Kadırga – Murathan Mungan
Senelerce,
senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde…
ve belki de
birbirine
aktardığım defterlerin hepsinde
bu
şiir vardı:
Senelerce
, senelerce evveldi;
Biz
seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık
uzak
denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir
Kadırgada iki korsan
tarih,
yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı
korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa
konuşsak, ya da dokunsak birbirimize
çekip
gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık
gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu
vurmuştu yüzümüze
birbirimizden
ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir
definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize
doğru ilerliyorduk
kara
görünüyordu yokluğumuzda
kara
çok uzakta
sahiller
millerce
uzaktaydı
birbirimizin yokluğunda
neyimiz
vardı öfkeli bir gençlikten
mağrur
inceliklerimizden
ve
geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılan
ihanetlerin
kara bilgisinden başka
biliyorduk
geldiğimiz yer Atlantis
o yitik ütopya
gittiğimiz yer de ora
Senelerce,
senelerce evveldi;
sen
yoktun
bu
aşk başladığında
Senelerce,
senelerce evveldi;
sen yoktun
ben de yoktum
bu aşk başladığında
bizi yola çıkaran ne varsa
yol üzerindedir,
öyledir
sanıyorduk
geleceği
seçmeye çalışıyordu kısılmış gözlerimiz
adasız
denizlerin ufkunda
Bilge
ve hırsız. Çocuk ve katil. Ölüm ve oğul
oluyorduk.
Denizler, meydanlar, kavgalar ortasında
fırtına
bilgisi yoklarken
çözülmemiş
zamanların altın bilmecelerini
bir
daha hiç çıkamadık daldığımız karanlıktan
kara
ruhların büyük bayramlarından sonra
Aşk
giz tutmuş tuğra
Aşk
1988
Bir
yıldır yoldayız
Aşkımız
sağlam sularda
Aşk 1988
gideceğimiz yer atlantis
o ütopya sıla
ayrılsak
bile biliyoruz
başka
bir anlamda
senelerce,
senelerce sonra
sağlam,
ödeşmiş, mutlu âşıklar için
bir
randevudur
aynı
yolculukta Kadırga
Aşk
1992
Ayrılık
1992
şimdi
biliyor muyuz
gömülüp
gideni batıklarda
kaç
kıyıdan toplanmış taşlarla
batıyordu
dibe
şarap
fıçılarıyla, zeytin dallarıyla
yarım
kalmış bir gravürde
yelkenleri
sönen kadırga
batıyordu
sarışın
hurmalar, gümüş paralar
uzak
otlar, ipek topları, amber kokularıyla
çıkmamak
üzere bir daha
bir
başka mürekkebin kıyılarına
daldığımız
solgun gravürden
birbirimize
baktığımızda
diriliyordu
deniz diplerinde
boğulmuş
beyaz kentlerden
geçilen
yolculuk
aynı
takım yıldızların altında
dünyaya
gelen aşkların benzerliği gibi
başka
çağları haber verir kimi denizler
yoksa
nerden çıkardı bu rüzgâr
bu
zeytin dalları, baş döndüren şarabın kokusu
ağzımızdaki
bu hurma tadı
ipeğine
uzandığım bu amber nerden
yüreğimdeki
dövme çok eski bir gravürden
buluşurdu
sessizliğimiz
okuduğumuz
sayfaların derinliğinde
ne
zaman sussak
aramızdan
geçerdi hayalet gemileri
karşılıklı
kıyılarda
aynı
denize bakan
iki
koltuk, iki lamba, iki ay
aynı
pencerenin derinleştirdiği gecede
gemilerin ıslığını dinlerdik
tek bir söz bile etmeden konuşurduk saatlerce
kapkara hayalet gemileri geçerdi
geçmişten
gelen
sessizliğin
yarattığı sis içinde
kapkara
hayalet gemileri
geçerdi
gözlerimizin önünde
gecenin
içinden
yeniden
döndüğümüz sayfaların derinliklerinde
dilsiz
kırılganlığıyla dip iklimi
yüzeydeki
çalkantılarını unuttururdu
gömüldüğümüz
denizin
som
bir bütünlük içindeydik
koltuk,
lamba,kitap
sayfasını
kapatırken
kahramanı
olduğumuz şiirin
ay
sönerdi penceremizde
hayalet
gemileri geçerdi
uykularımızın
içinden
uzun
denizlerde yorulmazdı gözlerimiz
birbirimizin
güneşine baktıkça
en
yeni yerlerimizi birbirimize borçlandık
çünkü
âşıktık, kararlıydık, haklıydık
bir
denize kaç dalga sığarsa
güz
denizini ayıran halatlar
yaz
denizinden geniş melankolisi
ıssız
bir adaya düşecek olsan
hangi
şiirleri alırdın yanına
hangi
mevsimleri, ikindileri
çarşafını
değiştir denizin sevgilim
tropikal
yaprakların, ayın
yüzüne
düşen perçemlerini kaldır
hafızandan
bütün lekeleri sil
alışmak
çürütür gövdenin derinliğini
hangi
denizi seçtiysen o türlü
varlığın
kıstırıldığı seyir defteri
yaz
denizini güz denizinden
ayıran
halatlar gibi
çözülür
adaların dağınık belleğinden
savat
gece
çakıllarda
şarkısı
ay
ışığıyla ayrılır denizin ipeği ikiye
yalınlığın
vurgununda çözülen derinlik
gövdenin
uykulu tarihi
aydınlanır
karasına vurduğu sahilde
avucunda
tenimin taçyaprakları
kalbimde
kalabalık yeminler
vahşiyim,
vahşiyiz
bu
defne günlerinde
çıplaklığımızla
dağlıyoruz
birbirimizi
gökle
karışıyor tenimiz
kumun
zamanlarıyla
suyun
yeniden elde edilmesi
bulutun
dumanı
yağmurun
kırbacı
yaprağın
buharıyla
sevişmek
için değil
yaşamak
içindir çıplaklığın önemi
tanımlara
zorlanmış itiraflardan
firar
ediyor gövdelerimiz
bir
ejderha uyuyor ay ışığında
ay
ışığında uyuyoruz ilk defa
kendiliğinden
yolunu bulan
hayvanlar
gibi
ateş,
hava, su, toprak ve aşk
birbirimize
çıkıyor her defasında
kendiliğinden
yolunu bulan
birbirimizin
kollarındaki
ejderha
gecenin
bütün burçları
inmişti
sahile
ürperen
kumların üzerinde
hiç
görmedikleri bir sabah gibi
bakıyorlardı
yüzümüze
gecenin
göğsümüzde unuttuğu
bir
avuç ay ışığı
senin
göğsünde bıraktığım
en
derin uykumdu
orada
kaldım
orada
kaldı
ne
kadar tutkunduk birbirimize
ufuk
daralırdı tenimizin yankısından
o
kaçak sahil köyü, Kadırga
şimdi
iki ayrı yaz kaldı bize
birlikte
geçirdiğimiz o büyük yazdan
solak
defterlerde uğru
erkek
denizlerde mitoloji
korsan
haritalarında define kalbim
bir
senden birçok âşık edindi
Zamanı bizden ayrı parlayan bir şeydi
kanımda kımıldayan tutku
gecenin
sözleşmesindeki mürekkep
her
şeyi aşka ve ateşe dönüştüren
derin
bir ayindi
sen
gittin
buluştuğumuz
körfezler şimdi başka denizlerin çekiminde
sen
gittin
ama
doksan dokuz adın kaldı kalbimde
ne
kadar gitsen de uzağa
vücudumda
dolaşıyor zincirin
kurduğun
bütün tuzakları
tapınak
bildim
tenim
çöl tenim çöl tenim çöl
bedenimi
lincine bırakıp
çekip
giderim
çekip
giderim
giderim
tenim
çöl
aysberg
tül
ne
zaman dondu pusula
ne
zaman geldik bu iklime
aramızdaki
siste kaybolmuş
buzkıran
gemiler
kaybolmuş
kelimeler
sen yoksun
ben de yokum
kutuplar kadar yalnızız ikimiz de
rüyamızı emanet etmedik
hiç uyumadık sığda
ölümün
uykusuna güvenir gibi
bırakırdık
kendimizi
birbirimizin
düşlerinin yastığına
aşktı
bu, beraberlikti
yol
arkadaşlığıydı
ve
daha binlerce kelimeler
aşk
bitmiyor bitmeden
denizi
tükenmemiş Kadırga
bir
çifte vav yokuşundan aşağı
doksan
dokuz adımın
en
güzeli sevgilim
yeniden
bulmanın suları
denizi
geçenlerin adımlarından sonra
taş
kadar kör
taşbakısı
gravür
diri
mürekkep
kör
aşk, kör levha
büyük
bir fırtınada
yıkanmış
aydınlığıyla
iniyor
hat
güvercin
dönüyor
bir
dal zeytinle
aşk
bitmiyor bitmeden
tükenmemiş
deniziyle
masalına
dönüyor Kadırga
bir
türkü
Meyve
bile dalına güvenir
Meyve
kadar hükmüm yoğ imiş
bir
dize
Denizim
ben batık aşklarla dolu
bir
fotoğraf
şiirde
görünmüyor
ve
görünmeyen nice ayrıntı
kim
bilir ne zaman kendini yazmaya başlamış
başka
şiirlere taşmış
taşırmış
içindekileri
seyir
defterinin kazalara uğradığı Kadırga
yeni
dalgalarla yamıyor
yarıldığı
denizi
gönderinden
ithafına kazıdığı tarihi
gönderme
yaptığı başka denizler yarattı kendine
kimi
zaman başka şiirlerin gövdelerinde
denize
açılarak sürdürdü, sürdürüyor kendini
duruyor
yürekteki define, korsanlar yaşlandı
deniz
zamansız
ne
sen, ne ben, ne şu mai deniz
ne
de melâli anlamayan diğerleri
senelerce,
senelerce evveldi
senelerce
senelerce evvel bir sonraki
Murathan
Mungan
1988-1992
–
Yaz Geçer-
Gül
cemalini gören hayran olur SULTANIM
Cennet
bile seninle seyran olur SULTANIM
Sen
ki, Nur-u Hüdasın, rahmetsin yere göğe
Yanmışlar
hep kapında reyyan olur SULTANIM
Taa
ezelden ebede mislin yaratılmadı
Senin
lütfuna eren sultan olur SULTANIM
İlahi
bir güneşsin nuruna pervane can
Aşkından
mahrum sine zindan olur SULTANIM
Fazlının
eteğine aklın eli erişmez
Sensiz
gülzar-ı cennet hicran olur SULTANIM
Alemde
kimse değil sensin kalplere tabib
Nurun
gönül derdine derman olur SULTANIM
Didarına
aşıkım yanmakta ciğerde zar
Ne
gün ne gün geldi diye ferman olur SULTANIM
Nurunun
incisidir: sema ,güneş,ay,yıldız
Sende
küçük bir damla umman olur SULTANIM
Bütün
alem halkının bir sensin tek övüncü
Şanını
yüce kılan rahman olur SULTANIM
Senin
kerem kapına koşmada büyük küçük
Ümmetine
başka kim mihman olur SULTANIM
Sana
tabii olmayan ruz-u cezada
Bin
defa, yüz bin defa pişman olur SULTANIM
Bu
ümmeti mücrime nazarın erişmezse
Artık
ona her bir şey düşman olur SULTANIM
Senin
gül hatırına nice bin günahkara
Cennetler
ve firdevsler ihsan olur SULTANIM
Seni
sevmeyenlere saadet günü yoktur
Anlarlar
hep kıymetini zaman olur SULTANIM
Kimin
can toprağına nurundan zerre düşse
Bir
Bilal, bir Ammar, bir Salman olur SULTANIM
Sen
Habib-i Hüdasın hiç ümit keser miyim?
Miskinlere
ihsanın her an olur SULTANIM
Mucize
parmakların çölde sular çağlatır,
Bir
çalıya el sürsen elvan olur SULTANIM!
Cennetler
müştakindir bin türlü ihtiramla
Seni
selamlayacak rıdvan olur SULTANIM
Devletinin
eşiği güneşten daha parlak
Sana
bütün nebiler ihvan olur SULTANIM
Bir
şan ki dile sığmaz kelamın güce yetmez
Kaç
Süleyman yoluna kurban olur SULTANIM
Sensin
mülkün seyyidi alemin tek rahmeti
Şanına
şanlar katan subhan olur SULTANIM
Nurunun
incileri cennetin ziynetidir
Orda
dertler kederler nihan olur SULTANIM
Sen
nasıl şanlı isen senin vezirlerin de
Sıddık
gibi bir şah-ı cihan olur SULTANIM...
Mustafa
Necati Bursalı
Sabahın
günahsızlığı üzerinize
Annemin
sessiz geceleri için!
Kaşan
şehrindenim
Fena
sayılmaz halim,
Bir
lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne
ucu kadar da zevkim.
Annem
var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar,
akan sudan daha iyi
Ve
Allah, burada yakındadır,
Şebboylar
arasında, uzun çamın altında
Suyun
bilincinde,
Bitkilerin
kanununda.
Ben
müslümanım.
Kıblem
bir kırmızı güldür,
Namazlığım
bir pınar,
Mührüm
ışıktır,
Ova
seccadem.
Penceremi
titreştiren ışık ile abdest alırım.
Namazımın
içinden ay geçer, tayf geçer,
Namazımın
bütün zerreleri billurlaşır,
Namaz
kaybolur taş görünür,
Rüzgâr,
selvilerin üstünde ezan okuduğunda,
Namaz
kılarım ben.
Otların
tekbirinden sonra,
Denizdeki
dalganın kamedinden sonra
Namaz
kılarım.
Kâbem
su kıyısında,
Kâbem
akasyaların altındadır.
Kâbem
bir esinti gibi bahçeden bahçeye,
Şehirden
şehre gider.
Hacerülesvetim
bahçenin aydınlığıdır.
Kaşan
şehrindenim.
İşim
resim yapmaktır.
Bazen
bir kafas boyar,
Size
satarım.
Orda
mahpus çayırkuşu, sesiyle
Yalnız
gönlünüzü tazelesin diye.
Bu
bir hayal, bu bir hayal, …
Biliyorum,
Tuvalim
cansızdır,
İyi
biliyorum,
Çizdiğim
havuz balıksızdır.
Kaşan
şehrindenim.
Soyum
belki
Hint’de
bir bitkiden gelir,
Belki
“Sialk” toprağından yapılmış bir çömlekten,
Soyum
belki de
Buharalı
bir fahişeden gelir.
Babam,
kırlangıçların iki kere gelmelerinden önce,
İki
kardan önce
Babam
terastaki iki uykudan önce,
Babam
zamanlar önce ölmüştü.
Babam
öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.
Annem
birden kalktı uykudan, kızkardeşim güzelleşti
Babam
öldüğü zaman, bekçilerin hepsi şairdi.
Kaç
kilo kavun istiyorsun? Diye sordu manav bana.
Sordum:
Gönül hoşluğunun gramı kaça?
Babam
ressamdı
Saz
yapar, saz çalardı.
Üstelik
iyi bir hattattı.
Bahçemiz
bilginin gölgesindeydi.
Bahçemiz
duyguyla bitkinin karıştığı yerdi.
Bahçemiz
bakışın, aynanın ve kafesin kesiştiği noktaydı.
Bahçemiz
belki de yeşil saadet çemberinin bir parçasıydı.
Tanrının
ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,
Suyu
felsefesiz içiyor,
Dutu,
bilgisiz topluyordum.
Nar
dalında yarıldığında,
Elim
tutkudan bir şadırvan olurdu.
Çayırkuşu
şakıdığında,
Gönlüm
dinleme hazzıyla yanardı.
Kâh
yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,
Kâh
heyecan, elini duygunun boynuna dolardı.
Düşünce
oyun oynardı.
Bayram
yağmuru gibi bir şeydi yaşam,
Sığırcıklarla
dolu bir çınar.
Işık
ve taşbebek alayıydı yaşam,
Bir
kucak özgürlük idi,
Yaşam,
musıki havuzuydu o zaman.
Çocuk
yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.
Kendi
yükümü bağlayıp,
Hafif
hayallerin şehrinden çıktım,
Yüreğim
yusufçuk gurbetiyle dolu.
Ben
dünya misafirliğine gittim.
Ben
sıkıntı ovasına,
Ben
irfan bağına,
Ben
bilim ışığının balkonuna gittim.
Dinin
basamaklarını çıktım.
Şüphe
sokağının sonuna kadar,
Gönül
doygunluğunun serin havasına,
Islak
sevda akşamına kadar.
Ben
birini görmeye gittim,
Aşkın
öbür ucuna
Gittim,
gittim kadına kadar,
Lezzet
ışığına kadar,
Tutkunun
sessizliğine,
Yalnızlığın
kanat sesine kadar.
Yer
üstünde neler gördüm:
Bir
çocuk gördüm ay kokluyordu.
Kapısız
bir kafes gördüm,
İçinde,
aydınlık kanat çırpıyordu.
Bir
merdiven gördüm,
Üzerinde
aşk melekler âlemine çıkıyordu.
Bir
kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
Öğle,
onların sofrasında ekmekti,
Sebzeydi,
şebnem tepsisiydi,
Sıcak
sevda kâsesiydi.
Bir
dilenci gördüm, çayırkuşundan bir şarkı için,
Kapı
kapı dolaşıp, dileniyordu.
Bir
çöpçü, kavun kabuğuna secde ediyordu.
Bir
kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.
Bir
eşek gördüm yoncayı anlıyordu.
“Nasihat”
otlağında bir inek gördüm, doymuştu.
Bir
şair gördüm, konuşurken bir zambağa “siz” diyordu.
Bir
kitap gördüm, kelimeleri billurdan.
Bir
kâğıt gördüm, ilkbahardan.
Müze
gördüm yeşillikten uzak,
Cami
gördüm sudan uzak.
Umutsuz
bir fakih gördüm,
Başucunda
sorularla dolu bir testi vardı.
Bir
katır gördüm yazı ile yüklü.
Bir
deve gördüm, “nasihat ve misal”in boş sepetiyle yüklü.
Bir
arif gördüm “ya hu” ile yüklü.
Aydınlık
götüren bir tren gördüm,
Fıkıh
götüren bir tren gördüm,
Nasıl
da yavaş gidiyordu.
Siyaset
götüren bir tren gördüm,
(ne
de boş gidiyordu)
Nilüfer
tohumları ve kanarya şarkıları götüren
bir
tren gördüm,
ve
bir uçak, binlerce metre yüksekteyken
Penceresinden
toprak göründü;
Hüthüt
kuşunun tepeliği,
Kelebek
kanatlarının benekleri,
Kurbağanın
havuzdaki aksi,
Ve
yalnızlık sokağından bir sineğin geçişi.
Bir
serçenin çınardan yere indiğindeki arayış.
Ve
güneşin ergenliği,
Ve
oyuncak bebeğin sabah ile kucaklaşması
Basamaklar
şehvet serasına gidiyordu.
Basamaklar
içki mahzenine iniyordu.
Basamaklar
kırmızı gülün fesat kanununa
Ve
hayat matematiğinin anlamına
Basamaklar
aydınlanmanın damına,
Basamaklar
tecelli kürsüsüne gidiyordu.
Aşağıda,
annem,
Nehrin
hatırasında çay bardaklarını yıkıyordu.
Şehir
görünüyordu:
Büyüyen
çimento, demir, taş geometrisi,
Güvercin
taşımayan yüzlerce otobüs.
Çiçekçi
çiçeklerini mezata götürüyordu.
İki
yasemin ağacı arasına,
Salıncak
kuruyordu bir şair,
Çocuğun
biri okul duvarına taş atıyordu.
Bir
diğeri erik çekirdeğini,
Babasının
renksiz seccadesine tükürüyordu
Ve
bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.
Çamaşır
ipi göründü, sallanan bir sutyen.
Bir
at arabasının tekerleği, atın durmasına hasret,
At,
arabacının uykusuna hasret,
Arabacı
ölüme hasret.
Aşk
göründü, dalga göründü.
Kar
göründü, dostluk göründü.
Kelime
göründü.
Su
göründü, eşyaların sudaki aksi…
Kanın
sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeleri.
Hayatın
rutubetli tarafı.
Sıkıntılı
Doğu insanının yaratılışı.
Kadın
sokağında serserilik mevsimi.
Mevsim
sokağında yalnızlık kokusu.
Yazın
eli bir yelpaze gibi göründü.
Tohumun
çiçeğe,
Sarmaşığın
evden eve,
Ayın,
havuza yolculuğu,
Hasret
çiçeğinin topraktan fışkırışı.
Körpe
asmanın duvardan dökülüşü.
Şebnemin
uyku köprüsü üstüne yağışı.
Neşenin
ölüm hendeğinden atlayışı.
Sözün
ardında geçen hadise.
Bir
pencere ile ışığın savaşı.
Bir
basamak ile güneşin büyük ayağının savaşı.
Yalnızlık
ile bir şarkının savaşı.
Armutlar
ile boş bir sepetin güzel savaşı.
Nar
ile dişlerin kanlı savaşı.
“Naziler”
ile naz çiçeğinin sapının savaşı.
Papağan
ile güzel konuşmanın savaşı.
Alın
ile soğuk mührün savaşı.
Camideki
çinilerin secdeye saldırışı.
Sabun
köpüğünün yükselmesine rüzgârın saldırışı.
Kelebek
ordusunun “ilaçlama” programına
Yusufçuk
alayının kanal işçilerine saldırışı.
Kamış
kalem taburunun kurşun harflere saldırışı.
Kelimenin
şairin çenesine saldırışı.
Bir
devrin fethi, bir şiir eliyle,
Bir
bahçenin fethi, bir sığırcık eliyle,
Bir
sokağın fethi, iki selam eliyle,
Bir
şehrin fethi, üç dört tahta süvari eliyle,
Bir
bayramın fethi, iki oyuncak bebek ve bir top eliyle.
Bir
çıngırağın katli, ikindi yatağının başında,
Bir
hikâyenin katli, uyku sokağının başında,
Bir
hüznün katli, bir şarkı emriyle,
Ayışığının
katli, neonların emriyle,
Bir
söğüdün katli, devlet eliyle,
Bir
umutsuz şairin katli, bir kar çiçeği eliyle.
Yeryüzü
tümüyle belirdi:
Yunan
sokağında düzen gidiyordu.
Başkuş
“Babil bahçelerinde” ötüyor,
Rüzgâr,
Hayber yamacından, doğuya
Tarihin
çer çöpünü sürüklüyordu.
Durgun
“Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
Benares’te
her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.
Halklar
gördüm.
Şehirler
gördüm.
Ovalar,
dağlar gördüm.
Suyu
gördüm, toprağı gördüm.
Işık
ve karanlık gördüm.
Bitkileri
ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
Hayvanları
ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
Ve
insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm.
Kaşan
şehrindenim
Ama,
benim şehrim değil Kaşan.
Benim
şehrim kayboldu.
Telaşla
ve pür heyecan,
Gecenin
öbür tarafına bir ev yaptım.
Ben
bu evde,
Kimsenin
adını bilmediği nemli otlara yakınım.
Bahçenin
nefesini duyuyorum.
Ve
karanlığın sesini bir yapraktan düştüğünde.
Ağacın
arkasında aydınlığın öksürük sesini.
Her
taşın deliğinde suyun aksırığını.
Baharın
çatısında kırlangıcın sesini.
Ve
açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.
Ve
müphem aşkın deri değiştirmesinin temiz sesini.
Kanatta
uçmak zevkinin toplanmasını,
Ruhun
kendi kendini tutarken çatlamasını.
Ben
tutkunun adımlarını duyuyorum.
Ve
damardaki kan kanununun
Ayak
sesini duyuyorum.
Güvercinler
kuyusunda seher çırpıntısı
Cuma
gecesinin kalp çarpıntısı,
Düşüncede
karanfil çiçeğinin akışı
Hakikatin,
uzaktan saf kişnemesi.
Ben
uçuşan maddenin sesini duuyorum.
Ve
coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.
Ve
aşkın ıslak gözkapakları üstündeki,
Ergenliğin
hüzünlü musıkisi üstündeki,
Nar
bahçelerinin türküsü üstündeki yağmurun sesini.
Ve
gece içinde neşe şişesinin kırılmasının,
Güzelliğin
kâğıt gibi parçalanmasının
Gurbet
kâsesinin rüzgârdan dolup boşalmasının sesini.
Ben
dünyanın başlangıcına yakınım.
Çiçeklerin
nabzını tutuyorum.
Suyun
ıslak kaderine,
Ağacın
yeşil olma adetine aşinayım.
Ruhum
nesnelerin tazeliklerine akar,
Benim
ruhum, gençtir.
Ruhum
bazen heyecandan kekeler,
Benim
ruhum, işsizdir:
Yağmur
damlalarını, duvardaki tuğlaları sayar,
Ruhum
bazen yol ağzında duran bir taş gibi gerçektir.
Ben
birbirine düşman iki çam görmedim,
Gölgesini
yere satan bir söğüt de görmedim
Karaağaç
kovuğunu bağışlar kargaya.
Nerde
bir yaprak varsa, içim açılır.
Afyon
çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.
Bir
böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.
Bir
saksı gibi,yeşermenin musıkîsini dinliyorum.
Bir
sepet dolusu meyva gibi,
Olgunlaşmak
için sabırsızlanıyorum.
Uyuşukluk
sınırında bir meyhane gibiyim.
Deniz
kenarında bir bina gibi,
Ebedi
dalgalardan endişeliyim.
İstediğin
kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,
İstediğin
kadar çoğalma.
Ben
bir elmayla hoşnutum,
Ve
bir papatyanın kokusundan.
Ben
bir ayna, bir saf bağlılıkla yetiniyorum.
Bir
balon patlasa, gülmüyorum,
Bir
felsefe ay’ı ikiye bölerse, gülmüyorum.
Ben
bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,
Toy
kuşunun karnındaki renkleri,
Dağ
keçisinin ayak izlerini.
Nerde
ravent yetişir, iyi biliyorum.
Sığırcık
ne zaman gelir, keklik ne zaman öter,
Şahin
ne zaman ölür,
Çölün
uykusunda ay nedir,
Tutku
sapındaki ölüm.
Ve
sevişmenin ağızda bıraktığı ahududu lezzeti.
Yaşam
hoş bir adettir,
Yaşamın
ölüm genişliğinde kanatları vardır,
Aşk
kadar sıçrayabilir,
Yaşam,
alışkanlık rafına kaldırıp
Unutulacak
bir şey değildir.
Yaşam
elin çiçek koparma isteğidir.
Yaşam
turfanda siyah incirdir,
Yazın
ağzında buruk bir tat.
Yaşam
böceğin gözünde ağacın boyutudur.
Yaşam
yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.
Yaşam
bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.
Yaşam
uykunun dönemecinde bir tren düdüğüdür,
Yaşam
uçak penceresinden bir bahçeyi görmektir.
Füzenin
uzaya fırlatıldığı haberi,
Ayın
yalnızlığına dokunuş,
Başka
bir gezegende çiçek koklamak fikri.
Yaşam
bir tabak yıkamaktır.
Yaşam
sokakta bir metelik bulmaktır.
Yaşam
aynanın “karesi”dir.
Yaşam
çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam
yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.
Yaşam
basit ve eşit nefesler geometrisidir.
Nerede
olursam olayım
Gökyüzü
benimdir.
Pencere,
fikir, hava, aşk, yeryüzü benimdir.
Ne
önemi var
Bazen
büyürse
Gurbetin
mantarları?
Bilmiyorum,
neden
“At
soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler?
Ve
neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.
Yoncanın
ne eksiği var kırmızı laleden.
Gözleri
yıkamalı, başka türlü görmeli.
Kelimeleri
yıkamalı.
Kelime
rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.
Şemsiyeleri
kapatmalı.
Yağmur
altında yürümeli.
Düşünceleri,
hatıraları yağmur altına getirmeli.
Şehir
bütün halkıyla yağmur altına gitmeli.
Dostu
yağmur altında görmeli.
Aşkı
yağmur altında aramalı.
Yağmur
altında bir kadınla sevişmeli.
Yağmur
altında oyun oynamalı.
Yağmur
altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer dikmeli.
Yaşam
sürekli ıslanmaktır.
Yaşam
“şimdi” havuzunda suya girmektir.
Çıkaralım
giysileri:
Suya
bir adım var.
Aydınlığı
tadalım.
Bir
köy gecesini, ahunun uykusunu tartalım.
Leylek
yuvasının sıcaklığını hissedelim.
Çimenlerin
kanununu çiğnemeyelim.
Bağbozumunu
tadalım.
Ve
eğer ay çıkarsa ağzımızı açalım
Ve
gecenin uğursuz olduğunu söylemeyelim.
Ateş
böceğinin bahçenin bilgeliğinden
Yoksun
olduğunu sanmayalım.
Sepeti
getirelim
Biraz
kırmızı biraz yeşil toplayalım.
Sabahları
ekmekle ebegümeci yiyelim.
Her
sözün başında bir fidan,
İki
hecenin arasında sessizlik tohumu ekelim.
İçinde
rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,
Ve
içinde ıslak şebnem yüzeyi olmayan kitabı
Hücreleri
canlı olmayan kitabı okumayalım ve
Sineğin
tabiatın parmağından uçmasını istemeyelim.
Ve
panterin yaratılış kapısından dışarı çıkmasını.
Ve
eğer solucanlar öldüyse,
Yaşamda
bir şeyin eksildiğini bilelim.
Eğer
ağaçbiti yoksa, ağaç kanunları zarar görmüştür.
Ve
eğer ölüm olmasaydı, neyin peşine koşacaktık.
Ve
eğer ışık olmasaydı, uçuşun mantığı değişecekti.
Ve
mercandan önce
Denizlerin
düşüncelerinde boşluk vardı.
Ve
nerdeyiz diye sormayalım,
Hastahanenin
taze çiçeklerini koklayalım.
Ve
geleceğin fıskiyesi nerde diye sormayalım,
Ve
neden hakikatın kalbi mavidir diye
Ve
dedelerimizin esintileri nasıl, geceleri nasıldı
Diye
sormayalım.
Geçmiş
artık canlı değil.
Geçmişte
kuş şakımıyor.
Geçmişte
rüzgâr esmiyor.
Geçmişte
çamın yeşil penceresi kapalı.
Geçmişte
bütün kâğıt fırıldakların yüzü tozlu.
Geçmişte
tarihin yorgunluğu kaldı.
Geçmiş
dalganın hatırasında,
Sahile
vurmuş hareketsiz soğuk sedeflerdir.
Deniz
kıyısına gidelim,
Sulara
ağ atalım,
Suların
tazeliğini çekelim.
Yerden
bir çakıl taşı alıp,
Varolmanın
ağırlığını hissedelim.
Eğer
ateşimiz çıkarsa ayışığına söylenmeyelim.
(Bazen
ateşim varken ay’ın aşağı indiğini görürüm,
Elimin
melekler katına eriştiğini,
İspinozun
daha iyi öttüğünü.
Ayağımdaki
yara,
Yerin
inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana.
Çiçeğin
hacmi kaç misline çıktı, hasta yatağımda,
Daha
da büyüdü turuncun çapı, fenerin ışığı)
Ve
ölümden korkmayalım,
(ölüm
güvercinin sonu değildir.)
Bir
cırcır böceğinin ters dönmesi ölüm değildir.
Ölüm
akasyanın aklından geçer.
Ölüm
düşüncenin güzel ikliminde yaşar.
Ölüm
köy gecesi derinliğinde sabahı anlatır.
Ölüm
üzüm salkımı ile gelir ağzımıza.
Ölüm
gırtlağın kızıl hançeresinde fısıldaşır.
Ölüm
kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.
Ölüm
bazen reyhan koparır.
Ölüm
bazen votka içer.
Bazen
gölgede oturur ve bize bakar.
Ve
hepimiz lezzetin ciğerinin,
Ölüm
oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.
Çitlerin
arkasında yaşayan sesi var kaderin
Yüzüne
kapıyı kapatmayalım.
Perdeyi
açalım:
Bırakalım
duygular soluk alsın.
Bırakalım
ergenlik her ağacın altında yuva kursun.
Bırakalım
içgüdü oyun oynasın.
Yalınayak
mevsimlerin peşinde,
Çiçeklerin
üstünde uçsun.
Bırakalım
yalnızlık,
Türkü
söylesin,
Birşeyler
yazsın,
Sokaklara
çıksın.
İçten
olalım.
İçten
olalım,
Bankada
da bir ağacın altında da içten olalım.
Bizim
işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.
Bizim
işimiz belki de:
Kırmızı
gülün büyüsünde yüzmektir.
Bilimin
ötesine çadır kuralım,
Bir
yaprağın cezbesiyle elimizi yıkayıp
Sofraya
oturalım,
Sabah
güneş doğarken doğalım,
Heyecanları
serbest bırakalım,
Uzayın,
rengin, sesin, pencerenin
Anlamını
tazeleyelim,
Varlığın
iki hecesi arasına, gökyüzünü yerleştirelim,
İçimizi
ebediyetle doldurup boşaltalım,
Bilimin
yükünü kırlangıçların sırtından alıp yere koyalım,
Bulutların,
çınarın, sivrisineğin, yazın ismini geri alalım,
Sevdayı
yağmurun ıslak basamaklarından
Yükseltelim,
Kapıyı
insana ve ışığa ve bitkiye ve böceğe açalım.
Bizim
işimiz belki de,
Nilüfer
çiçeği ve çağımız arasında,
Hakikat
şarkısının peşinde koşmaktır.
Sohrab
Sepehri
https://www.youtube.com/watch?v=4jqd3NFjDak
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar