ÖMER SEYFETTİN TARZI BAHAR VE KELEBEKLER HİKÂYESİ
Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş
penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi
görünüyordu... Saf mavi bir sema. Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran
deniz...Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında, dağlar, korular, beyaz
yalılar. Bütün bunların üzerinde bir esâtir rüyasının havaî hakikati gibi uçan
martı sürüleri ! Pencerenin önündeki şişman koltuğa, gayet zayıf, gayet sarı,
gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi, arkasını
dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu.
Karşısında, bir şezlonga uzanmış, esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir
kitap okuyor; pencereden çiçek, kır kokuları, deniz, dalga fısıltıları getiren,
tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle
duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine, tam doksan yedi yaşında idi. Köşeleri
hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini, ara sıra,
karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu. Birden,
üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış,
katılaşmış elini başına götürdü. Kahverengi yemenisinin altında daha beyaz
görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı.
Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar, onu tehyiç ediyor, kuşların
güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları, hayalinde uzak, ezelî bir fecir,
nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına
dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun
torununa:
- Yavrum,
niçin susuyorsun, dedi. Biraz konuşalım.
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının, o asla
tatmin edilemeyecek olan ebedî kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından
ayırmayarak:
- Okuyorum,
büyükanneciğim.
Dedi. Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongtaki mühmel
uzanışı, ona, müstesna bir letafet veriyor, ince jüponunun altında bediî bir
vuzuh ile irtisâm eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin,
daha mütenâsip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık
duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu.
Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde, beyaz, parlak zarif, ince elleri, âsi
bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor,
sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları, mağmûm, hüzünlü çehresi
etrafında, mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyüknine sordu:
- Okuduğun
ne, kızım?...
- Bir
roman.
- Neden
bahsediyor?
- Hiç.
Büyüknine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel
ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut,
işte hayatın baharı idi. Arkasındaki, görmek istemediği şu pencerenin dışındaki
gürültülü, kokulu bahara, niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyiç
eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bûsesi kadar
leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor,
onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şûle uyandırmıyordu. Tekrar
sordu:
- Söyle
yavrum. O roman ne diyor?
Genç kız, büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine
indirdi. Nazik bir şive ile:
- Büyükanneciğim,
Fransızca bir roman işte.
Dedi. Lakin büyüknine merak ediyordu, mutlaka anlamak
istiyordu:
- Adı ne?
- “Dezanşante.”
- Ne
demek?
- Sevinçten,
saadetten mahrum kadınlar, demek .
- Onlar
kimmiş?
- Biz...Türk
kadınları.
Büyüknine düşündü. Sol eliyle, siyah, parlak saçlarını
düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız, tıpkı büyük
matemler geçirmiş, felaketler görmüş, bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyordu, hep
mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları
solduruyordu. Onları, bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir
acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun
yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi:
- Sevinçten,
saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi, hayır hayır! Türk kadınları
asla sevinçten, saadetten mahrum değildirler. Sevinçten, saadetten mahrum
olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar...Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize
benzemediniz. Ah, biz...gençken ne kadar mesuttuk!...Bahar, şu arkamdaki bahar,
bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyor musunuz? Siz bu
zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın,
berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli
serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.
- Hiç siz
okumaz mıydınız, büyükanneciğim?
Diye sordu.
- Okurduk.
Kibar, büyük efendileri, kızlarına Fârisi öğretir, Câmi dersi gösterirlerdi.
“Tuhfe-i Vehbî”yi okuturlardı. Fuzûlî'nin, Bakî'nin gazellerini ezberlerdik.
“Mesnevi”yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşaere
eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit, bir
kadın için, en büyük medih: “Fâzıla, edibe, şâire, âkile.” idi. Şimdi siz,
Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor,
başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe,
kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten
sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah!...At elinden o kitabı!
Esmer, güzel kız yine gülümsedi:
- Peki,
büyükanneciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve
yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin yalnızlığı
içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.
- Hayır
kızım, okuyor, fakat eğlenemiyorsun. Gözlerini görsen.Bir bulut, bir sis içinde
gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder.
- Peki,
söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?
Büyüknine, düşünmeğe başladı; evet, ne yapsındı? Şimdi
hakikaten her taraf hapisheneye dönmüştü. Seksen evvelki hayatı birden
hatırladı; o vakit, erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki, şimdi
tamamıyla sağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur,
görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu.
Annelerinin esvaplarını kızları giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar
takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler.Ah, hele kırmızı
feraceler.Baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde, kadınlar, tıpkı
birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf,
hastalıklı yoktu. Erkekler, yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra
erkence evlerine gelirler, zevcelerine, doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibdâ
ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, klüpler,
tiyatrolar, kafeşantanlar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini, eşlerinden
ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan
felaket mahalleri yoktu. Kadınlar, erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o
vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli
bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda
toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne
zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak,
mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından,
boş bir tekebbürden, mânâsız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir
şey yoktu. Alafrangalık, bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın
tebessümünü silmiş, ferâcelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış,
parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile
ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken, ruhlarımızı da
değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak
bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti. Âdetlerimizle beraber
sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil. Her şeyden nefret
eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkan
haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit.
Büyükninenin gözleri kapanıyordu. Seksen evvelli
saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve âni mukayesesi, zihninde şedit bir
yorgunluk husûle getiriyor, onu hâlâ yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve
esmer kız, yüz yaşına girmeğe birkaç adımı kalmış bu annesinin annesinin
annesine, bu mükerrer büyükninesine dalgın dalgın bakarak, onun zamanındaki
kadınların saadeti ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
- Sustunuz,
büyükanneciğim.
Dedi. İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
- Ah, eski
günleri, eski saadetleri düşünüyorum.
- Eski
zamanda, sizin zamanınızda, bugünden fazla ne vardı, nineciğim?
- Çok.
birçok şeyler.
Büyükanne, tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini
zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız, onun kırık
dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri,
sanki dinlemekten ziyade, temaşa ediyordu:
- Evet
yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk,
mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış
bile. Bunların hep âyinleri vardı. Her kadının bu devirleri, diğer birçok
kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız bir
eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki, bir mektebe başlama, bir sünnet,
bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile
eğlenceye vesile olurdu. Mânilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda
muaşere eder, kış geceleri divanlardan tefe'ül ederdik, mevsimler bile bir
eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus âdeti, eğlencesi, an'anesi vardı. Daha
hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine, akşamdan beyaz kavanozlar kor,
içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken, mâni
söyleyerek tekrar çıkarırdık. Birbirine benzemeyen bin mâni bilen, bütün kış,
herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden, binlerce kafiye bulan
kadınlar vardı.
Büyüknine, ateh getirmiş ihtiyarların yalnız
çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O
esnada bir kuş kümesi, pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu.
Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek
sedasına karıştırıyorlardı:
- Evet
yavrum, biz sizin gibi: “Ne yapalım?” diye düşünmezdik. Hâsılı her şey gülmeğe,
eğlenmeğe vesile idi. Mesela bahar. Ah, siz odalarda, kapalı oturuyorsunuz.
Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus
eğlenceleri, an'aneleri vardı.
- Ne gibi
büyüknineciğim?
- Ne gibi
olacak, bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz, bir senelik
hayatımızı baharda tefe'ül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefe'ül.Pek
şâirâne, pek lâtif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik.
- Nasıl?
- Bahar
geldi, ağaçlar çiçek açmağa, yapraklar yeşillenmeğe, çimenler baş göstermeğe
başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın
ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek, bir senelik talihimizdi. Onu
arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin, beyaz, pembe olması için mâniler söyler,
dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir
kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.
- Niçin?
- Çünkü
kelebeklerin birer mânâları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat
etmezsiniz. Beyaz kelebek: Sıhhat ve afiyete. Sarı kelebek: Kedere, hastalığa.
Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delâlet ederdi. Beyaz kelebek görünce,
talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kâil olurduk. Bahar
çiçekleri altında, beyaz kelebeğin şerefine semâiler okurduk.
Büyüknine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen
kelebeklerin de umumî mânâlarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin:
Zenginliğe, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin
kıtlığa, kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meş'um kümelerin
mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu
söylüyor, uzatıyor, büyük vak'alardan evvel hep bu kümeleri, o vakitki
kadınların müşahade ederek erkeklerine haber verdiklerini hikaye ediyordu.
Genç, esmer kız, artık dinlemiyor, büyük, siyah gözlerini büyükannesinin
arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş,
tahayyül ediyordu. Hakikaten, seksen sene evvel, kadınların mesut olmaları
lâzım geliyordu. Kendileri, yeni nesil, okudukça, anladıkça, erkeklere
yaklaştıkça, iptidâî kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir
isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevkle, saadete vesile addettiği
dişilik kayıtları, kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu.
Husûsî bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla
bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri, ezici, soldurucu, vahşî,
merhametsiz, esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar?
Mademki terakkîden içtinab kabil değildi; terakki ise, mutlaka değiştirmek,
mutlaka eskiye benzememek idi, o halde, asırlarca evvelki Türk kadınlığı da
iptidâî, mebnaî halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten,
hâsılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk
etmese bile, müsavî bulunacak, bütün mânâsıyla insan, insan olacaktı.
Büyükninesinin “Tarihi Mukaddes” hikayeleri gibi garip vehimler içinde uzayan
sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden, bir sene evvelki gürültüleri,
sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyet'in ilanı
geçiyor, hâlâ tükenmez el şakırtılarını, alkış kâbuslarını işitir gibi
oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten
azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah, bu
ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, nasıl, ne feci bir surette
kırılmıştı .Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin.Lakin, istikbalden
bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı, bir gün yüksek idrakiyle, altı
asırlık tesadüfî, tabiî bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsnüyle,
zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak, ihtiramlar,
perestişler önünde yükselmeyecek miydi?..Bugünkü tevekkül, daha ne kadar devam
edebilirdi? Büyüknine, nihayetsiz hikayesine devam ediyor, genç, esmer kız
tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap
veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklerle tefe'ül etmek...Bu pek hoş olacaktı.
Eski Türk kadınlığının itikatları, yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir
hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı.
Büyüknine susmuştu. Torununun bu âni kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:
- Ne var,
kızım, neye kalktın?
Güzel, esmer kız, gülerek:
- Ben de
bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için,
bütün Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talihi için bakacağım.
Dedi, pencereye yaklaştı. Büyüknine, titreyerek
koltuğundan kalktı.
- Gözlerim
o kadar görmez ama, diyordu, ben de bakayım sizin için.
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız,
muhteşem levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyüknine
duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran, tatlı sıcak
bir aydınlıkla parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu, başka âlemlere akıp
giden ebedî nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların, ufak, koyu
yeşil yaprakları, hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu.
Karşı sahil, tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap
memleketini, bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir
kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor,
birden kayboluyorlardı. Tek bir martı, yakın bir tehlikeden, meçhul bir
şeâmetten kaçar gibi, hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen
kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi
semâdan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız, birden elini kalbine götürdü, yavaş
bir sesle:
- Ah,
işte!..
Dedi. Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları
altında, siyah bir kelebek uçuyordu. Gösterdi. Büyüknine, korkunç ve iskelet
parmağıyla:
- Fakat,
ben senden evvel şu beyazı gördüm.
Diye, mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği
gösterdi. Genç kız, son bir cebirle ona da baktı:
- Ah,
büyükanneciğim, iyi göremiyorsunuz, dedi, o beyaz değil, sarı bir kelebek.
Ansızın ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri
karardı. Bu parlak, taze tabiat, şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz, genç,
esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk
çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga uzandı. Büyüknine
de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine
arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice
çıkarıyordu. Genç kız, elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı.
Bu kitap, şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi, onun yüzünü tamamıyla
örtüyordu. Okumuyor, irsî, intisâlî bir vehim ile kelebeklerin yalan
söylemediğine, zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talihi ancak
felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefenini yırtamayacağına,
tesettürden kurtulamayacağına, evlerin, boş, tenha duvarları arasında, meçhul
çiçekler gibi, açmadan, doğmadan öleceğine kanaat getirir gibi oluyordu.Mâzi,
bâtıl itikatlar, o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme,
bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel
nazarî kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu bâtıl itikatlar, bu
haşin, anut, katil mâzinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye
mahsus değildi. Birkaç hafta evvel, Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu
evin tabldotunda, perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris'te aileler
arasındaki Katolik deliliğinin, dinî taassubun bir mislini, Sudan'da, çöllerde,
kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olamayacağını
yazıyordu.Birden, kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar
tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin,
şâkirdine, her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: “.Lakin
insanların behimiyetine nihayet yoktur!” dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşamadan ölen genç ve
müteverrim bir âşıkın son veda bûsesi kadar ince, nazik bir rüzgâr giriyor,
taze mezarlar üzerine bırakılmış, taze çelenk kokuları getiriyor, odanın
gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu.
Büyükninenin gözleri kapanıyordu. Bu meş'um tefe'ülün
ihtiyar dimağında husûle getirdiği yorgunluk, ona, bir uyku ilacı gibi tesir
etmişti. Genç kız.genç, esmer kız, gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı
tutan zambak ellerini, âsi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına
yükselen kalbî ihtilâli, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmağa çalışıyordu.
Odanın uyutucu, gölgeli sükûnunda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk
kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki
neslin son numûnesi, hayattan ziyade ölüme, nisyana âit bir hatırası. Diğeri,
bugünün bir asırlık mecbûrî tagayyürünün, narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem süslü
mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı,
aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyüknine uyudu. Artık hafifi
kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız,
esmer kız, hâlâ hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi şezlonguna uzanmış
duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren, kokulu, çiçekli bahar
rüzgarının cereyanı, ansızın, deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu
siyah kelebek, parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli müşfik baharın cennetinde,
cehennemin, zulmet, cehalet müekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu
siyah ruh, çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde
çırpınıyordu. İçerideki müstebit muhitin, hain mâzinin, zalim itikatların,
doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz,
mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı
bir hücuma uğramışlar gibi, ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamağa başlıyor,
bütün tabiatı istila eden, şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.
ÖMER SEYFETTİN
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar