İÇİMİZDEKİ ŞEYTANLAR SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI (STK-NGO)
Hzl: Dr. A. Nazmi Çora
Bizler
o kadar iyi niyetli ve hoşgörülü bir milletiz ki, ben bile kendimi akıllı
bilirken adı geçen kitaplarda ismi bulunan batı yanlısı dernekler ve
kuruluşlara bilmeden safiyetle çeşitli bağışlarda bulunduğumu gördüm ve ürktüm.
Amacım
sizlerin gözünü birazcık açmaktır. Sizlerin gözü açılırken eminim Türkiye'nin
de gözü açılacaktır.
Açık ya da örtülü ilişkiler, bir resme dönüştürüldüğünde
Amerikalıların "WEB" yani "Örümcek Ağı" demelerinin
gerçekçiliği de anlaşılacaktır. Bunu yapamasak bile açtığımız yolda
ilerleyecek olan genç araştırmacılar, Türkiye ağında yer alanların içini
dışını, iktisadi çıkar ilişkilerini, "think düşünce" batı hizmetkârı
yardakçılık işleriyle doldurdukları küçük "tankkendi
ceplerini-keselerini" inceleyerek, hepimizin anlayacağı şekilde gözümüze
gözümüze sokacaklardır. Doğdukları büyüdükleri, her şeyinden faydalandıkları bu
ülkeyi, para, rütbe ve mevki uğruna satmaktan çekinmeyen, bana göre bu zavallı
vatan hainlerini açığa çıkartacak ve onları bu ülkede yaşadıklarına pişman
edeceklerdir.. Bu işin bilimsel irdelemesini yapacak olan akademisyenler de
eklenirse; gerçekten batı çıkarlarına hizmet veren sözde demokratik örgütlenme ve
parçalanmaya karşı, ulusal bir dayanışma dönemine girebiliriz. Yabancı para
gerektirmeden, sadece kendi imkânlarımızla, sadece damarlarımızdaki asil kanla
beslenerek gerçek vatanseverler bu ahlaksız örgütlenmeye karşı çıkacaktır. Yani
"Zor oyunu bozacaktır!" İşte o "zor" milliyetçi ve
bağımsızlıkla tutuşan Türk Milleti tarafından, Atatürk'çü Türk Gençleri
tarafından bozulacaktır.
ABD'nin
uyguladığı strateji çok basit, ama basit olduğu kadar da etkili. David Icke'nin
"Brillant Book" isimli kitabında açıkladığı ve kendi deyimi ile şans
eseri ele geçirdiği kopyalara dayanarak yazdığı kitaba göre bir nevi Psikolojik
Harekât olan "Sessiz Savaş" ilk
defa 1954 yılında uluslararası seçkinlerin bulunduğu bir toplantıda açıklandı.
(Acaba aynı yıl toplanan Bildenberg Toplantısı olabilir mi?)
Sessiz
Savaş'a göre, halkın (ister kendi halkınız ister hedef ülke halkı kontrolünün)
ele geçirmenin en basit yolu;
1. Onları şaşkın hale getirmek,
2. İlgilerini aslında hiç önemli olmayan ve sizin maksatlarınızı
gizleyen tali, önemsiz beş para etmez konulara çekmek ve böylece onların ulusal
çıkarlarını ilgilendiren konulara, yani gerçek sorunlara odaklanmasını yok
ederek bunları unutturmak,
3. Ulusu meydana getiren temel disiplin ve prensipleri sarsarak
tedricen yok etmek ve istediğiniz fikir ve sistemi halka kabul ettirerek bu
yeni sisteme halkı uydurmaktır.
Halkın
dikkati ve düşünceleri gerçek sorunlardan, yapma ve önemsiz sorunlara
yöneltilir. Böylece zihni faaliyetleri sabote edilir. (Örneğin, Milli
servetler, milli büyük kuruluşlar yabancılara peşkeş çekilirken, yer altı
zenginlikleri yok pahasına devredilirken, güneyde ulusal çıkarlara aykırı bir
sözde Kürdistan temelleri atılırken (bu örnekleri binlerce sıralayabiliriz)
halk cumhurbaşkanı seçimi, türban konusu, yeni anayasa hazırlığı, Seda'nın
elbisesi, Ajda'nın silikonu, şunun selulitleri, Kadirin epostaları ile günler
doldurulur. Gerçek vatanın satılması olayı halka unutturulur. Resmen uyutulur.
Zaman içinde halkın eğitim seviyesi
düşürülür. Düşük kaliteli eğitim verilir. Araştırmaya,
incelemeye yönelik çalışmalar durdurulur. Bilim adamları kendileri
araştırmaktansa, başkalarından aşırmayı, yabancıların taraflı yayınlarını kopya
etmeyi seçer. Kafaları dumura uğrar dolayısı ile
yetiştirdikleri öğrenciler de onlar gibi olur. Teknik yaratıcılık cesaretleri
kırılır. Özgüvenleri yok edilir. Hedef ülkeyi, o toplumu aşağılayan, küçümseyen
deyimler nakaratlar yaratılır. Medya vasıtasıyla binlerce defa tekrar edilerek
halkın beynine bunun normal olduğu işlenir. Aşağılayıcı karikatürler, karikatür
dergileri yayımlanır. Acımasızca halkın zavallı, aptal, geri kalmış, cahil,
terbiyesiz, görgüsüz, kültürsüz olduğu yinelenirken aynı anda ABD ve batının ne
kadar gelişmiş ve kültürlü olduğu söylenir ve beyinlere bu işlenir. Öyle bir
zaman gelir ki artık ABD ve batıya karşı tek bir kötü söz söylemek size derhal
Satılmış Medya tarafında yargısız infaz getirir. Zaten sürekli ABD'de de böyle
denerek her türlü fikir size yutturulur.
Kısaca
zihni ve duygusal bir tecavüzdür söz konusu olan. Medyada özellikle TV ve
gazetelerde sürekli bir seks, cinsiyet, eşcinsellik, şiddet, savaş, acı
vurgulanır, böylece merhametsiz, hayvani, duygusal hareketler ve saldırı
bilinçaltına yerleştirilir.
Bu arada milli değerleri savunan anti ABD'ci dizi ve filmler
derhal medyatik baskı altına alınır ve derhal anti kampanya başlatılır. (Örneğin iyi veya kötü
tarafları olabilir bu tartışma konusudur ancak "Kurtlar Vadisi gibi Anti
ABD dizileri, içinde şiddet, mafyacılık vb şeyler var diye yasaklanır ve
yenilerinin çıkmaması için baskı yapılır. Peki, bunlardan çok daha fazla
şiddet, anormal seks ilişkileri, mafya gösterileri olan ABD film ve dizileri...
Haşa onlara kimse ses çıkaramaz. Onlar batı ürünüdür. İyidir.
Kısaca;
içinde biraz ulusal bilinci yükseltme varsa tu kaka, ABD ve batıyı güçlü
gösteriyorsa ve onun korkusunu yayıyorsa amenna!
Birileri
vatanı satıyormuş, vatan hainleri bırakın gizlice, artık açıkça meydan
okuyormuş?
Aman
ne gam! Sen dağlara doğru "Doğa yürüyüşü"ne bak!
Güneyde
sözde Kürdistan kuruluyormuş!
Bu
da mı dert!
Ülkede
kargaşa yaratmak için vatanseverler öldürülüyor muş, milliyetçiler sadece medya
baskısı ile suçsuz yere hapislere atılıyormuş, milliyetçi kuruluşlar dernekler
acımasızca satılmış medya tarafından bombardımana tutuluyormuş!
Ya
boş ver şimdi! Da Vincinin şifresinde çözümü vardır onun. Orda yoksa Simyacıya
bakarız! Hem baksana Bilge Ferrarisini de satmış! Meditasyon her şeyi çözer!.
Bir uyuştun mu gerisi kolay! Ha birde şu kansere falan nasıl çözüm bulacağız!
Tarihi
ve hukuku yeniden yaratarak halkı yanlış ve saptırılmış düşüncelere inandırmak
ta iyi bir yöntemdir.
"Ne milleti kardeşim, k... sıkarak yaşayan bir toplumun
tarihi mi olur" "Hangi Kurtuluş Savaşı, eşekten düşüp bir kişi ölmüş
Kurtuluş Savaşı diyorlar" Ç.A.
"Bu kurtuluş değil, kurtulamayış savaşıdır" M.A.
"Vahdettin hain değildir" B.E
"Ben vatanı bir kadın memesine satarım "A.A
"Çanakkale savaşı da neymiş, orda Anzak'lar acı çekti,
senin vatanını korumak kimin umurunda" B.U.
"Ne yapacaksın Atatürk'ün Nutkunu, zaten modası da
geçti"
Yakup Kadri'de kim, Mahmut Esat Bozkurt mu? Hiç duymadım
zaten hepsi geçmişte kaldı boş ver!
Benim
kanıma dokunan bu sözler yukarıda
baş harflerini koyduğum gazete köşe yazarları, yapımcılar, beyni dumura
uğramış gençlerden birkaç alıntı. Ya sizler bunları okuyor işitiyor
ama ne yapıyorsunuz? Ayıp sizlere... Atatürk'ümüz size bu vatanı emanet ederken
böyle suskun ördekler gibi durun mu dedi yoksa bunlara karşı çıkın,
devrimlerimizi koruyun mu? Her şey yasal yoldan ama korkmadan, örgütlenerek
yasalara uygun hainlere karşı koyarak.
Düzensizlikte
fayda vardır. Daha fazla karışıklık daha fazla ABD ve batı lehine fayda'dır. En
iyi yaklaşım, önce hedef ülkede kaos ve problemler yarat, sonra senin
çıkarlarına uygun çözümleri kabul ettir'dir.
Yetişkin
nüfusun dikkatini gerçek sosyal ve milli sorunlardan uzak tut. Onları hayali,
ufak ve önemsiz sorunlarla sürekli meşgul et.
Memleket
meselesi ne imiş?
Hele
şu altılı bir tutsun, bak neler oluyor!
Bırak
şimdi onu, şu ekolojik denge ne olacak onu bir anlat sen!
Kuvayi
Milliye mi, o da neymiş?
Sen
asıl Green Peace'e bak, kendilerini nasıl zincirlemişler ama!
Atatürk
zincirlerimi kırmış?
Hadi
canım sende atma şimdi! Parti örgüt olmadan bir şey olmaz mı diyorsun? O da
nereden çıktı? Atatürk mü yapmış?
Ya
o Atatürk zamanı, nereden bulacağız şimdi biz o zamanı!
Zaten
iktidar kirli bir mekanizma, sivil toplum hedefleri bize yeter. İktidarı
hedefleyeceğiz de ne olacak? Bırak iktidarı gericilere ve Amerikancılara, onlar
kirlensin. Biz Sivil Toplum Örgütleriyle idare edelim.
Parti,
marti! Zinhar! Bırakın bunları arkadaşlar!
Okullarda
eğitimi sulandırın ki genç nüfus bilgisiz, görgüsüz olsun, zihin faaliyetleri,
inceleme ve araştırma alt yapısı olmasın.
Usta
cadı dizisinden bir replik "Senin tarih
dersin yok mu? Gitmeyecek misin?"
El
cevap; "Ya boş ver tarihi, bana ne geçmişte
kim ne yapmış"
Tarih
dersini sanıyorlar ki geçmişte olan biteni öğrenmek! Aslında gençlere de hak
vermek lazım, sistem öyle sunuyor, öğretmenler öyle anlatıyor.
Peki,
evladım, geleceği neyin üzerine kuracaksın?
İşte
ABD var! Batı var, oralarda düşünen bir sürü insan var (Yani benden akıllı beni
güden demek istiyor beynine çakılmış) onlar yapar benim geleceğimi!
Aslında
gerçekten de geleceğimizi yapıyorlar, hatta hem geçmişimizi hem de geleceğimizi
yapıyorlar. Zevkle!!
Tarih
insana sadece geçmişini bilmek için değil, geleceğini de kurtarmak için gerekir
evladım.
Geçmişi
olmayanın geleceği olamaz ki evladım.
Asker
yerine para baronlarının emrinde onların talimatlarına uyan bilgisayar
programcısı, silah yerine bilgisayar, barut yerine veri, mermiler yerine
durumlar senaryolar kullanarak savaş yapıyor. Bu kirli bir savaş. Bunun adı "Sessiz Savaş"
Sessiz
ve derinden, halkın farkında olmadığı, sürekli bir savaş bu. Gürültü
çıkartmıyor, herhangi bir kişinin günlük hayatına alenen müdahale etmiyor. Halk
bu silahı anlayamadığından, saldırıya uğradığına ve baskı altında olduğuna asla
inanmıyor.
Psikolojik
baskıdan ekonomik baskıya kadar çok geniş bir yelpazede gittikçe artan bir
dozda yapılan bu baskı sonunda;
Halk
bu baskının varlığına adapte olur, uyum sağlar ve bu sinsi tecavüzden sanki
zevk alırmış gibi tahammül eder, hissizleşir ve robotlaşır.
Böylece
etkin güç, halkın doğal, ekonomik enerji kaynaklarının, sosyal hayatının,
zihinsel ve duygusal yapısının hatta DNA'larını inceleyerek genetik yapısının
zaaflarını tespit eder ve bunlara saldırarak halkın sosyal hayatına, devletin
ekonomisine, tercihlere doğrudan müdahale eder.
Halk
içgüdüsü ile bir şeylerin yanlış olduğunu hisseder, fakat sessiz silahın teknik
özelliklerinden ötürü duygularını makul bir şekilde izah edemez veya kendi
zekâsı ile problemlerle uğraşamaz. Bu nedenle nasıl yardım isteyeceğini, nasıl
kendini savunacağını, nasıl örgütleneceğini bilemez.
Şimdi yazdıklarımızı kısaca özetleyelim;
Soru: Saldırının amacı nedir?
Cevap: Amaç kitlelerin beynini ele geçirmek ve esir almak.
Soru: Nasıl bir güç tarafından yürütülmekte ve planlanmaktadır?
Cevap: İnsanlığı kölesi haline dönüştürmek isteyen ve bir
iktidar mekanizmasına sahip örgütlü bir güç tarafından yürütülmekte ve
planlanmaktadır. Genel olarak emperyalist devletler denilen batı ülkelerindeki
etkin güçler diyebiliriz. Özel olarak baktığımızda ise yani ülkemiz açısından
değerlendirdiğimizde karşımıza ABD gibi örgütlü bir güç çıkmaktadır.
Sorunu nasıl çözeriz;
1. ABD ile boy ölçüşebilecek bir iktidarı
hedefleyen örgütlenme içine girilmelidir. Bunun en son ve en güzel örneğini
büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Kurtuluş Savaşın'da
yaşadık. Asil kanımızda, genlerimizde bu güç ve yetenek var. Yani un ve yağ var
ama adam yok....
2. Rahat koltuğundan kalkıp ocağın başına
geçeceksin. Yani halka ineceksin, örgütleneceksin, her vasıta ile korkmadan,
yılmadan, karamsarlığa kapılmadan, inanarak halkı aydınlatmak için kolları
sıvayacaksın. Bu milli örgütsel faaliyet zihnini özgürleştirecek ve doğruları
bulacaksın.
Organizasyon
yoksa güçte yoktur. Bireysel güçler yok olmaya mahkûmdur. Örgütlenme güç
demektir.
O
zaman yapılacak tek şey, ABD' ye karşı halkın haklarını koruyabilecek ve
iktidarı hedefleyen bir partide örgütlenmektir. Tıpkı Atatürk'ümüzün yaptığı
gibi. Tıpkı Kuvayı Milliyecilerin yaptığı gibi
"Sevdiğini mertçe seven kişi
Pervane gibi özler ateşi
Sevipte yanmaktan korkanların
Masal anlatmaktır bütün işi"
Pervane gibi özler ateşi
Sevipte yanmaktan korkanların
Masal anlatmaktır bütün işi"
Dr. A. Nazmi Çora
Sh: 7-16
Ulus
devletler, dünya egemenliğine soyunan ABD ve diğer Süper Güç diye geçen
ülkelerin önündeki en büyük engeldir. Çünkü ulus devletler kendi topraklarının
kullanımına ve iktisadi ortamına dışarıdan yapılacak girişimleri, dış
siyasetlerinin doğrudan yönetilmesini engelleyebilirler. Daha da kötüsü, yandaş
yönetimlerin yerini her an daha bağımsızlıkçı yönetimler alabilir.
Ulusal
egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarını eleğe
döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülke insanlarının
onayı alınmadan gerçekleştirilemez. Bu nedenlerle, 'hür dünya' işlerinden,
"insan hakları" ve "din hürriyeti" bekçiliğine çevrilen
operasyon ile ABD'nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıdır.
Dünyanın 92 ülkesinde devlet yönetimlerine paralel yönetim
şebekesi oluşturan ABD ve Batı Avrupa devletleri egemenliklerini gizliden
değil, olabildiğince açıktan pekiştiriyorlar. Bunu yaparken kurdukları ya da
kurdurttukları Think-tank, düşünce topluluğu, grup çalışması, proje,
yuvarlak masa toplantısı, bilimsel konferans, dernek ve vakıflar aracılığıyla
toplumun tüm kesimlerini örgütlüyor, yasa değişikliği çalışmalarını
yönlendiriyor ya da yasa tasarılarını kendileri kaleme alıyorlar. Ülkeyi yönettiğini sanan devletin kurumlarına 'reform' için
para veriyor ve değişiklikleri kendi bildiklerince yönlendiriyorlar.
Gizli
örgütlenmelerle Polonya karıştırılmış, Moskova'da kurulan derneklerle yönetime
sızılmış ve muhalefet örgütlenmişti. Sosyalist sistemin çökertilmesinden sonra
ulusal devletlerin iç düzenlerinin ele geçirilmesi ve parçalanması süreci
başlatıldı.
Türkiye
gibi müttefik ülkelerdeyse, olası bağımsızlık eğilimlerini bastırmak ve
devletlerin tüm ulusal çekirdeklerini yok etmek, iktisadi ortamlarını
korunaksız, yönlendirilebilir, gerektiğinde karıştırılabilir bir durumda
tutabilmek için güdümlü örgütlerin desteğiyle yasal değişiklikler yaptırmayı
başardılar. Kirli operasyonları saklı tutarken toplumun tüm kesimlerini
istedikleri anda harekete geçirebilecek denli örgütlemiş bulunuyorlar.
Operasyonun
en önemli ayağı "çok kültürlülük" üstüne kuruldu. Başlarda
"farklılıklar zenginliğimizdir" diyenleri bile şaşırtacak denli kısa
bir sürede farklılıklar etnik azınlık isteklerine yükseltildi. Toplumun dinsel
dayanışmasını da denetim altında tutabilmek için "Din Hürriyeti"
senaryosunu büyük bir başarıyla uygulayan ABD örgütleri, dinsel topluluklarla,
şeyhlerle, şıhlarla, vakıflarla ilişkilerini geliştirerek demokrasi(!)
cephesine katıldılar.
Öyle başarılı oldular ki, Irak işgali sürecinde karşı çıkması
beklenen Türkiye'nin İslamcı muhalefeti bile vurdumduymaz oldu. Türban
özgürlüğü örgütlenmesiyle ve eylemlerle birlikte kurumların ve toplumun
tepkileri ölçüldü. Gerektiğinde suikastlar düzenlendi.
Operasyon
her kesimi Türkiye Cumhuriyeti'nin yasallığına karşı birleştirdi. Siyasal
partiler 'siyasi eğitim' adı altında operatörlere bulaşınca topluma önderlik
edecek muhalefet de kalmadı.
Oysa olay daha derindeydi.
Bir ülkede yaşayanların düşünce sistemleri ele geçiriliyor, demokratik kitle
örgütleri yok edilirken birkaç seçmece kişinin kurduğu dar üyeli dernekler
toplumsal muhalefeti, güdümlü medya ve devlet yöneticilerinin desteğiyle gütme
yeteneğine kavuşuyorlardı. Bu dernek ve vakıflar dışarıdan aldıkları büyük devlet
desteğinin karşılığını o devletin dışişlerine ulaştırılan ve milli
menfaatlerimizi tehdit eden raporlarla ödüyorlar..
Eskilerde
"casusluk" olarak nitelenebilecek bu uygulamalar şimdilerde demokrasi
için ortak çalışma' adı altında rahatça özümsenebiliyor. Yabancıların
dernekleri, vakıfları ve siyasi partileri toplum yönetiminde etkinlik
sağlayabiliyor. Başkentte bile şubeler açıyorlar. Zamanı geldiğinde harekete
geçip merkezi devleti ele geçirecek olan gençlik örgütlenmesi için büyük
paralar harcanıyor.
Bu
nedenlerle, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerinden alınıp, halk
kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılıyor, Ulusal
yönetimler, kısa devre edilerek, dünya egemenlerinin NGO Vakıf-Enstitü gibi
örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve
daha kalıcı bir yöntem haline geliyor.
Ülkelerde
devlet ile halkın arasına, ABD adına bir tür uzaktan yönetim şekli olarak adı
sivil(!) kendileri dışarıdaki devletin güdümünde bir dernekler, vakıflar, meslek
kuruluşları ağı kuruluyor.
İç
gelişmelere, kapanmış tarihsel yaraların yeniden deşilmesiyle yoğunlaştırılan
etnik kışkırtmalar, ekonomik şantajlar, din hürriyeti kapsamında geliştirilen
eylemler, Amerika'nın ya da Avrupa'nın şu ya da bu üniversitesinde, Türkiye'nin
bütünlüğüne, temel yasallığına saldıran toplantılar, konferanslara, Avrupa'dan
Türkiye'ye parlamenter akınları, yabancıların yerel yönetimlerle Cumhuriyet
devletinin bilgisi dışında gerçekleştirdikleri doğrudan kapalı toplantıları,
ülkenin enerji kaynaklarının kullanımına karşı, tarihsel kalıt ya da çevre
adına, abartılı uluslararası karşı kampanyalar, ulusal kurtuluşun simgesi olan
anma günlerini, sözde dostluk adına, silikleştirme adımları eşlik ediyor.
Böylece, olası uluslararası müdahalenin cephesi kuruluyor. İçerideki kutuplaşma
bazen sert bazen göreceli olarak daha yumuşak kışkırtmalarla olgunlaştırılıyor.
Özetlediğimiz girişimlerin en kısa tanımı: Türkiye Cumhuriyeti'nin temel yasallığıyla kimin derdi
varsa, başta ABD olmak üzere, Batı dünyası ona sahip çıkıyor, kol kanat geriyor
ve resmi raporlarla bu koruyuculuğu uluslararası belgelere taşıyorlar.
Gelişmelere
koşut olarak, ülke içinde de, sağcı solcuyla, dinci sözde aydınla, şeyhler
demokratlarla kol kola giriyorlar. Çok yakın geçmişte, aynı siyasal görüşleri
paylaşanlar yan yana gelemezken, şimdi tümü bir anda cephe oluşturabiliyorlar.
Onlarca örgüt devletin kurumsallığına karşı ortak belgelere bir çırpıda imza
atabiliyorlar. Kendisine 'liberal' diyen profesörler, bir gecede Amerika'ya uçuyorlar
ve 'cihad' örgütlerinin destekçisi Amerikan Müslümanlarının panellerinde,
yuvarlak masa toplantılarında, deneyimli istihbarat uzmanlarıyla buluşuyorlar.
Cumhuriyeti kurmakla övünen siyasal hareketin başkanı bir
anda Hıristiyan tarikatların yan kuruluşlarının toplantılarına katılıyor. Aynı görüşü paylaşan yöneticiler, 'vakıf adını taşıyan
yabancı parti uzantılarını Türkiye Cumhuriyeti'nin Büyük Millet Meclisi'ne
taşıyorlar ve "siyasal ahlak" dersleri verdiriyorlar. Ulusal
bağımsızlığın mirasçısı meclisin anayasayla ilgili çalışmalarına yabancılar
karışıyor ve bunu açıklamaktan da çekinmiyorlar.
Aynı
yabancılar, yerel yönetim çalışmaları adı altında bir dizi toplantı yapıyor ve
birbirine muhalif partilerden seçilmiş belediye başkanları, devlet merkezinden
bağımsızlaşma ve özerklik elde etme istemiyle hareket etmeye çağrılıyorlar.
Bu gelişmeler on-onbeş yıla sığıyor. Bu denli kısa bir
sürede, bu denli yüksek payda ortaklığını sağlayan nedir?
Yanıt
kısa ve açık: ABD'nin NED adlı fonundan beslenen, İRİ, NID, CİPE ve Batı Avrupa
örgütleriyle örülen ağın içinde biçimlenen ithal demokrasi yapılanması. Tasarım
merkezi aynı olunca, yörüngeler de, o merkezin çevresinde oluşuyor; sağı solla,
dinciyi laiklik savunucusuyla buluşturuyor. Siyasal farklılıklar eritilirken,
etnik ayrılıklar, bazen "çok kültürlülük" bazen da "inançlara
saygı" temelinde öne çıkartılıyor.
Türkiye'de,
üçbeş yıl öncesine dek, siyasal konumlanmalara uygun olarak, örgütler,
partiler, yazarlar, çizerler arasında keskin görüş ayrılıkları oluşurdu.
Örneğin, laik devlet düzenini değiştirmek isteyenlerle, cumhuriyeti savunanlar
arasında siyasal uçurum bulunurdu, 'Sağcı' geçinenle solcu' geçinen arasında
görüş ayrılıklarıysa siyasal yaşamın bir kuralı ve itici gücüydü.
Oysa
şimdi öyle olmuyor. Dinsel hukuk esaslarının uygulanmasını isteyenlerle,
istemeyenler bir araya geliyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
ilkelerinin değiştirilmesini birlikte öneriyorlar. Bu dayanışmalarını da,
'özgürlüklerin ve demokrasinin genişletilmesi' için eylem ortaklığına, çok
kültürlülük esasına dayalı siyasi yapılanma gereğine oturtuyorlar ve halka bunu
"hoşgörü" olarak yansıtıyorlar.
Cumhuriyetin
kurumlarına karşı her provokasyondan sonra siyasal partilerin tümü susuyor,
temel ilkelerin ve kumruların savunulması, orduya kalıyor. Ordu, politize
ediliyor, iç siyasi kavgaların içine çekiliyor. Ülkede kutuplar sayıca
artırılırken, inanç ve köken ayrılıkları öne çıkarılıyor ve çatışmalar
keskinleştiriliyor. Bu durumdan yarar umanlar, Türkiye'nin bir avuç militarist
güç tarafından yönetildiğini yayıyorlar, özellikle yurtdışında iş, askersel
yönetim tanımını da aşıyor ve 'laik cunta' deniliyor.
Söz konusu örümcek ağının ilmiklerinde, şu ya da bu niyetle yer
almış olanlar bu ağı örenlerin kimliğinden de, amaçlarının tümünden de bilgili
olmayabilirler. "Sivil" etiketi takınan, "saydamlığı"
olmazsa olmaz ilke olarak savunan örgütler, yabancı ilişkilerini, özellikle "hibe"
adı altında aldıkları parasal desteği çevrelerine topladıkları kişilerden
ve toplumdan saklamaktadırlar.
Bu
tür destekler almak için uğraşanların, özellikle Türkiye-Kafkasya-Ortadoğu ve
Türkiye-Kafkasya-Orta Asya'da "güvenlik" oluşturma ve
"demokrasi" kurma örtüsü altında yeni koloniler elde etmek isteyen
Batılı devletlerin ve kartellerin aracısı olan örgütlerle ve şirketlerle
kurdukları ilişkilere dikkat çekmek gerekiyordu.
Dahası
gençleri bu ilişkiler üstüne bilgilendirmenin önemli bir görev olduğu
düşüncesiyle hareket edilmiş; günümüzde moda olan Amerikan usulü sözde akademik
bir dille "sistematik" yazma yerine okurun kendi yorumunu yapmasına
ve gerekli sonuçlar çıkarmasına yardımcı olmak amaçlanmış ve medyatik eksik
bilgilendirmenin yarattığı boşluğu doldurmak için olayların sergilenmesine özen
gösterilmiştir.
Kesinlikle,
düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması gibi bir yöntemden yana
değiliz. Ancak toplumsal yaşamımızın yabancının hesabına düzenlenmesine ve
toplumun gözünün boyanmasına karşı bir uyanış sağlamanın insanlık görevi olduğu
da bir gerçektir.
Dr. A. Nazmi ÇORA
Sh: 17-23
Eskiden diktatörlere destek veren ABD ve Batı Avrupa,
paraları "Hürriyet" ve "Demokrasi" diyerek aklıyordu. Şimdi
hem "demokrasi" diyor, hem de "insan hakları inanç
özgürlüğü" diyor. Demekle kalmıyor, kendi eliyle
iktidara getirmiş olduğu diktatörleri iktidardan devirmek üzere,
'demokratikleşmenin önündeki engellerin kaldırılması' ya da 'demokrasiye geçiş
misyonu' diyerek, milli orduların kimliğinin yok edilmesi ve bağımsız devlet
egemenliğini koruma kararlılığının kırılması ve devlet merkezlerinin
zayıflatılması yoluna gidiyor. Bu işlem için NGO' dan NGO' ya, vakıftan vâkıfa
yatırım yapıyor.
ABD güya Sivil Toplum Kuruluşu (NGO Non Governmental Organization) olan NED'in
resmi olarak yıllık ödemeleri, 37 milyon dolar.. 2001 sonuna dek, Amerikan
resmi kaynağı NED'den Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarına 4,7 milyon dolar,
George Soros'un örgütünden 1,073 milyon dolar ve NED kanalıyla İngiliz
WFD (Westminster Foun dation)'den 6,250 Sterlinlik demokrasi yatırımı yapılmış.
ABD'nin
yarı resmi örgütü NED'den, IRI, NDI ve CI PE'ye ve onlardan
"workshop" işlerine aktarılan yatırımlara, NED'in raporlarından
bakmak biraz aydınlatıcı olabilir. Bunun gizlisi saklısı yok. Türkiye'deki
sivil toplum kuruluşlarının ve örgütçülerin çok az bir kısmı, 'saydamlık'
ilkelerine bağlı kalarak, "project" kaynaklarını açıkça
belirtmektedirler. Örgütlerin çoğu ise, bu ilişkileri ve yatırımları,
nedense açıklamıyor. (Acaba neden) Ve Türkiye Cumhuriyetinde ne devlet ne basın
ne de solcu, demokrat veya milliyetçi geçinen kişiler ve kuruluşlar tek bir
soru bile sormuyor. (Neden
cahiller mi? Korkuyorlar mı? Yoksa onlar da aynı kaynaktan mı besleniyorlar?)
Oysa NED, ABD'de Kongre denetiminde oluşturulmuş bir para fonudur; resmidir ve
bütçesiyle çalışmaları ABD Dışişleri'nin ve ABD Başkanı'nın onayından geçtikten
sonra ABD Kongresi'nin onayına sunar.
Her
ne kadar kendisi Non Gonernmental yani hükümete bağlı olmayan bağımsız Sivil
Toplum Kuruluşlarına (Tabii işine gelenlere) yardım etse de kendisinin
harcamaları resmidir; "governmental"dir, yani kendisi sapına kadar
devlete bağlıdır. ABD dışındaki ülkelerde yapılan bazı ödemelerde, parayı alanların
adları ve alma amaçları raporlara geçirilir. Bu durumda, hem para, hem
hesaplara para ölçüsüyle geçirilen eleman desteği alıp, hem de bunu saklamanın
fazlaca bir yararı yoktur. Açık ilişkinin başlangıcı 1988'e gidiyor.
NED, Türkiye'deki 'FORUM
Dergisi'ne 50.000 dolar veriyor. FORUM iki yıl sonra CIA eski elemanlarının, yerli
liberallerin, Asya'dan, Rusya'dan temsilcilerin de katıldığı Bodrum
toplantısını gerçekleştiriyor. Sonrasında, tek ilmikle başlanarak ve ilmiklere
ilmikler eklenerek, örümcek ağı örülüyor. Kimin hangi iş için ne kadar dolarlı
ve sterlinli "iş birlik" desteği almış olduğunu siz de
bulabilirsiniz. NED'in resmi raporlarından aldığımız dolarlı
"project" düğümlerini ve Avrupa'nın euro'lu ilmiklerini özetlersek,
yıldan yıla örülen ağı da görebiliriz:
1988
Eski
dostlar, Amerikan senatosunda ifade verenlerin yer aldığı Ankara'nın Forum Corp
ve Yeni Forum Dergisi'ne 50.000 dolar verilerek başlanıyor.
1990
Anahtar,
Türkiye'nin Amerikalı Dostları Vakfı ile çevriliyor ve Aydın Yalçın'ın
Forum'u ile kapı açılıyor. Bodrum'dan geçilecek ve Doğu'ya doğru ilk ilmikler
örülecektir.
1991
Bodrum
Monacus Club'da açılan kapıdan Kafkasya'ya, Asya'ya ve İslam ülkelerine
girilecek ve ilmiklere ilmikler eklenecektir. Forum ve Türk Demokrasi Vakfı
(TDV) ile çalışılıyor.
1992
İkinci
50.000 dolarla iş yürürken, 57.000 dolarlık projeyle Asya Türk Cumhuriyetlerine
uzanılıyor; serbest pazar ekonomisinin yayılmasına başlanıyor:
1993
İRİ
çalışmayı sürdürüyor ama yerliler her nedense raporlara yazılmıyor. Hemen
siyasi partilerle ilişkiye geçiliyor; "Grup çalışmaları-Work Shop'lar”
başlıyor.
1994
İRİ
ve Gökhan Çapoğlu ve Trabzon Valisi tarafından yeni Kurulan Stratejik
Araştırmalar Vakfı (SAV) ortak çalışmaya başlıyorlar, 7 1,583 dolarlık
çalışmayla 'Yerel Hükümetler' dedikleri belediyelerin otonomlaşmasına uzanan
yola giriliyor.
1995
İRİ
ve SAV'ın çalışmaları yoğunlaşırken, devreye yurt dışında örgütlü Müslüman
kadın işleri giriyor ve Türkiye'den yeni bir ilişki olarak TESEV zincire
ekleniyor, belediye örgütlerine, il meclislerine uzanılıyor. Amerika'dan gelen
Kemal Köprülü ARİ Hareketi Derneği'ni kuruyor.
1996
IRI
ile TESEV ortak çalışmasının yanı sıra belediyelerle doğrudan projeye
geçiliyor; Belediyeler Birliği ile çalışılıyor. Bu arada siyasi partiler
arasında eşgüdüm komisyonu kuruluyor.
1997
Bağışlar
doğrudan yapılmaya başlanırken, Müslüman kadın işleri, Kürt-Türk eğitimi,
Anadolu çalışmaları ve NDI devreye girerek Millet Meclisi'ne uzanıyor;
Liberaller serbest, piyasa ekonomisine karşı oluşabilecek tepkiyi azaltmak için
Müslümanlıkla Pazar ekonomisinin bağdaştığını öğretecek toplantılar düzenliyor;
Helsinki Yurttaşlık Derneği üyeleri çoğalsın, teknik gücü artsın ve sivilleri
toparlasın diye yardım görüyor. Türkiye AB'ye girmeden AB Türkiye'ye giriyor ve
Türkiye'de "demokratik ilkelerin ve hakların güçlendirilmesi için Sivil
Eğitim'e ve benzerlerine yatırım yapıyor. AB ve ABD siyasetine destek veren
yerli "sivil" örgütlerin proje desteği aldığı görülüyor. Toplam
Yatırımın tutarı: 671.055 dolar ve 2.974.640 euro.
1998
NDI
meclisteki yasama işlerini sürdürürken, Müslüman Hukuku altında yaşayan
kadınlar yöresel liderlerini yetiştirecek sivil temsilcileri, eğitiyor,
Kürt-Türk çalışmalarına İngiliz sterlini değiyor ve TOSAV içerideki
danışmanlarıyla yurtdışında toplantılar düzenliyor. ABD Cumhuriyetçi Parti
si'ne bağlı IRI örgütü ile TESEV ve Türk Belediyeler Birliği (TBB) 450.000
dolarlık proje yürütüyor, Liberal Düşünce Topluluğu Derneği CİPE'den aldığı
parasal destekle reform yasaları çalışıyor ve milletvekillerine yemek düzenliyor.
AB büyük projelere geçiyor:
1999
Amerikan
işadamları örgütü CİPE, liberallerle işin içinde. Amerikan Demokrat Partisi'ne
bağlı NDI, adı verilmeyen meclis üyeleriyle, TBMM'nde ahlak ilkelerini
belirliyor. Murat Belge'nin kurduğu Helsinki Yurttaşlık Derneği, yıllık
ödentisiyle etkinliklerini sürdürürken, İRİ, adını vermediği yerli sivil ile
gençlik örgütlenmesine başlıyor. AB ise belediyelerle proje ilişkisine giriyor.
2000
Sıra
Türklerin yolsuzluklarını kanıtlamaya gelmiştir. Yolsuzluk işleri için Amerikan
işadamlarının örgütü CİPE para kanalı oluyor. TOSAV, TOSAM adıyla çalışmaya
başlıyor; yerel örgüt liderleri yetiştirmeye yöneliyor. Helsinki Yurttaşlık
Derneği (HYD), Mersin, İstanbul ve Van'da "net work" yani şebeke
kurmayı üstleniyor. NDI adını vermediği yerli sivillerle birlikte
milletvekillerini ve "saygın" olarak niteledikleri akademisyenleri
dar toplantılara alıp, "ahlak" ilkelerini öğretiyor! Avrupa Birliği,
Türkiye'de özgürlüklere parasal yatırım yapıyor.
2001
Kürt-Türk
uzlaşma işine ABD'nin işadamları örgütü karışıyor, HYD "fiks" payı
olan 37.000 doları alıyor. ARI Hareketi (Derneği)'nin adı ilk kez NED
raporlarına geçiyor. IRI ARITESEV yeni Grup ÇalışmasıWork Shop işlerine
soyunurken, IRI'nin dolar desteğiyle ARI Derneği'ne bağlı Genç.net işe başlıyor;
amaç gençliği koordine bilgiyle donanmak, ilişki kurmak.
NDI
siyasal partileri, milletvekillerini, "sivil gruplan" yan yana
getirerek, ahlak ve devlet reformu işlerine katkıda bulunmayı sürdürüyor. NED
bu yıl bütçesinden toplam 686.634 dolar aktarıyor. Türkiye Cumhuriyeti
hükümeti, 19 günde 19 yasa çıkararak yasama rekoru kırıyor. "ABD'nin
dışarıdan gönderdiği Kemal Derviş bu durumu "Kriz içinde reform
yapıyoruz" diye açıklıyor.
2002
Helsinkiciler
her zamanki yıllık ödentiyi alıyor; IRI, kadınlara büyük yatırım yapıyor. NDI
'reform' adı altında yapılan yasa değişikliklerini sivil(!) örgütler
aracılığıyla destekliyor. Toplam tutar: 621.317 dolar.
2003
Sendikalara
sızıyorlar, KADER adlı kadın derneğini destekliyorlar; 600 sivil lideri
eğitiyorlar; IRI, ve ARI'nın kurduğu Genç Net'e parasal destek veriyor ve
Helsinkiciler her yılki ödentiye kavuşuyorlar. Folklorcular aracılığıyla
düşünce özgürlüğü işine girişiliyor.
Listelerde
adı verilmeyen 'işbirlik' boyutunun bir bölümünü yerli "sivil"
hareketin önde gelenlerinin etkinliklerini göreceğiz. Bazı para alıcıların
açıklanmamasının gerekçesini de NED'i denetlemekle yükümlü General Account
Office (GAO)'in (Bizdeki Sayıştay Benzeri) raporlarında bulacağız. He var ki,
MDI'nin bölge sorumlusu, CSA elemanı, Kıbrıs eski arabulucusu Charles rielson
Ledsky'nin açıklaması şimdilik yeterli bilgi içermektedir:
"Farklı
zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz.
İstanbul'da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara'da KaDer, Türk Parlamenterler Birliği,
TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz
oldu, özellikle Anayasa Komisyonu'na ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla'da
MUMIKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri ile çalıştık."
Charles Nelson Ledsky'nin açıklaması olağanüstü saydamdır, ne ki
"ahlâk" ilkeleri toplantılarını yabancılarla yaptıklarını halka
bildirmeyenlerin ve bu tür girişimlere özellikle yabancılar eliyle gençlik
örgütlenmesi yapılmasına ses etmeyen görevlilerin, herhalde bir gerekçeleri
vardır. Bu tutumu sorgulamaya gerek yok. Çünkü devletin en üst makamlarında
bulunanların etkinliklere katılımıyla yapılanlar meşrulaşmıştır.
CIA eski memuru Lesky'nin açıklamasının en ilginç yanı
"meclis komisyonları" ile çalışmadır. Bunu yadırgamamak gerekiyor.
Çünkü yabancıların istediği reformlar yapılıyorsa, elbete o yabancılarla
birlikte çalışılacaktır.
Bu
çalışmalar 20042005'te eklenen boyut ise bazen ne denli aşırılığa kaçıldığını
da gösteriyor. TBMM Demokrasi Komitesi Başkanı AKP Çorum Milletvekili
Agâh Kafkas imzalı yazıdan okuyalım:
[Agah Kafkas, Kafkasya asıllı yurttaşlarımızı Diaspora
olarak niteleyen ve çifte pasaport isteyen Ankara Kafder toplantısında Kafkas
derneklerinin! bir konfederasyon çatısı altında toplanmasını önermişti.
"Türk Demokrasi Vakfı Başkanı ve Demokrasi Komitesi üyesi Zekeriya Akçam,
'Atatürk'te Wilson ilkelerine sahip çıkarak ülkeyi kurtardı' dedi. Akçam'ın
konuşmasının bu bölümünde yine salon karıştı. ADD Başkanı Kırayoğlu, Atatürk'e
hakaret edildiğini ileri sürerken salonun bir bölümünden alkış aldı, bir bölümü
ise tepki gösterdi." (Bursa Hakimiyet, 29 Temmuz 2005, s.8) Kafkas
der-nekleri girişimleri için geniş bilgi: kafder.org.tr]
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Sivil
Toplum Kuruluşlarıyla olan işbirliğini daha da ilerletmek amacıyla geçtiğimiz
Aralık ayından itibaren Türk Demokrasi Vakfı ve merkezi Washington DC'de olan
National Democracy institute (NDI) ile ortak bir çalışma yürütmektedir."
Yani
yabancı devlet ABD'nin bir partisine bağlı örgüt ile meclisimizin
milletvekilleri (Türkiye Büyük Millet Mecli si'nin manevi şahsiyeti değil) iç
içe çalışıyorlar. Buna "Olabilir" denebilir; "Karşılıklı
öğrenecek çok şey vardır" da denilebilir. Ancak, iş öyle karşılıklı deney
alışverişine benzemiyor. Aynı yazıdan okuyalım:
"Bu çalışma çevresinde kurulan ve
milletvekillerinin katılımıyla oluşturulan Demokrasi Komitesi sivil bir girişim
olarak çalışmalarına devam etmektedir. (..) çalışmalar süresince TBMM
komisyonlarının işleyişi milletvekili seçmen ilişkileri ve TBMM personelinin
işlevi konuları üzerinde çalışılacaktır."
"Milletvekilleri de sivil(!) ise,
resmi olan kim oluyor?" demeden önce bir an düşünürsek; Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana var olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, hatta
ondan önce de yaklaşık 30 yıl çalışmış olan Meclisi Mebusan deneyleri demek ki,
çok yetersizmiş!.. Meclis personelinin neyi nasıl, yapacağını anlamak için
Alman vakıflarıyla, Amerikan işadamları kuruluşlarıyla ve Amerikan partilerinin
birçok operasyon deneyimine sahip elemanlarınca yönetilmekte olan örgütleriyle
"işbirlik" yapanlarla birlikte çalışmak gerekiyormuş.
İş
bununla kalsa iyi. Nasıl olsa seçim gelince bu anlayış da gider, denilebilir,
ama olanaksız; çünkü TDV-NDI Türkiye Büyük Millet Meclisi ortak çalışması
Anadolu'da yayılacakmış. Tipik örnek olduğu için anılan yazıdan okuyoruz.
"Çalışmalarını sadece Ankara ile
sınırlamak istemeyen Demokrasi Komitesi, yaz döneminde de Antalya, Bursa, Van,
Şanlıurfa, Trabzon ve İzmir'de toplantılar düzenleyecek."
Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nde AKP'den yedi, CHP'den iki ve ANAP'tan bir
milletvekilinin katılımıyla Mart 2003'de kurulan komitenin ilk işi NDI'nin
konuğu olarak ABD'ye gitmek oldu. Orada CSIS'te bir toplantıya katılan komite
üyeleri, daha sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wolfowitz'in konuğu oldular.
Üyeler arasında bulunan ARI Derneği kurucularından ve CHP milletvekili Zeynep
Damla Gürel'in uluslararası deneyimi de düşünüldüğünde, bu demokratik girişimin
TDV-NDI Türkiye Büyük Millet Meclisi USA ilişkilerinden pek kazançlı çıkacağına
kuşku yok.
Bu
örneği gördükten sonra; özetini verdiğimiz dolarlı "workshop"
listesine, şirket vakıflarının, "think tank" [Amerika birleşik
devletleri'nde, bizdeki “ar-ge” kısaltmasının İngilizce hali. ] olarak
nitelendirilen kuruluşların çalışmalarına bakmalı... Avrupalıların psikolojik
propaganda eylemleri, 'Kürt sorunu'yla ilgili kitap yazımı, belgesel film
hazırlanması gibi etkinliklere destek vermelerinin yanı sıra, medya ünlülerinin
uzak ülkelerde ağırlanarak seminerlerde toplanmalarını, Alman 'stiftung'
örgütlerinin çevre ve yerel medya seminerlerini, 'Alevilik araştırmaları' gibi
fasıllarını bu kitaba almamış olmamızın fazlaca bir önemi kalmıyor.
Kıbrıs'ta, "Biz ne Türküz ne de Rumuz" diye
gösteri yapan, ya da Çeşme'de bir toplantıda yan yana getirilip "Bize
'Kuzey Kıbrıslı' ya da 'Güney Kıbrıslı' demeyin" diye açıklama yaptırılan
gençlere şaşan yöneticiler bu gençlerin, AMIDEAST tarafından eğitildiğini
görmezden gelmektedirler.
AMIDEAST,
51 yıl önce, ABD'nin Ortadoğu ve Afrika'daki çıkarlarını korumak üzere
kurulmuştur. Ayrıca, USIP toplumlararası sözde barış için verdiği dolarları,
Fullb right ve Carnegie Endoument ve benzerlerinin yatırımlarıyla gençler
üzerine yaptığı yatırımları da görememişlerdir.
Hazır
konunun içindeyken, Tarih Genel Sekreteri'nin ".. 'STK aslında yabancıların
kullandığı bir alettir' diye birkaç örnek ortaya konur, bu kötü örnekler
dar kafalılığın, yabancı düşmanlığının aracı haline getirilebilir"
dedikten sonra yabancılarla işbirliğini açıklayacak olanlara yakıştırdığı şu
"dar kafalılığın" da üstüne çıkan yepyeni bir yaklaşımı aktarmalıyız.
TDV (Türk Demokrasi Vakfı) Genel Başkanı, "Türkiye'de uluslararası alanda
sivil toplum temaslarına nasıl bakılıyor?" sorusunu yanıtlarken ilginç,
ama çok eski bir yönteme başvurarak, bu tür bilgileri iletenlere
"ihbarcı" diyordu. Gazeteden okuyalım:
"Bu
arada, Türkiye ihbarcı cenneti olduğu için bazı ihbarcılar da bu mekanizmayı
körüklüyorlar. İşleri güçleri Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini sabote
etmek, baltalamak, yarım yamalak bilgiyle ortaya çıkmak. Basının da bu bilgisi
olmayan çığırtkan cahillere yer vermesi bir süre için bunların öne çıkmasına
imkân veriyor."
Şimdi
durup dururken, sormak gerekiyor: Tarih Vakfı yöneticisinin belirttiği gibi
"dar kafalılık" etmenin de ötesinde, "ihbarcı" olmak, hatta
"cahiller" arasına katılarak, bu tür projelerin listesini vermek,
Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası ilişkilerine mi, yoksa bazı 'sivil' ve
NGO'lar arası ilişkilere mi zarar verir? Bu soru yetersiz kalıyor. Çünkü Genel
Başkan'ın açıklamasında sınır genişletiliyor:
"İşte bu, kim ne derse desin, bir devlet faşizmidir.
Halkına güvenmeyip kapalı kapılar arkasında halkını küçümseyerek, insanını
küçümseyerek kendi kendine koyduğu ne idüğü belirsiz kurallarla ülkeyi
yönettiğini sanma yanlışlığıdır."
Siviller
arası alışverişler, dolarlı "işbirlikler" halkı küçümsemek olmuyor.
Burası anlaşılabilir. Ama ne idüğü belirsiz kurallar"ın hangi kurallar
olduğu ilerleyen bölümlerde parasal destek alınan NED'in ilkelerinden okunacak
ve "siyasal etik" ya da "açık toplum" ve
"şeffaflık" diyenlerin kendi yurttaşlarını neden "ihbarcı"
katına düşürdükleri de o zaman anlaşılacaktır. Bilgiyi iletmek, ilgili taraf
toplum ise "ihbar" değil, olsa olsa bilgilendirme olamaz mı?
El
parasıyla raporlar düzmek ve bu raporları yabancı devletin kuruluşuna iletme
işleri de gerçektir. Alman vakıfına alınacak paraların artırılması için
mektup yazıldığı; Türkiye'de düzenlenen bir
toplantıda yenilen pastanın yirmi küsur milyon liralık faturasının bile Alman
vakıfınca ödendiği de bir gerçektir.
Sh: 71-82
Gelin konuyu biraz daha özelleştirelim ve Şehit (Bana göre
vatanı için savaşırken öldürüldü) sayın Dr. necip Hablemitoğlu'nun konu ile
yazdıklarını tek kelimesini bile değiştirmeden aşağıda hep beraber okuyalım.
Dr.
necip Hablemitoğlu Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen
ulusaluluslararası düzeydeki kurumların pek çoğu kabuk değiştiriyor. Hiç
şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen
tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat
faaliyetleri artık özlemli 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin, dünya
üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden "Echolon Ağı",
uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm
işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hâlâ önemini korurken,
istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmaktadır. "Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel
İstihbarat" kavramları gibi. İstihbarat ve Karşı İstihbarat
Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde
işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde,
Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis
veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan Kardinaller,
Piskoposlar, Hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan
şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları
ile de gerektikçe iç içe çalışılıyor.
İstihbarat servislerinin rolü,
koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık
hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma
riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan ya da dolaylı olarak servisle
ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde
bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara "etki ajanları",
"yönlendirici ajanlar" ya da kapsamlı bir deyişle "nüfuz
casusları" deniliyor.
Halk deyimi ile "maşa" olarakta nitelendirebileceğimiz
bu etki ajanlarının farklı işlevleri bulunuyor; kimi, politikacı, kimi
gazeteci, kimi akademisyen, kimi diplomat, kimi hukukçu, kimi tarikat-cemaat
şeyhi, kimi de yüksek bürokrat ya da işadamı olarak, önce madden ve manen bağlı
oldukları, aidiyet duygusunu ve güvencesini hissettikleri ülke adına tüm
yetkilerini kullanıyorlar. Bu bazen, devlet politikasının
güdümlü olarak saptırılması; bazen, halkın din ve ırk duygularına bağlı olarak
kin ve husumete sevk edilmesi; bazen, uluslararası ihalelerde devlet
çıkarlarının göz ardı edilerek bağlı ülke şirketlerinin tercih edilmesi; bazen
tahkim örneğinde olduğu gibi çağcıl kapitülasyonların geri gelmesi amacına
uygun olarak gerçek dışı bilgilerle kamuoyunun aldatılması; bazen, Türkiye'nin
en zengin işadamlarından birinin tüm mesaisini Diyanet İşleri Başkanlığı'na
değil Fener Rum Patrikhanesi'ne hizmete hasretmesi ya da Cemaatçilerın Papa,
Fener Rum Patriği ve Batı kökenli Hıristiyan misyonerlerle halvete girmesi;
bazen, kendi halkının can güvenliğinin hiçe sayılarak Bergama'da olduğu gibi
şaibeli şirketlerden yana tavır konulması ya da nükleer enerji ihalelerinin
sonlandırılmasına karşın sözleşmede olmadığı halde halkın kıt kaynaklarını
taraf yabancı şirketlere tazminat olarak aktarılmasının önerilmesi; bazen AB
örneğinde olduğu gibi, "Kopenhag Kriterleri, Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası'nın üstündedir" gibi söylemlerle ulus-devletin sona
erdiğinin, egemenlik-bağımsızlık-ulusal onur-ulusçuluk gibi kavramların
modasının geçtiğinin vurgulanması; şeriatçılara ve bölücülere sınırsız ve
koşulsuz özgürlük isteminde bulunularak bunun "demokratlık" olarak
lanse edilmesi; bazen hizbullahçılar gibi kanlı örgütlere yıllar boyu göz
yumulması ya da her türlü organize suç örgütü ile çıkar ilişkisi içinde
bulunulması; bazen Kaddafi'nin bile önünde onursuzca boyun eğilmesi; bazen
ABD Başkanı ile el-göz temasında bulunulmasının bile onurmuşçasına reklam
konusu edilmesi; bazen ilgili devlet büyükelçisinin önünde bile bir Türk
siyasi liderinin elpençe divan durması; bazen Türk Dünyası'ndaki Türkiye'nin
çıkarlarının örneğin cemaatçiler eliyle ABD'ne devredilmesine seyirci kalınması
ya da Kuzey Irak'ta, Kosova'da, Karabağ'da, Doğu Türkistan'da olduğu gibi
soydaşlarımızın insani haklarına bile sahip çıkılmamasi; bazen Türkiye'nin
etnik-dinsel haritasının ya da aile yapısının ortaya konulmasını öngören dış
kaynaklı projelerle en mahrem bilgilerimizin bilimsel çalışma adı altında
ilgili ülke istihbarat servislerine aktarılması ve daha pek çok, binlerce, on
binlerce onursuz işbirliği örneği!..
Kısaca, etki ajanları görüldüğü gibi bir değil, onbinlerle.
Onlar aramızda, üstelik bizi yönlendiren, yöneten her yerde...Kimi
"şeriatçı", kimi "ülkücü", kimi "sosyalist", kimi
"kürtçü", kimi "ortanın solunda", kimi" merkez sağda",
kimi "kapitalist", kimi "ikinci cumhuriyetçi"!.. Ama
nedense hepsi de demokrat, özgürlükçü, entellektüel, insan haklan savunucusu ve
AB yanlısı!..Güçleri destek aldıkları ülkelerden ve işgal ettikleri konumlardan
geliyor. Politikacıysanız, gidebildiğiniz yere kadar destekleniyorsunuz.
Bürokratsanız, çıkabileceğiniz en üst göreve kadar yükselebiliyorsunuz.
İşadamıysanız, vize dâhil "kayırılma" statüsüne dâhil ediliyorsunuz.
Diyelim
ki, "ikinci cumhuriyetçisiniz", Türkiye'de sizi okuyacak kaç
"ikinci cumhuriyetçi" okurunuz var? Yazarı çizeri-okuru dâhil
Türkiye'deki ikinci cumhuriyetçilerin sayısına baktığınızda, birkaç bin kişiyle
sınırlı olduğunu görüyorsunuz. Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük
kesimi tarafından adeta lanetlenen "ikinci cumhuriyetçi" yazarlar,
Türk Basını'nın en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim
onlara "kamuoyunu oluşturma-koşullandırma" güç ve desteğini veriyor
dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile ön plana çıkan medya
patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, cemaatçilerin
tanıtımı için büyük gayretler sarf eden ünlü bir medya patronunun, Mehmet
Eymür'e yazarlık önermesi size hiçte şaşırtıcı gelmiyor. Cumhuriyetin temel
değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara "MİT ajanı"
suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla
bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise
suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye'deki etki ajanlığı
tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor...
Türkiye'de
kamuoyu, neredeyse I. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaygın biçimde kullanılan "nüfuz casusu"
terimini, ilk olarak geçtiğimiz aylarda, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın
yurtdışında yaptığı gayrı ciddi bir havuzbaşı bir açıklamasından öğrendi.
Basın, Amerika'nın yeniden keşfi haberi gibi konunun adeta üzerine atladı. Ya
muhabirlerin ve de redaktörlerin bilgisizliğinden ya da bakanın telaffuz
hatasından, bu terim bazı basın kuruluşlarında "nüfus casusluğu" olarak
okuyuculara aktarıldı, doğal olarakta ilgisiz komedi türünden yakıştırıcı
yorumlar getirildi. Basının duyarlılığı, bu terimle, Bakanın sarf ettiği
"yeni bombaların patlayacağı" taahhüdünün ilişkilendirilmesi sonucu
daha da katmerleşmişti. Ancak aradan geçen süre içinde, "Umut
Operasyonu" dosyası yargıya sevk edilirken, "nüfuz casusları"
konusu "fos" çıkmıştı, beklenen bombaların hiçbiri patlamamıştı.
Anlaşılan, bakan, daha önce hiç duymadığı bu terimi bir danışmanından ya da
yakınından duymuş, klasik bir bilgiçlikle anında etrafındakilere duyurmuştu.
Bu
yorum, hiç şüphesiz bakanla ilgili yapılabilecek en iyi niyetli yorum; çünkü
bakanın Türkiye'deki binlerle ifade olunan "nüfuz casusu" ya da
"etki ajanı" ya da "yönlendirici ajan" kapsamında örneğin
cemaatçilerı da deşifre edip yargıya sevk etmesi gerekirdi. Elbette bu mümkün
değildi: Emniyette ve mülki kadrolarda cemaatçilere karşı terfi ve taltiften
başka "MGK zorlaması sonucu birkaç işlem hariç" somut, kayda değer
hiçbir operasyon yapmayan, şeriatı hiçbir şekilde birinci tehlike olarak kabul
etmeyen, sadece 28 Şubat kararlarına katılıyor görünen "dini bütün"
imajlı bir İçişleri Bakanı'nın bu cemaatle geçmişine yönelik kamuoyundaki
şüpheleri gidermesi beklenemezdi, nitekim de öyle oldu...
Aynı
şekilde, kendi partisi içindeki "Alman Ekolü"ne mensup olmakla
tanınan politikacıları da deşifre etmesi gerekirdi ki, sıra ABD, İngiltere,
İran, Suudi Arabistan, Libya ve diğer hasım ülkelerin "etki
ajanları"na, "yönlendirici ajanları"na gelsin!..Hedef ülkeler
kapsamında emperyalist amaçlı ülkelerin istihbarat servislerince dış
operasyonlarda "tepe tepe kullanılan" bu ajanların ya da halk deyimi
ile yerli işbirlikçilerin nasıl kancalandıkları, nerelerde yetiştirildikleri ve
nasıl yönlendirildikleri ödüllendirildikleri himaye edildikleri, Türk
kamuoyunca henüz bilinmiyor. O kadar bilinmiyor ki, bilmeyenler kapsamına TSK
ve MİT hariç devletin en üst yetkilileri de dahil.
Örneğin,
Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Şağar imzasıyla yayınlanan son casusluk genelgesi,
bu vurdumduymaz, sorumluluktan uzak bilinmezliğin bir şahikası (1).Genelgede,
devlet görevlilerinin, yabancı diplomatlarla temastan kaçınmaları isteniyor,
sanki sorunun çözümüne katkısı olacakmış gibi... İşte, etki ajanlığı ile ilgili
bilinmeyen ya da az bilinen hususlara ait genel çerçevede ele alınmış, teknik
ayrıntı boğuntusundan uzak, yalın bilgiler.
Öncelikle
kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak gerekir;
"Profesyoneller"/'Satın
alınabilir Aydınlar" ve de "Sempatizanlar" (amatör muhipler).
Profesyoneller yurti çinden ya da yurtdışında yaşayanlar arasından seçilir ve
bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. "Satın alınabilir Aydınlar" özellikle
ulus-devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü
Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır;
özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler örneğin,
"yönlendirici ajan" statüsünde etkili bir gazeteciye ya da medya
patronuna sahipseniz, yüzbinlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan
etkileyecek bir silaha da kavuşmuş olursunuz. Keza,
bir tarikat cemaat şeyhini satın almışsanız, yüzbinlerce müridini de
"yularından tutma" ve de gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi
başlatma gücüne sahip olursunuz. "Sempatizanlar" ise hedef
ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı
olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda,
internet, televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir. Parasal ya
da siyasal güç için en güçlü bir devletin himayesi altına girmeye can atanların
yanı sıra, örneğin "green card" için ulusal onurundan ve gururundan
gönüllü olarak vazgeçebilenler de bu gruba girerler. İşte bu kesimi sürekli
zinde tutabilmek için örneğin ABD'nin her yıl gerçekleştirdiği tüm dünyada
50.000 şanslıyı (!) belirleyen lotaryaları hatırlamak yeterlidir.
Etki
ajanları, her üç kategoride de özellikle kendi ülkesine ve toplumuna aidiyet
duygusu zayıf, parasal ve siyasal güç için her türlü ilişkiye girme eğilimli,
ulusal bilinci gelişmemiş, tercihen de etnik-dinsel (laik sistemde kendilerini
ezilen kabul edilen Sünni şeriatçılarla, Sünniler karşısında kendilerini ezilen
kabul eden Aleviler ya da Süryaniler, Masturiler, Bahailer, Yehova Şahitleri,
vd.) özürlü azınlık ırkçıları arasından seçilirler.
Türkiye'deki
etki ajanlarının tarihçesi, gerçekte Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine
kadar gitmektedir. Ekonomik, hukuksal ve siyasal kapitülasyonlarla Osmanlı
Devleti'nin elini kolunu bağlayan; etnik ayrılıkçılıkları kışkırtan; insan
haklarını tek taraflı bir istismar ve baskı aracı olarak kullanan büyük
devletler, az sayıda da olsa kendi etnik ajanlarını yetiştirmeyi, böylece
kontrol unsurunu daha köklü biçimde elde tutmayı ihmal etmemişlerdir. Örneğin, Ali Paşa'nın, Fuat Paşa'nın ya da Mahmut Nedim
Paşa'nın hangi hasım devletlerin muhibbi olduklarını göz önüne aldığınızda,
etki ajanlığının geçmişi hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Keza, I. ve
II. Meşrutiyet'te Osmanlı Meclisi Mebusanı'ndaki ayrılıkçı etki ajanlarının
sayısının nitelik ve nicelik yönünden büyüklüğünü gördüğünüzde, hasım ülkelerin
kat ettiği mesafe hakkında bir yargıya varacak olgunluğa sahip olduğunuzu
kestirirsiniz. Sonra, I. Dünya Savaşı döneminde
Anadolu'da 1000'i aşkın yabancı kolej olduğunu; örneğin Merzifon'daki Amerikan
Koleji'nin Pontusçu Rum Çetelerinin, Tarsus'taki Amerikan Koleji'nin de Taşnak
ve Hınçak Çetelerinin karargâhı olarak kullanıldığını öğrendiğinizde, Sivas
Kongresi'nde "ille de Amerikan mandası isteriz" diye tutturan şekilde
ulusçu-özde etki ajanı aydınlarımıza hiç mi hiç şaşırmazsınız. Sonra
Mustafa Kemal Paşa hatırınıza gelir, gözünüzde, kalbinizde, tüm hücrelerinizde
O'nu hisseder, O'nu daha bir başka tanır ve O'nunla onur ve gururla, sımsıcacık
bir yurtseverlik duygusuyla, Türklük bilincinizle bütünleştiğinizi
hissedersiniz.
Türkiye'de en çok etki ajanına sahip olan ABD, tüm dünya
ülkelerinde ve Türkiye'de geleceğin yönetici adayı olarak kendi yandaşlarını
yetiştirmede, ilk aşamada pilot vakıf enstitü-üniversitelerini kullanmaktadır.
Ama önce, adeta kurumsallaşmış ve gelenekselleşmiş bu seçimi ABD dışındaki tüm
ülkelerde ilk gerçekleştiren Fulbright Vakfıdır. IQ' su yüksek, İngilizce
düşünüp yorum yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip gençler, tüm hedef
ülkelerde aynı yöntemle belirlenip eğitime alınır; ancak kişiliği uygun
görülenler profesyonel eğitime tabi tutulur.
Kısa bir süre öncesine kadar etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde klasik
kalıplara sahip olan bu ülke, çıkarları doğrultusunda söz-konusu kalıpların
dışına çıkmış görünmektedir. Çıkarları açısından iktidar kadrolarının yanı sıra
muhalefet kadroları ve hatta mafya mensuplarıyla bile ilişkiler kuran; her
türlü uyuşturucu, siyasal cinayet, ihtilâl ve de silah pazarlaması gibi kirli
işlere bulaşan; yine çıkarları için devletlerarası hukuka aldırış etmeksizin
hedef ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayıp tecavüzde bulunan bu ülke, etki
ajanlığında artık "saf bâkir" niteliğe sahip genç adayların yanı
sıra, "kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisi" gereği, işine
yarayabilecek muhalefetteki tüm zararlı unsurlarla da dirsek teması halindedir.
Örneğin
katı mı katı, yobaz mı yobaz Talibanlar, Vahhabiler, Nakşi Araplar ve onların
kapıları terörün her türlüsüne açık örgütleri. Kısaca, şeriatçı, sözde ABD
karşıtı tüm yapılanmalar. Kendisine yönelik tehdidi, kendi kontrolü altında
hedef ülkelere yönlendirmek, ABD güvenlik stratejisinin temel ilkesidir. Türkiye'de
ise daha düne kadar ABD'yi düşman olarak gösteren malûm siyasal yapılanmanın
sözde yenilikçi kanadı, her fırsatta en basit sağlık kontrolü için bile nedense
Houston'a giden politikacılar, ileri yaşında dil öğrenmek için dershaneye
gitmek yerine ABD'ni tercih eden, sonra çocuklarına okul aramak için tekrar
tekrar giden siyasiler, keza cemaatçiler ve daha niceleri.
Aynı
zamanda, Almanya istihbarat servislerine büyük sadakatle hizmet verirken ABD'ne
de yamanmaya çalışan Süleymancılar, MHP'nin üst yönetimine kanca girişimleri,
Cemaatçilere, dolayısıyla arkasındaki ABD'ne övgüler düzmekte yarış yapan
sağcı-solcu devlet yöneticileri, Marksist olduklarını öne süren, kapitalizme
sözde karşı PKK ve diğer Kürtçü terör örgütleri. Hepsi ABD'de ve ABD dışında,
yalnızca ABD kontrolünde...
Türkiye
için seçilmişlere (!) bakıldığında, çobanlıktan gelenlerden, kola içmeye para
bulamayanlara kadar uzanan yelpazede, Türkiye'nin iç ve dış politikasını
ABD'nin çıkarlarına endeksleyenlerin yanı sıra, eski deyimle tüyü bitmedik yetimin
hakkını fütursuzca çalacak kadar tamahkâr, şehit cenazelerini sömürecek ölçüde
aşırı muhteris, amacına ulaşma konusunda "dün dündür" diyebilecek
kadar fırsatçı, işini (!) bilen memurunu el üstünde tutacak kadar erdem ve
ahlâk yoksunu, devletin örtülü-örtüsüz tüm kıt kaynaklarını savuracak kadar
hovarda, "prens" ünvanını alacak ölçüde küçük burjuva hırsızı
niceleri adeta bir resmi geçit yaparlar, gözlerinizin önünde.
Bunların
hepsini tanırsınız; kimileri Türkiye'yi soyup tekrar yetiştikleri yere kaçarlar
ve tabii asla iadeleri sözkonusu olmaz, kimileri de misyonlarını sanki
Türkiye'nin değişmez yazgısıymışçasına, büyük bir sadakatle yerine getirmeye
devam ederler. Diğer taraftan, bugün, ABD'de sayıları süratle yarım milyona
yaklaşmakta olan küçümsenemeyecek ölçüde bir Türk topluluğu oluşmuştur. Gerek
ABD'de yaşayan bu vatandaşlarımızla, öğrenimlerini bu ülkede yapıp da
Türkiye'de hizmet veren vatandaşlarımızı, bu az sayıdaki "seçilmiş
maşa" ile karıştırmamak gerekir.(Bugün ABD'de yaşayan ve ABD vatandaşı
olan öyle Türkler vardır ki Türkiye'de yaşayanlardan çok daha fazla milliyetçi
çok daha fazla Türk'tür.) Her toplumda olduğu gibi bu gerçekten
"düşmüş-düşürülmüş" maşaların bizden de çıkmasını doğal kabul etmek
makul olacaktır. Etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde kullanılan yöntem,
biraz farklılıkları ile AB ülkeleri içinde söz konusudur. Kendi ülkelerinde yaşayan
yüzbinlerce Türk işçi ailesinin temel gereksinimi olan resmi Türk
ilkokullarının bile açılmasına izin vermeyen, buna karşılık Türkiye'de her
derecede eğitim kurumuna sahip olan Avrupa ülkeleri içinde başı İngiltere ve
Almanya çekmektedir. Ülkemizde İngilizce, Almanca, Fransızca,
İtalyanca gibi dillerin yaygınlaşması hatta eğitim dili olması için her türlü
çabayı sarf eden AB ülkeleri, etki ajanları sayesinde Türkiye'nin olası
tepkisinin ya da misilleme politikası uygulamasının önüne geçmektedir. Örneğin,
dünyaya yayılmış İngilizce eğitim veren (haftada 25 saat İngilizce, 3 saat
Türkçe) 300'e yakın okulun sahibi olan cemaatçilerin, İngiltere'de Lordlar
Kamarası'nda düzenlenen özel törenlerle hemen her yıl İngiliz dili ve kültürüne
hizmet yüksek ödülü almaları sıradan bir tesadüf değildir. İngiliz istihbarat
servisleri MI5 (iç) ve MI6 (dış),Türkiye'deki etki ajanlarını, İngilizce eğitim
almış ya da İngiltere'de yüksek öğrenim yapmış adaylar arasından seçmektedir. AB'ye rağmen ABD'nin müttefiki olarak ön plana
çıkan bu ülke, etki ajanlarını salt yüksek öğrenim mezunlarının yanı sıra,
Türkiye'deki Kürtçülerden, şeriatçılardan, DHKPC, TİKKO militanlarından ve
hatta uyuşturucu mafya babaları arasından da seçmektedir.
Almanya
ise, etki ajanlığında ağırlıklı olarak kendi ülkesinde yaşayan 2.400.000 Türk
vatandaşı arasındaki yüksek öğrenim gençliğini hedef almaktadır. Humboldt
Vakfı, Heinrich Böll Vakfı gibi aracı kuruluşlar, uygun aday öğrencilerin yanı
sıra, maddi çıkar ve sürekli destek karşılığı saptadıkları Türk
akademisyenlerini ve yerel politikacıları da, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı
(BfV) ve Dış İstihbarat Örgütü'nün (BND) kapsamlı eğitim programlarına dâhil
etmektedirler. Bugün Almanya'da Türkiye'deki tüm şeriatçı yapılanmalar (Milli
Görüşçüler, Kaplancılar, Yeni Asyacılar, Fethullahçılar, Hizbullahçılar,
Nakşiler, Ticaniler, Süleymancılar, Kadiriler, İBDAC'ciler, HizbütTahrirciler,
Nizamı Alemciler vd.), bağlantılı ülkücüler, etnik sorunlu ayrılıkçılar
(Kürtçüler, Pontusçular, Arnavutçular, Gürcüler, Boşnaklar, Pomaklar,
Tahtacılar, Çerkezler vd.) Marksist terör örgütleri (DHKP C, TİKKO vd.)
mevcuttur. Tümü de BfV'nin kontrolündedir. Böylece Almanya, üst düzey etki
ajanlarının yanı sıra, himayesindeki daha doğrusu sevk ve idaresindeki bu tür
Cumhuriyet karşıtı militan yapılanmalar sayesinde Türkiye'yi de karıştırma ve
yönlendirme gücünde olmuştur.
Yunanistan
ise Suriye'den farklı olarak, Rum kökenli gençlerimizi özel eğitime tabi tutmak
yerine, Türkiye'deki rejim karşıtı tüm ideolojik unsurlara (DHKPC, TİKKO, PKK
vd.) kucak açmakta; istihbarat servisi KİP'in sevk ve idaresinde başta bomba
eğitimi olmak üzere terörist eğitimi olanağı ve parasal destek sunmakta,
sığınmacılara geçici iskân yeri (Lavrion Kampı vd.) ile ilaveten Güney Kıbrıs
Cumhuriyeti'nin tüm olanaklarını sağlamaktadır. Almanya kadar geniş kapsamlı
olmamakla birlikte, Fransız DST ve DGSE, İsveç'in FOE ve SABO, Bulgaristan'ın
DS, Romanya'nın DİE, Hollanda'nın BVD servisleri de, kendi çaplarında etki
ajanı ve de ajan-provokatör yetiştirme çabası içindedirler. Müslüman ülkelerin
Türkiye'de etki ajanı temininde en uygun mekânları, tarikatlara ait tekkeler,
şeriatçı siyasi kuruluşlar, dernekler, vakıflar ve de maalesef bazı bölgelerde
camilerdir...
Türkiye'de
sayısal yönden en çok etki ajanına, ajan provokatöre ve de eli kanlı teröriste
sahip olan İran, bu iş için istihbarat servisleri SAVAMA ve VEVAK'ı
görevlendirmiştir. Bu servis elemanlarının saptadıkları aday öğrenciler, Kum
Kentindeki medreselerde dinsel eğitimden geçirildikten sonra askeri ve siyasal
eğitime tabi tutulmaktadır. Şah döneminde sadece Türkiye'den kaçak yollardan
giden Şiiler (Caferiler) profesyonel eğitime alınırken, günümüzde mezhep
farklılığı "İslami Devrimi" kıstasından hareketle artık
önemsenmemektedir. Suudi Arabistan ise, adayları belirledikten sonra Cidde ve
Riyad'daki üniversiteleri ile Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'nde eğitime
almaktadır. Suudi Arabistan'ın, profesyonel eğitiminde tıpkı İran'ın Caferi
olma koşulundan vazgeçmesi gibi, Vahhabi olma koşulundan, taktik gereği
vazgeçtiği gözlemlenmektedir.
Bu
ülkenin etki ajanları ile ilişkisinin sürekliliği, hac organizasyonları ile
doğrudan ilgilidir. Suriye Muhaberatı ise, Irak'taki Saddam karşıtlarını
"Birleşik Cephe" kapsamında çok yönlü eğitirken, Türkiye'de özellikle
de Hatay'daki Arap kökenli aday gençlerin eğitimleri ile de yakından
ilgilenmekte; rejim karşıtı her türlü ideolojik ve etnik yapılanmaların özellikle
askeri eğitimine lojistik destek vermektedir. Adayları kendi ülkesinde
özellikle eğitme çabası olmayan ülkelerin başında ise Çin Halk Cumhuriyeti,
Rusya Federasyonu ile İsrail gelmektedir. Çin Halk Cumhuriyetinin İstihbarat
Örgütü olan GRİ, yönlendirici ajan adaylarını, dış ülkelerdeki Maocu
yapılanmalardan belirlemekte; birey olarak ele almaktan daha çok, örgütsel
disiplini ve kullanımı öngörmektedir. Rusya Federasyonu, eski Sovyet
dönemindeki ideolojik sevk üstünlüğünü kaybetmişse de, kendi topraklarında
"askeri eğitim" ve "diplomatik koruma" ya da "göz
yumma" gibi lojistik destekler karşılığında PKK gibi belli terörist
yapılanmalara hâlâ söz geçirebilmektedir. İsrail'in MOSSAD'ı ise, dünyadaki tüm
Musevilerin birer profesyonel servis ajanı olduğu inancından hareketle, ırkçı
yobazlığını sürdürerek, profesyonel etki ajanı yetiştirmek yerine satın
alınabilir aydınları kullanmayı yeğlemektedir. Örnekleri çoğaltmak elbette ki
mümkündür.
Sh: 203-215
Ülkemizde
siyasi ve toplumsal yapıdaki eksikliklerin ve bozuklukların giderilmesinde
Sivil Toplum Kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir. Ancak Sivil Toplum
Kuruluşlarının bu eksikliği giderebilmeleri ve ülkenin demokratik ve toplumsal
yaşamına olumlu katkılar sağlayabilmeleri için kendi yapılarının, yönetim
biçimlerinin her türlü yozlaşmadan arınmış, saydam ve güvenilir olması, çıkar
amaçlı değil özveriye dayalı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerekir. Aksi
takdirde örnekleri görüldüğü gibi bu kuruluşlar hızlı bir kirlenmeye maruz
kalacak, kamuoyunun güvenini yitirecek ve topluma yararlı olmak yerine
toplumsal karamsarlığın artmasına neden olacaktır.
Hükümetler;
milli politikaları yaymak ve milli hedefleri elde etmek, stratejik istihbarat
toplamak, alınabilecek olası uluslararası kararlarda ön almak veya karar
sürecini etkilemek, siyasi arenada söz sahibi olmak şekillendirilen değil
ortama milli menfaatleri /hedefleri doğrultusunda şekil veren bir konumda
bulunabilmek için ulusal lobi ve NGO'ları geliştirmeli ve istifade
etmelidirler.
Ülkemizde
Sivil Toplum Kuruluşlarının geçmişi oldukça yenidir. Buna rağmen özellikle son
20 yılda bütün dünyada olduğu gibi büyük bir gelişme yaşanmaktadır. Ülkemizdeki
Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili yapılan araştırma ve değerlendirmelerde
kesin bir sayı ifade edilememektedir.
Bugün
ülkemizde yüz binin üzerinde dernek, vakıf ve benzeri yasal statüdeki bu tür
kuruluşlara ek olarak hareket, platform, grup, konsey, kurul adları ile çok
sayıda yasal statüsü ve yapısal özellikleri bilinmeyen kuruluş bulunduğunu ve
bunların her birinin yeri geldikçe kendilerini Sivil Toplum Kuruluşu ya da
Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcisi olarak takdim ettikleri dikkate
alındığında konunun önemi ortaya çıkmaktadır. Anayasanın 37'nci maddesinde
yapılan değişiklikle Sivil Toplum Kuruluşlarının kurulması kolaylaştırılmış,
ancak yine de gerekli alanlarda devletin yasal denetim yapması sağlanmıştır.
Devletler,
uluslararası alanda seslerini duyurabilmek ve çeşitli platformlarda katılımcı
olarak yer almak suretiyle diğer ülkelerin karar mekanizmalarını etkilemeye
yönelik siyaset yaparlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası
modern örgütlenme biçiminin temel olarak BM sistemi ile başladığını düşünürsek,
AB, NATO vb. kurumlar devletlerin resmi politikalarını savundukları platformlar
olmuştur.
Ancak
günümüzde, devletlerin hak ve menfaatlerini tahakkuk ettirmek için, çeşitli
aracı kuruluşlar vasıtasıyla temsil edildikleri uluslararası örgütlenmelere ve
hükümet dışı organizasyonlara daha çok önem verdikleri bilinen bir gerçektir.
Küresel dünyada resmi yollardan çözüme ulaşmak bazen tek başına yeterli
olmamaktadır. Bunun için bir takım baskı grupları tarafından genel bir anlayış
birliğinin oluşturulmasına gerek duyulmaktadır.
Türklerin
gittikleri ülkelerde uzun süre örgütlenememişlerdir. Zira bu insanlar kendi
devletleri adına politika üretebilmek ve çıkarlarını korumak konusunda
eğitilmemiş ve yönlendirilmemişlerdi. Ermeni, Yahudi ve Yunan uluslarına ait
insanların yaptıkları gibi kendi milli kültür ve geleneklerini sergilemek ve
tanıtmak için gayret sarf etmemişlerdi. Belki de bunun profesyonel insanların,
dışişleri mensuplarının bir görevi olarak görmüşlerdi. Belki de bu toplumun
içine henüz yeni kabul edildiklerinden seslerini duyurmaları halinde
dışlanacaklarını, hain damgası yiyeceklerini düşündüler. Diğer taraftan,
birbirlerini tanımama, coğrafi olarak birbirinden uzak olma, iletişim
problemleri de bu örgütlenmeyi engellemiş olabilir. Peki, buna karşın, Türkiye
uluslararası örgütler nezdinde ve dünya kamuoyunda niye hala çok etkin değil?
Bir
kere en temel neden, uluslararası örgütlerin ve lobicilik faaliyetlerinin
gücüne fazla inanmamış olmasındandır. Öte taraftan maalesef, ABD'de veya diğer
batı ülkelerinde yaşayan insanlarımız tarihimizi bilmemekte ve ilişkilerimize
zarar veren konularda haklılığımızı ispat edecek söylemler
geliştirememektedirler. Ülkenin ileri gelen insanları veya grupları ile temas
kuramamakta, bu insanlara ulaşan ve onlara para yardımında bulunan diğer
grupların, Ermeni ve Yunan lobilerinin harcadıkları para ile boy
ölçüşememektedirler.
Hâlâ
tanıtım konusunda yeterince gayret sarf edilmemekte, bugün etkisinin harekât
alanında dahi yakından hissedildiği, bir kuvvet çarpanı olarak gösterilen
medyadan yeterince istifade edilmemektedir.
Türkiye,
uluslararası platformlarda etkinliğini artırmak için lobi/Sivil Toplum
Kuruluşlarının faaliyetlerini geliştirmelidir. Bunun için; öncelikle Türkiye'yi
ve Türk insanını tanıtacak, kültürünü yayacak enstitüler ve Sivil Toplum Kuruluşlarını
kurması ve bu alanda faaliyete niyet etmiş kurum ve teşkilleri desteklemesi
gereklidir.
Türkiye
adına gerek yabancı ülkelerde, gerekse yurt içinde sözcülük yapan,
çıkarlarımızın korunmasında rol alan şirketlere mali destek sağlanmalıdır.
Unutulmamalıdır ki içinde yaşadığımız çağ, liberal ekonominin bütün
prensiplerinin uygulandığı bir çağ olup, insanlar son derece rasyonel hareket
etmektedirler. Bu maksatla, internetin gücünden istifade edilebilir, vakıflar
kurulabilir, konferanslar düzenlenebilir, şu günlerde TV’de yayınlanan turizm
reklâmı örneği reklâmlar yapılabilir, müzayedeler düzenlenebilir, üst düzey
medya temsilcilerinin davet edildiği bilgilendirme davetleri yapılabilir. Bu
faaliyetlerin hepsi devlet tarafından yapılacak faaliyetler olmayıp, küçük
seviyede dahi organize edilebilecek faaliyetlerdir.
Halen
bütün dünya ülkelerinin bir arada temsi edildiği yegâne kuruluş BM'dir. BM'e
ait birçok alt insani yardım kuruluşu ve sektörler mevcuttur. Türkiye buralarda
yeterince temsil edilmemekdedir. Özellikle son yıllarda Orta Asya'da geleceğe
dönük bir çıkar beklentisi oluşmuştur. Ülkemizin bu trendte yer almaması
halinde muhtemel bazı fırsatlar kaçabilecektir. Dolayısıyla, bu tür insani
yardım örgütlenmelerinin içine girmekte ve devlet tarafından destek vermekte
yarar olacağı değerlendirilmektedir. Bu konulan desteklemek için yan öğelerden
istifade edilebilir. Örneğin, Türk iş adamları ve bilim çevreleri tarafından
ortaya atılabilecek "İpek yolu-Kardeşlik yolu" gibi bir tema ile
insani yardım örgütlerinin o bölgelerde gösterdiği etkinlik daha da
perçinlenmiş olur.
Lobi
faaliyetlerinde esas olan karşı tarafı etkilemektir. Bu maksatla, hükümet
üzerinde fikir ve düşünceleriyle etkili olan insanlarla temasa geçmek, yapılan
faaliyetlerde onları bilgilendirmek veya fikrine başvurmak gibi faaliyetler,
diğer lobi gruplarının da sözcülüğünü yapan bu insanların ve dolayısıyla
kamuoyunun desteğini almaya yardımcı olacak ve prestij sağlayacaktır.
Diğer
taraftan, lobi faaliyetlerinde uzmanlaşmayı sağlamak gerekir. Kendi başına,
kendi bilgi birikimi ile lobicilik yapmaya, tanıtım yapmaya çalışan insanlar
bazen devletin çıkarlarına zarar verebilirler. Bu nedenle, yabancı ülkelerde
yaşayan insanlarımızın gelip, kayıt olabilecekleri Türk Dernekleri kurulmalı,
buralarda Devlet tarafından görevlendirilecek veya devletin kurduğu ve
desteklediği Vakıf ve Derneklerin konusunda uzman eğitimcileri tarafından,
ülkemizin halen savunduğu politikalar ve bu konuların geçmişi hakkında bilgi
verilmelidir. Yurt dışında faaliyet gösterecek lobi şirketleri kurulmalı,
güncel ve yeni lobi tekniklerinden istifade edilmelidir.
Sonuç
olarak, Türkiye uzun yıllar kendisine yönelik oluşumların haksızlığından, ABD
ve Avrupa'nın kendisini anlamadığından şikâyet etmiştir. Etrafında komşusu
olduğu ülkelerden hep bir zarar geleceğini düşünmüştür. Bunun için dile
getirdiği hususları hep iç kamuoyuna yansıtmıştır. Haklı olduğu konuları
birazda dış çevrelerde anlata bilseydi bugün gerek ekonomik ve gerekse siyasi
konumumuz daha farklı olabilirdi. Dış tanıtımın ve lobicilik faaliyetlerinin
önemini geç kavramış olsa da bu alanda alması gerekli olan tedbirleri vakit
geçirmeden almalıdır. Artık dünyada her zaman dost, her zaman düşman,
kavramlarının değerini yitirdiğini değerlendirerek sürekli yeni oluşumları
takip etmeli, dış politikada daha aktif olmalı, belirlediği stratejileri yerine
getirmeye zemin hazırlayacak lobi ve Sivil Toplum Kuruluşlarını
desteklemelidir.
Bu
arada, yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve ülke menfaatleri açısından benzer
hususları paylaştığımız lobi grupları ve aynı faaliyet alanında görev yapan
NGO'lar ile işbirliği yapılmalıdır. Örneğin, son zamanlarda İsrail-Türkiye
askeri işbirliği anlaşmaları ve iş çevrelerinin yakınlaşması Yahudi lobisinin
Türkiye yanında yer almasını sağlamıştır. Bunun gibi, ABD'de ve yabancı
ülkelerde yükselen yeni değerlerin Çin gibi, Güney Amerika ülkeleri gibi
ülkelerin ülkemizle eşdeğer kuruluş ve örgütleri ile de temas kurmanın önemli
olduğu değerlendirilmektedir.
Demokrasi
ile yönetilen bütün toplumlarda Sivil Toplum Kuruluşlarının varlığı, önemi ve
etkinliği tartışmasız bir gerçektir. Çağdaş demokrasiler ile yönetilen
toplumların ortak bir özelliği de toplumdaki örgütlenme oranının yüksek
olmasıdır. 1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre ülkemizde 15 milyon
civarında örgütlü insan bulunmaktadır. İlk bakışta bu rakamın yüksek olduğu
düşünülebilir, ancak batılı demokrasilerden İsveç ile durum
karşılaştırıldığında tablo net olarak ortaya çıkmaktadır. İsveç'te örgütlü
insan sayısı 36 milyondur. İsveç'in nüfusu ise 10 milyon civarındadır. Bir
başka deyişle, Türkiye'de insanların yüzde 25'i bir örgüte üye iken, İsveç'te
bir insan dört ayrı örgüte üyedir.
Mevcut
Sivil Toplum Kuruluşlarının birçoğunun statüleri üzerinde yürütülen tartışmalar
da henüz sonuçlanmamıştır. Yani dernekler ve vakıflar Sivil Toplum Kuruluşu
kabul edilmeli mi, edilmemeli midir? Hatta Türkiye Esnaf ve Sanatkârları
Konfederasyonu (TESK) Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsalar Birliği (TOBB) ile
Ziraat Odaları Birliği gibi pek çok kuruluş kamuoyunda Sivil Toplum Kuruluşu
olarak kabul edilmekle birlikte gerçekte kavramsal açıdan tartışılabilir
kuruluşlardır. Kamu Kurumu niteliğindeki bu teşekküller kanunla kurulmakta ve
bir meslek dalında faaliyet yürütmektedirler. Oysa çağdaş Sivil Toplum Kuruluşlarında
gönüllü üyelik esastır ve zorunlu üyelik esas itibariyle devletin yakın denetim
ve gözetimini içerir.
Ülkemizde
bütün bu tartışmaların sonuçlanıp gerçek anlamda sivil toplum örgütleri
oluştuğunda ve insanların katılım oranları yükseltildiğinde çağdaş demokrasi
olmanın önemli bir unsurunu gerçekleştirmiş olacağız. Çünkü gazeteci Mail
Güreli'nin bir ifadesinde belirttiği gibi, "insan önceden düşünen
varlık olarak tanımlanırdı, günümüzde insan örgütlü varlık" olarak
tanımlanmaktadır.
Günümüzde
Sivil Toplum Kuruluşlarının siyasi irade üzerindeki etkinliği yadsınamaz bir
gerçektir. Bu gücü daha çok medyayı iyi kullanmak suretiyle elde etmektedirler.
Bir çok konuda karar sürecinde resmi olarak yer almasalar dahi görüşmeler
suretiyle fiilen yer almaktadırlar. Eğer siyasi irade, toplumun genelini
ilgilendiren konularda, ön almak amacıyla bu örgütlerle görüşmek suretiyle
başlangıçtan itibaren kararların içine sokarak karara ortak edebilirse alman
kararların etkinlikle uygulanabilmesi için uygun bir zemin hazırlanmış
olacaktır. Bu süreç elbette zahmetli ve zaman alıcı bir süreçtir. Ancak
toplumsal uzlaşma için buna ihtiyaç duyulmaktadır. Buradan hareketle, çağdaş
demokrasiyi "Kurallar bütünü içerisinde, toplum katmanları arasında azami
uzlaşmayı sağlayan yönetim biçimi" olarak tanımlamak mümkündür.
Türkiye'de
lobiciliğin önemi henüz anlaşılamamıştır. Türkiye, gerek ülke içindeki çıkar
sahiplerinin yürüttüğü, gerekse ülkenin gerçekleştirdiği lobi faaliyetlerinde
yetersiz kalmaktadır. Ülke içinde hedeflenen sonuçlara ulaşmada lobicilik adı
altında rüşvet ve tehdit gibi illegal tekniklerin kullanılması, faaliyet
hakkında olumsuz imajın yerleşmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda ABD'de
olduğu gibi Türkiye'de de lobicilik yapmak isteyen kişilerin çalışmalarının yasal
düzenlemelerle belirlenmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra çıkar sahiplerince
başvurulan, ancak kullanılmasında sakınca görülen rüşvet ve tehdit tekniklerine
yönelik yasal yaptırımların hayata geçirilmesi. Lobiciliğin illegal yönünü
ortadan kaldıracaktır.
Lobicilik
yasal çerçeveler içinde gerçekleştirildiğinde, beklenen yararı sağlamaktadır.
Çıkarlar doğrultusunda siyasi mekanizmanın alacağı olumlu kararlar, çıkar
sahiplerine gerek ülke içinde ve gerek ülke dışında itibarlı konuma
getirecektir. Halkla ilişkiler ve MGO faaliyetleri ile desteklenen ve
koordineli bir şekilde yürütülen lobi faaliyetleri özellikle Türkiye'nin
tanıtımı, siyasi arenada hak ettiği yeri almasını ve arzuladığı saygınlığı
görmesini sağlayacağı bir gerçektir.
Ülkemizdeki
Sivil Toplum Kuruluşları biraz daha yakından incelendiğinde yüksek sayılar
ifade edilebilmektedir. Örneğin 100 binin üzerinde dernek bulunmaktadır. Bu
durum sayısal açıdan bir enflasyonu gösterse de içerik, işlev ve kavram
açısından bakıldığında yetersizlik kendiliğinden göze çarpmaktadır. Zaten
sayısal enflasyon oluşturan dernek ve vakıfların çoğununda adı var kendisi
yoktur. Gazeteci Nail Güreli
ülkemizdeki Sivil Toplum Kuruluşları için şöyle bir değerlendirme yapmaktadır;
Sayısal zaafları var, bağımsız
değiller
Ekonomik güçleri yok
Demokratik değiller
Kollektif çalışma bilincinden
yoksunlar
Deneyim ve bilgi birikimi yok
Bu
değerlendirmeler ülkemiz açısından nispeten karamsar bir tablo çizmekle
birlikte eksiklikleri gerçekçi bir yaklaşımla ortaya koymak suretiyle bir
bakıma çözüm yollarını da ifade etmektedir.
Artık
uluslararası ilişkilerde, uluslararası örgütler bir ülke hakkında karara
varacakları zaman ilgili ülkenin hükümetlerinden ziyade Sivil Toplum
Kuruluşlarının eğilimlerini ve görüşlerini dikkate almakta ve buna göre de o
ülke hakkında değerlendirmede bulunup karar vermektedirler.
Hükümet
Dışı Organizasyonlar/Sivil Toplum Kuruluşları zamanımızın yükselen değerleri
arasındadır. Çoğunlukla insani ve yardım amaçlı bu örgütler, tüm dünya kamuoyunda
hassasiyet uyandıran insan hakları ve insana en yüksek değeri verme
düşüncesinden güç alarak faaliyette bulunmaktadırlar.
Uluslararası
örgütlerin dünya üzerinde her hangi bir sorunla ilgili olarak oluşturdukları
Türkiye'nin dâhil olmadığı çalışma grupları sürekli takip edilerek çalışmaların
sonuçlarının Türkiye'nin çevre ülkeleri ile ilgili sorunlarına olan etkisi
değerlendirilmelidir. Olası olumsuz gelişmeler zamanında önlem alınarak
engellenmelidir.
Uluslararası
ilişkilerde devlet halen en önemli aktör olma özelliğini korusa da, Hükümet
Dışı Organizasyonların giderek önem ve güç kazanması karşısında gerilemektedir.
Demokrasiyi benimseyen hiçbir devlet bu kuruluşların gücünü ve önemini göz ardı
edememektedir. İletişim konusunda yaşanan hızlı teknolojik gelişmeler nedeniyle
dünyadaki tüm yenilikler ve yenilikçi düşünceler hızla yayılmakta ve büyük
miktarda taraftar bulmaktadır. Bu gelişmelere seyirci kalmak, ilerlemeler
konusunda sabit durmak, yani geride kalmak anlamına geleceğine göre ülke olarak
biran önce üzerimize düşenleri yapmak suretiyle gelişmeye ayak uydurmalıyız. Bu
durum demokrasimizin güçlenmesine ve toplumsal yapıdaki bazı dengesizliklerin
giderilmesine de katkıda bulunacaktır.
Bugün
hükümet dışı örgütler eskisine nazaran güçlerinin daha çok farkına varmış,
hareket ve eylem yetenekleri daha yüksek ve daha büyük kitlelere hitap eden
kuruluşlar olarak karşımızda durmaktadır. Devletler dünya çapında çeşitli
sorunlarla mücadele etmede yetersiz kaldıkça, farklı sınırlar içinde yaşayan
insanlar ortak kaygıları ve çıkarları paylaştıkça bu örgütlerinde her geçen gün
gelişmesi ve etkinleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Artık
dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olayın meydana getirdiği
etki, domino taşlarının yarattığı etkiye benzer şekilde diğer ülkeleri de
etkileyebilmekte iletişim dünyasındaki gelişmeler sonucu olay "real
time" yani gerçek zamanlı olarak evlerimizdeki televizyon ekranlarına
yansıyabilmektedir. Dünyanın bu derece küçüldüğü bir ortamda elimizdeki
imkânları en verimli şekilde kullanarak karar verme süreçlerini lehimize
çevirmek durumundayız.
Güney
Amerika'da ya da uzakdoğu borsalarından birinde yaşanan çarpıcı düşüş hemen
diğer ülke ekonomilerinde de dalgalanmalara yol açabilmektedir. 11 Eylül'de
ABD'de ikiz kulelere yapılan terörist saldırıda olduğu gibi, olay sadece ABD'yi
değil bütün dünyayı şoka sokabilmek te ve toplu bir histeri yaşanmasına neden
olabilmektedir.
Günümüzde Avrupa'da 3.2 milyon, ABD'de yaklaşık 400 bin
dolayında Türk yaşamaktadır. Bu insanlar giden ilk nesillere
göre çok daha eğitimli, sistemi kavramı yerleştikleri ülkelerin devlet ve özel
sektöründe mevki edinmiş insanlardır. Özellikle Kafkasya'da ve Orta Asya'da
ortaya çıkan yeni iş alanlarına giren iş çevrelerinin bölge yakınlıkları
dolayısıyla Türklere daha fazla yakınlık göstermeleri olasıdır.
Maalesef,
ABD'de veya diğer batı ülkelerinde yaşayan insanlarımız tarihi bilmemekte ve
ilişkilerimize zarar veren konularda haklılığımızı ispat edecek söylem
geliştirememektedirler. Ülkenin ileri gelen insanları veya grupları ile temas
kuramamakta insanlara ulaşan ve onlara para yardımında bulunan diğer grupların,
Ermeni ve Yunan lobilerinin harcadıkları para ile boy ölçüşememektedirler. Hala
tanıtım konusunda yeteri gayret sarf edilmemekte, bugün etkisinin harekat alanında
dahi yakından hissedildiği kuvvet çarpanı olarak gösterilen medyadan yeterince
istifade edilmemektedir.
Türkiye'nin
uluslararası platformlarda etkinliğini artırmak için yurtdışında yaşayan
vatandaşlarımızın bilinçlendirilmesi ve teşkilatlandırılması gerekir. Bu konuda
dışişleri mensuplarına büyük görev düşmektedir.
Öncelikle
Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtacak, kültürünü yayacak enstitüler ve Sivil
Toplum Kuruluşlarını kurması ve bu alanda faaliyete niyet etmiş kurum ve
teşkilleri desteklemesi gereklidir. Avrasya kuşağında Türkiye merkezli güçlü
NGO'lar oluşturulması uluslararası alanda Türk NGO'larının kabul görmesine
katalizörlük yapabilecektir.
Diğer
taraftan, lobi faaliyetlerinde uzmanlaşmayı sağlamak gerekir. Kendi başına,
kendi bilgi birikimi ile lobicilik yapmaya, tanıtım yapmaya çalışan insanlar
bazen devletin çıkarlarına zarar verebilirler. Bu nedenle, yabancı ülkelerde
yaşayan insanlarımızın gelip, kayıt olabilecekleri Türk Dernekleri kurulmalı,
buralarda Dışişleri mensupları tarafından ülkemizin halen savunduğu politikalar
ve bu konuların geçmişi hakkında bilgi verilmelidir. Yurt dışında faaliyet
gösterecek ulusal lobi şirketleri kurulmalı, güncel ve yeni lobi tekniklerinden
istifade edilmelidir.
Bu
arada, yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve ülke menfaatleri açısından benzer
hususları paylaştığımız lobi gruplan ile işbirliği yapılmalıdır. Örneğin, son
zamanlarda İsrail-Türkiye askeri işbirliği anlaşmaları ve iş çevrelerinin
yakınlaşması gibi, ABD'de ve yabancı ülkelerde yükselen yeni değerlerin Çin
gibi, Güney Amerika ülkeleri gibi ülkelerin lobileri ile de temas kurmanın
önemli olduğu değerlendirilmektedir.
Lobicilik
yasal çerçeveler içinde gerçekleştirildiğinde, beklenen yararı sağlamaktadır.
Çıkarlar doğrultusunda siyasi mekanizmanın alacağı olumlu kararlar, çıkar
sahiplerine gerek ülke içinde ve gerek ülke dışında itibarlı konuma
getirecektir. Halkla ilişkiler ve NGO faaliyetleri ile desteklenen ve
koordineli bir şekilde yürütülen lobi faaliyetleri özellikle Türkiye'nin
tanıtımı, siyasi arenada hak ettiği yeri almasını ve arzuladığı saygınlığı
görmesini sağlayacağı bir gerçektir.
NGO'lara
yönelik devletin olumlu yaklaşımı zararlı NGO'ların faaliyetlerini nötralize
edebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti nin karar alıcı ve uygulayıcı devlet organlarında
NGO danışma mekanizmalarının geliştirilmesinin sağlıklı kararlar alınmasına
imkân verebileceği ve geniş kamuoyu desteği ile kamu yararının teşekkül
edebileceği değerlendirilmektedir.
Neler Yapılmalıdır?
BM,
AB, NATO, AGİT vb. kurumlar, devletlerin resmi politikalarını savundukları
platformlar olmuştur. Bu örgütlerde görev yapan personelin seçiminde mesleki
liyakat kadar yüksek görev bilincinin ve vazife ahlakının da dikkate
alınmasını,(Karar organlarının içerisinde konunun beyin takımını oluşturan
şahısları etkiyebilme becerisi gösterebilmeli)
• Hükümet bürokrasinin her kademesinde
Sivil Toplum Kuruluşları ile görüşmeyi ve düşünce bazında dahi olsa onlardan
yararlanmanın teşvik edilmesini,
• Ulusal Sivil Toplum Kuruluşlarının
eğitilerek kendi sorumluluk sahaları ile ilgili olarak lobi faaliyetlerinden
yararlanılmasının mümkün hale getirilmesini,
• Sivil Toplum Kuruluşları özellikle
yardım ve insani amaçlarla faaliyet gösterdiklerinden doğal afetlerde azami
ölçüde yararlanabilmek için gerekli koordinenin sağlanmasını ve gerektiğinde
uluslararası etkinliklerde yer alınmasını, (Personel eğitimi, ulaşım ve
haberleşme, koordinasyon arama kurtarma vb)
• Toplumun genelinin yabancı olduğu
tanıtım ve ülke menfaatleri konularında halkı bilgilendirme, bilinçlendirme
faaliyetlerinin (medya ve eğitim kurumlan vasıtasıyla) düzenlenerek her
vatandaşımızın bir lobici gibi, ülke menfaatleri doğrultusunda
yetiştirilmesinin sağlanmasını,
• Uluslararası örgütleri kendi
çıkarlarımız doğrultusunda yönlendirirken amaç birliğini ve tek sesliliği
sağlamak maksadıyla Sivil Toplum Kuruluşlarımızı ve lobi unsurlarımızı koordine
edecek bir Enformasyon Bakanlığının kurulmasını,
• Ülke içinde hedeflenen sonuçlara
ulaşmada lobicilik adı altında rüşvet ve tehdit gibi illegal tekniklerin
kullanılması, faaliyet hakkında olumsuz imajın yerleşmesine neden olmaktadır.
Bu bağlamda ABD'de olduğu gibi Türkiye'de de lobicilik yapmak isteyen kişilerin
çalışmalarının yasal düzenlemelerle belirlenmesini,
• Yabancı ülkelerde yaşayan insanlarımızın
yetkili ağızlardan bilgilendirmek maksadıyla Türk Dernekleri kurulmasını ve
buralarda Dışişleri mensupları tarafından ülkemizin halen savunduğu politikalar
anlatılarak dış ülkelerde yaşayan vatandaşlarımızın bilinçlendirilmesini,
• Yabancı ülkelerdeki üst düzey medya
temsilcilerinin ve politikacılarının davet edildiği bilgilendirme davetlerinin,
Türk günlerinin müzayede ve yarışmaların düzenlenerek Türk imajı varlığının
canlı tutulmasının sağlanmasını,
• Uluslararası alanda etkili olabilecek
Türkiye merkezli NGO'ların oluşumuna destek verilmesini,
• Türk entellektüellerinin, popüler
kişilerin ulusal ve uluslararası NGO'lar içerisinde görev almalarının teşvik
edilmesini,
• Devletin çeşitli kurumlarında NGO'lara
BM ekonomik ve sosyal konseyindeki; uygulamasına benzer şekilde istişari statü
verilmesini,
• Türkiye'nin milli politikalarını yaymak
ve anlatmak üzere dünya çapında hayranlık uyandıracak NGO'ların devlet
tarafından kurularak desteklenmesini ve bu maksatla fonlar oluşturulmasını,
• Devletin istihbarat kuruluşlarının
zararlı NGO faaliyetlerini takip ederek, amacı aşan çalışmalarının takip
edilmesini, tespit edilenlerin kamuoyuna açıklanmasını,
• Uluslararası NGO'lar ile Türk
NGO'larının işbirliği geliştirmelerinin teşvik edilmesini,
• Uluslararası sahada faaliyet gösterecek
olan ulusal NGO ve lobilerin büyük firmalarla oluşturulacak sponsorluk sistemi
ile desteklenmesini,
• Yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve
ülke menfaatleri açısından benzer hususları paylaştığımız lobi grupları ve aynı
faaliyet alanında görev yapan NGO'lar ile işbirliğinin geliştirilmesini,
• Sivil Toplum Kuruluşu bilincini ve ülke
menfaatlerinin her platformda savunulmasın gerekliliği, ilkokuldan itibaren
genç nesillerin beyinlerine kazınmalı, bunun sadece devletin işinin olmadığı
aynı zamanda vatandaşlık görevinin bir gereği olduğunun anlatılmasını,
• Uluslararası örgütlerin Türkiye hakkında
alabileceği olumlu veya olumsuz Kararlar hakkında çıkabilecek kararların
yönlendirilmesi için ön alınmasını, mevcut örgütlerin her kademesinde, sistemi
isteğimiz doğrultusunda yönlendirebilecek elemanları içinde bulundurulmasını ve
bu konuda her zaman ısrarcı olunmasını,
• Yurtdışına görevli olarak giden devlet
görevlilerinin sadece kendi sorumluluk sahaları ile sınırlı kalmayıp ülke
çıkarlarını savunan bir avukat gibi hizmet verecek bilince ulaştırılmasını ve
daima şekillenen değil şekillendiren olmaları gerektiği bilincinin
aşılanmasını,
• Güçlü ve sözü geçen ulusal NGO'lar ile
uluslararası sorunların çözümünde uluslararası örgütlere baskı yapabilecek,
yabancı ülkelerin kamuoyunu etkileyebilecek barışı destekleme harekâtlarına
katılarak ülkenin siyasi iradesini temsil edebilecek yeterlilikte ve çapta
NGO'Iarın kurulmasının sağlanmasını, yetkililerin dikkate almalarını diliyorum.
Sh: 241-256
Kaynak: İçimizdeki Şeytanlar- Sivil Toplum
Kuruluşları (STK-NGO), Dr. A. Nazmi Çora, Haziran 2008, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar