydi.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Sebep ve hikmeti bilinip anlaşılmasa bile, Hz. Peygamber’in sünnetine tâbi
olmak gerekir.
2.
Hz. Peygamber’in sahih bir hadisini duyan kimse, o hadisin mâna ve mâhiyetini
anlamasa bile, hadis dinde delil olarak kullanılır.
3.
Devlet reisi veya bir âlimin yaptığı işi, insanların anlamayıp fitneye
düşmelerinden korkulursa, o işin neden öyle yapıldığı güzelce açıklanmalıdır.
4.
İbadetler tevkîfîdir, yani mâhiyetleri ve hikmetleri tam anlaşılmasa da,
Allah’ın emrettiği ve Resul-i Ekrem’den görüldüğü şekilde yerine getirilir.
5.
Hacerülesved’i öpmek ve selâmlamak (istilâm) sünnettir.
17- باب في وجوب الانقياد لحكم الله تعالى
ALLAH’IN HÜKMÜNE
BOYUN EĞMEK
وما يقوله من دُعي إلى ذلك ، وأُمِرَ بمعروف
أو نُهِيَ عن منكر
ALLAH’IN HÜKMÜNE BOYUN EĞMENİN KAÇINILMAZ OLDUĞU VE
BUNA DAVET EDİLEN, MA’RÛF İLE EMiR VE MÜNKERDEN NEHiY OLUNAN KİMSENİN NE DEMESİ
GEREKTİĞİ
Âyetler
قال اللَّه تعالى: { فَلاَ وَرَبِّكَ
لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ
يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا } .
1. “Hayır, asla! Rabbine yemin ederim ki, aralarındaki
anlaşmazlıklarda seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden kalplerinde
hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla teslim olmadıkça, iman etmiş
sayılmazlar.” Nisâ
sûresi (4), 65
Bundan
önceki “Sünneti ve Edeblerini Koruma” konusunun başında, bu
âyetin mâhiyetini ve gerektirdiği hükümleri açıklamıştık. Aynı şeyleri burada
tekrar etmeyeceğiz. Ancak bu âyet-i kerimenin burada yeniden zikredilmesinin
sebebi, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme uymanın,
onun emir ve yasaklarını dinleme ve sünnetine tâbi olmanın, Allah’ın hükmüne
boyun eğmenin icap ve gereklerinden olduğunu bir kere daha hatırlatmaktır.
Çünkü bütün bu sayılanların kaynağı ve Peygamber’in dindeki yerini bize öğreten
Kur’ân-ı Kerîm’dir.
وقال تعالى: إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ
الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن
يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ } .
2. “Aralarında hükmetmeleri için Allah’a ve Resûlü’ne
çağırıldıkları zaman, mü’minlerin sözü sadece “işittik ve itaat ettik”
demeleridir. Felâha, kurtuluşa kavuşacak olanlar işte bunlardır.” Nûr sûresi (24), 51
Mü’minlerin
en önemli özelliği ve onları münafıklardan ayıran temel vasıf, Allah ve
Resûlünün sözlerini dinlemek ve itaat etmektir. Çünkü aynı sûrenin 47-50’nci
âyetlerinde münafıkların nitelikleri anlatılır ve “Allah’a ve Resûlüne
inandık ve itaat ettik” deyip arkasından yan çizdikleri, aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve Resûlüne çağırıldıkları zaman da içlerinden bir
kısmının yüz çevirdiğinden bahsedilir. Sonra haklarında şu hüküm verilir: “Kalplerinde
bir hastalık mı var? Yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve
Resûlü’nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır,
asıl zâlimler kendileridir.” İşte onların bu olumsuz ve yakışıksız
tavırlarına karşılık mü’minlerin tavrı bunun tam aksi olup “işittik ve
itaat ettik” derler ve bu sözlerinin gerekleri ne ise yerine
getirirler. Herhangi bir konuda şeriatın hükmüne çağırıldıkları zaman ona
uymaları mü’minlerin üzerine farzdır. Bundan kaçınıp çekinmek ise haram
kılınmıştır. Çünkü imanın ve itaatin gereği budur. Kurtuluşa erenler de sadece
böyle davrananlardır.
وفيه من الأحاديث حديث أبي هريرة المذكور في
أول الباب قبله (انظر الحديث رقم 156) وغيره من الأحاديث فيه.
Hadisler
170- عن أَبِي هريرة رضي اللَّه
عنه ، قال : لَمَّا نَزَلَتْ عَلَى رسولِ اللَّه
صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : { للَّهِ ما في السَّمواتِ وَمَا فِي الأرض وإن تبدوا مافِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ
تُخْفوهُ يُحاسبْكُمْ بِهِ اللَّه} الآية [البقرة 283 ] اشْتَدَّ ذلكَ عَلَى أَصْحابِ رسول
اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فأَتوْا رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ
وسَلَّم، ثُمَّ برَكُوا عَلَى الرُّكَب فَقالُوا : أَيْ رسولَ اللَّه كُلِّفَنَا
مِنَ الأَعمالِ مَا نُطِيقُ : الصَّلاَةَ وَالْجِهادَ وَالصِّيام وَالصَّدقةَ ،
وَقَدَ أُنْزلتْ عليْكَ هَذِهِ الآيَةُ وَلا نُطِيقُهَا . قالَ رسولُ اللَّه صَلّى
اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «أَتُريدُونَ أَنْ تَقُولوا كَمَا قَالَ أَهْلُ الْكِتابَين مِنْ
قَبْلكُمْ : سَمِعْنَا وَعصينَا ؟ بَلْ قُولوا : سمِعْنا وَأَطَعْنَا غُفْرانَك
رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمصِيرُ » فَلَمَّا اقْتَرَأَهَا الْقَومُ ، وَذَلقَتْ بِهَا أَلْسِنتهُمْ ،
أَنَزلَ اللَّه تَعَالَى في إِثْرهَا : { آمنَ الرَّسُولُ بِما أُنْزِلَ إِليْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤمِنونَ
كُلٌّ آمنَ بِاللَّه وَملائِكَتِهِ وكُتبِه وَرُسُلهِ لا نُفرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ
مِنْ رُسُلهِ وَقالوا سمعْنَا وَأَطعْنا غُفْرَانكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصيرُ
} فَلَمَّا فعَلُوا ذلك نَسَخَهَا اللَّه
تَعَالَى ، فَأَنْزَلَ اللَّه عَزَّ وَجَلَّ : { لا يُكلِّفُ اللَّه نَفْساً إِلاَّ
وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبتْ ، رَبَّنَا لا
تُؤاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَو أَخْطَأْنَا } قَالَ : نَعَمْ { رَبَّنَا وَلا
تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْراً كَمَا حمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا }
قَالَ: نعَمْ { رَبَّنَا ولا تُحَمِّلْنَا مَالا طَاقَةَ
لَنَا بِهِ } قَالَ : نَعَمْ { واعْفُ عَنَّا واغْفِرْ لَنَا
وَارْحَمْنَا أَنْت مَوْلانَا فانْصُرنَا عَلَى الْقَومِ الْكَافِرينَ } قَالَ : نعَمْ . رواه مسلم .
170. Ebû Hüreyre radıyallahu anh
şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’ e: “Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah’ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de, Allah sizi o yüzden
hesaba çeker ve neticede dilediğini bağışlar, dilediğine de azâb eder. Allah,
her şeye gücü yetendir” [Bakara sûresi(2), 284] anlamındaki âyet nazil
olunca, bu durum Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashâbına
ağır geldi. Bunun üzerine sahâbe, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem’in huzuruna gelerek dizleri üzerine çöküp şöyle dediler:
-
Ey Allah’ın Resûlü! Biz, namaz, cihad, oruç ve sadaka gibi gücümüz yeten
amellerle mükellef kılınmıştık. Oysa şimdi sana, gönlümüze gelen ve kalbimizden
geçen şeylerden de hesaba çekileceğimize dair bu âyet nazil oldu; buna güç
yetiremiyoruz. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Sizden önce kendilerine kitap verilen yahudi ve
hıristiyanların dediği gibi, işittik ve isyan ettik demek mi istiyorsunuz?
Bilâkis siz, işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bizi mağfiret eyle, bizi
bağışla, nihayet dönüş sadece sanadır, deyiniz.”
Sahâbîler
bu sözleri okuyup, dilleri de ona güzelce alışınca, Allah Teâla peşinden şu
âyeti indirdi:
“Resûl, Rabbinden kendisine indirilene iman etti,
mü’minler de iman ettiler. Hepsi, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
resullerine inandılar. Peygamberleri arasında hiç bir ayrım yapmayız, dediler.
İşittik ve itaat ettik bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüş de ancak sanadır
dediler” [Bakara sûresi
(2), 285].
Ashâb
inen âyetin gereğini yapıp, bu sözü söylemeye alışınca, Allah Teâlâ daha önceki
âyetin hükmünü neshetti, şu âyeti indirdi: “Allah hiç kimseye gücünün
üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük
de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi sorguya
çekme!” Allah Teâlâ: “Evet” buyurdu. “Ey Rabbimiz, bizden
öncekilere yüklediğin gibi, bize ağır yük yükleme.” Allah Teâlâ: “Evet”
buyurdu. “Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceği şeyleri de bize taşıtma. Bizi
bağışla, kusurlarımızı yok say, bize acı. Sen mevlâmızsın, o kâfirler gürûhuna
karşı bize yardım et” [Bakara sûresi (2), 286] Allah Teâlâ: “Evet” buyurdu. Müslim,
Îmân 199
Açıklamalar
Neredeyse
tamamı âyetlerden oluşan bu rivayet, sahâbe-i kirâmın, nâzil olan Kur’an sûre
ve âyetlerini öğrenme, anlama ve uygulamada ne kadar dikkatli ve hassas
davrandıklarını bize açıklamaktadır. Sahâbenin, problemlerin çözümünde
başvurdukları merciin Resûl-i Ekrem olduğunu da bu vesileyle bir kere daha
görmüş oluyoruz.Onlar, anlamadıkları veya inen Kur’an âyetlerinde kapalı olan
hususları kendi anladıkları kadarıyla veya anladıkları şekilde anlatma ya da
uygulama yoluna gitmiyor, bilakis Hz. Peygamber’den sorup öğreniyorlardı.
Böylece bilgi ve uygulama birliği sağlanmış oluyordu. Bunun sağlanmasında
Peygamberimiz’in sünneti ve hadisleri en önemli rolü oynamaktadır.
Sahâbeye,
âyet-i kerîmenin şiddetli gelmesi ve korkularının sebebi, gönüllerinden
geçirdikleri şeylerden dolayı hesaba çekileceklerini zannetmeleri, bunlardan
korunmaları gerektiği kanaatine sahip olmalarıydı. Çünkü böyle bir teklif,
insanın güç yetiremeyeceği bir şeydi. Gönülden geçen duyguları defetmek,
kişinin elinde değildir. Onun için “Biz buna güç yetiremeyiz” demişlerdi.
Hz. Peygamber’e bu durumu arz eden ashâb arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer,
Abdurrahman ibn Avf, Muaz ibni Cebel gibi önde gelen sahâbîler vardı. Onlar bu
teklifi, dindeki ifade tarzıyla “teklîf-i mâlâ yutâk” yani
gereğinin yerine getirilmesi imkânsız bir teklif olarak görmüşlerdi.
Peygamber
Efendimiz, onların bu karşı çıkış tavrını, yahudi ve hıristiyanların tavrına
benzeterek uygun bulmamış, nasıl davranmaları ve ne demeleri gerektiğini
kendilerine öğretmiştir. Hadisin konumuz ile ilgili yanı da işte burasıdır.
Sahâbe de Allah Resûlü’nün bu tavsiyesine uymuşlardır. Neticede Allah Teâlâ,
önceki âyetini nesheden “Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey
teklif etmez...” âyetini indirmiş, ashâbı rahat ve huzura
kavuşturmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1.
Allah Teâlâ, İslâm ümmetine şeriatı hafifletmiş, ancak güçlerinin yeteceği
kadar yük yüklemiştir.
2.
İnsan, gücünün yettiği amelleri işleyip, Allah’dan mağfiret ve bağışlanma
dileğinde bulunmalıdır. Hemen isyan havasına girmemelidir.
3.
Allah Teâlâ, insanlara kendisine nasıl dua edeceklerini ve Allah’dan nasıl
isteyeceklerini öğretmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar