Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud'un Aile Ve Tarihsel Romanı / Serol Teber
İçindekiler
Gecikmiş Bir Saygı Sunusu 9
Konuya Giriş İçin Yazarak Düşünme
Denemeleri 11
I. Bölüm: Sigmund Freud'un "Aile Romanı'ndan Kimi Anımsatmalar
1. "Bilimsel Bir Peri
Masalı"
21
2. Ensest Yüklü Bir Aile
Ortamında Doğum
Tarihinden Başlayan Karmaşık Yaşam
Koşulları 25
3. Freud'un Kişiliğinin
"Tarih Öncesi"
(Pre-Historik)
Dönemi
43
4. Kişiliğinin Oluşma
Sürecinde Kutsal Kitap,
Shakespeare, Goethe ve Diğerlerinin Etkisi 57
5. Kokainin Modern
Psikolojiye Etkisi? 63
6. Bir Türlü Beğenilmeyen
"Ufak Tefek ve Beceriksiz Görünümlü" Koca
Adayı 67
7. Bitmez Tükenmez Mektup
Yazma Tutkusu 73
8. "Ateist
Yahudi'nin" Günlük Yaşamı, Baül İnançları ve Cinsel Perhiz İçindeki
Güçsüz Adamın Cinsiyet Üzerine
Savları 75
9. Paris'te Yaşanan
"Charcot
Şoku"
87
10. Josef Breuer ile Histeri Üzerine
Çalışmaların
Başlaması
93
11. Psikiyatrinin Rozette Taşı: " Anna
O" 95
12. Histeri Üzerine Araştırma Kitabının Büyük
Başarısı:
13 Yılda 626 Adet
Satış
111
13. Babanın Ölümünden Sonra Yaşanan
"Muhteşem
Yalnızlık ve Melankoli Dönemlerinin" Güncesi;
Kim Korkar Kendi Kendini Analiz Etmekten,
Annesiyle Trende Geçirdiği Gecenin Gizi: "Düş
Yorumu" 119
14. Psiko-Arkeoloji: Truva, Pompei, Roma ve
Berggasse. Schliemann-Freud Etkileşiminin
Boyutları 147
15. "Küllerinin Altmdan Çıkan Çocukluk
Arkadaşı":
Gradiva 163
16. Psikiyatr-Dedektif İşbirliği,
Sherlock Holmes-Sigmund Freud İlişkileri
177
17. Psikanaliz Hareketinin "Kadınlar
Kolu"
189
II. Bölüm: Sigmund Freud'un "Tarihsel Romanı"
1. Tarihsel Roman'a Giriş:
Genel Bir Yaklaşım
Ve Günlük Yaşamm Psikopatolojisi 205
2. "Leonardo da
Vinci'nin
Bir Çocukluk Anısı" Üzerine 213
3. "Babanın
Öldürülmesi Gerektiğini" Kanıtlama
Çabası Olarak Yazılan Yapıt: "Totem ve
Tabu"
217
4. Psikanaliz-Edebiyat
İşbirliğinin Muhteşem
İki Örneği: "Karamazof Kardeşler" Romanı ve
Kafka'mn "Öyküsü" 235
5. On Yedinci Yüzyılda
Kilisede İmzalanmış Bir
"Şeytan Antlaşması" 245
6. Tarihsel Roman'm Arka
Planı: Bir Yanılsamanın Geleceği, Kültür İçinde Huzursuzluk ve Kitle
Psikolojisi
255
7. Freud'un Genel Sağlık
Durumu ve Sonun Başlangıcı 263
8. "Ben Viyana'yı Terk
Etmedim, Viyana Beni Terk Etti!"
271
9. Londra'daki Sürgün
Günleri 277
10. Tarihsel Roman'm Tamamlanışı; "Musa
Denen Adam" 283
11. "Musa Denen Adam" ve
Tektanrıcılık 293
12. Son Günler, Okuduğu Son Roman ve Son
Saatler 315
Kaynaklar
321
Gecikmiş Bir Saygı
Sunusu
Sigmund Freud'un biyografisini,
yapıtlarını ve özellikle de yaşadığımız kültür içindeki huzursuzluğun satır
aralarına -bile- sinmiş bilgeliğini, yalnızlığını, acısını se-zinleyebilmem
için, bu kadar gecikmem, bu yaşa gelmem gerekmezdi. Ama, onun yaşadığı azınlık
psikolojisinin koşulladığı "negatif özgürlüğü" anlayabilmem için kimi
kitaplarmı okumanın, söylediklerini anlamaya çalışmanın çok ötesinde uzunca bir
süre -benim de- başat kültürlerin egemenlik alanının dışında, yabancı bir
kültür ve psikoloji ortamı içinde yaşamam; bilinçli iz sürmelerden ya da kaba
öykünmelerden öte, kimi yazgı birliklerinin getirdiği arayışların belirlediği
"günlük yaşamın psikopatolojisi"nin yönlendirdiği (hatta
sürüklediği), bir rota ile onun Viyana ve Londra'daki çalışma odalarmdaki
psikoarkeolojiyi solu- * mam; Vatikan Müzesi'nde Gradiva Rölyefi'ni seyretmem;
Roma'da Michelangelo'nun Musa'sı önünde saatler geçirmem ve sonra da çağmda,
dünyanm ilk büyük kitaplığının -da- oluşturulduğu Karnak Tapınağı'nda diz
çökmem; yaşadığı koşullarda oluşturduğu özgün bir hiyeroglif ile oya gibi
işleyip tanımlamaya çalıştığı bilinçdışmdaki tortuyu, "tamamlanmamışların
diyalektiğini" ya da "bilimsel peri masalını" anlamadan, özcesi
Freud'un biyografisini ve kitaplarmı okumadan, Kari Marx'ın sıklıkla sözünü
ettiği "toplumsal varlığı" anlamanın sanıldığı gibi, pek de öyle
kolay olmayacağını bilmeliymişim.
Kendisini analiz ederken, "Ben" dediği yerlerde, gerçekte
"Biz", daha doğrusu "Siz" demek isteğini, "İşte!"
("Ahaaa!") diye anlayabilmem için, yıllar sonra ve en azından,
Albert Camus'nün Düşüş romanını -da- okumam gerekecekmiş...
Yapacak bir şey yok.
Analist değilim, analiz bile olmadım,
olamadım. Fre-ud'un söylediklerini gerektirdiği kadar anlayıp anlayamadığımdan
bile kuşkuluyum. Bunlara rağmen -çok gecikmiş de olsa- "Oidipus ile Musa
araşma sıkışmış", yapayalnız ve tek basma çalışma odasına sığınmış, bu
ufak tefek "ateist Yahudi"nin yapıtlarının büyüsünden öte, neredeyse
bir tür yazgı birliğinin getirdiği duygusal yakınlaşmanın etkisiyle de olacak
(yeni bir şeyler söyleme olanağının olanaksızlığını bile bile de olsa) çok
bilinen biyografisinin, yani "aile romanının" ve ödünsüz
eleştirileri ile kökten inkârlarını içeren "tarihsel romanlarının bazı
bölüm başlıklarını birileriyle paylaşarak bir kez daha saygılarımı sunmak
istiyorum.
Serol Teber
Gecikmiş Bir Saygı Sunusu
Konuya Giriş
İçin Yazarak Düşünme Denemeleri
I
Sigmund Freud, Totem ve Tabu (1912-1913)
kitabında, çağdaşı pek çok sosyolog ve antropologun benimsediği gibi,
insanların tarih boyu başlıca üç önemli düşünce ve inanç tarzı
geliştirdiklerini vurgular. Bunlar animizm, mitoloji; tektanrıh dinsel inançlar
ve bilimsel düşünce tarzlarıdır.
Tarihin, çocukluk dönemi düşünme ve inanç
sistemlerini kapsayan animizmde, insanlar, doğada bulunan her şeyin kendileri
gibi ruhları olduğunu düşünmüş ve buna inanmışlardır. Sonraki gelişmiş
mitolojilerde, bu doğa ruhları, bazı özel alanlarda yoğunlaştırılmış ve bu
alanların özel Tanrılarına dönüştürülüp ete kemiğe büründürül-müşlerdir.
Uzun bir etkinlik ve evrim dönemini
kapsayan animizm dönemini ve mitolojik dönemi izleyen son üç bin, özellikle de
son bin yıl içinde tektanrüı dinsel aşamaya ulaşılmıştır. Tektanrıh dinsel
aşamada, mutlak güç yerel-bölgesel Tanrılardan alınıp tek bir göksel Tanrı'ya
devredilmiş, insanlar artık dünyayı ve kendilerini tek bir Tanrı'nın yarattığına
ve yönettiğine inanmışlardır. Fakat, tektanrıh dinsel aşamada da animistik
düşünce ve inançların, yaşamm ve düşüncenin çeşitli alanlarmda varlıklarını
sürdürmeye devam ettikleri tespit edilmiştir. Son iki yüzyıldır gelişen
bilimsel düşünce tarzı, bunlardan nitelikçe farklı bir durumu kapsamaktadır.
Burada, birey insanlar -bir kısmı bile olsa- artık çocukluk dönemini aşmış,
erginleşmiştir. Batıl inançlardan vazgeçilmiş; evrenin, toplumların ve insanların
davranışlarını yönlendiren doğal, toplumsal ve psikolojik yasaları öğrenme ve
bu yasalara göre düşünme ve yaşama ön plana çıkmıştır. Göksel yönetim yeryüzüne
inmiş, tüm görevlerini yerel yönetimlere vermiştir. İnsan beyninin, merkezi
sinir sisteminin fonksiyonları dışındaki ruhlara ya da Tanrıların etki gücüne
olan inançlar ortadan kalkmıştır.
Bu kültürel gelişme sürecinin kimi
aşamalarmı vurgulayan önemli bir tespit sıklıkla anımsanır. Buna göre,
özellikle tektanrılı dinsel inanç dönemlerinden, bilimsel düşünme aşamasına
geçiş süreci içinde, insanlarm binlerce yıllık alışkanlıkla, dünyayı evrenin
merkezi, kendilerini de Tanrı'nın yarattığı sevgili kulları olarak görme
yanılsamasından kurtulmalarmda, devrimsel nitelikli üç büyük bilimsel buluşun
etkisi belirleyici olmuştur. Bunlar, Kopemikus'un, Darwin'in ve Freud'un
kuramlarıdır. Kopernikus (1473-1543), sonradan "Kopernikus Devrimi" olarak da anılan büyük
buluşuyla (1545), dünyanm evrenin merkezi olmadığmı saptamıştır. Dünyanın,
uzaydaki yıldızların en küçüklerinden biri olduğunu kanıtlayarak, dünya
merkezli evren görüşü yerine güneş merkezli yeni bir evren kuramı
geliştirmiştir.
İnsanlar, narsistik yaşamlarma ve dinbilim
inançlarına gelen bu ilk büyük darbenin etkisinden kurtulmaya yeterli zaman
bulamadan, bu kez Darwin (1809-1882), yayımladığı Türlerin Kökeni adlı yapıtında,
insanlarm daha önce sanıldığı gibi kutsal bir varlık olmadığını, yeryüzünde
bulunan sayısız canlıdan/hayvandan sadece biri olan insanımsı ortak bir
ata-maymun üzerinden geüştiklerini savunan "Evrim Kuramı"nı (1859)
açıklamıştır. İnsanların, insanımsı maymunlarla ortak bir ata-maymundan da farklı
doğrultularda evrimleşmiş olabilecekleri savı, salt dinbi-limcileri değil, pek
çok doğabilimciyi de şaşırtmış, insanın kendisine dönük özgüvenini, narsistik
duygularını bir kez daha sarsmışta.
Kopernikus ve Danvin'in ardından, bu kez
de Freud (1856-1939), psikanaliz yöntemini geliştirmiştir. Freud, Düş
Yorumu'nda (1900) bilinçdışının varlığını öngörmüştür. Yapıtlarında,
insanın düşüncelerinin ve davranışlarının, içinde yaşanan kültürel yapıların
etkisiyle biçimlenmiş ve sapürılmış içgüdüsel tortularm bulunduğu,
bilinçdışının yönetiminde ve denetiminde çalıştığını söylemiştir. İnsanın,
evrenin merkezi ve Tanrı'nın sevgili kulu olmasının yanılsamalı bir düşünce
olduğunu; tam tersine insanm kendi benliğinin, düşüncelerinin ve duygularının
-Özcesi kendi evinin- efendisi bile olamadığını göstermiştir.
Devrimsel nitelikteki bu üç buluş, üç
büyük narsistik darbe ile insan, binlerce yıldır inandığı "kutsal durumunu",
evrende, dünyada ve bizzat kendi özbenliğinde son derece ciddi boyutlarda
sorgulama gereksinimi duymuştur.
II.
Freud, daha önceleri yazarlarm, ozanların,
filozofların sözünü ettikleri bilinçdışı tanımını geliştirip, psikanaliz
kuramının temel kavramlarından biri olarak kullanmıştır. Bilinçdışının, içinde
yaşanan kültürün etkilerini, kısıtlamalarını, yasaklarını barındırdığım;
birikmiş bu tortuyu zaman zaman çeşitli yüceltmeler, saptırmalar ile
"bastırılmışların geri dönüşü" olarak yeniden bilinçli yaşama
yansıttığını vurgulamıştır. Sürekli geri çekilmeye zorlanan insanın, en iç
çekirdek (özbenlik) bölümünü sergileyen bilinçdışı, -gerçekte Marx'ın da
betimlediği- "düşündüğü gibi yaşamayan, yaşadığı gibi düşünen",
"toplumsal varlığın" din, devlet, aile, baba gibi tüm
toplumsal/kültürel otoritelerin etkilerinin en yoğun yaşandığı, son derece
politize edilmiş bir tanımlama olarak da okunabilir. Bu alanda yapılmakta olan
tartışmaları tamamlanmamış, yeni araştırmalara ve yorumlara açık politik
diskurlar gibi de görmek gerekir.
Burada sıkça değinilen içgüdü/dürtü
tanımıyla, -fazla ince eleyip sık dokumadan- biyolojik gereksinmelerin, ruhsal
heyecanlar ve gerilimler olarak duyumsanması ve canlının/insanın, yaşanan bu
bedensel-ruhsal gerilimi çözmeye yönelik harekete ya da davranışlara zorlanması
anlatılmak istenmiştir.
Başlangıçta nöroanatomi uzmanı, sonra
ruhbilimci olan Freud, önceleri otopsiyi ve hipnozu, sonra da serbest çağrışım
yöntemini/psikanalizi, insanın bilinçdışı-m, iç dünyasmı anlamak ve
tensel/tinsel, ruhsal/psişik sorunları olanları tedavi edebileceği bir yöntem olarak
düşünmüştür. Sonra bu tedavi çabası, yaşama anlam verebilecek, "hakikati
aramaya" yönelik bir uğraşa dönüşmüştür. Psikanaliz zamanla, insanın iç
dünyasmı ve bilinç-dışını kapsayan "hakikatin", bireyin psişik
prizmasında çeşitli renklendirmeler yaptığını; çarpıtmalar, saptırmalar -ve her
şeyden önce- bastırmalara uğrattığını; dış dünya gerçeğinin, barbarca bir
uzantısı olarak ortaya çıktığı ve şekillendiğini saptamıştır.
Freud, tedavi yöntemi olarak,
"yaratıcı kışkırtma" yolunu seçmiş; ikiyüzlü moral anlayışlarını
yadsımaya çalışmıştır. İnsanm bastırılmış dürtülerini/istemlerini harekete
geçirmenin, bunları doyuma ulaştırmanın yollarmı göstermeye çalışmış; insanları
mutlu olmaya, bunun için de topluma, kültüre, "sağduyuya" uymamaya;
hatta onlara başkaldırmaya çağırmıştır. Tedavinin amacı ve temel ilkesi,
bilinçdışına bastırılmış dürtüleri, fantezileri doyuma ulaştırmak için gerekli
optimal özgürlük istemi olarak benimsenmiştir. Ruh sağlığı, insanın topluma
uyumu, toplum içinde tümüyle erimesi değil, tersine kendi yaratıcı
yeteneklerini, nazlarını, istemlerini doyurma çabası olarak düşünülmüştür.
Freud, çılgınlık/delilik ile sağlıklı akıl arasmda sürekli gidiş gelişler
bulunduğunu, çılgınlıktan uzak, akim sağlıklı sayılamayacağını öngörmüş; giderek
psikanalizi salt bir tedavi yöntemi olmanın ötesinde, bir dünya görüşüne,
felsefeye ama hepsinden önemlisi de bir kültür eleştirisine ve bir politik
psikoloji niteliğine dönüştürmüştür. Yaşammm özellikle de ikinci yarısmda,
Freud belli başlı yapıtlarım hemen hemen salt bu alanda vermiş; tedavi yöntemi
olarak psikanalizi -kendi söylemiyle- geçinmesi için gerekli giderleri
karşılamak ve bilgi birikimini artırmak için kullanmıştır.
Bu bağlamda, bilinçdışı derinlikler
psikolojisi, psişeyi etkileyen toplumsal kurumlarm eleştirisine dönüşmüştür.
Freud'un yaşammm sonraki yıllarında, kültür ve din eleştirilerini kapsayan
araştırmaları çok daha fazla ağırlık kazanmıştır. Psikanaliz ayrıca, Aydınlanma
ve Goethe • Çağı'ndan sonra, birbirlerinden hızla ayrılan doğa ve
ruh-bilimlerinin, bilinçdışmda yeniden birleşmelerine önemli katkıda
bulunmuştur.
Psikanaliz bugün; otoriter toplumsal
kurumları, aileyi, politikaları, tarihi, dini, kültürel yapılanmaları, kısacası
kitle insanının ruhsal durumunu araştıran ve eleştiren az sayıdaki sosyolojik
ve psikolojik yöntemden biridir. Örneğin; eleştirel felsefenin başlıca
kurumlarından, Frankfurt Okulu'nun temel dayanaklarmdan biri, Ortodoks psikanaliz
eleştirileridir.
Freud'un araşnrmalarmdaki toplumsal
eleştiri mantığı bugün de eskimemiştir. Örneğin; Freud, Almanya'da Nazilerin
yönetime gelmelerinden ve savaşm başlamasmdan önce yazdığı Kültür
İçinde Huzursuzluk (1930) çalışmasında, insanların verili kültürel
ortamlarda ne denli huzursuz, nevrotik, saldırgan ve hatta psikotik konumlara
geldiklerini anlatmaya çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyanın
durumunu, rasyonalizmin irrasyonalizme dönüşümünü inceleyen "aydınlanmanın
diyalektiği" tartışmalarının temelini, Freud'un bu yapıtı oluşturmuştur.
Her iki çalışmada da, rasyonalizmin dindarlaşarak, politika haline gelirken,
politikaların dindarlaşması, toplumsal sorunlarm çözüm yollarmm bilgisayar
yöntemleriyle de olsa, -neredeyse- doğaüstü güçlerde aranmaya başlanması ve
mistifikasyonun yabancılaşmanın, "şey"leşmenin ve
"hiç"leşmenin tamamlayıcısı olarak ortaya çıkışı gösterilmiştir.
III.
Almanya'da Nazilerin yönetime gelmelerinin
belki de en olumsuz etkilerinden biri, Avrupa anakarasında gelişen eleştiri
kültürünü ortadan kaldırmaları olmuştur. Savaştan sonra, Amerika Birleşik
Devletleri'nde gelişmeye başlayan psikanaliz, burada radikal olarak kastre
(iğdiş) ve depolitize edilmiş; pragmatik amaçla günübirlik yaşamı kotarmaya
yöneltilmiş; düzen dışına çıkma eğilimindeki huzursuzlukları, toplumla sürtüşen
"anormalleri" düzene yeniden kazanmak amacma yönelik bir tedavi
yöntemine indirgenmiştir. Sonra iğdiş edilmiş bu haliyle, ABD üzerinden
yeniden Avrupa anakarasına geri dönen psikanaliz kuramı, artık daha önceki
kışkırtıcı bir toplumsal eleştiri yöntemi olma niteliğini genel olarak
yitirmiştir.
Psikanalizin toplumsal eleştiri kuramı
olma niteliği, özellikle 68'lilerin
eylemleriyle birlikte, insanm artan çaresizliği ve
yaşanan barbarlıklar karşısmda, ivedilikle veniden gündeme gelmiştir. Nietzsche'nin aforizmala-n. Adorno
ve Horkheimer'in Aydınlanmanın Diyalektiği eleştirileri, Freud'un, Yanılsamanın
Geleceği, Kültür İçinde Huzursuzluk
gibi yapıtları ve tabii Lacan Okulu'nun verileriyle birlikte, yeniden ve sık olarak anımsanmaya
başlanmıştır. Bu bakış açısının uzantısmda edebiyatın, sanata, toplumbilimin,
antropolojinin, etnolojinin, dinbi-Bmlerinin, barış
araştırmalarının, sanat tarihinin ötesinde politika biliminin, politik-psikolojinin gelişmesine
önemli katkıda bulunmuştur.
I. BÖLÜM
Sigmund Freud'un "Aile Romanı"ndan
Kimi Anımsatmalar
1. "Bilimsel Bir Peri
Masalı"
Freud, histerinin nedenleri üzerine
yapmakta olduğu araştırmaların ön bulgularını, 1895 yılının son günlerinde arkadaşı
Fliess'e göndermiştir. Bu bulguları, 21 Nisan 1896 tarihinde Viyana
Nöropsikiyatri Birliği'nin düzenlediği bilimsel bir toplantıda, ilk kez
kamuoyunun tartışmasına sunmuş ve çok olumsuz eleştiriler almıştır. Çağmm en
önde gelen doğabilimcilerinden ve "yarıtanrı" otorite hekimlerinden
Richard Kraft-Ebing, söyleyebileceği en kibar ve en ağır gözden düşürme tavrı
ya da ucuzlatma biçimiyle, anlatılanları "bilimsel bir peri masalı"
olarak tanımlamıştır. (1) Freud'un bütün yazdıklarının, kuram taslaklarının
ya da kuramının en doğru anlatımının, olasılıkla bu negatif vurgulu
"bilimsel bir peri masalı" tespiti oluşturmuştur. Büyük kültürel donanımlar
uzantısmda yapılan , bilimsel gözlemle başlayan çıkarsamaların, gözü pek fantezilerle
dolu devamı... Ya da gerçek ile gerçekdışmın iç içe sunumu tam da bu olmuştur.
Eleştirel bir kuram olarak -da-
psikanaliz, yaşanan karmaşık durumun, insanın kendisini soy ve özgeçmiş boyutlarında
tanıma süreci içinde (2) irdelemiş ve sinir sistemi fizyolojisinin
sınırlarının, felsefi antropolojik boyutlarda da sorgulanmasının (3) ve hatta
zorlanmasının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Totem ve Tabu gibi
bir yapıtı -bile-bugün tam bir "bilimsel bir peri masalı" güzelliği
ve hayranlığı içinde okuyabilmemizin ardındaki giz, kesinlikle bundan
ibarettir.
Psikanalizin söylemek istediklerinin
farkına, doğabi-limcilerden ve hekimlerden çok önce, sanatkârların, ressamların,
özellikle de sürrealistlerin ve şairlerin varmaları rastlantı değildir. Burada
yeri gelmişken, psikanalizin doğum haberini dünyaya duyuran kişinin bir hekim
ya da psikiyatrist değil, 2 Aralık 1895 tarihli bir gazeteye yazdığı yazı ile
Viyana Burg Tiyatrosu yönetmeni Alfred von Berger olduğunu anımsayalım. Gene bu
konuda en övgü dolu yazılar da, örneğin Thomas Mann'ın romanlarından gelmiş;
Hermann Hesse de, 1918'de Freud'a, "Şairler daima sizin en yakınlarınız
kalacak, yazılarınızın ne anlama geldiğini en çok onlar anlayacaklardır"
diye yazmıştır. Bu konuda yüzlerce ve binlerce benzer örnek verebiliriz. Bu
bağlam içinde psikanaliz, belki de bir anlamlandırma sanatı olarak entelektüel
yaşama katılmıştır (Schur).
İstesek de istemesek de, Freud'dan sonra,
insanın tinsel, ruhsal, psişik dünyasını anlama ve anlatma mantığımız,
"psikolojizmiz) tümüyle değişmiştir (Jones). Düş Yorumu kitabmm
notları, modern çağı etkileyen başyapıtlardan biri olarak, British Museum'da Danvin'in Türlerin
Kökeni ve Marx'ın Kapital kitaplarının notlarmm
yanına konmuştur.
Okuduklarımızdan anlayabildiğimiz kadarı
ile Fre-ud'un özel yaşamı, yapıtlarından pek de farklı değildi. Freud
olasılıkla, tıpkı kendisinin Goethe için söylediği gibi, "çelişkilerle
dolu karmaşık yaşamını ve duygularmı, açıklamaktan ziyade gizlemek için çok
yazmış"tı. Yazdıkça açığa çıktığını, kendi kendisini soyduğunu ve bunları
örtmek için daha çok yazdığım, ama yazdıkça daha da çıplak kaldığını; ağrılar,
acılar içinde kıvrandığım duyum-samıştır.
Freud, Oidipus ile başlayıp Musa ile
dinginliğe kavuşacağını umar, ama başaramaz. Acılarını dindirmeye (ki bu
acılara çenesinde oluşan tümörünkini de ekleyebiliriz) hiçbiri yetmeyince,
doğal ölümünü bile beklemeden, özel doktorundan kendisine yüksek doz morfin
enjekte etmesini rica etmiş ve yaşamını bir anlamda yine kendi kararı ile
noktalamıştır.
Onun kendisi hakkında söylediklerinin ya
da yazdıklarının (kuşkusuz) pek çoğu, gerçekleri tam olarak yansıtmaz.
Yapıtlarını okuduktan sonra, bunun böyle olmasının, maddenin doğasma uygun
olduğunu anlarız. Kendisinin de vurguladığı gibi, biyografi ya da otobiyografi
yazmı, özü gereği kendi kendisini yalancılığa mahkûm etmek zorundadır. Hele
resmi biyografi yazarları için, bu durum daha da beterdir. Belki bazı tespitler
yapılabilir ya da kimi biyografik fotoğraflar çekilip, bunlar üzerlerine
"peri masalları" tarzı fanteziler anlatılabilir. Örneğin Lou
Andreas-Salome, yaptığı çok hınzır bir saptamada onun, tüm bilgeliği ve çocuksu
naifliği içinde, toplumla arasına koyduğu büyük mesafeyi gizlemeye çalışan,
ama aynı zamanda da kendisini çırılçıplak ortaya koyan bir adam olduğunu söyler
(4). Salome, onun hafif öne doğru eğilip, bir anlamda kendi içine kıvrılıp
(kapsüle olup), bir omuzu • düşük, yan yan yürüyerek ve neredeyse duvara sürünerek,
olabildiğince dinleyicilerden uzak duran ve de uzak durduğunu bir yandan belli
etmemeye çalışırken, bir yandan dehşetli duyumsatarak dershaneye girişini
anlatır. Böylece, dünyanın en önde gelen bilim insanlarından birinin ne denli
büyük varoluşsal korkular ve buna bağlı geri çekilmeler, kaçışlar
("gizlenme ve korunma isteği") içinde olduğunu olanca ayrıntıları ile
gözler önüne sergiler.
Onun biyografisini Kabala gizemciliğine
başvurmadan okumanın oldukça zor, hatta olanaksız olduğu söylenebilir.
Yapıtlarının satır aralarına değin okunmasından sonra, düşlerine ve bunlara
getirdiği yorumlara kolaylıkla inanmak biraz saflık olur. Ancak anlattığı peri
masalı fantezilerine, bilimsel verilere uygun düşmediği ya da tam da bu nedenle
dehşetli güven verici oldukları için inan-mamaksa, büyük bir eksiklik, en
azından estetik bir kayıp olur. Freud'un -şimdilik mektupları hariç- 18 cilt
kadar tutan yapıtlarını ya da bunların en önemlilerinden oluşan seçmeleri okuduktan
sonra, belki şöyle söylenebilir: Onun biyografisi (kuşkusuz meraklıları için),
psikanaliz kuramının savlarmın sınandığı, insanların kendilerini
açıkla(ma)-mak için ne denli kurnazlıklara başvurduklarını, ama gene de bir
şeyleri ele vermek için de, nasıl yanıp tutuştuklarını, hatta kıvrandıklarını
sergileyen, zengin malzemelerle dolu bir "Freud vakası" olarak da
okunabilir. Ayrıca Freud -da, kendisinin bir "vaka" gibi
okunmasmı kışkırtmak için, daha 28 yaşından başlayarak elinden geleni ardma koymamıştır.
Örneğin hiçbir özelliği, parası, ünü olmayan, gelecek vaat etmeyen, sıradan,
ufak tefek, güçsüz, kuvvetsiz bir hekim olduğu için evlenme teklifine
"evet" demekte pek de gönüllü olmayan nişanlısı Martha'ya, 28 Nisan
1885 tarihinde gönderdiği mektubunda, şeytani bir refleksle şöyle yazar:
"Sevgilim, senin gönderdiğin mektuplar ve sana ait olanlar hariç, bugüne
değin -ortalama 14 yıldır-tuttuğum kimi notlarımın, günlüklerimin,
mektuplarımın önemli bir kısmını, çalışma yazılarımın bir bölümünü yaktım...
İleride biyografimi yazacak olanları şimdiden yanlış yollara yönlendirmiş
olmanın keyfini yaşıyorum..."(5)
2. Ensest Yüklü Bir Aile
Ortamında Doğum Tarihinden Başlayan Karmaşık Yaşam Koşulları
Sigmund Freud kadar üzerinde tartışılan,
eleştirilen ya da savunulan, biyografisi ile yapıtları arasında bağlantı kurulan
başka bir düşünür göstermek kolay değildir. Bir kez daha vurgulamak gereğini
duyuyorum ki, onun biyografisi ile çalışmalarını birbirinden ayırmak
olanaksızdır. Ayrıca, bir insanın biyografisi ile yapıtlarını birlikte
düşünmeye bizi ikna etmiş, hatta bunun arkeolojik boyutlarda izlenmesini, soy
geçmişinin ve "göçük altında kalmış tüm biyografik ilişkilerinin
araştırılması gerektiğini" yine kendisi vurgulamıştır. (6)
Freud'un biyografisine duyulan ilgi,
psikanalizin özünden kaynaklanmaktadır. Yapıtlarının ortaya çıkışının, • onun
psişik yaşamının kimi sorunlarıyla ilişkili olduğu sezinlenir. Ayrıca, cinsel
yaşam gibi, kendisinin de çok güçsüz, deneyimsiz ve hatta beceriksiz olduğu,
öylesine kışkırtıcı konulara değinmiştir ki, bu yapıtların anlaşılması için,
onun, yaşamındaki belli başlı önemli olayları öğrenme istemi -hatta gereği-
kendiliğinden ortaya çıkar. Onun çelişkili biyografisine duyulan bu ilgi,
sıradan dedikoducu merakların ötesinde, onun kişisel sorunlarına yaklaşımındaki
yine çelişkilerle dolu, bazen birbirlerini yadsıyan, bazen de destekleyen
bilimsel peri masalından kaynaklanır.
Freud, tek kişilik bir haçlı seferi
sürdürmüştür. (7) Bu kişilik; çok sorunlu, karmaşık bir dünya içinde
belirlenmiş, ciddi bunalımlara düşmüş ve içine girdiği bu karabasanlı
bunalımların sonunda, öncelikle kendisini anlamak ve sağaltmak istemiş, bunun
için de uygun bir tedavi yöntemi bulmaya çalışmıştır. O, öncelikle beyin
anatomisi uzmanıdır. Psikolojiye ilgisi, kendi sorunlarının ortaya çıkışıyla
neredeyse birlikte gelişir. Gençlik yıllarından beri sıkıntı, iç huzursuzluk,
güçsüzlük, mutsuzluk, güvensizlik duyguları içinde yaşamış ve ergenlik
döneminde bu şikâyetleri artmıştır. Bu durum 40 yaşlarında doruk noktasma
ulaşmıştır. Gene bu dönem içinde, karşı koyamadığı bir tutkuyla, öncelikle
kendisini tanımak ve de anlamak istemiştir. Bu noktada, çok iyi bildiği
fizyolojinin yasalarını ve olanaklarını düşünmüş; ancak, yaşadığı karmaşık
duygu ve düşüncelerin belirtilerinin fizyolojik açıklamasını yapa-maymca, bu
kez psikolojiye eğilmiştir. Daha sonra, kendi psişik sorunlarının gerçekte
dünyanm genel (kültürel) sorunlarıyla birlikte ortaya çıktığını kestirmiştir.
Yaşammm, özellikle de 1900'lerden başlayan ikinci yarısında, hemen hemen
tümüyle kültür/din psikolojisini araştırmıştır.
Karşıt duygular, onun tüm kişiliğine ve
kuramına egemendir. Freud'un kişiliğinin ve kuramının temel gizinin, bu tür
çelişik duygu karmaşaları içinde yattığı söylenebilir. Hemen ilk akla
gelenlerden bazıları; özne/nesne, etkin/edilgin, ben/başkası, haz/acı,
saldırganlık/ölüm, sevgi/öfke, gerçek ben/ideal ben olabilir. Ayrıca bunlar
bize, onun hem yaratıcı melankolik kişiliğinin hem de kuramının gizinin
anahtarını verebilir. O, bu karşıt duygular arasında, hem kendisinin hem de
hastalarının savunma düzenlerinin arasmdan sıyrılıp, psişik yapının en alt
katmanlarına, iç çekirdeğine, bilinçdışrna, ilk mahrem istemlerin yaşandığı,
ilk cinayetin ya da cinayetlerin işlendiği asıl "olay yerine"
yaklaşmayı başarır.
Babasının ölümünden duyduğu suçluluk
duygusu ve üzüntü onu arkadaşı Fliess'e yaklaştırmıştır. Tutku boyutundaki bu
yaklaşım giderek Fliess'den kopma ve sonra da ona düşman olma karşıtını
getirmiştir. Bu kopuşun oluşturduğu üzüntü ve korkulu boşluk duygusu, bu kez
onu Cari Gustav Jung'a yakınlaştırmış, sonra da yine düşman yapmıştır. Babası
Jakob Freud; Breuer, Fliess ve Jung, onun yaşammda çok olumlu roller oynayan,
fakat onlara tutkuyla bağlandığı için de kendisini bağışlamayarak, karşıt
duygular yarattığı gelişim aşamalarıdır. Yaşam boyu hep, en mahrem şeylerini
konuşabileceği ve sonra da öfkelenip ona düşman olabileceği bir arkadaşa
gereksinim duymuştur (Jones).
Freud, psikanaliz çalışmaları sırasında,
her şeyden önce bireysel, ailevi ve toplumsal sorunların ne denli birbirlerine
bağlı olduklarını, kendi yaşam örneğinde görür.
Öncelikle mitolojinin ve Sophokles trajedilerinin -ve özellikle de Oidipus üçlemesinin-
ışığında kendi "aile romanını" yazmaya başlar. Bu romanın okunması
henüz tamamlanmamıştır; her okuyanın -hatta her okuyuşundan sonra- aklına yeni
sorular takılmaktadır. Örneğin; onun • resmi doğum tarihi olarak kabul edilen 6
Mayıs 1856, olasılıkla yanlış, en azmdan tartışmalı bir doğum tarihidir.
1931 yılında, küçük Freiberg kentinin
yöneticileri -Yahudi bile olsa- hemşerileri olan bu büyük bilim adamma karşı
duydukları saygıyı belgelemek için, doğduğu evin duvarına bir plaket koymaya
karar vermişlerdir. Bu plaket için araştırdıkları doğum kütük defterlerinde ve
kilise kayıtlarında Freud'un doğum tarihinin 6 Mart 1856 olduğunu görünce
şaşırıp kalmışlar, buna nasıl bir anlam vereceklerini bir türlü
bilememişlerdir. İlk kez Siegfried Bernfeld ve Suzanna Cassirer Bernfeld, daha
1940 yılı başında yaptıkları örnek bir çalışmada, bu önemli noktanm altını
çizme yürekliliğini göstermiş ve üstadın doğum tarihinin resmi kayıtlarına göre
6 Mart 1856 olduğunu vurgulamışlardır. (8) Fakat Ernest Jones (1962) gibi
ailenin resmi biyografi yazarı ile Mannoni (1971), Schur (1972), Gay (1981),
Roazen (1976), Krüll (1979), Clark (1981) ve Schöpf (1982) gibi önde gelen
"yarı resmi" biyograflar, konuya anlaşılması kolay olmayan bir
biçimde ilgisiz kalmışlardır. Bu çok önemli konuya, küçük bir dipnot şeklinde
bile olsa, hiçbir yerde değinmemişlerdir. Salt bu tavırlar bile, onun asıl
doğum tarihinde bir karışıklık olduğunu kanıtlamaya, en azmdan kuşku duyurmaya
yetebilir.
Doğum günündeki bu iki aylık fark, yazgı belirleyici
nitelikte -gibi- görünmektedir. Çünkü, anne ve babasının evlilik tarihi olan 29
Temmuz 1855 ile onun resmi doğum tarihi arasmdaki yedi aydan bile az zaman
dilimi (Sigmund Freud gibi üstün zekâlı olsa bile), bir çocuğun normal doğum
süresine pek yetmemektedir. Ayrıca, ailenin anılarında erken bir doğumdan hiç
mi hiç söz edilmemektedir. Bu durumda, ortada ya evlilik dışı bir gebelik söz
konudur ya da daha beteri, çok genç ve çok güzel bir kadın olan Amelie, yaşam
tarzma hiç de aykırı düşmeyecek bir biçimde önce başka birinden gebe kalmış,
sonra da bir skandala meydan vermemek için, ünlü bir tüccar olan babası tarafından
aceleyle, yaşlı ve görece yoksul olan Jakob ile evlen-dirmiştir. O zamanlar
bile, bu tür gebelikler ve sonra gereği düşünülen evlilikler, çok az rastlanan
olaylar değildir. Ama burada modern psikolojinin ve psikanalizin kurucusu
Sigmund Freud'un durumu sözkonusu olunca, işler biraz zorlaşmaktadır. Ayrıca,
yine bu durumda, Jakob'un ikinci karısı Rebeka'nm birden ve "bilinmeyen nedenlerle
ortadan kalkışı", sonra da ailenin resmi tarihinden çıka-
|
rılışı, üzerinde hiç
konuşulmamasını, ama Freud'un ilerideki yıllarda ısrarla söylediği gibi,
"ruhunun gölgesinin ailenin üzerinden hiç ayrılmayışının" gizemi,
biraz daha açıklık kazanmaktadır. Kocasının, çok genç ve güzel bir kadından
çocuğunun olacağını, hatta çocuklu bir kadınla evleneceğini duyan kadının
intihar etmiş olma olasılığı giderek ağırlık kazanmaktadır.
Kısası, Freud'un ana rahmine düştüğü anda
başlayan olaylar dizisinin gizemini çözüp, eksiksiz bir "aile romanı"
yazmaya, psikanaliz kuramının masalsı gücü (bile) pek yetmemektedir. Ailenin
yakın dostlarından, yarı resmi biyografi yazarı ünlü psikanalist Peter Gay,
yıllar sonra bile daha pek çok şeyi öğrenmek istediğini -haklı olarak- yazmaktadır.
(9) Örneğin, Freud'un aile yaşamı, karısı Martha Bernays ile olan duygusal ve
cinsel ilişkilerinin gelişimi ya da karısının kız kardeşi Minna Bernays ile
olan serüvenleri üzerine bilinenler ya da bilinemeyenler... Gençlik arkadaşı
Fliess'e olası biseksüel duyguları, ilişkilerinin boyutları... Yaşamının son
yıllarına doğru, kızı Anna ile olan yoğun duygusal ve belki de tensel bağları;
Freud'un hep, babaların kızlarını analiz etmesine karşı olmasına rağmen,
An-na'yı bizzat kendisinin analiz etmekte
ısrar edişi ve sonra da onu, gene aralarındaki ilişkinin gizi bir türlü
çözülemeyen Lou Andreas Salome'ye "bu bizim ikimizin kızıdır"
diyerek emanet edişi... Oğulları Martin ve Erich'in babalarına karşı bitmez
tükenmez tepkileri ve başkaldırıları, hep tartışmalı konulardır.
Bir başka soru, kimi kaygılarımızı biraz
daha somut-laştırabilir: Freud, annesi ile ilgili duygu ve düşüncelerini ve
hatta düşlerini açıklamaktan, neden bu denli -dehşetle- kaçınmıştır? Gerçekten
çok nefret ettiği için mi, yoksa "kamçılanmaktan korktuğu için mi?
Bilemiyoruz. O bu tür sorulara -sağlığında bile- ya hiç yanıt vermemiştir ya da
|
verdiği yanıtlar, hiç kimseyi yeterince tatmin etmemiştir. Ama kestirebiliyoruz
ki, annesi ile ilişkileri hiç de onun göstermek isteği gibi, düzgün ve yüzeysel
değildi. Ana-oğul ilişkileri yaşamına derin kökler salmış ve köklerin uzandığı
alanları, en uç noktalarına kadar çatlatmıştı.
Freud'un kokain bağımlılığı, kendisini
hangi koşullarda analiz ettiği, 20. yüzyılın çağ açan en önemli yapıtlarından
biri olarak kabul edilen Düş Yorumu gibi bir bilim ve bilmece
kitabını hangi koşullarda yazdığı... Bu büyük Sphinx düğümünü ya da
bilmecesini nasıl çözdüğü... Analitik düşünme tarzmın ortaya çıkmasında,
kokainin etkisinin ya da "dinsiz bir Yahudi" olarak Freud'un, Roma
Katolik
Kilisesi'ne olan kişisel tepkilerinin ne
düzeylere uzandığı, Roma kentinin topografisi/arkeolojisi ile otobiyografisi
arasındaki sevgi/nefret ilişkilerinin boyutları gibi soruları çoğaltmak
olasıdır.
İlk bakışta anlamsızmış gibi görünen,
fakat özünde bu denli kapsamlı olan tartışma noktalarının yanıtlarını arama
çabaları, belki bizlerin bile kültür donanımlarımızı zenginleştirebilir ve
belki bir gün bizlerden biri bile, Kolomb örneği Hindistan'a doğru yelken açıp
(Tanrı korusun) Amerika'ya varabiliriz... Ama bu tür konuları kendimize dert
ettiğimiz sürece, ne koşulda olursa olsun, Hindistan'a gidiyorum diye masanın
başına oturup, gerçekten de Hindistan'a gitmeyiz. (10)
İnsanın "Kültür İçinde
Huzursuzluklarını irdelerken, soruna "Tanrı ve insanları" olarak
değil, "insan ve Tanrıları" olarak bakar. (11) Birey insandaki bu
trajik yabancılaşmayı, teolojiden hatta bizzat psikolojiden kurtulmuş bir
psikolojiyi, psikanaliz yöntemi aracılığıyla gözler önüne sergilemeyi amaçlar.
Kendi konumundan (anti-psikolo-jisinden) hareket ederek derinlikler
psikolojisinin en derinlerine inen ilk psikiyatrist olur. Onun bu denli
gerçekçi ve kötümser olmasının temelinde, varoluşsal korkuyu hiç kuşkusuz
saçmalığı, kendi teninde ve tininde yaşamış ve bunun nedenlerini gene
kendisinde araştırmış olması gerçeği yata(bili)r.
İnsanların yaşadığı varoluşsal korkuyu
araştıranların başında Kierkegaard gelir. Daha 1844 yılında bu konu üzerine
-hâlâ çok önemli bir başyapıt olma niteliğini sürdüren- ünlü kitabını
yazmıştır. Hegel'le polemik yapmak pahasına, en akılcı düzenler, devletler
karşısında birey insanın ve -en başta kendisinin- çaresiz durumunu ve duyduğu
korkuyu anlatmaya çalışmıştır. (12)
Freud da -gene kendi
sorunlarından hareketle- hep kor-
|
kunun gizemini araştırmıştır.
Korkunun temelini, öncelikle çocuğun, doğuran ve koruyan (rahman; 'rahim'den)
ana karnından ayrılmasına bağlı doğum travmasından sonra, yaşam boyu sürmesi
olası kopma/ayrılma gibi travmatik yaşantılarda görmüştür. Bunun ardından
yaşanan çaresizlikleri ve bağımlı olma isteğini tartışmıştır. Bu önemli olayı,
kendi söylemi ile, libido yüklü psişik aygıtm enerjisinin dış dünyaya boşalma
kanallarının tıkanması sonucu (libidonun) kendi içinde birikimi/kollapsı olarak
düşünmüştür. Bu libido birikimi ve korkunun oluş nedeni olarak sürekli
bastırmaların varlığını görmüştür. Bastırmalar ile korkunun derinlere
itildiğini ve bunun sonucu korkularm daha da arttığını, yeni bastırma
önlemlerini zorunlu kıldığını, sonunda kısır döngünün pekiştiğini düşünmüştür.
En sonunda -bir türlü altmdan kalkamadığı- korkularım biraz olsun azaltabilmek
ve onlarla barış içinde birlikte yaşayabilmek için, toplumdan entelektüel bir
geri çekilme (rezignasyonu), bilimsel alanlarda yoğunlaşma (okuma, araştırma,
yazma) ve çok çalışma yolunu seçmiştir.
Bu bağlamda kültür tarihi
(bağımsızlaşmak-özgürleş-mek için) korku(lar)dan kurtulmanın ve sonra yeni
bağımlılıklar yaratmanm tarihi olarak da okunabilmektedir. Başka türlü
söylersek: Çaresizlikten kaçınmak için, karşısmda yeniden çaresiz kalman
bağımlılıklar oluşturulmaktadır. Bu çaresizlik(lerin) çoğunun, bireyin gücünü
aşan birey-üstü kültürel çaresizlikler oluşu, korkuları daha da artırmaktadır. Homo
sapiens'lerin ormanlardan çıkıp büyük, modern kentlere yerleşme
(Afrika ormanlarından Viyana ormanlarma değin geçen büyük tarihsel)
serüvenleri, duyumsanan korkuları azaltmamış -ne hikmetse- tersine artırmıştır.
Freud, 1929-30 yıllarında, tam da
Nazilerin yönetime gelmelerinin arifesinde yazdığı Kültür İçinde Huzursuzluk çalışmasında,
bu konuyu yeniden ve çok daha kapsamlı olarak ele almış, ontolojik nedenlerini
irdelemiştir. Yaşamı boyunca her fırsatta inançsız, ateist bir Yahudi olduğunu
söylemiştir. Onun için Yahudilik, ateizm ile çelişmemiş, tersine, ateist ve Yahudi
olmasmm getirdiği kimi olanaklar psikanaliz yöntemin bulunmasının ön
koşullarını belirlemiştir. Arkadaşı Oskar Pfnister'e 9 Ekim 1918 tarihinde
yazdığı mektupta, bu gerçeği dile getirmiş ve - kendi kanısına göre de-(ancak)
bir Yahudi ateist olarak psikanaliz kuramı yazabilmiştir.(13)
Bu durum, ateizmin özel bir tipini
oluşturmuştur: Yahudilik ve ateizm, Freud'u iki kez yalnızlığa mahkûm etmiştir.
İçe kapanık yaşayan, çok yakın arkadaşlarından ve hastalarmdan başka hemen
hemen hiç kimseyle ilişki kuramayan, zorda kalmaymca evinden dışarı çıkmayı
bile düşünmeyen bu Tanrısız Yahudi, dinden ve " toplumsal sağduyudan"
armmış profesyonel kuşkucu düşünce tarzıyla psikanalizi geliştirmiştir.
Yapayalnız insanın kuşkuculuğu, tek kurtarıcı olarak doğabilimlerine
bağlanmasınm, bilimsel düşünceyle karşısmdaki baskıcı ve tutucu Roma Katolik
inancma karşı tavır almasmm önkoşullarını oluşturmuştur. Çok söylendiği gibi,
psikanaliz yeni bir din gibi değil, tersine dine karşı dinsiz, laik bir
felsefe, eleştirel bir görüş olarak ortaya çıkmıştır. Freud'un özellikle din
konusunda, ödünsüz olabilmesini sağlayan temel, onun gerektiğinde tek basma
kalmayı ve yapayalnız çalışmayı göze alabilmesi, Sokratik anlamda, inanca
dayalı tüm dayanak noktalarmıyadsıyıp Sophokles'in trajedilerini,
Shakespe-are'in, Goethe'nin şiirlerini, Dostoyevski'nin yapıtlarını (ama
özellikle de Karamazof Kardeşler'ini) elinden düşürmeden, Aydınlanma Çağı'nı
başlatan filozofların, özellikle de Voltaireve Diderot'nun öğüdünü tutarak,
"akıldan (ve sanattan, edebiyattan, mitolojiden ve bir de peri masallarından;
s.t.) başka danışılacak merci yoktur" belgisini psikolojiye -de-
uygulaması olmuştur.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Freud'un
resmi doğum tarihi (olası tartışmaları önlemek için olacak) hep 6 Mayıs 1856
olarak kabul edilir. Bu tarih resmileşmiştir. Baba Jakob evlerindeki kutsal
kitabın (İncil'in) üzerine bile bu tarihi yazmıştır. Freud da resmi doğum günü
olarak hep 6 Mayıs 1856 tarihini kullanmıştır. Küçük bir dil sürçmesi üzerine
bile -haklı olarak- yüzlerce sayfa yazı yazan üstat, bu durum kendisine
anımsatıldığında örnek bir kayıtsızlıkla omuz silkmiş ve "kimsenin beni
iki ay büyük göstermeye hakkı yok" diyerek konuyu geçiştirmiştir. Savaş
sırasında tüm kayıtlar tahrip olmuş, belgesel araştırma yapma olanakları hemen
hemen ortadan kalkmıştır. Jürk Kollbrunner, son günlerde bu konuyu yeniden
gündeme getirdi. (14) Fakat, şimdilik bu çok önemli noktanın altını çizmekten
ve beklemekten öte yapabilecek bir şey yok gibi görünmektedir.
Freud, 6 Mayıs 1856 (ya da 6 Mart
1856)'da, zamanın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde ve
Viyana'nm 240 km. kadar kuzeydoğusunda bulunan Mo-ravya'nm küçük Freiberg
kentinde, Schlossergasse 117 numaralı evde doğmuştur. 13 Mayıs 1856 (olasılıkla
13 Mart 1856) tarihinde sünnet olmuştur (Jones). Doğduğu kentin nüfusunun 1860
yılında 4500 dolaylarmda bulunduğu, bunun 150 kadarının Protestan ve 130'unun
Yahudi kökenli olduğu bilinir. Aile çoğunluğu Katoliklerin oluşturduğu bölgede
Yahudi azınlık psikolojisi içinde yaşamıştır. Yörenin kilisesinden yükselen
çan sesleri, küçük Freud için mutluluk ve güven duygusundan çok, korku hatta
dehşet duygusu yaymıştır. Bu "azınlıkpsikolojisi" onun kişiliğinin
gelişmesine önemli etkilerde bulunmuştur. Daha sonraları yazdığı
otobiyografisinde, "Annem ve babam Yahudi'ydi.
Ben de Yahudi olarak kaldım. Kendimi
çocukluğumdan beri hep bir Yahudi gibi hissettim; dinsiz bir Yahudi" diye
vurgulamıştır. Bilinebildiği kadarıyla, Freud'un baba tarafının ataları 15. ya
da 16. yüzyılda Almanya'nm Köln bölgesinde yaşamış, sonra buralarda girişilen
baskı ve kırım hareketleri nedeniyle aile, Litvanya bölgesine kaçmıştır. 19.
yüzyılda, yeniden Batıya, Moravya bölgelerine doğru göç etmişlerdir.
Freud'unannesi Amalie Nathanson (18
Ağustos 183512 Eylül 1930) canlı, neşeli bir kadındı. Gençliği
Odessa'da geçmişti. 1848 devrimini yaşamış, 1855 yılında 20 yaşındayken, 40
yaşındaki Jakob Freud'la evlemişti. 21 yaşmda ilk çocuğu Freud'u doğurmuş,
sonraki on yıl içinde üst üste dokuz çocuk dünyaya getirmişti. Bu çocuklardan
biri doğumdan kısa süre sonra yaşammı yitirmiştir.
Freud, annesinin sevgili oğlu, bir tür
veliaht olarak görülmüştür. Doğduğunda başının çevresinde ince bir zar
kalıntısı görülmesi, batıl inançların uzantısında onun ileride büyük adam
olacağının işareti olarak yorumlanmış, annesi bu Tanrısal müjdeyi ölene değin
sıklıkla anımsamış ve anımsatmıştır. Freud'un kanısına göre de, bu durum onun
başarılı yaşamının temel dayanaklarından birini, belki de en güçlüsünü oluşturmuştur.
Annesi tarafından sevilmek onun özgüvenini artırmıştır. Sıklıkla Goethe'nin de
"benim gücümün kökleri annemle olan ilişkimden kaynaklanır"
dediğini anımsatmış; kendi konumuna destek almaya çalışmıştır. (15) Annesi
diğer tüm çocuklarmı küçük sevgili oğlu Sigi uğruna neredeyse ihmal (hatta
feda) etmiş; boş-lamıştır. Her şey sevgili Sigi çevresinde dönmüş, o müzik
sevmiyor diye kız kardeşlerinin kendilerini tek geliştirme olanağı olan piyano
bile evden çıkarılmış, evdeki tek gaz lambası sevgili Sigi'nin odasına
konmuştur. (16)
Kuşkusuz Amalle de büyük acılar,
yoksulluklar çekmiş, fakat hiçbir zaman gücünü, umudunu ve neşesini
yitirmemiştir. Freud'un Düş Yorumu çalışmasında -beklenenin
tersine- annesiyle ilgili düşler babasınaa oranla çok daha azdır. Ve gene
hiçbir düş yorumunda Amalie merkez konumda gösterilmemiştir. Ayrıca, düşlerde
koruyucu anne tipinin ötesinde daha çok çekici, kışkırtıcı cinsel kadın
kişiliğiyle ortaya çıkmıştır. Örneğin, Freud fantezilerinde annesini üvey
kardeşi Philip ile gizemli -ve olasılıkla tensel- bir ilişki içinde
anımsamıştır.
Amalie, torunları -Freud'un oğulları
Martin ve Erich-tarafından genellikle kültür düzeyi pek yüksek olmayan,
Viyana'da bile köylü ağzıyla körü bir Almanca konuşan, otoriter tavırlı,
öfkeli, hırslı, kendini beğenmiş ileri yaşlarında bile sürekli genç görünmek
isteyen (koket) "zalim ve bencil" (17) bir tip olarak anımsanmıştır.
Amalie'nin evde çocuklarıyla olan ilişkisini Kobler Franz oldukça iyi betimler:
"Bir ev ziyaretinde, evin içi çok sessiz olduğu için, 'çocuklar yok mu'
diye sormuşlar. Bayan Freud 'olmaz olurlar mı' diye gülümsemiş ve yandaki bir
kapıyı açıp her biri bir köşeye oturmuş hiç ses çıkarmadan bir şeyler çalışan
ve korku içindeki çocukları göstermiş..."(18)
Buna karşın, gençliğinde çok güzel olan
Amalie'nin yaşlılığında bile son derece çekici ve etkileyici bir kadm olduğu
hep vurgulanmıştır. Ayrıca, ölmeden alü hafta kadar önce, 95. yaş günü
nedeniyle bir gazetede çıkan fotoğrafını görünce, " kötü bir resim, beni
yüz yaşmda gibi gösteriyor" diyebilecek kadar, yaşamının son günlerine dek
coşku dolu yaşamıştır. Jones, Amalie'nin tüberküloz geçirdiği için yaz
aylarında gittiği, Ischl gibi tedavi yerlerinde, akşamları yatağma en geç
saatlerde giden, sürekli kâğıt oynayan, oğlu adma kimi tebrikleri kabul
etmekten büyük keyif duyan, etrafma "o altın oğlanı kendisinin doğurduğunu"
söyleyen ve "ben anayım" demekten ayrıca haz alan bir koket olduğunu
vurgular. (19)
Roazan, Amalie'yi kızları üzerinde mutlak
bir baskı kuran, otoriter "klasik bir Yahudi anası" olarak
tanımlamıştır. (20) Küçük kızı olan, Freud'un en çok sevdiği duygu dolu kız
kardeşi Dolfin'e (Adolfine) -ailenin de baskısıyla- kendisine baktırmıştır.
Dolfin de yaşammı annesine adamış, bakımını üstlenmiş, kendisini yok sayıp
annesiyle birlikte yaşamış ve ardmda anısal düzeyde bile olsun hiçbir iz bırakmadan
yitip gitmiştir. Sonradan benzer bir ilişki, Freud ile kızı Arına arasında da
görülür.
Freud ve erkek
kardeşi Alexander annelerinin ekonomik bakımını üstlenir ve her
pazar günü öğleden önce düzenli olarak annelerini ziyaret ederler. Onu mutlu etmeye
çalışlar. Fakat Freud, "tarih öncesi dönemlerden kalma bu aksi
kadını" ziyaret edeceği aklma geldiğinde, daha cumartesi akşamından
midesinde sancılar başladığını anlatır. Ama her şeye karşm, annesiyle
ilişkisinin babasıyla olana göre farklı olduğunu, sürtüşme ve çelişkili duygular
yerine koşulsuz sevgiye dayandığını, yaşamının ilk 78 yılında
annesinin öleceğini düşünerek çok korktuğunu belirtir. Annesinin çok uzun
yaşaması, farklı duyguları da birlikte getirmiştir.
Onun annesiyle ilgili duyguları
-kendisinin de analiz yapmaktan kaçındığı gibi- karmaşık ve çelişkilidir. Bu
bencil kadının/ananın 95 yaşındaki ölümü, oğlunda acı ya da üzüntü
yaratmamıştır. Freud belki de en çok annesi ile ilgili düşüncelerini,
duygularmı gizleme gereksinmesi duymuştur. Onu bir yandan yüceltirken bir
yandan da duyduğu saldırganlık, öfke duygularmı olabildiğince saklamaya
çalışmış, fakat, örneğin, rüyasmda annesinin öldüğünü gördüğü zaman kendisinde
hüzünlü bir rahatlamanın olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Ama gene de
(Freud bile), annesine yönelik bastırmaları sonuna kadar irdelemekten
kaçınmış, Oidipus kompleksi öncesi pre-ödipal dönemlerini kurcalayabilmek için
kendi kendisine pek güvence verememiştir. (21) Bir anlamda kendisine o denli
güvenememiştir.
Annesi öldükten sonra Freud, artık
kendisinin de ölebileceğim düşünerek kendisini biraz daha özgür duyum-sadığını
vurgulamış ve "çaresizliğinin getirdiği acıların sona ermesi nedeniyle
kurtulduğunu düşünüyorum... annem yaşadığı sürece ben ölemezdim (ölemeyecektim),
ona acı çektirmeyeceği için şimdi ölebilirim" demiştir. Bu konuda
arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, annesiz kalmasının, kişisel özgürlüklerini,
bağımsız olma ve kurtulma duygularını artırabileceğini düşündüğünü
vurgulamıştır. (22)
Freud'un çocukluk anılarında, annesi
ikinci kardeşine gebeyken özellikle kendisine bakmak için eve gelen iki dadıdan
söz edilmektedir. Bunlardan biri, evlerinde görece kısa süre kalan Resi
VVittek, diğeri ise Freud'un yaşammda yedek ana olarak önemli yeri olan Monika
Zaji'dir. Monika Zaji, Çekoslovak kökenli akıllı, hırçm, sevecen, "dişi ana tipli"
Katolik bir kadın olarak tanımlanır. Yahudi çocuğu Freud'u olasılıkla ilk kez
kiliseye o götürmüş, Katolik inançları benimsetmeye çalışmıştır. Liberal
Yahudi bir evden, alacakaranlık kilise ortamına götürülen çocukta heyecan
verici dinsel ve erotik anılar oluşturmuş, Freud'un anılarında cinsel heyecan
yaratan bir kadm olarak kalmıştır. Cinsel organı ile oynayıp oymadığmı bilemediğimiz
Monika, Freud'un cinsel duygularını uyandıran ilk kadmdır. Birlikte yaptıkları
bir banyo çok önemlidir. İçinde kırmızı renkli su bulunan bir leğende önce
Monika yıkanmış, ardından küçük Freud'u yıkamıştır. Kırmızı suyun olasılıkla
kadmm menstruasyon kanamasmdan kaynaklanması, kışkırtmayı daha anlamlı
kılmaktadır. Ya da Suzanna Cassirer Bernfeld'in savma göre, kilise törenlerini
anımsatmak amacıyla, suyun içine "yaşamın ve bununla ilgili anıların
sürekliliğini vurgulamak için İsa'nın kanını simgeleyen birkaç damla kan
damlatılmış da olabilir.
Monika'nm bir hırsızlık olayma karışması
sonucu birden ortadan kaybolması ve eve gelmez oluşunu Freud, yedek ananın
yitirilebilme korkusu olarak yaşamıştır. Katolik Monika'yı olasılıkla aile
üyeleri arasmdaki ensets ilişkileri üzerine çok şeyler biliyor düşüncesiyle,
Philipp (Ama-lie'nin de onayı ve desteğini alarak) ihbar etmiştir. Pek çok
araştırmacı gibi Clark da, ailenin yaşadığı küçük mekândaki yaşamm ensest
yüklü olduğunu vurgulamıştır. (23) Bu karmaşık ilişkiler içinde
"sadakatsiz anne" düşüncesiyle Freud, uzun süre kız kardeşi Anna'nın
babasmı, Jakob yerine Philipp sanmıştır. Belki de bu düşünce, Anna'yı yaşam
boyu sevmemesinin nedenlerinden birini oluşturur.
3. Freud'un
Kişiliğinin "Tarih Öncesi" (Prehistorik) Dönemi
Sigmund Freud'un biyografisinin asıl tarih
öncesi (prehistorik) bölümünün, babası Jakob Freud'un kişiliğinin belirlendiği
ortamda gömülü olduğu varsayılır.(24)
Jakob Freud (1815-1896), Doğu Avrupa'da
Yahudilerin büyük baskılara uğradığı, coğrafi, ekonomik, politik ve kültürel
değişimlerin yaşandığı bir ortamda, Tysme-nitz kentinde doğmuş ve Doğu Avrupa
Yahudileri arasında "Stetl" adı da verilen, geleneksel yaşamı
sürdürmeye eğilimli içe dönük getto/kent niteliğinde bir ortamda büyümüştür.
(25) Bu toplulukların, dinsel yönelimli Talmud okullarmda, Musa'nm beş kitabmı
ezberleyen çocuklarm kişiliklerinin baül Yahudi geleneklerine göre kalıplandığı
dindar bir ortam olduğu bilinir. Ancak, Jakob Freud'un doğduğu kent aydmlanma
hareketinin başladığı, din dışı reform okullarının açıldığı bir bölgeye denk
düşmüştür. Jakob Freud geleneğin büyük rol oynadığı fakat Alman kültüründen ve
aydmlanmadan, özellikle de 1848 hareketlerinden etkilenen bölgelerde, dini
olmayan "normal" laik Yahudi okullarmda eğitim görmüştür. Yirmi yaşından
sonra doğduğu kentten ayrılmış ve çeşitli bölgelerde tekstil ticaretiyle
uğraşmış. Daha sonra, Yahudi tutucu çevreleriyle ilişkisini koparmış; Ortodoks
Yahudi ortammda
doğmuş, fakat Yahudi olmayan öteki dünyayı
görme olanağını bulmuştur. (26)
Jakob Freud, 1832 yılında ilk kez Sally
Kanner ile evlenmiş ve bu evlilikten, 1833 yılında ilk oğlu Emanuel ve sonra
1834'de ikinci oğlu Philipp doğmuştur.
1848 hareketleri, tutucu Yahudi
cemaatlerini -bile- etkilemiş, Tevrat; İbranice ve Almanca olmak üzere iki
dilde basılmıştı. Jakob Freud -üzerindeki alınış tarihinden anladığımıza göre-
1 Kasım 1848'de yeni tarzda basılan bu Kutsal Kitap'tan hemen bir tane edinmiş
ve uzun yıllar yanından ayırmamıştır. Bu Kutsal Kitap'm kimi bölümlerini zaman
zaman oğluna İbranice okumuştur. Sigmund Freud 35 yaşına geldiği zaman,
ailenin bu Kutsal Kitap'ını çok duygusal ve bilgece bir yazıyla oğluna armağan
etmiştir.
Jakob Freud'un yaşamında 1848-52 yılları
arasmda neler olduğu yeterince bilinmemektedir. Jakob Freud, ilk eşi Sally
Kanner'i resmi kayıtlara göre 1854 tarihinde yitirdikten sonra, olasılıkla
Rebekka adlı başka bir kadmla iki yıl kadar birlikte olmuştur. 1852 yılında
yapılmış bir sayımda, aile-hane üyeleri, 38 yaşındaki Jakob Freud, 32 yaşmdaki
karısı Rebekka, 21 yaşmdaki oğul Emanuel, 16 yaşmdaki oğul Philipp olarak
tespit edilmiştir. Fakat, daha sonra Rebekka'nm ne olduğu bilinmemektedir.
Belki çocuğu olmadığı için ayrılmışlar ya da Rebekka, Jakob'u terk etmiş başka
bir yere gitmişti. Fakat bugüne değin bu ayrılışın nedeni tespit edilememiştir.
(27) Bugün ağır basan olasılık, Jakob'un Amalle ile ilişkisinin ve olası
evlilik dışı gebeliğinin duyulmasından sonra, Rebekka'nm intihar etmiş olması
yolundadır. Ardından Jakob ile Amalle çabucak evlenmişlerdir. Rebekka'nm
konumu Freud ailesinin bir gizi olarak kalmıştır. Başka türlü bir söylemeyle,
Rebekka'nm ruhu Freud ailesinin üzerinden gitmemiştir. Bunun önemi, Freud'un
sonradan yazacağı Leonardo da
Vinci örneğinde olduğu gibi, kendisini
zaman zaman çift anneli duyumsamasında yatmaktadır. Freud, annesinden coşku ve
keyif duygusunu, babasmdan gerçekçilik ilkesini aldığını söylemiş, fakat yaşamı
boyu babasıyla olan duygusal ilişkisini -bir anlamda hesaplaşmasmı- bir türlü
ke-sememiştir.
Jakob Freud, Amalie Nathanson ile
evlenmesinin üzerinde altı ay kadar sonra, İncil üzerine düştüğü notta, 21
Şubat 1856'da babası Scholomo Freud'un öldüğünü ve 23 Şubat 1856 tarihinde
gömüldüğünü yazmış. Aile İncili'nin üzerinde yazılı ikinci bir not, oğlu
Freud'un doğum tarihidir. Buraya, "Oğlum, Scholomo Sigismund 6 Mayıs 1856
sah günü, saat altı buçukta doğdu, 8 gün sonra 13 Mayıs 1856 tarihinde sünnet
edildi" diye yazmıştır. Olasılıkla bu yazıda, gerçekleri ancak kısmen
yansıtmaktadır. Babasının ölümü ve Sigmund Freud'un doğumundan başka öteki
çocuklarmm doğumlarmı ya da herhangi bir önemli olayı Aile İncili'nin üzerine
kayıt etmemiştir. Bu tavrm nedeni de bugüne değin çözülemedi.
Jakob Freud'un, Yahudi töresinde çok
önemsenen, babanın mezarı başmda dua etme (kaddisch) görevini yerine getirip
getirmediği bilinmiyor. Benzer biçimde, Sigmund Freud da babasmı son kerte
mütevazı bir törenle toprağa vermiş ve bilinçli olarak başmda dua etmemiştir.
Modernleşme ve gelenekten kopma Freud ailesine büyük bilimsel açılımlar,
özgürleşme olanaklarıyla birlikte önemli kopuşlarla süren suçluluk duyguları ve
psişik sorunları da getirmiştir. Freud'un, tam da babasmın kendi babasmı
(dedesini) yitirdiği gibi kırk yaşmda olmasma karşm du-yumsadığı yoğun suçluluk
duygusu salt kendisinin değil, belki de babasmdan da geçen kalıtsal duyguların
toplamı olmuştur.
Freudlar'm evinde gerçekte, Jakob Freud
(43), oğulları Emanuel (26), Philipp (25), karısı Amalie (25) ve sonra da
Emanuel'in oğlu John (4) ve küçük kızı Pauline (3) ile Sigmund (3), yani üç kuşak bir
arada yaşamıştır. Küçük bir mekân içinde bu denli kalabalık bir yaşam, aile içi
ilişkileri içinden çıkılmaz ölçüde karıştırmıştır. Kardeşinin erken yaşta
ölmesi, ardından annesinin tüberküloz olması ve sanatoryumda yatırılması,
dadısı Monika ile ilişkileri, sonra onun tutuklanıp evden ayrılması onda
"ben kime aidim" duygusunu geliştirmiş ve yalnızlığa itmiştir. Annesini
babasından çok Philipp'ten kıskanmıştır. Kendisini "terk edilmiş
çocuk" olarak görmüş, olasılıkla erken dönem çocukluk depresyonu
geçirmiştir. Freud'un çocukluk döneminin en yoğun arkadaşlıkları bu iki
yeğeniyle başlamıştır. Kendisinden bir yaş büyük olan John'a karşı öfke/sevgi
karşıt duygularmı geliştirirken, Pauline de ilk sevgi objesi olmuştur. Ayrıca,
ilk kez Pauline'in vajina-smda penis yerine, çıplak et ve "yara"
görmesi onu çok korkutmuştur. Bu durumu "cinsel organla çok oynandığı için
cezalandırılma", kastrasyon düşüncesiyle açıklamıştır. Yahudi dinindeki
sünnet geleneği bu travmayı daha da pekiştirmiştir.
Sigmund Freud'un baba dediği Jakob'a, en
yakm arkadaşları ve yeğenleri John ile Pauline dede demekteydiler. Sigmund'un
kafasmda Jakob'dan çok Philipp ile Amalie "mantıksal çifti"
oluşturmuşlardır. Jones, Oidipus kompleksi düşüncesinin oluşmasmda bu oldukça
özel ve alışılmamış aile koşullarında önemli bir rol oynayabileceğinin altmı
çizmiştir. (28)
Freud ailesi, 1859 tarihinde Leipzig
üzerinden Viya-na'ya taşınır. Jakob, ilk eşinden olan büyük oğlunu da acilen
İngiltere'ye gönderir. Son zamanlarda toplanan verilerin uzantısında, göçün
politik ya da ekonomik nedenlerden olduğu pek sanılmamaktadır. O tarihlerde
Freiberg'de gerçekten ciddi bir ekonomik krizle birlikte yoğun Yahudi karşıtı
hareketler yaşandığı bilinmektedir. Ama bunlarm ötesinde, Jakob Freud'un küçük
oğlunu Viyana'da okutma kaygısı, büyük oğlu Emanuel'in adının bir kaçakçılık
olayma karışma olasılığı ve de asıl önemlisi, karısı Amalie ile ortanca oğlu
Philipp arasmda sezinlediği tensel ilişki (en azmdan 'kuşkusu' diyelim) göçün
asıl nedenleri arasmda düşünülmektedir. Jakob, Viyana'ya göçerek kendi yaşam
alanını güvenceye almak istemiştir. Onun bu tavrı, Freud tarafmdan, ileride
yazacağı Totem ve Tabu kitabında işleyeceği "babanın
kendi yaşam alanını korumak için yetişkin oğullarını sürüden dışlamak"
savmm ilk örneği olarak da görülmüş ya da algılanmış olabilir. (29) Fakat her
şeye karşm bu önemli göç kararının gerçek nedeni bugüne değin yeterince anlaşılamamıştır.
Sigmund Freud, doğduğu bölgeden kopma
acısını yaşam boyu unutamamışür. İlk üç yılın etkisi, tüm yaşam fantezilerini,
ilk fantezi aşkını bile etkilemiştir. Onun tren yolculuklarmı bir türlü
sevememesine, hatta bundan korkmasma (olasılıkla) trenin kendisini yurdundan,
mutlu çocukluk ortammdan, doğduğu yerlerden ve sevdiği insanlardan -ana
memesinden ayrılmaya benzer biçimde-koparıp, Viyana'ya götürmesinin yarattığı
örselemenin neden olduğu sanılmaktadır. Freud, yaşamının son yıllarında bile
bu göçü kendisi için büyük felaket olarak tanımlamıştır.
Viyana'daki ilk yılları çok bunalımlı
geçmiştir. Kırsal yaşamm dinginliğinden ve sevdiği pek çok insandan, arkadaşlarından
ayrılmayı, özgürlük ve mutluluk yitimi olarak yaşamış, büyük kent gerçeğini
hiçbir zaman seveme-miştir. Freiberg'den ayrılırken Breslau, Leibzig gibi büyük
tren garlarmda ilk kez gördüğü gaz lambalarının alevlerini -tam da Monika'nm
anlattığı cehennem ateşine benzer şekilde- "ruhun cehennemde yanışı"
olarak düşünmüş ve panik atak türü korkular duyumsamıştır.(30)
Ayrıca gene burada tren kompartımanı
içinde -hem de Philipp'in bulunmadığı bir mekânda - ilk kez annesini kışkırtıcı
iç çamaşırları içinde yarı çıplak görmüş ve o zamana değin tanımadığı bir
heyecan yaşamıştır. Bu anı -da-onun belleğinde yaşam boyu hep aynı sıcaklıkta
kalmış, kuramının belirleyici temellerinden birini oluşturmuştur. Freud bu
duygularını olabildiğince bastırmaya çalışmış, fakat annesi yaşamının her
döneminde onu bir oğul olmanın ötesinde, hep bir sevgili gibi karşılamış, en
güzel elbiselerini giyip, abartılı süslenmelerle sevgili Sigi'sini beklemiştir.
Oğlu işleri nedeniyle birçok kez geç kalmış, anne çok sabırsızlanmış, fakat
buluşmalar her zaman çok ateşli olmuştur.
Freud, hep öfke/sevgi karşıt ve karmaşık
duyguları içinde çocukluğundan beri Viyana'ya bir türlü alışamaz; kendisini
evinde duyumsayamaz ve özellikle 4-7 yaşları oldukça sıkıntılı geçer. Sürekli
olarak doğduğu yerleri özler. Viyana ormanları, büyük parklar, geniş caddeler
bile onun bu ilk özlemlerini doyurmaya yetmez. 12 yaşma geldiği zaman, babası
artık onu elinden tutarak birlikte yürüyüşlere çıkmaya, küçük gezintilere
götürmeye başlar. Bu alışkanlıklar, sonraki öğrencilik yıllarında uzun yürüyüşlere
dönüşür; yaşamı boyunca, bu tür gezileri, yalnız başına düşünme yürüyüşlerini,
babasını da anımsayıp, sever.
Freud'un 12 yaşından kalma çok önemli -ve
kesinlikle yazgı belirleyici- bir anısı vardır: Babasıyla yaptığı bu güzel
gezilerden birinde, Jakob Freud, oğluna bir anısını anlatır. Buna göre, yıllar
önce, yeni aldığı bir kürk şapkasıyla, bir cumartesi günü kentin içinde
gezerken, karşıdan gelen bir Hıristiyan, Jakob Freud'a "Yahudi, ne hakla
kaldırımda yürüyorsun, çabuk kenara çekil!" diye bağırır ve bir tokat
atıp, şapkasını pisliğin içine fırlatır. Küçük Sigmund, şaşkınlık içinde,
"Peki baba sen ne yaptın?" diye sorunca, babası, sakin sakin,
"Hiç, gittim yerden şapkamı aldım ve kaldırımdan inip, sokakta yürümeye
başladım" diye yanıt verir. Bu, Sigmund'un beklediği kahramanlara özgü
yanıt değildir. Büyük düş kırıklığına uğrar. Babasmm bu anısı belki de
kişiliğini belirleyen önemli sıçrama (dönüş veya kırılma) aşamalarından birini
oluşturmuştur. (31)
Freud, sonraki yıllarda yaptığı
analizlerinde de tespit ettiği gibi, kendisini ordularıyla Hıristiyan dünyasmı,
Katolik Roma'yı dize getiren Anibal ya da dünya egemenliği kurmayı deneyen
İskender veya Napolyon ile özdeş-leştirir, büyük güç sahibi insanlara özlem
duyar. Örneğin, Düş Yorumu'nda, babasmı ölüm döşeğinde,
Garibaldi'ye çok benzer biçimde yatar gördüğünü yazar. (32) Bu tür özlemleri
sonradan dünyayı kaba kuvvetle, şiddetle değil, bilgi ve akılla anlamak ve ona
egemen olmak biçiminde bir tutkuya dönüşür. Kendisindeki inatçı öğrenme
tutkusunu da böyle bir yer değiştirmeyle bir tür güçlü olma istemi olarak
yorumlar. Sadece oğlu değil, yakınları da Jakob'u sıklıkla Garibaldi'ye
benzetirler. Freud (belki biraz da öykünmek amacıyla) kerelerce, ruhsal ve
bedensel olarak babasmm kopyası olduğunu vurgulamıştır. Ama her ikisini de
yakmdan tanıyanlar, babanm oğuldan çok daha gösterişli ve sevimli olduğunu da
söylemişlerdir.
Sigmund doğduğunda, babası 40 yaşlarmda
olduğu için, gözünde hep yaşlı, yorgun bir adam imajıyla kalmıştır. Ona karşı
annesine olduğundan farklı, zaman zaman da pek dostça olmayan düşünceler
beslemiş; ancak, sonraki hesaplaşmaları, daha çok onu tümüyle yadsıyıp
("babayı öldürüp") üzerinde kesin bir utku kurmaktan çok onunla
onurlu bir anlaşma yapma biçiminde sürdürmüştür.
pıffl*/ ,->t»r<f /S'i'^s fj,r
v,nflAv» tay w
Jakob Freud'un aile Tevrat'ı üzerine
yazdığı yazı
Jakob Freud, kendi İbranice aile
Tevrat'ını, 35 yaşına geldiği zaman oğlu Sigmund Freud'a, şu duygulu yazıyla
armağan eder: "Sevgili oğlum Scholomo, her şeye kadir güç, sana yaşam
verdiğinde dünyaya geldin. Her şeye kadir güç, sen yedi yaşmdayken senin üzerine
geldi. Seninle konuştu: Git ve benim yazdığım kitabı oku, orada bilimin,
anlayışın/aklın, mantığm kaynağını bulacaksm. Bak, kitaplarm kitabma bak, orada
bilgeliğin, hukukun, yasa koyucunun sözünü bulacaksm... Sen öğrenilecekleri öğrendin,
yapılabileceklerin en iyisini yaptm. Her şeye kadir gücün kanatları seni
yükseklere uçuracak. Bugün senin 35. doğum günün... Her zaman seni sonsuz
sevgilerle, çok se
ven baban Jakob'dan. Bu kitapların kitabını bir anı olarak armağan
ediyorum. Viyana, 5 Mayıs 1891."(33)
Freud, hangi gücün ya da güçlerin
etkisinde kalarak yaptığını kendisi de bilemeden babasının "ideal benlik
seçimini" (leh ideal bildung) sürdürmüştür. Çocuk yaşında okuduğu Kutsal
Kitap'm, ilerideki ilgi alanını kesinlikle belirlediğini sandığını vurgulamıştır.
(34) Tevrat'ı okuyacak kadar olsun İbranice öğrenemediğini hep çok üzülerek
anlatmıştır.
Din, bilindiği kadarıyla, Freud ailesinde
önemli bir sorun olmamıştır. Büyükbabasmmbile liberal olduğu ve kendisini din
sorunundan kurtardığı bilinmektedir. Freud'un babası zaman zaman yanında
Tevrat'la dolaşmış, oğlunun İbraniceden hiçbir şey anlamadığını bilmesine karşm
kimi bölümleri okumuş; fakat, hiç kimseye hiçbir konuda önyargıyla
yaklaşmamış, liberal tavır içinde olmuştur. Anlaşılır ve sık rastlanan
nedenlerle olacak, yaşammm son günlerini sürekli olarak İbranice Tevrat, Talmud
okuyarak geçirmiştir.
Baba Jakob, oldukça etkileyici, hatta
yakışıklı bir yüz ifadesinin de desteğiyle, dost canlısı, duygulu, yumuşak
kalpli, neşeli, iyimser bir insan olarak tanmır. Ancak aile . içinde, özellikle
de iş yaşamında başarısız bir insan olarak kabul edilmiştir. Zamanla kendisi de
bu kamya vardıktan sonra, tüm gücünü oğlunun eğitimine, yükselmesine ve
akademik kariyer elde etmesine vermiştir. Tevrat'm üzerine yazdığı ozanca yazı
da bu tür bir özlemin uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Jakob'un çalışma
yaşamındaki başarısızlığı ve ailenin zaman zaman yaşadığı ekonomik zorluklar
Freud'da yaşam boyu süren "aç kalma korkuları" oluşturmuştur.
Sonradan yeteri kadar parası olmasına karşm "yoksulluk fantezileri"
onun belleğinden silinmez.
Sıklıkla, insanın bu korkuyu bir kere
yaşadıktan sonra bir daha unutmasının olanaksız olduğunu vurgulamıştır.
Freud, babasını "bilgelik ve
fanteziler içinde, iç dünyasında mutlu ilginç bir insan" olarak
tanımlamıştır. Babasından, "ortalamanın üzerinde zekâsı olan, dünyaya
geniş açılı bakan, çok zaman iyimser, kimi zaman öfkeli ve kötümser bir
insan... Özellikle kara mizah yaşamm karmaşıklığına karşı onun serinkanlı
kuşkusunu sergüiyordu. Yahudiler üzerine olan fıkraları gülerek anlatacak kadar
önyargıdan uzaktı" diye bahsetmektedir. Freud'un oğulları Martin
ve Erich de dedeleri Jakob'u, kocaman kahverengi gözlerini açarak
Yahudiler üzerine çıkarılan fıkraları keyifle anlatan, mizah dolu, şakacı,
sevimli ve neşeli bir insan olarak anımsadıklarını söylemişlerdir.
Yaşammm sonlarma
doğru Jakob Freud'un dinle ilişkisi, bir dinler tarihi kitabı olarak
Kutsal Kitap okuma düzeyinde kalmıştır. Baba ile oğlu birbirlerine bağlayan en
önemli kaynak da bu kitap olmuştur. Bunun üzerinden, birbirlerine ve ortak
kültüre ait olma duygusu gelişmiştir. (35) Bunlar, sonradan Freud'da çelişkili
suçluluk duygularının ortaya çıkmasına -da- neden olmuştur. Yahudi dinini
yadsımış olmasma karşın, pek çok geleneği korumuştur. Örneğin, en eski Yahudi
geleneklerinden biri olan büyük aile içinde otoriter aile reisi tavrıyla
yaşamayı hep sürdürmüştür. Jakob Freud belki de yeteri kadar otoriter
bir kişilik (sert bir baba bile) olmaması ile oğlu üzerine etkili olmuştur.
Oğul, babaya karşı kolayına düşman olamadığı için, karşı tavır almakta
zorlanmıştır. Fakat öte yandan, Jakob tarihsel bir yazgıyla oğlunu
iki kültür arasmda bırakmıştır. Freud'un ve (Heine,
Kafka, Gustav Mahler, Walter Benjamin gibi) diğer Alman Yahudi
aydınlarının- babalarıyla olan sorunlarının temelinde, ailenin iki kültür
arasmda kalması gerçeği önemli bir yer tutmuştur. Babası onu bir Yahudi çocuğu
olarak dünyaya getirmiş, ama onun Yahudi kimliğini özümsemesine olanak
vermemiştir. Babası liberalleşmiş, Alman kültürünü içinde özümsenmeye
başlamış, ancak aile içinde Yahudi kültürünün de etkisi sürekli kalmıştır. Bu
iki kültür arasında kalış (azınlık psikolojisi) oğulların baba ile sürdürdüğü
sevgi/öfke çelişik duygularma da yansımışür.
Freud, çocukluğundan beri bir kimlik ve
varoluş krizi yaşar. Bu durum onun çelişkilerle dolu melankolik dünyasının
-da- temelini oluşturur. Gerçek ben ile ideal ben çatışması yaşamı boyu sürmüştür.
Hiçbir kültür içinde kendisini evinde/yurdunda duyumsayamamış, hiçbir kültür
ortamı da bu ateist Yahudi'yi kendi içine almamıştır. Ateist olmasma karşın
Freud'un yapıtlarındaki "Yahudi tini" etkisini sezdirmiştir. Yaşam
boyu Yahudi mistisizminin etkisinde kalmış, bundan belki de hiç
kurtulamamıştır. Buna karşm psikanaliz, Yahudi bilimi olmamıştır.
Kaf-ka'nın Şato'su, Dava'sı ya da Gustav Mahler'in bir yapıtı
ne kadar Yahudi romanı ya da müziği sayılırsa, psikanaliz de o kadar Yahudi
bilimi olmuştur.
Burada Yahudi tini birkaç kez
yabancılaşmış, kökten kopmuş, fakat aynı zamanda sağduyunun tutucu etkisinden
sıyrılıp, toplumun genelgeçer norm sistemlerinin dışına çıkmış, kopuşlar ve
özgürleşmeler sonucu (biraz) "kendini beğenmiş (narsist) bir bağımsızlık
duygusu içinde" (Margolis) hakikate bir parça daha yaklaşmış, duyarlı,
huzursuz melankolik kişiliğin tini (psişesi) olarak ortaya çıkmıştır. Freud,
Yahudi olarak Hıristiyan toplumuna, ateist olarak hem Yahudi ve hem de
Hıristiyan toplumuna yabancı kalmıştir. Bağımsız ve özgür, buna karşm Tevrat'tan,
Talmud'dan ve Yahudi mistisizminden tümüyle kopamayan bir halde, çifte
özgürlükler ve çifte yabancılaşmalar (yoksunluklar) içinde yaşamıştır. Başka
bir Viyanalı
Yahudi entelektüel sanatçı, müzisyen Gustav Mahler, kendisini
Bohemyalı olarak Avusturya, Avusturyalı olarak Almanya ve Yahudi olarak tüm
dünya kültürünün baskısı altında, yani üçlü bir yurtsuzluk ve yabancılaşma
içinde hissettiğini söylemiştir. (36) Buna karşın çoğunluk tarafından aforoz edilmiş
olarak yaşanan bu hazin durumlar (37), çoğu kez "negatif özgürlükler"
olarak ortaya çıkmıştır. (38) Bu durum benzer bir çağrışımla, Kafka'nın
kişiliğinde ve romanlarmda görülen yalnız insan tiplerini anımsatır. Kimse bu
insanlarla konuşmaz ve bunlarla birlikte olmak istemez. Bu insanlar hep ödemek
zorunda oldukları birden çok suçluluk duygusu içindedirler. Başka insanlara
hep bir şeyler borçludurlar ve hep teşekkür ederler. Hep susmak zorunda
olduklarmı bilirler. Kimsenin onlara hiçbir zaman gereksinimi yoktur. Örneğin,
Şato'da K.'yı kimse içeri almak istemez, yaptığı işe bile kimsenin gereksinmesi
yoktur. Sürekli olarak tüm kapılar ona karşı kapanır. Kafka, bu toplumsal sağırlığı,
23 Ekim 1917 tarihinde yazdığı "Sirenlerin Sessizliği" adlı öyküsünde
ayrıca işlemiştir.- Sirenlerin -sağır toplumun- en tehlikeli silahmm,
kışkırtıcı şarkılar değil, "metafizik suskunluk" (Benjamin) olduğunu anlatmaya
çalışmıştır. (39)
Heine,
Freud, Kafka, Mahler, Benjamin ve daha başka pek çok örnekte, bu insanlar sürekli kriz içinde,
kararsızlık, huzursuzluk, güvensizlik içinde yaşamışlardır. Kökünü, kolektif
belleğini, geleneğini, "ait olma duygusunu" yitirmiş, mutsuz ama çok
kez sıra dışı insan örnekleri olarak yetişmişlerdir. Freud, bu ağır çifte
yabancılaşma ortamında ve kendi ütopyası içinde, rasyonalizme ve
doğabilimle-rine dayanmıştır. Dünyanm ancak rasyonalizm üzerinden
özgürleşebileceğim sanmıştır. Büyük kalabalıkların içinde olmasma karşm, yoğun
bir yalnızlık içinde yaşamıştır.
Jakob Freud, 1896 yılında 81 yaşında
öldüğünde, Freud, kırk yaşında olgun bir insan olmasına karşın, yaşam boyu
altından kalkamadığı son derece ciddi, yoğun bir bunalım dönemine girmiş; bir
anlamda, örtük (latent) melankolik ruhsal yapısı zaman zaman belirgin
(manifest), ancak yaratıcı melankolik ruhsal duruma dönüşmüştür. Çok önemli
bir değeri yitirdiği düşüncesine varmıştır. Beklediğinden çok daha fazla acı
çektiğini görmüş, kendi tanımıyla, "köklerinden kopmuş gibi olmuş",
yaşamı boyu yakasmı bırakmayacak suçluluk duyguları içine girmiş; bu ağır
sarsıntının nedenlerini anlayabilmek için, kendi kendini analiz etmeye
başlamıştır. Bu büyük çabanın sonucu olarak, 1900 yılında yayımladığı Düş
Yorumu kitabından, 1938 yılında ortaya çıkan Musa Denen Adam
ve Tek Tanrılı Dinler yapıtına, kendi babasmdan Tanrı babaya (ya da
Oidipus'tan Musa'ya) dek, 40 yıl süren bağımsızlaşma ve özgürleşme ya da daha
doğru bir tanımlamayla babalarla mücadele serüvenine başlamıştır.
4. Kişiliğinin
Oluşma Sürecinde Kutsal Kitap Shakespeare, Goethe ve Diğerlerinin Etkisi
Freud, ilköğrenimini dışarıdanbitirmiş,
sınavlara genellikle babası ve -biraz da- annesi tarafından hazırlanmıştır. Bu
dönemde babasıyla birlikte, Philippson'un 1858-59 basım-h eski Mısır Tanrıları
üzerine ayrıntılı açıklamaların ve gravürlerin de bulunduğu Tevrat'mı
Almancasmdan bir tarih kitabı gibi okuduğu sanılmaktadır. Philippson'un
Tevrat'mm içindeki gravürler, sonradan Freud'un çalışma odasmm dolaplarını
dolduran arkeolojik buluntulardan, duvarlarını kaplayan rölyeflerden, resimlerden
oluşan koleksiyonun temel düşünce ve beğeni kaynağmı oluşturmuştur.
1935 yılında bu önemli konuya değinmiş ve "erken • yaşta, daha
okumasmı öğrenir öğrenmez dört elle sarıldığım Kutsal Kitap'ta anlatılanlar,
çok sonraları fark ettiğime göre, ilgi doğrultumu kesinlikle
belirlemişti" diye vurgulamıştır. (40)
Freud'un lisede çok parlak bir öğrencilik
dönemi olmuş. Avusturya-Alman kültür planlamasında, onun da okuduğu Tabor
Sokağı 24 numaradaki Leopold Şehri Re-algymnasium'unun adı, yapılan yeni
büyütmelerden sonra Sperlgymnasium olarak değiştirilmiş; 1989 yılından sonra
buraya, Sigmund Freud Lisesi adı verilmiştir. Yeni tip lise-
lerin eğitiminde Antik kültüre daha
çok yer verilmiştir. Bu liselerde, 26 saat Almanca dersine karşın, 50 saat
Latince, 28 saat Grekçe, 27 saat Antik Çağlar tarihi okunur. Modern yaşamın
ancak çok iyi bir antik kültür bilgisiyle sağlanacağı, geçmişle gelecek
arasında köprü oluşturulabileceği düşünülmüştür. Bu bağlamda, Homeros'un,
Sophokles'in, Virgilius'un orijinal dillerinden okunması ve öğrenilmesi önkoşul
olarak benimsenmiştir. Freud, Kafka (hatta Troçki ve Lenin) ve kuşağı
hep bu tür eğitim yöntemlerinin uygulandığı yeni tip liselerde yetişmişlerdir.
Bu okullarda, Horneros ile İncil bütünleştirilmeye çalışılmış. Fakat
bu istem her zaman kolay gerçekleşmemiştir; örneğin Heine,
Freud, Kafka, Benjamin, Mahler kuşağı yaşamları
boyu Horneros ile İncil arasmda kalmışlar ve sonunda Homeros'un yanında
yer almışlardır.
Freud, temel derslerinin yanında Latince,
Grekçe, Fransızca, İtalyanca biliyordu. Bir gün çocukluk arkadaşı Silberstein
ile birlikte Cervantes'in Don Kişot romanını okurken, "bunun Cervantes'in
dilinden okunması gerekir" diye, İspanyolca öğrenmeye karar verirler ve
bunu kısa sürede başarırlar. Hatta, Cervantes'in kullandığı deyimlerden oluşan
ve yapıtlarında köpeklerin
konuştukları "Castellano Akedemisi" adlı düşsel bir örgütün
gizli mitolojik dilini oluşturmaya çalışırlar. Bu "örgütlere" Spanische Akademie
(AE; Academia Española), AC (Academia Castellano) veya SSS
(Spanische Sprach Schule) gibi çeşitli adlar vermişlerdir. Freud, Silberstein'e
yazdığı 80 kadar mektubun çoğunun pek çok bölümünü İspanyolca yazmıştır. Bu
mektuplarda, Cervantes'in yapıtlarında (1613) geçen köpeklerden birinin adı
olan Cipio ya da Don Cipion takma adını kullanmıştır.
Freud'un lise sıralarında Sophokles'in
Grekçe yazdığı Kral Oidipus'tan Almancaya yaptığı 23 dizelik bir çevirisinin
bugün bile kusursuz, hatta mükemmel olduğu görülür. Bunlara ek, onun
olağanüstü güzel İngilizcesi de dillere destandır. Ernest Jones'a göre, Freud bir ara, on yıl boyunca
sadece İngilizce literatür okumuştur. (41)
Shakespeare'! ilk kez 8 yaşında
tanımış, hemen hemen tümünü, ezbere denecek ölçüde öğrenmiştir. Her konuşmada,
bu büyük ozandan her an her konuya uygun bir bölüm ya da dize söyleyebilecek
kerte onu özümsemiştir.
Freud'un kafasmda, "Tanrı"
yerine "doğa" tasarımmm gelişip yerleşmesinde en çok Shakespeare ve Goethe'nin etkisi
olmuştur. Ayrıca, Heinrich Heine'nin katkısı da sıklıkla vurgulanır. Goethe'nin yapıtlarında görece
dengede giden kuşkunun yönünü değiştirip kendi duygularmdan, kendi kendisinden
de kuşkulanmaya başlayan ve melankolik bir ironiyle "ben düşmanca duygular
duyuyorum", "kötü şeyler düşünüyorum" diyen Heine, psikanalizin
gelişmesini ayrıca dolaysız etkilemiştir. Freud'un analitik düşünme tutkusu
arttıkça, mitlere ve mitleştirmelere karşı öfkesi çoğalmıştır.
Kişiliğinin oluşmasında Shakespeare,
Goethe ve Heine'nin yanı sıra, Homeros, Sophokles, Antik Grek kültür tarihini
yazan Burckhard, Dickens, Anatole France, Emile Zola,
Mark Twain, Thomas Mann gibi yazarlarm büyük " etkileri olmuştur. Sık vurgulandığı gibi,
Freud'u Yahudi kökenli yazar ve düşünürlerden çok, Hıristiyan İngiliz yazarlar
ve düşünürler etkilemiştir. Ernest Jones, Freud'un yaşammı etkileyen en önemli
yazarlardan birinin de Ludwig Börne (1786-1837) olduğunu söyler. Ona erken yaşlarda Börne'nin tüm
yapıtları armağan edilmiş. O da, "Büyük ve yeni düşünceleri insan sadece
tek basmayken kazanabilir; ama, tek basma kalma gücünü nasıl kazanır, sorun
buradadır" diyen bu eleştirel yazarm yapıtlarını yaşam boyu yutar gibi
kerelerce okumuştur. Börne, Üç
Günde Orijinal Yazar
Olma Sanatı adlı denemesinde, "orijinal yazar" olmak isteyenlere,
"elinize bir tomar kâğıt alıp bir odaya kapanın ve üç gün boyunca
durmadan, yanlış-doğru, saçma sapan olduğuna bakmadan aklınıza gelen,
kafanızdan geçen her şeyi, örneğin Türk savaşları, kadınlar, Goethe, öbür dünyadaki son
yargılanma, çalışma yerindeki yöneticiler gibi herhangi bir şey üzerine
düşüncelerinizi, öylece akışına bırakm ve yazın. Sonunda orijinal bir yazar
olacağmızı göreceksiniz" diye öğütlemişti. (42) Freud, sonradan Ludwig Börne'nin yapıtlarında,
serbest çağrışımın da ilk izlerini bulduğunu düşünmüştür.
Freud'un meslek seçiminde hangi etkenlerin
ağır bastığı yeterince bilinmemektedir. Toplumsal, kültürel sorunlar başından
beri onun hep ilgisini çekmiştir. Bir ara hukuk okumak istemiş, ama sonra tıp
fakültesine kayıt olmuştur. Freud, belki de Scharfenberg'in belirttiği gibi, felsefeye aç ruhunu, doğa
bilimlerinin düşünme kategorisiyle sımrlı tutmaya zorlamıştır. (43) Ernest Jones'un kanısına
göre, Freud, dünya görüşü hep materyalist kalmasma karşın, kendisinde gördüğü kurgusal
soyutlama eğilimlerini biraz olsun frenlemek amacıyla, somut doğabilimlerinin
verileriyle kendisini sınırlamak istemiştir. (44) Gene aynı kaynak, Freud'un,
1910 yılında, özel bir konuşma sırasında, "Olanak bulsam tüm tıp pratiğini
bir çiviye asıp, tümüyle kültürel ve tarihi sorunlarla ilgilenmek
isterdim" dediğini belirtir. Freud, 1914 yılında da
"Ben istemeyerek hekim oldum; ancak içimde nevrozlulara yardım etmek ya da
en azmdan onların durumlarını anlamak isteği vardı" demiştir. Ayrıca, ne
gençlik yıllarında ne de sonradan hekim olmak için özel bir istek duyduğunu,
sadece doğa olaylarından çok insanların davranışlarını öğrenmek tutkusu içinde
olduğunu söylemiştir. Daha sonraki yıllarda şöyle demiştir (Jones): "41 yıllık hekimlik
pratiğim bana gösterdi ki, ben gerçekten iyi bir hekim olamadım; benim hekim
olmam eski bir tutkumdan kaynaklanır. Bu da, acı çeken insanlara yardım etme
isteminin ötesinde bu dünyanın gizini insan örneğinde anlamak tutkusudur ve
ben bunun için tıp fakültesinin iyi bir yol olduğunu düşündüm.". 1924
yılında yazdığı otobiyografisinde de "Goethe'nin "Doğa" adlı
nefis denemesi, tıp fakültesine girmemde kesin rolü oynadı" demiştir.
Freud, 17 yaşmdan sonra,
babasının koyduğu -ve çok fazla Yahudi vurgu getiren- Sigismund adını bırakıp Sigmund adını kullanmaya
başlamıştır. Fakat bu ad değiştirmede onun, "s" harflerini düzgün
telaffuz edememesinin, en azından zorlanmasının da etkisi bulunduğu
anımsatılır. Örneğin, Grekçe doğrusu Narzissismus'u, o Narzissmus biçiminde -hiç olmazsa
bir 's' harfinden kurtularak- yazmış, gerekçe olarak da çok fazla 's'den
hoşlanmamasını göstermiştir. (45)
Freud, 1872 yılında, Viyana
Üniversitesi Tıp Fakülte-si'ne kayıt olur. 1873-74 ders yılında 17 yaşmdayken
okumaya başlar. Daha ilk dönemde, ünlü bilgin Cari Claus'un yanında,
"biyoloji ve Darvinizm", Ernest Brücke'nin
labo-ratuvarmda "konuşma fizyolojisi" üzerine çalışır. İzleyen zaman
dilimi içinde, bu karşüaştırmalı anatomi ve fizyo- • loji laboratuarlarında,
yılan balıklarının cinsel organlarını araştırır. Yaşamı boyunca kendisini
olanca mutluluğu içinde tümüyle "evinde, yurdunda" duyumsadığı ve bir
keşiş yaşamı sürdürmek istediği tek mekânm Brücke'nin laboratuvarı olduğunu
söylemiştir. Bu yoğun bilimsel ortamda, yaşamının sonuna dek izleyeceği ussal
düşünme ya da "bilimsel disiplin" denen şeyi öğrenmiş, doğa felsefesini
yakından tanımıştır. Brücke'nin laboratuvarında, sinir sisteminin temel birimi,
yani sinir hücresi (nöron), bu çalışma ekibi içinde araştırılmış, sonunda
beynin bu temel yapı taşı, 1891 yılında Waldemayer tarafından ayrıntılarıyla
bulunup bilim dünyasına kazandırılmıştır.
Bilimsel çalışmalara olan tutkusu
nedeniyle ve bu keşiş yaşammdan ayrılmak istemediği için, Freud 5-6 yılda
bitirmesi gereken tıp fakültesini elinden geldiğince uzatarak 8 yılda
tamamlamış, 31 Mart 1881 tarihinde doktor diplomasını almıştır. Tıp fakültesini
bitirdikten sonra, çok parlak mesleki donanımına karşın, ekonomik yetersizlikler
nedeniyle, sürdürmek istediği bilimsel laboratuvar çalışmalarından ayrılmış,
hekimlik mesleğini pratik yanıyla öğrenmeye ve uygulamaya karar vermiştir.
Viyana General Hospital'da, zamanın en ünlü hekimlerinden Hermann Nothagel'ın
ve yüzyılın en büyük beyin anatomisi uzmanlarından Theodor Meynert'in yanında
çalışmıştır. Gene bu aralar, yaşam boyu birlikte olacağı Martha Ber-nays ile
tanışmıştır. Bulduğu bir burs ile kısa bir süre için Paris'e giden Freud, pek
çok önemli bilimsel araştırmaya katılmış, önemsenen yayınlar yapmıştır. Hatta
1884-87 yılları arasında kokain üzerine yaptığı çalışmaların, bugüne değin
bitmek bilmeyen tartışmalara konu olan ilginç bir öyküsü vardır.
5. Kokainin Modern Psikolojiye
Etkisi?
|
Freud, kokainin sinir sistemine etkileri üzerinde çalışırken, onun daha çok
ağrı giderici, duygulanım alanına canlılık veren etkisini araştırmaya yönelmiş
ve 1884'ün Haziran aymda kokain üzerine kapsamlı bir yazı hazırlamıştır. Bu
arada bir hastanm kokain aldıktan sonra yüzünde, dilinin ucunda, dudaklarmda ve
ağız bölgesinde uyuşukluk oluştuğunu söylemesi, yakın arkadaşı, göz hekimi
Leopold Königstein'ın dikkatini çekmiştir. Königstein, göz iltihabı
; DOÇENT D» S FREUD
Kokain reçetesi (1893)
olan hastaların ağrılarını dindirmek için,
kokainin lokal kullanılabileceğini düşünmüştür. Bu sırada diğer bir hekim
arkadaşı, Cari Coller, patoloji laboratuvarmdan aldığı voğunluğu yüksek
kokainin lokal uyuşturucu etkisini, ilk kez kurbağa, tavşan ve köpeklerde,
sonra da kendi gözünde denemiş ve göz ameliyatlarında lokal uyuşturucu olarak
kullanmayı başarmıştır. Çalışmalarının sonuçlarını ilk kez, 15 Eylül'de
Heidelberg'de toplanan Oftalmoloji Kongresi'nde "geçici bir bilgi"
olarak bildirmiştir. Sonra da bulgularını biraz daha kapsamlı olarak, 17
Ekim'de, Viyana Tabipler Birliği'nde yeniden anlatmıştır. Böylece, kokain
araştırmalarının oldukça dışında duran, hatta o sıralar henüz göz hastalıkları
uzmanı bile olmayan Cari Coller, devrimsel nitelikli bir buluşa adını vermiş,
tıp tarihine geçmiştir.
Bu tarihsel olayı kıl payı kaçıran Freud,
ciddi bir düş kırıklığına uğramıştır. Bu önemli buluşu kaçırışının nedenini,
aynı günler Wandsbek'te yaşayan nişanlısıyla buluşmak için Viyana'yı terk
etmesine bağlamaya çalışmıştır. Ancak, olayları çok yakından bilen Ernest
Jones'un da vurguladığı gibi, gerçekte Freud, kokainin insan bedeninde -ve
bizzat kendisinde- oluşturduğu genel etkiyle çok ilgilenmiş, lokal uyuşturucu
yanını pek önemsememiştir. Kokaini, kendisinin de kullanabileceği, geleceğin
mucizevi anti-melankoli ilacı olarak düşünmüştür. Kendisi, uzun vıllar kokaini
uyarıcı olarak kullanmıştır. Özellikle korku nevrozundan, periyodik gelip giden
depresyonlarından vakmdığı ya da izleyici önüne çıkıp konuşmak zorunda kaldığı
sıkıntılı durumlarda ve özellikle de nişanlısı (sonradan eşi) ile buluşacağı
sevişme anlarında, kokainin canlılık ve coşku veren etkisini kendi bedeninde
ve ruhunda duyumsadığmdan söz etmiştir. Örneğin, 2 Haziran 1884 tarihinde,
nişanlısı Martha Bernays'a gönderdiği bir mek-
tupta, "Prensesim, her yerini
sevgiyle öperim... Eğer içindeki yaramazlık hâlâ sürüyorsa, bu küçük adamın ne
denli güçlü ve vahşi olduğunu göreceksin. Vücudumda kokain dolaşmakta... Son
depresif durumumda da kokain aldım, beni hemen rahatlattı. Şimdi bu harika
madde üzerine övgü şarkıları yazmakla uğraşmaktayım." diye yazmıştır. (46)
Freud'un ne zamana kadar kokain kullandığı
kesinlikle bilinmemekte. Fakat, 1900 yılında, Düş Yorumu çalışmasını
yazıp bitirdikten, başarısını kendisine ve çevresindekilere kanıtladıktan ve de
psişik durumu görece dinginleştikten sonra artık kokainden pek söz etmez
olmuştur.
6. Bir Türlü
Beğenilmeyen, "Ufak Tefek, Beceriksiz Görünümlü" Koca Adayı
Freud, 1871 yılında, doğduğu ve asıl anayurdu
olarak hep özlemini çektiği Freiberg'e gitmiş, burada eski dostları Fluss
ailesinin genç kızı Gisela Fluss'a âşık olmuştur. Bu, Freud'un bilinen ilk
aşkıdır. Freud ile Gisela Fluss arasında kısa orman gezileri ve masalsı
fantastik söyleşiler dışında -şimdiye dek bilinen- tensel bir ilişki
geçmemiştir. Ancak ilk karşılaştıkları gün, 15 yaşındaki genç kızın üzerinde
bulunan sarı renkli giysiyi, Freud yaşamı boyu unu-tamamış, ne zaman bu sarı
rengi görse Gisela'yı ve Frei-berg'i ammsamıştır. Bu ilişki hakkındaki
duygularının bu denli yoğunlaşmasının önemli bir nedeninin, doğum yeri kökenli
fanteziler olduğu sanılmaktadır.
Freud, yaşamındaki tek resmi kadın olan
Martha Ber-nays ile 1882 yılının Nisan ayında tanışır. Martha ile kardeşi
Minna, Freud ailesinin evine ziyarete geldiklerinde işten eve gelen Freud,
ziyaretçi genç hanımları görür. Masada oturmuş elma soyan Martha'ya ilk
bakışta âşık olur. Aynı yılın Mayıs ayında kol kola gezmeye başlar, ilk göz
göze bakıştıktan iki ay kadar soma, 17 Haziran 1882'de ailelerin bile haberi
olmadan gizlice nişanlanırlar.
Martha Bernays, 1861 tarihinde Hamburg'da
büyük ekonomik ve kültürel birikimi olan bir Yahudi ailesinin
|
kızıdır. Heinrich Heine ile de
akrabalığı bulunan, oldukça tutucu bir dindar olan büyükbaba Isaak Bernays Hamburg
Yahudi cemaati yöneticiliği yapmış, 1848 devrim hareketlerine aktif olarak
karşı çıkmıştır. Martha'nm iki yeğeninden biri olan Michael Bernays, Goethe
ve Shakespeare araştırmacısıdır; diğeri, Jakob Bernays ise
"tinsel arınma" (katarsis) üzerine yaptığı çalışmalarla ünlenmiş-tir.
Martha Bernays, bu varsıl, kültürlü fakat geleneklerine bağlı aile içinde
yetişir. Onun ince, zayıf, zarif yapısı, beyaz teni, koyu renk saçları ile
gösterişli ve güzel bir kadın olduğu hep vurgulanmıştır. Freud'un Martha
Bernays'ı eş seçmesinde ailesinin varsıl ve kültürlü konumu, özellikle de
akademisyen yeğenlerinin ünlendikleri konulara duyduğu ilgi ne denli rol
oynamıştır, bilemiyoruz. (47) Ancak yaşamının sonraki dönemlerinde Bernays
ailesinin varsıllığından ve kültürel birikimden -bazı küçük yardımların
dışmda- Freud'a pek bir pay düşmediği sanılmaktadır. Zaman zaman yoksulluk
düzeylerine varan ekonomik sorunlar Freud'un her zaman başlıca korkularından
birini oluşturmuştur.
Freud, Martha'ya karşı başmdan beri hep
tutkulu ve kıskanç davranır. Uzun süren nişanlılıkları zaman zaman sürtüşmeli
geçer, kimi kez ayrılma noktasına gelirler; Martha, uzun bir düşünme döneminden
sonra, yaşammı Freud'la birleştirmeye -çok zor- karar verir ve evlenmek için
"evet" diyebilir. Freud'un parasızlığı ve sabit bir işinin
bulunmaması, Bernays ailesi için hep kaygı kaynağı olmuştur. Damat adaylarmı
hiçbir zaman "iyi bir parti" olarak görmemiş, pek fazla
benimsememişlerdir. Bernays ailesinin varsıllık ve entelektüellik düzeyi Freud
ailesinden daha yüksek görülmüş; ayrıca Freud, gösterişsiz, gelecek vaat
etmeyen sıkıcı bir tip olarak karşılanmıştır.
Martha ile Minna 1883 yazında Viyana'dan
Hamburg'a ailelerinin yanma dönerler. Nişanlılar birbirinden ayrılır ve
Freud'un Martha ile mektuplaşma dönemi başlar.
Freud ile Martha Bernays'ın nişanlılık
döneminde başlayan mektuplaşmaları, yaşamlarının sonuna değin sürmüştür.
Bunlardan en ateşli aşk mektuplarını, evlendikleri gece birlikte karar vererek
yok ederler. Sonra, yaşamm değişik aşamalarmda ve çeşitli nedenlerle, Freud'un
Mart-ha'ya yazdığı mektuplar birkaç kez daha sansürden geçmiş ve ortadan
kaldırılmıştır. Asıl büyük kıyım, ailenin Viyana'dan Londra'ya gidişleri
sırasmda yaşanmış, bu sırada gene pek çok kıymetli evrak ve mektup yok eçUh
mistir. Bunlardan çok az bir kısmım ailenin yakın dostu Maria Bonapart ile Anna
çöp sepetinden kurtarabilmişlerdir. Martha Bernays, kocasının ölümünden sonra,
kalan mektupları yeniden yok etmek istemiş, bu kez pek çok yakın aile dostu ve
kızı Anna bu isteğe karşı çıkmıştır. Tüm kıyımlardan, Freud'un Martha Bernays'e
yazdığı 900'den fazla mektup arta kalabilmiştir. Bunlarm da ancak bir kısmı
Anna Freud üzerinden Ernest Jones'un eline geçmiş; o da ailenin resmi
tarihçisi, biyografi yazarı olarak, bunlarm ancak bir kısmını kitabına
almıştır. Sonuçta dünya, bunlarm gene de ancak çok az bir bölümünden haberdar
olabilmiştir.
Bugüne değin yayımlananlardan
görebildiğimize göre, Freud, özellikle nişanlılık döneminde, hem sırılsıklam
bir âşık hem de usta bir yazardır. "Prensesim",
"Güvercinim", "Öperim" diye başlayıp süren mektupların hem
içeriği çok doludur hem de Freud gibi, büyük uğraşlar içinde ve zamanı son
derece değerli bir insan için şaşırtıcı ölçülerde uzundur. Jones'un
yansıtmasına göre, dört sayfalık bir mektup kısa kesilmiş ya da acele yazılmış
demektir. En uzunu 28 sayfa olan mektupların ortalaması 12-14 sayfadır. Fakat,
onun nişanlısına yazdığı mektuplardaki çelişkiyi anlamak zordur. Gerçekten
Martha'ya ne söylemek istediği, daha doğrusu onu nereye yönlendirmeye çalıştığı
pek belli değildir. Bir yandan onu çok sevdiğini, çok güvendiğini,
bağımsızlığını sürdürmesine çalışacağmı vurgular, öte yandan da onun tümüyle
evinin kadmı olmasmı ve yaşamının odak noktasmı, kocası ve çocukları oluşturması
gerektiğini yazar (Margolis).
Nişanlısına yazdığı mektuplarmı sonradan
kendisi okumuş ve analiz etmiş olsaydı, olasılıkla bunları yazanın oldukça çelişkili
davrandığını, karşıt/ambivalan düşünceler içindeymiş gibi görünürken, aslmda
genç kadını kandırmaya ve eve tutsak etmeye yönelik bir tür "kurt masalı
anlattığı" söylerdi. Freud'un sıklıkla, "akıllı erkekler, eşlerini
yaşamlarını kolaylaştıran, kibar ve neşeli kadınlardan seçerler" (48)
şeklinde son derece "bilgece" öğütler vermesi, bu varsayımları
destekler niteliktedir. Ayrıca, onun ne demek istediğini Martha daha ilk anda,
ilk satırda anlamış; olasılıkla biraz da bu yüzden, nişanlılık dönemini alışılmışın
ötesinde uzatmış, evlenmek için hiç acele etmemiştir. Sonuç gerçekten de
beklendiği gibi olmuştur. Başından beri "Uranlığa yatkın bir insan
olduğunu" söyleyen Freud, hep son derece Ortodoks bir Yahudi erkeği gibi
yaşamış-ve yaşatmıştır. Martha da geleneksel ana rolünü üstlenmiş, alü çocuk
doğurmuş, evinin kadmı olmuştur. Erkeğin kurduğu komplo başarıyla
sonuçlanmıştır.
Ama her şeye rağmen, eşini severek seçen,
ardmdan sürekli koşan, kendisiyle evlenmeye zorlukla ikna eden, bu yolda
binlerce mektup yazan ilk ünlü ve bilge kişi -bilinebildiği kadarıyla- Sigmund
Freud olmuştur.
7. Bitmez Tükenmez
Mektup Yazma Tutkusu
Pek çok eleştirmen, Freud'un mektuplarının
Alman romantik edebiyatmm en güzel örneklerinden olduğunu söyler. 1930 yılında
ona Goethe Ödülü verilmesinde ve sonra da Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday
gösterildiği yolunda söylentiler çıkmasında, yapıtları kadar mektupları da
etkili olmuştur.
Freud'un yaşamı boyunca nişanlısına,
eşine, arkadaşlarına, meslektaşlarma, hastalarma on binin üzerinde (15, hatta
20 bin dolaylarmda) mektup yazdığı tahmin edilmektedir. Bunlardan, özellikle
arkadaşlarma ve meslektaşlarma yazdığı 3500 kadar mektup araştırılmış, önemli
bir bölümü yayımlanmış, üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmışta. Evinde açtığı
ve kendi eliyle yazdığı gelen--giden mektupları belirleyen defterinden bu yoğun
posta trafiğini ayrıca "in vivo" izleyebiliyoruz. İlke olarak gelen
tüm mektuplara, ayrım gözetmeden hemen gününde, ilk 24 saat içinde ve kendi el
yazısıyla yanıt vermiştir. En geç ertesi gün yanıt postaya atılmış, hiçbir
mektup yanıtsız bırakılmamıştır. Pek çok yakın arkadaşı, tüm işlerinin arasında
bir de kendilerine yamt verme zahmetinde bulunmaması için, ya ona mektup
yazmaktan kaçındıklarını ya da mektuplarınm basma "lütfen bu mektuba yamt
vermeyiniz" diye yazdıklarını belirtmişlerdir.
O dönem entelektüelleri için çok şaşırtıcı
olmayan bir durum olsa da, Freud kadar yoğun çalışan ve üreten bir insan için
bu düzenli mektup yazma çabasma ek bir yetenek olarak bakılabilir; ayrıca
hayran da olunabilir. Ancak, öte yandan kendi içine kapanan (hatta kaçan) onun
mesleğinden biri için, arkadaşları ve diğer insanlar (yani dış dünya) ile olan
ilişkilerini, ancak kendisinin istediği ve denetleyebildiği dozda yazdığı
mektuplarla sürdürmesi de anlaşılır bir tür mahrem beslenme sayılabilir. Bu
yöntem, haz veren mahrem iletişim kanalları işlevi görmüştür denebilir. Bu
kanalların kesilmemesine ayrı bir özen göstermiş ve korumuştur. Mektuplarını,
yaşamının son günlerine değin, özenle kendi elleriyle yazarak postalamayı,
ayrıca "kışkırtıcı" bir törensel etkinlik olarak sürdürmüştür.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Freud'un
mektuplarının önemli bir bölümü, ailenin Viyana'dan ayrılıp İngiltere'ye
gidişi sırasında, bu kez istenmeyen nedenlerle yitirilmiştir. (49)
8. "Ateist
Yahudi'nin" Günlük Yaşamı, Batıl İnançları, Cinsel Perhiz İçindeki Güçsüz
Adamın Cinsiyet Üzerine Savları
Martha Bernays (25) ile Sigmund
Freud (30), uzun ve sıkıntılı bir nişanlılık döneminden sonra, 13 Eylül 1886
tarihinde, Bernays ailesinin oturduğu Wandsbek yöresi evlendirme
dairesinde, sade bir törenle evlenirler. Tören, dinsel seremonilerden tümüyle
arındırılıp, modern laik koşullara göre düzenlenir.
Martha Bernays, Ortodoks bir
Yahudi ailesi içinde yetişmiş ve eğitim görmüş olmasına karşm, Freud'la birlikte
yaşadığı 53 yıl boyunca, kendi evinde hiçbir dinsel tören yapamamıştır, çünkü
eşi buna olanak tanımamıştır. Mart- . ha Bernays, aile dostları Peter
Gay ile bu konuda konuşurken, "Bir düşünün, evlenme törenimizden sonraki
ilk Sabat akşamı bile mum yakmam mümkün olmadı" diye yakın-mıştır. Buna
karşılık Freud, "Haklısın, ama biliyorsun ki, bizim evde batıl inanca yer yoktur"
diye yanıt vermiştir. (50) Martha Bernays Freud, ancak, kocasınm ölümünden sonra, yaşadığı 12 yıllık dulluk döneminde,
evinde cuma geceleri mum yakmak gibi Yahudi geleneklerine uygun, kimi küçük
dinsel kutlamalar yapabilmiştir. 1951 yılında öldüğü zaman, çocukları cenaze
törenine bir haham çağır-
mışlar, annelerinin bu konuda bir
kez olsun mutlu olmasını istemişlerdir.
Jones, Freud-Martha çiftinin 53 yıllık
evliliklerinde hiçbir olumsuzluğun görülmediğini, birbirlerine karşı hep
saygılı davrandıklarını ve uyum içinde yaşadıklarını söylemiştir. Ancak bu
birliktelik, sanıldığı gibi sorunsuz ve sürtüşmesiz bir evlilik olmamıştır.
Freud çifti dokuz yılda altı çocuk sahibi olur. Martha Bernays, kuşkusuz üst
üste doğurduğu altı çocuğun getirdiği ağır bedensel ve ruhsal etkilere bağlı
olarak da, entelektüel kapasitesini beklenen düzeye geliştiremez. Fakat
Freud'un en temel isteğinin huzur ve sakinlik olduğunu sezinleyip, bunu
sağlamaya ve evin içini sürekli sakin ve dingin tutmaya çalışır. Her şey
Freud'un rahat edebileceği şekilde ayarlanır. Buna karşın, çocuklar ve evin
genel yaşamı ile Freud arasmda zarif, ince bir duvar kurulmuştur; ilişkiler hep
kibar, karşılıklı anlayış içinde, fakat biraz da yüzeysel -ve belki de oldukça
soğuk- biçimde sürmüştür. Freud, savunduğu özgür düşünceleri aile içinde
çocuklarma uygulamakta pek başarılı olamamıştır. Martha da Freud'a bir anlamda
küçük çocuk muamelesi yapmış, "bir tür pornografi" diye tanımladığı
psikanalizi çocuklarm yatak odalarma sokmamak koşuluyla, kocasının, istediği
konularla huzur içinde çalışmasına olanak tanımıştır.
Freud, karısı için giderek daha az zaman
ayırdığını görmüştür. Martha da buna sorun çıkarmadan uymuştur. Zaman içinde
araları iyice açılmış, bu durum Freud'un hastalanmasmdan sonra daha da
artmıştır. Freud, 1923 tarihinde çenesinden ameliyat olduğu zaman, yanmda
tümüyle kızı Anna kalmış ve bakımını üstlenmiştir. Sonraki ameliyatlarda da bu
durum benzer şekilde sürmüş ve olasılıkla, bu, Martha ile Anna arasmda, kimi
küçük (ya da çok büyük) sürtüşmelere, krizlere -bile- neden olmuştur.
Daha da önemlisi, Freud, morfin alarak
yaşamını noktalamaya karar verdiği 21 Eylül 1939 tarihinde, özel
doktoru Max Schur'a, "Bu kararı lütfen Anna'ya haber verin"
diye tembihlemiş, karısının admı anmamıştır.
Martha Bernays'm kız
kardeşi Minna Bernays (18781941) ile Freud arasmdaki çok
yönlü ve özel ilişki, araştırmacıların hep ilgisini çekmiştir. Minna Bernays'm,
Mart-ha'ya göre çok daha akıllı ve bilgili olduğu bilinmektedir. Yakından
tanıyanlar, Minna'nın, hayran kalman anlayış yeteneğinden ve edebiyat
bilgisinden söz etmişlerdir. Minna, daha 31 yaşındayken nişanlısı ölünce,
Freud'larm evine taşınmış ve yaşammm sonuna değin burada kalmıştır. Martha ile
aralarında bilinen bir sorun olmayan Minna'nın, Freud'un entelektüel yaşamına
önemli katkısı olmuştur. Freud'un yazılarını ve hasta raporlarını ilk okuyan
ve eleştiren hep Minna olmuştur. Freud'un gezilerine Martha'nm
katılmak istememesi üzerine, çok kez ona Minna eşlik etmiştir. Freud
ile Minna arasmda cinsel bir ilişki olduğu (ya da olmadığı) yönündeki
kanı, bugüne dek ne kanıtlanmış ne de tümüyle yadsınmıştır. Freud'un, Martha'ya
karşı azalan heyecanı, olasılıkla Minna'ya karşı sürmüştür. Freud, öldüğünde
ardında üç kadının yalnız kaldığı söylenir:
Arma, Martha ve Minna. Aileyi çok ya- • kından
tanıyan Ernest Jones'un kanısına göre, bunlardan en çok Minna acı
çekmiştir.
Freud, yaşamı boyu toplum ve salon insanı
olamaz. Bilindiğinden de öte yalnız -hatta çok yalnız- ve içine kapanık bir
insan olarak yaşamıştır. Freud ile Martha arasındaki tutkulu sevgi
beklenenden daha kısa zaman için de sona ermiş; özellikle art arda gelen altı
çocuk, aralarındaki cinsel ilişkinin de donuklaşmasına neden olmuştur. Freud'un
kanısma göre, evlilik kısa sürede kendisini tüketmiş, duygusal heyecan
bitmiştir. Freud'un, melankolik kisiliği ve korku nevrozları nedeniyle
başından beri pek de güçlü olmayan cinsel tensel yaşamı, olasılıkla 41 yaşından
sonra hemen hemen tümüyle sona ermiştir. Bitmez tükenmez korkuları,
depresyonları, babasının ölümünden sonra ortaya çıkan yoğun suçluluk duyguları
ve giderek artan entelektüel etkinlikleri, cinsel enerjisini -olasılıkla- daha
da azaltmıştır. Ya da bilinçli olarak libidosunu tümüyle entelektüel
çalışmaları için kullanma kararı almıştır.
Freud, 1910 yılında Leonardo da Vinci'nin
biyografisi üzerine yazdıklarında, bir anlamda kendisini anlatır. Le-onardo'da
saptadığıyaşlı baba, genç anne, cinsel gücün azlığı (hatta örtük biseksüel
eğilimler) ve yoğun bilimsel araştırmaların haz ilkesine ters düşüşü gibi
gözlemler, kendi biyografisini de anımsatır. O, bu durumunu -ustaca-
genelleştirip, "kültür içinde yaşanan huzursuzluklar" (1930),
insanların cinsel dürtülerini bastırışı ve onları mut-suzlaştırışı olarak
yorumlamıştır.
Freud'un yaşam ve çalışma tarzı üzerine
getirilebilecek belki de en çarpıcı vurgu, bu konu üzerine önemli -ve çarpıcı-
bir şey söylenemeyeceği saptamasıdır. Peter Gay gibi aileyi yakından
tanıyanların, Lakonik bir tarzda tespit ettikleri gibi, yaşamı çok sakin, hatta
anlamsız geçmiştir: Doğmuş, eğitim görmüş, evlenmiş, seyahat etmiş, hasta
bakmış, yazı yazmış, yapayalnız acı çekmiş, yaşlanmış, sürgüne gitmiş, ölmüş...
Daha somut söylemeye çalışırsak, Freud'un yaşam ve çalışma tarzı bilinenlerin
ve sanılanların çok ötesinde "sansasyonel monotonluk" içinde geçmiştir.
Aile, 1892 yılından Viyana'yı terk etmeye
zorlandıkları 1938 yılma dek, hep Berggasse 19 numaralı evde yaşamıştır.
Freud, oturduğu katın altındaki küçük daireyi de muayenehane olarak kullanmış,
evi ve çalışma odası içine kapanık bir tür keşiş/münzevi yaşamı sürdürmüştür.
|
Tüm yaşammı ve çalışmalarını aynı
küçük mekân içinde geçirmiştir. Toplumsal ve dinsel güçlerin kendisini kolayca
denetleyemeyeceği bir yalnızlığa -iç mekâna- çekilmiş, burada hiçbir düzene
bağlı olmayan modern yalnız (monad) olarak kendi hüznünü, acılarını,
büinçdışmı ve bunları doğuran toplumsal/bireysel koşulları analiz etmeye
çalışmıştır. Freud, barok sanatında odanın içine konan 'ay-na'yı, bu iç mekânda
kendi yüzüne tutmaya ve böylece dış dünyada, toplumsal kültürel tarihte olup
bitenleri, kendi 'resmi bilincinin' bile denetleyemediği bilinçdışmdan
öğrenmeye çalışmıştır. Muayene odasında bile, kendisini yalıtmada o denli ileri
gitmiştir ki, dostlarının onun oturuş stiline göre, özel olarak yaptırdıkları
koltuğunu, hastalarının (bile) kendisini göremeyeceği, salt konuşma ve
sözcükler aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurabilecekleri biçimde ünlü
divanının başucuna koymuştur. Freud kendi iç mekânına geçip, buraya
bağlandıkça, bu kez burasını mutlaklaştırmıştir. Onun içinde yaşadığı mekâna bu
denli bağlanmasında, hep aynı evde, aynı odada oturmakta ısrar etmesinin
ardmda, acaba çocuklukta yaşadığı yer değiştirmeye bağlı olarak duyumsadığı,
yurdunu, ananın göğsünü/memesini yitirme, bir daha geri dönememe ve "aç
kalma" korkularının etkisinin ne boyutlarda olduğunu bilemiyoruz. Ama hiç
etkileri olmadığını da düşünmüyoruz. (51)
Bu iç mekân olayı, modern toplumun en çok
tartışılan konularından biridir. Walter Benjamin'in kanısına göre
(52), iç mekânlarda hem uzakta olanlar ve hem de geçmişte kalanlar toplanmıştır.
İç mekân, hem sanatm hem de bilinçdışı fantezilerin sığmağı; hem kişinin evreni
hem de bu evrenin muhafazası olmuştur. İç mekânlar orada yaşayanların ruhsal
dünyalarmı, kişiliklerini etkilemiştir. Kullanılan eşya, mobilyalar,
kendilerini buraya toplaya-
nın izlerini taşıdıkları gibi, kendi
izlerini de bu kez karşı tarafa yansıtmaktadır. Bu bağlam içinde Freud'un
kişiliği, yaşadığı iç mekânm, mobilyaların, antik koleksiyonun düzenini
belirlemiştir. Bu iç mekân düzeni de yeniden onun psişik yapısını ve yazdıklarını
etkilemiştir. Benjamin'in tanımıyla, her iki taraf da birbiri üzerinde parmak
izi bırakmıştır. Benjamin'in, neredeyse "Freud ile odası arasındaki
ilişkiyi anlattığı bu çok dâhice ve ozanca betimlemenin sağlamasının bu denli
kuvvetli yapıldığı ikinci bir örneğin olmadığını düşünüyorum.
Freud, yaşamı boyu her sabah saat yedide
kalkmış, soğuk duş yapmıştır. Her sabah berberi gelip saçını, sakalmı özenle
düzeltmiştir. Düzenli olarak haftada altı gün, saat tam sekizde ilk hastasını
kabul etmiş, her hasta için tam 55 dakika ayırmıştır. Her hastadan sonra,
kendisine beş dakika dinlenme ve düşünme zamanı tanımıştır. Saat tam 13.00'te
aile üyeleriyle birlikte öğle yemeği yemiştir. Ailenin genç üyeleri akşamları
erken yattıkları için, öğle yemekleri tüm ailenin bir araya gelebildiği asıl
buluşma noktası olmuştur. Freud, öğle yemeğinden sonra kendisine iki saatlik
bir öğle tatili zamanı armağan etmiş, bu zaman dilimi içinde, genellikle,
evinin arka sokaklarmda tek basma hazım yürüyüşleri ve küçük alışverişler
yapmıştır. Gene " bu süre içinde, tütüncü dükkânlarına uğramış, ünlü purolarını
almış veya yazılarını düzeltmiştir. Saat tam 15.00'ten 21.00'e kadar yeniden ve
aynı şaşmaz düzen içinde hasta kabul etmiş, saat 21.00'de ya da bazen 22.00'de
akşam yemeği yemiştir. Günde ortalama 10-13 saat kadar analiz yapmış, yıllarca
öğlen yemeğinden akşam dokuza ya da ona kadar hiçbir şey yemeden ve içmeden
çalışmıştır. 65 yaşmdan sonra, akşamüzeri saat beşte kendisine bir fincan kahve
içme lüksünü tanımıştır. Akşam yemeklerinde ailenin yetişkinleri bir araya
gelmiştir.
Freud, Yahudilerin çocuklar,
torunlar, yeğenler, halalar, amcalar, yakm akrabalardan oluşan büyük aile geleneğini,
uranlığa eğilimli otoriter bir baba tavrıyla sürdürmüş ve yönetmiştir.
Otoriteye, baskıcı düşüncelere karşı başkaldırmayı savunurken kendi dünyasında,
ailesinde ve psikanaliz hareket içinde son kerte uzlaşmaz davranmış, otoriter
bir kişilik olmuştur.
Muayenehanesinin küçük bekleme salonunda,
1902 yılı sonbahar aylarından sonra, Alfred
Adler, Max Kaha-ne, Rudolf Reiter, Wilhelm Stekel'in katıldıkları
(karşıtlarının "Beşli Çete" ya da "Viyana Çetesi" olarak
da tanımladıkları) beş kişilik Viyana Psikanaliz Derneği'nin ünlü
"Çarşamba Toplantıları" düzenlenmeye başlanmıştır. Sonra bunlara Karl
Abraham ile Hans Sachs eklenmiş; böylece "yediler grubu" (ya da
"çetesi") kurulmuştur. (53)
Freud çarşamba akşamları
Psikanaliz Derneği'nin toplantılarına katılmış, cumartesi akşamları aile
arasmda iskambil oynanmış, pek sık olmayarak da
Shakespeare veya Mozart'ın yapıtlarının sergilendiği tiyatrolara, konserlere
girmiştir. Freud, edebiyata olan tutkusuna karşın, anlaşılması zor biçimde müzik dünyasından
uzak durmuştur. Anna Freud'un anılarına göre Freud, içinde sevgi-nefret,
iyi-kötü ikilemi gibi günlük yaşamın çelişkileri -kısmen-bulunduğu için, Don
Giovanni, Figaro'nun Düğünü gibi operalara istemeyerek de olsa, arada bir,
"zorla" gitmiştir. Pazar günleri, öğleden önce annesini ziyaret
etmiştir. Pazar öğleden sonra kardeşler ve ailenin diğer üyeleri bir araya
gelmişler, bazı dost ziyaretleri yapılmıştır. Gene pazar günleri, çoğu kez
odasma çekilip çalışmalarını yazmış; bazen de çocuklarla birlikte Viyana'daki
sanat galerilerini gezmiştir.
Freud, özünde hiç de asık
suratlı bir insan olmadığını, buna karşm, yaşamın komik yanlarmı ön plana
çıkarmak-
ta ustalaştığını ve bu nedenle kendisinin
"neşeli kötümser" ya da "kuşkulu kötümser" olarak
tanımlanabileceğini söylemiştir. Yahudilerle ilgili fıkraları dinlemekten ve anlatmaktan
-babası Jakob kadar olmasa da- hep keyif duymuştur.
Evlerinde 27 yıl süreyle çalışan ve
onlarla birlikte Londra'ya giden yardımcıları Paula Fichtl, Freud'larm,
evlerine gittiği ilk gün evde ağır, dondurucu bir sessizliğin olduğunu,
Martha'nın geri çekilmiş -donuklaşmış- kişiliğini, Anna'nın ondan da beter
durumdaki içe kapanıklığını, kısaca ailenin sakin ve dingin olmasma karşm pek
de mutlu olmadığmı hemen duyumsamıştır. Evin içinde pek konuşulmadığmı ve
olağanüstü bir tekdüzelik içinde yaşandığmı fark etmiştir. Arada bazı küçük
davranışlar bu tekdüze yaşam tarzma belki biraz renk katmıştır. Örneğin,
çalışma masasını çok düzenli tutan Freud, tüm uyarılara karşm ayak tırnaklarını
kesmeyi pek sevmediği için çorapları hep aynı yerden delinirmiş. Bu tavrmdan
dolayı neredeyse çocuksu bir keyif aldığı gözlenmiştir. (54) Çamaşırlarının ve
yatak çarşaflarının bazı kereler kanlı ve kakalı olduğunu görmesi üzerine,
Martha, yardımcısına açıklama yapma gereğini duymuş ve kocasının çalışma
koşulları gereği bütün gün oturmaktan kabızlık çektiğini, bu nedenle de
bağırsaklarının bozuk, dışkısının çoğu kez kanlı olduğunu söylemiştir. Paula
Fichtl, birkaç kere Fre-ud'un banyoda çırılçıplak durmuş, Martha'nm kendisini
ıslak havlularla temizlemesini çaresiz gözlerle seyredişine tamk olmuştur. Bu
ara Paula Fichtl gene birkaç kez Fre-ud'un sünnetli penisini görmüş ve bu
duruma çok şaşırmış; çok akıllı olduğu söylenen bu adamm, olasılıkla bu
"eksiklik" duygusuyla hep bu konular üzerinde çalışmış olabileceğini
düşünmüştür. (55)
Freud yaşamı boyu teknik gelişmelerden hep
uzakta durmaya çalışmıştır. Evde hiç müzik sesi işitilmemiş, eve ısrarla
gramofon bile alınmamıştır. Telefondan ve telefonla konuşmaktan hiç
hoşlanmamış, bu tür konuşmalarm mutlaka yüz yüze yapılması gereğini
savunmuştur. Oğlu, onun telefon sesine karşı olan aşırı duyarlılığı bilindiği
için, telefon aletini olası bir tahribattan koruyabilmek amacıyla özel önemler
alındığını söylemiştir. Paula Fichtl, Freud'un müziğe karşı sanki sağır
olduğunu düşünmüştür. Yazışmalarında, konuşmalarmda müzikle ilgili olarak çok
bilgece alıntılar yapan Freud'un, bu konudaki duyarsızlığını anlamak kolay
olmamıştır. Anna'nın anlattıklarına göre, onu değil konsere, müzik çalman bir
yemek salonuna bile götürmek neredeyse olanaksızdır; ya içeri hiç girmez ya da
asık suratla birkaç lokma yedikten sonra, "bu dayanılmaz ortamdan"
çabucak kaçıp gitmek ister.
Freud, üst çene kemiğinde gelişen kansere
karşın, uzun yıllar tütün içmeyi sürdürmüştür. Düşünme yeteneğini azaltacağı
için içkiye hiçbir zaman ilgi duymamıştır. Yaşamının belli başlı lüksü olarak,
yılda 4 hafta kadar, tatil yapmayı, dağ yollarında yürümeyi, mantar ve
böğürtlen toplamayı her zaman çok sevmiştir. Sıklıkla, çalışmasız yaşamı
düşünemediğini, fantezilerin ve çalışmanm her zaman birlikte yürüdüğünü, en
azmdan kendisinin bunları birlikte sürdürmekten keyif duyduğunu söylemiştir.
(56) Sınırlı bir yeteneği olduğunu, örneğin doğabilimlerine ve matematiğe karşı
hiçbir eğiliminin bulunmadığmı belirtmiştir. Belki de tek olumlu yanının,
bıkmadan usanmadan, yoğun bir süreklilik içinde çalışmak olduğunu açıklayarak,
başkalarmdan önce kendisi için yazdığını, yazmakla mutlu olduğunu
vurgulamıştır.
Her zaman temiz ve şık giyimli görünmesine
karşm, onu yakmdan tanıyanlar, gardırobunun oldukça mütevazı olduğunu, tüm
giyim kuşammm üç-dört takım elbise, birkaç takım iç çamaşırı ve birkaç çift
ayakkabıdan oluştuğunu söylemişlerdir. Giyim kuşamda, gömleklerinin,
kravatlarının seçiminde oldukça geleneksel davranmış, modayı biraz geriden
izlemeye çalışmıştır. Arma Freud, babasının yaşammm temel özelliğini tek bir
sözcükle söylemek gerekirse, bunun 'yalınlık' olduğunu belirtir. Fre-ud'ların
evinde (bile) zaman zaman ekonomik zorluklar yaşandığı söylenmesine karşın;
sağlık, eğitim ve gezi konusunda para harcanmaktan sakınılmamıştır.
Freud çalışkan ve temizdi; dosyaları ve
mektupları çok düzenliydi. Ciddi, diğer insanlarla ilişkilerine ürkek bir
dikkat gösteren, düşüncelerinin onaylanması (otoritesine boyun eğmek) koşuluyla
dostluğuna güvenilir, ayrıntıları ve çelişkileri çok önemseyen, sorumluluk
duygusu yüksek, özveri çabası içinde bir insandı. Ateist olmasına karşın,
birazcık da batıl inançları olan, büyük aile ilişkileri gibi geleneklere ve
kadm erkek ilişkilerinde ataerkil ilkelere bağlı bir yaşam sürdüren,
çocuklarına karşı hoşgörülü, sorularına açık yanıtlar vermeye çalışan,
eğitimlerine özen gösteren, fakat arada hep belirli bir mesafe bırakan, sevecen
(sözde) "modern baba" gibi davranmış, yakınlarını, ve çocuklarını
arada bir yanaklarından öpmüş, ama pek seyrek kucaklamışta. Buna karşın, gene
pek seyrek olarak sertleşmiştir. Yahudi geleneklerine karşı çıkmak için, üç
oğlunu da sünnet ettirmemiştir.(57)
Freud'un ölümünden sonra oğulları Martin
ve Erich, babalarmm dedeleri Jakob Freud'dan ne daha az ne de daha fazla
demokrat olduğunu; dedelerinin ve babalarmm özde birbirlerine çok benzediğini
söylemişlerdir. Aile içinde çocuklarla ve onların özel sorunları üzerine
konuşmak hiçbir zaman mümkün olmamışta. Örneğin, büyük oğlu
Martin 13-14 yaşlarına değin cinsel
konularda hiçbir bilgisinin olmadığını ısrarla yazmıştır.
Evdeki ağır otoriter baskı nedeniyle,
hemen bütün çocuklarda, hafif bir kekemelik ve peltek konuşma ortaya
çıkmıştır. Bu durum onların öğrenme başarılarını önemli ölçüde düşürmüştür.
Öğretmenleri bunu Freud ailesine anlatmak için çok uğraşmışlar, kerelerce
uyarmış, ama sonuç alamamışlardır.(58) Bu konuda Freud'un çeşitli konuşmalarda
vurguladığı tanıyı anımsatırsak: Kekemelik ve peltek konuşma, baskı altmda
tutulan çocuklarda ayrılma/kopma korkusuna bağlı olarak ortaya çıkmaz mıydı!
Büyük oğlu Martin, alaycı açıklamalarıyla
aile içi ilişkilerin trajik boyutuna daha da çarpıcı açıklıklar getirmiştir.
Martin, "Babamızın biz çocuklarma sunduğu/ armağan ettiği en büyük
özgürlük, onların kendisinden istedikleri kadar korkabilme
özgürlükleriydi" demiştir. (59) İnsanın Freud gibi "her şeyi bilen ve
her zaman haklı olan" bir babası olursa, korku, kekemelik ve peltek
konuşma özgürlüğünü kullanması da kaçınılmaz olacaktır.
Böylece, 20. yüzyılın en büyük modern
psikiyatrisinin çocukları, onun verdiği konferanslarda söylediklerinin
sağlamasını yapmışlardır. En küçük kızı Anna, yaşam boyu babasının gölgesinde
kalmış, başka bir söylemle, "babanın gücü, annesinin güçsüzlüğü"
onun kişiliğini, tüm yaşamını ezmiş geçmiş, özgün bir benlik oluşturmasını engellemiştir.
9. Paris'te
Yaşanan "Charcot Şoku"
Freud, meslek çalışmalarının ilerleyen
dönemlerinde, Mey-nert'in nöroanatomi kliniğinden sonra, 13 Ekim 1885 - 28
Şubat 1886 tarihleri arasında modern psikiyatrinin Kabe'si sayılan Paris
Salpetrier Kliniği'nde çağm en ünlü nörop-sikiyatristlerinden ve renkli kişiliklerinden
Charcot'nun yanmda çalışır. Kişiliğinin ve kariyerinin gelişmesinde, bu altı
aylık Paris döneminin önemli etkileri olmuştur. Jean Martin Charcot
(1825-1893), Freud'un kişiliğinin evrimini etkileyen başlıca insanlardan
biridir. Freud, 20 Ekim 1885 tarihinde, Salpetrier Kliniği'nde Charcot'yu
görüşünü şöyle anlatır:
"Saat 10'da Charcot geldi. Bu büyük
adam, 58 yaşlarında. Kısa boylu, şişman, canlı, yaşam dolu. Kafasında silindir
bir şapka vardı(...) Koyu renk gözleri, yumuşak bakışları (...) Saçları uzun,
geriye kulaklarının arkasına doğru taramış (...) Çok esprili, dünyaya açık bir
in- san."(60)
Freud, sonraki yaşamının kimi sıkıntılı
dönemlerindeki düşlerinde, şu veya bu biçimde dünyaya açık bu insanı görmüş,
onunla konuşmak, sıkıntılarını tartışmak istemiştir. Charcot'nun derslerinde,
Nötre Dame'da mutlak mutluluğu bulan insanların duyulmadıklarına benzer
duygulara kapıldığını yazmıştır. (61) Charcot, Freud için hep heyecan verici,
öğretici, ulaşılmayacak kadar büyük bir bilim adamı ve dost olarak kalmıştır.
(62) Freud'un kanısına göre de, Charcot çok etkileyici bir kişiliktir,
sevimlidir, esprili-
J. M. Charcot; Freud'a
imzaladığı fotoğraf (1886). Charcot, psikiyatrinin Napolyonu pozunda. Belki
gerçekten de çok şey yaptı ama pozu her zaman yaptıklarının önüne geçti (S. T.)
dir. Her türlü tartışmaya açıktır. Her
konuşması, başından sonuna en küçük ayrıntılarına dek planlanmış küçük bir
sanat yapıtıdır. Konuştuklarında bilimsel verilerin ötesinde estetik bir
şeyler de görülür.
Freud,bubüyükkişilikkarşısında,130cakl886'da"Tüm
bağımsızlık duygularıma karşın, bağımlı olmak zorunda kaldığımdan değil, severek
bağımlı olmak istediğimden, dolayı mutluyum" diye yazmıştır. (63)
Charcot'nun bir konuşmasını Freud yaşamı boyu hiç unutamamış, bu konuşma ona
yol gösterici olmuştur. Bir tartışma sırasında, yanında çalışan bir başka ünlü
hekim, hipnozla sağaltım yönteminin, tüm çağların en büyük fizyologlarından
biri olan Hermann Helmholtz'un (1821-1895) kuramma aykırı olduğunu söyleyince,
Charcot, "Bu söyledikleriniz sözünü ettiğiniz kuram için çok daha fena;
kuram iyi, güzel ama gördüğünüz gibi gerçekleri var olmaktan alıkoyamıyor"
demiştir. (64) Bu konuşmadan sonra, hep "tartışılmaz kuramlarla"
mücadele etme kararı veren Freud'un nörolojiden psikiyatriye geçişi
kesinleşmiştir. Ama bu kez de kendisi söylediklerinin tartışılmasına hiçbir
zaman olanak tanımamış, kendisini eleştirenleri acımasızca dışlamıştır.
Paris'te kaldığı süre içinde, nöroloji ve
psikiyatri üzerine çağın en aydınlık, kışkırtıcı düşünce ve tartışmalarını
izlemekle kalmamıştır. Charcot, Freud'dan konferanslarını ve kitaplarını
Almancaya çevirmesini rica etmiştir. Böylece Freud, bu büyük psikiyatristin en
yakın dost çevresine katılma olanağını bulmuştur. Bu çeviri işini o denli yoğun
bir tutku ve şaşırtıcı bir hızla gerçekleştirmiştir ki, örneğin,
Charcot'nun Sinir Sistemi Hastalıkları ve Histeri Üzerine Yeni
Konferanslar adlı kitabı, Almanca olarak Fransızcasından bir süre
önce, 18 Temmuz 1886 tarihinde basılmıştır. Fre-ud'a bu çalışması için 280
gulden çeviri parası verilmiştir.
Charcot'nun salt çalışmaları değil, evinde
yaptığı kimi arkadaş toplantıları bile Freud için çok heyecanlı olmuştur. 1886
yılının Ocak ve Şubat aylarmda birkaç kez Charcot'nun evine çağrılır. Hem
diğer davetlilerle tanışmanın sıkıntısıyla hem de Fransızcasmm bu tür önemli
toplantılar için yeterli olmayacağı kaygısıyla her seferinde Freud, çok
heyecanlanır. 2-3 Şubat 1886 tarihli toplantı dönüşünde hemen, sıcağı sıcağma
nişanlısı Martha Bernays'a yazdığı mektupta, " Çok şükür bu da geçti.
Düşün, bu kez kırk-elli kişi kadar çağrılı vardı, ki ben bunlarmm içinden ancak
üç ya da dört tanesini tanıyordum. Ayrıca, birbirimize tanıştırılmadık, herkes
kendi çabasıyla birbirini tanımaya çalıştı" der. (65) Freud, bu tür
toplantılarda olasılıkla (hep) birkaç damla kokain alarak heyecanmı dindirmeye
çalışmıştır. Şato benzeri bir malikânede, prensler gibi yaşayan, olağanüstü
ünlü ve zengin Charcot, Şubat 1886'da evinde verdiği başka bir davette, son
anda, kayınpederinin ağır hasta olması nedeniyle üzüntüler içinde davetlilerin
yanından ayrılmak zorunda kalmıştır. Altı gün sonra, yeniden kliniğe
geldiğinde, Charcot'nun, giyinişi, neşesi ve sevincinden, keyfinin boşuna
olmadığı, zengin kayınpederinin öldüğü ve kendisine yüklüce bir miras (daha)
kaldığı anlaşılmıştır (23 Şubat 1886 tarihli mektuptan).(66)
Freud bu ara cebindeki parasmm el verdiği
oranda Paris'i gezme olanağmı bulur, tiyatrolara, konserlere gider. 8 Kasım
1885 tarihinde Martha'ya gönderdiği mektupta, Theatre Porte Saint Martin'de
Sarah Bernhardt'ı seyrettiğini ve hayran kaldığını yazmıştır. (67) Mektupları
şaşırtıcı ayrıntılarla doludur. Çıktığı kulelerin merdivenlerini sayar ve
yazar. Louvre Müzesi'nin içini ayrıntılarıyla anlatır. Gittiği tiyatroların
hangi sırasmda, kaçmcı koltukta oturduğunu belirtir. Örneğin, "Concorde
Meydanı'na gittiğimde bir çığlık attım; bir düşün ve inan bana, Luxor'dan gelmiş sahici bir dikili
taş görüyorum!" der.
Freud, 28 Şubat 1886 tarihinde
Paris'ten ayrılır. Sonraki yıllarda, 1889,1910 ve 1936 tarihlerinde çok kısa
süreli de olsa üç kez daha bu dünya başkentine gidebilme olanağı bulur.
Freud felsefeyi, üniversitenin
felsefe seminerlerinde, teolog, Aristoteles uzmanı ve
Darwin hayranı filozof Franz Brentano'dan öğrenir. Franz Brentano'nun felsefe derslerini iki yıl boyunca izler. Burada Ludwig Feuerbach'm,
Hıristiyanlığın Özü (Das Wesen des Christentum, 1843) yapıtında
doğabilimlerine ve psikolojiye temel alabileceği felsefeyi bulur. Ludwig
Feuerbach (1804-1872), özellikle ilk baskısını 1841, genişletilmiş ikinci baskısmı
1843 tarihinde yayımladığı Hıristiyanlığın Özü yapıtıyla,
modern aydınların düşün dünyalarmı çok etkilemiştir. Feuerbach, Hegel'in dünyayı
tinselleştirmesini, mutlak tini dünyanın özü, tarihi de tinin gelişme tarihi
olarak gören kurgusal felsefesini eleştirmiş; modern aydınların özlemini çektikleri
doğa ve insan temeli üzerine dayalı, yaşayan gerçek inşam arayıp bulmayı
amaçlayan bir felsefe kurmaya çalışmıştır. Bu yolda da ilk adım olarak
Hıristiyan teolojisini eleştirmiştir.
Hıristiyanlığın
Özü kitabmda, Hıristiyanlığın artık ne akılda ne sanatta ve hepsinden önemlisi
ne de sanayi ve teknolojide yaşadığını, günün koşullarında inancın inançsızlığa,
İncil'in akla, gökyüzünün yeryüzüne, ibadetin çalışmaya, Isa'nm insana,
cehennemin yoksulluğa ve işsizliğe dönüştüğünü, politikanm dinin yerine
geçtiğini, en geniş anlamıyla 'din' sözcüğünün artık toplumda yeri olmadığını,
insanın gökyüzü ile yeryüzü arasmda ikiye bölünmüş durumda yaşamak
istemediğini, felsefeyi çağın gereksinmelerini karşılayacak biçimde değiştirmek
gerektiğini, felsefenin artık dinin ve teolojinin, devletin de kilisenin
yerine geçtiğini söyleyen Ludwig Feuerbach'ın, Freud'un felsefi düşüncelerinin evrimi üzerinde önemli etkisi
olmuştur. (68)
10. Josef
Breuer ile Histeri Üzerine Çalışmaların Başlaması
Freud'un kişiliğinin evriminde kendisinden
on dört yaş daha büyük olan Josef Breuer (1842-1925) ile oluşturdukları yakın
arkadaşlık önemli ve ayrı bir yer tutar. Breuer, yaşadığı yıllarda Viyana'nm
en ünlü ve parlak hekimlerinden biridir. Entelektüel kapasitesinin ötesinde,
çok iyi bir klinik ve laboratuvar eğitimi almış, solunum fizyolojisi üzerine
önemli araşürmalar yapmıştır. Vagus sinirinin solunum sistemi üzerindeki
etkisini tespit edip, kendi adıyla da anılan Breuer-Herings refleksinin
bulunmasına katılmış, içkulak labirentini araştırmıştır. Ayrıca renkli görme
üzerine çalışmalarıyla ünlenmiştir. Tıp yazınında pek çok önemli buluş, Breuer
adıyla kayıtlanmıştır. Tanı koymada olağanüstü bir yeteneğinin bulunduğu hep
vurgulanır. ' Ayrıca, psikoterapi sonucu oluşan ruhsal dinginleşmeye, armma
(katarsis) tanımmı gene ilk kez o kullanmıştır.
Breuer'in, Freud'a etkisi ve yardımı
çeşitli boyutlarda olmuştur. Öncelikle, Freud'u Viyana'nm önde gelen tıp
otoritelerine o tanıştırmış, çeşitli laboratuvar ve kliniklerde yer bulmasma
yardımcı olmuş, sürekli ekonomik destekte bulunmuştur. Freud'un 21 Haziran
1886'da açüğı muayenehanesine, ilk zamanlar hastalarmm büyük çoğunluğu, Breuer
tarafmdan gönderilmiştir. Freud, Breuer ve karı-
sı Matilda'nm kişiliklerinde "yedek
babaanne" desteğini görmüştür.
Bütün bunlarm ötesinde, Breuer'in, Freud'a
yaptığı belki de en önemli -tarihsel- etki, Aralık 1880'den Haziran 18-82'ye
kadar tedavi ettiği ve psikanaliz tarihinin ilk klasik hastası olarak kabul
edilen 21 yaşmdaki "Anna O" (Bertha Pappenheim) hakkında, Kasım 1882
tarihinde bilgi vermesi ve sonra da bu bulguları tartışıp, birlikte yayımlamak
istemesidir. Freud, Anna O'yu olasılıkla hiç görmemiş, ancak Breuer'in
anlattığı biyografisini ve nevrotik belirtilerini öğrenmiştir. Breuer'in
isteği üzerine, bu belirtilerin yorumuna katılmıştır. Charcot ve Bernheim'dan
öğrendiklerini kendi özgün düşünceleriyle de zenginleştirerek, Breuer ile
birlikte, 1895 tarihinde yazdığı Histeri Üzerine Araştırma, modern
psikiyatrinin ilk önemli yapıtı olarak yayımlanmıştır.
11. Psikiyatrinin Rozette Taşı: "Anna O"
I.
Paris geçen yüzyılın sonlarında,
modernizmin, Çılgın Çağın (Belle Epoque) başkenti olarak
örgütlenirken, bunun birkaç kilometre ötesinde, bu yaşam tarzının negatifi olarak
kendilerini "başkalarından başka" duyumsayan insanların ve özellikle
de kadınların psikiyatri kliniklerine kapatılma süreci artan bir hızla
sürmüştür. Beş bin kadar kadm, "çılgın çağın cadıları" olarak
"son Bastille" de denen Salpetrièr Kliniğimde toplanmıştı.
Ve "bu acılar kentinde" Jean Martin Charcot,
"toplumsal komploya kurban gitmiş" bu kadmlarm ruhsal durumlarını
hipnoz yöntemiyle çözümlemeye başlamıştır. (69)
(*) Bu vakaya neden "Anna
O" adı verildiği kesinlikle bilinmemektedir. Ama en çok düşünülen
olasılık, o sıralar hem Breuer'in hem de Freud'un büyük bir hayranlıkla
Heinrich von Kleist'in biyografisini inceledikleri ve yapıtlarını okudukları
ve de üzerinde konuştukları vakanın Kleist'in "Marquie de O"
yapıtındaki kişiliği çağrıştıran yanlarının bulunmasıdır. |
Gene aynı zaman dilimi içinde, Charcot'nun
Paris'teki çalışmalarından bağımsız, ünlü hekim Josef Breuer, bu kez Viyana'da
karşılaştığı genç bir kadm hastasmı, "konuşma , kürü" admı verdiği
bir teknikle sağaltmanın yollarını denemiş; sonradan, Sigmund
Freud ile birlikte 1895 yılında yayımladıkları ve psikanalizin ilk büyük kitabı
olarak da kabul edilen Histeri Üzerine Çalışmalar''da, bu konudaki
gözlemlerini, diğer örnekler ile birlikte, "Anna O" takma adıyla
yayımlamıştır.*(70)
|
Bu ünlü yapıtta, Arma O'nun,
Breuer'in geliştirdiği ve psikanalizin ön çalışmaları niteliğinde olan, hipnoz-konuşma
kürü, armdırma yöntemiyle tedavi edildiği ve hastanın tümüyle sağlığına
kavuştuğu vurgulanmıştır. Bu yapıtta kullanılan cümle şöyledir: "Hasta,
sonra, bir gezi için Viyana'yı terk etti. Kuşkusuz psişik durumu ancak uzunca
bir süre sonra tümüyle dinginliğe kavuşabildi. O zamandan beri -hasta-
sağlığına tam olarak kavuşmuş durumdadır. "(71)
Oysa uzunca bir süre sonra, gerçeğin hiç
de böyle olmadığı, hatta tam tersi bir durumun sözkonusu olduğu anlaşılmış;
modern psikolojinin belki de en önemli bu hastasının durumu ile ilgili
inanılmayacak birçok varsayımda bulunulmaya başlanmıştır. Kuşkusuz Breuer,
devrimsel nitelikli bir adım atmıştır; ama Anna O bu tedavi yöntemiyle
iyileşmemiş, sağlığına kavuşmamıştır. Fakat, kültür dünyasına çok önemli ve
gizemli bir kalıt bırakmıştır. Anna O'nun bu gizemli kişiliği psikolojiden çok
yazın dünyasını etkiler. Biraz abartmalı bir savla, Anna O'nun, psikanaliz
dünyası içinde, İsa'nın Hıristiyan dünyası içindeki konumuna benzer bir
değerde olduğu söylenir ve psikanalizin temel başlangıç söylencesini Anna O'nun
simgelediği vurgulanır. (72)
Freud, her zaman psikanalizin ortaya
çıkarılmasında ilk büyük adımı Breuer'in attığını anımsatır, fakat olaya
eleştirel bakan kimi araştırmacılar, kışkırtıcı yaklaşımlarla, modern insanın,
modern psikolojinin ve psikanalizin ortaya çıkmasını asıl etkileyen kişinin,
Breuer'in de çok ötesinde, Anna O. olduğunu söylerler. Burada, bu son kerte
öğretici tartışmaların ışığı altında, modern kadının çarpıcı ve ilk
örneklerinden biri olan Anna O'nun gerçek kişiliğini ve yaşam öyküsünü biraz
daha yakından anımsatmanın gerektiğini düşünüyorum.
Olay, Breuer'in, 1880 yılı Aralık ayının,
Noel öncesi haftasında Viyana'da varsıl bir Yahudi ailesinin evine
çağrılmasıyla başlar. Breuer burada, 21 yaşında, zaman zaman ortaya çıkan
bilinç bulanıklılığı, uykusuzluk, öksürük nöbetleri, boyun, kol, bacak bölgelerinde
yoğunlaşan ve nörolojik (organik) açıklanması yapılamayan felç durumları,
Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve hatta İspanyolca anlatılan
fanteziler, konuşma bozuklukları, korkular, bunalımlar, görsel sanrılar, su
içme korkuları, kişilik yarılmaları gibi çok zengin bulgular demeti sergileyen
sıra dışı zeki, kişilikli bir genç kadmla karşılaşır. Son kerte deneyli bir
hekim olan Breuer, ilk bakışta hastalığın organik nedenlerden
kaynaklanmadığını, tersine tümüyle psişik sorunlarla ortaya çıkan bir histeri
olduğunu kestirir. Genç kadma hipnoz yapma önerisinde bulunur. Bazı günler iki
kez hipnoz yapmak gereği ortaya çıkar. Genç kadm, hipnoz sonucu bazı sorunlu
anılarını (daha somut; kendisini huzursuz eden anı kırmalarım) yeniden yaşar.
Hipnoz sonrasmda, bu yeniden anımsananlar üzerine bilinçli olarak sürdürülen
konuşmalarda, bunların artık hastalık belirtisi olmaktan çıktıkları görülür.
II.
Histeri Üzerine
Çalışmalar kitabmda Breuer'in anlattıklarına göre, Anna O'nun rahatsızlığının gelişimi
ve tedavisi genel çizgileriyle dört aşamada değerlendirilir:
a) 1880 yılının Haziran ayının ortasından,
Aralık ayı ortasma dek rahatsızlığın başlangıç dönemi sözkonusu-dur. Hastanın
babası bir akciğer iltihabından yakınmakta ve hekimler ciğerlerdeki apseden
ciddi olarak kaygılanmaktadırlar. Anna O'da bu sıralar öksürük nöbetleri,
unutkanlıklar, kimi sanrılar ve çeşitli bölgelerde kas kasılmaları, başka
insanlarla ilişki kurmaktan kaçınma ve hatta onlardan korkma, nefret etme,
yemek yememe (yiyememe) eğilimleri gibi belirtiler görülür.
b) 11
Aralık 1880'den, 1 Nisan 1881'e kadar geçen zaman dilimi içinde
rahatsızlık belirtileri artık belirgin niteliğe dönüşmeye başlar. Bu aşamada,
hasta yataktan çıkamamaktadır. Burada, görme bozuklukları, ellerde ve ön kol
bölgelerinde hafif felçler, boyun kaslarında kasılmalar, yoğun korkular, hiç
konuşamamaya varan konuşma bozuklukları, bazı sözcüklerin ve kavramlarm
anlatılması için, 4-5 farklı dilden konuşma gereksinimi, sol kafa bölgesine
lokalize ağrılar, dalgınlık, uykulu olma durumları görülür. Uygulanan hipnoz ve
konuşma kürü tedavisi sonucunda, hasta 1 Nisan gününden itibaren artık
yataktan çıkabilecek duruma gelir.
c) 5
Nisan 1881'de, babanm ölmesine karşın, hastanm davranışlarında kısa bir kötüleşme
döneminden sonra, belirli bir iyileşme kaydedilir. Bu arada, hastanm, Dr.
Breuer dışmda kimseyi tanımaması gibi, "negatif sanrıları" ortaya
çıkmışta. Hafif bir dalgınlığın da eşlik ettiği bu üçüncü dönem, Aralık 1881
tarihine değin sürer.
d) 1881
yılı Aralık aymdan, 7 Haziran 1882'ye kadar devam eden dördüncü dönemde, zaman
zaman yutkunma, görme bozuklukları gibi kimi rahatsızlıkların yeniden • ortaya
çıktığı görülmüşse de, hastalık belirtilerinin büyük bir bölümü ortadan
kalkmış, Anna O sağlığına kavuşmuştur. (73)
III.
Breuer, tedaviye başlamasından kısa bir
süre sonra, genç kızı travmatize eden temel nedenlerden birinin, evin diğer bir
odasında "ağır bir akciğer hastalığı nedeniyle ölümle pençeleşmekte olan
babasma yeterince özenle bakama-dığı kaygısı" olduğunu saptamışta. Anna O,
babasının yanında bulunduğu bazı geceler -olasılıkla koyu renk saçlarının,
gözlerinin önüne düşmesinden kaynaklanan bir duygu yanılmasıyla- duvardan kara
yılanların aşağıya doğru indiğini, ancak kendisinin bunları kovalayacak gücü
olmadığını, sonra da sağ tarafmm hareketsiz ve felçli olduğunu duyumsamıştır.
Başka bir seferinde, babasmm altmı temizlerken, onun yüzünün etlerinin
döküldüğünü ve kurukafaya dönüştüğünü, sonra kendi parmaklarının da kurukafa
biçimini aldığını sanmıştır. Aynada kendi yüzüyle, babasmm yüzünün iç içe
girdiğini ve sonra bu üst üste gelmiş yüzlerin yeniden kurukafaya dönüştüğünü
görmüş, bayılmış ve ardından da yürüyemez olmuştur. Breuer, genç kızm ağır
suçluluk duyguları içinde olduğunu saptamıştır. Babasına karşı olağanüstü
içten duyguları olan kız, babası öldükten sonra, bir süre yemek yiyemez
olmuştur. Sonra su içememe belirtileri ortaya çıkmış, Breuer, son kerte
sabırla "konuşma kürü/tedavisi" (kendi tanımıyla "talking
cure") uygulamıştır. 18 ay kadar süren hipnoz ve konuşma küründen sonra,
görece bir iyileşme başlamış, hastalık belirtileri kısmen de olsa ortadan kalkmıştır.
Arma O, görece düzelmiş, Breuer artık tedavinin bittiğini söylemiştir. Evine
gelmiş, normal yaşamını sürdürmeye başlamıştır.
"Viyana Çetesi" tarafmdan, Anna
O üzerine verilen "resmi bilgiler", burada son bulmaktadır. Bundan
sonrası, yakm yılların eleştirel yaklaşımlı araştırmacılarının tespit ettikleri
verilerdir.
Bunlara göre, tedavinin bittiğini
söyledikten sonra, evine giden Dr. Breuer'e "o gece" gelen bir
haberde, hastasının yeniden ağır bir kriz içinde olduğu ve kendisini acilen
çağırdığı söylenir. Breuer hastanm evine gittiğinde, genç kızm yatakta
karnmdaki ağrüarla kıvrandığını görür ve sancılar içinde "şimdi de Dr.
Breuer'den bir çocuk do-
ğurmak üzere olduğunu"
söylediğini duyar. Bu yeni gelişme Breuer'i korkutur. Arma O'yu bir
meslektaşma emanet edip, bir daha kendisini görmemeye karar verir. Kuşkusuz
burada Breuer'in genç kadma karşı duyduğu ilgi, Peter Gay'in vurguladığı gibi,
aynı adı taşıyan annesine karşı duyduğu ödipal duyguları da yeniden gündeme
getirmiş (74), yaşadığı huzursuzluğu daha da artırmış olabilir.
Olasılıkla Breuer'in, Arma O'ya uyguladığı
tedavi, ancak kısmen başarılı olmuştur. Fakat, resmi psikanaliz yazınında
söylendiğinin aksine, Anna O, yeterince iyileşme-miştir. Breuer, Anna O'ya tedavi süresinde
salt kloral değil morfin de vermiştir. Tedavinin kesilmesinden bir ay kadar
sonra da, Arma O, 12 Temmuz'dan, 29 Ekim 1882'ye kadar, İsviçre'de -ünlü
psikiyatrist Ludwig Biswanger'in ba-bası-Robert Biswanger'in yönettiği
Inzersdorf'daki Belle-vue Sanatoryumu'na kaldırılmış, burada da kendisine bir
süre morfin kürü uygulanmışta. Morfin uygulanmasının ardındaki nedeni gizlemek
için, eski bir diş çekme olayından arta kalan "trigeminus
nevraljisi" tanısı konmuştur. Anna O, aynı klinikte 1883'ten 1887'ye
kadar, en az üç kez daha yatırılarak tedavi edilmiştir. (75)
IV.
Breuer, Anna O vakasını, 1882 yılının
ilkbahar aylarmda tamamladıktan -bir anlamda tedaviyi sonlandırdıktan-sonra,
bir süre bu konu üzerinde kimseyle konuşmaz. 18 Kasım 1882 tarihinde Freud, nişanlısına yazdığı bir
mektupta, Breuer'in kendisine Anna O olaymı anlattığını yazar.
Freud'un kamsma göre, Breuer devrimsel nitelikte bir çalışma yapmışta. Breuer
ise -büyük skandallara yol açması korkusundan olsa gerek- yaşam boyu bir daha
histeri tedavi etmeyeceğini söylemiştir. Freud, sonra Paris'e gittiği
zaman bu olaydan Charcot'ya söz etmiş, ancak, Charcot bu "konuşma
kürü" ile pek ilgilenmemiştir. Freud, Viya-na'ya döndükten sonra, kendi
hastalarında da hipnoz ve konuşma kürü tedavileri taktiğini uygular, sonra da
Breu-er'in önerisi üzerine, Anna O olayını da anlatan kitabı, birlikte
yayımlarlar. Burada Freud, histerinin temel nedenleri arasında, cinsel
sorunları görmesine karşın, Breuer, Anna O da cinsel nedenlerin
önemli bir rol oynadığmdan hep kuşku duymuştur. Bu ilk çalışmanın tıp çevrelerinde
bekledikleri ilgiyi görmemiş olması, iki arkadaşın birbirlerinden
ayrılmalarında -ayrıca- önemli bir neden olmuştur.
Freud'un sonraki yıllarda Stefan
Zweig'a yazdığı mektupta açıkladığı kanısına göre, Anna O,
"şimdi doğum yapıyorum, Dr. Breuer'den çocuk doğuruyorum" dediği zaman
histerinin anahtarını Breuer'in eline vermiş, ama Breuer bundan korkmuş ve
anahtan elinden düşürmüş, Arına Oyu başka bir meslektaşına havale ederek
morunun üzerine gitmekten- kaçmışar." (76)
V.
Breuer'in notlarında, yazışmalarında
ve Histeri Üzerine Çalışmalar kitabında, Anna O
takma adıyla literatüre geçen hastanın gerçek kimliği (Bertha
Pappenheim), Ernest Jones'un, Freud biyografisini (Sigmund Freud, Yaşamı
ve Yapıtı; 1959) yazmasından sonra, dünya kamuoyunca öğrenilmiştir. Onun,
kadın hakları savunucusu ünlü Bertha Pappenheim (27 Şubat 1859- 28
Mayıs 1936) olduğunun anlaşılmasından sonra da, zaten efsaneleşmiş olan
kişiliği, ayrı bir boyut kazanmıştır. (77)
12 Kasım 1985 tarihli New York
Times gazetesinde, Dr. Frank Hartman, Freud'un en yakın dostlarından biri olan,
Prenses Maria Bonaparte'm o güne değin bilinmeyen günlüklerine
dayanarak, Breuer'in, Anna O'nun tedavisini yarıda kesmesine neden
olarak, karısı Mathilde Breuer'in 1882 yılının Haziran ayında kıskançlık
nedeniyle intihar gi-
|
rişiminde bulunmasını göstermiştir. Bu sava göre, Prenses Maria Bonaparte
günlüklerinde, "16 Aralık 1927 tarihinde, Freud bana Breuer olayını
anlattı, sonuç biliniyor: Arma, tedavisinin sonuna doğru, rahatsızlıklarının
tekrarlama-sıyla Breuer'den gebe kaldığını söylemiş (bunun üzerine) Mathilde
Breuer, kıskançlık nedeniyle intihar girişiminde bulunmuş" diye yazmıştır.
(78)
Prenses Marie Bonaparte'm, bugün torunu
Tatyana Fruchaud'nun mülkiyetinde bulunan günlükleri şimdiye dek
yayımlanmamış, en azmdan Arma O ile ilgili bölümlerin fotokopileri bile
kimseye gösterilmemiştir. Bu savlarm doğruluğunu kanıtlayacak veriler şimdilik
karanlıktadır.
Freud, 1909 yılı Eylül ayında
Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı gezide, Clark Üniversitesi'nde verdiği
konferanslardan birini Anna O vakasına adamış, burada psikanalizin ilk buluşunun gerçekleştiğini ve
bunun onurunun da Dr. Breuer'e ait olduğunu söylemiştir. Freud, yaşamı boyu psikanaliz
kuramını sürekli geliştirmeye çalışmış ve her seferinde sistematik düşünmeye hep Anna O ile başlamıştır. Onun
kişiliği, zengin fantezileri, zekâsı, 4-5 değişik dilde konuşabilme ve en özel
duygularmı bile anlatabilme özelliği, içtenliği, kendisini tamyan tanımayan
herkesi çok etkilemiştir.
Amerikalı ruhbilimci Walter
A. Stewart, Bertha Pap-penheim'ın "psikiyatrinin Rozette taşı olduğunu,
bilinçdı-şınm onun sayesinde okunabildiğim" söylemiştir.(79) Freud -bugüne
değin bilinen bilgilerin ışığında- çok büyük bir
olasılıkla, Bertha Pappenheim ile hiç tanışmamıştır. Bunu, 8 Kasım
1915 tarihinde Harvard Üniversitesi'nden James J. Putman'a "Ben,
Breuer'in ünlü hastası Anna O'yu hiç görmedim" diyerek
açıklamıştır. Güvenilmesi pek de kolay olmayan başka bir sava göre ise, Freud, 1909 yılında ABD'de
bulunduğu sırada, bir çocuk yuvasını gezerken, gene aynı tarihlerde ABD'de
bulunan Bertha Pappenheim ile karşılaşmış ve tanışmıştır. (80) Freud, nişanlısı Mart-ha'ya 13
Temmuz 1883 günü sabanm üçünde yazdığı mektupta, Anna O'dan "senin
arkadaşın Bertha Pappenheim" diye söz eder.
Gerçekte, Martha Bernays Freud ile Bertha Pappenheim,
Viyana'daki zengin Yahudi çocuklarının gittikleri bir topluluk içinde
birbirlerini tanımışlardır. Hatta bir olasılık, Bertha Pappenheim,
Martha'nın gençlik arkadaşı olarak, birkaç kez Freud'ların evine gelmiştir.
Gene bir sava göre Bertha Papenheim'in
babası, Martha Freud'un babası öldükten sonra, bir süre Martha'nın
yasal vesayetini üstlenmiş ya da üstlenmek zorunda kalmıştır.
(81) Ayrıca, Bertha Pappenheim'ın
annesinin babası ve Freud'un eşi Martha'nın dedesi Issak Bernays üzerinden,
büyük ozan Heinrich Heine ile de akraba oldukları bilinmektedir.
VI.
Bertha Pappenheim, varsıl ve otoriter bir
Yahudi ailesi içinde büyümüştür. Kız çocuğu olarak geleneğe uygun biçimde
yetiştirilmiş, pek çok yeteneğine karşm geri plana itilmiştir. Daha fazla
eğitim görme istemi desteklenmemiş, orta öğrenimi tamamladıktan sonra,
kendisinden, evde oturması, piyano çalması, elişi yapması ve bir an önce
evlenme hazırlığına girişmesi beklenmiştir. Bu ara 21 yaşındaki genç kızda,
özellikle babasma ve ağabeyine yönelik cinsel duygu yoğunlaşması gelişmiştir.
Babasma karşı olan duyguları, gündüz düşlerine ve kendi tanımıyla "özel
tiyatroya" dönüşmüştür. Babasmm hastalığma çok üzülmüş, fakat tam da bu
durumda onunla oldukça yakm ve çok özel koşullarda birlikte kalma, vücudunun
her yanma dokunabilme olanağmı bulmuştur.
Bertha Pappenheim, babasmı yitirdikten
sonra derin bir depresyona girer, uzun süre kimseyle konuşmaz. Yatağında beyaz
çarşaflar arasmda - tıpkı babası gibi- hiçbir canlılık belirtisi göstermeden,
balmumundan ceset görünümü alır. Bilinçdışı, babasının ölümünü yadsır; ölen
benlik bölümü, yaşayan benlik bölümünü hep suçlar. Bir yandan babası canlıymış
gibi yaşar, öte yandan babasıyla birlikte ölür. Breuer, Bertha'nm kişiliğinin,
gerçek dünyada yaşayabilecek kerte güçlenmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu
sırada Bertha, hiç olmazsa saçlarmm rengi babasma benzeyen Dr. Breuer'in
kişiliğinde; anlayış, bilgelik, içtenlik, sıcak bir sevgi bulmuştur. Breuer'e
karşı duyguları giderek yoğunlaşır. Breuer de, bu sıra dışı zengin kişilikli
genç kıza karşı ilgisiz kalmaz, fakat her zaman aradaki mesafeyi korumaya
çalışır. Ancak ziyaretlerinin sıklığı ve sürekli olarak etkisinde kaldığı bu
genç kadmdan söz etmesi, evinde eşiyle önemli bir kıskançlık sorunu olarak
ortaya çıkar. (82)
Freud, Bertha Pappenheim'in tüm hastalık
belirtilerinin "kötü" yasaklar oldukları için bastırılmış ve
tanmmayacak kerte saptırılmış bilinçdışı istemlerinden kaynaklandığım; ensest
korkuları nedeniyle hasta yatağmdan çıkamaz olduğunu, ensest tabusunu
çiğnediği için de bedeninin bazı kesimlerinin hareket edemez, felçli konuma
geldiğini, babasına dokunan parmaklarmm sanrısal olarak ölüp, bir anlamda
kurukafaya dönüştüğünü düşünmüştür. (83) Bertha Papenheim, olasılıkla yoğun cinsel
istemlerinin çokluğundan, kendisi de korkmuş, ancak, bunların bazıları,
psikanalizin ilk adımı olarak Breuer tarafmdan -konuşma kürü ile- bilinç
düzeyine getirilmiş, tanınmış ve aşılmıştır. Sonuna kadar götüremediği
söylense bile, Breuer, Bertha Pappenheim'daki bazı duyguları ortaya çıkarmış,
sergilemiş ve insan psişesinin iç dinamiklerinin tanmması yolunda bazı çok
önemli adımlar atmıştır. (84) Ancak daha fazlasını yapamamıştır.
Bertha Pappenheim ise, yaşamının sonraki
yıllarında -bile- bu çok önemli anmda, Breuer'in kendisini yüzüstü bırakışını
bir türlü bağışlamamışım Sonra hiçbir erkeğe güveni kalmamış, hiç kimseyi
sevmemiş ve hiç evlenmemiştir. Babasının eski koleksiyon merakmı sürdürmüş, babasından
kalan dolapları antik eşyalarla doldurmaya çalışmış, kendisini cam eşya ve
porselen koleksiyonculuğuna vermiştir. Annenin istemi üzerine, Pappenheim
ailesi, 1888 yılında Frankfurt'a göçmüştür. Bertha, burada yoksul çocuklar,
göçmen ve sürgün kadınlarla ilgilenmeye, kadın hakları savunucularıyla birlikte
çalışmaya, pek çok kadın dergisine yazılar yazmaya ve son kerte mücadeleci bir
yaşam sürdürmeye başlamıştır. Arkadaşı Margarete Susmann, Bertha'nın
mücadelesinin gerçekte, "dünyanın geri kalan kısmına karşı koymak",
bir tür savaş açmak anlamında yorumlanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu zarif
ve akıllı kadm, tüm dünyayı karşısma almış, önüne çıkan her şeyle mücadele
-kavga- etmeye başlamış, pek çok cephede savaşmıştır. Öncelikle bağnaz Yahudi
geleneğine karşı çıkmış; kadmlarm, evin içinde babaları, kocaları ve erkek
kardeşleri tarafından sömürülmelerine, çalışma yaşamında eşit işe eşit ücret
alamamalarma, meta gibi alınıp satılmalarına karşı mücadele etmiştir.
Arkadaşlarmm kanısma göre, savaş onun
yaşam nedeni olmuştur. Bir volkan gibi sürekli olarak lav çıkararak,
öfkelenerek yaşamış, yasaları ve töreleri yapan, kadmları izleyen, kovalayan,
satan erkeklere karşı uzlaşmaz bir savaş vermiş, ama öfkesi -aynı zamanda-
karmaşık bir sevgi ifadesi olmuştur. İki erkek tipini, babasmı ve onu hasta
yatağmda "çocuğu" ile bırakıp giden Dr.
Breuer'!, baş düşman olarak ilan etmiştir. (85) En çok kadmlarm cinsel nesne olarak
alınıp satılmasına karşı mücadele etmiş; 1910 yılında Londra'da "kadm
ticaretine karşı" toplanan kadınlar kongresinde konuşmuş; 1911 yılında bu
komitenin» Almanya düzeyindeki örgütlenmesini sağlamıştır. Yahudi Kadınlar
Birliği, Alman Kadmlar Birliği, Uluslararası Kadm Hakları Birliği'nde de
çalışmıştır.
1911 yılında Yunanistan'a, Mart aymda
Budapeşte'ye, Nisan aymda Selanik'e, 8 Nisan 1911 tarihinde de İstanbul'a
gider. Hahambaşı ile İstanbul'da genelevlerde çalışan Yahudi kızlar üzerine
konuşurken hahambaşı, İstanbul'daki bir sinagogun özellikle kadm ticaretiyle
ilgilendiğini ve maddi destek karşılığı, kadm ticareti yapanları, dinsel
yönden onurlandırdığı söylemesi üzerine, Bertha hahambaşına
şaşkınlıkla "Neden bu sinagogu kapatmıyor ya da
cezalandırmıyorsunuz?" diye sorar. Hahambaşı, o zaman İstanbul'da bulunan
tüm yetimhaneleri ve hastaneleri kapatmak gerektiğini, çünkü buralarm, hep
peze-venklerden gelen amma paralarıyla 'sevabına' çalıştığını, İstanbul'da
fuhuş işinde çalışan kadm ve erkeklerin yüzde doksanınm Yahudi olduğunu söyler.
(86)
Bertha, sonra Kudüs'e, oradan da
İskenderiye'ye gider. Buralarda da hep genelevlerde çalışan kadınlarla konuşur,
onların yaşam öykülerini ilgiyle dinler. Yasanımda hiç sevilmediğini
düşünen Bertha Pappenheim'ın, sevgiyi ancak bu yoldan üretmeye
çalıştığını düşünmek olasıdır. Yalan arkadaşları onun, yaşamı boyu hiçbir
çocuğu öptüğünü, yetişkin bir insana sarıldığım görmediklerini söylemişlerdir.
Yalnız insanlardan biri olarak yaşamış, hiç kimseyle derinlemesine ilişki
kuramamıştır. Olasılıkla kendisinden kaçmak için, 24 saat çalışmış; dünyanın
pek çok yerini gezdiğini, ama hiçbir yerde, hiçbir zaman kök salamadığını
söylemiştir. (87) Walter Stewart, Bertha Pappenheim'ın yaşamının
"trajik ve örnek biçimde" geçtiğini, içindeki duyguları bastırmak
için olağanüstü bir çaba harcadığını, tüm enerjisini hayır işlerine
dönüştürdüğünü söylemiştir. Pappenheim, arkadaşı, Sophie Mameloch'a
"Duygularımı aşmak için çalışmak zorundayım, ben aşkı değil görevi
öğrendim ve hep görev yaptım... Ben istediklerimi değil, yapmak zorunda olduğumu
yapıyorum" diye yazmıştır. Arkadaşları da onun, ancak bu yolla psikoza
girmekten ya da intihar etmekten kendisini kurtulabildiğini düşünmüşlerdir.
Sürekli olarak "beni kimse unutmasm,
unutulmak istemiyorum" diye yazmış, çocukluğundan, yaşammm son dakikasma
kadar hep sevilmeyi beklemiştir. Ancak, en çok sevilmek istediği kişiler olan
annesi, babası, erkek kardeşi ve Breuer tarafmdan bir türlü onun istediği
düzeyde sevilmediği kanısını sürdürmüştür. Dr. Breuer'e, sıklıkla "Benim
içinde iki ben var. Biri iyi öteki kötü" demiş; kötü olan benin cinsel
açlık içinde olduğunu söylemiştir. Cinsel açlık duyguları, -olasılıkla-
giderek fahişe olarak çalışmak/ yaşamak istemine dönüşmüştür. Bu düşüncesi de
ileride onun "orospuları kurtarma" etkinliğine dönüşmüş (88), fahişe
fantezileri içinde aseksüel bir yaşam sürmüştür. (89) Bertha Pappenheim'ın
kişiliği, histerik Arına O ile kadm hakları savunucusu Bertha Pappenheim ya da
çocuk yuvası bakıcısı azize ile genelevlerde çalışmak isteyen fahişe
fantezileri ("özel tiyatroları") arasmda salınmış, aynı madalyonun
farklı yüzlerini oluşturmuştur. (90)
Freud, 1927 yılında Prenses Marie
Bonaparte'a Arına O hakkında bilgi verirken, madalyonun bu iki yüzüne de
değinmiş ve "Bertha Papenheim bu günlerde bir yandan genç kızlar yurdunu
yönetiyor, öte yandan fuhşa karşı mücadele ediyor, ikisi de cinsellik ile
bağlantılı" demiştir. Bertha Pappenheim yaşamı boyu hep bordelleri gezmiş,
burada çalışan Yahudi kadınlarıyla konuşmuş, onları dinlemiş, onlarm bu
durumlara nasıl geldiklerini anlamaya çalışmışta. Kendisi bu tür evlerde
çalış(a)mamış ama, dolaylı yollardan sıklıkla oralarda bulunmuş ve
çalışanların yaşam öykülerini, duygularmı dinlemiştir. Düşlerinin ve *
fantezilerinin içeriğini hep cinsel yaşam oluşturmuştur.
Arkadaşı Dora Edinger'e göre, Bertha
istenmeyen bir kız çocuğu olarak dünyaya gelmiş, annesiyle anlaşamamış, doymak
bilmeyen aç-öfkeli bir bebeklik dönemi geçirmiştir. Cinsel istekleri arttıkça,
öfke ve saldırganlık(ları) da çoğalmışta. Cinsel bölgesini keşfettikten sonra,
bu kez cinsel organlarmı her şeyi yutmak isteyen aç bir ağız gibi duyumsamış,
yemek, gebe kalmak ve doğurmak istemleri içinde kıvranmış, ana memesinden
alamadığı tadı, vaji-nası aracığıyla almak istemiştir. Isırmak onun yaşammda
önemli bir yer tutmuştur. Konuşmaları her türlü uzlaşmaya karşı acılı, öfkeli
ısırmalar biçimde sürmüştür.
Margarete Susman, onun salt
hakikati öğrenmek için çalışmadığını, kendi duygulan üzerinden başkalarının da
hakikati öğrenmelerine olanak tanıdığım; onun tüm yaşamının ateşten bir
protesto, insan tininin en yüksek düzeyde eşitliği ve özgürlüğü için bir anıt
olduğunu söylemiştir. Yakından tanıyanlar, onun ısırgan vulva gibi yaşadığının altını
çizmişlerdir.(91) Freud'a göre, - burada-cinsellik ve saldırganlık duyguları
birlikte gelişmiş, sevgi tatmin olmayınca, saldırmaya başlanmıştır.
"Kültür İçinde Huzursuz"
yaşamış, toplumsal komploya kurban gitmiş, modern kadmlardan biri olan Bertha
Pappenheim, yalnız ve melankolik geçen 77 yıllık bir yaşam sonunda, 28 Mayıs 1936
tarihinde, Nazilerin kendisini tutuklama kararı almaları ve bunu uygulamaya
koymalarından kısa bir süre önce, arkasında büyük bir boşluk bırakarak
ölmüştür. Ancak o zaman bu "ısırgan vulva" toplumun, organik yaşamm
acılarından kurtulup, anorganik bir dinginliğe kavuşabilmişim
VII.
Görüldüğü gibi, psikanaliz kuramının
oluşmasına katkıda bulunanlar, daha ilk hastada "tedavi ettik"
diyerek "ilk günahlarını işleyip", "ilk büyük yalanlarını"
söylemişlerdir. Fakat her şeye karşın, kültür dünyasına büyük ve vazgeçilmez
katkılarda bulunmuşlar, yeni düşünme yöntemleri, yeni kişilik konseptleri
öngörmüşlerdir. Bugün, hepimiz kendi içimizdeki Anna
O/Bertha Pappenheim çaüşmala-rım sezinledikçe, bu yöntemin savlarmı, düşünme tarzlarını,
"psikolojilerini" göz önüne almadan, değil sistematik düşünmenin,
sıradan günlük yaşamı bile sürdürmenin neredeyse olanaksız olduğunu biliyoruz.
12. Histeri Üzerine
Araştırma Kitabının Büyük Başarısı: 13 Yılda 626 Adet Satış
I
I.
Histeri Üzerine
Araştırma kitabı 800 adet basılmış, izleyen 13 yıl içinde 626 adet satılmıştır.
Yazarlarının ellerine toplam 425 gulden (ya da kişi basma 85'er dolar)
geçmiştir. Araştırmaya üp çevrelerinden hiç de olumlu bir yankı gelmemiş, bu
-görece- başarısızlık Breuer ile Freud'un birbirlerinden uzaklaşmalarına ayrıca bir neden oluşturmuştur.
Kitap üzerine tek olumlu eleştiriyi, günlük Viyana gazetelerinden Wiener Tageszeitung'un, 2
Aralık 1895 tarihli sayısında Viyana Üniversitesi edebiyat tarihi öğretim
üyelerinden ve Burg Tiyatrosu yöneticisi yönetmen, yazar Alfred
von Berger yazmıştır. Von Berger, şaşırtıcı bir öngörüyle, kitabm insan ruhunun, en iç ve gizemli duygularmı
açık- . layan, psikolojiyle şiiri birleştiren bir yapıt olduğunu dünyaya
duyurmuştur. İlk psikanaliz çalışmasma, ilk olumlu eleştirinin bir hekimden
değil, bir edebiyat tarihçisinden, sanatkârdan gelmiş olması, daha önce de
değindiğimiz gibi, olaym gizini biraz olsun açıklar nitelikte görülür ve bu
kısa yazı, psikanaliz ile sanat-edebiyat arasmdaki bağm ilk habercisi olur.
(92)
Freud'un nevrotik belirtilerin
nedenlerinin cinsel kökenli olduğunu savunmasına karşı, Breuer'in bu savı
fazla abartılı bulması, bu iki insanın arasmı giderek açmış, so-
nunda birbirlerine düşman konumuna
getirmiştir. Freud burada oldukça katı davranmıştır. Bu denli uzlaşmaz davranmasının
altında, kişiliğindeki otoriter köşeli özelliklerin ötesinde, pek çok başka
neden (belki de) Breuer'den aldığı borçların hiçbir zaman ödeyemeyeceği kadar
fazla olması ve bu durumun yarattığı karmaşık duygular yatmış olabilir.
Breuer'in gelini Hanna Breuer, Ernest
Jones'a gönderdiği 21 Nisan 1954 tarihli mektupta, aralarmdaki tartışmadan
sonra, Breuer'in, bir gün Viyana'da sokakta Freud ile karşılaştığını, doğal
olarak kollarını açarak ona doğru gittiğini, fakat Freud'un çok kaba bir
davranışla kafasını çevirip uzaklaştığmı ve Breuer'in bunu yaşam boyu hep çok
üzülerek anlattığını yazmıştır. (93) Sonradan Freud'un kendisi de bu
davranışlarının pek uygun olmadığı kanısma varmış olacak ki, o zamanlar henüz
kendisinden pek haberdar olmadığını, psikanaliz yapmadığını, birçok yakın
insana aynı zamanda düşmanca duygular beslediğini söylemiştir. Ancak benzer
davranışlar sonradan Fliess; Adler, Jung ve diğerleriyle olan ilişkilerinde de
hep tekrarlanmıştır.
II.
Freud, 35-45 yaşlan arasında, çok
sıkıntılı bir zaman dilimi yaşamış, bu ara pek çok şeyin eksikliğini çekmiş,
ama, en çok yalnızlığa karşı yakm bir arkadaş gereksinimi duymuştur. Babasının
ölümü ve Breuer'den ayrılmasından sonra, Freud ciddi biçimde yalnız kalmış ya
da kendisini böyle duyumsamıştır. Kuşkusuz, büyük aile içinde çocukları,
karısı, erkek kardeşi, Minna ile yoğun tarüşmalar yapabilmiş, güzel gezilere
çıkmış, fakat içindeki yalnızlık korkusu ve en mahrem konularda bile
konuşabileceği yakm bir arkadaş gereksinimi bir türlü tükenmemiştir.
Bu sıralarda Berlini! kulak-burun-boğaz
hastalıkları uzmanı Wilhelm Fliess (1858-1928), onun yaşammm odak noktasını oluşturmuştur. Bu dönem
içinde, Freud'un, Fli-ess'e olan duygularmm "tutkunun çok ötesinde"
olduğu izlenir. Ernest Jones'un kanısına göre, Freud, Breuer'den ayrılmasından sonra yaşadığı yoğun yalnızlık ortammm
uzantısında, bu kez de Fliess'i "yedek baba" yerine koymuş; ona
içtenlikle bağlanmıştır. Bu nedenle de, kitabmda Freud'un yaşamının 1887-1902
yılları arasındaki dönemine, çok haklı olarak "Fliess Periyodu"
adını vermiştir. (94) Freud'un yaşamının bu döneminin gizi, Fliess ile olan
ilişkilerinin boyutu (derinliği) bugüne değin -yeterince- çözülememiştir.
Wilhelm Fliess, 1887 yılında
Viyana'ya gelir. Breuer'in konuşmalarına, Freud'un bir konferansma katılır. Bu
çok etkileyici, zeki, mizah ve fantezi dolu insanla, Freud arasında kısa zamanda,
eşlerini bile kıskandıracak düzeyde ve olasılıkla biseksüel duyguları -da-
içeren boyutlarda, yoğun bir arkadaşlık ilişkisi başlar.
Orta katman bir Yahudi çocuğu olan Fliess
parlak bir öğrencilik yaşamıştır. Yoğun tıp bilgisinin ötesinde; biyoloji,
matematik, tarih ve Girit-Knossos Sarayı'nm kazılarım yerinde izleyecek ölçüde
arkeolojiyle ilgilenmiştir. * Ekim 1892 yılında, Breuer'in eski hastalarından
varsıl bir kadm olan Ida Bondy ile evlenmiş, Berlin'de büyük ve çok iyi çalışan bir muayenehane
açmıştır.
Fliess'in temel savı burun ile cinsel
organlar arasında işlevsel bir ilişki, bir tür refleks arkı olduğu yolundadır.
Buna göre, kimi nevrotik belirtiler salt cinsel rahatsızlıklar yapmakla
kalmazlar, bunun ötesinde kızarma, iltihap, akmtı gibi bazı burun mukozası
belirtileri de gösterirler. Fliess'in bu kurgusal savları, Freud'un ilgisini
çekmiştir. Fakat, Fliess'in 1897 yılında yayımlanan Kadın Cinsel Organları
ve Burun (Hastalıkları) Arasındaki İlişkiler ve Bunların Biyolojik
Anlamları adlı kitabı genel olarak pek ciddiye alınmamıştır.
Fliess, ayrıca eski Yahudi mistisizminden
kaynaklanan ve periyodik öğreti denen ilginç hesaplar önermiştir. Buna göre,
kadmlarm 28 günlük periyotları gibi, erkeklerin de
benzer hormonal dalgalanmaları kapsayan 23 günlük dönemleri çok
önemlidir. Bu nedenle, 28 ve 23 sayıları erkeklerin ve kadmlarm yaşammda,
hastalıkları, ölümü, başarıları ve başarısızlıkları belirlemede dirimsel öneme
sahiptirler. Freud -açıklaması bugün bile yapılamayan bir biçimde- bu görüşün
ve sayısal hesapların ve bunların insanın yazgıları üzerine olan savlarm
etkisinde kalmıştır. Bu sayılarla kendi ölümü arasmda -batıl inanç boyutunda-
ilişkiler olabileceğini varsaymış, hatta buna inanmıştır. Örneğin, 1894
tarihinde, doğum gününden kısa bir süre önce öleceğini beklemiş, bu tür
beklentileri kerelerce tekrarlamış; pek çok doğum gününü ölüm bekleyişi içinde
geçirmiştir. (95)
17 Mayıs 1896 tarihinde yazdığı mektupta,
gene bu önemli "zamanı" ("termini") beklediğini
vurgular. 23 ve 28 sayılarının toplamı olduğu için, 51 yaşmda ölümü, bu büyük
"zamanı" beklemesi (ölüm istemi/ölüm korkusu karışımı) ayrı bir anlam
oluşturur. 52. yaş gününü gene benzer bir beklenti içinde geçirmiş, 60 ve 61
yaşlarmda da ölümü bekleyişi sürmüştür. Oldukça ileri yaşlarda, 1918 yılının
Şubat aymda, 62 yaşmda bile, öleceği yönündeki -saplantılı- düşüncesi, bu tarih
geçip ölmediğini gördüğü zamana değin sürmüştür. Bu tür saplantıları onun
bilinen tek "batıl inancı"dır.(96,97)
Max Schur'un kanısma göre, sayı
mistisizmi, sayıcılık batıl inancı, onun ateizmi ve rasyonel düşüncesiyle bağdaşmayacak
boyutlara varmıştır. Bu inanç, olasılıkla Yahudi mistisizminin sayıcılık
geleneğinden kaynaklanır. Örneğin 52, özellikle erkekler için kritik ve kötü
bir sayıdır; 17 ise iyidir, olumludur. 18 gene iyi, olumlu bir sayı; 36 da
2x18 olduğu için, özellikle kutsal bir sayıdır. Ayrıca, haftanın bazı günleri uğurlu
ya da uğursuz, iyi veya kötüdür. Yahudi geleneğine göre, pazartesi iyi bir gün
değildir ve yeni bir işe başlanmaz ya da geziye çıkılmaz. Buna karşın,
Tanrı'nın insanı yarattığı cuma günü uğurludur. (98)
Freud sonunda gene de 1939 yılının Eylül
ayının 23'ün-de ölmüştür. Ölümünü ayın 23'üne getirmeyi, belki de -tüm
hesaplarının yanlış olmadığım kanıtlamak için- bilinçli olarak
planlamıştır. ■
III.
Fliess, bu dönem içinde Freud'un en
güvendiği insan olmanın ötesinde, kurgusal düşünce gücüyle onun kuramının
gelişmesine yardım eden en yakın dertleşme ve tartışma arkadaşı, kendi kendine
yaptığı analizleri içtenlikle destekleyen tek tanığı ve sırdaşı olmuştur.
Sonradan Marie Bonaparte'a da söylediği gibi, bu ilk büyük yalnızlık
günlerinde kendisini sadece, evin içinde Minna, evin dışında Fliess
desteklemiştir. İki arkadaş birbirleriyle görece az buluşup, konuşmalarına
karşm, sürekli mektuplaşma- * lardır. Freud'un yaşamının en gizli bölümlerinden
biri bu ilişkidir. Birbirlerine verdikleri söz gereği Fliess'in yazdığı
mektupları, Freud hemen -ortadan kaldırmıştır. Fliess -de-söz vermesine karşm
Freud'un mektuplarını yok etmemiş. 1928 yılında, ani ölümünden sonra,
ilişkilerini başmdan beri kıskanan karısı (biraz da Freud'u kızdırmak ve bir
tür intikam almak için), mektupları satılığa çıkarmıştır. Freud bu habere çok
üzülmüştür. Araya (psikanalizin koruyucu meleği) Maria Bonaparte girmiş ve
büyük bir beceriyle, mektupları 1200 mark karşılığı satın almıştır. Mektuplar,
uzun süre ailenin büyük gizi olarak kalmış, sonra Anna Freud'la birlikte, uygun
görülen 284 mektuptan kimi parçalar yayımlanmıştır. Böylece, Freud'un
yaşamının belki de en içten, duyarlı ve öğretici bölümlerini yansıtan belgeler
tahrip olmaktan kurtulmuştur.
Freud'un içtenlik ve tutku dolu bu
mektuplarının kimi bölümlerini van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplardaki
"yakarışlara" benzetmek (bile) olasıdır. Freud, Fliess'e yazdığı
mektuplarmın hemen hemen tümünde, yaşadığı yapayalnız, korku dolu, melankolik
dünyayı, uykusuzluklarını, bitmeyen gecelerin getirdiği sıkıntıları. Viyana
kentindeki tekdüze yaşamın insanı boğan havasını anlatmıştır. 6 Şubat 1896
yılında, mesleğini ve oturma yerini değiştirmeye gerek gördüğünü, örneğin
Berlin'e, dünyadaki bu biricik arkadaşının yanına taşınmak istediğini
yazmıştır.
Freud'un kendi kendisini, düşlerini
düzenli olarak çözümlemeye/analiz etmeye başlaması ve "kendi
bi-linçdışmı" bulma çabasını sürekli destekleyen Fliess, bir anlamda
psikanalizin geliştirilmesine çok olumlu etkilerde bulunmuştur. Düş
Yorumu çalışmalarının ilk okuru ve eleştirmeni gene o olmuş. Bir ara
biseksüalizm üzerine, birlikte bir kitap yazılması düşünülmüş, işbölümü yapılmış,
ancak çalışma gerçekleşmemiş, aralarındaki diyalog giderek birbirlerini
anlamayan ve anlatmayan monologlara dönüşmüştür (Jones). 12 yıl süren bu yoğun
ve verimli dostluk, kendi karşıtı hoşnutsuzluğu da birlikte üretmiş, iki
arkadaş arasındaki ilişkiler, 1900 yılında kırılma noktasına gelmiş, 1902'de
tümüyle kopmuştur. Fakat, olayın Freud üzerindeki duygusal etkisi, olasılıkla
1906 yılma dek sürmüştür. 12 yıl yoğun arkadaşlık ettiği Fliess'den ayrılışı,
Jung'a bağlanışına denk düşmüş, belki de Jung'la tanışması ile başlayan yeni
"aşk", yeni "bağımlılık", Fliess'den tümüyle kopuşunu
kolaylaştırmıştır.
Anna Freud (1928) Bilimsel
Bir Peri Masalı: Freud'un Aile ve Tarihsel Romanı
13. Babanın Ölümünden
Sonra Yaşanan "Muhteşem Yalnızlık ve Melankoli Dönemlerinin" Güncesi
Kim korkar kendi kendini analiz etmekten Annesiyle trende geçirdiği gecenin gizi: "Düş
Yorumu"
I.
Freud'un "aile romanı"nı
düşünme, analiz edip çözümleme, kurgulama ve sonra kısmen de olsa yazma
dönemleri kapsamında 1885 ile 1900 yılları arasmda yaşadığı "yoğun
bunalımları" ya da "krizleri" aralarına kesin sınırlar çizmek
mümkün olmadan başlıca üç aşamada tartışmak olasıdır. Bunlar, Marianne
Krüll'ün önerdiği gibi, "kriz öncesi . dönem" (1885-1896), "kriz
dönemi" (1896 yaz - 1897 güz) ve "kriz sonrası dönem"
(1899-1900) olarak kimi zaman dilimlerine ayrılabilir. (99,100)
Yoğun bunalım, kriz öncesi dönem. Freud'un
ilk ciddi psişik bunalımlarının başlaması olasılıkla onun ilk kez Paris'e
gidişme, Charcot'nun yanında çalışmaya başlama (1885-86) tarihine değin uzanır.
Gerçekte, kafasmdaki dalgalanma ve bunalım onun Breuer'den 1882 yılının sonlarında
Arma O'nun biyografisini, sergilediği semptomları ve uyguladığı tedavinin
sonunda oluşan "arınmayı" duyduktan sonra başlamıştır. Paris 'te
izlediği dersler, entelektüel boyutunu hem geliştirmiş hem de onun duygusal
dünyasını çok zorlamıştır. Histerik rahatsızlıkların nedenlerinin cinsel
nitelikte olduğunu, ayrıca erkeklerde (bile) histerinin görülebileceği savları,
onun Viyanalı görece tutucu düşünce dolu dünyasını altüst etmiştir. Paris'teki
histeri vakalarmda, kimi kişilik yarılmalarını görmüş, zaten hiç unutamadığı
Anna O olaymı yeniden anımsamış, psişik rahatsızlıkların sandığmdan ve
sanıldığından çok daha karmaşık nedenlerle ortaya çıktığım sezinlemiştir.
Aldığı eğitimin, kültürel donanımmm Parislilere oranla görece yetersizliğini
duyumsayan Freud, kendi öz babası cinsel olaylarla çok uğraşmamasmı
öğütlemesine karşı, yedek baba konumundaki Charcot'nun, araştırmalarmm temelini
cinsel yaşama dayandırmasını, bu alanı göz ardı etmemesini önermesi,
çelişkilerini büsbütün artırmış, iki babanın birden etkisi altında kalmıştır.
Ayrıca cinsel yaşamın tensel-bedensel boyutunun önemi gündeme gelmiştir.
Dışadönük bir saldırganlık olanağı pek olmaymca, yapıcı, yaratıcı bir
kötümserlik onu daha da huzursuzlaştırmış-hr.(101,102,103)
Ama daha Paris'te iken, 1885 yılı Aralık
ayının başmda ciddi bir bunalım ortaya çıkmış, psişik bir yetmezliğe girmiştir.
Nişanlısına yazdığı mektuplarda -gerçeklerin tam tersine- Paris'te beklediğini
bulamadığını ve geri dönmek istediğini yazar. Bu durum, nöroanatomiyle
psikoloji arasındaki uçurumu hem kapamış hem daha da açmış; dönüşümün çok
daha radikal ve sancılı olacağını sezinletmiştir. Evlenene değin belki de hiç
cinsel ilişki deneyimi olmayan Freud'un, tüm bu yeni öğrendiklerini,
değişimleri ve altüst oluşları hazmetmesi on yıla yakın bir zamanmı almıştır.
Çok deneyimli bir insan olan Breuer bile, Anna O'nun tedavisi bittikten sonra,
on yıldan fazla bir zaman, bu konu üzerinde, olasılıkla Freud dışında hiç
kimseyle konuşmamışım Ancak 1895 yılında Freud'un da onaymı alıp "bu lanetli
deneyimi" birlikte yayımlamaya karar verir.
Freud'un 1890-1900 yılları arasmda
yaşadığı sıkıntılı dönem, zaman zaman ortaya çıkan krizlerle daha da
ağırlaşa-rak sürmüştür. Özellikle, birlikte çalışmak istediği Brücke ve Meynert
gibi çağmm dev bilim insanlarmdan ayrılmak zorunda kalır. Ayaklarını
basabileceği sağlam bir zemin oluşturan beyin anatomisi ve nöroloji gibi bir
alandan, her türlü kurguya açık, başı sonu bilinemeyen, belirsizliklerle dolu
psikoloji dünyasına geçer. Bu dünyanm da, bilinçdışı gibi daha da karmaşık bir
alanında, serbest çağrışım gibi yeni bir yöntemle (kendisinin bile bilgisiz ve
hatta yetersiz olduğu ve belki de bu nedenle en çok düşündüğü) cinsel yaşam
üzerinde çalışmaya başlar. Bütün bunlar Freud'da olağanüstü bir güvensizlik yaratmış;
korku, yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu vermiştir. Bu süre içinde kendisini
kanıtlayamamanın korkuları, mutsuzluğu ve melankolisinin yanı sıra,
parasızlık, işsizlik, uzun sürmüş bir nişanlılık ve karısının ailesi tarafmdan
(bile) ısrarla istenmemenin sıkıntıları sürmüştür. Yıllar sonra 6 Mayıs 1894
tarihinde bile, yeniden "birazcık olsun anatomiye dönmek istiyorum"
diye âdeta haykırmıştır. (104) Kendisini çok • yakmdan tanıyan Jones'un, onun
psişik durumunun klasik klinik psikiyatri tanımıyla gerçek bir depresyon niteliğinde
olmadığmı söylemesine karşm, Freud, 17 Ağustos 1884 tarihinde Fliess'e yazdığı
mektubunda, son 14 aylık yaşammda sadece üç ya da dört "mutlu gün"
geçirdiğini yazmıştır. (105)
Freud'un, yaratıcı melankolik bir kişilik
olduğunu söylemek olasıdır. Özellikle, yaşammm ilk kırk yılındaki psişik
durumunu yansıtan mektupları ve Düş Yorumu serüveni ile son
kırk yılında yazdığı ödünsüz toplumsal eleştiri yapıtları bunun kanıtı
olabilir. Yaşadığı bu bunalımlı koşullarda, her şeyden önce kendi ruhunun
derinliklerine bakmak, kendisini tanımak, anlamak ve mümkünse kendisini
armdırmak, sorunlarmı çözümlemek istemiştir. 1890 yıllarında kendi tanımıyla
"muhteşem melankolik yalıtılma" (splendid isolation) içinde,
insanlardan, özellikle de meslektaşlarından uzak durmuş; görece bağımsız
koşullarda yaratıcı bir inat ve umutla çalışmıştır.
Bu sıralarda Freud'un pek çok psikosomatik
şikâyeti ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında kronik kabızlık, idrar yolları
bozuklukları, çeşitli kalp, mide, barsak rahatsızlıkları, migren ağrıları,
cinsel yetmezlik sorunları, erken boşalma, korku nevrozu en sık sözü
edilenlerdir. Yaşadığı yoğun ölüm korkusunun, belki biraz ölümden korkmak, ama
daha çok ölümü arzulamak biçiminde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Ölüm korkusu
onu hep çok yakmdan ilgilendirmiştir. Bazı belli tarihlerde kesinlikle öleceği
korkusu ve istemi sıklıkla kafasma takılmıştır. Yaşamm son on yılını, sürekli
tekrarlayan damak -sağ üst çene- kanserinin büyümesi korkusuyla geçirmiş; otuz
üç kez ameliyat olmuş; dayanılmaz ağrılara, ağzmdan yayılan kokulara, konuşma,
yeme zorluğuna hep yüreklilikle karşı koymuş; çalışma gücünü azaltıyor diye
kanserin sorumlusu puroyu bırakmaya yanaşmamıştır. Fakat buna karşm, psişik sorunları,
korkuları, 1890 yıllarında yoğunlaşan melankolik durumu onu kanserden çok daha
fazla yıpratmış, yormuş, olasılıkla bu psikosomatik durum onun ölümcül
hastalığının (bile) nedenini oluşturmuştur.
1893 yılında asıl büyük bunalımın ön
aşaması olarak da değerlendirilen yeni bir " kriz öncesi kriz dönemi"
yaşamaya başlamıştır. Bunun başlangıcında 12 Nisan 1893 tarihinde, Freud
ailesinin beşinci kızları Sophie doğmuştur. Ardmdan, yaz ve güz aylarında
Freud'un kalp şikâyetleri artmıştır. Arkadaşı Fliess, günde ortalama 20 puro
içen Freud için nikotin zehirlenmesi düşünmüş, sigarayı bırakmasını önermiştir.
Breuer, nikotinin etkisiyle gelişen kronik miyokardit (kalp kası iltihabı)
tanısı koymuştur. Gene bu arada kalp sorunları dışmda, ayrıca baş dönmeleri,
bayılma duyguları, kabızlık gibi barsak şikâyetleri, cinsel yetmezlik
bozuklukları ortaya çıkmıştır.
Freud, sonradan güncel nevrozlar paydası
altmda toplanan nevrasteni, kalp ve korku nevrozlarmda saptadığı kalp
bölgesine lokalize sıkıntılar, çarpıntı, aritmi, angina pektoris
(göğüs ağrısı), solunum bozuklukları, astım benzeri şikâyetler, terleme,
üşüme-yanma gibi beden ısısı bozuklukları, baş dönmesi, ellerde ve ayaklarda
karıncalanmalar gibi uç dolanım şikâyetlerine ek, çocukluk dönemlerinden
başlayan güvensizlik duyguları, benlik kaybı korkuları gibi yakınmaların
kendisinde de bulunduğunu saptamıştır. Ayrıca, ailesinin ruh sağlığı yönünden
kalıtsal yüklü olması, üvey kardeşi Emanuel ve öz kardeşi Rosa'nın
nevrastenik şikâyetleri, onu daha da huzursuzlaştırmıştır. Daha da ileri
giderek, kendi içine kapanık yaşam sürdüren tüm Yahudi cemaatlerinin olumsuz ve
hastalıklı bir kalıt taşıdıklarını varsaymıştır. Yaşadığı karmaşık nevrotik sorunların
(özellikle korku nevrozunun) çocukluk dönemin- * den kaldığını, evlilik
yaşamındaki cinsel birleşmelerinde de gebeliğin önlenmesi için meninin dışarı
akıtılması gibi, amacına ulaşması engellenmiş heyecanlardan ve cinsel
perhizlerden dolayı da artarak çoğaldığmı düşünmüştür. (106)
Özel hekimi Max Schur'a göre,
kalp şikâyetlerini anlatan ük mektubu, 17 Mayıs 1893 tarihini taşır. Freud, burada,
Fliess'in sigarayı kesme önerisini "acılı" bulmuş ve "senin
nikotin yasağma uymayacağım" diye sert bir yanıt vermiştir. 17 Kasım 1893
tarihinde, yeniden, "senin sigara yasağına uymuyorum; mutluluk içinde bir
yıl yaşamak, sefalet içinde uzun yaşamaktan daha büyük mutluluk değil
midir?" diyerek kesin tavrmı ortaya koymuştur. (107)
19 Nisan 1894 tarihli mektubunda, kalp
şikâyetlerinin artmasından, aritmiden, kalp bölgesinde baskı, ağrı ve yanma
duygusundan ve bunların sol kola doğru yayılma eğiliminden, solunum
sıkıntısından yakınmış, bunlarm organik kökenli olmasmdan kaygılanmıştır. Fakat
ardından hemen coşkulu bir çalışma dönemine girmiş, sonra yeniden sigara
özlemi başlamış, sıkıntılar yeniden artmıştır. Freud bu ara sürekli olarak
huzursuz, güvensiz, mutsuzdur. Entelektüel üretkenliğinin düşük olmasından ve
kendisini baskı altmda duyumsadığından yakınmaktadır. (108)
Max Schur, kalbindeki aritminin 1889
yılında geçirdiği grip hastalığından sonra başladığını düşünür. Bu ara gene
depresyon, umutsuzluk, ölüm istemi (109) korku ve bedensel şikâyetler,
dalgalanmalar halinde ortaya çıkmıştır. Freud kalbinde olası bir büyümeden
kaygılanmış, gene bu ara yazdığı mektuplarda, "cinsel gücünün, libidosunun
çoktan yitip gittiğini" söylemiştir. (110) Jones, onun libido
sözcüğünü ilk kez, 1894 yılı Haziran aymda kullandığını anımsatır. (111) Freud,
1925 yılında yazdığı, "Yaşamım ve Psikanaliz" çalışmasında,
"cinsel içgüdülerde saklı enerji yüküne libido admı verdim" diyerek
konuya açıklık getirmiştir. Max Schur'un kanısına göre, cinsel
güvensizlik, korku ve kalp nevrozu gibi şikâyetler, çocukluk dönemindeki
tacizlerin ve tehditlerin altmda ortaya çıkmış, ayrılma ya da varoluşsal
korkulardan kaynaklanmış olabilir. (112)
Roazan'm verdiği bilgiye göre, Freud'un 41
yaşmda cinsel yetmezliğinin ortaya çıkmasında "karısını gebe bırakmak
korkusu" nedeniyle dışarıya boşalma zorunluluğu önemli bir neden
olmamıştır. Martha, zaten 35 yaşmda menopoza girmiş, gebe kalma korkusu
ortadan kalkmış, korunmaya gereksinim kalmamışta. Bu nedenle de Fre-ud'un
korunmadan yakınmasının anlamı pek yoktur. (113) Cinsel yetmezlik olasılıkla
Freud'un psişik kökenli eski bir sorunudur. Ayrıca, evlilikten memnun değildir;
evliliğin cinsel pratiğinde aradığmı hiçbir zaman bulamamıştır. 18-95'in
Ağustos aymda, cinsel yaşamdan kaynaklanan acılı bir mutsuzluktan söz etmiş;
Fliess'e "çocuk yetiştirmekten tükendiğini" ve "ölümden başka
seçeneğinin olmadığını" yazmıştır. 1895 yılı ortalarmdan sonra da,
melankolik ölüm fantezileriyle birlikte ortaya çıkan mutsuzluklardan, gelip
geçici ya da sürekli olarak cinsel gücünün yitiminden sıkça yakmdığı
izlenmiştir. 6 Kasım 1911 yılında Jung'un eşi Emma Jung'un, Freud'a yazdığı
mektuptan öğrendiğimize göre, Freud, Emma'ya da, "evliliğin kendisini çoktan
tükettiğini, şimdi artık ölümden -ölümü beklemekten-başka bir şey
kalmadığını" yazmıştır. (114)
Kendisini tam bir kısır döngünün içinde
duyumsa-yan -ve artık kesinlikle kendi kendisinden bıkan- Freud, psikosomatik
şikâyetlerinin nedenlerini ve hastalarmm sorunlarmı anlayabilmek için,
öncelikle kendisini analiz etmesi gerektiğini düşünmüştür. Bu çabanm
uzantısmda, . 1894 yümdan sonra bilinçdışını araştırmaya, nevrozlar üzerine
kendi kurammı geliştirmeye çalışmışta. Kendisinde tespit ettikleri ile
hastalarmda bulduklarmı karşılaştırmış; bunların arasmda ancak birbirlerini
destekleyen bulgularm doğruluğuna güvenmiştir. Bu dönemde, kendisini toplumdan
ve diğer insanlardan yalıtması, kuşkusuz onun için acılı ve sıkıntılı olmuş;
fakat, bu yalıtmanın, yani kendisiyle yalnız kalmasmm getirdiği üretken ortam,
-aynı zamanda- tadma doyulmaz bir haz kaynağı da oluşturmuştur.
Histerik-nevrotik insanların
çocukluklarında yaşadıkları cinsel taciz giderek ilgisini çekmiştir.
Hastalarında ve kendisinde tespit ettiği, ana-babalar tarafından baştan çıkarılma
(taciz) fantezilerinin içeriğini değerlendirmeye çalışmış. Bunları insanın
bizzat yaşamasınm gerekli olmadığı, yoğun heyecanlar olarak görmüş ve bu
düşünce birikiminin uzantısında, baştan çıkarma kuramını geliştirmiştir.
Freud'un yaşammda "baştan çıkarma" ya da "kışkırtma" kuramı
(Verführung Theorie) Oidipus kuramını önceler. 21 Nisan 1896 tarihinde
Viyana'da, "Histerinin Nedenleri" üzerine yaptığı tarihsel
konuşmada, izlediği 18 hastanın tümünün çocukluğunda cinsel tacize maruz
kaldığını saptadığmı açıklamıştır. Daha önce de değindiğimiz gibi, bu konuşması
olumsuz eleştirilere neden olmuştur. Buna karşm Freud, yaptığı çalışmalardan
genellikle memnun olduğu üretken bir döneme girmiştir. 4 Mayıs'ta "Tek
basma çalıyorum. İyi gidiyor, ama yalnızlık kötü..." diye yazar. 30 Mayıs
1896 tarihli mektubunda da hem "bir sürü ahmak tarafmdan yapılan bu
eleştirilere hiç aldırmadığını" söylerken hem de içten içe "çok
üzüldüğünü, bu yüzden pek çok hasta kaybettiğini" yazar. (115)
Freud'un kanısma göre, baştan çıkarma
kurammda özellikle babanın belirli etkileyici, sapkm tavrı sözkonusu-dur.
Ancak, tüm nevrozlularda babanın tacizi saptanamaz. Burada anne, amca, dadı,
öğretmen, gibi çocuğa yakm diğer kişiler de benzer etkilerde bulunabilirler.
Çocuklar, erken yıllarında büyükleri tarafmdan pasif cinsel yaşantıya
sürüklenmiş olabilirler. Çocuk, ilk cinsel sahneyi (ya da, ilk cinsel travmayı)
açıklama gücünü kendisinde bulamadığı için -bu yaşantıyı- bastırmak zorunda
kalır. Ancak, bu ilk cinsel travma yaşantısmm gerçekten yaşanmış olup olmadığı
da her zaman kesinlikle bilinemez. Çok kez gerçekleşmesi istenen sanal bir
yaşantı olarak da ortaya çıkabilir ve çocuk sonradan bunu gerçekten olmuş,
yaşanmış gibi -de- düşünebilir. Sonuçta, çocukluk yaşlarındaki cinsel taciz ve
bastırılan anılar uzantısında ortaya çıkan suçluluk duygusu ve cinsel korku,
yetişkinlik döneminin nevrotik belirtilerine dönüşebilir. Babanm geçmişinin de
sapkınlıklarda önemli rol oynadığı, tacizin çocuğu çılgınlığın içine
sürüklediğini savunmuştur. Nevrasteni ve melankoliyi erken cinsel örselenme ile
açıklamaya çalışmıştır. Örneğin, çocukta yaşanan kimi cinsel tacizlerin haz
duygusuyla anımsanması, sonradan suçluluk duygularmm nedeni olarak melankolik
bir hüznü koşullamakta, "aile romanı" içinde "fahişelik
fantezileri" geliştir(ebil)mektedir. Agorafobi de aynı biçimde fahişelik
fantezileriyle açıklanabil-mektedir. Tacizi hazla duyumsayan çocuk/genç, insanlara
güveninin kalmadığını, bunun için sokağa çıkmak istemediğini söyler ve buna (en
başta kendisi) inanır. Oysa aynı zamanda içinde, sokakta karşılaştığı
insanlarla cinsel Üişki kurma isteği duyduğunu da sezinler; bundan ötürü
kendisini suçlu bulur ve eve kapanır, sokağa çıkmaktan korkar. (116)
Bu aralar, kendisini "asıl kaynağa
götürecek ana damarı bulduğu" kanısındadır. Taciz konusunun nevrotik
çocuklarda sık görülmesinin saptanmasından sonra, kendi' çocuklarma ve
kardeşlerine yaklaşımmı irdelemeye başlar. Ama bulduklarının ne kadarmm gerçek,
ne kadarmm fantezilere (özellikle de mastürbasyon fantezilerine) dayandığından
da kuşku duyar. Belki de cinsel taciz -en azından sanıldığı kadar çok
olmamakta-, çoğunluğuyla fantezilere dayanmaktadır.
Freud, burada hâlâ psikoloji hatta felsefe
ile nörofizyo-lojiyi, bastırma, savunma, unutkanlıklar gibi ruhsal olayları
Helmholz ve Brücke fizyoloji okullarının verilerine göre temellendirmeyi,
bunlarm kimyasal fizik nedenlerini bulmayı nevrotik şikâyetleri doğabilimsel
psikoloji ile açıklamayı düşünmektedir.
Freud, baştan çıkarma kuramıyla nevroz
sorununu çözümlediğini düşünmüş ve bunu en az üç-dört yıl savunmuştur. Eylül
1897'de yazdığı mektuplarda bile, korunmasız çocuğun yetişkinlerin (çok kez de
babanm) cinsel tacizine maruz kaldığını ve bu ağır travmalarm sonradan
yetişkinlik döneminde ortaya çıkan pek çok nevrotik belirtinin nedeni olduğunu
varsaymışım Yeniden pek çok olumsuz eleştiriyle karşılanmış, izleyen günlerde
ve aylarda Freud'un muayenehanesine gelen hasta sayısı hızla azalmıştır. Bir
kez daha çok ciddi ekonomik sorunlar ortaya çıkmış, bu durum da çocukluğundan
beri süregelen "yoksulluk" korkularmı bir kez daha artırmıştır. 6
Aralık 1896 tarihli mektubunda, baştan çıkarma (taciz) olaylarının ilk kuşakta
sapkın kişiliklerin, sonraki kuşaklarda ise histerinin ortaya çıkmasmı
koşulladığını, histerinin birkaç kuşaklık birikim sonucu ortaya çıktığını
söyler. Nevrozların da sonraki kuşaklarda psikoza dönüşebileceğini düşündüğünü
yazar. 6 Aralık 1896 tarihli mektubunda, biraz da Yeni Lamarkçı bir yaklaşımla,
baştan çıkaranın sapkınlığı üzerine kuşaklar boyu süren birikimlerden söz
etmiştir. Aslında hep Darvinist bir mantıkta olmasına karşın, buradaki
Lamarkçı tutumu ayrıca tartışılmış ve eleştirilmiş; sonraki yıllarda Arma
Freud da babasının buradaki çelişkisine gösterilen tepkilerin haklı olduklarını
söylemiştir. (117)
Bu ara yazdığı mektuplarında yeniden
"büyük hakikati bulma uğruna büyük bir yalnızlık (izolasyon) içinde yaşadığım"
vurgular. (118)
Bu tespitlerden yüz yıl sonra, yetişkin
her dört kadından ve her yedi erkekten birinin, dokuz yaş öncesi çocukluk
dönemlerinde, cinsel tacize maruz kaldığının, çeşitli psişik rahatsızlıklardan
ve özellikle de ilaç /alkol bağımlılığından, klinik tedavi gören kadınların
yüzde doksanından fazlasının, aynı örseleyici yaşantıyı taşıdıklarının artık
iyiden iyi bilindiği günümüzde, Freud'un -bu çok önceden öngördüğü- savlarmm ne
kadar doğru olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır.
II.
Freud'un bunalımlarının asıl kriz dönemi,
kendi "tarih öncesini" (prehistoryasmı) ve
babası Jakob Freud'un biyografisini yeniden değerlendirmeye
başladığı 1896 yılı yazından, 1897 yılı güzüne değin sürmüştür (Krüll). Bu ara
baba Jakob Freud, 1896 yılının Haziran aymda hastalanmıştır. 15
Temmuz 1896 tarihli mektubunda Freud, "ihtiyar yemek yiyemiyor, kaim
bağırsaklarda felç var, yüzü çok beyaz, buna karşın ruhsal yönden çok canlı,
sanıyorum gerçekten de son vade zamanı geldi... İhtiyarm durumu beni çok
üzüyor. Onun artık dinlenmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Kendisi de bunu
istiyor. Çok ilginç bir insan. Kendi içinde tutarlı ve mutlu. Pek acı
çekmezdi. Hastalığmm uzun sürmesini istemiyorum, ayrıca ona bakan kız kardeşimin
de acı çekmesini istemiyorum... diye yazmıştır. (119) Sonraki mektubunda,
"Babamın son günlerde zaman za- « man bilinci bulanıyor. Akciğer iltihabı
yayılıyor ve büyük vade zamanı ("termin") yaklaşıyor" demiş;
ancak babasmı ölüm döşeğinde bırakıp kardeşi Alexander ile birlikte
iki ay kadar süren bir İtalya gezisine çıkmıştır. Bu tavır onun kişiliğinde
-yeniden- oldukça çelişkili bir durumu sergilemiştir.
III.
40 yaşlarmda çoluk çocuk sahibi olgun bir
adam, ortaya çıkacak trajediden habersiz, kendi "tarih öncesini"
analiz etmeye başlamıştır. Bu sırada, çocukluğundaki ana-baba ilişkileri birden
ve beklenmedik biçimlerde bir kez daha ortaya çıkmış, nevrotiklerin yaşammda
ilk yılların cinsiyetinin önemini bir kez daha görmüş, bunu kendi yaşammda da
araştırmaya başlamış; ilk üç yaşmm, Fre- iberg döneminin önemi yeniden gündeme
gelmiş, fakat bu dönemi tercüme etmenin sanıldığından da zor olduğu
görülmüştür.
24 Temmuz 1895 tarihinde ilk kez Irma
düşünü görür. (120) Bunu tümüyle analiz eder (ya da ettiğini söyler). Bu düş
tümüyle analiz edilen ilk düş olarak tarihe geçmiştir. Freud artık yavaş yavaş
yaptıklarının önemini kavramaya başlamaktadır. 1900 yılında Fliess'e yazdığı
mektupta, bu düşü gördüğü eve yaptığı ziyareti anlatır ve "günün birinde
bu eve mermer bir plaket yerleştirilecek ve üzerine '24 Temmuz 1895'te Dr.
Sigm. Freud bu evde düşlerin gizemini çözmüştür' diye yazılacak" der.
(121)
Freud burada kendi kararıyla bilimsel
bağlarım koparmadan, kendisini tanımasını engelleyen sınırlamalar arasmdan
geçip, kendi kendisini keşfetme serüveninin sonuçlarmı gün gün yazmıştır.
Düşlerin anlamsız olmadığını, bunlarm insanların istemlerini
gerçekleştirmelerini sağlayan bir tür anlatım ve boşaltım kanalları olduğunu
öngörmüş; kendisi için aynı anda hem hasta hem de hekim durumunda kalmıştır. Bu
ara kendisiyle çok sert mücadele etmektedir. Huzursuzluk, terk edilmişlik
duygusu ve çaresizlikler içinde yapayalnız tek basma kalmış; en az beş yıl
kadar süren bir zaman dilimi içinde yoğun bir umutsuzluk, güvensizlik, korku,
duygulanım dalgalanmaları içinde tüm enerjisi tükenmiştir. Kimi zaman günlerce
hiçbir şey yapamadan, okuyamadan, yazamadan donakalmışım Bu süreç içinde ona
dış dünyadan hiçbir yardım olanağı yoktur. Yaşamın her alanma yayılan acılar
içindedir. İyileştirme garantisi veremeden hastalarmdan para aldığım,
Breuer'e olan borçlarını ödeyemediğini,
nöroanatomiden ayrıldığım, yeterince bilimsel araştırma yapamadığını, zaman
zaman da olsa babasma öfkelendiğini, karışma ve çocuklarına yeterli zaman
ayıramadığı için sürekli suçluluk duyguları içinde kıvranmakta olduğunu
söylemektedir.
Bu sırada, kendi bilinçdışmda bir çocuk
görür. Bu çocuk babasma karşı öfkeli, hatta onu öldürmek ve annesiyle birlikte
olmak düşleri içindedir. Burada Oidipus kompleksi, kültür tarihinin bir
skandali olarak ortaya çıkar. Freud tüm bunlarm ne anlama geldiğini araştırmaya
çalışırken, tam da bu sırada babası ölür... Yeniden yoğun bunalım dönemi
başlar.
IV.
26 Ekim 1896 tarihli mektubunda, "23
Ekim 1896'da (dün) babamı gömdük. Kesinlikle sıradan bir insan değildi. Beyin
kanaması geçirdi; nedeni bilinmeyen bir ateş, duyu bozuklukları, kasılmalar,
akciğer ödemi, konvülziyonlar ve sonunda acısız bir ölüm..." (122) diye
yazar. 2 Kasım 1896 tarihli mektubunda da, "ihtiyarın ölümünden sonra,
resmi bilincimin arkasmdaki karanlık bir bölge beni çok etkiliyor... Babamm
ölümü beni çok etkiledi. Onu çok iyi tanıdığımı, anladığımı sanıyorum.
Yaşamıma çok etkisi oldu. * Bilgelik ve fantezi içinde, uzun yaşadı. İçimde bir
şeylerin koptuğunu, köksüz kaldığımı duyumsuyorum..." diye vurgulamıştır.
Hissettiği yoğun suçluluk duygusunun nedenini çözemediğini, bunu belki de
babasının ölmesine karşm kendisinin hâlâ yaşıyor olmasına bağlayabileceğini
düşünmüştür. (123)
Babası için yalın bir cenaze töreni
düzenlenir. Sonradan törenin bu denli mütevazı oluşu suçluluk duygularının daha
da artmasına ve üzülmesine ayrıca neden olmuştur. Babasmm ölümünden iki ay
kadar sonra bile, yaşadığı beklenmedik ve sıra dışı acının nedenini
anlayabilmek için kendisini analiz ederek ruhunun derinliklerine inen arkeolojik
kazılara girişmeye karar vermiştir. Ama, daha 13 Haziran 1882 tarihinde
nişanlısına yazdığı mektupta, insanın kendi ruhsal dünyasını anlamadan,
başkalarmı anlamaya çalışmasının olanaksızlığına değinmiştir. (124)
11 Şubat 1897 tarihli mektupta
(kışkırtma/taciz kuramını kurtarabilme umuduyla) yeniden ve bir kez daha kendi
babasmı suçlamıştır. 2 Mayıs 1897 tarihinde, genellikle 8-12 yaşlarmda ortaya
çıkan ensest istemi ve fantezilerinin geriye projekte edilebileceğini, daha
erken çocukluk dönemlerinde de böyle düşünülmüş olabileceğini varsay-mıştır.
(125) 31 Mayıs 1897 tarihli (Manuskript N de denen) notlarmda Kriss'in kanısma
göre Oidipus kompleksi ilk kez gündeme gelmeye başlamıştır. (126, 127) Burada,
çocuklarm ana babalarma duydukları düşmanca duyguları kendisinin de
duyumsadığını, bunu rüyasmda gördüğünü, bunlardan babasma karşı duyduğu hüznü
açıklama olanağı bulduğunu, bunun nedeninin daha çocuk yaşlarından itibaren
babası Jakob'a karşı duyduğu düşmanlık duygularmda yattığmı varsaymıştır.
Ayrıca kendisinin 9 yaşmda olan büyük kızı Mathilda'ya karşı -da- yoğun
duygular içinde olduğunu söylemiştir. Bastırmanm temelinde çocuklarm
ana-babalarma karşı duydukları düşmanlık duygusunun bulunduğunu, bunun
uzantısında ortaya çıkan suçluluk duygusunun melankolik hüzne neden olduğunu
açıklamıştır. İleri yaşlarda bunun hep unutulmaya çalışıldığını, aslmda
tedavinin insanın cinsel ve saplan düşünceleriyle barışması ve özgürleşmesi
anlamı taşıdığını belirtmiştir.
Freud, 1897 yaz aylarmda Delfi Tapmağı
Kâhini'nin 2500 yıl önce önerdiği "kendini tanı" uyarısını,
"Çıplak hakikat, getirmesi olası felaketlere rağmen ihtişamın doruğu
olarak yaşanır" dizelerini ve Goethe'nin, "Dâhinin ilk ve son istemi
hakikat aşkıdır" özdeyişini benimsemiş (kültür tarihinde Aziz Augustinus,
J. J. Rousseaux'dan sonra) yeni bir yöntem ile ilk kez sistematik ve bilimsel
olarak kendisini analiz etmeye başlamıştır. Kendi analizine başlamasmdan iki
ay kadar sonra, "madalyonun arka yüzünü" de görmeye (Jones) ve
erişkinlerin çocuklarma karşı duyumsadıkları ensest duyguları gibi, çocuklarm
da ana-babalarma karşı benzer duygular beslediklerini ön-görmeye başlamışta.
1897 yılının Haziran ayında ailesiyle
birlikte yazlığa giden Freud, burada hiç de beklemediği biçimde -kendi
tanımıyla- "entelektüel bir felç" geçirmiştir. 7 Temmuz 1897
tarihinde Fliess'e yazdığı mektubunda, "Ne yapacağımı henüz
bilemiyorum... Bu derinlerin en derini durumundan kurtulmak istiyorum... Yazma
felci belki de seninle mektuplaşmamı önlemek için ortaya çıkmış olabilir"
diye yazmışta. (128) Üç hafta kadar yazı yazacak, hatta ayrıntılı düşünebilecek
düzeyde olsun, bilincinin açık olmadığından, hemen hemen hiçbir şey
yapamadığmdan yakınmıştır. Psişik durumunun bozuk olduğundan "Ben, benim
gerçek hastam olan kendimle meşgulüm" diye söz etmiş; kendi sorunlarmm bir
kısmmı çözmesine karşm, so- ' omlarının önemli bir bölümünün gene de karanlıkta
kaldığını söylemiştir.
Temmuz ortalarmda babasının mezar taşım
yapüran Freud, olasılıkla aynı tarihlerde yeniden kendi analizine başlamıştır.
(129) Krüll de, 13 Ağustos 1897'de onun kendi analizinden ilk kez söz açtığının
altını çizmiştir. (130) Kendi bulgularını genelleştirmiş ve nevrozlarm
"tarih öncesinde", çocuğun babasmm ya da ona en yakm erişkin kişinin
pervers olduğunu öngörmüştür. Sonra, insanı hasta eden temel etkenin, toplumun
din kültürünün seksüel/moral anlayışı olduğunu düşünmüştür. Dinin insanları sapkınlık
için duyarlı kıldığını vurgulamış; Yahudi dininin ayrıca artı bir baskı ve
kastrasyon korkusu oluşturduğunu söylemiştir. Bu arada, yazamamak durumunu
arük patolojik bir belirti olarak düşünmüştür. Kasım aymda bir kısa depresyon
dönemi daha geçirmiş. Sonra kendisini biraz olsun toparlamaya başlamıştır.
Freud, 26-29 Eylül 1897 tarihlerinde
Fliess ile buluşur. Yazılı olarak belgelenmediği için iki arkadaşın neler konuştukları
bilinmemektedir. Belki de bu konuşmalarının uzantısında, düşüncelerinde radikal
değişmeler ortaya çıkmıştır: Giderek, babasma karşı duyduğu öfkenin, onun
kendisine sapkm davranmasmdan ya da taciz etmesinden değil, tersine kendisinin
annesine karşı tutku ve kıskançlık duygularmdan kaynaklandığını kavramıştır.
3 Ekim 1897 tarihli mektupta, kendi
analizinde tespit ettiklerini düş yorumu gibi anlatmıştır. (131) Burada, 2,5
yaşmda trenle Frieberg'den Leipzig'e doğru giderlerken kompartımanda annesini
yarı çıplak gördüğünü ve içinde cinsel duygular oluştuğunu yazmış; libidosunun
annesine dönük olduğunu anlatmıştır. Freud, burada baştan çıkarma kuranımdan,
Oidipus kuramma (mitosuna) geçer. Böylece, artık tüm babalarm baştan çıkaran
sapkm insanlar olarak görülmesine ve tanımlanmasına gerek kalmaz, babalarla
oğullar arasmda gerekli bir uzlaşma yapüır. Freud, Sophokles'in trajedisini
modern aile içi ilişkilerin odak noktası olarak görmüştür.
Oidipus kompleksi -oidipal dönem-,
yaşamda, anasma dönük düşler gördüğü ve babasma karşı düşmanca duygular
beslediği bir gelişme aşaması olarak kavranmıştır. Burada annenin, babanm ve
hatta akrabalarm konumları kurtarılmış; çocuklarm da, kendi ellerinde olmayan,
gelişmelerinin zorunlu ve doğal bir dönemi olan bu dönemdeki düşüncelerinden
dolayı suçluluk duymalarına neden kalmamıştır.
V.
Freud'un anlatmak istediklerine açıklık getirmek ve bilgimizi tazelemek
için mitolojiyi bir kez daha anımsarsak:
Thebai kralı Laios, Peleponnes saraymda
misafir kaldığı evin, Chrysippos adlı erkek çocuğuna sarkıntılık ettiği için,
Tanrılarca kendi oğlu tarafmdan öldürülmeye mahkûm edilir. Laios ile karısı
Iokaste'nin çocukları olmaz. Durumu Delfi Tapınağı'ndaki kâhine sorduklarında,
kâhin, bir oğullarının olacağmı ve Laios'un o oğlan tarafmdan öldürüleceğini
söyler. Gerçekten de Iokaste, bir erkek çocuk doğurur; ancak Laios, kendisini
öldüreceği korkusuyla, henüz üç günlükken yeni doğan çocuğun ayaklarının bağlanıp
dağa bırakılmasını ister. Çocuğu çobanlar bulurlar ve Korint Kralı Polybos'a
götürürler. Oidipus, Polybos'un yanında büyür.
Bir gün Delfi Tapınağı'nın kâhini ona,
babasmı öldürüp annesiyle evleneceğini söyler. Oidipus, gerçek babası sandığı
Polybos'a bir kötülük yapmamak ve bu aile trajedisini önlemek için Korint'ten
ayrılıp başka bir kente göçmeye , karar verir. Delfi ile Daulis arasındaki dar
geçitte Laios'un arabasıyla karşılaşır. Laios da kenti Sfenks canavarından
kurtarmak için öğüt almaya kâhine gitmektedir. Laios, sert ve emredici bir
sesle hemen yoldan çekilmesini yoksa sonunun kötü olacağım söyler. Oidipus,
Tanrılardan ve ana-babası dışında kimseden emir almayacağım söyler. Laios,
uzlaşmasız bir tavırla arabasmı onun üzerine sürer, tekerlerden biri Oidipus'un
ayağmm üzerinden geçer. Oidipus, Laios'un kışkırtmalarına dayanamaz, onu ve
yardımcılarım öldürür. Sonra Sfenks'le karşılaşır.
Sfenks, olasılıkla Tanrıça Hera tarafından, Etiyopya'dan
getirilmiş, kadm başlı, aslan bedenli, yılan kuyruklu bir canavardır.
Oidipus'a, "tek bir ses çıkarabilen, bazen dört, bazen üç, bazen de iki
ayak üzerinde yürüyen canlı kimdir?" diye sorar. Oidipus duraksamadan
"insan..." cevabını verir; "... çocukluğunda dört,
yetişkinliğinde iki ayakla, yaşlılığında da bastonla -üç ayak üzerinde-
yürür." Bu doğru yanıt üzerine Sfenks kendisini Phikion Dağı'ndan atarak
öldürür, kent de kurtulur. Bunun karşılığı olarak Oidipus'dan kral olması ve
kraliçe Iokaste ile evlenmesi istenir.
Bu bağlamda Laios, mitolojide zorbalığı ve
erkek çocuk sevgisini -oğlancılığı- simgeler. Bunun sonucu olarak da Laios
kendi oğlu Oidipus tarafmdan öldürülmeye, Oidipus da, annesi Iokaste ile
evlenmeye mahkûm edilirler. Bu "mahkûmiyette" aynı zamanda bir
"genel istemin" de dile getirildiği gözden kaçmaz. Ama Laios'un
kişiliği, sert, saldırgan, çabuk öfkelenen, sapkm, özcesi örnek otoriter bir
baba gibi gösterilir. Örneğin, oğlu Oidipus'u dağa bırakacağı zaman,
ayaklarını birbirine bağlar, üstelik de oğlanın ayaklarmda delikler açarak onu
ölüme terk eder. Kişiliğinde, sapkm, eşcinsel, sadistik öğeler egemendir.
Freud'un kafasında oluşan sapkm baba
kişiliği, mitolojinin Laios tipidir. Bu sapkm baba, ruhsal rahatsızlıkların,
nevrozlarm ve psikozlarm başlatıcısı, korkutan, tehdit eden, fakat aynı zamanda
koruyan, güçlü, ata-baba, Tan-rı-babadır. Burada oğullar -gene Lamarkçı bir
görüşle-suçluluğa yazgılı, günahkâr babanm, günahkâr çocukları olurlar. Ve
kendileri de benzer bir baba olma yazgılarına mahkûmdurlar.
Sophokles Kral Oidipus, Oidipus
Kolonus'da ve Antigone üçlemesinde mitolojik söylenceleri modern
aile trajedisi olarak gösterir. Yazgı kuşaklar boyu birikerek, babalardan
oğullara aktarılarak sürer gider. Görebildiğimiz kadarıyla Sophokles
trajedilerinde Oidipus'un annesi Iokaste ile ilgili ensest duygularmdan söz
edilmez. Yapıtta sevgi/aşk sözü geçmez. Oidipus, Thebai Kenti'ni Sfenks'ten
kurtarmış, kral yapılmış ve çok doğal bir şey(miş) gibi kraliçe ile
ödüllendirilmiş, bir anlamda yöneticilerin zoruyla evlenmiştir. Burada, oğlun
zorunlu yazgısı ("doğrusu olmayan yanlışı") sözkonusudur.
Freud, kurammı oluştururken trajedilerden
çok, gerçeği ve günlük pratiği daha fazla dile getiren mitolojiye (ve bizzat
kendi duygularma) yaslanmışta. Sophokles yapıtlarında söyleyebileceğini
söylemiş, gerisini izleyicilerin yorumuna bırakmıştır. Psikanalizin vurgusu
ise, oğullarm annelerine karşı ensest duyguları olduğu, bunun sonucu olarak da
babaya başkaldırıp kesin zaferi kazanması (gereği) yolunda olmuştur.
VI.
Freud, babasını yitirdikten sonra
başladığı kendi analizlerinden elde ettiği bilgilerin sonuçlarmı ortaya
koymadan önce, kendisine edebiyattan destek aramış; bu konuda da Shakespeare
ona yeterli gücü vermiştir. Ayrıca, Shakespe-are'in Hamlet'i kendi babasmm
ölümünden çok kısa bir • süre sonra yazdığmı anımsandığında (132) psikanaliz
ile edebiyatın ve sanatm yakm işbirliği daha da yoğunlaşmıştır.
Freud, 15 Ekim 1897 tarihinde Fliess'e
yazdığı -bir anlamda tarihsel- mektupta düşüncelerini ünlü "Hamlet
kararsızlığı" betimlemesiyle anlatmaya başlamıştır: "Kendi kendine
dürüst olmak iyi bir araştırma. Aklıma, genel değeri olan tek bir düşünce
geldi. Anneye âşık olmayı ve babayı kıskanmayı kendimde de buldum; bunu erken
çocukluk için genel bir olay olarak kabul ediyorum. Akim yazgı koşuluna
yönelttiği tüm eleştirilere karşm Kral Oidi-pus'un etkileyici gücü
anlaşılıyor... Aynı şeyin Hamlet'in hikâyesinin temelinde de olup olmayacağmı
öylesine aklımdan geçti. Shakespeare'in bilinçli bir niyeti olduğunu
düşünmüyorum, tersine, içindeki bilinçdışmm, onu, kahramanın bilinçdışmı
anlatıp bu dramı yazmaya teşvik ettiğine inanmayı tercih ediyorum. Hamlet,
"vicdan hepimizi korkak yapıyor" sözünü nasıl gerçekleştiriyor.
Sarayındaki insanları hiç düşünmeden ölüme gönderen ve Leartes'i hiç
çekinmeden alelacele öldüren kendisi, amcasının babasını öldürmesinin
intikamını almaktaki kararsızlığını nasıl açıklıyor? Annesine olan tutkusu
yüzünden, babasma karşı aynı eylemi yapmak istemiş olduğunun karanlık anısının
ona çektirdiği eziyetle, daha iyi nasıl yapabilir: "Ve hepimize hakkıyla
davranılacak olsa, kırbaç yemekten kim kurtulurdu?" Hamlet'in bilinci,
onun bilinçdışındaki suçluluk bilincidir."(133)
Freud'un kamsma göre, psişenin varoluş
nedeni ya da görevi bir anlamda "negatiftir, yani insanm mutsuzluğunun
ortaya çıkardığı gerilimi çözmeye yöneliktir. Trajedinin bilinçli olarak
yaşanmadığı yerlerde ve kişiliklerde psişenin gelişemeyeceğini ya da ancak
psişenin geliştiği yerlerde bilinçli trajedilerin yaşandığmı düşünmek olasıdır.
Freud, yaşadığı dönemin Mefisto rolünü üstlenmiş, psişeyi irdelemiş; sıklıkla,
insanın ruhunun derinliklerine yaptığı arkeolojik kazılara benzeyen araştırma
gezilerinden söz etmiştir. Bilinçli olmayan bu bölge için
"bilinçdı-şı" terimini kullanmayı uygun görmüştür. Bilinçdışı araştırmalarından
hareketle anıların, unutkanlıkların, yanlış anımsamaların gizemini anlamaya ve
anlatmaya çalışmıştır. Psyche'nin gerçek dünya ile sembolik dil ve düşler
aracılığıyla nasıl uzlaşmak istediğini, psikanalizin geçmişi araştırmak demek
olduğunu ve bu bağlamda, kendisinin de, normallerdeki patolojiyi araştırarak
ruhun temelini göstermeye, bugünü geçmişle açıklamaya çalıştığını söylemiştir.
Görece ruhsal dinginliğe kavuştuktan
sonra, Düş Yorumu kitabını yazabilecek konuma gelmiş. 15 Mart
1898 tarihinde, Fliess'e ilk ön çalışmalarmı postalamaya başlamıştır. Yaptığı
işin önemini, kişiliğinin tarihsel konumunu kavramış, o güne değin kendisiyle
ilgili olarak yazdığı tüm belgeleri, notları yeniden ortadan kaldırmış; sonra
yeniden kısa bir depresyon dönemi yaşamıştır.
6 Şubat 1899'da çok fazla çalışmaktan,
sıkıntılardan bedeninin bir tür kanser (neoplazma) dokusuna dönüştüğünü yazar.
(134) Son derece gerilimli yaşam koşulları sonucu ortaya çıkan bu psikosomatik
duyumsama da (bir tür karabasanh düş), ne yazık ki bir süre sonra gerçekleşir:
Çene kemiğinde oluşan ve yaşammm seyrini etkileyen ur gelişimi, onu 33 kez
ameliyat olmak zorunda bırakır.
23 Mart 1900 tarihinde Fliess'e yazdığı
mektubunda, kendi analizine başladığı zaman yaşadığı felaket durumunu,
depresyonu aşabilmek için gösterdiği çabayı yeniden sergilemiştir. (135)
Bulgularının acılı bir ortamda ve yüreklilik isteyen bir çaba sonucu ortaya
çıktığını, fakat nedense bu durumda bile kendisine olan güvenini hiç yi- •
tirmediğini psişik sorunlarının doruk noktasına ulaştığını söyler.
Huzursuzluk, heyecan, keyifsizlik, bilinç bula-nıkhlığı, tinsel/bedensel felç
durumlarının ortaya çıktığı 1897-1900 yıllarının, yaşamının en üretken ve
yaratıcı dönemi olduğunu -bir kez daha- anlatmaya çalışmıştır. (136)
Yemden Arma O'yu anımsatan bir yöntemle
içinde yaşadığı entelektüel durumda, kendisini iki ayrı insan gibi
duyumsadığını, bunlardan birinin normal, diğerinin ise hasta olduğunu, ancak
her şeye karşm, analizlerinin 4-5 yıl öncesine göre çok daha iyi gittiğini
söylemiştir. Ruhundaki gel-gitlerin kendisini bazen çok yükseklere çıkardığını,
bazen de kuru toprağın üzerine oturttuğunu, fakat, denizin sürekli olarak
karadan toprak kazandığını vurgulamıştır. Analizlerine devam eder. Üretkenliği
ile psişik durumu arasmdaki çelişkiyi, "Benim yazı tarzım yazık ki çok
kötü... Çünkü kendimi çok iyi duyumsuyorum. İyi yazabilmem için sefalet
durumunda bulunmam gerekiyor..." diye bir kez daha ironiyle sergiler. Ve bu
arada Düş Yorumu kitabı tamamlanmıştır.
VII.
Freud'un, 12 yıl kadar süren bu kendi
analizinin (bir tür analitik oto-portre denemesi) kültür tarihinin bir dönüm
noktası olduğu kabul edilir. Düşlerin analizinde, içimizde çok kez, insanın
kendisinin bile tanımadığı, "küçük bir yeni ülke" keşfettiğini ancak
bu yeni ülkeyi bulmak için onu aramak ve araştırmak gerektiğini belirtir.
Düşlerin istemleri doyurmaya yönelik olduğunu, kendilerine özgü gizemli
dünyalarmm bulunduğunu, bunu çözmek gerektiğini söyler. Ve düş yorumunu insanı
ve özellikle de nevrozları anlamak için önemli bir anahtar olarak gördüğünü
vurgular. Burada, "düşlerim hiç de anlamsız değil, tersine arzularımızın
doyurulmasına yönelik olduğunun kimsenin farkmda olmamasından çok
mutluyum" diyen Keltli büyücü kız söylencesini anımsatmıştır.
Freud'un Düş Yorumu kitabmda
pek çok kendi deneyimi (fantezileri) vardır. Sürekli olarak arkeolojiye gönderme
yapar. Tarihi daha iyi anlayabilmek için insanın, insanı iyi anlayabilmek için
de tarihin/arkeolojinin yeniden bilinmesi, Mısır bilimleri gibi, unutulmuş
geçmişin anımsanması gerektiğini vurgular. Bu bağlamda kendisini psişik dünyanm
Kristof Kolumb'u ya da Heinrich Schli-emann'ı gibi değerlendirir. Düş
Yorumu çalışmasmda, ne kadarının kendisinin, ne kadarının hastalarının
analizinin bulunduğunu kestirmek zordur. Robert Martha'nm "bir realistin
fantezileri" olarak tanımladığı bu kitabını Freud, geçmişe
yapılan fantastik gezi olarak nitelendirmiş, buradaki psikolojik savlarm
ileride fizyolojik bir destek bulunacağmı düşünmüştür. Bulgularmm uzantısmda,
nevrotik korkularmm, cinsel kaynaklı olduğunu, insanm cinsel yaşamınm
erginlikte değil, çocukluk çağmda başladığını; çocuklarm ilk cinsel
seçimlerinde, kızlar için babaların, erkekler için annelerin önemli olduğunu
söylemiş; baba-oğul ilişkisinin/çatışmasının çözümüne yönelmiştir. Cinselliğin
ilk örneğinin, çocuk-anne memesi ilişkisinde başladığını, çocuğun, yaşam boyu
hep bu ilk çocukluk günlerinin, ana-baba tarafmdan sağlanan güvenceyi, beslenme
ve korunma özlemini çektiğini, sürekli olarak bu tür bir ortamı aradığını,
erginlik yıllarında ise bu günlerin güvencesini ve mutluluğunu sağlayacağı
yanılsamasıyla, bir üstün güce, dine ve Tanrılara inanma eğiliminin ortaya
çıktığını söylemiştir.
Ayrıca, çocuklarm ana-babalarma karşı hem
cinsel istek ve hem de öfkeli ve düşmanca tavırlar içinde yaşadıklarını
göstermiş; çocukluk duygularmm yetişkin insanlarda, özellikle de batıl
inançlılarda, dindarlarda yaşamayı sür- • dürdüğünü sergilemiştir. Bir anlamda
babasıyla yeniden barışmış ve onu yitirmenin acısmı kısmen aşmış, fakat onu
unutamamıştır. Düş Yorumu'mm. 1908 yılında yapılan ikinci
baskısına yazdığı önsözde; "Bu kitap benim için, ancak onu tamamladıktan
soma kavradığım daha ileri öznel bir önem taşımaktadır. Onun benim
özçözümlememin bir kesimi, babamm ölümüne -yani bir adamm yaşammdaki en önemli
olay, en acı yitime- tepkim olduğunu gördüm. Bunun böyle olduğunu keşfetmekle
yaşantının izlerini sikmeyeceğini duyumsadım" diye vurgulamıştır. (137)
Freud, 1897-98 arasında yaşadığı büyük
kriz sonrası dönemi izleyen zaman diliminden soma, 1899 yılında yeniden
"kriz sonrası kriz" olarak da adlandırılan (küçük) bir depresyon daha
geçirmiş, sonra da giderek görece dinginleşmiştir. Düş Yorumu, bilinçdışı
ülkesinin gizemini gözler önüne sermiştir. Çok zengin bir edebiyat, mitoloji,
peri masalı, efsane, sanat birikiminin ürünü olan yapıt, başlangıçta tıp
çevrelerinden çok aydmlarm, sanatçıların ilgisini çekmiştir. Freud'un 1914
yılında belirttiğine göre, yapıta yazımı daha 1896 başlarmda bitmiş. Fakat
Freud basılmasına bir türlü karar verememiş. 28 Mayıs 1899 tarihinde, notlarmı
yayımlamak isteğine kapılmış; son düzenlemeleri yapmış. Yazılarını Eylül aymm
ortalarmda yayınevine göndermiş, bir kopyasmı da 27 Ekim 1899 tarihinde
Fliess'e postalamıştır. Düş Yorumu kitabı, 4 Kasım 1899
tarihinde yayımlanmış; ama yaymevi kitabm üzerine -yazarm isteği doğrultusunda-
basım yılı olarak 1900 tarihini koymuştur.
Freud'un 43 yaşındayken yazdığı Düş
Yorumu kitabı ilk baskısında 600 adet basılmış ve bu çalışma ilk altı
yılında (sadece) 351 adet satılmıştır. Düş Yorumu (1895-
1899), Freud'un en anlamlı yapıtlarından biri -hatta birincisi- olarak
değerlendirilir. Yapıt, tümüyle yeni, şaşırtıcı ve orijinaldir. Freud bu
kitabm, İngilizce üçüncü basımma, 15 Mart 1931 tarihinde yazdığı önsözde,
"Böylesi bir öngörü, ölümlü insana tüm yaşamında bir kez nasip olur"
demiştir. (138)
Freud, nevrozların tedavisine Charcot ve
Breuer'in de etkisiyle ilk kez hipnozla başlamış, 1887'de serbest çağrım
yöntemini geliştirmiştir. Hipnoz ve katarsisten, serbest çağrışıma geçiş
1892-96 yılları arasmda (görece yavaş) olmuştur. İlk önce hipnoz
hafifletilmiş, sonra bunun yerine serbest çağrışım konmuştur. Burada konuşma,
dil ilk kez tedavi aracı olarak denenmiş. Hipnozdan serbest çağrışıma
geçişinde kendisinin iyi bir düş görücü olmasma karşın, ötü bir hipnoz
uygulayıcısı olmasmm da etkisi yadsınamaz. Olasılıkla hipnoz da başarılı
olamayınca, serbest çağrışımla hipnozu dengelemeye çalışmıştır. Freud bu ara
Charcot'nun "Sinir Sistemi Hastalıkları ve özellikle
de Histeri Üzerine Yeni Konferanslar (1886) ve Bernheim'in
hipnoz üzerine Telkin ve Tedavi Etkisi (1889) kitaplarını
Almancaya çevirir. Fakat, nevrozlarm, telkinle yapay olarak ortaya
çı-karılabilen ve tedavi edilebilen bir hastalık olarak tanımlanmasını kabul
etmemiş, buna karşın, psikanalizi insanı çocukluk sorunlarından kurtarıp
erginleştirecek bir eğitim olarak düşünmüştür.
Freud, bu arada insanların çoğunun,
özellikle de nev-rotiklerin cinsel yaşamlarmm olağanüstü bozuk olduğunu, bir
anlamda "kendi evlerinin-ruhsal dünyalarmm efendileri" olamadıklarım
görmüş, insanın özgürlüğe kavuşabilmesi için en azmdan kendi evinin içini iyi
tanıması gerektiğini, "nevrotik" ile "normal" psişenin
düzenlerinin ve düzensizliklerinin kimi küçük nicelik farklarma karşın temelde
benzer niteliklerde olduğunu öngörmüştür. İnsanların öncelikle kendi
istemlerinin öz içeriklerini iyi bilmeleri gerektiğini savunmuş, ancak bunların
çok kez . geçmişle ilintili olduğunu saptamış, serbest çağrışım ile bu geçmiş
yaşanülarm, amlarm ve birbirine karışmış (kaotik) düzensizlik içine girmiş
biyografilerin gün ışığına çıkabileceklerini düşünmüştür. Nevrotiklerde
bilinçdışına bastırılan eski yaşannlar ve anılar çok kez örseleyici nitelikte
olduğu için, bu insanların neredeyse tüm anımsama güçlerini yitirdiklerini,
geçmişi unutmaya çalışmalarma karşm, bunu başaramadıklarını, bu nedenlerden
dolayı da sürekli geçmişi düşünme zorlaması içinde yaşadıklarım, ileriye
bakamaz konuma geldiklerini vurgulamıştır.
Nevrotiklerin sembolik bir dil
kullandıklarını, bu karmaşık sembolik dilin (arkaik-çocuksu ifade sisteminin)
psişik yapıya egemen olduğunu öngörmüş. Hastanın kullandığı eski ruhsal anı
parçacıklarını içeren bu sembolik dili anlamak gerektiğini, bu bağlamda
tedavinin bu sembolik sözcüklerin, karmaşık arkaik çocuksu ifade sisteminin
içeriklerini anlamlandırmak, bir anlamda bilinçdışını tercüme etmek,
mitlerinden arındırmakta düğümlendiğini, varlığın evi olarak sözcüklerin
gizini, mitlerle düşünme sisteminin özünü çözümlemenin ise tam bir kâhin işi olduğunu
düşünmüş, psikanaliz aracılığıyla bu karmaşık biyografiyi ve anıları düzen
içinde yerli yerine oturtmayı amaçlamıştır.
Ünlü muayene divanını, Freud'a, 1890
yılında hastası Madam Benvenisti armağan etmiştir. (139) Muayenehane 1891
yılının Eylül ayında Berggasse'ye taşınır. Kanısına göre, otuz yıl kadar sonra
psikanalizi geliştirebilmiş, psişe-nin topografyasını çıkarabilmiştir.
Psikanalizle insan soyuna bir suikast yaptığını (140) söylemiştir. Tedaviyi
bir eğitim olarak kabul etmiştir, insanları uyku/hipnoz altında konuşturmanın
ahlak/moral dışı olduğunu; hipnozla iyileştirmenin bilimsel bir tavır
olmadığmı düşünmüş (141), bunun yerine Sokratik tartışma yöntemini benimsemiş,
insanın "bilinçdışının bildiği fakat kendi resmi bilincinin bilmediği ve
ayrıca bilmediğini de bilmediği bilgileri ona anımsatan" diyalog/serbest
çağrışım yolunu seçmiştir. Ama her şeye karşın psikanalizin asıl kaynağmı,
Freud'un kendi kişiliği, kişiliğindeki çatışmaları arayıp bulma kaygısı
oluşturmuştur.
|
14.
Psikoarkeoloji: Truva, Pompei, Roma ve Berggasse.
Schliemann-Freud Etkileşiminin Boyutları
i.
Freud'un kişiliğinin evrim sürecinde
geçirdiği aşamaları anlamada, onun İtalya, özellikle de Roma gezileri çok öğretici
bilgiler verir. Freud, Düş Yorumu'nu yazmadan önce de İtalya'ya gitmiş, Roma'nm 80 km yakmma kadar gelmiş;
(tıpkı Anibal gibi) Trasimeno yöresinde konaklamış, ama çok istediği halde Roma'ya gitmemiş, daha doğrusu
gidememiştir.
Düş Yorumu kitabını yazarken,
sürekli olarak -psikoloji kitaplarmdan çok- Roma tarihi okumuştur. Arkeoloji
kitaplarından Roma'nın topografisini incelemiş, kentin merkezi konumundaki
Colosseum'un altmda bulunan ve • ilk yerleşim yeri olarak kabul edilen
"Roma Dörtgeni"ne (Roma Quadrata) dek her katmanı araştırmıştır. Anlatmak
istediklerini daha bir gözle görülür, elle tutulur hale getirebilmek için
psikoloji-antropoloji arasında metaforik bir benzetme denemesine girişmiş,
Roma'nın topografyasmı insan psişesinin topografyasıyla karşılaştırıp, psişenin
(bi-linçdışının) gizini de, ilk dürtü-duygu- heyecan katmanlarına dek izlemeye
çalışmıştır. Roma üzerinden psişeyi kestirmeye çalışırken, bunun üzerinden de
Roma'yı, Katolik dünyasmm merkezini (entelektüel yönden) kuşatmayı ve
fethetmeyi düşlemiştir. Psikanaliz söylemiyle, Roma, çocukluğundan beri onun
hem saldırganlık ve hem de erotik, duygularmı uyandırmıştır. Düşmanmm ve sanatm
başkenti olan Roma'ya tutkunluğu yaşlandıkça sevgi/nefret çelişkili-duygusuyla
daha da yoğunlaşmışta.
Düş Yorumu basıldıktan, kendi
analizi ilerleyip, melankolik durumu görece dinginliğe kavuştuktan sonra, 1901
yılının Eylül ayında (arük) Roma'ya gidebilmiştir. Burada, Katolik Roma'yı yok
sayıp, öncelikle ve de özellikle Antik Çağ ve Rönesans Roma'smı gezmiş, tek
sözcükle, hayran kalmıştır. Bu büyük kentte yaşadığı "kültür
şokunun" etkisiyle, zaman zaman gelip geçici küçük depresyonlar yaşamış,
Roma'dan gönderdiği mektuplarında psişik durumunu "yaşamımın doruk
noktasındayım" diye yorumlamıştır. 3 Eylül 1901'de Pantheon Tapmağı'nm karşısındaki
kahveden Martha'ya, pek çok şeye ama özellikle de iç huzura, özgürlüğe
kavuştuğunu, özgüveninin arttığını yazmıştır. (142)
II.
Arkeoloji, psişik aygıtı kolay
kavranabilir örneklerle anlatmak zorunluluğunun bir sonucu olarak da, pek çok
denemeden sonra en çok başvurulan metafor olmuştur. Geçmiş kültürlerin günümüz
sorunlarını, çocukluk yaşantılarının güncel nevrozları ya da psikozları
açıklaya-bildiklerinin anlaşılmasından sonra, arkeoloji ile psikoloji bir tür
psikoarkeoloji olarak bilinçdışmm araştırılmasında anahtar rol oynayan bir
disiplinlerarası disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Burada Truva, Pompei ve
Antik Roma kazılarının önemli katkısı olmuştur.
İnsanm çocukluk dönemini önemseyen, hatta
belirleyici bulan, "kültürün tarih öncesi (prehistoryası) insanlığın
çocukluk tarihidir" diye tespit eden bir öğreti, hemen hemen her şeye
geçmişin gözlüğüyle bakmaya çalışmıştır. Freud, her zaman psikolojiden çok
arkeolojiden esinlendiğini söylemiş; onun, tarih-öncesi ve arkeoloji
tutkusunun nikotin tutkusuyla yakın düzeylerde olduğu gözlenmiştir. Sıklıkla,
arkeoloji ve antik kültürler uğraşısını yaşamın aşamadığı/aşındıramadığı tek tesellisi
olarak gördüğünü söylemiştir. (143) Ardında bıraktığı kitaplıkta da arkeoloji
ile ilgili yapıtların psikoloji kitaplarından çok daha fazla sayıda olduğu
görülmüştür. Babasıyla birlikte okuduğu Philippson'un ünlü İncil'i, din ve
antik kültürler tarihini, özellikle de Antik Mısır dinleri tarihi gibi
özümsemesine neden olmuştur. Gittiği lisede, eğitimin temelini sosyal bilimler
oluşturmuştur. Mitolojiye ve trajedilere ilgisi giderek artmıştır.
Melankolik yalnızlık döneminde antik
koleksiyon ilgisi başlamıştır. Kendi analizinde, Freiberg çocukluk dönemine
döndükçe, özellikle Roma ve Antik Grek arkeolojik kalıntıları simgeleyen
eşyalar, heykeller toplamaya başlamıştır. Fakat gerçekte onun kendi evinde de,
sanat yapıtlarından, antik kalıntılardan oluşan bir koleksiyon oluşturma
tutkusu, daha önce de anımsattığımız altı aylık Paris gezisi sırasmda,
Charcot'nun evini gördükten sonra başlamıştır. Burada en önemli nokta, sanat
yapıtlarından, . arkeolojik kalıntılardan oluşturulan birikimin bütününün ortaya
çıkardığı uyumun da ayrıca bir sanat yapıtı kadar güzel ve anlamlı olması,
bunları bir araya getiren insanın kişiliğiyle bir bütünlük, hatta bir tür mitos
oluşturmasıdır. Freud, dünyadaki, bu mitosu oluşturabilen az sayıda insandan
biri olmuştur. Onun Londra'da şimdi müze olarak kullanılan evinin çalışma
odasmı görenler bu söylenenlerin hiç de abartma olmadığı kamsma varabilirler.
Bu koleksiyon tutkusunun ilk başladığı
günlerde, 6 Aralık 1896'da yazdığı mektupta, "Odam, Floransa'dan satın
aldığım, heykelciklerle süslü... Bunlar beni olağanüstü boyutlarda
heyecanlandırıyor" diye yazmıştır. (144) Zaman içinde çalışma odasını;
Roma, Antik Grek, Etrüsk, Mısır kültür bulguları, Buda heykelleri, Çin
vazoları, Mısır mumyası başı, Karnak Tapınağı resmi, Gradiva rölyefi ve daha
başkalarmdan oluşan üç bin kadar kıymetli eşya ile doldurmuş; burasmı bir küçük
müze konumuna getirmiş, yitirdiği dış dünyaya karşı kendisine yeni bir iç mekân
yapmıştır. Freud, kendi çocukluğu ile insanlığın çocukluğunu birlikte
öğrenmeye ve yaşamaya duyumsadığı eksiklik sonucu, ortaya çıkan suçluluk
duygularmı tarih öncesi döneminin anıları, kalıntıları ile dengelemeye çalışmıştır.
(145)
Amerikalı şair Hilda Doolittle analiz
olmak için Fre-ud'un çalışma odasına girdiğinde, sorunlarmı bu ünlü analist ile
ikili bir konuşmada tartışabileceğini düşünmüş, oysa dolaplarda, masalarm
üstünde, duvarlarda sayıları binleri aşan beklenmedik bir arkeolojik koleksiyon
ile birlikte, neredeyse tüm eski dönemlerin tanıkları önünde kendi
"mahrem" semptomlarmı anlatmak zorunda kalmıştır... Ama belki de,
tam da bu bağlam içinde, bizim için çok "mahrem (intim)/gizli"
yerlere bastırdığımızı, sakladığımızı sandığımız, oysa Edgar Allan Poe'nun
Çalman Mektup öyküsündeki herkesin gözü önünde, şöminenin üstünde, duran mektup
gibi (Lacan) semptomların sırlarına tarihin/soy geçmişimizin tanıklığı önünde
çözümler bulmak çok daha kolay olabilmiştir.
III.
Arkeoloji ile psikoloji bu denli
birbirleriyle birleşince eski kültürleri, sanat yapıtlarını yerlerinde gezme,
görme özlemi onun puro içme istemi gibi yaşam boyu bırakama-dığı başlıca
tutkulardan biri olmuştur. En sıkıntılı zamanlarında bile, bu tür kültür
gezileri için hep para ayırabilmiş, harcayabilmiştir. Ayrıca gezi; ona hem yeni
yerler görme, öğrenme hem de çocukluğundan beri mutsuz olduğu evden
"kaçma" olanağmı vermiştir. "Evden kaçma", hem bir türlü
sevemediği Viyana'dan ve hem de kendi evinden kaçma, kurtulma anlamma
gelmiştir. Evden kaçmak, çocukluk fantezilerinde "karmaşık ve boğucu"
ensest ilişkilerinden, yetişkinlikte eşinden, cinsel ilişki, sevişmek zorunluluklarından
kaçma olanağmı getirmiştir. Ama aynı zamanda, yaşadığı "gezi korkusu"
da evinden, yurdundan, annesinden, karısından, yakınlarından ayrılma ve bir
daha onlara kavuşamama kaygısmdan kaynaklanmış olabilir. (146)
Freud, bu "gezi korkusu"
nedeniyle hemen hemen hiç yalnız seyahat edememiş; yanında hep birisinin olmasmı
istemiştir. Martha onunla birlikte, yorucu kültür gezilerine çıkmayı
pek istemediğinden, genellikle Minna ya da
kardeşi Alexander veya meslektaşı Sandor Ferenczi ile seyahat
etmiştir. İki kez de kızı Anna ile İtalya gezisi yapabilmiş, ilkinde
Venedik'e, sonra da 1913 yılının Eylül aymda da Roma'ya gitmişlerdir.
IV.
Freud, 48 yaşmdayken,
kardeşi Alexander ile birlikte, 1904 yılının Ağustos-Eylül ayları
arasmda kısa bir Atina- Ak-ropolis gezisi yapar. Orada duyumsadığı
"yabancılaşma yaşantısını betimler ve bu izlenim, sonraki yıllarda (bir
anlamda Paulus'un "Şam yaşantısına" benzer biçimde), "Akropolis
yaşantısı" olarak klasikleşir.
Freud, 1936 yılında, Romain Roland'a doğum
gününü kutlamak için yazdığı kısa mektup-yapıtında bu geziyi anlatır. Akropolis'e
gittikleri anda, hem içinde bulundukları ortamı hem de bizzat kendisini
kapsayan, bir tür kişilik yarıklığı içinde, deja vu tipi psişik bir dünya içine
girdiğini ve kendi Ben'ini (depersonalizasyon) ve dış dünyayı (de-realizasyon)
kapsayan yoğun prepsikotik durumu sergiler. Yeteri kadar incelenmemiş bu tür
ruhsal yaşantıların, olasılıkla, çocukluğundan beri okuduğu bu çok Önemli
düşsel, tarihi mekân karşısında duyduğu yoğun heyecana bağlanabileceğini
düşündüğünü vurgular. (147) Roma'dan yazdığı mektuplarda, benzer duyguları
Michelangelo'nun Musa Heykeli karşısında yaşadığına değinmiştir.
Freud toplam yirmi kere İtalya'yı, yedi
kere de Ro-ma'yı gezmiş, salt Roma'da toplam 57 gün geçirmiştir. Bilebildiğimiz
kadarıyla, burada bulunduğu her gün, va-roluşsal saçmalığını biraz daha az
gösterebilmek dürtüsüyle (tam da Salome'nin başka bir bağlam içinde
anlattığına benzer biçimde) sol omzu biraz düşük, hafif öne doğru eğilmiş genel
duruşuyla Katolik Roma'ya görünmemeye çalışarak, daracık sokaklardan, boş alanlardan
geçip, yüksek merdivenlerden çıkmış, duvar diplerinden yürüyüp, küçük St.
Pietra in Vincoli kilisesinde Michelangelo'nun Musa'sını görmeye gitmiş,
saatlerce karşısında durmuştur. Burada neler düşünmüştür bilemiyoruz ama
sonunda yaşamının son yapıtı "tarihsel roman" yazılmıştır. 1912 yılının
Eylül aymda, Ferenczi ile birlikte yaptıkları yeni bir Roma gezisinde, yeniden
Musa'sının karşısında, "melankolik bir yalnızlık ve anlatılması olanaksız
duygular içinde olduğunu" belirtmiştir.
Babasıyla hesaplaşmış, "aile
romanı" tamamlanmış, sıra "tarihsel romanı" yazmaya, Musa ile
hesaplaşmaya (belki de bir anlamda) "diz çökerek başkaldırmaya" gelmiştir.
Freud, Schliemann'ın biyografisinden ve
Truva kazılarından çok esinlenmiştir. O da "psişenin Schliemann'ı"
gibi davranmış, Schliemann'ın Truva'yı kat kat kazması gibi, kendisi de serbest
çağrışım yöntemiyle ruhun tabakalarının derinliklerine inmiş, bilinçdışına
gömülü eski aralan, çocukluk yaşantılarını bilincin ışığına çıkarmaya çalışmıştır.
Burada onun yaptığı bir benzetme, her
şeyden öte özellikle çok güzeldir: Bir araştırmacı bir harabe bölgesine gelir.
Burada kimi yıkıntılar, duvar kalıntıları, sütun parçaları, üzerinde okunamayan
yazılar bulunan taş parçaları görür. Bunlar ilgisini çeker. Bilinmeyen bir
bölgeye geldiğini düşünür. Bunları incelemekle, edindiği bilgileri dağarcığma
yazmakla yerinebilir. Kuşkusuz bu görünür kalıntılardan da bir şeyler
söylenebilir. Ama, bu bölgeyi kazma kürek yardımıyla derinlemesine kazmca,
duvar kalıntılarının, bir eski saraym bölümlerini oluşturduğu, sütunların bir
tapmağa ait olduğu görülür. Ve bu eski uygarlığın yazısı okunmaya, dili ve
düşünme tarzı anlaşılmaya başlandıkça şifre çözülür. Bulunanlar kendi
kendilerini de anlatmaya başlarlar... Geçmiş üzerine hiç umulmadık bilgiler
elde edilir.
Bu anıtlar, onlarm bellekleri üzerine
kurulmuştur... Freud, burada arkeolojik metaforlar/eğretilemeler üzerinden,
nevrozlarm, histerinin, psikozlarm nedenlerini araştırmak için klasik ruh
çözümleme yöntemlerinin dışma çıkılıp, bilinenlerin ötesinde ve derinlemesine
yeni araştırma yöntemleri öngörmüş, geçmişin kalmtılarıran izleri arasmda
çalışmasını önermiştir. Ve burada, kayalar arasmda yaşamasına karşm biraz
dikkatle balonca açıkça görülebilen ya da günlük konuşma kalabalığı içinde
gizli kalan çok açık-seçik sözcükler anlamına gelen, Latince "Saxa Lo-
|
quuntur" ("taşlar
konuşur") tanımını kullanmıştır. (148) Roma, Pompei, Etrüsk, Mısır,
Girit/Knossos kazı izleriyle kendi biyografisi üzerine buldukları arasında
yadsınması olanaksız "tuhaf benzerlikler saptamış, psikanalizi bir tür
"define arayışı" olarak düşlemiştir.(149)
Onun arkeolojiyle yakın ilişkisini
sürdüren en önemli kaynaklardan biri, daha lise yıllarından beri çok yakın arkadaşı
olan ve az sayıda senli benli konuşabildiği insanlardan arkeolog Emanuel Löwy
(1857-1938)'dir. Emanuel Löwy, Roma Üniversitesi'nde kürsü sahibi olan ilk Avusturyalı arkeologdur.
İtalya'da sürdürülen pek çok araştırmayı yönetmiş, dünyanın çeşitli yerlerinde
yapılan kazılara katılmış, pek çok kitap yazmıştır. Onun araştırmalarından
hemen hemen tümü, Freud'un daima masasının üzerinde durmuş, hastalarına tanı
koymakta başı sıkıştıkça, Löwy'nin arkeoloji kitaplarından birini okumuştur.
Löwy'nin bulgularmı onun ağzından dinlemeye hep zaman bulmuş, bu iki eski
arkadaş, birbirleriyle uzun uzun konuşmaktan hep çok keyif almışlardır.
Fakat, Heinrich Schliemann'ın kişiliği ve
Truva kazıları onu hepsinden çok etkilemiştir. 8-9 yaşlarından beri,
Homeros'un İlyada ve Odysseia'sını okuduktan sonra, İlyada'da tanımlandığı
yerde Priamos'un sarayıno ve hazinesini bulduğunu sanma serüveni Freud'u ayrıca
çok heyecanlandırmış, fantezilerini kışkırtmıştır. Schliemann (1822-1890)
Homeros'un yapıtlarının kurmaca olduğunun söylenmesine karşın, çocukluğundan
beri bunların gerçek olduğuna ve bir gün Truva'yı mutlaka bulacağına inandığını
yazmıştır.
İnsanların, otobiyografileri üzerine
söylediklerinin ne kadarmın "yaratıcı fantezi" ve ne kadarının
"bilimsel peri masalı" olduğunu kestirmek çok kez olanaksızdır. Biz
bunu ne Schliemann'ın günlüklerinde ne de Düş Yorumu'nda saptayabiliriz.
Her ikisinde de ortak yanlar ve Truva bulguları ile Düş Yorumu gibi
yadsınması olanaksız somut yapıtlar/kanıtlar vardır. Ayrıca bu iki
araştırmacının biyografileri de -çok genel çizgilerle kısmen de olsa-
birbirlerine benzerlikler gösterirler.
Jakob Freud'un oğluna resimli İncil
armağan edip, buradaki eski Mısır Tanrılarının yaşamöykülerini okumaya
başladığı zaman, onun entelektüel yazgısının -hemen hemen- belli olması gibi,
Schliemann'a da (küçük bir köyün, yoksul bir Protestan papazı olan) babası,
1829 yılının Noel'inde Georg Ludwig Jersen'in Resimli Dünya
Tarihi'ni armağan etmiştir.
Schliemann'da, ilk kez burada bir sanatçmm
fantezi ürünü olarak çizdiği Truva kentinin kalıntı resimlerini görmüş ve
böylesine muhteşem bir kentin surlarının, kapılarının tümüyle kaybolmalarmm
olanaksız olduğunu, bunları bir gün mutlaka bulacağını söylemiştir. Sonra
yoksulluk nedeniyle Amerika'ya göç etmeye kalkar. Bindiği geminin batması
üzerine, Hollanda'ya inmek zorunda kalır. O da Amsterdam'da bir ticaret şirketinde
çalışmaya başlar. Çarlık Rusya'sı ile yoğun ticari ilişkiler kurar. Kırım
Savaşı (1851-53) yıllarında ve sonrasmda aklmdanbile geçireme-yeceği büyük
servetler kazanır. Ama tüm bu zaman dilimleri içinde Homeros'un destanlarmı
elinden düşürmez. Dil öğrenmeye karşı büyük bir yeteneği olduğundan, bu ara
Homeros'u kendi dilinden okuyabilmek için, eski ve yeni Grekçe öğrenir. Başta
Grekçe olmak üzere bildiği tüm dillerde, destanları ezbere okuyacak derecede
Homeros'la içli dışlı olur. Yeteri kadar parası olduğunu düşünüp, çocukluk
düşlerini gerçekleştirmek için, ilk kez bir dünya seyahati yapmaya, sonra da
Truva'yı aramaya karar verir. Pek çok ülkeyi gezer ve asıl düşünü
gerçekleştirmek için, 6 Temmuz 1868 tarihinde Korfu Adası'na iner. Homeros'un
destanlarında Odysseia'nın ve İlyada'nın geçtiği yerleri bu kez kendisi
dolaşarak gezmeye görmeye başlar.
Schliemann, Homeros'u bir destan şairi
olmanm ötesinde, öncelikle bir tarihçi gibi kabul eder. Onun her bir dizesine,
en az Heredot'un yazdıkları kadar güvenir. Odysseus'un rehberliğinde Korfu ve
özellikle de Iteka'yı adım adım dolaşır. Onun gezdiği yerleri araştırır. Sarayını
bulur. Zeytin ağaçlarının arasında Penelope ile sadece kendilerinin bildikleri
gizli evlilik yataklarmı arar. Home-ros'un onu gerçekten de yanıltmamış
olduğunu görür.
Sonra, Truva'yı (Priamos'un hazinesini)
bulmak için Mısır üzerinden İstanbul'a, oradan da Çanakkale'ye geçer. Truva
olarak gösterilen yerin, destanlarda anlatılanlara uymadığmı düşünür. Bir
yandan Homeros'un dizelerini ezbere okuyup, bir yandan yöreyi dolaşır.
Öncelikle Hek-tor ile Achilleus'un birbirleriyle karşılaştıkları yeri bulabilmek
için, kentin çevresinde kerelerce dolaşırlarken, İda Dağı'nın konumunun,
bölgedeki nehirlerin durumunun destanda nasıl anlatıldığını, -örneğin Skamender
nehrinin (bugünkü Kara Menderes'in) Hektor'un sağ tarafında mı yoksa sol
tarafmda mı kaldığını-düşünür. Sonunda Homeros'un anlattıklarına güvenip,
ancak Skamender Nehri ile Simoeis arasmdaki Hisarlık tepesinin/höyüğünün, Truva
' kentinin konumuna uygun düştüğünü görüp, orasmı kazmaya başlar. Deneme
açması niteliğinde 40 metre genişliğinde, 17 metre derinliğinde
"Schliemann Yarması"nı kazar. Bu girişimi -bugün- arkeoloji bilimi
açısından (oldukça) hatalı bulunsa da, düşlerini gerçekleştirmesi bakımından
(belki de) kaçınılmazdı. Onun amacı Homeros'un yazdıklarım doğrulamak,
Priamos'un hazinesini bulmak ve çocukluk düşlerini gerçekleştirmektir. (Onun
açtığı bu "yarma"yı, belki de Freud'un "Irma düşü" ile
karşılaştırmak olasıdır...) Gerçekten de çok şey bulunmuş; ama bulunanların
Priamos'un gerçek hazinesi olmadığı, ondan da bin yıl kadar öncesine ait daha
alt katmanlarının buluntuları olduğu sonradan anlaşılmıştır. Ama bu arada tüm
dünyada örneği az görülen büyük bir ün kazanmış; modern arkeolojinin kurucusu
olarak selamlanmış (150, 151) ayrıca kendisi de çocukluk düşlerini
gerçekleştirdiği için çok mutlu olmuştur.
Schliemann'ın serüvenli yaşamını büyük bir
ilgiyle (hatta kıskançlıkla) izleyen Freud, bir mektubunda,
" Schliemann çok şanslı bir insan, Priamos'un hazinesini bularak çocukluk arzularını
gerçekleştirdi" diye yazmıştır. Heinrich Schliemann'ın gerçekten
de mitolojiye hayranlığı ve tutkusu modern arkeoloji gibi bir bilim dalının
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Arkeoloji de biraz dolaylı yoldan da olsa,
modern psikolojinin, ama özellikle de psikanalizin gelişmesine yol açmıştır.
Homeros, yapıtlarıyla dünya kültürünün belleğini ve bu belleğin ortaya çıktığı
ortamı anlatmış ve göstermiştir. Schliemann, kendi deyimiyle,
"tarihin genç kızlık dönemlerinin geçtiği bu toprakları" bulmuştur.
Onun Homeros mitolojisine olan inancı Freud'a, Sophokles trajedilerini, belki de
daha da önemsetmiş... Sonra da Oidipus kompleksinin öngörülmesine neden
olmuştur. Bu "Kompleks"in mekânı olarak, bireyin erken çocukluk
dönemi bilinçdışı bölgeler önerilmiştir.
Schliemann, Homeros'un yazdıklarını
bulmak için Tru-va'da 1871, 73, '78, '79, '82, '90 yılları arasında kazılar yapmış,
buralarda bizzat çalışmıştır. Freud, Oidipus kompleksini,
öncelikle kendisinde bulmak için, kendi odasında ve ünlü divanında 12 yıl
kendisini analiz etmiştir. Homeros destanları, Sophokles trajedileri ve Sokrates
diyalogları, modern insanın "kendisini tanımasının", kendi
kişiliğinin biçimlendirmesini öngörmüştür.
|
Bilim ve sanat, Freud'un kişiliğini
ve teorisini hem bü-tünleyen hem de yoğun gerilimli çelişkiler içinde yaşatan
(hatta çok kez açmazlara düşüren) iki uç kutbu oluşturur. Onun belki de en
temel başarısı ve çelişkisi bu iki kutuptan da vazgeçmeden, çok gözü pek bir
yüreklilikle, öncelikle sanata arkasmı dayayıp, bilimsel (hatta doğabilimsel)
çıkarsamalar yapmaya çalışmasıdır. Örneğin, Michelan-gelo'nun bugün Louvre
Müzesi'nde bulunan "Ölmekte Olan" ya da "Başkaldıran Köle"
olarak adlandırılan heykeli, Freud'un bilimsel düşüncelerini, kültür
eleştirilerini belirleyen başlıca sanat yapıtlarından biridir. Bu heykelde
görülen insan, "köle" metaforunun ne zincirleri vardır, ne de
"ölmekte", tersine haz içinde yüzmektedir.
Michelangelo (ya da yakmları veya sanat
eleştirmenleri) ona neden "başkaldıran", "zincirlerini
kıran", "ölmekte olan" gibi adlar yakıştırdıkları
bilinmemektedir. Ama burada çok anlamlı bir tanımlama "karmaşası"
vardır.
Michelangelo, yapıtında kullandığı (ya da
ona yakıştı-rıldığı) "zincirlerini kıran" ve/veya
"başkaldıran" meta-foru, insanın içgüdülerini bastırma baskısmdan
kurtulup -"zincirlerini kırıp"- kendi kendisiyle sevişen, narsisist
bir durumu sergilemektedir.
"Köle" metaforu duygularını
içgüdüsel içlemlerini do-yuramayan, özcesi özgür olamayan insanın durumuna
gönderme yapar.
Özgürleşme içgüdülerini boşaltan,
hayvansal arzularını gerçekleştiren "zincirlerini kıran",
"başkaldıran" insanın ulaşabileceği bir aşamadır.
Freud'a göre, kültür tarihinde iki önemli
eğilim -sürekli olarak- birbirleriyle çatışmaktadır. Bunlar doğa güçlerine
egemen olmak eğilimi/isteği ile kendi içgüdülerini dizginlemek, bastırmak
eğilimleri hatta zorunluluklarıdır.
Animai doğa, içgüdü, erdem,
sağduyu, kültürel süper ego "inancıyla" toplumsal güvence adına ve birey
insanın mutluluğunun tahribi pahasına denetim altmda tutulmaya
çalışılmaktadır.
Animai doğa, denetim altmda
bulunduğu sürece, insan "zincirler altmda bir köle" olarak yaşamaya
mahkûmdur. Aslolan -anima prima- mutsuz beden, mutlu insan olma özlemi içindedir.
Mutlu insan bedeni ve ruhu/psişesi mermerlerin içinde/altmda sıkışıp
kalmışta. Ama, Michelangelo onu bu mermer bloğun içinden
çıkarmış ("Per via di levare"), özgürlüğüne
kavuşturmuştur. (Wolfgang Schmidbauer: Freud's Dilemma, rororo
Verlag, 1999, s.9)
Bu yapıtta sanat, psikanaliz bilimine bir
kez daha yol göstermekte, onun bilimsel bir zeminde ayakları üzerine basmasma
yardım etmektedir.
15.
"Küllerin Altından Çıkan Çocukluk Aşkı": Gradiva
Freud, kendisini bulduğu odasında,
"iç-mekânında" oluşturduğu, kitapları, koleksiyonları ile birlikte
yaşamıştır. Burada koltuğuna oturur, güzel bir puro seçer, bir define arayıcısı
gibi, bir şeyler bulup gün ışığına çıkarmaya, düşündüklerini bir kez daha
kontrol etmeye çalışır. Bu sırada gözleri oturduğu koltuğun karşısmdaki duvarda
duran Gradiva rölyef indedir...
Freud, insanm ruhsal yaşamının işleyiş
dmamiğinin, antropologlarm savlarma da uygun olarak biyoloji ve doğa tarihiyle
yoğun ilişki içinde bulunduğunu düşünmüştür. Bu ilişkilerin kenetlendiği alanların
kendilerini dürtü yaşamlarında, gerilimlerinde belli edeceklerini ve -bu yoğun
istemlerin doyurulmaması durumunda- bunlarm giderek ' iç huzursuzluklara,
nevrotik, hatta prepsikotik durumlara bile varabileceklerini öngörmüştür.
Bilinçdışma bastırılan yaşantıların
yeniden ortaya çıkışını, 79 yılında Vezüv yanardağından çıkan küllerin altında
kalan Pompei kentinin üstünü örten kül tabakaların kaldırılmasıyla, kentin 2000
yıl kadar önceki görkemiyle yeniden gözler önüne serilmesine benzetir...
Psikanaliz söyleminde Pompei'nin bu çok öğretici serüveni kuramm özünü dolaylı
anlatan önemli bir metafordur. Freud bu
konuda analitik ve poetik analitik
çalışmayı Wilhelm Jen-sen'in Gradiva romanı üzerine yazmıştır. (153)
Ernest Jones'un açıklamasına
göre, Wilhelm Jensen'in 1903 yılında yayımlanmış Gradiva ya da
Pompei Fantezisi adlı yapıtını, Freud'a, Jung salık vermiştir. Freud, öyküyü okumuş çok
etkilenmiş. Olasılıkla 1906 yılı yaz tatilinde, Gradiva'yı yazmış; çalışma 1907
yümda yayımlanmıştır. Gradiva, Freud'un Düş Yorumu'ndan sonra psikanaliz kurammı en öz,
öğretici ve en şiirsel anlatan araştırması olmuştur. Freud'un kanısma
göre, Wilhelm Jensen'in Gradiva romanı, kendisiyle hemen hemen aynı yıllarda, değişik disiplinlerin ayrı
yollarından psikanaliz kuramının verilerine yaklaşan eşsiz bir yapıttır.
Jensen, öyküsünde anıların başarılısını, bilinçdışı özlemleri ve bunlardan
kaynaklanan hezeyanları, sanrıları, yanılsamaları - psikoz öncesi duruma giriş-
ile sonradan, düşlerin yorumu ile sağaltmayı inanılması zor bir öngörüyle
sergilemiştir. Freud, bu sanat yapıtının yaratıcısına hayranlığını içtenlikle dile getirmiş ve
yazarlarm gökyüzü ile yeryüzü arasmda diğer sıradan insanların bilmediği pek
çok şeyi bilebildiklerini, görebildiklerini ve yazabildiklerine onlarm
görebildiklerini, başkalarının hayallerinden bile geçiremediklerini söylemiştir.
Freud'un yazısmdan, Jensen'in öyküsünün çok kısa bir özeti belki şöyle
toparlanabilir:
Genç arkeolog, Norbert Hanold, Roma'da
antik eserler müzesinde bir rölyef görür. Rölyef, yetişkin bir kızı yürür
durumda göstermektedir. Burada, pilin giysisinin eteğini elleriyle yerden
biraz yukarı kaldıran kızm, sandaletti ayakları gözükmektedir. Ayaklarmdan biri
zemin üzerinde durmakta, bu ayağm ardmda duran öbür ayak yukarı kalkmış,
yalnızca parmak uçlarıyla yere dokunmakta, topuk ve taban neredeyse zeminle
dikey bir konumda gösterilmektedir. Bu durum, kızm yürüyüşüne olağanüstü bir
çekicilik vermiştir. Kızm bu çekici yürüyüşü, kendisini tümüyle bilimsel
çalışmalara vermiş, gerçek dünyayı pek gözü görmeyen, kadınlara karşı hemen
hemen hiç ilgi duymayan genç arkeologu büyülemiştir.
Romanın özünü Norbert Hanold, bu rölyefe,
kızm yürüyüşüne, ayaklarmm durumuna, hezeyanlı, sanrılıbir küçük mini psikoz
durumuna gelene değin duyduğu tutkuyu anlatır. Bin bir zorlukla bunun bir alçı
kopyasmı edinmiş ve çalışma odasma asmıştır. (Bu romanı okuduktan sonra, Freud
da aynı rölyefin bir alçı kopyasmı edinmiş, çalışma odasma asmıştır. Bu alçı
kopya, Freud'un Londra'daki müzesinde görülebilir, ayrıca rölyefin orijinali
Roma, Vatikan Müzesi'nde sergilenmektedir). Hanold, rölyefte kendisine çok
çekici gelen şeyin ne olduğunu bir türlü kestiremez. Ancak, büyüleyici bir
etkinin altında olduğunu da duyumsar. Ayrıca bu tümüyle mesleki, arkeolojik bir
ilgi de değildir ve rölyefte "bugüne de özgü" bir şeylerin olduğunu
da sezinler. Jensen, bu aşamada bize fazla bir ipucu vermez. Ama genç kadının
yürüyüşüne karşı duyulan ilginin özü, psikozun gizini içinde barındırır.
Arkeolog, bu rölyefe, ileriye doğru yürüyen kız anlammda "Gradiva"
adını verir. Özgeçmişi üzerine varsayımlarda bulunmaya çalışır. Grek kökenli
olabileceğini düşünür. Sonra soylu 3 bir Pompei ailesinden
geldiği kararım verir. Hiç olmazsa "Pompei'de yaşamıştır", der. Sonra
kesin kararını verir ve "Gradiva Pompei'lidir" diye düşünür. Kızm
bastığı taşlar ve yürüme stili, Pompei yollarmı anımsatır. Olasılıkla etekleri
ıslanmasın diye yollardaki taşlardan atlaya atlaya karşıdan karşıya geçerken
gösterilmiştir. Ancak bu yürüyüşün gizemini düşünürken, kendisinin de artık
çevresindeki kızların yürüyüşlerine de dikkat etmekte olduğunu sezinler. Bu
onun şimdiye değin yaptığı bir iş değildir. İlk defa basma gelmektedir.
Gradiva rölyefi, Roma Vatikan Müzesi
Tam bu günlerde, arkeolog Norbert Hanold,
bir düş görür; düşünde, felaketin olduğu anlarda 79 yılında Pom-pei'dedir. Ve
sokakta, Gradiva yürümektedir. Arkeolog, düşünde gördüğü Gradiva'ya kentin
üzerine felaket gelmekte (yağmakta) olduğunu, kaçması gerektiğini söylemeye
çalışır, fakat kız oralı olmaz, onu dinlemez, gider tapmağın mermerleri üzerine
uzanır; biraz sonra Vezüv yanardağmdan çıkan tozlar, küller üzerine yağmaya başlar.
Küllerin altında kalan kız mermerleşir...
Genç adam bu karabasandan kan ter içinde
uyanır. Kulaklarmda hâlâ Pompei halkının çığlıkları vardır. Ama sonra bu
seslerin odasının açık kalmış penceresinden geldiğini anlar. Soluk almak için
pencereden dışarı uzanır, bu kez yoldan geçen bir kızı yeniden Gradiva'ya
benzetir ve tümüyle uygunsuz giysiler içinde olmasına karşın sokağa çıkar,
kızın ardından onun gittiği yöne doğru koşar; fakat etrafındakilerin kendisiyle
alay etmesi üzerine tekrar odasına döner... Hayal gücü çok canlı olan genç
adam, içinden gelen belirsiz bir duygunun dürtüsüyle, İtalya'ya, amacı ve
içeriği belirsiz bir gezi yapmayı planlar... Bunun için üniversiteye kapsamlı
bir proje sunar, proje kabul edilir. Yolculuk başlar. Norbert Hanold, içinden
atamadığı bir tedirginlik ve huzursuzlukla ilk kez Roma'ya, oradan Napoli'ye
gider, sonra kendini bir öğlen sıcağında Pompei de bulur...
Doğru Pompei kentinin yıkıntılarına
gider... Öğlen sıcağı etkisiyle de, yarı bilinç bulanıklığı altında Pompei
kentinin kalıntıları arasında yürür... Bu sırada Gradiva'ya benzer bir kadın,
karşıdan karşıya geçmektedir. Pompei sokaklarında Gradiva'yı görünce şaşırır.
Sıcağın ve yorgunluğun etkisiyle ruhsal dengesi iyice karışır, bilinç bulanıklığı
sezinler... Oysa bu ana kadar unutmuştur onu. Genç adam o zaman gerçekten
"Gradiva'nın özel yürüyüş biçiminden, ayak parmaklarının küller içinde,
başkalarından farklı ayrı bir iz bırakması gerektiğine inandığı" için,
bir arkeolog olarak bu izleri aramak amacıyla Pompei' ye geldiğini düşünür.
Ayrıca tüm bilimsel projesini de buna göre yapmıştır.
Küllerin içinde Gradiva'nın kendine özgü
ayak izlerini bulmak üzere Pompei'ye gelmesi, onun tümüyle yaşadığı hezeyanm
etkisi altmda olduğunu gösterir. Pompei pazar yerinin yanında dolaşırken,
Gradiva'yı bir tapmağm önünde görür. Fakat kız, sokaklardan birinde kaybolur
gider. Onun Pompeili olduğunu anımsar, ardmdan koşar... Kız aynen düşünde
gördüğü gibidir. O zaman ayırdma varır ki, İtalya gezisi, Pompei'ye gelişi,
aslında onu bulmak içindir. Düş, hezeyan arası bir yaşantı durumundadır...
Zaten yapıtın diğer bir adı da, "Bir Pompei Fantezisidir. Sonra onu
yeniden duvarlardan birinin yanında otururken görür. Bu bir sanrı mıdır? Yoksa
gerçekten iki bin yıl önce ölmüş Pompei sakinleri yaşama mı dönmektedirler? Ama
o bunun ayırdma varacak durumda değildir. Kıza dönüp ilk kez Yunanca bir şeyler
söyler, sonra Latince konuşur. Kız gülümser ve benimle konuşmak istiyorsan
Almanca konuş der. Gradiva bir Alman kızıdır. Alman kızı ile Gradiva arasında
bağlanü kurmasmda rölyefin etkisi ne olmuştur. Bilemeyiz (henüz).
Arkeolog yaşadığı hezeyanm ciddiyetini
fark edecek durumda değildir, ayrıca psişik durumu da iyice bozuktur... En
azmdan hezeyanlı, prepsikotik bir durumdadır. Genç kız onun bu durumunu
sezinler. Ve adama yardım etmesi gerektiğini düşünür. Özcesi, sağaltma işini
üstlenmesi gerekmektedir. Kız gitmek için ayağa kalkar. Arkeolog ona
"yarın öğlen üzeri gene burada buluşalım" diyebilir ve ayrılırlar.
Norbert Hanold, ertesi günü erkenden, öğle
saatini beklemek için yeniden sözleştikleri yere gelirken, arkeolojinin ne
kadar anlamsız bir bilim dalı olduğunu düşünür... Salt taşlarm, bronzlarm
dilinden anlamakta, toprak altmdan çıkmış parçalarm gizlerini çözmeye
çalışmaktadır, oysa o artık bugüne, güncel yaşama dair bir şeyler istemektedir.
Örneğin, burada, Pompei'de 2000 yıl kadar önce ölmüş bir kızla buluşmak için
beklemektedir. O zaman birden, 2000 yıl önce ölmüş kız (ya) gelmezse diye
kaygılanmaya ve "Keşke yaşasaydm, keşke var olsaydın" diye yakınmaya
başlar... Gradiva gelir ve ona İtalya'da ölülerin ve gelinlerin taktıkları
beyaz bir çiçek verir. Arada sorduğu küçük sorularla arkeologun, Pompei'ye
gelişinin öyküsünü onun ağzmdan dinler. Kabartma resimle, kendisi arasmda nasıl
bir ilgi kurduğunu öğrenmeye çalışır. Bu ara yeniden rölyefteki gibi biraz
yürür. Yalnız bu kez ayağında sandalet değil, deri ayakkabılar vardır. Kız,
admm yaşam anlamma gelen Zoe olduğunu söyler. İnsan bir şeyi değiştiremiyor-sa,
boyun eğip onu kabul etmesi gerekir, ben çoktandır ölü olmaya alıştım, der.
Ertesi gün yeniden oraya geleceğine söz verir ve gider.
Kız, arkeologun hezeyanmı anlar. Belki de yardım etmek için, bir şeyler
yapabileceğini düşünür gibidir. Eğer • burada hemen onun hezeyan içinde
olduğunu söylese, tüm gelişmenin önünü tıkayacak, belki de iyileşmesini tümüyle
önleyecektir.
Hanold, sonraki saatlerde, sürekli olarak
Zoe-Gradi-va'yı düşünür. Bu ara yolda birden, komşusu ve aynı üniversitede
çalışan, bir zooloji uzmanıyla karşılaşır; adam özel bir tür kertenkele aramak
için Pompei'ye geldiğini söyler. Sonra tekrar Gradiva'yı görür. Kız öğle yemeği
için hazırladığı kâğıda sarılı ekmeğinin yarısmı arkeologa verir. Ve bir ara,
"hatırlamıyor musun, sanki iki bin yıl önce de, seninle böyle bir yerde
oturup yemek yemiştik" diye sorar. Hanold, bu soruya nasıl yanıt
verebileceğini bilemez. Ama durumunun biraz ayırdma varır gibi olur. Henüz kızm
canlı mı ölü mü olduğunu bilmemektedir. Bu ara kızm sol eli, uzun parmaklarıyla
dizlerinin üzerinde durmaktadır ve üzerine bir sinek konar, arkeolog, bu sineği
kovmak bahanesiyle kızm ellerinin üzerine dokunur. Kızm eli hiç de kuşkuya yer
vermeyecek biçimde canlı ve sıcaktır. Kız bu duruma, "anlaşılan sen akimi
kaçırdm Norbert Hanold" diye tepki gösterir. Arkeolog şaşırır. Gradiva onun admı
nereden bilmektedir. Adıyla seslenmek birini uykudan uyandırmak için önemli bir
adımdır. Onun da, aklı biraz daha başına gelir gibi olmuştur.
Zoe-Gradiva, artık biraz daha açıklamada
bulunmak gereğini görür ve Gradiva sandığı kızm -yani kendisinin- çalıştığı
üniversitede bir süre önce gördüğü, zooloji uzmanmm kızı Zoe Bertgang olduğunu
söyler. Norbert Hanold yüksek sesle, "o zaman siz Zoe Bertgang'sınız"
der. Ama henüz bilinçli düşünme düzeyine gelmemiştir... Yarı bulanık durumdadır.
Ancak kızm söylediklerini tek-rarlayabilmektedir... Ama sağaltım yolunda önemli
bir ilerlemedir bu. Burada yazar, çok güzel sözcük oyunları yapar. Hanold, ölü
sandığı Gradiva ile konuşurken "sen" demesine karşm, canlı Zoe ile
konuşurken hemen "siz" demeye başlar. Bu onun hâlâ arkeolojik
kalıntıları kendisine daha yakın duyumsadığmı gösterebilir. Jensen gibi usta
yazarlarm yapıtlarındaki akıllı kadmlar, adım adım çözer(ler) psikozları...
Zoe Bertgang, arkeologun komşusu ve
çocukluk arkadaşı, ilk çocukluk sevgilisidir. Aradan uzun yıllar geçmiş, her
ikisi de birbirlerini sevmeyi sürdürmüşlerdir. Genç kadm, yavaş yavaş tarihsel
geçmişin yerine kişisel (bireysel) geçmişi koymaya başlar. Örneğin; siz yerine
sen diyelim artık birbirimize der. Hanold, Gradiva ile ilgili hayallerinin,
bellekten çıkıp gitmiş çocukluk anılarının uzantısında oluştuğunu sezinler.
Bunlar onun sanal hayal ürünleri değildir. Bilinçten çıkmışlar ama
bilinçdışında yaşamayı sürdürmüşler. Arkeolojiye başlaymca, dünya ile ilgisini
kesmiş, tüm düşüncesini mesleği üzerine yoğunlaştırmış, çevresindeki
kadınları, hatta ilk çocukluk aşkmı bile görmez olmuştur.
Freud'un vurguladığı gibi, arkeolog, salt
hayal gücüyle değil, kendi özyaşam öyküsünden, çocukluk arkadaşı Zoe ile
ilişkisinden bilinçdışına itilmiş "bilinçsiz " anıların, duygularm
burada varlıklarını sürdüren gücünden gelen -cinsel- bir istekle, Gradiva'nm
büyüsüne kapılmıştır. Kişisel geçmişin yerine tarihsel geçmişi koymuş, rölyefe
de "yürürken ışıldayan" anlamma gelen ve Zoe'nin soyadı olan Bertgang
ile hemen hemen eş anlama gelen Gradiva admı bu yüzden vermiştir. Norbert
Hanold'un, bunları bulması da ancak Pompei'de mümkün olabilmiş, arkeolojik bir
kazı yapar gibi, gençlik aşkmı da tozların altından çıkarmış, yeniden
diriltmiştir. Zoe, arkeologa bu kez tarihsel geçmiş yerine, kişisel geçmişi
koymayı anlatmaya başlamış, psikozun sağaltılmasında önemli adımlar atmıştır.
Norbert Hanold'da eski arkadaşlık, tutkuya
dönüşmüş, bilinçdışındaki baskıyı ilk kez düşleri haber vermişlerdir. Freud
bunu, Jensen'in de aynen kendisi gibi, bilinçdışmm zaferi olarak saptadığmı
söyler. Bunlar, bir süre baskı altında kaldıklarında, hezeyana ve sanrıya
dönüşür gibi olmuşlar, sonra, arkeolog, bilincine varamadan, komşusu zoologun
kızıyla aynı zamanda Pompei'ye gitmiş, orada, öteden beri aradığı ve ardma
düşmek için kendi bilincine makul bir bilimsel/arkeolojik neden gösterdiği ilk
aşkmı Zoe-Gradiva'yı bulmuştur. Öyküde, olaylar iç Üişkilerin-den yoksun
rastlantılar gibi görünmektedir. Düşleri, "senin aradığın Gradiva, senin
yaşadığın kentte yaşıyor diye" arkeologu uyarmışlardır. Arkeolog, gerçekte
bilinçdışı erotik güçlerinin etkisiyle, bilimsel sandığı arkeolojik bir
araştırma gezisine çıkmış, böylece, erotik arzular, arkeoloji ile uzlaşmıştır.
Genç adamın görünüşte bilimsel onuru -da- kurtarılmış, sonuçta bilim adına
Pompei'ye gitmiş (gibi) olmuştur. Bilinçdışı güçlerin doyurulma istemleri,
hezeyana dönüşmek üzereyken, genç adam "Gradiva'nın yürüyüşünde
saklı" gerçekle karşılaşmış. Bu kritik psikoz öncesi, ruhsal durumu,
sevdiği kız tarafından sezinlenmiş ve kız son derece ustaca, arkeologun
anlayabileceği ve kabul edebileceği bilimsel tanımlamalar ile yavaş yavaş
anlatarak, onun fantezilerden, gerçek dünyaya, 2000 yıl öncesinin Pompei
kentinden, günümüz dünyasmm yaşamına dönmesini sağlamıştır. Genç adam
sevgilisi tarafından -serbest çağrışım benzeri bir yöntemle- sağaltılmıştır.
Freud'un vurgusuyla, yazar, "küller altından çıkarılmış çocukluk
arkadaşı" benzetmesiyle, hezeyanlarm, bilinç-dışma itilmiş anıların, kılık
değiştirmesini simgelediğinin anahtarını elimize vermiştir.
Bu bağlamda, arkeolog, kendisine
çocukluktaki unutulmuş sevgilisini anımsatan rölyefteki kızı, düşlerinde ve
fantezilerinde, -aynı zamanda kendi- bilimsel gerçeğine de uygun olarak,
Pompei'de yaşatmıştır. Yazar, usta bir psiki-yatrist gibi, hezeyanm gelişimini
düşlere başvurarak açıklamaya başlatmıştır. Gerçekten de, düşler ve hezeyanlar
aynı kaynaktan bilinçdışma itilmiş, içerikten doğup ortaya çıkmışlar, düş, bir
anlamda, normal insan fizyolojisinin hezeyanına dönüşmüştür. Bilinçdışma
itilmiş içerikler, uyanık yaşamda kendisini hezeyan olarak, dışarı vurmadan
önce, uyku durumunda düşlerde örtük biçimlerde kendisini göstermiştir. Eğer
verilen bu işaretler, anlaşılmaz ve doyum yolları aranmazsa, bastırılmış
istemler bu kez kendilerini hezeyan olarak ortaya koyabilecek gücü gösterebilirlerdi.
Hanold'un, Gradiva konusundaki hezeyanlarının da, çocuklukta Zoe'ye karşı
duyduğu yoğun aşkla ilişkin bilinçdışına itilmiş anılardan kaynaklandığı
görülür... Gradiva'nm yürüyüşü neden Norbert Hanold'a bu denli etkileyici
gelmiştir. Belki de Zoe Bertgang daha önceki yıllarda da benzer biçimde, çekici
ve güzel bir yürüyüşe sahipti. Ve bu yürüyüşü, Hanold bir türlü unutamamış-tı.
Öykünün son bölümünde, Norbert Hanold, düşünde aradığı kadmm Zoe Bertgang
olduğunu anladıktan sonra, genç kıza, son bir kez olsun Gradiva gibi yürümesini
rica eder. Burada akim ve açıklığın simgesi olan (kadm) Zoe Bertgang,
eteklerini hafifçe kaldırıp, rölyeftekine benzer biçimde yürür... Ancak, bu kez
kızın ayaklarmda sandaletler değil, kum rengi modern ayakkabıların bulunduğu
görülür...
Freud, Norbert Hanold, yaşamdan alınmış
bir kişiye ve çocukluk arkadaşma ilişkin sevgi ve anısmı bir yana itip, yerine
arkeoloji çalışmasmı geçirmişse, antik bir rölyefin çocuklukta sevdiği bir
kişinin unutulmuş anısmı yeniden içinde uyandırması kadar doğal ve normal bir
şey olamaz der. Yazar burada, Zoe Bertgang'a, gene çok bilgece bir söz
söyletir. Zoe arkeologa, "sizler için, bir kimsenin yaşa- • ması için,
ilkin ölmesi gerekir", der. Ancak hemen kurtarır onu bu zor saptamasmdan
ve "...ama siz arkeologlar için zorunlu bir şey olmalı bu" diye
tamamlar sözünü. Fakat, Norbert Hanold gene de çok akılsız davranmamış, Gravida admı, Zoe Bertgang'm
aile isminden üretmiş, "yürüyen, ışıldayan" anlamma gelen, Bert- gang'tan
Gradiva'yı üretmiştir. "Küller altmdan çıkarılmış çocukluk arkadaşı"
Pompei'de ortaya çıkarılmıştır. Hanold, "burada küllerin altında ilginç
bir şey bulacağımı büiyordum, ancak böyle bir şey ele geçireceğim de hiç aklıma
gelmezdi" der.
Freud, Gradiva'nrn uyguladığı sağaltma
yöntemiyle, Breuer'in katarsis, kendisinin psikanaliz admı verdiği yöntemin,
birbirlerine çok yakın olduğunu, amacın bilinç-dışına itilmiş/bastırılmış ve
çıkış yolu bulamayan, sevgiyi özgür kılmak olduğunu söylemiştir. Gene onun
kanısına göre, Gradiva'nrn burada şansı büyük olmuş, çünkü o bu yöntemi zaten
kendisinin sevgi objesi durumundaki erkeğe uygulamış, bu nedenle genç adamm
sağlığa kavuşmasında tam bir başarı sağlanmıştır.
Freud, Gradiva'nrn edebiyat yapıtı
olmasının ötesinde, tam bir psikiyatri araştırması olduğunu, olasılıkla kendi
çalışmalarını bile öncelediğini kerelerce vurgulamış; psikiyatri alanına giren
bir yazarın, güzelliğinden hiçbir şey yitirmeden böylesine görkemli yapıtlar
verebileceğini söylemiştir. Burada, yazarın karşında bilim gerilemiştir. Yazar
neredeyse tek başına bilime meydan okumaktadır. Psikanaliz yöntemi başka
kişilerin anormal ruhsal olaylarmı gözlem konusu yaparlar. Yazar ise başka bir
yol saptamış; olasılıkla dikkatini kendi ruhsal yaşamındaki bilinçsiz yöreye
yöneltmiş; buradaki gelişmelere kulak vermiş; bilinçli bir eleştiriyle onları
bastırmamış, tersine dışa vurmalarma izin vermiş, bu nedenle de sanatm bilime
üstünlüğü bir kez daha kanıtlanmıştır...
Freud, ruhbilimcilerin, başka insanlardaki
anormal ruhsal olaylarm, bilinçli gözlemlenmesiyle, bunlara egemen yasaları
ele geçirmeye çalıştıklarını, buna karşm, yazarların ise, tüm dikkatlerini
kendi ruhlarındaki bilinçsize yönelttiklerini, bu bilinçsizin gelişim
olanaklarına kulak verdiklerini, -ancak- bunları bilinçli bir eleştiriyle
bastırmayıp, onların sanatsal dışavurumlarına olanak tanıdıklarını, bu nedenle
de ruhbilimcilerin bilinçdışındaki etkinliklere egemen olan yasaları,
başkalarından öğrenmelerine karşın, yazarlarm bunları kendi kendilerinden
duyulmadıklarını belirtmiştir.
Jung, Jensen'in başka
romanlarmı da okumuş, bunlarda da benzer analizler olduğunu saptamıştır.
Jensen'in çocukluğunda -kız kardeşi gibi- bir genç kızla, yoğun bir
bağlılığının olabileceğini düşünmüştür. Jensen, gerçekten de tutkuyla
bağlandığı bir çocukluk arkadaşmm, 18 yaşında tüberkülozdan öldüğünü, yıllar
sonra sevdiği diğerine çok benzeyen başka bir kızı da yaşammm en güzel döneminde
yitirdiğini anlatmıştır. (155)
(*) Bu
bölümdeki yazılanların hemen hemen tümü Freud'un "Gradiva"
yazısından alınmıştır. |
Nöroanatomiden, fizyolojiden, analitik
psikolojiye, psi-koarkeolojiye giden yol, kendi mantığı içinde adım adım
gelişir; nevrotikler (hatta psikotikler) kendi "aile romanlarının"
üzerini örten külleri kendi elleriyle temizlerler. Geçmişin fantezilerinden
hareket ederek -şaşırtıcı bir öngörüyle- bugünün genelgeçer yasallıklarını tam
bir dedektif uyanıklığı içinde tespit edebilmişlerdir. Jensen'in romanı ve
Freud'un buna getirdiği yorum, edebiyat/sanat dünyasına tam bir "bilimsel
peri masalı" ziyafeti olur. Bunları okuyan Thomas
Mann şaşkma dönmüş, büyük bir coşku içinde ve bir çırpıda Büyülü Dağ ve
Venedik'te Ölüm yapıtlarını yazmıştır. [Freud'un ve psikanalizin, özellikle de
Gradiva çalışmasının Thomas Mann üzerindeki etkileri * için bkz: Dirks, Martin:"ThamasMann und
die Tiefenpsychologie": In: Helmut Koopmann (Hrsg.)
Thomas-Mann-Handbuch. 1990, s.284-300 Dirks, M.:"Der Wahn und Träume in
"Der Tod in Venedig" Thomas Mann folgenreiche Freud-Lektüre im
Jahr 1911. In: Psyche, bd. 44,1990, s.240-268 Urban,
U.: Thomas Mann: Freud und die Psychoanalyse. Reden, Briefe, Notizen,
Betrachtungen. Fischer, 1991]
16.
Psikiyatrist-Dedektif İşbirliği, Sherlock Holmes-Sigmund
Freud İlişkisi
i.
Bilimsel peri masallarındaki fantezilerin
gücü sadece Vi-yana'da analitik psikiyatrinin değil, bundan çok daha ötelerde
ve önceki yıllarda Paris, Londra gibi başka ülke ve kentlerde gene analitik
düşünen özel dedektif tiplerini de ortaya çıkarmıştır. Burada Edgar Ailen
Poe'nun yarattığı dedektif Dupin ve Arthur Conan Doyle'un yaratüğı Sherlock Holmes,
Sigmund Freud ile birlikte sıklıkla anımsan-mışlardır. Özellikle Sherlock
Holmes ile Sigmund Freud, alanlarmm vazgeçilmez orijinal tiplerini
oluşturmuşlardır.
Hem psikanalizin hem de özel dedektiflerin
çalışmak- . rmda hep "suçlu" aranmıştır. Psikanaliz, toplumsal çelişkileri
kendi psişesinde yansıtan, topluma uyum sağlamayarak kendisini kurban eden, bir
anlamda top-lumsallaşamayan (ve Ortaçağm "günahkâr"ına karşm modern
çağm "aydınlanmış akimi" yansıtan sosyoloji, psikoloji, kriminoloji
mantığıyla dejenere olmuş insan olarak tanımlanan) "zavallı deliyi",
"hastayı" son derece politize ederek, tarihin kahramanı olarak kabul
etmiştir. Genel tarihsel, kültürel gerçeklerle, insanı hasta eden
toplumsal/özel travmaları, sürtüşmeleri, bir dedektifin
titizliğiyle irdeleyip birey insan
psişesinde göstermiştir. Serbest çağrışım, düşlerin analizi, unutkanlıklar, dil
sürçmeleri gibi alanlarda iz sürmüştür. Yapacağı yorumlar için dayanak
noktaları ve görece sağlam bir disiplin oluşturmaya, yoğun entelektüel çabalar
sonucu bazı çıkarsamalara varmaya çalışmış; en küçük bir "parmak
izinin" atlanmamasına özen göstermiştir. Özellikle ince ayrıntılar, çok
önemsenmiş, bilimsel düşünme ile fanteziler birlikte işlenmiştir. Bulgular
fantezilerin aracılığıyla gene rasyonel yöntemlerle yorumlanmıştır. Pek çok
olasılık içinden, pek de kolayına yadsınamayan, akla ve gerçeğe uygun çözümler
üretilmiştir.
Dedektif öykülerinin ilk kaynağmı, Fransız
Devri-mi'nin ünlü yargıçlarından ve sonra da Napolyon'un ilk polis şefi,
tarihte örneği az görülen karanlık ve alçak bir insan olan Joseph
Fouché'nin, 1810 yılında yayımladığı Paris yeraltı dünyasının pek çok kriminal olayını
ve bunları işleyenlerin kişiliklerini ayrıntılarıyla sergileyen notları
oluşturmuştur. Modern dedektif öykülerinin yaratıcısı olarak kabul
edilen, Edgar Allen Poe'nun dedektif Dupin'i yaratırken Joseph Fouché'nin yapıtını -da- göz önüne
aldığı sanılmaktadır. (156) Edgar Allen Poe (1809- 1849), keskin zekâsı, çok yönlü
bilgisi, analiz gücünün ötesinde pek çok yeteneği yanında ilk kriminal roman
yazan ozan/ düşünür onurunu da taşımaktadır. Onun kurmaca dedektifi C. Auguste Dupin hiç kuşkusuz Sherlock Holmes'un öncüsüdür.
Dedektif Dupin, Paris'te Saint-Germain yöresinde Du-not
sokağında, 33 numaralı evin üçüncü katmda oturur. Dairenin arka tarafına bakan
bölümde güzel, zengin bir kitaplığı vardır. Zamanının büyük bir bölümünü kitap
okuyup, düşünüp, şiir yazarak geçirir. Dedektif Dupin, çok okur ve en büyük
tutkusu kitaplarıdır. Bilge bir kişiligi vardır ve kurnazlardan nefret eder.
Çalınan Mektup (1844) öyküsünün başına da "bilgeliğin, aşırı kurnazlıktan
daha çok nefret ettiği bir şey yoktur" diye yazar. Paris polis müdürü
Monsieur G. ile yakın dostlukları vardır. Monsieur G., normal bir insan; çok
normal bir polistir. Her olayı "zaten tek başına çözeceğinden"
kesinlikle emindir; ayrıca, şairliğin ve sanatkârlığın bir adım ilerisinin
aptallık olduğunu düşünür. Dupin'in de zaman zaman şiir yazmak gibi bu smıra
yakm yaşadığını bilmesine rağmen, karşılaştığı "basit ve tuhaf
olayları" bir kez de Dupin'e sormadan edemez; çünkü, bu tür "basit
olayları" bir türlü çözemez. Dupin, zaman zaman şiir yazmak gibi
"suçlar işlediğini" kabul ve itiraf eder. Tabii sorunları da sonunda
Dupin çö-zer. Hem de genellikle sadece anlatılanlardan, olayların gazetelerde
yazılış biçimlerinden, sözcükleri analiz ederek. Çok kez olay yerine gitmeye
bile gerek görmez. Onun için sözcüklerin analizi (bile) çözüme ulaşmaya
yeterlidir. Polis müdürünü yanlış sonuçlara varmaya götüren başlıca neden
olayların basit görünümüdür. Oysa ki, "gizem aşırı ölçüde ortadadır".
Poe, Dupin üzerinden önemli bir noktanın altmı çizer: "Polisin, bir sorunu
çözebilmesi için, ancak suçlunun kendisi gibi düşünmesi gerekir (...) Suçlu
başka türlü düşünürse, polis faka basar." O zaman da ana- * litik düşünen
şair Dupin'nin kapısı çalınır. (157)
A. Conan Doyle, Edgar Ailen Poe'dan
esinlenmesine karşm -bilinen klasik kıskançlık duygularmdan kaynaklanması
olası tavırla- Dupin'i pek beğen(e)mez. Sherlock Holmes, ara sıra uyarma
getirdiği bir yerde, Dupin'in ortalama bir dedektif olduğunu, hiçbir zaman
Edgar Ailen Poe'nun düşünde canlandırdığı yetenek olamadığmı söyler. Dupin ile
başlayan "analitik dedektifler" dönemi, Sherlock Holmes ile birlikte
doruk noktasma ulaşırlar.
Bu bağlam içinde, Freud'un Viyana'da
Berggasse 19 numaralı evinde çalışmalarına başlamadan kısa bir süre önce, yani
1887 yılında, İskoçya Edinburgh doğumlu, tıp eğitimi görmüş, klinik tanı
koymada son kerte uzmanlaşmış bir hekim olan, Dr. Arthur ConanDoyle
(1859-1930), ilk dedektif kitaplarmı yayımlanmaya başlamış. Kısa zamanda
dünyaca ünlenen özel dedektif Sherlock Holmes tipini yaratmıştır. Sherlock
Holmes, Londra'da Baker Street 221 B numaralı evinden, zaman zaman hiç
çıkmadan, büyük bir cinayeti, salt rasyonel tümdengelim akıl yürütme yöntemiyle
çözümleme becerisi gösterir.
Holmes ile Freud'un pek çok yanlan
birbirlerine -öğretici- benzerlikler gösterirler. Freud, yaşamı boyu klasik
resmi psikiyatri ile çelişki içinde kalmış; Holmes, sürekli olarak Scotland
Yard ile didişmiştir. Her ikisi de son kerte rasyonel düşünürler. Ve diğer
bilim dallarının verilerini izlerler, tüm dengelim ve serbest çağrışım yöntemlerini
kullanırlar. Zaman zaman da olsa melankoliktirler; daha iyi düşünebilmek için
kokain kullanırlar. Kadınlara karşı özel bir ilgi ve güç denemesi
gösteremezler. Sherlock Holmes'in Özel Yaşamı'nı yazmayı deneyen Michael ve
Mollie Hardvvick'in anlattıklarına inanacak olursak, ünlü bir Rus prensesi ve
balerini Rozgozhin Petrova, Holmes'e paha biçilmez bir "Antonius
Stradivarius Cremonensis, Faciebat Anno 1709" keman karşılığı özel bir
istekte bulunur. Ve kendisiyle bir hafta Venedik'te tatil yapmaları ve benzer
bir zekâda çocuk doğurabilmek için birlikte olmalarım önerir. Holmes,
kesinlikle altmdan kalkamayacağı bu işi kaytarmaya çalışır; suçlu insanlarm
bütün girişimci yanlarını ve orijinalliğini yitirdiğini, bu nedenle de bazen
bir Scotland Yard polisinin bile görebileceği kimi olayları çözmelerine karşın,
kendisinin aşçılığından da daha kötü olan yanının sevişememek olduğunu, hiç de
romantik bir insan olmadığını, kesinlikle kendisinden çok daha donanımlı
erkekler bulunduğunu, bunlara başvurulmasının daha uygun olacağını söyler.
Kadın ısrar eder. Kendisini çekici bulup bulmadığını sorar. "Tersine"
der Holmes, "sizi çok çekici buluyorum. Ama ben bildiğiniz -güçlü- erkeklerden
değilim, aramızda kalsm ama doğana bana bu konuda pek cömert davranmadı. Hatta
oldukça kaprisli ve tutumlu davrandı. Ne demek istediğimi anlamanızı
dilerim." Ardmdan dayanamayıp ekler: "Madam, çok şey kaybettiğimin
farkındayım, ama sonunda Venedik'te bir gondolda sizi hayal kırıklığına
uğratmaktansa, bu gerçeği şimdi söylemeyi tercih ettim."(158)
Freud'un da bu konularda "ne denli
başardı" olduğu zaten "aile romanının" başmdan beri
bilinmektedir. Her ikisi de kendi alanlarmda -pek çok yönden- dünyanın ilkleridirler.
Holmes, en az Freud kadar analitik akıl yürütme yöntemini kullanır. Ve gene her
ikisi de "en sıradan olaym, en küçük bir ayrıntının genelde en gizemli
şeyleri içerdiğini" sergilerler. Freud, Günlük Yaşamın
Psikopatolojisi'inde (1901), unutkanlıklardan, küçük dil sürçmelerinden,
bazı küçük okuma yazma hatalarmdan, batıl inançlardan, yanılsamalardan,
sakarlıklardan, kişiliğin gizlerini açıkla- « maya çalışır. Sherlock Holmes,
bir insanın -iç mekânında-günlük yaşammda yer alan herhangi bir eşyanın
üzerinde kendi izini bırakmadan kullanmasının zor olduğunu söyler. Ve bulduğu
en küçük bir eşyanm analizinden bunu kullanan insanın kişiliğinin
anlaşılabileceğini ya da tüm cinayetin anatomisini oluşturabileceğini savunur.
Sherlock Holmes'ün ünlü yardımcısı Dr. Watson, Holmes'ün bu savmı fazla
abartmalı bulur ve yazılış tarihinin 18871889 yılları arasında
olduğu sandan "Dörtlü Mühür" serüveninde bunu sınamak ister. Kısa
bir süre önce eline geçen cep saatinin, son sahibinin alışkanlıkları ve
kişiliği üzerine düşündüklerini söylemesini rica eder.
Holmes saati elinde tartar,
arka kapağını açar, önce çıplak gözle, sonra da ünlü büyüteciyle inceler. Son
zamanlarda temizlenmiş olduğu için üzerinde çok veri bulunmadığını, bu
nedenle de kesin bir şey söylemeyeceğini, buna karşın, pek de verimsiz bir
gözlem yapmadığını, bulgularını kısaca şöyle toparlayabileceğim açıklar:
"Üzerindeki H. W. işaretleri, harfleri saatin, babandan miras alan büyük
ağabeyine ait olduğunu söyleyebilirim. Saat aşağı yukarı elli yıllık ve baş
harfler de saat kadar eski. Mücevher gibi şeyler genellikle en büyük oğula
kalır; bu nedenle de büyük oğul babasıyla aynı adı taşır. Ağabeyin düzensiz
alışkanlıkları olan bir adammış, çok dağmık, dikkatsiz biri... Ona iyi bir mal
bırakılmış ama fırsatları değerlendirememiş. Kısa süreli zenginlikler dışmda
yoksulluk içinde yaşamış ve sonunda kendisini içkiye vererek ölmüş. Tüm
toparlayabildiklerim bunlar."
Dr.
Watson, şaşkınlık içinde, "yoksa ağabeyi üzerine daha önce bir araştırma mı
yaptınız diye" sorması üzerine, Holmes bu ünlü konuşmasını
sürdürür: "Kesinlikle hayır. Şu ana kadar bir ağabeyinin olduğunu bile
bilmiyordum. Ben sadece olasılıkları sergiliyorum. Tahminde bulunmam. Tahmin,
mantıksal yetiler için yıkıcı iğrenç bir alışkanlık olurdu. Örneğin, ben
kardeşinin dikkatsiz biri olduğunu söyledim. Şu saat kapağının alt kısımlarına
baktığmda, sadece iki yerin çukurlaştığını değil, aynı zamanda bozuk para,
anahtar gibi şeylerle aynı cepte taşıma alışkanlığından dolayı her tarafmm
kesik ve çizgilerle dolu olduğunu görürsün. Tabii ki elli pound'luk bir saati
böylesine aldırmazca kullanan birinin dikkatsiz biri olduğunu tahmin etmek
büyük bir hüner değil. Bu değerde bir şeyin miras kaldığı birine, başka şeyler
de kaldığını çıkarsamak da öyle. İngiltere'deki rehineciler için, bir saat
aldıklarında fişinin numarasını bir iğneyle kapağm içine kazımak, çok alışılmış
bir durum. Numaranın kaybolma ya da değiştirilme riski olmadığı için, marka
vermekten çok daha kullanışlı. Bu numaralardan gözüme en az dört tane çarptı,
ilk çıkarsamam kardeşin sıkıntı çekmiş. İkincisi, ara sıra para buluyormuş,
aksi takdirde emaneti rehinden kurtaramazdı. Son olarak, senden saati kurmak
için, anahtar deliği bulunan iç kısmına bir bakmam istiyorum. Deliğin etrafından
binlerce çizgiye bak, anahtarm aşındırdığı işaretler. Bu oyukları ayık bir adamın
anahtarı yapar mı? Oysa bir ayyaşın saatinde bunları hep görürsün. Saatini
geceleri kurar ve titrek ellerinin izlerini bırakır... Gizem bunun
neresinde Watson?" Watson, "Tüm bunları nasıl
çıkarsayabilirsin, Holmes? diye sorar. Sherlock Holmes, sonuçtan mutlu, yavaş yavaş kemanmı
çalmaya başlarken, "Ayrıntılardan sevgili Watson" der "...ince
ayrıntılardan."(159)
Freud, 1901 yılında
yayımladığı, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi adlı çalışmasmda,
bir süre önce İtalya'ya yaptığı bir yolculuk sırasmda, bir gençle tanıştığım,
gencin, tutkulu bir tavırla yeteneklerini geliştirmek ve gereksinimlerini
karşılamak olanağmdan yoksun olan kendi kuşağının mahkûm olduğu astlık
durumundan yakındığını • ve eleştirilerini Virgilius'un "sonra birileri
bunun öcünü alırlar" umudunu dile getiren bir dizesiyle noktalamak istediğini,
ancak burada aradığı bir sözcüğü bulamadığmı söyler. Freud bu sözcüğün, belgisizlik
zamiri olan, "ali-quis" olduğunu söyler. Bu ara, genç adam, acaba neden böylesine iyi bildiği bir
şiirin, bu sözcüğünü unuttuğunu sorar. Freud da, bunun üzerine, genç
adama, tüm dikkatini unutulmuş bu sözcüğe yöneltip, aklmdan geçenleri dürüstçe
ve yorum getirmeden anlatmasını rica eder. Bunun üzerine serbest çağrışım
başlar. Genç adam, aklma gelen hemen ilk sözcükleri sıralar... Reliques (kutsal kalıntı), Liquidation (tasviye), Liquide (sıvı), Fluide (akışkan)... İki yıl
kadar önce bir Trente Kilisesi'nde kutsal kalıntıları (reliques) gördüğüm Simon de Trente'ı düşünüyorum.
Eski kilise azizlerini, Aziz Janvier'nin karanın mucizesini düşünüyorum.
Napoli'de bir kilisede küçük bir şişenin içinde Aziz Janvier'nin kanı
doldurulmuş. Bu kan bir mucize sayesinde her sene belirli bayram gününde
yeniden sıvılaşmaktadır (se liquéfie). Halk bu mucizeye büyük önem vermektedir ve geciktiği zaman çok mutsuz
olmaktadır. İşgal sırasmda genel komutan Garibaldi, Katolik papazını kabul
eder ve ona, anlamlı bir jestle, dışarıda sıralı askerleri göstererek,
mucizenin gerçekleşmekte gecikmeyeceğini umduğunu söylemiş. Ve sonunda mucize
tam zamanında gerçekleşmiştir. Genç adam konuşmasmı sürdürür: "Ve onun
için olduğu kadar benim için de hoş olmayan bir haberi, kolaylıkla
alabileceğim bir kadmı düşündüm birden."
Freud, "Regllerinin sona
ermesi haberi mi?" diye sorar. Genç adam "Bunu nasıl
düşünebildiniz?" dediğindeyse şöyle açıklar: "Hiç zorluğu yok. Bana
yeterince malzeme -ipucu- verdiniz. Bana bahsettiğiniz bütün takvim azizlerini,
belirli bir günde gerçekleşen kanın sıvılaşması (liquefaction) öyküsünü,
bu sıvılaşma olmadığı zaman halkı kaplayan telaş öyküsünü, mucize
gerçekleşmediği zaman bir tehlikenin ortaya çıkacağı korkusunu hatırlıyor musunuz?
Belirsizlik anlamına gelen, "aliquis" kelimesini yeniden
anımsamakta yetersiz kalışınızın nedeninin, bu kaygılı -belirsiz- bekleyiş
olduğu kolayca ortaya çıkıyor." (160)
Freud, bu nefis çalışmasında,
bir küçük sözcüğün unutulmasmdan yola çıkarak, psikanalizin olağandışı düşünme
yöntemini sergiler. Ancak, Freud'un yazısmı Sherlock
Holmes yöntemiyle bir kez daha irdelemeye çalışan Peter
Swales (1982), bu yazıda iki önemli ince ve anlamlı ayrıntının,
"parmak izinin" (daha) olabileceğini vurgular. Öncelikle, "genç
adam" olasılıkla hiç karşılaşılmayan ve Conan Doyle'un Sherlock Holmes'u
kadar sanal bir kişiliktir. Ve bu "genç adam" Freud'un kendisi -de-
olabilir. Bu genç adam da (Freud gibi) akademisyendir, Yahudi'dir, sanat ve din tarihini çok iyi
bilmektedir, onurludur, kendisine yapılan haksızlıkların öcünün bir gün
alınacağını umar. Fakat, bu çalışmada önemli olan diğer bir nokta da şudur;
adet kanamasının (regl) zamanmda gelmediği için huzursuzluğa neden olan kadm,
gene bir olasılık, Freud'un bu geziye birlikte çıktıkları karısmrn kız
kardeşi Minna Bernays olabilir. Peter Swales'in akıl yürütmeleri ve çıkarsamaları da en
azmdan Holmes ve Freud'unkiler kadar olasıdır. Ve görüldüğü gibi -bu savlar da - kolay
yadsınamazlar. (161)
Freud'un analizi Sherlock Holmes'u
neredeyse gölgede bırakır. Conan Doyle, öyküsünü sanal olarak anlatır. Holmes, tümdengelim yöntemiyle
olasılıkların bilançosunu çıkarır. Freud, serbest çağrışım
yöntemini kullanır. Çıkarsamaları kesin sonuçlar değil, pek çok olasılıklardan
biridir. Her iki akıl yürütmede ortaya atılanlar kesin saptamalar değil,
varsayımlardır. Ama bunlar, olasılığı yüksek, gerçeğe uygun düşen
varsayımlardır. Dr. Watson'un • ağabeyi alkolik değil, örneğin, elleri
titreyen bir Parkinson hastası da olabilirdi. Ancak, alkolizm olasılığı yerli yerine oturur; bu,
konunun bütünlüğü içinde tüm sorulara yanıt verebilir nitelikte bir
tanıdır. Freud, unutulan bir sözcükten gene olası bir yaşam öyküsü oluşturur. Ama bu
arada, öyküde - bilerek ya da bilmeyerek -kendi parmak izlerini -de-bırakır.
Londra'da, Baker Steert 221 B'de Dr.
Watson ile birlikte oturan özel dedektif ile Viyana'da Berggasse 19 numaralı evde
kalabalık ailesi içinde yapayalnız yaşayan psikiyatristin salt melankolik
durundan, kokain alışkanlıkları, cinsel sorunları değil, düşünme tarzları ile
de birbirlerine benzerlik göstermektedir. Bunlar, klasik psikiyatriye ya da
Scotland Yard'a karşı yaptıkları çalışmalarm tüm sorumluluğunu üstlenip,
tespit ettikleri pek çok olasılıklardan birini "suçlu " olarak
ortaya atma riskini omuzlamış-lardır. Yaşam ve zaman onları haklı çıkarmıştır.
Düşünme tarzları, dünya kültürüne büyük katkılar getirmiştir. Bugün artık
yaşadığımız dünyayı ne Sherlock Holmes'süz ve ne de Freud'suz düşünmek
-kuşkusuz düşünme merakı ve alışkanlığı olanlar için- olanaksızdır.
Aralarındaki önemli bir farkm altmı çizmek (belki) gerekir. Holmes, suçluyu
arar. Hatta Kral Oidipus bile (kendi konumunu bilmeden) içtenlikle suçluyu
bulmak ister.
Freud ise "suçlunun" kendi
içinde bulunduğunu, bizzat kendisi olduğunu söyler. Ve suçlu olarak hep
kendisini arar. Bütün başarıları, "fetihleri" kendisi üzerinedir.
Başarı kazandıkça kendisini yitirir; daha doğrusu kendisini yitirdikçe
başarısı pekişir. "Negatif bir yapılanma" olarak düşü-nülebilen
psişenin uzantısmda, "insanın ölümcül hastalığa yakalanmış bir hayvan
olduğunu; "insanlık durumunun" çözümünün olmadığını; radikal
olanaksızlıkları göz önüne almak gerektiğini; asıl sorunun psikolojisi olmayan
bir özne oluşturmak olduğunu amaçladığını" (162) öngörür. Trajedisinin (ve
zaferinin) görkemi (ve gizi) biraz da buradadır. O, "Ben suçluyum"
dediği her yerde kafasını kaldırıp, bizim gözlerimize bakmış, bizden
"evet ben de" (ya da biz de) dememizi beklemiştir. Bizler, ya
susmuşuz ya da "böyle değiliz" dememize karşı -artık- anlamışızdır
"tam da öyle"yizdir.
Bu bağlamda Freud, içine kapanıp kendisini
analiz edip, çok politize edilmiş bir "suçlu Ben"i sergilemiştir. Bu
denli politize edilmiş bir "suçlu benlik", salt Katolik Roma'yı
değil, vatanı, ailesi, çocukları için canını feda ederek çalışan, kötülük nedir
bilmeyen "ideal insan" tiplerine dayalı ulus devletlerin temelini
oluşturan ideolojileri de tehdit etmiştir. Gönderdiği mesaj yerine varmış;
sergilediği "suçlu benlikten" herkes nasibini almıştır.
Nazilerin Almanya'yı soysuz düşüncelerden
arındırma kapsammda uyguladıkları etkinliklerde yakılan ilk 10 yazarın
kitapları içinde Freud'un yapıtlarının da olması ve benzer etkinliklerin
Sovyetler Birliği'nde de -aynen- tekrarlanması rastlantı olmamıştır.
17. Psikanaliz
Hareketinin "Kadınlar Kolu"
Freud'un erkeklerle olan dostlukları çok
kez sürtüşmeli geçmesine karşın, öğrenicileri ve hastaları arasmdan tanıdığı
pek çok genç ve entelektüel kadmla yaşam boyu süren kalıcı arkadaşlıkları
olmuştur. Bu parlak kadınların (biyografilerine ve yapıtlarına - yazık ki-
yeteri kadar sahip çıkılmasa da) çoğunun psikanaliz kuramına, sanat dünyasına
önemli katkıları olduğu, öncü çalışmalar yaptıkları ve modern kültürün
gelişmesinde etkili oldukları bilinmektedir. Burada konuyu çok dağıtmamak
kaygısıyla da olsa, Freud'un biyografisinin ve analitik teorinin belirlenmesinde
ayrıca özel yerleri bulunan Sabina Spielrein, Lou Andreas-Salome ile Prenses
Marie Bonaparte'dan söz etmeden geçmek olanaksız.
Sabina Spielrein (1885-1941) yüzyılın
başmda psikanaliz çevresinde birden ortaya çıkan ve sonra da birden kaybolan belki
de en şansız parlak kadmlardan biridir. Kendisinin de kimi önemli psişik
sorunları olduğu için, psikanaliz teorisine bir hasta olarak ilgi duymuş, ama
kısa zamanda teorinin özünü derinden öğrenmiş, Jung'la birlikte, onun hastası,
meslektaşı ve sevgilisi olarak çok yönlü bir birliktelik içinde çalışmıştır.
Erkeklerin bilinçdışlarmdaki kadm imajım çok iyi araşürmış, Freud'un en erken
ardıllarından
olmuş; psikanalizin İsviçre'de
yaygınlaşmasına çalışmıştır.
Sabina Spielrein, 7 Kasım 1885 tarihinde
Rostov'da varlıklı, kültürlü ve sorunlu bir Yahudi Rus ailesinin kızı olarak
dünyaya gelmiştir. Aile içindeki uyumsuzlukları sezinlemiş, büyük mutsuzluk
duymuş, erken yaşta gösterdiği ruhsal rahatsızlıklar ve depresyon nedeniyle
analitik bir tedavi gereği görülmüş. 1904 yılında Zürich, Burghölz-li
Kliniği'ne yatırılmıştır. Burada kendisini C. G. Jung tedavi etmiş;
"psikotik histeri" tanısı konmuştur. Jung Fre-ud'a yazdığı
mektupların birinde, "altı yıldır hasta olan, 20 yaşında bir Rus kızı
histeri tanısıyla geldi, onu sizin yönteminizle tedavi ediyorum" demiştir.
Birkaç ay içinde sorunlarmm önemli bir bölümü gerilemiş. Ancak, bu ara Sabina
Spielrein, Jung'a âşık olmuş. Tıp okumuş, sonra da Jung'un yanında psikiyatri
eğitimine başlamış. Jung'un hastası, aşığı, öğrencisi, meslektaşı olmuştur.
Bleuler'in tanımıyla "derinlikler psikolojisinin" çekiciliği, onun duyarlılığını
daha da artırmış. Bu ara Jung'la olan ilişkileri çevreden duyulunca, ayrılmak
gereği ortaya çıkmış. Bu durum Sabina için yıkım olmuş. Bir genç Yahudi kadını
olarak duyumsadığı tahrip olma duygusunu "haz ilkesi ile tahrip
içgüdüsü" kapsamında tartışmış, bunun kuramsal nedenlerini irdelemiştir.
(163) Onun bu konudaki savları bilinebildiği kadar ile psikanalizin tahrip
içgüdüsü üzerine ilk çalışmaları olmuştur. Gene Sabina Spielrein "ölüm
içgüdüsü" üzerine ilk öneri getiren psikiyatristtir. Biyolojiden
mitolojiye kadar çeşitli disiplinleri kapsayan bir birikim içinde yaratma ve
tahrip içgüdülerini olasılıkla analitik teorinin gündemine, ilk kez Sabina
taşımıştır. Jung ve Freud, Sabina'nm bu savlarını kendi çalışmalarında olduğu
gibi kullanmışlar, ancak 25 yaşmdaki bu "küçük kızın" admı bir kez
olsun anmamışlardır. Örneğin, Freud'un
1920 yılında yazdığı "Haz İlkesinin
Ötesini" adlı önemli çalışmasında Sabina'nın adma rast gelinmez. Sabina Spielrein 1911'den sonra Viyana'ya
gitmiş, psikanaliz grubunun en genç üyesi olarak Çarşamba Toplantıları'na
katılmıştır. Bu ara Sabina birden, Pawel Scheftel adlı, Yahudi olan bir Rus hekimle evlenmiş. Bir yıl sonra bir kızı
olmuş. Sorunları değişmemiş. Büyük acılar içinde, pek çok kent dolaşmış, 1923
yılında Rusya'ya dönmüştür. Moskova'da ilk psikanaliz grubunun kurulmasma
çalışmış, 1936 yılında psikanaliz hareketleri Moskova'da (bu kez komünistler
tarafmdan) yasaklanmış. Sabina'nm üç erkek kardeşi, KGB tarafmdan öldürülmüş.
Bir yıl kadar sonra da babası ve kocası öldürülmüş. 1941 yılında, Rostov'a
giren Almanlar, Sabina'yı yolda iki kızıyla giderken tutuklamışlar. Bu çok
genç ve çok parlak zekâlı kadmı, önlerine ilk çıkan sinagogun duvarı dibinde
kurşuna dizmişlerdir.
1977 yılında, İsviçre'de Genf,
Wilson Pallas Psikiyatri Enstitüsü'nün bodrum katmda Sabina'nm günlüğü bulunmuş. Orada
ailesi, biyografisi, özellikle Jung ve Freud ile olan ilişkileri ve
hepsinden önemlisi, psikanaliz kuramına getirdiği yeniliklerin ön çalışmaları
üzerine pek çok ayrıntılı bilgi ortaya çıkmıştır. (164)
Mavi gözlü, kestane saçlı, güven verici
tavırlı, çocuksu • gülüşleriyle olağanüstü etkileyici, çekici, dişi, şık ve
zarif, çok güzel, örneği az görülen bir kavrayış ve eleştiri yeteneğine sahip,
çok akıllı ve katıksız entelektüel bir kadm olan Lou
Andreas-Salomé (1861-1937), 51 yaşmda psikanaliz eğitimi için Viyana'ya geldiğinde,
sözcüğün tam anlamıyla aydmlar-entelektüeller dünyasındaki "trafiği
aksatmıştır".
Bu sıralar, nasıl olup da, arada birde
olsa kocasmm yanma gidip ona, merhaba diyebilecek zamanı bulduğuna şaşılacak
kerte, "hiç kimseye ait olmamaya", öncelikle,
"kendisi olmaya",
"kendisine ait olmaya", bağımsızlığını koruyup aynı anda pek çok
erkekle ilişki kurmuştur. Ama gene bir anlamda kalabalıklar arasında, kendi
dünyasmda yapayalnız yaşayabilmiş bir kadın olarak kalabilmiştir. Karşılaştığı
herkeste, tutku boyutunda hayranlık uyandıran bu kadın, Avrupa modern
entelektüel dünyasmda bağımsız, özgür, hüzünlü, melankolik yeni bir roman
figürü olarak ortaya çıkmıştır. Lou Andreas-Salome, bir kez tanışıldıktan
sonra, kendisine danışılmadan hiçbir şey yapıla-mayacak,fikri alınmaksızın
şiir, yazı, roman gibi düşünce ve sanat ürünleri verilemeyecek kadınlardan
biridir.
Nietzsche, Pdlke, Freud,
Gerhard Hauptmann, sosyalist önderlerden Georg Ladebour,
rejisör Max Reinhard, yazar Arthur Schnitzler, Hugo
von Hofmannsthal, filozof Paul Ree, Münihli yazar
Frank Wedekind, Feminist Helene Stöcker. araştırmacı Frieda von
Bulow, Marie von Ebner-Eschenbach ve daha pek çoklarından oluşan erkekli
kadınlı bu liste çok uzatılabilir. Ve görülebileceği gibi, bu isimler modern
dönemlerin başlangıcında, Avrupa entelektüellerinin önemli bir bölümünü
oluştururlar.
Freud'un, daha ilk karşılaşmalarında ona
karşı duyduğu hayranlık, "Viyana Grubu" tarafından kıskançlık ve
kuşkuyla karşılanmış. Entelektüel kapasitesi uzun süreler tarüşma konusu
olmuştur. Ancak, teorik temeli çok sağlam, kavramları çok iyi bilen ve
kullanan, çarpıcı tespitlerde bulunan, çelişkileri hemen yakalayan, uzlaşmaz
bir tartışmacı olarak hemen ön plana çıkmış. Nietzsche'nin kimi yadırgatıcı ve
köşeli kavramlarmı çok uygun zamanlarda ve yerli yerinde kullanmış olsa da,
bir süre rahatsızlık uyandırmış, ama Freud bile Salome'yi yitirmektense -adını
koymadan da olsa- Nietzsche'ye yaklaşmayı yeğlemiştir. Ekim 1912 sonlarında,
Freud ile sık sık ve uzun uzun birlikte olmuşlar. Arkadaşlarının kuşkulu
bakışlarına, Freud "çok anlamlı bir kadın, tehlikeli düzeyde entelektüel
bir birikimi ve literatür bilgisi var... Konuşmamız salt bu düzeyde
sürmüştür" diyerek soruna (kendince) açıklık getirmiş ve dedikoduları
kısmen de olsa kapatmıştır.
Freud ile Salome'nin uzun tartışmalarından
sonra ortaya çıkan yeni söylemi, Kari Abraham hemen sezinlemiş, Nisan 1912
tarihinde Freud'a yazdığı bir mektupta, böylesine zarif ve yeni bir söylemle
hiç karşılaşmadığını itiraf etmiştir. İzleyen yıllarda Salome'nin, Freud için
Delfi kâhin rolü oynadığı söylenir. Konferanslar sırasında, tüm söyleşiler
sadece Salome'nin gözlerine bakılarak yapılmış, onun bulunamadığı toplantılarda
(iskemlesi boş kalmışsa) boş gözler sadece oraya sabitlenmiş ve hemen o gece yazılan
mektupta, "üzgünüm, cumartesi gecesi konferansta yoktun. Bu nedenle sabit
noktam konusunda yoksunluk yaşadım ve yeterli güvenceden yoksun ve terk edilmişlik
duygusu içinde konuştum..." diye yakmılmıştır.(165)
Lou Andreas-Salome, 12 Şubat 1861
tarihinde Peters-burg'da doğmuş, Alman kökenli anne, Baltık Alman- Rus kökenli
soylu bir general babanın kızı olarak, ekonomik ve kültürel olarak görkemli
liberal bir ortamda dünyaya gözlerini açmıştır. Beş oğlan çocuktan sonra doğan
ilk ve son kızdır. Doğduğunda 57 yaşmda olan baba ile kız ara- . smda yakm bir
ilişki kurulmuş, ayrıca evin içinde erkek kardeşleri arasmda da "dişi bir
mücevher" olarak sevilmiş ve çok mutlu bir çocukluk dönemi geçirmiştir.
Dışardaki erkekler dünyasmda da hep sevgi ve yakınlık görmüştür. "Dişi bir
narsisizm" içinde büyümüş, bunu çok olumlu bir güç olarak duyumsamış ve bu
cömertliğinden dolayı yaşamı boyu doğaya hep teşekkür etmiştir. Fakat öte
yandan da hep içine kapanık, hüzünlü, kendi fantezileri içinde yapayalnız
yaşadığı bir çocukluk ve genç kızlık dönemi geçirmiştir.
|
17 yaşında babasını yitirmiş, aynı
yıllarda Rusya'da da Darwin teorisinin etkileri, Tanrı'nın varlığı tartışılmaya başlanmış. Babasından
ve Tanrıdan boşalmaya başlayan yeri o sıralar parlak, liberal bir teolog olan
Gillot doldurmuş. Olasılıkla bu liberal, Darwin yanlısı teolog Salomé'nin ilk aşkı olmuştur. Gene
bu teologun önerisiyle felsefe eğitimi için Zürich ve sonra da Roma'ya gitmiş,
21 yaşında, filozof Paul Rèe ile birlikte oturmakta ya da yaşamakta (en azından aynı evi paylaşmakta)
olan Salomé, Roma'da bir nisan ayında, o zaman 37 yaşında olmasına
karşın sağlığı, özellikle de gözleri çok bozuk olan ve bu sıralar Zerdüşt
üzerinde çalışan radikal inkarcı Nietzsche ile tanışmıştır.
Nietzsche'de bir anda Salomé'ye hayran olmuş ve Salomé'nin yaşamını da birden bire altüst etmiş, bir
anlamda genç kadının "ruhunu bedeninden
ayırmış"tır. Salomé ilk kez "koitus"tan önce felsefe
konuşan bir filozofla karşılaşmış, ancak Nietzsche'nin nihilizmine karşı,
kendisinin görece iyimser romantizmi, kafasını altüst etmiş, ama onun
kişiliğinde, Tanrısal bir dâhi, başkaldıran kahraman bir insan bulmuştur. Bu
ara görece yumuşak bir insan olan filozof Paul
Rèe ile olan ilişkileri garip ama içtenlikli şekillerde sürmüş. 1882 yılında
gene Paul ile oturmaktadır. . Salomé, kahramanlara özgü bir dünya ile
güvenceli koca tipleri arasında gidip gelerek yaşamaya çalışmıştır.
1883 yılının Ağustos ayında Zerdüşt
tamamlanmış. Felsefe dünyasında, Tanrı'ya karşı savaş doruk noktasına
ulaşırken ve Nietzsche "üstün insan" peşinde
koşarken, Salomé korkular içinde kalmıştır. Bu sıralar bile onun
(henüz) hiç kimseyle cinsel ilişki kurmamış olabileceğini düşünenler vardır.
Cinsel kabalıklardan korkmakta, iç armonisini yitirmekten çekinmektedir.
"Ebedi kadınlık" için "ebedi erkeklik" düşünceleri
içindedir.
1886 yılında Münih'e taşınır. Orada
oryantalist Friedrich Cari Andreas ile tanışır; sonra birlikte oturmaya başlarlar. Bir gün,
birden bire, çok mütevazı koşullar içinde, birbirlerini cinsel ilişki içinde
bulurlar. Evlenirler. Salomé bu ara pek çok konuda birbirinden
etkileyici eleştiriler yazmaktadır. Rilke ile tanışma günlerinde artık tanmmaya
başlayan, bilinen bir yazardır. Ve Rilke, Salomé için gerçek anlamda
ilk sevgili olur. Kadın erkek, ruh ve beden bütünlüğünü bu ilişkide tanır.
Rilke ile dört yıllık ilişkisi yaşammm doruk
noktasıdır. Salomé, Rilke ile bir kadınla bir erkeğin birlikteliğinin
ne anlama geldiğini anlar. Benliğini bulmuştur. "Tutkuyu ve aşkı"
tanımıştır. 1901 yılında, dostluklarının yaşam boyu sürmesi
dileğiyle, aşk ilişkileri biter. Ayrılmalarına, en önemli neden, olasılıkla
Rilke'nin depresyonuna Salomé'nin -artık- dayanacak gücü kalmamasıdır.
Ama Rilke yaşamı boyu hep "benimtek hakikatim Salomé'dir" der. Salomé'de, Rilke
için benzer şeyleri duyumsar ve söyler. Bir
olasılık, Salomé, Arthur Schnitzler ve Friedrich
Pineal gibi Viyanalı arkadaşları ve sevgilileri üzerinden, 1895 yılında
yayımlanan Histeri Üzerine Çalışmalar kitabmı duymuş ya da
okumuştur. Ama kesin olarak bilinen, 1911 yılı Eylül ayında, yanında sevgilisi
İsveçli psikoterapist Paul Bjerre ile birlikte Viyana'ya gelmesi; Freud ile
tanışmaları ve her iki tarafında birbirlerini çok etkilemeleridir.
Louise Andreas-Salomé, ilk kez 31
Ekim 1912'de, Viya-na'da psikanaliz hareketinin toplantılarına katılır. Bir yazar
olarak da, büyük bir yetenek olduğu görülmüş, bir ay kadar soma, başta Otto
Rank olmak üzere, tüm analistler, Andreas-Salomé üzerine
"özel" görüşlerini anlatmaya ve kendisiyle senli benli konuşmaya
başlamışlardır. Fakat tüm bu ilişkilerin salt entelektüel düzeyde kalmadığı,
kısa süreli bazı küçük serüvenlerin -de- yaşandığı sanılmaktadır. Andreas-Salomé, bir ara
Alfred Adler grubu ile de ilgilenmiş, fakat Freud "uzun ve fedakârca
mücadeleler sonucu", onu kendi taraflarına kazanmayı başarmıştır.
Freud'un, Salomé ile geçen ikili ve kısmen mahrem konuşmalarından
sonra, hep çok mutlu görüldüğü betimlenir. Sonra, aralarmda yaşam boyu sürecek
sevgi ve güven dolu mektuplaşmalar, haberleşmeler
başlamıştır. Salomé, Freud'un yakın aile dostu ve özel arkadaşı
olmuş. Freud, kızı Anna'nm anakzine devam etmesini özellikle ondan rica
etmiştir. Salomé'ye yazdığı 200 kadar özel mektubunda, pek çok
gizini sadece onun kulağma söylemiş, ona akü danışmıştır.(166)
Andreas-Salomé, psikanaliz
hareketinde yeniden felsefeye dönmenin, bedensel ruhsal gereksinimlerini, fantezilerini,
çocukluk anılarını, cinsel isteklerini, öfkelerini, dişi mazoşizmini, sevgi ve
öfkelerini rasyonel "bilimsel peri masalları yöntemleriyle" anlatma
olanağını bulmuştur. Ayrıca, analiz ona kendi bedeni, heyecanları, arzuları
üzerine konuşma, Gillot, Nietzsche, Pdlke, Ree,
Pine- les, Bjerre, Tausk ve daha pek çok erkeği eleştirme olanağmı
vermiştir. Nevrotiklerin sağlıklı olmak için dişiliklerini ön plana
çıkarmalarının gerektiğini vurgulamış, Rilke ile ilişkilerini anlatarak,
insanın kendisini dişi olarak duyumsa- * masmm sağlıklı bir duygu olduğunu
açıkça söyleyebilme yolunu bulabilmiş, cinselliğin insanın kendisini gerçekleştirebildiği
bir "ana vatan" olduğunu söyleyebilmiştir... (167)
Bu arada Tausk olayı yaşanır. Pek çok
konuda yetenekli olan, keman çalan, resim yapan, tiyatro eseri yazan, şiirleri
giderek ünlenmeye başlayan Viktor Tausk (1879-1919), Freud'un -da- en yetenekli
ve genç çalışma arkadaşlarından biridir. Freud ona -hemen hemen sürekli- maddi
ve manevi destekte bulunmaktadır. Tausk, psikanaliz alanında çalışan hemen tüm
"normal insanlar gibi", zaman zaman ciddi depresyonlar
yaşar. Salomé Viyana'ya geldikten sonra, bir süre -de- Tausk ile
yakınlaşır. Freud kıskançlıkla Tausk'la olan tüm bağlarını keser. Freud'u
yitirmemek için Salomé'de onunla olan ilişkilerini dondurur. Bir anda
kendisini büyük bir boşlukta duyumsayan Viktor Tausk, 3 Temmuz 1919'da intihar
eder. Ölümünü garantiye alabilmek için, kendisini asar ve henüz boğulmak
üzereyken ayrıca beynine kurşun sıkar. Onun intiharından da acı olan, ne Freud
ve ne de Salomé, bu intihar ile yeteri kadar ilgilenirler ve hatta
sözünü bile etmezler. "Freud'un öfkesini üzerlerine çekmemek
kaygısıyla" Tausk'a sahip çıkan olmaz. Psikanaliz ailesi içinde Tausk'un
intiharı karanlık bir bölüm olarak kalakalır. (168)
Salomé, Freud'un şahsmda, katı bir
teorisyenden öte, deneyimlere dayanan insanın bilgilerini ve kişiliğini çoğaltan,
sakin, araştırmacı, tartışmacı, uzlaşmaz bir rasyonalist ve bu nedenle de
"peri masalı türü fantezilere" olanak tanıyan bir kişilik bulur ve bu
ortamda kendisini sürekli daha derinlere doğru katman katman araştıran bir
arkeolog gibi düşünür. 1928'den sonra pek görüşemezler. Giderek yaşlanan ve
yorulan "bulunduğu yerin odak noktası olma konumunu yitirdiğini
sezinleyen" Salomé, artık yavaş yavaş kocasmm yanında -da-
yaşamaya başlar. Sonra da; diyabet, görme bozuklukları kanser, bedensel ve
ruhsal acılar, parasal sıkıntılar ve hepsinden önemlisi yoğun yalnızlıklar ve
ilgisizlikler içinde 5 Şubat 1937'de ölür. (169,170,171)
Freud'un diğer çok özel bir koruyucu
meleği, arkadaşı/meslektaşı Prenses Marie Bonaparte'tır (1882-1962) . Marie
Bonaparte, Napolyon'un ağabeyi Lucien Bonapar-te'ın akrabasıdır. Ayrıca kocası
Prens Georg, Yunanistan kralının ağabeyi ve Danimarka krallık ailesinin uzaktan
akrabası olduğundan, dolaylı Avrupa Kral Ailesi üyesidir. Annesi tarafından da
ayrıca büyük bir mirasın tek varisi olmuştur. Marie Bonaparte, 2 Temmuz 1882'de
doğmuştur. Babası emekli subay ve tutkulu bir doğa bilimci Roland Blanc'tır.
Annesi Marie Blanc çok zengindir, fakat kızının doğumundan birkaç
hafta sonra, tüberkülozdan ölür. Maria, en başta annesinin ölümünden kendisini
sorumlu tutmuş, sonra pek çok saray içi entrikalarına, gebe gelinlerin
öldürülmelerine, zehirlemelere küçük yaşta tanık olmuştur. Bu tür korkular
nedeniyle, yaşam boyu ilaç ve kırmızı şarap içmekten hep kaçınmıştır. Zamanla
depresyonu, korkuları, ruhsal sorunları artar. Kendi içinde, iki ayrı
kişiliğin varlığmı duyumsamaya başlar. Psikanalizi en uygun yol gibi görür.
Viyana'ya gelip Freud'a analiz olur ve sonra kendisi de psikanaliz eğitimi
alarak psikanaliz yapmaya başlar.
1926 tarihinden sonra, Fransa'da
psikanaliz hareketinin örgütlenmesi girişimlerinde aktif çakşır. Arkeoloji
çalışmalarının etkin destekleyicisi olur. Freud'un uluslararası ilişkilerine
çok katkıda bulunur. Özellikle Nazilerin yönetime gelmelerinden sonra, Freud
ailesinin Viyana'dan çıkmasına, mektuplarının, parasının, yazışmalarının, kitaplarının
ve de antika koleksiyonunun gizlenmesine ve sonra da Londra'ya götürülmesine
büyük çaba harcamışta. Daha çok küçük yaşlarda yazı yazmaya, şaşırtıcı güzellikte
günlükler tutmaya başlamıştır. Bitmez tükenmez bir canlılık ve yoğun bir
entelektüel donanımla, binlerce mektup, şiir, anı, gezi notları tutmuştur.
Yazgısmı biraz da kendisine benzettiği Edgar Ailen Poe'nun biyografisi ve
yapıtları üzerine yaptığı analitik araştırması bugün de başyapıt niteliğinde
bir çalışmadır. (172)
Yaşamının son yıllarında, psikanalizin
Fransa'da yaygınlaşması, kadmlarm cinsel özgürlüklerini kazanmaları ve
"insanların Tanrıdan biraz daha uzak ve biraz daha mutlu yaşamaları
için" çeşitli kuruluşlarda çalışmış, Fre-ud'un en yakın arkadaşlarmdan,
sırdaşlarından biri olarak bilinen bu kadın, 21 Eylül 1962 yılında ölmüştür.
Bunların dışında, Amerikalı Ruth
Brunswick (18971946) çekici, entelektüel kişiliğiyle, Freud'un diğer bir
genç kadın hastası ve yardımcısı olmuştur. Brunswirk, 24 yaşında,
Freud'a psikanaliz olduktan sonra, psikanaliz eğitimi görmüş, uzun süre
Viyana'da kalmış ve Freud'a, kızı An-na'dan daha çok yakınlaşmıştır. Bu
nedenle, zaman zaman Anna ile aralarında kıskançlık mücadelesi
olmuştur. Ruth Brunswick, psikanaliz hareketinin Amerika Birleşik
Dev-letleri'nde yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuş, Freud'un, Londra'da
ölümünden sonra, sürekli alkol ve morfin alarak, çok genç yaşmda yaşammı
sonlandırmış, 25 Ocak 1946 tarihinde evinde ölü bulunmuştur. (173)
Polonyalı Yahudi kökenli Helene Deutsch
(1884) Viyana'da tıp okumuş ve ardmdan sinir hastalıkları uzmanı olmuş, ilk
kez analiz olduktan sonra da, Freud'un çok yakın çevresine girmiş, çok parlak
bir kariyer yapmıştır. Özellikle, "kadınlık psikolojisi" alanmda
derinleşmiş; psikanaliz hareketinin en iyi eğitimcilerinden biri olmuştur.
1920 yıllarının genç kuşağmı çok etkilemiştir. Gene, Anna Freud'u
kıskandıracak ve bu arada, kendi özgürlüğünü yitirecek
kadar, Freud'un yakınma ve etkisine girmiş; sonra, Viyana'nın politik durumu
nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiş, çalışmalarmı orada
sürdürmüştür.
Hakkında burada anımsatmaya gerek
olmayacak kadar çok şey bilinen Melanie Klein (1882-1960)'da benzer bir gelişme
çizgisi göstermiş, Freud'dan ayrılmakta çok zorluk çekmiş, sonra zorunlu olarak
Viyana'yı terk edip, İngiltere'ye gitmiştir. Ve burada istemeyerek de olsa, sürekli
olarak Anna Freud ile bilimsel tartışmalarda karşı karşıya
gelmişlerdir.
New Yorklu ünlü mücevherci Charles
Tiffany'nin ikinci karısı Louise Wakeman Knox'un (11 Ekim 1891
doğumlu) kızı Dorothy Burlingham'ın, özel ve mesleki
yaşamı, Anna Freud ile bağlantılı (hatta bağımlı) bir gelişme
göstermiştir. Dorothy, Amerika'da psikanaliz okumuş, sonra Viyana'ya
gelmiş, Freud'larm evinin üst katma taşınmış ve aile içinde yer almıştır.
Parlak bir akademik evrim göstermiş, ilk kez özürlü ve gözleri görmeyen
çocukları analiz etmeye başlamış, zaman içinde Anna ile ilişkileri
iki genç kadmm yakm arkadaşlarının çok ötesine geçmiş, Burlingham 1940
tarihinde Viyana'yı terk edip Anna'nın yanma Londra'ya gitmiş; 19 Kasım 1979
tarihinde, ölümüne değin Anna ile birlikte yaşamış ve çalışmıştır.
Anna Freud, 1895
tarihinde, Freud ailesinin bir anlamda istenmeyen altmcı ve son
çocuğu olarak doğmuştur. Ancak diğer tüm çocuklardan farklı bir gelişme
göstermiş, öğrenimini bile tamamlamadan babasıyla çok yakm bir yaşam ve
çalışma birliğine girmiştir. Yaşamının tümünü babasının yanında geçirmiş,
özellikle Freud'un hastalanmasından sonra, artık ondan ayrılmaz olmuştur.
Aralarında Oidipus ile Antigone benzeri çok özel bir ilişki oluşmuş,
belki de * Martha ile son cinsel ilişki sonucu doğan en küçük
çocuk Anna, cinsel gücün bitimini, gençliğin doğumunu sim-gelemiştir.
Freud, Kral Lear'in en küçük kızı Cordelia ile olan ilişkine benzer
bir ilişkiyi Arma ile yaşamış; Anna'yı da sıklıkla Cordelia olarak
tanımlamıştır. Yaşamının son 16 yılında artan bir bağımlılıkla biranlamda
ölümün acısını hafifletmeye çalışmıştır. Anna, kendisine yapılan tüm
evlenme tekliflerini reddetmiş, başka erkeklerden
uzak, Maria Bonaparte'ın tanımıyla, Vesta rahibesi konumunda
yaşamıştır. Anna'nın babasma karşı duyduğu yakınlık, olasılıkla, onu doğal
cinsellikten kaçırmış, kadmlığmı yok saymasma neden olup, kendine özgü bir
yaşam kurmasını engellemiştir. Freud'un babalarm çocuklarını, özellikle de
kızlarını analiz yapmamalarma karşı olmasma rağmen, kızı Anna'nın analizini
neden kendisinin yaptığı bugün bile tartışmalıdır. Freud, bu analizin başarılı
geçtiğini söylemesine karşm, Anna'nın psişik durumu her zaman çevresindekileri
oldukça kaygılandırmış, Freud, sonunda An-na'yı analizine devam etmesi için,
Lou Andreas-Salome'ye emanet etmek zorunda kalmıştır. Arma, bu arada başka bir
erkekle birlikte olamayacağını kestirdikten sonra, Dorothy Burlingham ile yakın
arkadaşlık kurabilmiş, melankolik bir hüzün içinde tam bir keşiş yaşamı
sürdürmüştür. Anna'nın, yaşamının sonraki bölümleri de oldukça hüzünlü olmuş,
aradığı mutluluğu bir türlü bulamamış, özellikle, 1979 tarihinde Dorothy
Burlingham'm ölümünden sonra, durumu daha da kötüleşmiş, beyin kanaması
geçirmiş, 9 Ekim 1982 tarihinde de Londra'da ölmüş, gömülmesi sırasında,
Gustav Mahler'in Yeryüzünün Şarkısı yapıtının çalmmasmı
vasiyet etmiştir.
Arma Freud'un son yıllarını geçirdiği
Londra'daki odasının ve kullandığı özel eşyalarının görülmesi bile onun içinde
bulunduğu çok yoğun, hüzün dolu psişik durumu anlamaya yetebilir.
II. Bölüm
Sigmund Freud'un "Tarihsel Romanı"
1. "Tarihsel Roman"a
Giriş:
Genel Bir Yaklaşım ve
Günlük Yaşamın Psikopatolojisi
I.
Bu romanın temel kaynaklar, günlük
uygulamadan, muayenede görülen hastalardan toplanan verilerden, Leonardo da
Vinci, Dostoyevski, Michelangelo gibi sanatçıların biyografileri ve
yapıtlarından derlenen bilgiler ile bunlar üzerine yapılan yorumlardan ve de
özellikle de "Musa Denen Adam" babı üzerine Tevrat'tan, tarihçilerin
araştırmalarından, söylencelerdenderlenmiştir. Zaman içinde, bunlar birbirine
geçmiş, birbirleri içinde erimiş, sonra gene hem birbirlerini hem de Freud'un
bizzat kendini yeniden üretmiş ve de (en sonunda) tüketmişlerdir.
Freud'un, 1900 yılında yayımladığı
Düş Yorumu ile . hemen hemen son noktasını koyduğu "aile
romanı" çalışmasından sonra, yaşammın kalan ikinci bölümü üzerinde
çalıştığı "tarihsel roman"ın hazırlanmakta olduğunun somut haberini
veren, ilk yazılı bilgi Eylül 1934 tarihinde Stefan Zvveig'a yazdığı
bir mektupta görülmektedir. Burada, Yahudilerin bu denli öfkeleri, nefretleri
üzerlerine çeken bir toplum olmalarının nedenlerinin kafasmı kurcaladığını ve
bu konuyu araştırmak istediğini söylemiş ve yeni çalışmasının adının, Tarihsel
Roman: "Musa Denen Adam", olmasını düşündüğünü vurgulamıştır.
Bu çalışmayla ilgili elimizde bulunan ilk
elyazması belgeler, 9 Ağustos 1934 tarihini taşır. Ama sonraki çalışmalarda,
bu ilk birkaç sayfa, hiç kullanılmamış, yapıta içine katılmamıştır. (1) Ama
yine de İsrail'de, Kudüs'te bulunan arkadaşı Eitinton'a yazdığı bir mektupta,
çalışmanın admı -artı- sadece "Musa Denen Adam" olarak düşündüğünü,
kendini tarihsel roman yazacak olgunlukta görmediğini, bu işi Thomas Mann'a
bırakmak gerektiğini yazmıştır.
Fakat, Freud'da, Musa üzerine bir çalışma
yapmak istemi daha (1901 yılında), ilk Roma gezisi sırasında, ilk kez
orijinalini görme olanağı bulduğu, Michelangelo'nun Musa heykelini seyrettikten
sonra başlamışta. Gerçekte, o Michelangelo'nun Musa'sına yaşamı boyu hep
öykünmüş, kendi konumunu Michelangelo'nun Musa'sında saptadığı (büyük önderlere
özgü) ruhsal gerilim ve sonra da kendine hâkim olma davranış gücüyle
karşılaştamış, ama öte yandan sürekli olarak da hep onunla hesaplaşmak ve (hatta)
onu aşmak istemiştir. Fakat bu "aşma" düşüncesinin arka (ve hatta
belki de ön) planında genel olarak dinsel inançlarla daha radikal bir
hesaplaşma amacı varmış gibi görülür.
Robert Martha bu durumu çok güzel formüle
etmiştir: Kendi kimliğini kanıtlamak ve kazanmak için, kırk yıl babasıyla
arasındaki Oidipus çatışması ile boğuşan ve onu aşmaya çalışan -Freud gibi-
birinin, sonradan tam bağımsızlaşmak ve özgürleşmek için Yahudi kimliğini -de-
aşma ve "en büyük baba Musa" ile hesaplaşma gereksinimi kaçınılmaz
olmuştur. Bireysel kimlik için Jakob ne denli önemliyse, ulusal/toplumsal ve
dinsel kimlikten kurtulmak için Musa da o denli önemlidir. (2)
Kitabın basılma aşamasma gelindiği 1938-39
yıllarında, Nazilerin Yahudilere dönük saldırganlıklarının giderek tirmandığı
günlerde, böyle bir çalışmanın ortaya çıkmasının gereksizliği ve hatta
Yahudiler için büyük bir sakmca ve aşağılanma olacağı kendisine söylendiğinde,
o çok mesafeli, hatta sert bir tavırla "bilimsel hakikatlerin sözkonusu
olduğu ortamlarda, ulusal/toplumsal ilgiler geride kalır" diyebilmiştir.
(3) Bir yandan, kendisinin "ateist bir Yahudi olduğunu" kabul etmiş,
bunu sıklıkla söylemiş, öte yandan da, özellikle bu çalışmasmda -kendisi dahil-
tüm Yahudileri "gayrimeşru" (illegitim) kılacak sonuçlar
çıkarmaya çaba harcayan bir yöntem kullanmaya, tavır koymaya ayrı bir özen
göstermiştir. Burada onun "Yahudiciliği" üzerine ayrıca tartışmak
gerekebilir. Bu durum her şeyin bittiği yerde/anda en altta kalan başka bir
şeylerin, heyecan yüklü amlarm çağrışımlarının başladığı bir süreç olarak da
tanımlanabilir. Kanımca, bu da ona özgü örnek ve pozitif çelişkili bir ruhsal
durumu sergilemiştir.
1901 yılında yayımladığı Günlük
Yaşamın Psikopatolojisinden, 1939 yılında yayımlayacağı Musa
Denen Adam'a kadar, adım adım, taş taş büyük bir yapıyı oluşturur
gibi, "tarihsel romanı"nı yazmış; bitirip yayımlanmasından kısa bir
süre soma, sonlanmakta olan yaşamını, gene kendi kararı ile çabuklaştırarak
noktalamıştır.
II.
Tarihi romanm bölümünü (1901), 1904
yılında yayımlanan ve temel verilerinin büyük bölümü uygulama bulgularından
oluşan, "Günlük Yaşamın Psikopatolojisi" adlı çalışma oluşturur
diyebiliriz. Burada, yapıtını temellendireceği "Batıl inançlar"
bölümünde, din ve batıl inanç olguları üzerine olan görüşler açıklanır:
Öncelikle, "ben de mucizelere inanmayan, o yeteneksiz kişiler
kategorisindenim" diye kendisine dönük vurgulu bir açıklamada bulunur.
Sonra da, tüm yaşamı boyunca sürdüreceği din/kültür olgusu eleştirisi
üzerindeki çalışmalarına giriş niteliğindeki ünlü tespitlerinde, batıl inançlı
insanların ruhsal dünyalarını, psikanaliz yönteminin verileriyle çözümlemeye
çalışmış ve düşüncelerini şöyle açıklamıştır: "Ben, modern dinlere kadar
uzanan mitolojik dünya anlayışının, büyük ölçüde, dış dünyaya yansıtılan bir
psikolojiden başka bir şey olmadığı düşüncesindeyim. Bilinçdışına ait psişik
olgularm ve faktörlerin karanlık bilgisi (bu durum hakiki bilgiyle
karıştırılmamalıdır), başka bir deyişle, bu faktörlerin ve olguların endopsişik
algısı, bilimin bir bilinçdışı psikolojisine dönüştüğü duyularüstü gerçeklik
halinde kendisini aksettirir (bunu başka türlü söylemek zordur, çünkü burada
paranoyayla benzerlikten yararlanmak zorundayız). İnsanm, bu bakış açısında yer
alarak cennete ve ilk günaha, Tanrı'ya, iyilik ve kötülüğe ve başkalarına
ilişkin efsaneleri ayrıştırması ve metafiziği, metapsikoloji haline getirmesi
olasıdır. (Burada sözü edilen metapsikoloji; kavramsal, duygusal/düşüncesel
düzeyde, bir üstyapı kurumu olarak düşünülmektedir; s.t.). Paranoyak tarafmdan
yapılan deplasman ile batıl inançlı bir kimse tarafından yapılan deplasman
arasmdaki mesafe, ilk bakışta göründüğünden daha küçüktür. İnsanlar düşünmeye
başladıkları zaman, dünyayı antropomorfik olarak, bir kişilikler yığmı şeklinde
çözümlemek zorunda kalmışlardır. Böyle olunca, batıl inançlara dayanarak
yorumladıkları kazalar ve rastlantılar, bu insanlarm gözünde, kişisel
davranışlardan, kişisel görünümlerinden ibaretti. Başka bir deyişle, tıpkı paranoyaklar
gibi davranıyorlardı. Bilindiği gibi, paranoyaklar, başkalarından gelen en ufak
bir işaretten bile birtakım sonuçlar çıkarır ve tıpkı bütün insanlarm haklı
olarak yaptıkları gibi, rastlantısal ve amaç dışı davranışlarına bakarak,
kendi benzerlerinin karakteri hakkmda hükümler formüle ederler". (4)
Freud'a göre, "psikanaliz yöntemi
yardımıyla, insanın gizli eğilimlerini inceleyen kişi, batıl inançlar içinde
ortaya çıkan bilinçdışı motiflerin niteliği hakkmda da oldukça fazla şey
öğrenecektir. Batıl inançlarm kökeninin, baskı alfana alınmış olan düşmanca ve
acımasız nitelikteki eğilimlerde bulunması, olayı en kesin biçimiyle,
genellikle çok zeki olan zorlama fikirlerden ve saplantılardan yakınan
nevrozlularda görülür. Batıl inanç, her şeyden önce bir kötülük bekleyişi
anlamı taşır. Başkaları için her zaman kötü şeyler dilemiş, fakat
terbiyesi/vicdanı etkisiyle bu dileklerini bilinçdışına itmeyi başarmış bir
kimse, bilinçdışındaki kötülüğü nedeniyle, ceza olarak basma bir felaket
geleceği korkusunu, yaşamı boyunca duymaya özellikle eğilimli olacaktır.
"(5)
Günlük Yaşamın
Psikopatolojisi" inden sonra, Freud'un kültür ve din tarihi üzerine bakışmm en kapsamlı
yazısı, 1907 yılı Şubat aymda tamamlanan ve gene aynı yü basılan
"Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar" adlı çalışmasıdır. (6) Bu
sıralar, bir yandan, örnek bir saplantı/ zorlama nevrozu rahatsızlığı
sergileyen "Fare Adam"m analizini sürdürürken (7) bir yandan da Totem
ve Tabu (8) kitabı üzerindeki ilk çalışmaları başlamıştır. Ve ön-çalışma
niteliğindeki ilk yazısında, ruhsal rahatsızlıklar içinde sık . rastlanan,
saplantı nevrozlarında görülen, saplantılı/zorlamalı isteklerin, çok kez yine
saplantılı korkular ile birlikte ortaya çıktıklarım ve insanların bu nevrotik
davramşları yapamadıkları zaman, korkunç şeyler olacağı, zorlamalı
düşüncelerinden/saplantılarından kurtulamadıklarını tespit etmiştir. Uzun
analiz çalışmalarmdan soma, saplan-tıh/nevrotik kişilikler ve bunlarm
davranışları ile dindar kişilikler ve bunlarm dinsel davramşları arasmdaki benzerliklere
dikkat çeker. Ayrıca, nevrozlarda anlamsızmış gibi görünen düşünceler ve
davranışlar ile dindarlardaki salt biçimsel olduğu kanısı veren ritüellerin
özlerindeki şaşırtıcı benzerliklerin altını çizer. Örneğin, oldukça atak bir çıkışla,
saplantı nevrozlarının biraz komik, biraz hüzünlü, karikatürleşmiş bir nevrotik
kişiliğe özgün, kişiye özel din olduğunu, dinlerin ise genelleştirilmiş nevroz
olduğunu düşündüğünü söyler. (9) Gerek nevrotiklerin, gerekse de dindarlarm
düşüncelerinde ve davranışlarından törensellik, ibadetlerde, seremonilerde
olası bir aksaklığın, bunlarda ne denli büyük korkular oluşturduğunu,
nevrotiklerin ve dindarlarm bu düşünce ve davranışlarını aksatmadan sürdürmeye
ne denli büyük özenler gösterdiklerini vurgular. Bu önemli ve yeni bir düşünce
tarzı başlatan yazısında, nevrotik törenin kökeni konusunda yapılacak bir iç
gözlemin, dini yaşamdaki ruhsal süreçler konusunda da benzetme yoluyla bazı
çıkarsamalar yapmaya olanak tanıdığını, ayrıca, nevrotik saplantılar ile dini
törenlerde-ki kutsal hareketler arasmdaki benzerliklerin -de-, benzer
"vicdani rahatsızlıklardan" kaynaklandıklarını tartışır. Zorlamalara
ve yasaklara uyulmadığı zaman, nevrotikler ve dindarlar açı çekerler (...)
suçluluk duygusu ile birlikte bir tür cezalandırılma beklentisi içine girerler
(...) bu nedenle -de- zorlama düşünceler ve dinsel uygulamalar bir tür savunma
sistemi olarak tanımlanabilir. Bunların olası bir felakete karşı, koruyucu
düzenlemeler olduğuna inanılır. Dindarlarda pratiğin uygulanmaması durumunda,
Tanrı tarafından cezalandırılma ve vicdan azabmdan kurtulamama korkusu/kuşkusu
ortaya çıkar. Analitik soruşturmaların yardımıyla, saplantılı eylemin, gerçek
anlamı kavrandığı zaman, nevrotik ve dini törenler arasmdaki keskin (gibi
görülen) farklar ortadan kalkar. Saplanülı eylemin, bilinçdışı güdüleri ve
düşünceleri dile getirdiği söylenebilir. Zorlamalardan ve yasaklardan yakman
kişilerin, hakkmda hiçbir şey bilmedikleri bir suçluluk duygusunun egemenliği
altındaymış gibi davrandıklarını söyleyebiliriz. Buna bilinçsiz bir suçluluk
duygusu dememiz uygun düşer. Pusuda yatan bir beklentisel kaygı duygusu ve cezalandırılma
düşüncesi... Böylece her tören, bir savunma veya güvence eylemi -ya da- bir
korunma önlemi olarak başlar. Saplantılı nevrotiklerin suçluluk duygularmm karşılığı,
dindar insanlarda özde büyük günahkârlar olduklarının itirafıdır ve gündelik
her davranıştan önce giriştikleri dua etme gibi dini törenler, savunma veya
koruyucu önlem olma değerine sahiptir.
Dinsel inançlarm oluşumunda, baskı altma
alınmış cinsel içgüdülerin yanmda, bencil ve toplumsal açıdan zararlı
içgüdülerin bastırılması da önemlidir. Dini alanda cezalandırılma korkusu,
nevrozlarda çok daha uzun süredir bildiğimiz bir olgudur. Gerçekten de, dindar
insanlar arasında günaha yöneliş, nevrotiklerden çok daha yaygındır. Bu da yeni
bağnazlıklara değin uzanan yeni dini etkinliklere ve tövbe etmelere yol açar.
Bu benzerlikler ve benzetmeler açısmdan saplantı nevrozunu bir dinin oluşumunun
(eşdeğeri) patolojik karşılığı olarak değerlendirip, "Nevrozu bireysel
bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu olarak" tanımlayabiliriz.
(10)
2. "Leonardo da Vinci'nin Bir Çocukluk Anısı"
"Leonardo da Vinci'nin Bir Çocukluk
Anısı" adlı araştırması, bu çalışma sürecinde önemli bir -ara/temel- halkayı
oluşturur. Bu yazı, 1910 yılında basılmış olmasma karşm, onun bu konu üzerine
en azından 1898 yılından beri düşündüğü ve bir şeyler yazmak istediği bilinmektedir.
Örneğin, 9 Ekim 1898 tarihinde, arkadaşı Fliess'e, ileride yapacağı kapsamlı
bir araştırmanm bir küçük ön-desen çalışması niteliğinde, "Leonardo'nun
kadınlarla bir aşk serüveni yaşadığma ilişkin olarak, elimizde hiçbir belge
bulunmadığını" yazmışür. Olasılıkla salt bu betimleme bile -ayrıca- çok
güzel bir insan olan Leonardo'nun biyografisindeki -kadmlardan uzak
durmasında-ki- gizemi sezinleyebilmek için önemli bir başlangıç nok- ' tası
oluşturmuştur. Sıkça anımsatıldığı gibi, Freud, hep kendi biyografisi ve
sorunlarıyla, Leonardo arasmdaki benzerlikleri düşünmüş. (11) Bu onun
çalışmasının önemini daha da artırmıştır. Freud, burada öncelikle (biraz da
kendi durumuna benzeyen) Leonardo'nun -da- evlilik dışı doğduğunu, aşırı anne
sevecenliğinin, onu kişiliğinin belirlenmesinde önemli etkilerde bulunduğunu
vurgular ve "yaşamı boyu çocukluğunu koruduğunu, gerçek yaşam koşullarına
ayak uydurmada yetersiz kaldığım, cinsel
eğilimlere yüz çevirdiğini ve
perhizkâr bir yaşam sürdürdüğünü" anlatır. (12,13)
Freud'un kanısma göre, Leonardo'daki derin
bilgeliği yansıtan yazılarda, doğa yasalarına boyun eğip, Tan-rı'nm inayet ve
rahmetinden, durumu hafifletici hiçbir yardım beklemeyen insanın gönül hoşluğu
sezinlenir (...) O, gerek batıl inançlardan, gerekse kişisel Tanrı ilkesine
dayandırılmış din anlayışından kendisini kurtarmış ve araştırmalarını dindar
Hıristiyan dünya görüşünden hayli uzaklaştırmıştır.(14,15)
Freud, bu büyük dâhinin biyografisinin
analitik irde-lenmesinden hareketle, din ve otorite gibi konular üzerine
düşündüklerinin hemen hemen tümünü söyleme olanağmı bulmuştur: Leonardo'daki
bağımsız ve özgür düşünme yeteneğinde, annesinin kendisine karşı çok sevecen
davranmasının yanında, erken yaşta babasmdan, "baba otoritesinden"
ayrı yaşamasının da önemli katkısı olabileceğinin altını çizer. Onda, baba
otoritesinin etkisi pek görülmez. Dinden ve benzeri batıl inançlardan da uzak
kalabilmesi hep, baba otoritesinden uzak yaşamış olmasıyla açıklanabilir.
Çünkü psikanaliz, baba ilişkisiyle, Tanrı inancı arasındaki, içten bağı
tanımamızı sağlamış, Tanrı'ya psikolojik açıdan bir baba gibi bakılabileceğini
ortaya koymuştur. Dinsellik, küçük insan yavrusunun biyolojik bakımdan uzun
süren kendine yetmezliği ve yardım gereksiniminden kaynaklanır: Çocuk, yaşamm
büyük güçleri karşısında, gerçek yalnızlığını ve güçsüzlüğünü anlar anlamaz,
içinde bulunduğu durumu, tıpkı çocukluğundaki duruma benzetir ve yeni durumun
iç karartıcılığını, çocuklukta kendini kollayıp gözetmiş güçleri geriye dönüş
(regresyon) yoluyla dirilterek yok saymaya çalışır. Dinlerin nevrozlara karşı,
insanlara bağışladığı koruyucu güç de, gerek tek kişide, gerekse tüm
insanlardaki suçluluk bilincini, anne ve baba kompleksinin yükünü onlarm
omuzlarmdan alması, bu kompleksleri onlar hesabma çözüme kavuşturmasıdır. Din
cemaati dışmda kalan kimsenin ise, böyle bir işin altından tek basma kalkması
gerekmektedir. Leonardo örneği, burada sözkonusu ettiğimiz dinsel inanç
anlayışının doğruluğuna bir kanıt oluşturacak gibi görünmektedir. Dine
inanmadığı ya da o zamanlar bundan farksız sayılacak bir yola başvurduğu, yani
Hıristiyanlıktan koptuğu gibi suçlamalar, daha Leonardo yaşarken bile kendisine
yöneltilmiştir. (16) Zaten bir süre sonra Leonardo, ülkesinden ayrılıp yaşammm
sonuna değin kalacağı Fransa'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Freud'un tarih-din
olgusu üzerine, Leonardo örneğinde yaptığı bu yorum, onun tüm yaşamı boyunca
savunduklarmm ve savunacaklarmm ilk genel formülasyonu olmuştur.
3.
"Babanın Öldürülmesi Gerektiğini" Kanıtlama Çabası Olarak Ortaya
Çıkan Yapıt: Totem ve Tabu
i.
Freud'un, Cari Gustav Jung'la (1876-1861),
görece kısa süren ve yapay olduğu başından beri belli olan dostluğunun
bitiminde ortaya çıkan çatışmaların, kültür dünyasma tek, belki de bir anlamda
en önemli ve yararlı olarak nitelendirilebilecek katkısı Totem ve
Tabu yapıtıdır. Jung ile Freud arasında, özellikle de "dinsel
inancın kökenleri" konusunda karşılıklı olarak, bu denli büyük bir
sürtüşme ve kışkırtma olmasaydı, belki de bu çapta bir kitap yaratılmamış
olacaktı.
ı
II.
Freud'un, Fliess'den sonra yeni ve büyük
bir düş kırıklı-ğıyla sonuçlanan Cari Gustav Jung'la (1876-1961) dostluğu,
Jung'un din ve dinsel inançlar üzerine geliştirdiği kuramsal çalışmaları, onu
insanlardaki dinsel düşünceleri radikal olarak incelemeye zorlamıştır. Freud,
daha 1904 yılında Zürich Psikiyatri Kliniği'nde, dönemin en ünlü
psi-kiyatristi Eugen Bleuler'in, kendisinin çalışmalarmı yakın-
dan izlediğini ve olumlu konuşmalar
yaptığım duymuş ve haklı olarak bunları çok önemsemiş; hatta psikanaliz hareketinin
en sonunda hak ettiği evrensel kabulü görmesi yolunda, ileri ve önemli bir
adım olduğunu düşünmüştür.
Bleuler'in yardımcılarından Cari
Gustav Jung, daha ilk yayımlandığı günlerde Düş Yorumu'nu okumuş;
serbest çağrışım yöntemini kendi pratiğine uygulamaya başlamış; bu konuda
önemli çalışmalar yapmış, sonunda beklenen zaman gelmiş, 1906 yılının Nisan
aymdan itibaren, yedi yıl sürecek Jung-Freud mektuplaşmaları
başlamış; iki büyük düşünür/psikiyatrist arasmda yoğun bir bilimsel ve özel
ilişki dönemine girilmiştir. 10 Şubat 1907 Pazar günü saat 10'da, Jung Viyana'da, ilk kez
Freud'u evinde ziyaret eder. Sonra, 2 Mart 1907'de, bu kez diğer bir ünlü
İsviçreli psi-kiyatrist Ludwig Binswanger ile Jung yeniden Viyana'ya
gelirler. Giderek, Zürich ile Viyana ruhbilimci grupları arasında yoğun bir
trafik, bilgi ve deneyim değiş-tokuşu başlar, izleyen iki- üç yıl içinde Freud, Jung'un kişiliğine,
canlılığına, çalışma hızına, bilgi birikimine, fantezi gücüne hayran kalır.
Onu, "Geleceğin insanı" olarak selamlar. Alfred
Adler ve arkadaşlarına karşı yaptığı haksız saldırıların ve Viyana Psikanaliz
Derneği'nden çıkarılma (bir anlamda) "kastrasyon hareketinin" keyfini
Jung'la birlikte çıkaracak derecede ona güvenir. Sonunda psikanaliz hareketini
emanet edebileceği -Yahudi olmayan Cermen kökenli - güçlü bir insan bulmanın
mutluluğu içinde, "Jung'u Uluslararası Psikanaliz Derneği"nin
başkanlığma veliaht olarak önerir. Papaz çocuğu Jung'un, herkesi hayran
bırakan parlak kişiliğinin, bilgi donanımının ardmda yatan, "çok fazla Alman"-
özellikleri, psikiyatristten çok Ari Cermen bir Prusya askerini anımsatan
yapısı, yüz ifadesi ve davranışları, hatta saç taraşı bile insanı
kuşkulandıracak kerte Asya ve Avrupa mistiği hayranlığı (17), bu çoğunluğunu
Yahudilerin oluşturduğu Viyana grubunu fazlasıyla huzursuzlaş-hrır. Jung, Freud'a göre 18 yaş daha
genç ve 18 cm daha uzun boylu olmanın getirdiği fizik üstünlükleri bile kullanıp
kendisini hareketin gerçekten tek ve biricik önderi ve varisi olarak görme ve
göstermesi durumu -kendisinden başka "büyük" tanıma alışkanlığı
olmayan- Freud'u -bileen sonunda rahatsız etmeye başlar. Aralarındaki gerginlik artar. Bu arada,
Jung'un, parapsikoloji, telepati, okültizm, astroloji hatta simya eğilimlerinin
giderek artması, insan yaşammda Oidipus kompleksinin, babanm rolünün ve cinsel
dürtünün önemlerini yadsımaya başlaması, bu iki büyük ve karmaşık kişilikli
ruhbilimcinin arasmı iyice açar ve 1913 yılında birbirlerinden tümüyle koparlar.
Jung'un tüm bilge kişiliğine rağmen, 1930'lu yıllarda, Almanya'da yönetime
gelen Naziler ile işbirliği yapmaya başlaması, kendisini "gereğinden fazla
Alman" ve kuşkulanılacak kerte mistik bulanları (ne yazık ki) haklı
çıkarır.
Fakat Jung'dan ayrılma, Alfred
Adler (1870-1937) ve Wilhelm Stekel'den (1868-1940) kopmaktan çok daha üzücü olur. Freud, Jung'un kişiliğinde,
Fliess'de olduğu gibi, bilge bir meslektaştan öte, özel kimi konularım da
tartışabileceği bir sırdaşım yitirir. Fakat, bu kopuşun ve yaşadığı .
bunalımın ardmdan, yeni bir üretkenlik dönemine başlar. İlk kez, 1912-13
yıllarında, bir anlamda Jung'un mistisizmine, din anlayışına yanıt niteliğinde
olan, baül ve dinsel inanca karşı, kendi görüşlerini anlatan ve en güzel yapıtlarından
biri sayılan, Totem ve Tabu kitabını, ardmdan da 1914
yılında, "doğru yoldan sapanlara karşı öfkesini yenmeyi başaran"
Michelangelo'nun Musa'sı çalışmasını yayımlar.
Freud, 1909 yılının son günü, yılbaşı
gecesi yazıp, 1 Ocak
1910 tarihinde postaya
attığı mektubunda, Sandor Ferenc-
zi'ye, "Dinin ilk ve son temelinde insanın çocuksu güçsüz-
lüğü belirmektedir" diye yazar. Ernst Jones'un kanısma
göre, yeni bir çalışma döneminin başlangıcı olarak düşü-
nülen bu mektuptan sonra, konu üzerine, ertesi yılın or-
talarına değin, pek fazla bir şey duyulmamıştır. Ancak, 9
Ağustos 1911 tarihinde, Freud, Sandor Ferenczi'ye yazdı-
ğı başka bir mektupta, uğraştığı konunun özünün, "din-
sel inançların psikolojisi ve dinsel bağlantıları" olduğunu
açıklamış ve "biliyorum çalışmalarım düzenli gitmiyor"
diye kendi kendisinden yakınmıştır.
Ancak, iki gün sonra, 11 Ağustos
1911 tarihinde, gene Sandor Ferenczi'ye "Ben tümüyle Totem ve
Tabu kesildim" diye yazmış ve üzerinde çalışmakta olduğu yeni
kitabının adını bile açıklamıştır. (18) İzleyen aylarda, VVeimar'da yapılan bir
toplantıda karşılaştığı Kari Abraham'a yeni çalışmalarından ve oluşturmaya
başladığı yeni kuramından söz etmiş, bu konudaki araştırmalarını yaz/güz aylarında
daha da olgunlaştırmıştır. Ernst Jones'a, 5 Kasım
1911 tarihli mektubunda,
"Kafam yeni yeni düşüncelerle
kaynıyor, ancak bunlar çok yavaş ve seyrek olarak dışarı
çıkabiliyorlar ve ben bunları zorlukla ayıklayabiliyor, iste-
diğim şekilde yazabiliyorum..." diye yakınmıştır.
Aynı gün, Ferenczi'ye de "şimdiki
durumdan memnun değilim. Bir tür düşünsel sefalet içindeyim. Arada bir üretken
olabiliyorum. Okuyorum, okuyorum ama bunlardan bir şey çıkabilecek mi,
bilmiyorum..." diye yazar. Birkaç ay sonra, yeniden yeteri kadar hızlı bir
tempo ve verimlilikte çalışmadığından şikâyet eder: "Totem çalışmaları çok
zor gidiyor. Pek de ilgi duymadan, kaim kaim kitaplar okuyorum..."
der.(19)
Bu kısa verilerden de kestirilebileceği
gibi Freud, dinin psikolojik kökenleri üzerindeki çalışmalarını çok zor
koşullarda sürdürmüş; sonunda, 12 Ocak 1912 tarihli haberinde, "Ensest
Korkusu" istediğim gibi olmadı, fakat bitti. Sonuç olarak bu güzel oldu,
birinci bölüm tamamlandı, diye duyurmuştur.
Totem ve Tabu kitabının ilk bölümü,
"Ensest Korkusu" başlığı altmda, İmago Dergisi'nin, 1. sayısmda, 17-
33 sayfalar arasında, 1912 yılında yayımlanmıştır. Freud, başlangıçta
sonuçtan pek de memnun olmamış; "Benim "Ensest Korkusu" adlı
yazım hiç kuşkusuz yeterli yankı bulmadı. Ama sonraki "Tabu ve
Ambivalans", "Büyü ve Düşüncelerin Gücü" bölümleri daha da
güzel olacak diye yazmış. Fakat, kendisinin tüm kötümserliğine karşm, İmago Dergisi
yönetimi, aynı günlerde, "Ensest Korkusu" adlı yazının hemen ikinci
özel baskısını yapmış, çalışma daha ilk gününden büyük bir ilgiyle
karşılanmıştır.
Freud'un en çok beğeni toplayan ve en
anlamlı yapıtlarından biri olarak kabul edilen Totem ve Tabu kitabının
üçüncü ve dördüncü bölümleri, 1913 yılında tamamlanmış, tümü ilk kez 1913
yılında 149 sayfa olarak basılmış, 1920 yılında yapılan ikinci baskı, yazar tarafmdan
biraz daha geliştirilmiş ve 216 sayfaya çıkarılmış, sonraki baskı- " lar
hep bu ikinci baskı örnek alınarak yayımlanmıştır.
Freud, neden bu denli yoğun bir tutkuyla
ilk toplumların, dinleri ve kültürleriyle ilgilenmek gereğini duymuştur,
sorusunun gizemli yanıtının, psikanaliz kuramının, kendi özünden kaynaklanmış
olduğunu düşünmek en akılcı yoldur. Analitik çalışmalarının belli bir
aşamasmdan sonra, insanın biyografisini artık salt doğumdan itibaren bilmek,
öğrenmek yetmemiş; ayrıca ilk insanlaşmaya başlandığı günlerden itibaren süren
tüm soy yaşamöyküsel, kültürel, tinsel, ruhsal evrim aşamalarını da izleme
gereksinimi kaçmılmaz biçimde gündeme gelmiştir. Böylece, özgeçmişin
(ontogenetik) ve soygeçmişin (filogenetik) bütünleştikleri yerde, insanın
ruhsal/psişik dünyasmm dinamiklerini çok daha somut kavramak mümkün olmuştur.
Bu bağlamda, psikanaliz kendisini zorunlu olarak antropoloji, etnoloji,
sosyoloji, tarih, arkeoloji gibi bilimsel disiplinlerle tamamlama
gereksinimini duymuştur
Freud'un, kültür antropolojisine ilgisi,
ilk gençlik yıllarında başlamıştır. Daha 31 Mart 1897 tarihinde, Fliess'e
yazdığı bir mektupta, tarihin ilk yasağı saydığı ensest korkusunu tartışmış,
ensestin antitoplumsal etkisine değinmiş ve bu korkunun aile üyelerini birbirlerine
bağladığım, ancak insanları toplumla Üişki kuramayacak kerte kuşkulu yapüğmı,
toplumdan korkuttuğunu söylemiştir. Ayrıca, aynı yılın, 15 Ekim tarihinde gene
Flisse'e yazdığı başka bir mektubunda, "ensestin bir çocukluk istemi
olduğunu" vurgulamıştır. (20) Freud, Fliess'e yazdığı, 12 Aralık 1897
tarihli diğer bir mektubunda, "İç psişik (endopsişik) mitlerin neler
olduğunu hiç düşündün mü? Ruhsal çabalarımın son ürünü. Kişinin kendi ruhsal
aygıtını, belli belirsiz algılaması, doğal olarak dışarıya, tipik olarak da
geleceğe ve bunun ötesindeki dünyaya yansıtılan düşünce yanılsamalarını
kamçılıyor. Ölümsüzlük, intikam, ölümden sonraki yaşam, bütün bunlar, kendi
ruhumuzun yansımaları. Psikomitoloji." diye yazmıştır. (21) Freud, daha
1899 yılında yoğun bir biçimde kültür tarihi okumaya başlamış, insanlık
tarihinin çocukluk dönemi kültürlerini öğrenmek istemiştir.
Totem ve Tabu çalışmasının
başlamasında, kendisinin de kerelerce söylediği gibi, Jung'un ve VVund'un bu
alanda yaptıkları çok zengin araştırmalarının etkisi büyük olmuştur.
Özellikle, Jung'un vurguladığı "dinin vazgeçilmezliği" düşüncesi,
Freud'un bu konuya karşı kendi tavrını sergilemeşini neredeyse zorunlu
kılmıştır. Bu bağlamda, "Totem ve Tabu" ya, Freud'un Jung'a verdiği
radikal bir yanıt inkâr gözüyle de bakılır. Bu arada, konu üzerine önemli bir
uyarıcı bilgi, o sıralar arkeoloji alanmdan gelmiştir. Freud, bunu
sevinçle karşılamış ve 4 Temmuz 1901 tarihinde Fliess'e "İngilizlerin
Girit'teki Knossos Sarayı kazısmda, gerçek bir Minos Labirenti ortaya
çıkardıklarını okudunuz mu? Öyle gözüküyor ki, Zeus başlangıçta bir boğaymış...
Bizim Tanrımıza da -başlangıçta- bir boğa olarak tapılmış gibi
gözükmektedir." (22) diye yazmıştır. Knossos Sara-yı'nm labirentlerinde
bulunan baba-Tanrı-boğa Zeus'un, hem mitolojinin hem de günümüz insanının,
psişik/kültürel dünyasmm, psikomitolojisinin gizlerini sergilemede, kuşkusuz
çok önemli katkıları olmuştur.
Freud, kuramının oluşmasmda arkeolojik
verilerin ötesinde, Antik Grek mitolojisinden ve trajedilerinden, Yahudi ve
Hıristiyan teolojilerinden, ayrıca da eski efsanelerden, masallardan çok
yararlanmıştır. Mitoloji ile günlük yaşamın psikopatolojisinin birbirleriyle
olan yakınlıklarını görmüş, bunlardan kendine özgü bir (otorite) "baba
meta-foru" geliştirmiştir. Örneğin, burada, mitolojinin Uranüs, Kronos ve
Zeus'un -baba/oğul- ilişkileri, Freud'un özellikle ilgisini çekmiştir. Bu
ilişkileri biraz daha iyi anımsamanın konumuzu kavramaya önemli katkısı
olabileceğini düşünüyorum.
Konunun mitolojisini anımsamaya
çalışırsak: Kronos, Gökyüzü Tanrısı Uranos ile Yeryüzü Tanrısı Gaia'nm oğludur.
Mitolojiye göre, Gaia, günün birinde Uranos'a kızar ve oğlu Kronos'dan, babasmm
cinsel organını kesmesini ister. Kronos'da anasının isteği üzerine, babasmm cinsel
organlarını kesip, bunu denize atar. Kronos, böylece, babasını
"güçsüzleştirip", Olimpos dağma oturur. Fakat sürekli korku içinde
yaşar. Kendisinin de, günün birinde çocukları tarafından aynı biçimde
"güçsüzleştirilip" -kast-re, edilerek- öldürüleceğini düşünür. Bunu
önlemek için de, doğan çocuklarım yutmaya başlar. Söylencelere göre, karısı
Rhea, son oğlu Zeus'u babasından gizli doğurur. Girit adasmda bir mağarada
saklar. Kolayca beklenebileceği gibi, Zeus'da günün birinde babası Kronos'u
aynı biçimde "güçsüzleş- tirip" yeraltma kapatır.
Mitolojinin bu -Tanrısal- baba-oğul
ilişkileri/çelişkileri belki şöyle toparlanabilir. Kronos babasının cinsel
organını kesip, onu kastre edip, "güçsüzleştirip", öldürerek yerine
oturmuş, ancak, oğlu Zeus tarafmdan kendisi de aynı biçimde "güçsüzleştirilmiştir".
Oğullar ve babalar arasındaki bu karşılıklı "korku/sevgi" mücadelesi
(ne hikmetse hep de kastrasyon üzerinden) süregelmiştir. Sophokles, Kral
Oidipus trajedisinde konuyu işlemiş, insanlar arasındaki bu belki de en temel
çelişkili duyguyu odak noktalarından biri yapmıştır. Bu düşünce Totem
ve Tabu kitabmm da anahtarı olmuştur.
Totem ve Tabu'da vurgulandığı gibi,
animizm, ilk doğa felsefesidir ve insanların çevresindeki her şeyin bir ruhu
olduğu inancıdır. İlk insanlar düşüncelerini etkileyen olgulara -da- bir ruh
görünümü vermişler ve daha sonra bunu dış dünyadaki tüm nesneleri kapsayacak
şekilde genişleterek düşünmüşlerdir. Bu düşünme tarzı, insanın doğal durumunun,
ruhsal/spiritüel usdışı yanılsamalı yansıyışı olmuştur.(23) Animist düşünme tarzı,
salt, belli olgulara açıklık getirmekle kalmamış, evrenin tamamının tek bir
bakış açısmdan, tek bir bütünlük içinde kavranmasını olanaklı kılmıştır. Bu
çaba, salt doğayı ve evreni açıklamak amacıyla değil, çok daha önemlisi
bunları istekler ve gereksinmeler doğrultusunda, denetim altma almak ve
değiştirmek için harcanmıştır. (24)
Animist düşünce tarzının temelini mana
inancı oluşturur. Mana inancına göre, insanların ve doğanm üstünde/ötesinde,
mana dolu bir güç vardır. Bu güç her şeye egemendir/kadirdir. Totem bu manalı
gücün simgesidir. Mananm maddeleşmiş biçimidir.
Animizmin dünyayı değiştirmek için
uygulayabildi-ği teknik büyüdür. (25) Büyüde amaç, manayı yönlendirmektir.
Örneğin, büyü yaparak düşmandaki manayı kaldırmak, onu manasızlaştırmak
amaçlanır. Ya da büyünün yardımıyla, insan kendisini daha fazla mana ile
yüklemek, doldurmak, daha -da- manalı yapmak isteyebilir.
Büyünün, muskanın, batıl inançların
geçerli olduğu toplumlarda, animist düşünme tarzının insanların ruh/
duygu/düşünme dünyalarına şu ya da bu biçimde etkisini sürdürdüğü görülür.
Animist düşüncenin geliştiği ilk
toplumların temel özellikleri, doğaya sıkı bağlılık, kullanılan araç-gereçlerin
ve tekniğin yetersizliği, günlük yaşamda geleneğin etkisi, toplumsal
örgütlenmelerin kan akrabalığına dayanması, düşünmenin toplumsal/kolektif
nitelikte olması biçiminde özetlenebilir.
Totemizm, bilinen en eski din ve toplumsal
sistem olarak, ilk toplumlarda inanç/din ve toplumsal örgütlen- ' melerin,
insanlararası ilişkilerin temelini oluşturmuştur. Aynı toteme inanan
klan/grup/toplum üyeleri birbirlerine yardım etmek ve birbirlerini korumakla
yükümlüdürler. (26)
Burada, aynı toteme sahip olan ve ona
inanan insanların birbirlerini öldürmeleri ve birbirleriyle cinsel ilişki
kurmaları kesinlikle yasaklanmıştır. (27) Bu kurala/yasağa uymayanlar, ölümle
cezalandırılır. Toplumsal yaşamın temel güvencesi buna bağlı olduğundan, bu
ilkeden hiç ödün verilmez. Bunlar, insanlık tarihinin bilinen en eski ve en
büyük yasaklarıdır (tabularıdır). Totemizmde cinsel kısıtlamalar ile dinsel
inançlar/âdetler birlikte gelişmiştir. Nerede -biyolojik kökenli, içgüdüsel
nitelikli- yoğun psikolojik istek varsa, orada katı ve dinsel kısıtlamalar -tabular-
görülmüştür. İlk toplumlarda -da- insanın içindeki "şeytanı"
basürabilmek, bu yoğun cinsel isteği önlemek/ dizginlemek için büyük çaba harcanmış,
ciddi kısıtlamalar getirilmiştir. (28)
Totemizm, insanın günlük pratik
gereksinmelerinden kaynaklanır. Totem bağı aile bağmdan güçlüdür. Totem
kadm/ana çizgisini izler. Anasoyludur. Yeni doğan çocuk anasının toteminden
sayılır. Onun adım alır. Margaret Me-ad'in vurguladığı gibi (zaten) doğada "babalık" diye bir kurum
yoktur. Babalık, - sonradan ortaya çıkan- sosyal bir kurum olmuştur. Totem
hayvanına klanın/grubun atası -ata hayvan- gözüyle baküır. Klanın totem hayvan
ile mistik birliği, toplumun erkek ve kadın üyelerinin birbirleriyle olan
ilişkilerini de düzenler. Totem hayvan, çok özel koşullar dışmda öldürülmez ve
eti yenmez, kanı içilmez. (29) Charles Darwin'in gelişmiş insanımsı
maymunlarm sürü içi ilişkilerinin kısmen de olsa kısıtlı olduğunu bildirmesi,
egzogami olgusunu açıklamak için, Freud'a önemli ipuçları vermiştir.
(30) Darwin, gelişmiş insanımsı maymun sürülerinde, sürü yöneticisi konumundaki
erkeklerin, son kerte kıskanç ve otoriter olduklarım, sürü içindeki diğer genç
erkek maymunlarm aynı sürünün - hiç olmazsa kimi-dişileriyle cinsel ilişki
kurmalarma olanak tanımadıkları-nı(...) bu nedenle, yönetici erkek maymun ile
diğer genç erkek maymunlar arasmda sıklıkla kavgalar çıktığmı(...) sonunda,
genç erkek maymunlarm çok kez sürüyü terk etmek zorunda kaldıklarını
anlatmıştır. Darwin'in bu saptamaları, günümüz araştırmacıları tarafmdan da, doğal koşullarda
yaşayan maymun sürüleri için (çok kez) doğrulanmıştır. Freud, Darwin'in bu
tespitlerini çok önemse-miştir. Klan içinde cinsel ilişki yasağının ve
egzogaminin -de- benzer bir nedenle ortaya çıkabileceğini düşünmüştür. Buna
göre, maymun sürülerinden sonra, insan sürü ve gruplarmda da, "aynı
evi/bölgeyi paylaşanlar arasmda cinsel ilişki olmaz" eğilimi ve egzogami
sonradan kural-laşmıştır. Ve sonradan da aynı toteme inananlar arasmda, cinsel
ilişki yasağma/tabusuna dönüşmüştür". (31) Sonuç olarak Freud, ensest
korkusunun, doğuştan gelen içgüdüsel bir korku olmadığını, toplumun esenliği,
güvencesi bakımından sonradan alınmış (zorunlu) bir tür önlem olabileceğini
düşünmüştür. (32)
Freud'un kuramı, oluşturduğu "baba
metaforu" üzerinden belki şöyle anlatılabilır: Maymun sürülerinde olduğu
gibi, ilk toplumlarda da grup, kıskanç, otoriter, sert uzlaşmaz bir
erkeğin/babanın yönetimindeydi. Baba, genç erkeklere klan içindeki dişilerle ya
da en azmdan bunların önemli bir bölümüyle, cinsel ilişki kurmalarmı yasaklamış,
en azmdan bunu çok kısıtlamıştır. Genç erkekler, cinsel ilişki kurabilecekleri
dişileri -ancak- grup dışmdan bulmak zorunda kalmışlardır. Yaşamm dayanılmaz
düzeye geldiği bir noktada, genç erkekler, kardeşler toplanıp birlikte karar
vererek "otoriteyi" yani babayı (babalarmı) öldürmüş, yönetimi
ellerine geçirmişlerdir. Diğer taraftan, genç erkekler klan içinde babalarmı
öldürmek konusunda anlaşmışlar, fakat, kadmları paylaşmak konusunda anlaşamamışlardır.
Klanın parçalanma tehlikesine karşı, bu kez klan içindeki dişilerle cinsel
ilişki tüm erkeklere yasaklanmıştır. Egzogami ve ensest yasağı ortaya çıkmış,
giderek pekişmiştir.
Freud'un kanısma göre, totemik inanç
sistem, öldürülmüş babayla bir tür antlaşma, "gecikmeli boyun
eğ-me"dir.(33) Baba kompleksinde gizli olan çelişkili (ambivalan) düşünce
ve duygular, gerek totemizmde gerekse de diğer tektanrılı dinlerde görülür. Tüm
dinlerin bir anlamda temelini oluşturan suçluluk duygusunda, çok kez
düşünülmüş/duyumsanmış fakat uygulanma aşamasına konmamış bir saldırganlık
(öldürme isteği) üzerinde durulur. Burada önemli olan, insanın birini
(özellikle de babayı) öldürmesi değil, öldürebilecek kadar ondan nefret etmesi
ve bu duygunun insanm bizzat kendisi tarafmdan bilinmesi/duyumsanmasıdır. Ve bu
öldürme isteğini en çok duyanlar, en çok nefret edenler ve gene en çok vicdan
sahibi(-ymiş) ya da en dindar(-mış gibi) görülen insanlar olabilmektedir.
Freud, antropologların, totem-hayvanın,
klanın ilk ata-babaları olduğu yolundaki düşüncelerini, kurammm temel
dayanaklarmdan biri yapmıştır. Bu denklemin, totemizmin kökenine -de- ışık
tutabileceğini, Oidipus kompleksinin burada da geçerli olduğunu söylemiş;
totemizmde, totem hayvanın, babanın yerine konduğunu düşünmüştür. (34) Burada,
"totem yemeği" törenlerinin sonraki dinlerde kurban kesimi,
"kurban ayini" olarak sürdüğünün saptanması, onun düşüncelerini
pekiştirmiştir. Totem yemeğinde, totem hayvan, ancak klanın kararıyla öldürülür
ve yenir; hayvana/Tanrı'ya çok saygı gösterilir. Totem yemeği aynı zamanda,
kutsal yasaklarm çiğnenme özgürlüğünün yaşandığı bayram, karnaval/festival
günleridir. (35) Buradaki, ata-babaların (Tanrıların), öldürülüp yenmesi,
insanlık tarihinde, olasılıkla ilk bayramlar olarak görülmektedir.
Totem yemeğinde otoriter, kendisinden
korkulan ve aynı zamanda sevilen baba (totem hayvan), erkek kardeşler ve
çocuklar tarafmdan sembolik bir törenle öldürülür. Babayı öldürme suçunun ve
zaferinin (acısı ve sevincinin) tekrarı yaşanır. (36) Sonra tövbe edilir. Ve
yeni öldürmeleri önlemek için, klan içinde insanların birbirlerini öldürmesi
tümüyle yasaklanır. Öldürme eylemi, sembolik etkinlikler, seremoniler,
ayinler, rimellerle sürdürülür. Toplum düzenleri, ortak suça katılım üzerine
kurulmuştur. Din, suçluluk duygusuna ve buna bağlı pişmanlık/tövbe düşüncesine
dayanır. (37)Totem yemeğinin ve sonraki kurban törenlerinin önemli bir yanı,
"aynı sofradan yemek yiyen insanların ortak eylemi" olmasıdır. (38)
Birlik bağının kalıcı olması için, birlikte yapılan bu etkinlikler, ancak tüm
klan üyelerinin katılımıyla dindirilebilecek bir suçluluk duygusudur. (39)
İlktoplum insanları, toteme klanın atası demiş, totem sonraki tektanrılı
dinlerde de, Tanrı baba olarak tanınmıştır. (40) Böylece, insanlarm Tanrı'yla
ilişkilerinin babayla ilişkilerine benzediği; temelde Tanrı'nm yüceltilmiş
babadan başka bir şey olmadığı öngörülmüştür. Freud'a göre, her türlü dinsel
inanç sisteminin kökeninde baba özlemi ve korkusu vardır.
Psikanaliz, çocuklarda saptanan baba
kompleksi bulguları yardımıyla, totem hayvanın, babanın yerine koyulduğunu
(yedek baba) göstermiştir. Babanm öldürülmesinden uzun bir süre sonra, babaya
karşı duyulan düşmanlık azalmakta; buna karşm zamanla özlem artmakta ve babanm
sınırsız gücünü elinde toplayan bir idea -Tanrı- (özlemi) ortaya
çıkmaktadır. (41)
İnsanlaşma sürecinin animistik evresi hem
kronolojik hem de içerik olarak insanm çocukluk dönemine denk düşer. İlktoplumlarm
yasak cinsel ilişki sorununun modern toplum çocuklarmda da ilk cinsel ilişki
objesi olarak ana-baba ya da kardeşlerine dönük cinsel istekler olarak ortaya
çıktığı izlenir. Ergenlik dönemlerinde bu istemler olasılıkla bastırılır.
İnsanlar, bu tür duyguları yaşamları boyu mutsuz acılar içinde kalma ve
içgüdülerini bastırma pahasma (belki) tümüyle aşabilirler. Ana-baba ve
kardeşlere duyulan -yasak- arzularm, totem toplumlarmda olduğu gibi,
nevrotiklerin ruhsal yaşamların da temel düğümü oluşturduğu saptanır. (42)
Tabu yasaklarmda da -nevrotiklerde olduğu gibi- toplumu, biyolojik (şeytansı)
içgüdülerden, bu tutkulu arzulardan kaynaklanan duygularm etkisinden korumak
amaçlanır. Tabuları, nevrozlularm biyografilerinden öğrenmek mümkün
olabileceği gibi, nevrozlularm ruhsal yapılarını ve saplantılarını,
antropolojinin, etnolojinin verilerinden öğrenmek de olasıdır. Her iki alanda
da, tutkuyla istenen eylemlere karşı konmuş yasaklar/tabular sözkonusudur.
Başlangıçtaki toplumsal yasaklar, sonradan kendiliğinden (imiş) gibi ortaya
çıkan ruhsal/ahlaksal ("vicdani") yasaklara, kısıtlamalara
dönüşmüşlerdir.
Bunlara -giderek- doğuştan gelen yasaklar
gözüyle bakılmış, ayrıca, bu yasaklar hem korku hem de haz duygusunu birlikte
uyandırabildikleri için de, insanlar bunlara hem uymak hem de başkaldırmak gibi
çelişkili duygular altmda yaşamışlardır. Antropolojinin ve psikanalizin verilerinden
öğrendiğimiz gibi, arzu/yasak/günah benzeri düşüncelerin hep karmaşık, çift
değerli, çelişkili duygular içerdiği görülmüştür. İnsanlar, bilinçdışı
alanlardaki bu duyguları çok kez bilinçli olarak sezinleyemezler. Sadece,
bunlarm yaptıkları baskılar kestirilir. Biyolojik kökenli psikolojik duygular,
"bilinçli olmamaya mahkûm" yasak istekler, toplumsal
cezalandırma/günah (din/süperego) korkularıyla bastırılıp bilinçdışma
atılmıştir.
Sonuçta, bunlar -arzularm yoğun olduğu
durumlarda nevrotik belirtiler ya da abarülmış dinsel/ahlaksal eğilimler
olarak dış dünyaya yansıtılırlar. Freud, tüm yapıtı boyunca yasakların
(tabularm) biyolojik-içgüdüsel istemleri önlemeye yönelik olduğunu, fakat tüm
kısıtlama/yasaklama çabalarının bu biyolojik kökenli içgüdüsel istemleri
ortadan kaldıramadığını, -ancak- bilinçdışma itebildiğim sergilemiştir.
İnsanlar çok kez bilinçdışma itilmiş/bastırılmış içgüdülerini, bilinçli olarak
algdayama-dıkları için, en doğal istemlerine karşı getirilmiş bu katı ve saçma
yasakları, -sanki "Tann'run emriymiş" gibi- kabullenmişlerdir.
Tabularda olduğu gibi, içgüdüsel baskılar da bulanık duygular olarak sezinlenmişlerdir.
Korku her zaman arzudan çok daha güçlü olduğu için (43) yasalara karşı çıkmış
olmak korkusuyla, içgüdüler daha derinlere bastırümış, ama yine de bu içgüdüsel
istemleri gözler önüne sermiştir. Bunların ayrıca çocukluk duygularının/
istemlerinin de merkezini oluşturdukları, bu yasaklara uyanlarm da uymayanların
da hep çelişkili duygular, korkular içinde yaşadıkları gözlenmiştir.
Freud'un kanısma göre, nevrotiklerde
saptanan saplantılı düşünceler ve davranışlar, görünürde yasaklanan eylemlere
karşı bir tür korunma, gerçekte ise -totem/kurban törenlerinde olduğu gibi-
yasaklanan eylemin sembolik "bir tür" tekrarıdırlar. Sıklıkla
yoğun/müşfik bir sevginin ardmda (hep ya da çok kez) bilinçdışı gizli bir
düşmanlık -ya da bir cinsellik- bulunduğu gözlenebilir. (44) Bu bağlamda, dünya
tarihinde hemen hemen tüm kültürlerde bu tür yasakları çiğneyenlere hep
"kıskanılan suçlu" (45) gözüyle bakılmıştır.
Psikanaliz gibi, batü inançların ardma
sızmayı (aynanın arka yüzünü de görmeyi) başaran, çözümlemelerde ilk
insanların, nevrotiklerin ve dindarların ruhsal dünyaları biraz daha yakından
ve ayrıntılı olarak anlaşılmıştır. Batü inançlı ve nevrotik insan -tıpkı
animist düşünme tarzı içindeki insan gibi- kendi inançlarım güçlendirmek için
düşünceleriyle dış gerçekleri, olguları (dünyayı) değiştirebileceğinin
yanüsaması içindedir. Baül inançlılar ve nev-rotikler bu
"yanılsamaya" inanırlar. Ve bu yoldan, ussal düşünceye karşı batü
inançlarım çoğaltmaya, yoğunlaştırmaya çalışırlar. Böylelikle çocuksu bir
düşünme tarzıyla, ruhsal yaşamda geçerli yasalar, gerçek dünyaya uygulanmaya
çalışılır. Büyüler, muskalar, dualar aracılığıyla yağmur yağdırma törenlerinde
yapılmak istendiği gibi... Bu bağlamda iyi ve kötü ruhlar, insanın kendi
duygularının, düşüncelerinin dış dünyaya yansımasından farklı şeyler
değildirler. İnsan, kendi duygusal yoğunluğunu kişilere dönüştürür; dünyayı
onlarla doldurur ve sonrasmda, kendi iç-ruhsal süreçleriyle tekrar karşılaşır.
(46) Paranoidlerin ruhsal yapılanmalarında olduğu gibi, gerçek dünya yerine
-son bir seçenekle- konulan nitelikleri çok daha düşük, sanrısal, yanılsamalı
bir dünyada yaşanmaya çalışılır.
İlk toplumların insanları da -batıl
inançlılar ve nevro-tikler gibi- düşüncelerini büyü gibi kullanmayı, gelecek
felaketleri -düşünüp- ibadet ederek önlemeyi deneyerek, gerçek dünyayı
değiştirmeye çalışmışlardır. Burada, ilk toplum insanlarının, nevrotiklerin ve
batıl inançlıların, bastırılmış yasak cinsel isteklerini doyurma arzularmm
cezası olarak, hep bir felaket beklentisi içinde oldukları gözlenir. Büyüler,
muskalar, ibadetler, hep bu bilinçdışı yasak arzulara karşı bir tövbe ve
korunma önlemi olarak ortaya çıkarlar.
İlktoplum insanlarm, batıl inançlıların,
düşüncelerinin içerikleri üzerine toplanan bilgiler/bulgular da analitik verilerle
örtüşmüş, örneğin, bu insanlarm da cinsel yaşamları bastırılıp, kısıtlandıkça
düşüncelerinin içeriğinin, modern toplum insanlarının çocukluk dönemlerinde
olduğu gibi, yoğun biçimde cinselleştiği görülmüştür.
Mitolojinin verilerinin, psikanalizin gelişmesine
birçok açıdan büyük katkısı olur. Örneğin, Dionysos'un Titanlar tarafından
öldürüldükten sonra parçalanarak yenmesi ve sonra da bu acıyı anmak ve kutlamak
için düzenli olarak tekrarlanan Dionysos şölenleri, bir yandan totem yemeği
törenleri geleneğinin sürmesine, bir yandan da trajedilerin ortaya çıkışma
neden olmuştur. Örneğin, Sophokles bu ortamda yetişmiştir. Dionysos şölenleri
ve trajediler Antik Çağ insanı ve modern insanın yaşama karşı tavır alışını son
kerte anlamlı biçimlerde sergilemiştir. Tüm bu bilgiler Freud'un kurammdan
önce, Nietzsche örneğinde olduğu gibi, modern felsefenin de başlıca dayanak
noktalarmdan birini oluşturmuştur.
Freud, ayrıca, Hıristiyan mitolojisinden
ve teolojisinden aldığı örneklemelerle savlarmı daha da açıklamaya ve
pekiştirmeye çalışmış, kendisini ilk günaha kurban eden oğullar söylenceleri
arasmda en etkilisi olan İsa "inancana göre(47), Hıristiyanlıkta ilk
günah Tanrı/babaya karşı işlenmiştir. İsa bu ilk günahı toplum adına üstlenir.
Kadından tümüyle el çeker. Ve gene toplum adına kendisini kurban vererek,
diğer insanları günahlarmdan arındırmaya, ardmdan gelenleri ilk günahın
vebalinden kurtarmaya çalışır. Ancak, bu kez oğul, baba yerine Tanrı olur. Ya
da, baba Tanrı'nm yanmda, oğul Tanrı olarak yer alır. Bu durum, Hıristiyan
teolojisinde, "babayı öldürme yasağı" ve "öldürmeyeceksin"
Tanrı buyruğu ile temel bir ahlak ilkesine dönüşür. (48) Hıristiyanlıkta, totem
yemeği törenlerinde sembolik soyutlamalara gidilmiş, ileri düzeylerde estetize
edilmiş, kurbanın/İsa'nın eti olarak ekmek, kanı olarak şarap içilmeye
başlanmıştır. (49) Bu düzeyde gelişmemiş ve estetize olmamış, daha ilkel
dinlerde, kurban kesme törenlerinin, olanca vahşetiyle bugün bile hâlâ süregelmekte
olduğu hep birlikte ve çok yakmdan izlenmekteyiz.
Freud'un Totem ve Tabu çalışması
tahmin edilebileceği gibi, hem Hıristiyan kilisesi ve hem de entelektüel çevrelerden
büyük ilgi görmüş, Totem ve Tabu üzerine pek çok olumlu ve
olumsuz yazı yayımlanmıştır. Kilise çevreleri bugün bile bu yapıtta öngörülenlere
karşı yanıt aramaya çalışmaktadır. Totem ve Tabu çalışması tüm
bilim dünyasının düşünce tarzlarmı etkilemiş; kültür antropolojisi gibi son
kerte önemli yeni bilim dallarının doğuşuna neden olmuştur. Öte yandan Freud,
tüm yapıtları arasmda, en çok Totem ve Tabu çalışmasmı
sevdiğini söyler. Thomas Mann, daha 1929 yılında, Freud'un yapıtları arasından,
salt kuramsal etkisiyle değil, aynı zamanda şiirsel anlatı gücü nedeniyle
de Totem ve Tabu'nun kendisi üzerinde ayrı bir yerinin
olduğunu vurgulamışür. Ayrıca örneğin "Seçilen" romanında, hemen
hemen tümüyle Freud'dan esinlenerek, iki kardeş arasmda yaşanan ensest
("yasak") aşkı işlemiştir.
4.
Psikanaliz-Edebiyat İşbirliğinin Muhteşem İki Örneği:
Karamazof Kardeşler Romanı ve Kafka'nın "Öyküsü"
I.
Karamazof
Kardeşler romanı, Freud'un başucu romanlarından biridir. Ve özellikle bu romandan
hareketle, Dos-toyevski'nin kişiliğine, babasıyla olan ilişkilerine sıklıkla
değinir. 1927-28 yıllarında, Karamazof Kardeşler romanmm özel
bir baskısına -istek üzerine- yazdığı "Dostoyevski ve Baba Katli",
onun "tarihsel romana" yaklaşımı açısından özel bir öneme sahiptir.
Bu yazı nedeniyle -bir kez daha-Dostoyevski'ye hayranlığmı belirtir. Karamazof
Kardeşler'in yazılmış romanların en güçlüsü olduğunu ve eserin
"Büyük Engizitör" epizodunun, dünya edebiyatmm o ana dek • ortaya
koyduğu yapıtların en üstünü olduğunu dile getirir. Fakat, yine
Dostoyevski'nin, "Çar'a ve tüm Hıristiyanların Tanrısma karşı aşırı
saygılı oluşunu ve bağnaz Rus milliyetçiliğini" bir türlü
bağışlamadığının altmı çizer. (50)
Kanısma göre, Karamazof
Kardeşler'deki baba katliyle, Dostoyevski'nin kendi babasının
öldürülüşü arasındaki yadsınması olanaksız ilişki, pek çok Dostoyevski araştırmacısının
ve biyografi çalışmasının gözünden kaçmamış, bu temelden kaynaklanan -giderek-
"modern bir psikoloji ekolünden" söz edilmeye başlanmıştır.
(51)vFreud, bu ya-
zısında da (yeniden) baba katlinin,
tek bir kişinin olduğu kadar, tüm insanlığın işlediği ilk ve temel suç (52)
olduğunu anımsatmış, oğlan çocuğun babasma karşı çelişkili duygular/ilişkiler
içinde yaşadığını, bunun da hem suçluluk duygusunun hem de babaya benzeme
arzusunun başlıca kaynağını oluşturduğunu vurgulamıştır.
Freud'un bu çalışmada ortaya koyduğu
görüşler şöyle özetlenebilir: "Oğlan çocuğu, babasıyla, psikanaliz
dilinde, çelişik sözcüğüyle anlatılan bir ilişki içinde yaşar. Bir yandan,
kendisine rakip saydığı babasına karşı, onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir
kin ve nefret besler; öte yandan, yine babasma belli bir sevgiyle her zaman
ruhunda yer verir, her iki tutum da bir araya gelerek, baba özdeşleşmesini
doğurur. Gerek hayranlık duyduğu babasma öykünme arzusu, gerek kendisine rakip
gördüğü babasmı ortadan kaldırmayı amaçlaması, oğlanm kafasmda babasmm yerini
alma düşüncesini uyandırır.
Derken, bu gelişim süreci, güçlü bir
engelle karşılaşır; oğlan, kendisine rakip gördüğü babasmı yok etme çabasının
babası tarafmdan günün birinde iğdiş edilme eylemiyle cezalandırabileceği
korkusunu içinde hissetmeye, yaşamaya başlar. İğdiş edileceğinden ürkerek,
yani erkekliğini koruyabilmek için, babasmı ortadan kaldırıp, annesini ele
geçirme isteğinden vazgeçer. Gelgelelim, sözkonusu isteğin bilinçdışında
varlığını sürdürmesi suçluluk duygusunun temelini oluşturur. Bu süreç de,
Oidipus kompleksini ileride bekleyen doğal bir yazgıdır. (53) Freud'un kanısına
göre de, dünya edebiyatında değerini yitirmeyecek üç başyapıt olan;
Sophokles'in Kral Oidipus'u, Shakespea-re'in Hamlet'i ve Dostoyevski'nin Karamazof
Kardeşleri'nde -hep- baba katli konusunun işlenmesi rastlantı saydamaz.
Yapıtların her üçünde de öldürme eyleminin nedeni, aynı kadm -anne- çevresinde
döner. Cinsel rekabet gözler önüne serilir. Ama bu sergilemenin konusunu,
Antik Grek mitolojisinden alan, Kral Oidipus'ta, hepsinden daha açık
yüreklilikle yapıldığı görülür. Trajedide öldürme eylemini yapan kahramanm
kendisidir ve dolaysız olarak annesiyle evlenir. Ancak, babayı öldürme
isteğinin çıplak ve açık itirafı ruhçözümsel ön çalışmalar yapılmaksızın
kanıtlanabilecek bir şey değildir... (54) Kral Oidipus'un, babasını öldürmesi
"akıl erdirilemeyen bir yazgının zorunluluğu" olarak görülür ve suç
ortaya çıkınca, Oidipus, suçu üzerinden atmaya çalışmaz... Tersine açık
yüreklilikle çok doğal bir olaymış gibi suçunu hemen benimser... (55) Yazgısma
razı olur. Shakespeare'in oyununda dolaylı bir yol izlenir. Oyunda babasını
öldüren kahramanm, kendisi değil, bir başkasıdır ve bu başkası için eylem baba
katli anlamı taşımaz... Gerçekleşmiş eylemin öcünü alması gereken (Hamlet),
ne tuhaftır ki bunu başaracak gücü, birtürlü kendisinde bulamaz. Ama -bizler-
Hamlet'in elini kolunu bağlayan nedenin, suçluluk duygusu olduğunu biliriz. Ve
gene biliriz ki, o da en az amcası kadar babasını öldürmek istemektedir ve
kendisinden önce davranan amcasına karşı -gene tuhaf- bir tutukluk içindedir.
Karamazof Kardeşler'de bir adım daha ileri
gidilir. Burada, cinayeti işleyen kahramanm kendisi değil bir başkası- ' dır.
Psikolojik açıdan önemli olan, cinayeti şu ya da bunun işlemiş olmasından çok,
işlenen bu cinayeti kim(ler)in hoş gördüğüdür. (56) "Ka- ramozof
Kardeşler" romanmda, Dostoyevski, katile karşı sınırsız bir sempati duyar.
(57) Ve yine onun için, katil normalde başkalarmm taşıyacağı suçu, kendisi
üstlenmiş bir kurtarıcı -İsa- gibidir. Bu tür bir bağlam içinde yazar, bu baba
katlini paravan yapıp, kendi itiraflarım sanatsal yoldan dile getirmiştir.
Freud'un kanısma göre Dostoyevski, dinsel yönden yaşamının sonuna kadar
dindarlık ile Tanrıtanımazlık arasmda bocalayıp durmuş... Güçlü zekâsı, dindarlığın
karşısma çıkardığı düşünsel sorunlardan hiçbirini görmezden gelmesine olanak
vermemiştir. Dünya tarihinin izlediği gelişimi, bireysel planda yenileyen
Dostoyevski, İsa idealinde bir çıkış yoluna kavuşup, suçluluk duygusundan
kurtulabileceğini ummuş, çektiği çilelerle İsa rolünü oynamada yararlanabileceği
düşüne kapılmıştır. Genellikle dinsel alanda özgürlüğe ulaşamamış ve
tutuculukta karar kılmışsa da, dinsellik duygusunun temeli, tüm insanlar için
sözkonu-su oğul suçunun, Dosteyevski'yi de, birey üstü büyüklük kazanması,
güçlü zekâsma karşm onun bu büyüklükle baş edememesi (58) olmuştur.
II.
Kafka'nın Yargt'sı, Totem ve
Tabu çalışmasıyla aynı aylara, hatta günlere denk düşer. Bu öyküyü
yazarken Kafka'nın, Totem ve Tabu'yu okumuş olmasma olanak yoktur.
Fakat o Freud'un baba-oğul ilişkisi konusundaki yaklaşımlarım çok iyi
bilmektedir. Yazılarının mantığı açısmdan günlüğüne de "tabii ki Freud'un
etkisiyle" notunu koyar. Ayrıca Yargı öyküsünü bir
anlamda, Düş Yorumu'mın hazırlık dönemindeki "otoanaliz
mantığı" içinde -de- değerlendirmek olasıdır.
Yargı öyküsü çok kısa bir
özetlemeyle belki şöyle toparlanabilir: Genç iş adamı Georg Bendemann, güzel
bir ilkbahar sabahmm bir pazar günü, görece aydınlık ve insana umut veren
ortammda, çalışma odasmda masasma oturmuş, Petersburg'da yaşayan
("bilinçdışı asıl kendisi" olması olası), eski bir çocukluk
arkadaşına bir mektup yazar, "oyunsu bir yavaşlıkla" mektup kağıdmı
zarfa koymaya çalışır. Arkadaşı, yıllar önce evinden kaçıp Rusya'ya gitmiş,
bir mağazada çalışmakta, ama işleri ve diğer arkadaşlık ilişkileri pek de
başarılı gitmemekte, oldukça yalnız bir yaşam sürdürmektedir. Kısaca (evden
kaçmış ama) başarısız bir yaşamı olmuştur. Kendisinin işleriyse oldukça iyi
gitmektedir. İki yıl kadar önce, annesini kaybettiklerinden bu yana, eşinin
desteğini yitiren babası iyice çökmüş, şimdi mağazanın oldukça karanlık ve geri
plandaki bir odasında, bütün gününü eski gazeteleri okumakla geçirmektedir...
Zaman zaman mağazanın işlerine katılsa da, yönetimin önemli bölümünü çoktan
Georg'a devretmesi gerekmiştir. Georg bu arada nişanlanmış, zaten mektubu da
bu eski arkadaşını, düğününe davet etmek için yazmıştır... Ancak bu uzaktaki
arkadaşmdan, nişanlısının bile haberi yoktur.
Georg, yazdığı mektubu cebine sokarken,
uzun koridorun sonundaki babasının karanlık odasına girmek ve bu mektuptan onu
haberdar etmek gereksinimi duyar. Babasına Petersburg'da yaşayan arkadaşına
yazdığı mektubu gösterir. Babası şaşırır. "Senin Petersburg'da arkadaşın
var mıydı?" diye sorar. Georg, "evet" diye yanıtlar... Sonra
babasının yorgun göründüğünü, dinlenmeye gereksinimi olduğunu söyler...
Soyunmasına yardım etmek ister. Kollarına alıp babasmmı yatağına taşır. Kendi
elleriyle babasının üzerini örter... Yorganı omuzlarmm hayli üzerine çeker.
Ayrıca, ayaklarının bile, yorganla gereği gibi örtünüp • örtünmediğini kontrol
eder.
Ama tam da bu anda babası, birden yorganı
büyük bir-güçle üzerinden atar; "üstümü örtmek istiyorsun hayırsız
çocuğum, ama henüz örtülmüş değilim" diye bağırıp dev gibi bir görünümle
yattığı yerden ayağa kalkar. "Sen babanı alt ettiğini samyorsun ama
baksana sen bana... Sakın yanılmayasın ben hâlâ senden daha güçlüyüm" der.
Öfkesini ve bağırmasını sürdüren baba, oğluna "Seni şimdi suda boğularak
ölmeye mahkûm ediyorum" diye kesin Yargı'sıru açıklar. Georg, kendisini
babasının odasından kovulmuş hissedip dışarı çıkar, koşarak ilerideki köprünün
korkuluklarmdan sıçrayıp arkasma geçer... Ve son sözleri olarak "sevgüi
anneciğim, sevgili babacığım! Doğrusu ben her zaman sizleri çok sevdim!"
diyerek kendisini aşağıya suya bırakır. "O sırada köprü üzerinde yoğun bir
trafik vardır..." (59)
Kafka, üzerinde çok tartışılan bu
öyküsünün yazılış tarihini hatta saatini bile kesinlikle belirtmiştir. Yargı, 1912
yılının, 22 Eylül Pazar günü saat 22'de yazılmaya başlanmış, ertesi sabah, 23
Eylül günü saat 6'da tamamlanmıştır. Dostu Kurt VVolff'un söylediğine göre,
"en sevdiğim çalışma" dediği bu öyküde Kafka, tam da Freud'un, Totem
ve Tabu'summ ilk bölümünün Imago dergisinde yayımlanmaya başladığı
günlerde, kendisinin bir tür otopsisini yapmaya, bedensel ruhsal konumunu
sorgulamaya, tanımaya, tanıtmaya çalışmış, ancak böylesine bir hesaplaşmadan
sonra, "yeni bir varlık duygusuyla", yeni bir şeyler yapabileceğini,
yeni bir sanatçı kişiliğiyle, otobiyografik bir iç dökmeden sonra, Dava'yı yazmaya
başlayabileceğini düşünmüş olabilir.
Daha somut söylersek, Yargı öyküsü,
Kafka'nın, Kafka olmasını sağlamış, sonra da 1919 yılında yazdığı Babama
Mektup'ta bu durum daha da pekişmiştir.
Kafka, yapıtlarında kendi deneyimlerini,
çocukluk yaşantısını çok kez yarı karanlık, irreel ortamlarda ve yaşantı
parçacıkları halinde yazmasına karşm, o denli açık ve içtenlikle sergilemiştir
ki, artık yapıtları otobiyografi olmaktan çıkmış, tüm insanların ortak
yaşantıları, hatta çağın tarihsel yazgısı gibi okunmuş; psikanaliz ile
edebiyatın birbirlerini destekleyerek çoğaltmalarına büyük katkıda bulunmuştur.
Bu öyküde oğul/Georg, olasılıkla Kafka'nın
kendi çocukluk özlemlerini dile getiren, uzaklara giden (gitmek isteyen),
kendi başına bir yaşam kuran, sanal arkadaşmı (hiç olmazsa mektup yazarak)
anımsayıp, iç döktüğü özbenli-ğidir. Gerçek oğul, mağazanm yönetimini eline
almak üzereyken, bu düşüncelerini babasma anlatmak gereksinimi duyar,
fantezilerinde/düşlerinde olsun, duyumsadığı suçunu itiraf etmek, mektubu
göstermek bahanesiyle odasına girer... Yorgun, halsiz neredeyse ölmek üzere
olan babası onun bu tür düşlerine bile öfkelenir... Birden ayağa kalkar ve
oğlunu ölüme mahkûm eder.
Oğul bir an biraz itiraz edecek gibi bir
şeyler düşünür; benliği biraz kıpırdanır gibi olur, ama hiçbir şey yapamadan,
hatta kendisine bildirilen Yargı'dan ve buna uygun hareket
etme kararı alışından, kısacası yaptığı işten orgazm olacak ölçüde haz
duyarak, kendisine söylenenleri yapar. Koşarak gidip kendisini köprüden aşağıya
atar. Burada babaya karşı duyulan güç/sevgi çelişkili duyguları,
öfke/homoseksüel bağlantıları (pozitif ve negatif Oidipus kompleksleri), babanm
odasmdaki (alacakaranlık bir ortamda) çok örtük anlatımlarına karşın
olabildiğince açıklıkla sergilenirler. Ayrıca öykünün dili, oğul/Georg'un, ilk
ergenlik özlemlerini düşlediği dönemlere uygun ölçüde, neredeyse çocuksu bir
naiflikte yazılmıştır. Ancak burada da Düş Yorumu'nu anımsatan
ve biri açık, diğeri örtük, • "yaşanan hakikatin edebi yorumu" da
denebilen ya da nasıl olması istendiği ile gerçeğin nasıl olduğunu birbirleri
içinde eriten, karıştıran ve yoğunlaştıran (özcesi asıl gerçeği çok daha
çarpıcı anlatan) ikili bir okumayı -dili- kapsar. "Sosyal kendisi"
ile mutsuz ve başarısız olmasına karşm kaçıp kurtulmuş Rusya'daki arkadaşı,
bilinçdışı çelişkili bir düş/gerçek karışımını sergilerler.
Öykünün son cümlesi çok anlamlıdır: Georg
kendisini suya atarken, köprünün üzerinde yoğun bir trafiğin olduğu yazılır.
(Almancası: "...ging über die Brücke ein geradezu unendlicher
Verkehr". Burada "Verkehr", Al-mancada hem iletişim, trafik hem
de cinsel ilişki, haz, doyum (koitus) için sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Kafka bunu
(babaya karşı duyduğu homoseksüel duyguyu vurgulamak için) özellikle mi
kullanmıştır? Bilemiyoruz. Ayrıca Kafka, Max Brod'a öykü
tamamlandığı, son cümlesi yazıldığı an'da yoğun bir cinsel boşalma duygusu
(eja-külasyon) içinde olduğunu söylemiştir... (Max Brod: Über
Franz Kafka, Der Dichter über sein VVerk, 1974, s.20) Ama
burada, gene de Kafka bizi biraz kuşkuda bırakır. Ölürken duyduğu bu
haz, babanm yargısına uyduğu için midir, yoksa daha başmdan beri hiç sevmediği
bu dünyadan artık temelli kaçtığı, ölümüne gittiği için midir? Bu konuda gene
pek bir şey söyleyemeyiz.
Oğul babasını yatağa yatırıp, üzerine
yorganla iyice örttüğü, kapadığı anda (bile) baba insanüstü Tanrısal bir güçle
ayağa kalkabilmektedir. Ve oğul çaresiz, kendisi hakkında verilmiş ölüm
yargısmı -ilktoplumlara özgü bir tür "Voodoo ayinine" benzer davranışla-
uygulamıştır... Yargı öyküsünün ardmdan, Birinci Dünya
Savaşı'nm başlamasının arifesinde, 1914 yılının Temmuz aymm sonlarında, Kafka artık
"meta suçu", "dünyaya geldiği anda, insanın zaten varoluşsal
suçlu olduğu konusunu" tartışacağı Dava'yı yazmaya başlamıştır.
Bu durum, yeni yüzyıl insanınm, otorite
karşısmda hiçbir itiraz etme gücü olamayışının bir tür kanıtmı -da-dile
getirir. Sonraki yıllarda yaşananlar, birey-insanların, kitlelerin itaatlerini
ve kendilerini tahrip ederlerken (bile) duydukları hazları ve babalar
(-otoriteler) karşısmdaki kahredici çaresizliklerini, babaların (otoritelerin)
her konumda kendi kendilerini yenileyebileceğini sergilemiştir. Bu kişilik
yapısı, sonraki yıllarda Erich Fromm ve Adorno ile arkadaşları
tarafmdan felsefi, politik, psikolojik "otorite yanlısı karakter"
paydası altında çok daha geniş kapsamlı olarak tartışılmıştır.
Babasının birden ayağa kalkması, Kafka'da
büyük bir suçluluk duygusu uyandırır. Neden? Nereden gelir bu suçluluk duygusu?
Bilemeyiz. Günlüğünde bunun otobiyografik bir hesaplaşma olduğunu yazar.
Analitik bakış açısından, bu durum baba-oğul çatışma alanı içinde, bir
egemenlik savaşıdır kuşkusuz. Daha somut söylersek: Kafka burada
(belki de) kendi durumundan, babası ile olan ilişkilerinden (süper-ego
karşısmda duyulan varoluşsal bir suç/acı çekme/haz duygusundan) kalkarak,
"insanlık durumunu" ("Conditio humana") anlatır. Freud'da
ileri-ki yıllarda, sıklıkla ama özellikle de, 1930 yılında yazacağı
"Kültür İçinde Huzursuzluk" yapıtmda, "yazgısı kaçınılmaz olan
suçluluk duygusunun" altmı çizer. Bu belki de, Goethe'nin de vurguladığı,
Prometheuslar'a özgü bir suçluluk duygusudur. Çünkü "insan hiçbir zaman
yapılması gerekli şeyleri yeteri kadar yapmamış, ödevlerini (hep) yarım
bırakmış" (bir anlamda "yeteri kadar günahkâr olamadığı" için)
Tanrılar tarafmdan zincirlere vurulmaya ve melankolik acılar içinde ölmeye
mahkûm edilmiştir. Bu bağlamda Goethe, Kafka, Freud ve benzerleri korkudan, iç
huzursuzluktan yerlerinde duramadıkları, uyuyamadıkla-rı zamanlar, bir tür
"şeytanla işbirliği yaparcasına" şeytanın hizmetinde (ve
"şeytani bir görev" olarak) yazmışlar, yaratmışlardır. Bu yazarak
yaratma -Kafka'nın kanısına göre- Prometheus benzeri bir suçla bir tür ateş
çalmadır. Freud hemen hemen tüm çalışmalarmda (en azmdan satır aralarmda)
insanın yeteri kadar suçlu ve günahkâr olmadığı ve de "ateşi gökten
çalamadığı için" nevrotik ya da psikotik olduğuna değinir.
Ama belki de Kafka'nın inkârı çok daha
ileri düzeylerdedir. Yapıtlarında çok zaman aşılması olanaksız kapalı bir
dünya gözlenmez. İnsanlar, insan olmanm aşılması zor, hatta çok kez olanaksız
yaşadıklarını, tıkanan kanallarını aşmaya çalışırlar, içlerinde hep bir umut
(bile) vardır; örneğin {Dava'da, Josef K. öldürülmeye
götürülürken bile, son anda açılan pencereden, yanan ışıktan, ileriye doğru
çıkan bir insandan hep bir umut bekler) ama sürekli olarak kapalı kapılara
çarpar (1ar). Sonunda suç ve günahm (dahi) sözkonusu edilemediği, sadece
"yoksama ve tahribin" bulunduğu -gerçek- bir dünya ile karşılaşılır...
Freud'un, "inkârları kendi
başkaldırısını çok aşan" Bohemyalı Yahudi yazar Franz Kafka'dan haberdar
olmadığını düşünmek oldukça zordur, ama ne yapıtlarında ne de
mektuplaşmalarında Kafka'dan söz ettiği görülür. Bu tavır da olsa olsa
"insanlık durumu" ile açıklanabilir. (60).
5. On Yedinci Yüzyılda Kilisede İmzalanmış Bir "Şeytan
Anlaşması"
i.
Freud, ilk gençlik yıllarından beri (özel
mektuplarında ya da bilimsel araştırmalarında görüldüğü gibi), psişik fonksiyonların,
bilimsel yöntemleriyle açıklanamayan ve daha az rasyonel(miş) gibi görünen din,
inanç, şeytan, cin çarpması gibi olgulara büyük ilgi duymuş. Paris'te bulunduğu
ve Ortaçağ cinbilimcüiği üzerine önemli araştırmalar yapan Char-cot'nun
yarımda çalışmaya başladığı dönemlerde, bu konuya ilgisi artmıştır. 17 ve 24
Ocak 1897 tarihlerinde, arkadaşı Fliess'e yazdığı mektuplarda, bu konuları çok
daha somut biçimlerde tartışmış ve "cadı-şeytan Üişküerinin, olasılıkla
'baba figürü' üzerinden çalışan ruhsal bir fenomen olabileceğinin" ısrarla
altını çizmiştir. Sonraki yıllarda da, bu tür psi- . şik/ruhsal olayları
anlayabilmek ve anlatabilmek, bunların ardında yatan gerçeklere yaklaşabilmek,
bilimsel araştırmalarını yapabilmek için, çok sayıda teoloji, antropoloji,
etnoloji gibi üp dışı bilim dallarında çok sayıda yapıt okumuştur.
27 Ocak 1909 tarihinde Viyana'da yaptığı
bir konuşmada, elimizdeki çalışmanın temel bakış açısını belirleyen bir
tartışma başlatır. Psikanalizin, cin, şeytan, cadı gibi ruhsal olgulara,
yanılsamalara bakışım anlatmaya çalışır. Ve cin, şeytan, kötü-ruh gibi
fenomenlerin gerçekte doyurulmamış, derinlere bastırılmış içgüdüsel arzularm
dış-
dünyaya özgün sanrılı, hezeyanlı
yansıyış biçimlerinden olduğunu savunur.
O, bu konulara da tam bir modern kuşkucu,
materyalist doğa bilimci tavrıyla yaklaşmış, din olgusunun, dinsel inançların
nedenlerini rasyonel yöntemlerle araştırmıştır. Bu nedenlerle, onun, özellikle
din psikolojisine yaklaşımında, ilk gençlik mektuplarından, son yapıtı Musa
Denen Adam ve Tektanrılı Dinler çalışmasına kadar yazdıklarında,
şaşırtıcı bir tutarlılık ve süreklilik olduğu görülür.
II.
Viyana'daki ünlü bir kitaplığın yöneticisi
Dr. R. Payer Thurm, Viyana'nın 140 kilometre kadar güneybatısında bulunan ünlü
Gnadenort Mariazelle den kitaplığın arşivlerin de bulduğu 17. yüzyıldan kalma,
son derece öğretici bir "şeytan antlaşması" belgesi ve bununla ilgili
resimleri Freud'a vermiştir. Bu belgelerin Freud'un eline tam ne zaman
geçtiğini bulamadım. Fakat, bu belgelere dayanarak, 1922 yılının son aylarında
yaptığı çalışmaların sonucu yazdığı yazı, ilk kez 1923 yılında Imago
dergisinin 9. cilt, 1. sayısında, 1-34 sayfalar arasında yayımlanmış; sonra da
1924 yılında Viyana ve Zürih'te 43 sayfalık bir broşür olarak ayrıca
basılmıştır. (61)
Dr. R. Payer Thurm'un gönderdiği belgelere
göre, 1668 yılında Viyanalı ressam Christoph Haitzmann, bir "şeytan
çarpması" hastalığı nedeniyle, gene Viyana dolaylarmdaki Mariazelle
Manastırı'na gelmiş. Buradaki tedavi süreci içinde hezeyanlar, sanrılar
arasında şeytan görmüş, onunla konuşmuş ve sonunda manastır yetkinlerinin
bilgisi altında şeytanla antlaşma yapmıştır: Latince kilise tutanakları ve
ayrıca ressamm kendisinin Almanca yazdığı günlüklere göre, bu "şeytan
antlaşması" ayrıntılarını kısmen de olsa öğrenmek mümkün olmuştur.
|
Şeytanla anlaşma 2
Kilise kayıtlarına ve günlüklere göre,
ressam Christoph Haitzmann, babasının ölümünden sonra, oldukça ciddi melankolik
bir ruhsal rahatsızlık göstermiş, çalışma isteğini ve günlük yaşamı kotarma
gücünü yitirmiş, ayrıca, çeşitli bedensel şikâyetlerden yakınmaya başlamıştır.
Bir tür varoluş mücadelesi veren ressamı gören yörenin papazı, bu ruhsal durumu
kötü ruhlarla yapılan yasak bir ilişki sonucu ortaya çıkmış olabileceğini
düşünmüş ve yazdığı bir tavsiye mektubuyla tedavi olabilmesi için onu
Mariazelle Manastırı'na göndermiştir.
Ressam burada günler, geceler boyu geç
saatlere kadar dua ederken bir gece korkular, ağır bedensel kasılmalar,
sancılar içinde kıvranmaya başlamış ve gözüne şeytan görünmüş. Ressam yaşadığı
çaresizlik içinde, şeytana, içinde bulunduğu durumdan yakınmış. Şeytan da
"kendisine yardım edeceğini, yardım elini uzatacağını" söylemiş. Bunun
üzerine çağın inançları ve yetkililerin bilgileri doğrultusunda, ressam
şeytanla bir antlaşma yapmıştır.
Ayrıca bu ara, çini mürekkebi ile şeytanın
bir de resmini çizmiştir. Resmin altına, "Ben Christoph Haitzmann, senin
kulun olacağım" diye bir tür bağlılık senedi yazmış ve imzalamıştır.
Ressamın şeytanla yaptığı anlaşma, olasılıkla pek fayda vermemiş, sıkıntıları
geçmemiş, tersine artarak sürmüştür. (62) Olasılıkla altı ay kadar sonra, bir
gece duasında, ressam yeniden şeytanıgörmüş. Belki biraz daha etkili ve
inandırıcı olabilir düşüncesiyle, bu kez kendi kanıyla, şeytanın bir resmini
daha yapmış ve yine altına, "Ben Christoph Haitzmann. Buraya yazıyorum, 9
yıl süreyle, bu şeytana köle olacağım" diye yazmıştır. Bu aralar, ressam
günlüğüne pek çok kereler, sanrılar içinde azizleri, azizeleri, Meryem'i ve
hatta İsa'yı bile gördüğünü, ancak bunların kendisine yardım etmediklerini, tersine
korku verdiklerini not etmiştir. Dokuz yıl tamamlandıktan sonra, ressam
Mariazelle Manastırı'ndan ayrılmış, Viyana'ya ablasının yanma taşınmış, 1700
yılında ölmüştür.
Freud, kendisine iletilen bu kilise
belgelerinden hareket ederek, 17. yüzyılda "Şeytan Antlaşması" yapan
ressam Christoph Haitzmann'ın, şeytan basması (ya da cin çarpması gibi)
rahatsızlıklarını (veya hastalıklarını), psikanaliz dışmda açıklayacak başka
bir yöntemin bulunup bulunmadığı sormuş, şayet yoksa -ki bugün de öyle
görülüyor kendi öngörülerini sergileme hakkının kendinde bulunduğunu
söylemiştir. Freud'un kanısma göre, kilise yetkilileri önünde şeytanla
antlaşma yapan ressam, olasılıkla paranoid melankolik bir rahatsızlık
içindeydi.
Bu koşullarda, şöyle bir soru akla
gelebilir: Bir insan neden şeytanla antlaşma yapmak ister? Şeytandan ne bekleyebilir?
Ve daha da önemlisi şeytan ne anlama gelir? Şeytanın bizim için önemi nedir?
Ressam, kuşkusuz yaşadığı çaresiz melankolik durumunda güven ve koruma bekler.
Ama neden şeytandan? En azından psikanaliz yönelimli düşünce için, bu soruların
yanıtı şöyle olabilir:
Şeytan, her şeyden önce yitirilmiş babayı
simgeler... Özellikle, paranoid melankoli gibi ağır ruhsal durumlarda ortaya
çıkan geri çekilmelerde (regresyonlarda), insan güncel babalardan da öte ilk
babalardan, ilk Tanrılardan ve bunları -bugünün dünyasmda- simgeleyen şeytandan
(bile) yardım isteyebilecek duruma gelebilir. (63)
Ressam, şeytanı düşlediği -özlemini
çektiği- ve sanal olarak gördüğünü sandığı durumuyla, onun iki kez resmini
yapmış ve altma kendi ruhunu ve bedenini dokuz yıllığına kendisine teslim
ettiğini yazmıştır. Burada 9 yıl, olasılıkla, nevrotiklerde çok sık görülen
doğum süresi olan dokuz aym, yıl olarak ifadesi olabilir. (64) ( Şaman törenlerinde
de 9 önemli bir sayıdır. Tanrı'ya ulaşmak için 9 zaman diliminde, dokuz kat
gökyüzüne çıkılır.)
Elimizde altı yedi ay arayla yapılmış iki
resim bulunmaktadır. İlk resimde şeytan/baba koyu renk, güzel giysiler
içinde, yaşlı, sakallı, başında siyah şapkası, sağ elinde baston tutan, güven
verici, saygm bir erkek/baba olarak resimlenmiştir. Sonraki resimde, şeytan,
korkutucu boynuzları, kıvrımlı kuyruğu, yılan gibi sarkmış uzun cinsel
organıyla bir kötü ruh gibi resimlenmiş, gösterilmiştir. İkinci resimde ayrıca
çok önemli bir görüntü olarak, şeytanın belden yukarısı, iri dişi göğüsleri
sarkmış olarak resimlenmiştir.
İnsanm sevdiği babasını yitirmesinden
sonra, melankolik rahatsızlıklar göstermesi, çalışma gücünü yitirmesi, dahası
görsel ve işitsel sanrılar ve hezeyanlar yaşaması sıklıkla görülen olgulardır
(ve bunu Freud'un bizzat kendisi bile kısmen de olsa yaşamıştır). Burada
öğretici olan, ressam Christoph Haitzmann'ın şeytanı resimlerken babasına
karşı duyduğu çeşitli duyguları da sergilemiş olmasıdır. (65)
Gerek, çocukların gelişim -ontogenetik-,
gerekse de insanlık tarihinin evrimleşme -filogenetik- sürecinde, çocukların
şeytanı kötü ruhları, Tanrıları ve babalarmı çelişkili duygular içinde
değerlendirdikleri izlenir. Baba gerek antropolojik, etnolojik ve gerekse
psikanalitik verilere göre hem koruyucu, korkutucu ata-Tanrı hem de kötü ruh,
şeytandır. Şeytan aslmda yeni Tanrılar, yeni babalar tarafından dışlanmış
eski bir koruyucu Tanrı/babadır.
Ve aslmda birey insan için hiç de öyle
korkulacak bir şey değildir. (66)
Burada ressamm yaptığı ilk resimde, babaya
oldukça olumlu yaklaşılmış. Onun koruyucu, güven verici yanları ön-plana
çıkarılmıştır. Ancak, ikinci resimde, şeytan, korkutucu yanıyla, boynuzlu,
uzun (erkeksi) cinsel organlı, fakat aynı zamanda iri göğüslü kadmsı dişi anne
özellikleri içinde gösterilmiştir. Freud, bu tavrm nevrotik çocuk fantezilerine
uygun olduğunu, babanm, şeytanm ve Tanrıların aynı ortak kökenden
evrimleştiklerini bir kez daha kanıtı olarak değerlendirmiştir.
İlk resimde, babanm yitirilmesinden sonra,
ona karşı duyulan özlem ağır basmış ve gene ona karşı duyulan öfke ve nefret henüz
geliştirilmemiştir ve burada baba olumlu yanlarıyla gösterilmiştir. Ancak
ikinci resimde, baba bi-linçdışında olduğu gibi, olumsuz yanlarıyla ön plana çıkarılıp,
itici, korkutucu, tehdit edici şeytan olarak gösterilmiş, resmedilmiştir.
Yine de, bu korkutucu baba yapılanmasına,
dişi öğeler katılarak, tehlike dengelenmek istenmiştir. Çocukluk yaşlarına
kadar (burada olasılıkla 9 yaşma değin), melankolik ressam, babasmı çocukluk
fantezilerine göre, dişileştirmiş; annesiyle birleştirmiş; annesine olan bağlılığını
da sergilemiştir. (67)
Freud, kendi araştırmalarından derlediği
verilere dayanarak, erkek ve kadm özelliklerin bir arada ve birlikte
bulunuşunu, çocukluk yanları yetişkinlik dönemlerinde de kalmış kişiliğindeki
"annesinin memesinden kopama-yan", "her dem süt çocuğu"
özelliklerini yaşamı boyu sürdüren (68) bu ressamın da hem kastrasyon korkusu
ve hem de kastrasyon özlemi (69) düşündürdüğünü anımsat-mıştır.
Freud bu çalışmasında, Totem ve
Tabu kitabmda geliştirdiği kuramının bir kez daha, 17 yüzyılda
yapılmış bir şeytan antlaşması ile sağlamasının yapıldığını, burada iyi ve kötü
ruhların, ilk Tanrıların ve şeytanın, hep ilk baba düşüncesinden, anısından
kaynaklandığını, fakat farklı doğrultularda evrimleştiklerini göstermiştir. İlk
baba, çok sert ve cezalandırıcı özellikleriyle kötü ruhu, şeytan düşüncesini
beslemiş, ama her şeye karşm, şeytan düşüncesinin ve duygusunun temelinde gene
de bu ilk koruyucu baba inancının olumlu izleri kalmıştır.
İnsanlar tarihsel gelişimin ve kendi
bireysel evrimlerinin herhangi bir döneminde, çaresiz durumlarda kaldıkça, bu
arkaik baba/şeytanlardan (bile) yardım iste-yebilmişlerdir. Babalara, Tanrılara
ve şeytana karşı bu çelişkili duygular, insanlık tarihinin hem filogenetik hem
"on-togenetik" süreci içinde yeniden üretilerek yaşanmış, süregelmiş,
birlikte anımsanmıştır. Dinler, farklı kültürel ortamlarda evrimleşmiş olsalar
da, bu temel ve kısmen patolojik ruhsal olgularm, sonradan yapılan çeşitli
sistematik yorumları, yanılsamaları olarak ortaya çıkmışlardır.
6. Tarihsel
Roman'ın Arka Planı: "Bir Yanılsamanın Geleceği", "Kültür
İçinde Huzursuzluk" ve "Kitle Psikolojisi..."
I.
1920 ile 1930 yılları arasında,
"Tarihsel Roman"rn arka planını üç önemli çalışma belirler. Bunlar;
"Bir Yanılsamanın Geleceği", "Kültür İçinde Huzursuzluk" ve
özünde "otoriteye tapınç"ı sergileyen "Kitle
Psikolojisi"dir. Bunlarm içerikleri kadar, giriştikleri polemik hedefleri
de birbirlerine benzer ve birbirlerini bütünler. Freud, 1912-13 yıllarında
tamamladığı Totem ve Tabu kitabmdan sonra, özellikle
meta-psikoloji konularma eğilmeye başlar. Bu alanda en önemli
düşüncelerini Bir Yanılsamanın Geleceği kitabmda dile getirir.
(70) Bu yapıt 1927 yılının ilkbahar aylarmda yazılmaya başlamr, aynı yılın
Eylül aymda tamamlanır ve Kasım ayında basılır.
Burada asıl vurgu, kültürün insanı
hayvandan ayıran, daha iyi yaşam koşulları içeren pek çok bilgi ve beceri
getirmesine karşm, insanların özde kültür düşmam olduklarının saptanmasıdır.
Kültür belki de, insanlara verdiğinden çoğunu onlardan geri almaktadır. Biraz
yakından bakıldığında, bunun gerçekten de doğru olduğu, her kültürün zorlama
ve içgüdülerden vazgeçiş üzerine kurulu olduğunu görülür. Kültürlere karşı
duyulan düşmanlığın özünde, engellemelerin ve yasaklarm oluşturduğu
yoksunlaşmaların bulunduğu saptanır.
Bu süreç doğumla birlikte başlamakta ve bireyce içselleştirilmektedir. Yaşanan
çaresizlikler de babalara, Tanrılara (ve de otoritelere) karşı özlem olarak
ortaya çıkmaktadır. Önceleri Tanrılardan doğal felaketlere çare bulmaları
beklenirken, modern dünyada ise, kültürlerin getirdiği kusurları düzeltmeleri
beklenmektedir. Bu bağlamda, hem çocuksu hem de erişkin çaresizliğinden
korunma ihtiyacı Tanrı baba (ya da otorite) gereksinimini artırmaktadır.
Sonuç olarak, pek çok insan kültürlerden
huzursuzdur, mutsuzdur ve bu kültürleri kurtulunması gereken birer boyunduruk
olarak görür. Fakat bu çaresizliklerden kurtulmanın yolu, dini yanılsamalar
değildir ve bu yanılsamalar psikiyatri kliniklerinde görülen sanrılı,
hezeyanlı psikozlara benzerler.
Çocuksu yanılsamaların peşinden
gitmektense, erişkin insan aklının, bir gün bu çaresizliğimize (bile) bir çare
bulacağını beklemek, en akıllıca yol olarak görülür. Bilim, insanlara
avuntulu yanılsamalar öngörmez.
II.
"Bir Yanılsamanın Geleceği"
çalışması büyük yankı uyandırır. Başta kilise olmak üzere, hemen hemen tüm
toplumsal kurumlar, dindarlar (utangaç) yarı dindarlar Freud'a saldırırlar.
Ancak, bu ara onun yakın arkadaşı, büyük düşünür/yazar Romain Rolland, Freud'a
yazdığı bir mektupta, kendisiyle aynı düşüncede olduğunu, ancak dini duygularm
insanlarda, hatta bizzat kendisinde, sınırsız bir "sonsuzluk"
duygusu, bir tür "okyanus duygusu" yarattığını ve bundan da hoşnut
olduğunu, bir anlamda, bu tür bir yanılsamayı "gönüllü"
kabullendiğini söyler. Freud, Romain Rolland gibi bir aydmm (bile) dinsel yanılşamalara
"ama/fakat" gibi karışık duygularla yaklaştığını görerek, 1930
yılında, Nazilerin yönetime gelişlerinin arifesinde, içinde yaşanılan (ve de
yaşanılacak olan) kültürel ortamla bir kez daha hesaplaşmayı -en azmdan kendi
kişiliği açısından- kaçınılmaz bulur. Ve "Kültür İçinde Huzursuzluk"
adlı ünlü yapıtmı hazırlamaya başlar. "Kültür İçinde Huzursuzluk"
çalışmasının ilk bölümü, 1929 yılının Kasım/Aralık aylarında, ikinci bölümü
Ocak/Şubat 1930 yılında yazılıp yayımlanır. Sonra da tüm çalışma 1930 yılında,
136 sayfalık bir kitap olarak basılır. Kitabın temel konusu, yine kültürel
gelişmeler ile, bunlarm içgüdülerde ortaya çıkardığı
kısıtlamalar/yasaklar/engellemeler arasında -bir anlamda- çözümsüz ve
uzlaşmasız kalan çaresizliklerdir. (71) Freud, "yanılsamanın
büyüsüne" kendisini kaptırmış, Romain
Rolland ile hemen canlı bir polemiğe girer ve tartışmasını, onun kullandığı,
sonsuz, sınırsız okyanus duygusu temeli üzerinde geliştirir.
Freud'a göre, benlik ile dış dünya
arasmdaki sınırların ortadan kalktığı (ya da kalkar gibi olduğu), okyanus vari
duygular, aşk gibi fizyolojik, psikoz gibi patolojik hallerde sıklıkla görülür.
Bunlarm ardında dinsel ya da Tanrısal etkiler/yardımlar aramak boşuna bir
çabadır. (72) Artık yetişkin insan düzeyine gelip, böylesi çocuksu duygu ya- •
nılsamalarından kurtulup, gerçeklik ilkesine adım atılmalıdır. (73, 74, 75)
Ayrıca, Tanrı'nın yerine kişisel olmayan -idea, tin ve başkaları gibi- gölgemsi
soyut ilkeleri koyarak, dinin Tanrısmı kurtarabileceğini sanan bu felsefelere
(aydmlara) karşı alayla seslenir: "Efendilerinin adma hürmetsizlik
etmeyin". (76)
Freud, burada, Goethe'nin ünlü dizelerini alıntılar. Goethe şöyle yazar:
"Wer Wissenschaft und Kunst besitzt, hat auch
Religion;
Wer jene beiden nicht besitzt, der habe
Religion." Bu dizeler şöyle çevrilebilir:
"Her kim ki bilim ve sanat haizdir, dindar da olabilir; Bu ikisine de haiz
olmayan, ancak dindar olur." (Goethe; Gesammelte
Werke und Gedichte, Eurobuch 1998, s. 481)
Gene alaycı söylemiyle, ne
bilimi ne de sanatı olmayan sıradan insanı, dininden de yoksun bırakmaya kalkışanların,
hem Goethe'ye hem de sıradan insanlara haksızlık edeceği açıktır. Ama Romain
Roland gibilere ne denebilir?
Kültürün cinsel yaşama kısıtlama getirme
eğilimi, en az kültürel birikimini genişletme eğilimi kadar açıktır. Daha ilk
evrensel din olan totemizm, ensest içerikli nesne seçimini yasaklamıştır.
İnsanın cinsel yaşammda bugüne değin geçirdiği en köklü sakatlık -belki de- bu
olmuştur. (77) Baskı altına alman unsurların başkaldıracağı korkusu,
kültürleri hep daha katı önlemler almaya zorlar. (78) Bu bağlamda, kültürlü
insanın cinsel yaşamı ciddi ölçülerde zedelenmiş, cinselliğin insan yaşammda
bir mutluluk kaynağı olarak önemi azalmıştır. (79) İnsan bireysel özgürlüğünü
yitirmiş, aile içinde cinsel doyum bitmiştir. Analık babalık görevleri cinsel
yaşamı dondurmuştur. Ekonomik gereksinmeler, cinsel enerjinin zorunlu çalışma
yönüne doğru kaymasını kolaylaştırmıştır. Cinsel yaşam dışı tatminde pervers ilişkiler, yaşanan bu
çaresizliğin görüntüleri olabilir. Bu durum, tüm doğal heyecanları öldürür.
Kültürlü insanm cinsel yaşammda çok ciddi sorunlar vardır. Kültür insanlara
güvence vermiş, buna karşın haz ve mutluluğu almış, bunun diyeti yaşam boyu
süren tehditler, acılı mutsuzluklarla ödenir olmuştur.
Analitik çalışmalar, nevrotik olarak
bilinen insanların, cinsel yaşamlarmdaki bu tür engellemelere katlanmadıklarını
gösterir.
Kültürün en olumsuz etkilerinden biri,
belki de birey insanı toplumun içinde eritmesidir. İnsan tekdüzeleşmiş, cemaat
içinde yok olmuştur. Aile, birey özgürlüğünü yeniden üretememiş, birey, aile
içinde erimiş, donuklaşmış, bir daha yeniden topluma katılamamıştır. (80) Son
yıllarda görülen tek basma (single) yaşama eğilimleri de, beklenen mutluluğu,
güveni insana vermemiştir.
İnsan içgüdülerinden vazgeçip, otoritenin
saldırganlığını içselleştirdikçe, suçluluk duygusu, vicdani huzursuzluklar
haline dönüşmüştür. Batıl inançlıların vicdandan, ahlaktan çok söz etmeleri,
içgüdüsel özlemlerini çok fazla duyumsamalarmdan kaynaklanmaktadır. Ensest
arzusu zaten en çok da bunlarda görülmektedir. Pervers cinsel arzularm yoğun
olarak duyumsandığı saplantı nevrozlarında, depresyonlularda, melankoliklerde
bu duygunun "bilinçdışı suçluluk duygusu" olarak algılanması -da-
olasıdır. (81)
Freud'un bu ünlü çalışmasının son bölümü
belki şöyle toparlanabilir: Kültürel ilerleme için ödediğimiz bedelin, suçluluk
duygusunu artırması nedeniyle, mutluluktan çok • şey kaybettiğimiz
görülmektedir. (82) Bu durum insanlara öylesine yerleşmiştir ki, suçluluk
duygusu yerine (artık) suçluluk bilincinden söz edilmeye başlanmıştır. (83) Kültürel
gelişmelerin yarattığı suçluluk duygusu (bilinçdışı-na bastırılıp) bilinçsiz
kaldığı için, sürekli bir sıkıntı, bir doyumsuzluk olarak duyumsanmaktadır.
(84) İçgüdüsel doyum eksikliğinin, suçluluk duygusuna ve saldırganlığa yol
açabileceği düşüncesi ağırlıktadır. Kültürel gelişmenin zorunlu doğası gereği,
cinsel yaşamm kısıtlandığını söylenmesi daha anlaşılabilir, kabul edilebilir,
ama bunu
"kutsal" boyutlarda
tartışmak kabul edilebilir birşey değildir. İnsan, ancak makul, insancıl bir
amaç uğruna mutluluğundan bazı özverilerde bulunabilir, ama prepsikotik dinsel
yanılsamalar uğruna değil. Dindarlarm, ahlaktan ve vicdandan söz etmelerinden
bekledikleri tek şey: "Avun-tu"dur. Ben avuntu öneremediğim için bana
yapılan suçlamalara -daha şimdiden- saygı duyuyorum.
III.
Kitle Psikolojisi (1921), yazılış tarihi
bakımmdan, diğerlerini öncelemesine karşın, burada öngörülenler, sonraki yıllarda
şaşırtıcı biçimlerde doğrulanmış, ölüm içgüdüsüyle otorite tapmcmm sürekli
üretişi yaşanan kültürler içinde bir kez daha gözler önüne sergilenmiştir.
Kitle içinde, bireyin libidosunun önemli
bir bölümü, kendisini güvencede duyumsaması için (ilk toplumlarda Tanrılara,
modern toplumlarda öndere) otoriteye verilir. Böylece birey insan, sözde
kendisini kitle ile özdeş duyumsar. Önceleri tapmaklarda yapılan, tekrarlanan
bu tür törenler, modern toplumlarda spor salonlarında, ulusal günlerde yapılan
ibadet benzeri toplantılarda gerçekleştirilir. Sonuçta birey kendisini tümüyle
yitirir. Bu tür bireylerden oluşan toplumlar da "yapay toplumlar"
haline gelirler. İnanan ya da otoriteye tapan insan, sürekli olarak kendinden
verir ve sonunda, ne verecek ne de yapacak bir şeyi kalmaz.
Köktenci dinsel yoğunlaşmalar, çok kez tüm
benliğin cinsel düşüncelerle kaplanmasına neden olur. Freud'un yakm dostu
İsviçreli teolog ve psikiyatrist Oskar Pfister, özyaşamsal itiraf niteliğinde
bir açıklamasında, derin dinsel bağlanımların da regresyon sonucu ateşli
cinsel uyarımlara dönüşmesi olanağını vurgulamıştır. (85)
"Kitle Psikolojisi" üzerinde
toplanan bilgilerin uzantısında, Freud, şöyle bir öngörüde bulunur. Cinsel
doyum sağlama amacıyla birbirine gereksinen iki kişi, cinsel birleşme için
yalnızlığı ararlar, dolayısıyla bu davranışları sürü içgüdüsüne ve kitle
duygusuna (Tanrı ve/veya otorite tapıncına) karşı bir başkaldırı niteliği
taşır. (86) Bu bağlamda, gerçek sevgi hem kitleselleşmeyi hem de din-selleşmeyi
yadsır.
Yanılsamaların, kültür içinde yaşanan
huzursuzlukların modern toplumlarda, özellikle de Almanya'da, kitle
psikolojisi bağlamında gösterdiği gelişmeler ve bu arada Freud'un sağlığının
giderek bozulması, ona bir an önce, "Roma'nm Fethi'nin" ötesinde,
ivedilikle Mısır ve Kudüs'e değin "kutsal topraklara" uzanan
"tarihsel roma-n"a başlama zamanının geldiğini göstermiştir.
7. Freud'un
Genel Sağlık Durumu ve Sonun Başlangıcı
i.
Hemen hemen tüm (resmi ya da yarı-resmi)
Freud biyografisi yazarları, onun üst çenesinde oluşan kötü huylu tümör
dışmda, uzun yaşamı boyunca sağlığının hep iyi hatta çok iyi olduğunu
yazmışlardır. Özellikle Ernest Jones, tüm ciddiyetine karşın, üstadm
sağlık durumunu oldukça abartmışta. Dr. Max Schur, 1928-1939 yılları
arası, Freud'un özel hekimi olarak çalışmış, son dakikalarına değin yanmda
bulunmuş, oldukça ayrıntılı notlar tutmuş, sonra da bunları yayımlamıştır. (87)
Ayrıca Freud, özel yazışmalarında da kendi
sağlık durumuna sıkça değinmiş (pek çok biyografi yazarı dostunun ve özel
hekiminin tersine) bedensel ve psişik şikâyetlerini oldukça içtenlikle ve
ayrıntılı biçimlerde anlatmışta. Bu bağlamda, elimizde onun genel sağlık durumu
ve özel hastalıklarıyla ilgili (yine çoğu Freud'un kendi verilerine dayanan)
oldukça ayrıntılı bilgiler vardır ve gerçekte durum pek de öyle "resmi ve
yarı resmi" biyografi yazarlarının söylediği gibi değildir. Hatta Jürk
Kollbrunner'in tanımıyla, Freud neredeyse tüm yaşamı boyunca psişik ve/veya
somatik (daha doğrusu psikosomatik kapsamda) sürekli hastadır. (88) Doğal
olarak, zaten onun konumunda birinin öyle olması gerekir. Bu bağlamda,
çenesinde olu-
şan tümörü psikosomatik bir hastalık
temelinde tartışmanın gereği bile vurgulanır. Konuyu çok dağıtmamak için,
"sağlık durumunu", ayrıntılarına girmeden toparlamaya çalışırsak,
şöyle bir görüntüyle karşılaşırız: (89, 90, 91)
- Olasılıkla ilk çocukluk
yıllarında idrarını altma sıkça kaçırıyordu. 1867-1880 yılları arasmda, yani
12-25 yaşlarında ciddi agorafobi sorunu vardı.
- 1881 yılında melankolik
ruhsal durumlardan, nevrasteniden, kabızlıktan, hatta angina pektoris benzeri
kalp şikâyetlerinden yakınmaktadır.
- 1883 yılında kollarmda ve
belinde romatizma türü ağrılar, şişlikler; annesinden kalıt olması
düşünülebilen migren atakları görülür.
- 1884 yılında siyatik ağrıları ciddi boyutlara varır.
- 1889 yümda kalp ritim
bozukları kaygı verici durumlara ulaşır.
- 1890 yılından sonra, artık
tek basma seyahat etmekten korkacak boyutta, kalp ritim bozuklukları vardır.
- 1893 yılında yenileyen kalp
ritim bozuklukları, taşi-kardiler, ölüm korkuları başlar ve uzun süreler devam
eder.
- 1894 yılında yine kalp ritim
bozuklukları, entelektüel çalışmasında durgunluklar, "ruhsal beyinsel
felç" şikâyetleri ileri düzeylerdedir.
- 1895 yılında artan ölüm
korkuları, melankolik şikâyetler...
- 1896 yılında migren atakları,
yalnız kalma korkuları, depresyonlar...
- 1899 yılında depresyonlar, korkular.
- 1909 yılında mide-barsak
şikâyetleri, kabızlık, prostat şikâyetleri -bir kez Jung'un kolları arasında
olmak üzere-bayılmalar görülür.
- 1911 yılında konsantrasyon
sorunundan yakınmalar, migren atakları, mide-barsak şikâyetleri, kabızlıktan
yakınmaktadır.
- 1912 yılında yeniden bayılmalar görülür.
- 1913 yılında melankolik şikâyetler saptanır.
- 1914 yılında kanser korkuları, kabızlıkları artar.
- 1915 yılında prostat şikâyetleri vardır
- 1917 yılında artan uykusuzluk
şikâyetleri, üst çene kemiğinde bir şişkinliğin oluşmaya başladığı (?)
izlenir.
- 1920 yılında en sevgili
çocuğu Sophie'nin ölümünden sonra ortaya çıkan yoğun ruhsal acılar,
rahatsızlıklar.
- 1921 yılında ruhsal çökkünlük
halleri, kalp ritmi bozuklukları.
- 1923 yılında damak kanserinin
saptanması. Sonu gelmez muayeneler, acılar, ameliyatlar...
Melankolik ruhsal durum, migren,
mide-barsak şikâyetleri, kalp ritim bozuklukları Freud'un hemen hemen tüm
yaşamı boyunca görülmüştür. Korku krizleri, bayılmalar, kronikleşen
miyokardit, paroksismal taşikardiler ve tabii "libido kuramcısının"
kronik cinsel yetmezlik sorunları.
Bütün bunlarm dışmda ve bir anlamda sonun
başlangıcı niteliğinde bir gelişmeyle, 1923 yılı Şubat ayı başlarmda damağmda
"ağrılı bir oluşumun" farkma varır. Ve bunun prekanseröz (habis
tabiatlı) bir tümör olması ihtimalini hemen ilk bakışta kendisi görür. Ama
uzun bir süre hiçbir uzman hekime göstermez, erteler. Bunun gizli bir ölüm
istemi, pasif bir intihar girişimi olup olmadığı tartışılır. Sonunda arkadaşı,
dermatolog Dr. Maxim Steiner'e göstermek zorunda kalır. Birlikte lükoplazi (epitel hücrelerinden
kaynaklanan kötü huylu bir gelişim) tanısmı koyarlar ve hemen parça alınması
kararı verilir. Gene birkaç gün geçer. Arkadaşı Felix Deutsch ziyarete
gelir. Freud yine ağzını açıp göstermek ve hastalığından söz etmek istemez. Fakat,
ısrarla "bir göz atılır" ve hemen habis tümör tanısı konur. Sonunda
Viyana Üniversitesi, Kulak Burun Boğaz hastalıkları profesörü Markus Hajek'a
muayene olur ve de ardından ameliyat kararı alınır. 20 Nisan 1923 tarihinde
Markus Hajek, damaktan parça alır. Epitel kanseri tanısı konur. Ayrıca koruyucu
önlem olarak, Radyolog Dr. Guido Holzknecht ağzına bir küçük radyum kapsülü koyar. Fakat, bu ameliyatın,
başarılı bir girişim olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Yeterli özen ve
hatta ciddiyet gösterilmemiş, tümör bütünüyle alınmamış, bölge yeterince
temizlenmemiştir.
Freud, 25 Nisan 1923 tarihinde,
durumu "Viyana Gru-bu"na duyurulmak için, Ernest Jones'a bir tür yarı
resmi açıklama yapar: "İki ay kadar önce çenemde/damağımda lökoplastik bir
şişkinlik duyumsadım. 20 Nisan'da bunu çıkardık. Çalışamıyorum ve
yutkunamıyorum. Benim kendi tanım epitel dokusuna bağlı bir tümör. Bu (bedensel)
isyanın/başkaldırının nedeni tabi ki tütün." (92)
Acıların dayanılmazlığa karşın, Freud, yaz tatilini İtalya'da
geçirme kararı alır. Roma'yı bir kez daha görmek ister. Anna ile yola çıkarlar, fakat
yarı yolda yara yerinden kanama başlar. Ayrıca göğsünde angina pektoris benzeri
ağrıları artar. Yeni bir ameliyat kararı alınır. Yeni ameliyatı Profesör
Pichler yapacaktır. 26 Eylül'de, Pichler, Freud'u ilk kez muayene eder. Tümörün
gelişmekte olduğu saptanır. 4 ve 11 Ekim 1923 tarihinde iki aşamalı geniş
kapsamlı bir operasyon/rezeksiyon yapılır. Çok acılı günler yaşar. 19 Ekim 1923
tarihinde Jones'a şöyle yazar:
İflah olmaz, iyimser sevgili dostuma,
bugün tamponlar çıkarıldı. Tüm mektuplara, selamlara, gazete kupürlerine,
haberlere teşekkürler. İğnesiz uyuyabilecek duruma gelince, eve döneceğim.
Yürekten selamlar, Freud. (93)
28 Ekim'de evine gider. 12 Kasım'da bir
ameliyat daha gerekli olur ve ardından acı dolu 16 yıl içinde, Freud bu
"canavarla" boğuşacak ve bu arada 33 kez daha ameliyat olacaktır.
Sadece 1923 ile 1928 yılları arasında, Dr. Pichler tarafından, 350 kez muayene
edilecektir. 1932 yılında, yine sadece Pichler 92 kez muayene edecek ve beş kez
daha ameliyat yapacaktır. Bütün bu acılı günler süresinde, Freud ile Anna,
artık her gün biraz daha birbirlerine yakınlaşırlar. Martha daha da geri plana
çekilir. Klinikte yatmak zorunda kaldığı zamanlar yanında hep Anna kalmış ve
ona bakmış; Freud ve Anna hep birlikte olmuşlardır. Freud'un bu durumu, Kral
Lear ile kızı Cordelia arasındaki ilişkiye benzettiği ve sıklıkla Anna'ya
Cordelia dediği bilinir.
|
Bu arada habis tümörle aralarında sevgi/öfke dolu bir birliktelik oluşur.
Çarşamba toplantılarına katılanlardan birinin gözleminde, konuşmalar sırasmda,
Freud çocuksu bir hınzırlık arayışı içinde (yine hiç kimseye sezinletmeme
|
ye çalışarak), ilk önce diliyle damağmdaki bu habis tumoral oluşumu
arar ve bulur... Onunla ilk kez diliyle oynar... Sonra törensel bir tavırla
cebinden bir puro çıkarır, yakar, içine derin bir duman çeker... Sonra puronun
ucunu (gene kimseye fark ettirmemeye çalışarak) tümörün üzerine bastırır...
Birbirlerinden karşılıklı intikam almaktadırlar... Bu ara, en ağrılı ve acı
veren durumlarında bile, düşünme gücünü azaltabileceği kaygısıyla, kuvvetli
ağrı giderici ilaç almayı kabul etmez. Bu konuda Stefan
Zweig'in yansıttığına göre, gerekçeli açıklaması şöyledir:
"Ich
will lieber in Qualen denken als nicht klar denken können. "(94)
Bu şiirsel ve çok etkileyici söyleyişi (ya
da tavır alış veya yaşam tarzmı) belki şöyle çevirebilir: "Acı içinde yaşamayı,
kafam bulanık yaşamaya tercih ediyorum."
Acı yaşanmalıdır. Ağrı giderici düzeyde de
olsa, gerçeklik ilkesini daha açık ve net yaşamak için "avuntuya",
"yanılsamaya" yer
verilmemelidir. Gerçeklik ilkesinin yanında, morfinle bile avuntu olmamalıdır.
O zaman "yanılsamalardan ne denli uzaklaşıldığı belki biraz daha açık
anlaşılabilir.
8. "Ben
Viyana'yı terk etmedim, Viyana beni terk etti!!!"
i.
Avusturya'nın Almanya'ya bağlandığı, 11
Mart 1938 günü, akşamüstü geç vakitler, Freud'larm evine telefon edilir ve
"Sayın profesöre söyleyin, yarm Viyana'ya Hitler geliyor" diye haber
verilir. Freud da bu haberi (en sonunda) "kötü şeyler olacak" diye
yorumlar. 11 Mart günü basında yazılanları okuyan Freud, günlüğüne,
"Avusturya'nın sonu" ("Finiş Austriae") diye yazar. 12 Mart
günü evin kapısına gamalı Haç çizildiği görülür. Viyana'nm içinde bulunduğu
durum, 1683 yılında Türklerin kuşatması altındaki günlere benzetilir. (95)
Viyanah Yahudi aydmlarm, İsviçre ya da
Fransa'ya gitme tartışmaları hızlanmıştır. Bu ara, yazar Egon Friedell •
yaşananları protesto için intihar eder. Freud ailesi, evin oturma odasmda
toplanır ve Avusturya'nın bu en ünlü Yahudisinin evinin, Gestapo tarafından ne
zaman ve nasıl aranacağı ve buna karşın neler yapmak gerektiğini tartışmaya
başlar.
14 Mart günü, Hitler Viyana'ya gelir, iki
gün soma, 16 Mart 1938 tarihinde Berggasse 19 numaralı evin kapısı yumruklanır,
5 kahverengi gömlekli SA evin içine girer. Paula Fichtl'in anılarına göre,
Martha Freud, çok serinkanlı davranır, SA'ları buyur eder. Nazilerin girdikleri
evlerde,
öncelikle, tüm paralara el koymak
gibi alışkanlıkları olduğu bilindiğinden, çantasındaki paraları masanm üzerine
döker. Bu ara grubun önderi konumundaki kişi, Anna'ya yan odadaki kasayı
açtırır ve içindeki 6000 Schilling'i alır. Freud, tüm bu olup bitenleri hiç
sesini çıkarmadan oturduğu yerden izler. SA'lar, biz gene geleceğiz, diye
çıkıp giderler. Aile -ama özellikle Freud- artık tehlikenin büyük kapsamlı
olduğunu -en sonunda- anlamıştır.
Freud'un pek çok yakın arkadaşı, Yahudi
aydınlan, özellikle de Brunswick ve bu arada Paula HiÜer'in
daha 1933 yılında başbakan seçilmesinden sonra, yaklaşmakta olan tehlikenin
büyüklüğüne dikkat çekmişler, Freud hep gülerek,
"leh bin ja doch schon fast tot" ("Ben
şimdiden neredeyse ölmüş sayılırım") diye yanıt vermiş, gelmekte olan
büyük tehlikeye karşı ilgisiz kalmıştır.
Freud'un, bilinçdışı dünyasını
araştırmasmda çok becerikli olmasına karşın, günlük yaşamın bilinçli sorunlarını
anlamada başarısız olduğu hep bilinir. Örneğin, Viyana'yı terk etme önerilerine
çok katı ve uzlaşmaz bir tavırla hep hayır demiştir. Hermannn Nurberg'm, anılarına
göre, Freud, Avusturya'da kendileri için bir tehlike olduğunu hiçbir zaman
düşünmemiş, tersine Avusturya yöneticilerinin Yahudileri koruduğuna inanmıştır.
Diğer pek çok aydın Yahudi gibi, evlerine Naziler gelene değin durumun "ciddi
ama umutsuz" olmadığını sanmıştır. Hit-ler'in Almanların bir yüz
karasa olduğunu ama Avusturya için bir tehlike olmadığmı düşünmüş,
dahası, Goethe gibi bir ozan yetiştiren kültürün içinde, bu tür bir
kötülüğün başarılı olamayacağını, ayrıca, izlenmeye alışkın bir toplum
olduklarını, tarihlerinin ve geleneklerinin hep bu tür izlemelerle dolu
olduğunu, bu kez de yeni bir diyaspora başlayacağını söylemiştir. (96)
Freud, yıllarca, Viyana'da
kendisi için kişisel bir tehlike düşünmemiş, 1933 yümda, Berlin'de Opera
Binası'nın önünde kendi kitaplarının da yakılması üzerine, "Orta-çağ'da
olsaydı, beni de yakarlardı, şimdi hiç olmazsa sadece kitaplarımı
yakıyorlar" diye alaycı yorumlar getirmiş. Nasyonal sosyalizmin, tarih
öncesi barbarlığa geri gidiş olduğunu söylemiş, ancak bunu güncel bir tehlike
olarak görmemiş, görememiştir.
Freud, yaşammı hep Viyana'da
tamamlamayı düşünmesine karşın, Mart ayında 120 kadar psikiyatrist/psiko-log
Viyana'yı terk edip, dış ülkelere göçmüşler; bu ara Fre-ud'un oğulları Oliver ve Erich de
İngiltere'ye gitmişlerdir. Özel doktoru, Max Schur, Freud'a,
Avusturya sınırlarının kapandığını ve ancak özel izinle dışarı çıkılabileceğini
söylemiş, Freud, bu tehlikenin de geçici olduğunu düşünmüş. Ernest
Jones, acele Viyana'ya gelmiş ve Freud ile saatlerce süren konuşmadan sonra, onu, bir an önce Viyana'yı terk
ermeye ikna edebilmiştir. 17 Mart tarihinde, Prenses Maria Bonapart, Paris'ten
Viyana'ya özel olarak bu işi örgütlemeye gelmiş, ünlü zengin işadamı
Tiffany'nin kızı Dorothy Burlingham, ABD konsolosu William Buillit
üzerinden Başkan Rooswelt ile Ernest Jones, İngiliz hükümetiyle, Prenses Maria Bonapart, tüm Avrupa
Kral Hanedanları, * aristokratları ve büyük banka sanayi kuruluşlarmm yöneticilerinden
kimi tanıdıkları üzerinden Freud için Avusturya'dan sağlıklı bir çıkış planı hazırlamaya başlamışlardır.
Freud'un, Avusturya'dan çıkarılması planı
artık ivedi olarak gündeme gelmiş, Freud, psikanalize hiç ilgi duymayan
Fransa'ya gitmek istememiş, Ernest Jones, yakm arkadaşı İngiltere İçişleri
Bakanı Sir Samuel Hoara ile konuşup, 16 aile üyesi, ayrıca özel
doktoru Max Schur ve ailesi için vize ve oturma olanağı sağlamışnr. İzleyen günlerde Gestapo yeniden
evlerine gelmiş. Freud, gelenleri
oturma odasma davet etmiş. Evleri
yeniden aranmış ve istedikleri yapıldığı takdirde, Freud'a bir zarar gelmeyeceği
söylenmiş. Aramadan sonra Gestapo, Anna'yı da alıp birlikte götürmüş.
Bu arada Arma, gereğinde yutup intihar edebilmek için, yanına bir
şişe Veronal tableti almış, Dorothy Burlingham, Amerikan
Büyükelçiliği üzerinden Anna'ya ulaşmaya çalışmış, bir süre sonra da Arma
serbest bırakılmıştır. Freud, bu ara günlüğüne 22 Mart tarihli notunda,
"Arma Gestapo'da" diye yazmış. Ailenin yardımcısı Paula'nm
söylediklerine göre, "son arama sırasmda yemek odasında yalnız kalan, baba
kız konuşurlarken, bir ara Arma, babasma "intihar etmenin akıllıca bir
davranış olup olmadığını" sormuş, Freud, bunun için biraz daha
beklenebileceği yanıtmı vermiştir. (97)
Viyana'dan ayrılmadan önce, "şimdi ne
yapacaklarını" soran arkadaşlarma, "Kudüs Tapmağı'nın yıkılmasından
sonra, Haham Jochanan, Titus'tan Thora okullarmm yeniden açılması için izin
aldı... Bizler de aynı yolun yolcularıyız. İzlenmeye alıştık.." demiş ve
78 yıl yaşadığı Viya-na'yı terk etme hazırlıklarına başlamıştır.
Kitaplarmmönemlibir kısmım Viyanalı
kitapçı Heinrich Hinterberg'e bırakmış, sonra bunları Dr.
Jakob Schatzky New York Psikiyatri Enstitüsü için satın
almıştır. Freud, bu ara tüm zamanmı, mektuplarını ve yazışmalarını yakmak için
ayırmış, bunların bir kısmmı Arma Freud ile Marie Bonaparte son
dakikada çöp tenekelerinden kurtarmışlardır. Bunların önemli
kesimini, Marie Bonaparte etekliğinin altında, Viyana'daki
Yunanistan Büyükelçiliğine götürmüş, oradan da diplomat postasıyla Paris'e
göndermiştir.
Yaşanan bu büyük karmaşaya karşm, yine de
pek çok şey ayrıntılarıyla düşünülmüş. Bu geçici felaketin sonunda, bu evin ve
çalışma odasmm, günün birinde nasıl olsa müze olacağı kararma varılmış, eve
fotoğraf sanatçısı Edmund Engelmann gelmiş, sonradan aynısını yeniden yapabilmek
için, evin, odaların, her bir yerinin köşe bucağm fotoğraflarını çekmiş.
5 Mayıs 1938 tarihinde, ailenin bir bölümü
İngiltere'ye doğru yola çıkmış, 6 Mayıs 1938 tarihinde, Freud'un 82. doğum
gününde hiçbir tören yapılmamış, Freud'u o zamanki avukatı, Dr. Alferd Indra
sonradan Viyana'daki son günleri kapsayan dosyasmı yayımlamış: Buna göre, 20
Mayıs günü Freud ailesinden gelen bir yazıyla, Almanya'dan çıkış vergisi
olarak 4824 dolar istenmiş, bu parayı Marie Bonaparte hemen ödemiştir.
Tüm banka verilerinin dökümü yapılmış. 21
Mayıs 1938'de koleksiyonunun değeri saptanmaya çalışılmış ve sonra bunları
İngiltere'ye götürebilme izni verilmiş, daha 28 Mart günü Freud ailesine,
Avusturya'yı terk edebilecekleri güvencesi verilmiştir. Freud ailesi -büyük
bir olasılıkla, genelde sanıldığı gibi 4 değil- 3 Haziran 1938'de Orient
Ekspres'e binmiştir.
9. Londra'daki Sürgün Günleri
i.
Hep anlatılagelindiği gibi, Freud'un
Viyana'ya karşı tavrı çelişkili bir nefret/sevgi ilişkisi içinde sürmüştür. Bir
yandan psikanaliz hareketinin ancak bu kentte gelişebileceğini söylemesine
karşm, öte yandan sürekli olarak Viya-na'dan nefret etmiş ve bu nefretini
gizlemeye bile gerek duymadan, fırsatmı bulduğu anda, Londra ya da Berlin gibi
bir metropole kaçıp kurtulmak istediğini yazmış, bu denli uzun süre yaşadığı bu
donuk ve hareketsiz kentin, bunca zaman içinde aklma hiçbir "yeni düşünce"
getirmemesinden yakınmıştır. (Jones) Buna karşm bir yaşam boyu sürekli olarak
burada yaşamak zorunda kalmış. Viyana'dan -bu kez- zorunlu olarak ayrılmak
zamanı geldiğinde -içtenliğine inandığımız davranışlarla- bu kez burasını hiç
mi hiç terk etmek istememiş ve bu ayrılışım, . "79 yıl zorunlu olarak
yaşadığı bir hapishaneden kurtulup "sürgüne gitmek" olarak
nitelendirmiştir.
Tüm karşı koymalarma karşm, Viyana'yı
nasıl terk edebileceği sorulduğu zaman, Freud onlara batan Titanic gemisinin
kurtulanlardan 2. Kaptan Lightoller'in, sonradan yapılan mahkeme sırasmda
kendisine, "Titanic'i ne zaman ve nasıl terk ettiği" sorulduğunda,
"Sayın Yargıç, ben Titanic'i hiçbir zaman terk etmedim. Güvertede duruyordum,
sonra birden Titanic beni terk etti" yanıtını verdiğini anımsatmış ve
"kendisinin de Viyana'yı terk etmediğini
|
(Berggasse 19 numaralı evde yaşarken), Nazi Almanyası ile bütünleşme kararı
alan Viyana'nm onu terk ettiğini" söylemiştir. (98)
Özel doktoru Max Schur'un
verdiği ayrıntılı bilgilere göre, Viyana'dan hareket eden grubu oluşturan
kişilerin kimlik dökümü şöyledir: Sigmund Freud 81 yaşında, karısı Martha Freud
77, karısının kardeşi Minna Bernays 73, kızı Arına Freud 42, oğlu
Martin 48, onun karısı Esti 41, oğlu Walter 16,
kızı Sophie 13, torunu Ernest Halberstadt 24, Freud'un kızı
Mathilde 50, onun kocası R.Hollitscher 62, özel doktoru Max Schur 41,
onun karısı ve iki oğlu ve ailenin uzun yıllar yardımcılığını
yapmış Paula Fichtl 36. (99)
Viyana'dan ayrılmadan önce, Gestapo kendisinden durumu hakkında bir yazı almak
ister. Freud, her zamanki ironisiyle "en iyi dileklerimle, herkese
Gestapo ile karşılaşmasını öneririm..." diye yazar ve imzalar. Yaşam boyu
trenden korkan Freud'un bu yolculuğu daha da beter korkular içinde sürmüş,
Almanya-Fransa sınırını ayıran Kahl Köprüsü'nü geçtikten sonra, Freud, geriye
bakmış ve "artık özgürüz" diyebilmiştir. Paris'te bir kısa duraklama
yapılmış, Marie Bonaparte'ın evinde dinlenilmiştir. Burada Marie Bonaparte ona
özgürlüğüne kavuşmasının anısma çok güzel küçük bir Antik Grek Tanrıça heykeli
armağan etmiş, sonra yeniden Londra'ya hareket edilmiştir. 15 Ağustos'ta
kitapları, mobilyaları ve özellikle de antika koleksiyonunun hemen hemen tamamı
kazasız belasız Londra'ya gitmiştir.
Freud'un kardeşleri Rosa Graf (doğ. 1860),
Maria (Mit-zi) Freud (1861), Adolfine (Dolfi) Freud (1862), Pauline VVİnternitz
(1864) yaşlılıkları ve hastalıkları nedeniyle Viyana'da kalmışlardır. Maria
Freud, Adolfine Freud ve Paula Winternitz, 29 Haziran 1942 tarihinde, Rosa Graf
28 Ağustos 1942'de toplama kampına getirilmiş ve öldürülmüşler, ölüm nedenleri
"iç kanama" olarak haber verilmiş, avukatları bunun "açlık
sendromu" da olabileceğini (ya da olduğunu) düşünmüştür. Nürnberg Mahkemeleri'nde,
Rosa Graf'ın toplama kampında öldürülmesiyle ilgili kimi bilgiler ortaya
çıkmıştır.
Mahkemenin, 27 Şubat 1947 tarihindeki
oturumunda bu konu görüşülmüş (Nürnberg Mahkemeleri Tutanakları, Band VIII.,
Sayfa 360) yazılanlara göre: Başyargıç Smirnovv, tanık Rajzman'a Freud'un kız
kardeşlerinin öldürülmesi olayına da karışan Treblinka Toplama Kampı yöneticisi
Kurt Franz'ı tanıyıp tanımadığını sormuş. Tanık Rajzman onları çok iyi
tanıdığını, Kurt Franz'm kamp komutanının yardımcısı olduğunu ve olayın
gelişimini şöyle anlatmıştır: Tren Viyana'dan gelmişti, insanlar vagonlardan
indirilirken ben istasyonda duruyordum. Kurt Franz bir yaşlı kadını durdurdu,
kimlik kartını kontrol etmek istedi. Kartı inceledi, "Siz Sigmund
Freud'un kız kardeşisiniz. Sanıyorum bir küçük yanlışlık olmuş. Burada ufak bir
bürokratik çalışma yapılacak. Plana göre, tren iki saat sonra Viyana'ya
hareket edecek, siz ona yetişirsiniz. Tüm eşyalarınızı ve belgelerinizi burada
bırakın, banyodan sonra tekrar alıp Viyana'ya gidecek trene
binersiniz..." dedi. Kadm banyo dairesine girdi ve tabii bir daha çıkmadı.
(100) Daha doğrusu Rosa Graf, "duman" olarak krematoryumun bacasından
çıkmıştır.
Sophie ile Freud. Sophie
genç yaşta ölmeseydi, Freud -olasılıkla- Anna yerine Sophie'ye
"takılacaktı" (S. T.;
Freud'un, Londra'daki günleri çok
hareketli geçmiş, hem yetkililer, hem toplum kendisine sıcak bir yakınlık
göstermişlerdir. Yaşamınm bu son döneminde, zaman zaman kendisini -tahmin
ettiğinden de- çok rahat duyum-samış, gençliğinden beri özlemini çektiği
İngiltere'ye gelmesine neden olan Hitler için, kendi kara mizahma
uygun olarak, "zaman zaman içimden "Heil
Hitler" diye bağırasım geliyor" demiştir. (101)
Freud'u, Londra'da pek çok kişi ziyaret
etmiş, bu ara Arhur Koestler anılarında, "Kuşkusuz küçük ve yaşlı bir
adam, ama hiç öyle seksenlik hasta bir insan kamsı vermiyor. Tersine ataerkil
bir İbrani gibi görünüyor" diye anlatmış. Bu ara, Virginia
Woolf ile kocası Leopold Woolf, Freud'u ziyaret etmişler, Freud,
Virginia Woolf üzerinde "çok etkili bir aura yayan olağanüstü
değerli, sevimli, saygın, yarı sönmüş bir volkan, çok büyük bir insan"
etkisi bırakmış. Yine ziyaretine gelen Eva Rosenfeld'in, Freud'un Londra'daki
odasını görüp, burasının da tıpkı Viyana'daki gibi döşendiğini
söyleyince, Freud, "her şey burada ama bir ben yokum" diye yanıtlamıştır. (102)
10. Tarihsel
Roman'ın Tamamlanışı: "Musa Denen Adam"
i.
Freud'u Musa üzerine -de- bir
"bilimsel peri masalı" yazmaya iten nedenler, yine psikanalizin
özünden kaynaklanmış bir anlamda. Freud, başından beri bu gereksinimi
duymuştur. Bireysel ve toplumsal biyografilerin yeterince anlaşılabilmesi için,
resmi yazılı yapıtların ve din kitaplarındaki verilerin ötesinde,
söylencelerin, sözlü anlatıların, anıların, mitlerin, hafıza tortularının da
gün ışığına çıkarılmaları gerekmiştir. Onun Musa ile tartışması en azmdan
babası Jakob ile uğraşması ve bu çelişkiye -de- gene Oi-dipus çaüşması
bağlammda, "makul bir çözüm" bulması, kuramsal bütünlüğü oluşturması,
"nelerin unutulmaması gerektiğini", unutulmaması gerekenleri
unutanlarm (nev- . roz ya da psikozlarda olduğu gibi), sürekli bir yapısal/ toplumsal
unutkanlığa mahkûm olabileceklerini belirtmek zorunlu olmuştur. Ayrıca, modern
psikolojinin kurucularından biri olarak, tarihin hafızasını yeniden öğrenmek
ve düzenlemek gereğini görmüş, tarihsel hafızanın, yazılı tarihten farklı ve
öte bir şey olduğunu; zaman zaman "araların hakikatinin",
"tarihsel hakikatlerin" önüne geçebileceğini savunmuştur.
Kamsma göre, her şeyden önce anılara ve
hafızaya bir mekân/yurt bulmak gerekmiş ve bu bağlam içinde, asıl
anayurdun Mısır olduğunu
vurgulanmış. Çıkış (exodus) buradan başlamıştır. Bu çıkış
"tarihsel gerçek" olmasa bile, "hafızalardaki hakikate"
uygun düşmüş ve bu da batıl inançlardan akla doğru bir gelişmeye gönderme
yapmıştır.
Teologlar ve tarihçiler bu ikilemi, bir
"Çıkış Mitosu" ile kurtarmaya çalışmışlar, ama geri dönmek ve
"bir zamanlar Mısır'da neler olduğunu" öğrenmek istemlerini
bas-tıramamışlardır. Vatikan'dan önce Karnak Tapınağı'nın bulunduğunu, bunun
ardında da büyük Mısır bilgeliğini, mistisizmini, çoktanrıların varlığmı
unutmanın sanıldığı gibi kolay olmadığmı görmüşlerdir.
Buna göre, Musa bir din kuramcısı
olmasının ötesinde, bir kanun koyucu, bir toplumsal otorite olarak belirmiş.
İlk önce Mısır, sonra da Roma İmpatorluğu'nun, özellikle de
"Pax Romana"nın yasalarını o öngörmüştür. Bu bağlamda, Musa hem Mısır
bilgeliğinin ve mistisizminin hem de aydınlanmanın temsilcisi olarak, 17. ve 18
yüzyıl düşünürlerinin tartışma konusu olmuş, üzerine pek çok araştırma
yapılmıştır. Schiller'den Goethe'ye, Spencer'den Samuel Bochart'a kadar pek çok
önemli isim bu konuyu işlemiştir. Fakat, Freud "yine çocuksu bir
kurnazlıkla" bunların en önemlilerinden hiç söz etmemiş, hatırlamazdan
gelmiş ama bir anlamda Spencer'in başlattığım tamamlamaya çalışmıştır. Mısır,
çoktanrılı dinler evresinden, tektanrıh din dönemine geçmişti. Bu bağlamda
Mısır ve Mısırlı "başkası" ya da "öteki" değil,
"başlangıçtı". Gizemcilik, Aton tektanrıh diniyle
evrimleşmişti. Spencer, bu konuyu Musa, Mısır'da eğitim görmüş, mistisizmi ve bilgeliği oradan
öğrenmiş bir İbrani'ydi diye çözümlemeye çalışmış; ama onun Mısırlı olduğunu
(bile) söyleyen daha pek çok araştırma yapılmıştır. (103) Bu çok önemli konu,
her şeye karşın, insanın tarihsel hafızasını hep karış-tirmıştır.
Musa yasa koyucu yanıyla, bireysel
özgürlükler ve içgüdülerden vazgeçişler pahasına, aklı ve aydınlanmayı temsil
etmiş, fakat "bastırdığı" baül inançlar, insanm doğal durumundaki
içgüdüsel hazlarmm, istemlerinin seslerini yansıtmıştır. İnsan kendi elleriyle
oluşturduğu bu tek-tanrılı kültür içinde, daha da beter huzursuz olmuştur. O bunların
hangisinin yanmda yer alabilecekti? Baba Jakob ile Musa'ya başkaldırmak kolaydı
ama o zaman akıl ve aydınlanma nasıl savunulacakta? Bu bağlamda yeniden
"Altın Buzağı"ya tapmmaya başlayanların ağzından (bir kez daha),
"Musa Denen Adam'a ne oldu?" diye sormak gereğini görmüştür.
Freud'un uğraşısı insanlık tarihinin
mitolojilerden, çoktanrılı dinlerden, tektanrüı dinlere (devrimsel nitelikli)
geçişin, "çıkış"m ve de geçmişin en temel bastırma/unutturma
sorunlarmdan biriydi. Musa'nm Mısırlı olduğunu, İsrailoğulları'nın Musa'yı
(olasılıkla) öldürdüklerini, İsrai-loğulları ile Musa arasmda büyük bir travma
yaşandığını, ama tam da bu noktada travmatik anıların asla, zaman aşımına
uğramadıklarım göstermiştir.
Toplumsal ve bireysel bilinçdışmı
(hafızayı) kurtarmak ' için hem Mısır'a, hem Musa'ya hem de Altm Buzağıya tapanlara
karşı belirli bir mesafe koyarak (bir zamanlar olup bitenlerin), yeniden
anımsanması gerekmiş. Psikanalizin bu kültürel ve kolektif hafızayı yeniden
araması ve yapılandırması, kendi bireysel hafızasını ve biyografisini düzenlemesi
için -de- kaçınılmaz olmuştur.
Paradoksmuş gibi görünse de dini ve
Musa'yı yadsıdığı en son anda, bütün bunları (Michelangelo'nun Musa'sı
üzerinden) hem yüceltip hem de en anlaşılabilir ve hatta makul karşüanabilir
bir noktaya getirmiştir. Burada en sağlam dayanağı, din ve tarih kitaplarından
önce, yine Ro-ma'daki Michelangelo'nun yaratısı çift boynuzlu başlı Doğa
Tanrısı Pan -Musa'da bulmuş. Musa'yı (hiçbir zaman göksel tektanrıh dinleri
sevmemiş ve hep panteist kalmış) büyük sanatkâr Michelangelo üzerinden yazmaya
başlamıştır.
Burada hep bir çeviri ve yorum
yanlışlığından söz edilir. Söylencelere göre, İbranice ışık-neyir sözü/tanımı
ile, Zulkarneyn (iki boynuzlu) sözü benzer biçimlerde söylenir ve sıkça
birbirlerine karışır. Çıkış-Exodus 34:29'da, "Sina Dağı'ndan indiği zaman
şehadetin iki levhası elinde idi ve Musa RAB ile söyleştiğinden, yüzünün
derisinin parladığını bilmiyordu" diye yazılmaktadır. Burada Musa'nın
yüzünün ışık içinde parlaması ile başmm boynuzlu olması, hiç olmazsa zaman
zaman birbirlerine karıştırılarak söylenegelmiş... Ve Michelangelo gibi bir
sanatkâr da, buradan kalkarak Musa'nm başmı boynuzlu olarak yapmış. Buna
inanmak için, insanın Michelangelo'yu ve mitolojiyi hiç mi hiç tanımaması
gerekir... Antik Grek mitolojisindeki dağlarda yaşayan keçi ayaklı Doğa
Tanrısı Pan, Mısır Güneş kültleri/inançları ile de bağlantılıydı. Böyle bir
bağlam içinde, Michelangelo Musa'yı, Aton ile -de- yaklaştırmıştır.
1513-16 yılları arasmda yapılmış olan,
2,35 m yüksekliğindeki bu dev yapıt, Michelangelo'nun yorumuyla bugün bile
kolayına "hazmedilememekte", Roma'da San Pietro in Vincoli gibi
görece küçük ve gözlerden ırak bir kiliseciğin neredeyse kolay görülemeyecek
bir köşesine âdeta saklanmak istenmektedir.
Freud, "Tarihsel Roman"ı, Musa
Denen Adam ve Tektanrı-cıhk kitabının tümüne yakm bir taslağını,
olasılıkla daha 1934 yılında hazırlamış; fakat, 1934 yılında -bile- Viyana
toplumunun, özellikle de Roma-Katolik kilisesinin gösterebileceği tepkilerden
çekinip, bu çalışmasının hiç olmazsa bir bölümünü baskıya vermekten
kaçınmıştır. Çok öğreticidir ki, bu kitap, Nazilerin yönetime gelmelerinden ve
Avrupa Anakarasmda Roma Katolik kilisesinin, gücünün görece gerilemesinden ve
hatta Freud'un İngiltere'ye gidişinden sonra, ancak 1939 yılında Hollanda'da
yayımlana-bilmiştir.
Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık kitabının 1934-38 yıllarında yazılmasına karşm, Freud'un, kendisini yaşam
boyu çok etkileyen Musa ile göz göze gelmeye ve bir anlamda hesaplaşmaya
başlamasmm tarihi eskilere, en azından, 1901 yıllarına, onun ilk Roma gezisine
kadar uzanır. Bu bağlamda, gençlik yıllarından ölümüne (1939) değin, Musa
üzerine düşündükleri ve yazdıkları bir bütünlük oluşturur.
Freud, 1901 yılının Eylül aymda, San
Pietro in Vincoli kilisesinde, Michelangelo'nun bu büyük yapıtının karşısında,
şaşkm bir hayranlık içinde donakalmış ve buradan ' yazdığı mektuplarından
yapabildiğimiz kimi çıkarsamalara dayanarak, olasılıkla, bilinç bulanıklılığı
ve depresyonla birlikte ortaya çıkan "Stendhal Sendromu" benzeri bir
psişik rahatsızlık (bile) geçirmiştir. (Stendhal sendromu: Bazı tarihi ve
sanatsal eserleri görünce ya da çok kısa sürede çok sayıda tarihi ve sanatsal
eserle karşüaşmca, yaşanan baş dönmesi, panik, paranoya ve kendi kaybetme
şeklinde ortaya çıkan tablo.) 1907 yılında Roma'da yapüğı yeni bir "Musa
ziyaretinin" ardmdan, ailesine "sürekli olarak Roma'da yaşayamamak ne
acı!" diye yazar. 1912 yılında yeniden Roma'ya gittiğinde, Martha'ya
yazdığı mektubunda, "Ben her gün San Pietro in Vincoli kilisesine, Musa
heykelini görmeye gidiyorum, sanırım heykel üzerine bir inceleme kaleme
alacağım..." diye haber verir. Fakat, bu çalışmanın sonuçlarmm ortaya
çıkması oldukça gecikir. Michelangelo'nun Musa'sı üzerine yazdıkları ancak 1914
yılında, İmago Dergisi'nde yayımlanır.
III.
Freud, "Michelangelo'nun
Musa'sı" adlı çalışmasında, 1914 yılma değin sanat tarihçilerinin Musa
heykeli üzerine yaptıkları pek çok yorumu özetlemiş, buralarda tespit edilen
önemli noktalarm, ayrıntıların altmı çizmiş. Fakat, bunların hiçbirini, kendi
açıklamak istedikleri için yeterli bulamadığmı vurgulamıştır.
San Pietro in Vincoli kilisesine her
gidişinde, heykelin karşısında durup, Musa'nm küçümser ve kızgm bakışları
karşısmda tutunmaya çalıştığını, beklemeye ve güvenmeye yanaşmayan, puta
tapmanın yanılsamasına yeniden kavuşur kavuşmaz, bayram yapan ayaktakımı
insanlar arasmda kendisi de varmış gibi, arkasına bakmadan sıvışıp, kendisini
kilisenin boşluğundan dışarı attığım ya da Musa'nm, yerden kaldırılmış ayağı
üzerinden yaylanıp fırlayacağını, levhaları elinden kaldırıp atacağını ve ruhundaki
öfkeyi dışa vuracağını göreceğim diye bekleyişlerini (...) ve bu bekleyişlerin
-gerçekleşmeyişi sonucu- yaşadığı düş kırıklığım anımsamış. Ancak bu
beklenenlerin hiçbiri olmamış, tersine mermer yontudan kutsal bir sessizliğin
yavaş yavaş etrafa yayıldığını duyumsamıştır. (104)
Freud, Michelangelo'nun Papa II. Julius
için yapmayı planladığı anıt kabrin bir parçası olarak yonttuğu Musa
heykelinde, anlatılanların ötesinde hep başka bir dinamizm ve ruh halinin
varlığmı düşünmüştür. Burada sergilenen Musa, dinginlik içinde gösterilmiş;
ancak, söylencelere göre, dinginliğin birden gürültüyle bozulduğu o ünlü an
gelince, Musa başmı çevirip karşısmda altın buzağıya tapanları görmüş, ayağa
fırlayıp kalkmasmı sağlayacak bir konum almış, sağ eli levhaları bırakarak,
yukarıya uzanıp sakala gömülmüş, duyulan öfke âdeta sakaldan çıkarümak
istenmiş; ancak, sıkıca kavranamayan levhalar öne-aşağıya doğru kaymaya
başlamış (...) (105)
San
Pietro in Vincoli kilisesinde bulunan ve heykel sanatmm başyapıtı olarak tanımlanan
Musa'yı, Michelangelo oturur konumda yapmıştır. (106) Vücut
ileriye yönelik, gözler ve gür sakalla donanmış baş sola dönük, sağ ayak yere
basmakta, topuk kısmından kalkık sol ayak ancak parmak uçlarıyla yere dokunmaktadır,
levhaları tutan elin parmakları sakalla bir bağlantı içinde bulunmakta, sol el
ise kucakta hafifçe karın bölgesini bastırmaktadır. (107) Burada Musa,
yaşamının olabildiğince önemli bir anmda yakalanmıştır. Bu sahne, Musa'nın yasa
levhalarını, Tan-rı'dan alarak Tur-u Sina'dan indiği ve Yahudilerin kendi
yokluğunda, altm buzağı yapıp, çevresinde hora teptikleri, sevinç çığlıkları
attıklarına tanık olduğu andır. Musa'nın bakışları, karşısındaki bu manzaraya
yöneliktir. Musa, puta tapmanm yanılsamasına yeniden kavuşur kavuşmaz, . bayram
yapan ayak takımmdan insanlara (108) aşağılayıcı bir tarzda bakmaktadır.
Bu manzaradır ki, Musa'nın yüz
çizgilerinde yansıyan duygularm içinde doğmasma, bu dev yapüı kişinin hemen
alabildiğine güçlü bir eylem içine sürüklenmesine yol açmıştır. Michelangelo, işte bu son duraksamayı,
fırtmadan önce yaşanan bu sessizlik anmı seçip, heykelde dile getirmiştir. Bir
an sonra, Musa fırlayacak (zaten sol ayağmı yerden kaldırmıştır) levhaları
yere saçacak ve döneklere karşı duyduğu öfkeyi açığa vuracaktır. (109) Musa'nm
yüzünde bir yanıyla mağrur bir sadelik, bir yanıyla acı ve öfke vardır.
Freud, Musa heykelinde, yukarıdan aşağıya
üç ayrı evrenin varlığının gözlenebileceğini vurgular. Yüzün mimiklerinde o
anda Musa'nın ruhuna egemen duygular açığa vurur kendini; heykelin orta yerinde
baskı altına alınmış öfkenin belirtileri seçilir; sanki kendini tutma sürecinin
yukarıdan başlayıp aşağıya doğru yürümesi gibi, ayak amaçlanan eyleme hazırlık
durumunu hâlâ sürdürür. Yumuşak bir şekilde kucağa konmuş sol el, yukarıdan dökülen
sakalı alt ucundan adeta sıvazlayarak tutmaktadır. Sol eldeki bu yumuşaklık,
sanki bir an önce sağ elin sakalı kavrayışındaki hoyratlığı gidermek ister
gibidir. (110)
Freud'un kanısına göre, bu durum söylencelerde
ve kutsal kitaplarda anlatılanlardan farklı bir Musa'dır. Ve burada, Musa
yerinden fırlayıp kalkmayacak ve levhaları elinden fırlatıp atmayacaktır.
Musa'da gözlemlediğimiz, ileriki bir eyleme hazırlık değil, geçmişe karışmış
bir olayın kalıntısıdır. Bir an kendini öfkeye kaptıran Musa, elindeki
levhaları unutup, yerinden fırlayacak ve dönekliğe sapanlardan öç alacak
olmuş, ama içindeki ayartıyı yenmiştir; bundan böyle, öfkesini dizginlemiş
durumda, yüreğinde küçümsemeyle karışık bir acı ile oturup kalacaktır yerinde.
(111)
Michelangelo, geleneğin benimsediği,
ansızın parlayıp kendisini coşku fırtınasına kaptıran (112) bir Musa'dan -çok
daha- üstün bir Musa yaratmış, buna yeni bir insanüstü öğe katmış, bunun
sonucu devcileyin vücut ve vücuttaki güç fışkıran kaslar, insanın
gösterebileceği en yüce ruhsal çabayı ele veren, kendini adadığı misyonu düşünerek
içinde uyanmış hırsı alt ettiğim gösteren bir nesneye dönüşmüştür.
Freud'un
Michelangelo'nun Musa'sma getirdiği yoru-
Michelangelo'nun Musa heykeli, Basilica di S. Pietro
in Vincoli, Roma
mun özeti budur. Onun bu yorumunun
yayımlanmasının, tam da Jung'la ayrıldıkları günlerin ertesine denk düşmesi, çalışmayı
daha da anlamlı kılmıştır. Musa'nm tarihsel misyonunu düşünerek, kendisine
karşı "içlerinde Jung'un da bulunduğu ayak takımının" üzerine kaba
bir şekilde yürümekten alıkoyan gücü, yaşamının son gününe değin en temel esin
kaynağı olmuştur.
11. Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık
i.
Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık, Freud'un son kitabıdır. Ve bu çalışma başmdan sonuna dek olağanüstü
koşullarda yazılmıştır. Yazılma nedenlerin biri, Nazilerin 1933 yılında
yönetime geçmelerinden hemen sonra, Almanya'da başlayan ve tarihte örneği
görülmemiş saldırganlık, barbarlık ve Yahudi düşmanlığıdır. Freud -da- bu
saldırganlığın tarihsel, bilinçdışı nedenlerini -kendi yöntemiyle- irdelemek
istemiş, çalışma bir anlamda Totem ve Tabu'mm devamı
niteliğinde olmuştur. Kitabın ilk bölümü 1934 yılında Viyana'da, son bölümü
1938 yılında Londra'da sürgünde -yaşamının son aylarında- yazılmıştır. Ancak,
çalışmanm hemen hemen tümünün, daha 1936 yılında tamamlandığı da sanılmaktadır.
Freud, "Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık" üzerine bir çalışma yapacağmı, belki ilk kez Ernest Jones
ve Eitin-gon'a hemen hemen aynı zamanlarda, 1934 yılının Ağustos aymda yazdığı
mektuplarda dile getirmiştir. (113) Eylül 1934 tarihinde, Arnold Zweig'a oldukça
ayrıntılı bilgi vermiş; dinin salt bir yanılsama değil, tarihsel hakikatlere
dayalı bilinçdışı bir olgu (fenomen) olarak da geliştiğini düşündüğünü (114)
vurgulamıştır. Freud'un kanısma göre, Yahudilik olgusunun altmda, Musa'nm
Mısırlı oluşunun ve Yahudiler tarafından öldürülüşünün (temelde
kendi kuramına uygun bir "baba
katli"nin) bulunduğunu öngörmüştür.
Freud, ayrıca Lou Andreas-Salome'ye 6 Ocak
1935 tarihinde gönderdiği uzun mektubunda, Musa ve Tek-tanrıcılık üzerine
düşündüklerini anlatmış ve yazmayı planladığı kitabının, bilinen en kapsamlı
özetini yapmış. Burada, Yahudilerin, Musa'nm yarattığı bir toplum olduğunu ve
Yahudi karakterinin özelliklerini tespit etmeye çalıştığını belirtmiş.
"Kimdi Musa Denen Adam ve nasıl bir etkisi olmuştu Yahudilerin
üzerinde?" sorusuna yanıt vermek gerektiğini söylemiştir. Şöyle
yazmıştır: Çünkü; Musa Yahudi değil, Mısırlıydı. Yüksek memur, rahip, belki de
Firavun sarayında bir prens... Firavun, 4. Aminofis'in, MÖ 1350 yıllarında
kurduğu tektanrılı dinin tutkulu bir savunucusuydu. Firavunun ölümünden sonra,
18. Sülale dağılmış, kurulmaya çalışılan tektanrılı din yadsınmış. Beklenen
umutlar sönmüş. Bu sıralar Musa, anayurdu Mısır'dan ayrılmak ve tektanrılı dini
öğreteceği bir toplum bulmak [neredeyse yaratmak s.t.] istemişti. Bunun için,
uzun süredir Mısır'da yaşayan Semit toplumlarla ilişki kurmuş, başlarma geçip
bunları Aton dininin yasaklandığı Mısır'dan çıkarmış. Tarihleri boyu hep aşağılanmış
bu toplumları dünyanm diğer insanlarının seviyesine çıkarmaya, özgürlüklerine
kavuşturmaya, tektanrılı dini ve sünnet geleneğini öğretmeye çalışmış.
Yahudiler, Aton dinine yeteri ilgiyi göstermemişler. Hıristiyan araştırmacısı
Sellin'in çalışmalarma göre, bu ara ortaya çıkan bir halk ayaklanmasmda, Musa
öldürülmüş, öğretisi dışlanmış. Ve Yahudiler, Sina Dağlık bölgesindeki, Volkan
Tanrılarından Yehova'ya (Yahve) tapmaya başlamışlar, ancak, Musa'nın dini de
tümüyle unutulmamış. Zaman içinde Musa'nm öğretisi ile Yehova'nm dini
birbirlerinin içinde erimiş ve birleşmiş. Giderek, Musa ve Yehova özdeşleşmişler.
Sonra da, Musa'nın dini öğretileri tümüyle belirleyici olmuş. Daha önce Totem
ve Tabu'da (1912/13) söylemiştim, bir dini güçlü yapan onun gerçeği değil,
dayandığı tarihsel hakikattir. Bu yeni düşünceler beni çok etkiledi, fakat,
şimdilik bu düşüncelerimin, Avusturya Katolik gücünün etkili olduğu bu ortamda
yayımlanmasına olanak görmüyorum. Şimdi susuyorum, salt kendim için bile olsa,
beni tüm yaşamım boyunca etkileyen bu konuda bir yanıt bulmam bana
yeter(...)(115)
Freud'un, 1936 yılında yazdığı çeşitli
mektuplardan, bu çalışmasını daha 1934-35 yılları arasmda -ve yine, Salome'ye
sorulduktan ve de onayını aldıktan sonra- tamamladığı sanılmaktadır.
II.
Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık çalışmasmm ilk iki bölümü, 1937 yılında Imago dergisinde yayımlanmış;
fakat, özellikle üçüncü bölümün çalışmaları uzamıştır. Freud, zaman zaman bu
son bölümü bitiremeyeceği kaygısma kapılmış (116) ve ayrıca, çok kez bu kitabm
hiç basılama-yacağmı düşünmüştür.
Nazilerin 11 Mart 1938 tarihinde Viyana'ya
girişlerinde (22 Mart 1938 tarihinde Arma Freud'un Gestapo tarafından •
tutuklandığı koşullarda bile), Freud, 28 Nisan 1938'de Ernest Jones'e
yazdığı mektubunda -anlaşılması bugün bile kolay olmayan- çocuksu bir sevinçle,
"Musa üzerine çalışmak için bir saat kadar zaman buldum, hem iç hem de
dış zorlamalara karşı bu üçüncü bölümü bitirebilecek miyim bilemiyorum?
Şimdilik inanamıyorum? Fakat bakalım..." diye yazmıştır. Viyana'dan
Londra'ya gittikten sonra, bu kez de sağlığmm çok bozulmasma rağmen, yine
Ernest Jones'a "Burada büyük bir keyifle Musa'nın üçüncü bölümünü
yazıyorum" diye haber vermiştir. (117)
Freud, tüm bu çabalarına karşın,
tamamlanmış kitabının son sayfalarmda (bile) (118) yazdıklarından tümüyle
vazgeçmek istediğini dile getirmiş, ancak bu çalışmanm "toprağın kabul
etmediği bir hortlak gibi yakasını bırakmadığını" vurgulamıştır. (119)
Bu arada kitabı, yakmlarma, yeğenlerine ve
bazı Yahudi tarihçilerine ve teologlara okutmuş, bunlarm tümü Yahudi
soykırımınınbaşladığı günlerde, kitabın yayımlanmaması için ısrar etmişler,
şiddetle karşı çıkmışlar; fakat, her şeye karşın, kitap son şeklini aldıktan
sonra, 1939 yılında Hollanda'da baskıya verilmiştir.
Kitap kısa bir süre sonra, İngilizceye
çevrilmiş, Freud, bunu sevinçle karşılamış, 19 Mayıs 1939 tarihinde günlüğüne,
gene gizle(ye)mediği çocuksu bir coşku içinde, "Musa İngilizce -de-"
diye yazmış, çalışmasmm İngilizce okuyan insanlarm da eline geçebileceğine çok
mutlu olmuştur.
Prenses Maria Bonaparte'a, 15 Haziran 1939
tarihinde yazdığı mektupta, "Sevgili Maria, Musa, Almancada daha şimdiden
1800 adet satıldı" diye yazmış, buna ne denli önem verdiğini bir kez daha
vurgulamıştır. Ayrıca, bu onun Maria Bonaparte'a yazdığı son mektup olmuştur.
Freud, yaşammm son beş yılını da, hemen
hemen tümüyle, din konusu üzerine yoğunlaştırmıştır. Jones'un belirttiği gibi,
bir çocuğun ilk sorularının, kendisinin nereden geldiği yönünde olması gibi,
Freud'da yaşamının sonuna doğru, dinin antropolojik/tarihsel soygeçmişini, dinsel
takılmaların nereden kaynaklanmış olabileceğini hep yeniden ve yeniden
sorgulamıştır.
Jones'a göre, Freud'un, çalışmanm
yayımlanmasındaki ısrarında (belki de) yönetime gelen Nasyonal Sosyalistlerin,
Yahudilere saldmları karşısında, Yahudiliğin ne olduğunu bir kez daha anlama ve
anlatma, tarihsel olaylarm toplumların ortak bilinçdışlarındaki etkisini
"gizlenmiş- gömülmüş geçmişi" araştırma, bunlarm birey insanlardaki
izlerini irdeleme tutkusu etkili olmuştur. Hep vurgulandığı gibi, bu kitabın
yayımlanmasındaki trajedi, bunun tam da İkinci Dünya Savaşı'nm ve hemen ardmdan
gelen, tarihin tanık olduğu en büyük Yahudi soykırımının başladığı 1939 yılma
denk düşmesidir. Freud'un, bu ortama rağmen, bu kitabını yayımlanmasında ısrarı
ise, onun yaşammın son günlerinde bile, ne denli ödünsüz bir rasyonel
araştırmacı olduğunun kanıtı olmuştur.
Freud, bu -son- kitabında, bazı önemli
yaşantıların altını -bir kez daha- çizmek gereğini görür. Kültür ve din konusunda
düşündüklerini, Musa Denen Adam üzerinden bir kez daha
söylemek olanaklarını arar; özellikle, Katolik Kilisesi'ne, dinsel inançlara
karşı, yaşamı boyunca sürdürdüğü olumsuz duygularmı, ironik biçimiyle son bir
kez daha tekrarlar. Kitabının adını koyarken (bile), son kerte titiz davranmış
ve kendisiyle Musa ve din arasmdaki mesafeyi ayrıca belirtmek için, Tevrat'ta
tek bir yerde geçen, Musa'dan ayrılıp, ona sırt çeviren ve belki de onu öldürüp
yeniden, "Altın Buzağı"ya tapanlardan biri tarafmdan söylenmiş
izlenimi veren (Eski Ahit, Çıkış, Bap 32,1 ve 32,23) "Musa
denen adam" (Bizi Mısır'dan çıkaran bu Musa . denen adama ne oldu?),
tanımlamasını özellikle kullanır. (120)
"Musa Kavmi ve Tektanrılı
Din"in, 3. bölümünün girişinde, gene Charlie Chaplin'in, Büyük Diktatör
filmini anımsatan kışkırtıcı bir ironi ve şiirsel bir söylemle, Katolik
Kilisesi ile Faşistleri karşılaştırır:
Pek acayip bir çağda yaşıyoruz. İlerleme
denen şeyin, barbarlıkla işbirliği yaptığını, hayretle görmekteyiz. (121) Alman
ulusu nerdeyse tarih öncesi barbarlığa dönüşün, herhangi bir ilerici düşünceye
yaslanmaksızın da gerçekleştirilebileceğini anlayarak, kendisini sıkıntıya
sokan bir tasayı üzerinden atmış, rahat bir nefes alıyor. Her şeye karşm öyle
bir durum ortaya çıkmış bulunuyor ki, günümüzde tutucu demokrasiler, uygarlık
alanmdaki ilerlemelerin bekçiliğini yapmakta ve ne gariptir ki, özellikle Katolik
Kilisesi uygarlığı tehdit eden tehlikenin yayılmasına güçlü bir direnişle karşı
koymaktadır.
O Katolik Kilisesi ki, bugüne kadar
düşünce özgürlüğünün ve doğruyu bulmaya yönelik ilerlemelerin amansız
düşmanıydı. Katolik bir ülkede, Katolik Kilisesi'nin koruyuculuğu altında
yaşıyoruz şu an, bunun daha ne kadar süreceği belli değil. Ne var ki, böyle
bir koruyuculuk sürdükçe, kilisenin düşmanlığmı uyandıracak bir davranışa
başvurmayı, pek tabii sakmcalı bulmaktayız. Korktuğumuzdan değil, ne olur ne
olmaz diye düşündüğümüz için. Ekmeğine yağ sürmekten kaçmmak istediğimiz yeni
düşman, kendisiyle nasıl geçineceğimizi artık öğrendiğimiz eski düşmana göre
daha tehlikelidir. Psikanaliz konusunda araştırmalar zaten dikkatle izleniyor.
Doğrusu, böyle bir kuşkunun haksızlığını ileri sürecek değiliz. Çalışmalarımızın
bizi ulaştırdığı sonuç, dini, insanlığın başına musallat olmuş bir nevroz
durumuna indirgediğine ve ondaki muazzam gücü hastalarımızda rastladığımız
nev-rotik saplantı diye açıkladığımıza göre, elbet yaşadığımız toplumda
egemenliği elinde tutan kuramların gazabmı üzerimize çekeceğiz(...) Şimdi
olanları tekrarlayıp, bütün dinsel kuruluşlar için geçerli bir model üzerine
açıklamamız, herhalde etkisiz kalmayacaktır." (122)
Bir ulusun evlatlarmdan en büyüğü olarak
baş tacı ettiği bir insan için, o ulustan değildir demek, onu bu ulusun
elinden çekip almak, öyle seve seve ya da kolayca girişilecek bir iş değil;
hele bunu yapacak kimsenin kendisi de, o ulusun bir parçasıysa. Gelgelelim,
sözde çıkarlar uğrunda, bir doğruyu ortaya koymaktan kaçınmak, hiçbir neden
öne sürülerek haklı gösterilemez; kaldı ki, bir durumun aydmlığa
kavuşturulması, bilgi ve deneyim hazinemizi zenginleştirir. (123)
Musa, 13. belki de 14. yüzyılda yaşamıştır
ve olasılıkla soylu bir Mısır ailesinden gelme, bir Aton Tapmağı rahibidir.
Adı bile İbranice değildir, eski Mısır dili olan Kopti-ce'de "çocuk"
anlamma gelir. Tevrat'ın, Grekçe çevirisinde sonradan eklenen "s" ile
Moses'e dönüşmüştür. Musa, çok öncelerden, Mısır'da yerleşmiş Yahudilere, salt
siyasal önderlik yapmakla kalmamış, aynı zamanda, onlar için bir yasa koyucusu,
bir eğitici olmuş; onlara bugün bile kendi adıyla, Musevilik diye anılan yeni
bir dini benimsetmeye çalışmıştır.
Mısır'ın Yeni İmparatorluk (MÖ 1580-1085),
18. Sülale döneminde, büyük bir emperyalist imparatorluk olması, yeni devletin,
tüm bölgeleri kapsayacak evrensel bir (yeni) Tanrı arayışını gündeme
getirmiştir. Tek imparatorluk (tek yönetici/tek despot/firavun) ve tektanrı
gereksinimine uygun olarak, çoktanrıcılıktan, tektanrıcılığa doğru yeni bir
kültürel gelişme başlamıştır. Bu arada, Mısır'ı ilk kez dünya çapmda bir ülke
durumuna getiren, 18. Sülale zamanında, genç bir firavun (MÖ 1375 yılında)
tahta çıkmış • ve yeni bir dini Mısır halkma benimsetmeye kalkmıştır. Gene bu
ara, Heliopolis Tapınağı'nda, evrensel bir Tanrı tasarımı gelişmiş ve böyle
bir Tanrısal varlığın, ahlaksal yönünün ön plana alınması ve bu bağlamda,
hakikat, düzen ve adalet Tanrısı Maat ile Güneş Tanrısının tek bir Tanrı
paydası altoda toplanmaya çalışılması, gündeme gelmiştir. Bu tasarım, eski
Güneş Tanrısı Aton yönünde gelişmiş. Aton dininde, Tanrı'nm tekliği ve
biricikliği üzerinden, evrensel Tanrı öğretisine ve gerçek tektanrıcı-hk
anlayışına ulaşılmıştır. Musa'nm, Yahudilere öğrettiği din, bu Aton dinidir.
Ancak Musa, Mısır'dan salt din değil, sünnet âdetini de getirmiştir.
Freud'un kanısına göre, Tevrat, sünnet
geleneğini ilk Yahudi atalarma kadar görürmüş ve Tamı ile İbraniler arasındaki
antlaşmanın bir simgesi olarak kabul edilmişse de, Herodot, sünnetin Mısırlılar
arasında uzun sürelerden beri var olduğunu yazmıştır. Ayrıca, eski Ortadoğu,
Sümer, Akad ve başkaları gibi, Mezopotamya toplumlarında, sünnet geleneğinin
pek bulunmadığı bilinmektedir.
Freud, yapıtını şöyle toparlar: Mısır'da
ortaya çıkan tek-tanncılığı içeren Aton dini, firavunun ölümünden sonra, 1330
yıllarında büyük bir muhalefeüe karşılaşır, yadsınır. Ayaklanmalar olur.
Harembad adlı bir ordu komutam tarafından -eski- düzen yemden sağlanır. Bu
arada, Aton dinine inananlar kovuşturulmaya başlanır. Karmaşa ortamında;
istenmeyen, sevilmeyen azınlıklardan Yahudiler, Musa'nın yönetiminde Mısır'dan
göç olayım gerçekleştirirler. Musa, sürekli aşağılanan Yahudilere, Aton
tektarmcılığını ve eski bir Mısır geleneği olan sünneti öğretir ve onları -bu
yönden de birinci sınıf insan olarak- Mısırlılar düzeyine getirmeyi vaat eder
ve bundan böyle Yahudileri aşağılanan değil, Tan-rı'run sevdiği "mübarek",
"seçilmiş" kavim yapmaya çalışır.
Ancak, Yahudiler, Tur-u Sina yöresinde,
Musa'nın dininden dönerler ve bu dağlık bölgenin eski Volkan Tanrısı
Yehova'ya inanmaya başlarlar. Bu davranışları kutsal kitaplarda, "altın
buzağı" söylenceleriyle anlatılmıştır... Tarihçi Sellin'in bulgularma göre
de,(124) gene bu ara yaşanan karışıklıklar sırasmda (bizzat) Yahudiler Musa'yı
öldürmüşlerdir. Ancak, bir süre sonra, bu "baba katli" olayından
büyük pişmanlık duymuşlar, olasılıkla, zamandan önce 1350-1215 tarihleri
arasmda, yeniden Musa dinine dönmeye başlamışlar; (125) ve Musa'nm tektanrısı
Yeho-va'yı yenilgiye uğratmıştır. (126)
Freud, burada amacının Musa'yı yıkmak
değil, tersine bu büyük adamı, Mısırlı Musa'yı, İsrail tarihi gerçeğinin içine
doğru getirmek, hak ettiği yere oturtmak olduğunu (daha önce de değindiğimiz
gibi travmatize edilmiş anıların unutulmaz olduğunu) haklı olarak ısrarla
söyler. (127) Burada vurgulamak istenen, dinsel inançların arka planında yatan
tarihsel gerçeklerdir. (128) Yahudilerin, "ilk baba üzerine işledikleri
cinayetin" travmatik etkisinin beklendiğinden de büyük olduğunun altını
çizer. Yahudiler, o alışılmış inatçılıklarıyla, baba katli eylemini
gerçekleştirdiklerini yadsıdıkça, onlara, "siz bizim babamızı öldürdünüz"
suçlaması gelmiştir. (129) Bu suçlamaların, din tarihi açısmdan önemli bir yeri
vardır. Hıristiyanlar, İsa'yı kurban vererek, bu ilk suçtan arınmaya
çalışmışlar, ancak, Yahudiler suçlarmı itirafa yanaşmamışlardır.
Yazarın kanısma göre, ayrıca,
tektanrıcılığa inanmış gibi görünen toplumların hiçbiri "tam anlamıyla
vaftiz" den geçmiş değillerdir; hepsi incecik bir tektanrıcıhk, Hıristiyanlık
sıvası altında, barbarca bir çoktanrıcılığa yönelik ataları gibi
yaşamaktadırlar. Kendilerine zorla kabul ettirilen, yeni dine karşı duydukları
öfkeyi, bir türlü yenememişler, bunun hmcmı Hıristiyanlığın çıkıp geldiği -Yahudilik-
kaynağın üzerine aktarmışlardır. Yaşanan Yahudi düşmanlığı, gerçekten bir
Hıristiyan, -daha doğrusu- bir tek Tanrı düşmanlığmdan başka bir şey değildir.
(130)
III.
Kari Abraham, daha 1912 yılında, dünyada
ilk kez tektan-rıcılığı gerçekleştiren Mısır firavunu 4. Aminofis'in kişiliğini
ve özellikle de annesi, Kraliçe Teje ile olan "ana-oğul" (simbiyotik)
ilişkilerini, analitik yöntemle irdeleyen nefis bir araştırma yapmıştır. (131)
Bu -belki biraz abartmalı- fakat son derece öğretici yaym, Freud'un sonradan
yapacağı çalışmalara öncelik etmiştir. Ancak, ne yazık ki, Freud, kitabında
bir kez olsun, Kari Abraham'm bu çalışmasına yer vermemiş, adına bile
değinmemiştir.
Kari Abraham'm derlediği bilgileri
anımsamaya çalışırsak, 4. Aminofis, on yaşmda Mısır yönetimini üstlenmiş, firavun
olmuş. Dış mücadelelerden çok, Mısır'ın iç sorunlarıyla ilgilenmiş, kültürel ve
özellikle de dinsel düzenlemelere öncelik vermiştir. Tektanrıcılık gibi, son
kerte önemli bir sorunun üstüne gidişinde -toplumsal koşullarm dayatmasının
yanmda- hiç kuşkusuz annesinin de büyük etkisi olmuştur. Kraliçe Teje' nin,
Mısır tarihinde önemli bir yeri vardır. Te-je'nin çok akıllı, çok güzel,
canlılık dolu, bilge bir kadın olduğu bilinir. Teje'nin özelliklerinden bir
kısmını olsun yansıtan çok güzel bir heykel, Berlin Mısır Müzesi'nde
görülebilir. Ayrıca, Kraliçe Teje'nin babasının da Adonis-Min-Ra tapmağı
rahibi olduğu sanılmaktadır. Min-Ra inancı, Güneş Tanrısı ile Bereket
Tanrısı'nın birleşmelerinden ortaya çıkmış olan ve tektanrıcılığa doğru ciddi
bir gelişmeyi içeren, din ve dünya görüşüdür. Kraliçe Teje, bu tür bir
birikimin içinde yetişmiş, bildiklerini ve inandıklarım, oğlu 4. Aminofis'e
öğretmiştir. Genç firavunun, bedensel ve ruhsal olarak, çok ince, hassas, zarif
ve duyarlı bir yapıda olduğu, duygusal dünyasının çok yoğun olduğu, sanata,
şiire düşkün, idealist eğilimli ve annesine bağlı olduğu çok iyi bilinir.
Kari Abraham'm kanısına göre, 4.
Aminofis'in annesine olan yakınlığı, onu tek eşli bir evlilik anlayışına da getirmiştir.
Bilinebildiği kadarıyla, tek eşli bir yaşam ve cinsel ahlak anlayışını seçen
(ve de yaşayan), ilk firavun 4. Aminofis olmuştur. Yine bilinebildiği
kadarıyla, 4. Aminofis, tıpkı annesi Teje'ye olan düşkünlüğüne benzer bir
bağlılık ile, Nefer-Nefru-Aton'dan başka, hiçbir kadınla birlikte olmamıştır.
Abraham'm, dünyada tek bir insana,sevilen anlamına gelen
Achet-aton ya da Echnaton adını almış, 28 yaşında ölene değin bu adı
kullanmıştır.
Kari Abraham'a göre, yeni Tanrı Aton,
soyutlanmış, idealize edilmiş bir "baba"dır. Yaratanın
babası, her şeyin ilki, tektanrıdır. Bölgelerin, toplumların, doğa güçlerinin
ötesinde, evrensel ve her şeyin Tanrısıdır. Bu bağlamda, Aton, ardmdan gelen
Musa Tektanncılığı'nın Tanrısma çok benzer. Eski Ahid'in, kendi Tanrısmı
anlatırken, Aton Tektan-rıcdığından çok yararlandığı görülür. Aton; öfke,
kızgınlık tanımaz. Savaş ve savaşçılarla ilgisi yoktur. Barışm, barıştan yana
olanlarm Tanrısıdır. 4. Aminofis'in bizzat kendisinin yazdığı sanılan ve
Aton'un özeUiklerini anlatan uzun şiir, bu konuda olasılıkla ilk temel yazılı
belgedir. Kutsal Kitap-lar'm öncüsüdür. Sonraki, Musa ve İsa Tektanrıcılarırun
-da- kendi Tanrılarını anlatırken, 4. Aminofis'in, Aton üzerine yazdıklarından
esinlendikleri ve hatta kimi bölümlerini olduğu gibi aktardıkları görülmüştür.
Mısır kültürünün yarattığı Tanrı Aton'un
cinsiyeti yoktur, hem kadm hem erkektir. Aton, ayrıca resimle tespit
edilmemiş, gökyüzünde, eski ve yeni (geçmiş ve gelecek) tüm dünyayı ısıtan ve
aydmlatan güneş ışınları diski olarak gösterilmiştir. Bu diski, 4. Aminofis
elinde, başınm üstünde tutar, yanında karısı ve çocukları vardır. Aton dini,
doğa ve insanı barış içinde kucaklayan yeni bir dünya müjdeler. Güzellik,
incelik, yeni bir cinsel ahlak, resim ve sanat anlayışı getirir. Bunun
pratikteki yansıyışı (kısmen de olsa) Roma İmparatorluğu'nun oluşturduğu, Pax Romana yani Roma
Kanunları'nda görülmüştür.
IV.
Freud'un kanısma göre, tektanrılı dinler,
insanlara özgüven kazandırma karşılığı, duygusal alanı ön plandan, arka plana
kaydırmışlar, bunun karşılığı insanlara, yoğun bir suçluluk duygusu
uzantısında, mutsuzluk vermişlerdir. İçgüdüsel sınırlamadan başka bir şey
olmayan ahlak, insanı sistematik olarak mutsuzlaştırmıştır. Tektanrıcılık, hiç
kuşkusuz, çoktanrıcılığa oranla çok daha fazla bir entelektüel gelişmeyi
("Çıkış"ı) içermiş, buna karşm, çok-tanrılı dönemlere oranla,
içgüdüsel/duygusal ketlenmeyi artırmıştır. (132) İnsanlarm kendilerine karşı
özgüvenleri artmış, fakat duyguları, heyecanları donuklaşmış, gerçeklik
ilkesine karşı haz'dan vazgeçilmiş, sonuçta mutsuzluk ve sürekli ruhsal
gerilim ortaya çıkmıştır. Vicdan, ahlak artmış, hoşnutsuzluk, huzursuzluk
yoğunlaşmıştır. Zaman içinde, bir tür savunma yöntemiyle, insanlar acı
çekmekten haz duymaya başlamışlardır. Yanlış bir kurguyla, entelektüel gelişme,
mutsuzluk, yanlış bir haz duymayla gider olmuş. İnsan, yanılsamalı bir düşünceyle
hazdan vazgeçtikçe, -daha çok- "korunacağını" sanmış, insanlığın
gelişimi içinde, akim giderek duygusallığı ezmesi ve insanların bu türden her
ilerlemeyle, gurur ve yücelik duymaya başlaması, bir yandan inanç gibi
şaşırtıcı bir duygusal olgunun, tüm eski entelektüel birikimi ezip geçtiği
görülmüş, öte yandan da, saçma olduğu için inanıyorum (Credo
quia absürdüm) özdeyişiyle, dile getirilen uygun çocuksu bir hareket
noktasına varılmıştır. Tektan-rıcılıkta, içgüdüden vazgeçiş, dinde başrolü
oynamış, bu nedenle ahlak ve vicdan özellikle tektanrıcılık döneminde,
insanları bu denli mutsuz etmiştir.
Tanrı'nın, yeni bir Mesih göndereceğini
de, gene ilk kez İsrailliler haber vermişler, ayrıca, gene Yahudi Paulus, Yahudi
halkmdan birinin, İsa'nm Mesih olarak gönderildiğini söylemiş, böylece
tektanrılı dinler, hemen hemen tümüyle Yahudilerin başlarmm altmdan çıkmıştır.
Freud'un, hem din hem de Musa Denen Adam
konusunda söylediklerini, onun kitabmdan alman bir bölümle -son bir kez-
özetlemek olası:
"Bizim gibi inancı kıt olanlar için,
Tanrı'ya inananlar ne kadar da imrenilesi gelir. İnandıkları büyük ruh için,
dünya hiçbir sorun çıkarmaz, çünkü bütün kurumlarıyla dünyayı yaratan zaten
odur. Bizim gibi inanmayanların, zar zor elimizden gelen onca zahmetli,
önemsiz, bölük pörçük açıklama çabalarına oranla, inananların kuramları ne
kadar kapsamlı, derin ve kesindir. Ahlaksal kusursuzluğun ideali olan kutsal
ruh, insanların içine hem bu ideallere ilişkin bilgiyi hem de buna ulaşma
içgüdüsünü aşılamıştır. Bu inanan insanlar, yüce ve soylu olanı da, aşağı ve
aşağılık olanı da anında algılarlar. Duygusal yaşamları, adı geçen ülküyle
aralarmdaki uzaklığa göre ayarlanmıştır. Yörüngesinde devinen bir gezegenin
güneşe en yakm bir noktaya varması gibi, bu ülküye yaklaşmaları, onları kıvanca
boğmakta, yine yörüngesinde güneşten uzaklaşan bir gezegen gibi, bu ülküden
uzaklaşmaları ise, onları güçlü bir kaygı duygusuyla cezalandırmaktadır. Bütün
bu durum işte böylesine yalınkat ve öylesine şaşmaz biçimde saptanmıştır.
Bizler, yaşamsal deneyimlerimizin ve
dünyaya yönelik gözlemlerimizin, bu en yüce varlık varsayımmı benimsememizi
olanaksızlaştırmasma, üzüntü duymaktan başka bir şey yapamıyoruz...
Ayrıca, sanki dünyada çözülmesi gerekli
yeterince sorun yokmuş gibi, karşımıza bir de, bu insanların nasıl oluyor da
Tanrısal varlığa inanabildiklerini ve bu inancın "usve bilimi" ezip
geçen, bu büyük gücü nereden aldığı sorununu, çözme sorununu çıkarırız
kendimize...(133)."
Musa Denen Adam ve
Tektanrıcılık kitabı, onun, bir vasiyetnamesi niteliğindedir. Burada bağımsız ve özgür
olmak isteyen insanın, her şeyden önce hem (Jakob-Oidipus-lar gibi) kendi
babalarından hem de Musa benzeri Tanrı babalarından kurtulmaları gerektiği
anlatılmaya çalışılmıştır.
V.
Freud, insanın, babasız bir ortamda, kendi
yapıtlarıyla baş başa kalması, sadece kendi yaptıklarına güvenmesi ve bunlardan
gurur duymasmm, kendi yaşamı bazında, babası Jakob ve Musa'dan kurtulmasıyla
mümkün olabileceğini sanmış, ama gerçekte (belki de), tüm çabalatma karşın,
her ikisinden de hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bu iki Tanrı-babayı yadsımak,
bunlardan kurtulmak için, elli yıla yakm oturduğu, uğraş verdiği odasmm içini,
tarih-öncesi dönemin üç bine yakm Tanrıçalarıyla ve Tanrılarıyla doldurmuş, -ancak-
onların yardımıyla "babasız kalmanın acısını" dindirmeye çalışarak
-acılar içinde kıvranarak-yaşayabilmiştir. Sonunda Oidipus ile Musa arasında
sıkışmış beyni ve yüreği, artık daha fazlasmı taşıyamayacağı olgunluğa
gelmiştir.
Freud'un düşünceleri, başta eşi Martha
olmak üzere, pek çok kişi ve kurum tarafmdan eleştirilmiştir ve eleştirilmeye
devam etmektedir. Yapıtlarını gelenek yanlısı dindarlar, Katolikler, tutucu
burjuvalar tarafmdan, bilimsel yanı olmayan hezeyanlar, din ve Tanrı
düşmanlığı, ahlak karşıtı ve vicdan yoksunu çalışmalar olarak görürlerken,
komünistler (bile) psikanalizi, dünyaya ve işçi sınıfına karşı, umudunu
yitirmiş zavallı küçük burjuva düşüncesi olarak eleştirmişlerdir. (134)
Herhangi bir ideolojik kümede toplanamayan
pek çok eleştirmen ise, onu paranoid ölçüde (hatta pervers-mazo-şist) bir
modern kültür düşmanı olarak tanımlamışlardır. Son derece keyifli ve öğretici
bir saptamadır ki, Freud'un söylediklerinin bilimsel yanı olmadığı, binlerce
kez tekrarlanmasına ve "kanıtlanmasına" karşın, örneğin sadece son
yirmi yılda ve sadece Vatikan kökenli 280 yeni kitap (daha) basılarak tezleri
yeniden ve yeniden çürütülmeye . devam etmektedir. (135)
Bilinçdışı kültür tarihinin, birey
insandaki pıhtılaşmış tortusu gibi düşünülür. Bu yaklaşımm, gerçekte smıf savaşı
tartışmalarmdan çok daha ötelere göndermeler yaptığı, politikayla
ilgilenmiyormuş gibi görünerek ve bir anlamda "inkâr ederek ölüme mahkûm
edip" politikaya karşı zafer kazandığı görülür. Kuşkusuz onun düşünceleri
pek de iyimser, umut dolu yaklaşımlar değildir. Ama salt psikoloji hiç mi hiç
değildir. Bu bağlamda, Amerikalı yazar şair Hilda Doolittle, Freud'un,
"Benim buluşum öncelikle bir tedavi aracı değil. Benim buluşum, önemli bir
felsefi temele dayanır" dediğini, anımsatır bize. (136)
Bir tür Odisseus-Laokoon-Kasandra
karşılaşması/çatışması vardır burada... Kurnaz Odisseus'da, Tahta At'm,
Truva'ya felaket getireceğini söyledikleri için, Tanrılar tarafından kendi
başlarma felaketler getirilen, Laokoon'da ve Kassandra'da haklıdırlar... Özne
(birey/insan) bu arada yalnız, yapayalnız yaşamak, düşünmek karar almak,
davranmak zorundadır.
Çaüşma hep doğa, mitoloji ile aydınlanma
ya da rasyonalizm ile irrasyonalizm arasmdadır. Freud burada Lao-koon ve
Kassandra'nm rolünü üstlenmiştir. Bu konumuyla hem acı çekmiş hem de büyük
tehditler, eleştiriler pahasına, insanlara kendince doğru sandığı savlarım
söylemenin gereğini düşünmüş ve bundan da büyük bir haz duymuştur. Tıpkı
Laokoon ve Kassandra'da olduğu gibi...
Sonuç olarak, "bilimsel peri
masalı", bir tedavi aracı olmanın çok ötesinde, bir toplumsal eleştiri
yöntemi olarak, "şiirin bilimsel doğruluğunu", Sophokles'in
Shakespea-re'in, Goethe'nin, Heine'nin şiirlerindeki hakikatin bilimsel
karşılığını getirmiştir.
Freud'un biyografisini ve kurammı, tek bir
kitapta anlatabilen bir örnek vermek zorunda kalırsam (bir an için Sophokles
ve Shakespeare'i bir yana bırakırsak), bunun için "modern yaşamm
İlyada'sı" olarak da tanımlanan Goethe'nin Faust'umı söyleyebilirim.
Bu başyapıt, Freud için hem bir esin kaynağı hem de 83 yıllık yaşammm, 18
ciltlik yapıtlarının ve sayıları on binlerle ifade edilen mektuplarının,
söyleşilerinin içeriklerinin (ve hatta biçemleri-nin) ulaşmasını istediği son
ereği olmuştur.
Freud'un (özellikle)ödünsüz bir kültür
eleştirmeni olarak gelişmesinde, Goethe'nin ve onun başyapıtı Faust'un etkisi
büyüktür. Faust aynı zamanda, onun anlatmak istediklerinin anahtarmı da içinde
taşır.
Goethe bağımsızlaşmak ve özgürleşmek
isteyen insanların (Faust'un, Freud'un ya da herhangi birimizin) yazgıları,
bireysel ve toplumsal yıkımlarla yüklü olası bir benlik büyümesini (kişilik
gelişmesi) sağlayabilmek için, ancak kendisini ve toplumu toptan dönüşüme
uğratmayı amaçlaması, "mutluluk" ve "acıyı" yüreğinde
duyumsaması ve bunun için de kendisini "şeytana satarak",
"gelişme trajedisi" diye de adlandırılan güdünün oluşmasını
koşullayabilmesi ve neredeyse benzer "bireysel ve toplumsal gelişme
trajedilerini" yaşaması gerektiğini göstermiştir. (137)
Böylesi geniş kapsamlı bir bağlamlılık
içinde, Faust'un trajik serüvenlerini ve hemen hemen her bir dizesinde
"yapılması gerekli, olumlu bir şeylerin ancak (pek çok şeyi) olumsuzlama
yoluyla elde edilebileceğini gösterdiği", "negatif diyalektiği"
çok iyi özümsemeden, Freud'un ve yapıtlarının temelinde yatan gizemin
anlaşılabileceğini düşünemiyorum.
Rainer Maria Rilke gibi bir şairin bile,
"yaşamımın temel taşları onunla birlikte oluştu... Benim tek hakikatim
odur" diye itiraf ettiği (yine) Lou Andreas Salome, "psi- • kanaliz
sayesinde ben nevrozlarımın nedenlerini, cinselliğin kişiliğin anayurdu
olduğunu, yitirdiğim çocukluk fantezilerimi, dişiliğimin gizemini,
narsisizminin kaynaklarını, iç organlarınım duyumlarını, Rilke ile
birlikteyken yaşadıklarımı ve duyumsadıklarımı, bilimsel yöntemlerle
anlatabilme olanağmı buldum..." demiştir. (138,139)
Analitik eleştiri kuramı, öznenin, tarih
dışma atılmak istendiği (post-historyadan söz edildiği) bugünlerde, bir yandan
içinde yaşamak zorunda kaldığımız kültürel koşulları, tüketim ortammı,
olabildiğince eleştiri gücünü ve-
Kassandra, Troya kralı Priamos'un kızıdır. Kâhindir. Geleceği görme gücü
vardır. Felaketleri görür, onları önceden haber verir ama önleyemez. Daha
doğrusu etrafındaki "normallere" anlatamaz. Kâhinlere özgü trajedik
yaşamın örnek kişiliklerinden birini imler. Ama bu çok acılı yaşamı içinde iki
boyut vardır: bilmek ve önleyememek. Önleyemeyeceği felaketleri önceden bilmek
ona çok acı verir. Ama her şeye karşın bilmek de anlatılması zor bir haz
duyumsatır. Christa Wolf, biraz da kendisinin içinde yaşadığı koşulları
sergileyen, olağanüstü bir yetkinlikle yazdığı Kassandra'nın romanında, onun bu
trajedisini sergiler.
Heykeltıraş arkadaşı Franzlska Lobeck (1984) da, benzer bir güzellikte
heykelini yapmış. Yapıt, Berlin'de Devlet Kültür ve Tarih Müzesi'nde
sergilenmektedir. Franziska Lobeck -de-, büyük bir yaratıyla, Kassandra'nın
biyografisinden, "önceden görmek, bilmek ama anlatamamak,
inandıramamak" ikili psişik durumu (sanki bizlere bile neredeyse)
sezinletmektedir. Kassandra'nın yüzünde (Laokoon benzeri) genel acılı yazgının
ötesinde (biraz da) "olacakları önceden bilebilmenin ve de başına
gelecekleri bilmesine karşın bunları yüksek sesle söylemiş olmanın mutluluğu,
hazzı da gösterilmiştir...
Laokoon Grubu ve Kassandra büyük trajik
sonuçlar pahasına da olsa, bilmenin hazzını ve bunu bilmeyenlerle paylaşmanın
mutluluğunu simgeleyen iki büyük başyapıttır.
rirken, öte yandan da bize sanata,
felsefeye, aşka, bireysel ve tarih öncesi dönemlerimize doğru, stratejik bir
geri çekilme hakkını kullanma olanağını anımsatmakta; hatta bu yolda bizi
kışkırtmaktadır...
VI.
Konuyu noktalamadan önce,
sistemleştirilmek istenen bütün bilimsel savların, bir yanılsamayı da içlerinde
taşıdıklarını, ironiyle vurgulayan İspanyol yazarı Pia Baro-ja'nm saptamalarmı
anımsatmak istiyorum:
Pia Baroja, dünyada üç büyük
bilgenin, üç büyük Yahudi'nin, üç büyük teoriyle insanları üç kez
yanılttıklarını söyler: Buna göre, Musa; Kutsal Kitabıyla bu dünyada acı
çekilmesine karşın, öteki dünyadaki "cennette" rahat edileceğini
söyleyip, "cennet savlarıyla" insanları yanıltmıştır. Karl
Marx, Kutsal Kitapların tümünün yalan, "dinin afyon olduğunu",
yitirilen cennetin, "Altın Çağ'ın" bu dünyada da kurulabileceğini,
insanların bu dünyada da mutlu olabileceklerini, bunun için de sınıf savaşının
esas olduğunu söyleyerek, bizleri bir kez daha yanıltmıştır. Sigmund
Freud ise, dinin de, smıf savaşlarının da, gerçek dışı "bilinçli"
yalanlar olduğunu, insanların sadece psikanaliz olduktan, bilinçdışmdakileri
öğrendikten sonra, mutlu olabileceklerini söylemiş ve insanları bir kez daha
yanıltmıştır.
Bütün bu yanılsamalardan sonra, şimdi,
kendimizi, her gün bir yenisi piyasaya sürülen ve hepsi de birbirinden güzel
"psikofarmokoloji mamullerinin" ellerine teslim etmekten başka
şansımızın kalmadığını görüyoruz.
Laokoon, Apollon tapınağının rahibidir.
Akhalar'ın Troya önüne koydukları tahta at sahtekârlığını bilir ve bunu
Troyalılara söylemek ister. Tanrılar ise, ona bunu kimseye söylememesini
tembihlerler. Laokoon, Tanrılara bildiği bir şeyi söylememenin olanaksızlığını
anlatmaya çalışır... Sonunda durumu Troyalılara söyler, inanmazlar. Tanrılar,
onun bu itaatsizliğini bağışlamazlar. Denizden gönderdikleri iki büyük yılanla,
Laokoon ve iki oğlunu öldürürler. Ölüm pahasına da olsa, bildiğini söylemek
yürekliliğini gösteren Laokoon'un, bu muhteşem serüveninin heykelinin Grek
aslından yapılma bronz bir kopyası, Vatikan Müzesi'nde görülebilir. Bunun
orijinalinin Bergamalı heykeltıraş Phyromachos tarafından yapıldığı
sanılmaktadır. Ayrıca, bugün Berlin'de bulunan, Bergama Zeus Sunağı
kabartmaları ile aralarındaki benzerliklerden hareketle, "Laokoon Grubu"nun
da aynı usta (atölye) tarafından yapılmış olduğu düşünülür.
Klasik Grek sanatının başyapıtlarından
olan "Laokoon Grubu", bildiklerini söylemiş olmanın, insanları
körlükten kurtarmaya, sahtekârlıklara karşı uyarmaya çalışmanın getirdiği haz
ve mutluluk içindeki insanın, sahte resmi Tanrılara karşı başkaldırışını
sergiler. Özellikle Laokoon'un yüzündeki acının, hazin ve mutluluğun birlikte
duyumsandığı başının konumu, saçlarının ve sakalının uzun, bukleli, dağınık,
karmakarışık sergilenişi, Tanrılara başkaldıran barbarlara, devlere,
mitoloji/masal kahramanlarına, gerçekleri söyleme ateşiyle yanıp tutuşan
"çılgınlara" özgü anıtsal bir görünüm verir.
Laokoon ve oğulları: Museo Pio Clementino, Vatikan (MÖ 175-150)
12. Son Günler, Okuduğu
Son Roman, Son Saatler
i.
1938 yılının Haziran ayının sonlarında,
özel doktoru Max Schur, Freud'un çenesinde yeni bir oluşum
sezinlemiş, Ağustos aymda bunların yanmda iki yeni tümör yapılanması daha
başlamıştır. 7 Eylül'de, Dr. Picher, Londra'ya gelmiş, 8 Eylül günü Londra'da
damardan yapılan Evipan narkozu altmda, 1,5 cm kadar bir bölge daha
temizlenmiş, 9 Eylül'de Freud yeniden evine gidebilmiş, bu ara 27 Eylül 1938
tarihinde yeni evlerine taşınmışlar, 4 Ekim 1938
tarihinde, Marie Bonaparte'a yazdığı mektupta, Freud'un yaşamında ilk
kez bazı imla hataları yapmaya başladığı izlenmiş, zaten mektubunda da
"... kendisini çok yorgun, güçsüz duyumsadığını zorlukla hareket
ettiğini..." belirtmiş.
Bu ara, Arnold Zweis'i ziyaret
etmiş, birkaç hafta kalmış, yeniden muayenehanesinde çalışmaya, ama günde
ancak 4 hasta bakmaya başlamış, 1939 yılının Ocak aymda durumu yeniden
bozulmuş, çenesinde yeniden patolojik oluşumlar ortaya çıkmış, bunların yanmda
kemik nekrozları oluşmuş, 28 Şubat'ta alman parçada, bunlarm kanser yapısmda
oluşumlar olduğu doğrulanmış, ışm tedavisi yapümış, bu kez de kanamalar, baş
dönmeleri, yorgunluklar artmış.
16 Haziran 1939
tarihinde Marie Bonaparte'a yazdığı mektupta, yaşadığı dünyasmı
"okyanusta yüzen acı dolu küçük bir ada gibi" diye tanımlamış, ama
gene de Musa'nın, Almancada 1800 sattığı sevinçli haberini vermiş.
Temmuz sonunda bir gece, sol kalp
yetmezliği belirtisi ortaya çıkmış, ağustos aymda durumu hızla daha da kötüleşmiş, Marie
Bonaparte Londra'ya gelmiş ve 31 Temmuz ile 6 Ağustos arasında onun yanmda
kalmış, sonunda bu iki dost hüzün içinde birbirleriyle vedalaşmışlar. 1939 yılının
Ocak aymm başında, çenesinde yeni bir şişlik ortaya çıkmış, artık ameliyat
edilemez olduğu görüşü ağır basmış. Freud'un daha -elli yıl önce- 19 Şubat
1899 tarihinde Fliess'e yazdığı mektupta, sıkıntıdan kendisi için yaptığı
"tümüyle Neoplazma'ya dönüşüyorum" benzetmesi, neredeyse
gerçekleşmeye başlamıştır. (140)
1939 yılının Haziran aymda durumu yeniden
ve biraz daha kötüleşmiş, 1 Ağustos 1939 tarihinde, anlayışlı bir tavırla
muayenehanesini kapamış, tüm gücünü yitirmiş, yemek yiyemez, konuşamaz konuma
gelmiş, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman orduları, Polonya'ya girmişler ve 2. Dünya
Savaşı artık resmen başlamış. Savaşın başlamasını, İngiltere büyük bir
duyarlılıkla karşılamış, Londra'da da sık sık alarm verilmeye, sirenler ötmeye
başlamış ve 2 Eylül günü İngiltere, Fransa ile birlikte savaşa resmen katıldığını
açıklamıştır.
Dr. Max Schur, bir ara Freud'a,
"bu savaşm gerçekten son savaş olup olmayacağını"
sormuş, Freud her zamanki kara mizahıyla, " benim son savaşım
olduğu kesin" diye yanıt vermiştir. (141) Son günlerinde okumak için bir
kitap aramış ve kitaplıktan Honore de Balzac'm (1830-31 yılları arasında
yazdığı), Tılsımlı Deri ("Chagrinleder") adlı romanını
almış, tüm acılarına karşm, kitabı bir solukta, olasılıkla birkaç saatte ya da
son gecesinde okumuş, bitirdiğinde, Dr. Max Schur romanı nasıl
bulduğunu sorduğunda, "çok güzel, tam benim bulunduğum konuma
uyuyor..." diye yanıt vermiş, Balzac'm Tılsımlı Deri romanı,
Freud'un okuduğu son kitap olmuştur. (142)
II.
Balzac'm bu kitabı gerçekten de Freud'un
hem genel biyografisine hem de son günlerinde içinde bulunduğu ortama uygun
düşmüştür.
Romanm
kahramam Raphael (eleştirmenlerin kanısma göre aynı zamanda Balzac'm
kendi gençliğine de gönderme yapar ve
genç Balzac ile Raphael arasında önemli benzerlikler
gözlenir) yoksulluktan ve yaşamsal çaresizliklerden
kendini Seine Nehri'ne atıp, intihar etmek üzereyken, Faustik bir
rastlantıyla, Mefisto benzeri bir antikacı adamla karşılaşır ve onunla bir
antlaşma yapar. Antikacı, ona dükkânmda bulunan tılsımlı bir yaban eşeği sağrı
derisi gösterir. Doğu ülkelerinin birinden getirilmiş bu Tılsımlı
Deri'nm kenarmda Arapça, "Bana sahip olursan her şeye sahip
olursun; yalnız, hayatin benim olacak. Tanrı böyle istedi. Ne dilersen dile,
yerine gelecektir; yalnız, dilediklerini hayatm üzerine ölçüp biç, işte hayatm
burada. Her dileğinle ömrünü kısaltacağım. İstiyor musun beni? Al. . Tanrı kabul
etsin. Amin!" diye yazmaktadır (143). Batıl inançlara hiç inanmasa da,
"Tılsımlı Deri" Raphael'in her istediğini yapacak, her arzusunu
gerçekleştirecek ama her seferinde gözünün önünde biraz daha küçülecektir. Bu
küçülme aynı zamanda Raphael'in ölüme yaklaşması, günlerinin azalması
demektir.Derinin küçülme sürecinden önünde kaç günlük yaşamının kaldığım gören
-ve çok kısa bir süre önce kendini Seine Nehri'ne atarak intihar
etmek üzere olan- genç adam, bu kez ölmekten dehşetle korkmaya başlar ve sahip
olduğu tüm olanaklarına karşm, deriyi küçültüp yaşamını kısaltmamak çabasıyla,
yeni hiçbir şey istememek için günlerini, hatta saatlerini tek düzeye indirgeyip,
kendisini bir odaya kapatıp, sırtüstü yatıp, umutsuz korkular içinde,
düşünmekten bile korkarak, kendisini çok yalm ve aynı zamanda acılı bir yaşam
sürdürmeye mahkûm eder. Freud'da bu "tılsımlı deri", habis
oluşumunun tersine bir gelişme göstermesini içerir. Ağzındaki kanserli
yapılanma büyüdükçe, onun yaşamı kısalmaktadır ve yaşam boyu hep ölümün özlemini
çeken bu insan, "habis kanserli derinin" bu kez büyümesini
önleyebilmek, küçül-temese bile, hiç olmazsa var olan konumuyla kalmasmı
sağlamak, açısmı biraz olsun azaltabilmek için, son zamanlarında hemen her gün
ameliyat olur, olası her türlü hareketten, konuşmaktan, yemek yemekten,
neredeyse soluk almaktan bile kaçınır; ölümden, ölmekten korkmaya başlar,
yanında ölüm ve kanser sözünün söylenmesini bile neredeyse yasaklar.
Onun bu son günlerinin tanığı olan
Salvador Dali, yaptığı yalm bir desen denemesinde, sanatkâr sezgisiyle, bu
"şeytani" ikilemi hemen saptamış ve resimlemiş; yakmları Dali'nin
yapıtmı bile, Freud'a göstermekten kaçınmışlardır.
Freud'un bu son saatlerinde okuduğu,
Balzac'm Tılsımlı Deri romanını nereden bulduğunu, kendi
kitaplığmdaki zulasmda özellikle mi sakladığını, yoksa onu kendisine bir yakmmm
mı verdiğini öğrenemedim. Ama böyle bir konuyu araştırmanm bize, Freud'un ve
yakmmda bulunanların kişilikleri hakkmda yeni açılımlara olanak sağlayacak
ipuçları verebileceğini düşünüyorum.
Günlerdir ağzını açamadığı için yemek
yiyemeyen, gittikçe çöken babasına, Anna son olarak sahanda yumurta yapmış,
zorlukla bundan küçük bir parçayı yiyebilmiş. Biraz rahatlar gibi olmuş, sonra,
21 Eylül 1939 günü, Dr.
|
Schur'a bir önemli dileğinin olduğunu söyleyip, yatağının kenarına oturmasmı
rica etmiş: "Sevgili Schur, size ilk konuşmamızı anımsatmak istiyorum.
Siz daha önce, ağrılar dayanılmaz konuma geldiğinde, bana yardım edeceğinize
söz vermiştiniz. Zamanı geldi, bu acıyı sürdürmenin anlamı yok..." der.
Bu tarihi anda, Dr. Max Schur, elini Fre-ud'un elinin üstüne bastırır
ve "aramızdaki konuşmayı unutmadım" diye yanıtlar. Freud,
"teşekkür ederim, bu konuşmamızı lütfen Anna'ya söyleyin" diye son
bir ricada bulunur. (144) Burada, gene hınzır bir kışkırtıcılıkla, gerçekçi
bir tavır için, kendi ölüm tarihini (belki de Kabala'da yazılanlara uygun bir
şekilde), yine kendisi belirlemek ister. Ertesi gün, Dr. Schur, Freud'da yeni
bir ağrı dalgasının başlamakta olduğunu sezinleyince, 30 mg. (2 mi.) morfin
enjekte eder. Freud'un yüzünde, ağrı acı izleri ortadan kalkar, hemen rahat
bir uykuya dalar... Bir süre sonra, aynı dozda morfin, bir kez daha enjekte
edilir. Yavaşça komaya girer ve bir daha açılmaz. 23 Eylül 1939 gece yarısmdan
sonra, sabaha karşı, saat üçte yaşamı noktalanır (145); ve onun çok
sevdiği Hamlet'teki ünlü betimlemeyle, bundan sonrası -büyük-
sessizliğe dönüşür.
26 Eylül 1939 tarihinde, cesedi
krematoryumda yakılır. Külleri, urna olarak Marie Bonaparte'm hediye ettiği,
çok sevdiği ve son günlerinde, sık sık "insanın bunu beraberinde mezara
götürememesi ne acı" dediği, bir Antik Grek şarap tası içinde Londra'da
Golden Green Me-zarhğı'na konmuştur.
Kaynaklar
I. Bölüm
1. Ernst,
Jones: Sigmund Freud Leben und Werk. (1962) dtv. Band 1 s.310
2. Bruno,
Bettelheim: Freund und die Seele des Menchen (1983), Claasen, 1984, s.35
3. Schopf Alfred: Sigmund Freud, C.H. Beck, 1982, s. 132-41
4. Andreas-Salome,
Lou: Lebensrückblick. Grundriss einiger lebenserrinnerungen. Ein Porträt.
Zürich, 1951, 64; Onun "gizlenme ve korunma isteği için" bkz. Mangolis,
Deborah P., Freud ve Annesi, İngilizceden Çeviren: Nursei
Oral, HYB Yayıncılık, 1997, s.16
5. Ernest, Jones: Sigmund Werk (1962) dtv.Band 1,1984,
s.10)
6. Ilse
Grabrich-Simitis: Freud, Yaşamım ve Psikanaliz. Say Yayınları, Türkçesi Kâmuran Şipal, Türkçe basım
1986, s. 16)
7. ilse
Grabrich-Simitis: Freud, Yaşamım ve Psikanaliz. Say yayınları, Türkçesi Kâmuran Şipal, Türkçe basım
1986, s.8
8. Bernfeld
Siegfried - Bernfeld, Suzanne Cassirer: Baustein der Freud-Biographik. Suhrkamp Verlag-1981,
s. 79-81
9. Gay,
Peter: Freud, Eine Biographie für Unsere Zeit, Ficher, 1989, s.4
10. Bundan çok farklı bir
bağlam içinde, ama benzer bir eğretilemeyi, yıllar önce bir denemede
okuduğumuammsıyorum, ama kesinlikle nerede olduğunu kestiremiyorum. Acaba
Ferid Edgü'nün "Şimdi Saat Kaç?" olabilir mi? Bilemiyorum. Şu anda
kitaplığımın bir bölümüne ulaşmam olanaksız olduğu için de, kesin kaynağı da
gösteremiyorum. Okurlardan ve yazarmdan beni bağışlamalarım dilerim.
11. Marcuse, Ludwig:
Sigmund Freud, Sein Bild vom Menschen, Diogenes (1956) 1972, s.106
12. Kierkegaard Sören: Der Begriff Angst (1844), eva 1995
13. Freud-Pfister:
Sigmund/Oskar Pfister, Briefe 1909-1939. hrsg. von Ernst Freud und Heinrich Mang. Ficher
Verlag, 1981, s.64
14. Kollbrunner,
Jork: Der kranke Freud. Klett-Cotta, 2001, s 178 -384
15. Freud, S: Sanat ve Sanatçı
Üzerine (1917), Almancadan Çeviren, Kâmuran Şipal, YKY, 1995, s.217
16. Bernays, Anna: My brother,
Sigmund Freud. 1940. s. 143, alıntı, Margolis, s. 11; ve Kollbrunner, Jürg:
Der kranke Freud, Klett-Cotta 2001, s. 110
17. Margolis, s.6
18. Kobler Franz:
Die Mutter Sigmund Freuds, 1962. Bulletin des Leo Baech Instituts 5 (19) s.115, alıntı Kollbrunner,
s. 112
19. Margolis, s. 19
20. Roazan, s.65
21. Margolis, s.89
22. Ferenczi, 1960, s.400 ve Jones, s.152
23. Clark, s. 13-14
24. Marianne Krüll: Freud und Sein Vater. C. H.
Beck, 1979, s.92
25. Krüll, s. 101
26. Krüll, s.116
27. Krüll, s. 122
28. Jones, 1, s.28
29. Kollbrunner, s.105
30. Jones,
s.31; ve Robert, M: Die Revolution der Psychoanalyse, 1971, s.30
31. Jones, 1. s.43
32. Jones. 2/176
33. Ernst
Freud, Lucie Freud, Ilse Grunbrich-Simitis (Hg.). 1977, Sigmund
Freud. Sein Leben in Bildern und Texten. Frankfurt, s. 134
34. Schur,
Max: Sigmund Freud, Leben und Sterben, Suhrkamp, 1977, s.37
35. Jones, 1, s.24
36. Worbs, Michael: Nervenkunst, Athenäum, 1983, s.20
37. Freud, Yaşamı, s.47
38. Worbs, M: Nervenkunst, s.18
39. Baioni,
Giuliano: Kafka, Literatur und Judentum, J.B. Metzler, 1994, s.219
40. Freud, S: Yaşamım ve Psikanaliz, s.46
41. Jones, bd.l, s.42
42. Jones, 1,291-92
43. Scharfenberg, Joachim: Sigmund Freud und seine
Religionskritik. Vandenhoeck-Ruprecht 1971, s.44
44. Jones, 1, s.49
45. Jones, 1, s.40
46. Jones, 1, s.109
47. Inge Stephan, Die Gründerinnen der Psychoanalyse,
Kreuz Verlag 1992, s.22
48. Margolis, s.41
49. Freud, S: Briefe 1873-1939. S.Fischer.1960.
s.457- 58)
50. Gay, Peter: "Ein gottloser Jude",
Fischer, 1988, s.161
51. Jones, Cild 1, s.31
52. Benjamin, Walter: Pasajlar. Almancadan çeviren: Ahmet Cemal, YKY, 1992, s.85
53. Hans Sachs: Freud, Meister und Freund. 1944, Ullstein, 1982, s.140-160
54. Detlef Berthelsen: Alltag bei Familie Freud, -Die
Erinnerungen der Paula Fichtl- Hofmann und Campe, 1987, s.42.
55. Paula Fichtl, s.44
56. Jones, s.465
57. Borch-Jacobsen, Mikkel:
Anna O. zum Gedaechtnis. Eine
Hundertjaerige Irreführung. Wilhelm Fink Verlag 1997. s. 100-101
58. Young-Bruerh
Elisabeth: Anna Freud - Eine Biographie. 1995, s.67
59. Kollbrunner, 195-196
60. Sigmund Freud: Briefe. 1873-1939, Hrsg.
von Ernst und Lucie Freud. Fischer. 1968, s.169-171
61. Freud: Briefe, s. 179; ve
Jones Bd.l, s.222
62. Freud: Briefe, s. 177
63. Freud: Briefe, s.179
64. Freud: Yaşamım ve Psikanaliz, s. 114
65. Freud: Briefe, s. 209
66. Freud: Briefe, s. 225
67. Freud: Briefe, s.173
68. Ascheri, Carlo: Feuerbachs Bruch mit der Spekulation.
Europäische Verlag, 1969
69. Georges Didi Huberman: Erfindung der Hysterie.Wilhelm
Fink Verlag 1997, s. 8-21
70. Josef Breuer, Sigmund Freud. (1895) Studien
Über Hysterie. Fischer Pyschologie 1997, s.42-66
71. A.g.e. s.60
72. Mikkel
Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis. Eine Hundertjaerige Irreführung.
Wilhelm Fink Verlag 1997. s. 22-23
73. Josef Breuer, Sigmund Freud. Studien Über Hysterie,
s. 43
74. Peter Gay: Freud, Fischer, 1989, s. 81-84
75. Mikkel
Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis. s. 33 (Anna
O.'nun Sanatoryumda yatarken Dr. Robert Biswanger ile Dr.
Josef Breuer arasındaki haberleşmeler için bkz. Albrechet
Hirschmüller: Leben und Werke Josef Breuers, Bern 1978)
76. Sigmund Freud: Briefe. 1873-1939. 1968, s.427
77. Ernest
Jones: Sigmund Freud, Leben und Werk. (1953) Bd-3.
Deutscher TaschenbuchVerlag. 1962, s.266
78. Mikkel Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis.
s.97-102
79. Stewart Walter, Lucy Freemann: The Secret of
Dream. 1972
80. Lucy
Freemann: Die Gesischte der "Anna O". 1972 (Dora
Edinger'in Bertha Pappenheim ile konuşmalarından oluşan romanlaştırılmış yaşamöyküsü) s. 211
81. Ellen M. Jensan:
Streizüge durch das Leben von Anna O./Bertha
Pappenheim. Einfall für die Psychiatrie. 1984, s.35
82. Lucy
Freemann: Die Gesischte der "Anna O". 1972, s. 242; Dora
Edinger, Stewart Walter, Lucy Freemann: Bertha Pappenheim, Leben und
Schriften, 1963; Inge Stephan: Die Gründerinnen der Psycho
analyse, 1992, s39-61
83. A. g. ç. s.242
84. A. g. ç. s.110-111
85. A. g. ç. s.242
86. A. g. ç. s.110-111
87. A. g. ç. s.226
88. Borch-Jacobsen: s.48
89. Lucy Freemann: Die Gesischte der "Anna
O". 1972, s, 254
90. Inge
Stephan: Die Gründerinnen der Psychoanalyse. 1992, "Die
eigentliche Endekerin der Psychoanalyse?" Bertha Pappenheim (1859-1936), s.39-61.
91. Dora
Edinger, Stewart Walter, Lucy Freemann: Bertha Pappenheim, Leben und
Schriften, 1963; Inge Stephan: Die Gründerinnen der 1992 Psychoanalyse.
92. Robert,
M.: Sigmund Freud. Die Judizschen Wurzeln der Psychoanalyse. Müchen-Paris 1974, s. 87
93. Borch-Jacobsen,
Mikkel: Anna O. Zum Gedaechtnis. Ein Brief von Hanna Breuer an Ernest Jones.
Wilhelm Fink Verlag, 1997, s.109-113
94. Jones, bd.l.s.337
95. Jones, E.: bd.l, s.355-356
96. Peter Gay: s.72.
97. Freud'un 16 Nisan 1909
tarihinde Jung'a yazdığı mektup, bkz. Freud-Jung Mektuplaşmaları. Düşün Yayıncılık, çev.
Mustafa Tüzel, 1995, s.145-147
98. Schur, Max: s. 194 ve s.227
99. M. Krüll: s. 19
100. Didier
Anzieu: Freud's Selbst Analyse 1990, bd. ls.5
101. Chertok,
Leon: Freud in Paris (1885/86) Eine Psychobiographische Studie, Psyche s.431-448
102. Didier
Anzieu: Freud's Selbst Analyse 1990, bd. 1 s.5
103. M.
Krüll, s.19, ayrıca bkz. Dioied Anzieu
104. Jones,
Bd. s.350
105. Jones,
s.206
106. Freud: Yaşamım, 64
107. Schur,
Max: Sigmund Freud. (1972) Uhrkamp,1982, s.56-57
10 Ocak 1937 tarihinde Maria
Bonaparte ile konuşmalar ve FreudFliess mektupları, s.54
108. Schur,
s.50-51
109. Schur,
s.59-60
110. Max
Schur, s.65
111. Jones,
s.305
112. Schur,
s.73
113. Roazan
Paul: Sigmund Freud und Seine Kreis, Pawlak 1974, s. 69
114. Freud-Jung-(Emma) mektuplaşmaları, s.242
115. Mektuplar, s. 195
116. Krüll,
s.66
117. Ritvo,
L, Woodbridge, C: Freud's neo-Lamarckistische Darwin-Interpretation,
Psyche, 1989, s.46:486; Lucille B. Ritvo, Woodbridge, Conn.: Freud's
neo-lamarckistische Darwin Interpretation. Psyche, 1973 band 27, s.461-474;
Lucille B. Ritvo, Woodbridge, Conn.: Carl Claus, Freud und die Darwinische
Biologie. Psyche, 1973 band 27, s.475-486
118. Jones,
s.402
119. Mektuplar, s.203
120. Irma Düşü için bkz:
Freud, Sigmund: Düşlerin Yorumu, Payel, çev. Emre Kapkin, 1991 Birinci cilt s.159
121. Briefe, s.237
122. Mektuplar, s.212
123. Briefe,
s.227-228
124. Jones,
1, s.374
125. Mektuplar,
243
126. Knill,
s.67
127. Mektuplar,
s.266
128. Mektuplar,
s.272
129. Jones,
1, s.379-388
130. Knill,
s.71
131. Mektuplar,
s.289
132. Freud,
Hayatim, s.101
133. Mektuplar
293, Türkcesi Cogito, Güz'96, s58
134. Jones,
1, s.354
135. Jones,
1, s. 356
136. Mektuplar,
s.405
137. Jones,
1, s.354
138. Jones,
1, s. 356
139. Düs
Yorumu, Cilt 1, s.46
140. DüsYorumu,Ciltl.s.53
141. Gay,
122
142. Peter
Gay, s. 143
143. Peter
Gay, s. 147
144. Martha'ya
mektuplar 3 Eylül 1901, s.493
145. Freud,
S.: 1914, s.205
146. Freud-Fliess
mektuplar, s. 422
147. Suzanne
Carssirer Bernfeld- Baustein der Freud Biyografik,-Freud und die Arkeologie,
Suhrkampverlags, 1981, s.237-259.)
148. TögeLChristfried:
Berggasse-Pompeji und Zurück. Sigmund Freud's Reisen in der Vergangenheit.
1989, s. 25-26
149. Freud
Sigmund: Brief an Romain Roland. (Eine Erinnerungsstörung auf der Akropolis)
Gesammelte Werke, 16. s.250-257
150. Weis,
H und Weis, C: Eine Welt wie in Traum-Sigmund Freud als sammler antiker
Kunstgegenstande. Jahrbuch der Psychoanalyse, Bd.16, s.189-217
151. Bernfeld,
Suzanne-Cassirer: Freud und die Arkeologie. Suhrkamp Verlag, 1981, s.241
152. Manfred
Korfmann: Troia-Traum und Wirklichkeit, s. 4-23 Joahim Latacz: Homers
Troia/Ilios: Erfindung oder bewarte Erinnerung? s.26-31 Troia: Traum und
Wirklichkeit Katalog. 2001. Theiss
153. Heinrich
Schliemann: Auf den Spuren Homers, Edition Erdmann 2000
154. Sigmund
Freud: Der Wahn und die Treume in Wilhelm Jensen s "Gradiva",
Mit der Erzahlungvon Wilhelm Jensen; Gradiva. Ein
pompejianische Phantasiestück.(1903) Hrsg. Bernd Urbaa Ficher,1998 (Sadece Freud'un çalışmasının
Türkçesi: Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar
Üzerine, Almancadan çev. Kâmuran Şipal, YKY. 1995, s.247-338
155. Martha
Robert: Die Revolution der Psychoanalyse, s. 249 Gradiva Rölyefi, Vatikan Müzesi, Roma
156. Rolf
Haubl/Wolfgang Mertens: Der Psychoalytiker als Dedektiv, Kohlhammer, 1996, s.29-30)
157. Kaynak: Adam Öykü. Doğumunun 190,
Ölümünün 150. yıhnda Edgar Allan
Poe özel sayısı. 23.1999.
158. Sherlock
Holmes'in Özel yaşamı. Michael ve MollieHardwich: çev. Cevdet Serbest, 1993 Yayınevi
Yayıncılık, s. 52-66
159. Doyle AC: Sherlock Holmes; Dörtlü Mühür, çev.
Cevdet Serbest, Yayınevi Yayıncılık, 1992, s.154- 157
160. Freud, S.: Günlük Yaşamın
Psikopatolojisi (1901) Sosyal Yayınlar, çev: Işın Gürbüz, 1990, s.13-20
161. Karel van het Reve, Dr.
Freud und Sherlock Holmes. Geist und Psycha Fischer, 1994. s.16-21
162. Zizek,
Slovoj: İdeolojinin Yüce Nesnesi, Metis Yayınları, çev. Tuncay Birkan, 2002, s.22
ve Kırılgan Nesne, Metis Yayınları, çev. Tuncay Birkan, 2002, s.27
163. Spielrein, S: "Die
Destruktion als Ursache des Werdens" in: Sämtliche Schfriften,
Berlin, 1986. s. 31
164. Appignanesi,
Lisa, Forrester John: Die Frauen Sigmund Freud's, Econ Verlag, 2000, s.278-328
165. Andreas-Salomé: In
der Schule bei Freud, s.27
166. Sigmund
Freud und Lou Andreas-Salomé: Briefwechel.Hg. von Ernst Pfeifer. Frankfurt, 1980
167. Appignanesi,
Lisa, Forrester John: Die Frauen Sigmund Freud's. Econ Verlag, 2000, s.328-372
168. Paul
Roazan, Sigmund Freud und Sein Kreis, 1976, s.318
169. Ross/Werner:
Lou Andreas-Salomé: btb.1997
170. Wintersteiner,
Marianne: Lou von Salomé, roman, Nymphenburger 1988
171. Andreas-Salomé, Lou:
Lebensrückblick. Grundriss einiger Lebenserrinnerungen. Zürich 1951
172. Bonaparte,
Marie:Edgar Poe. Eine psychoanalytische Studie (Wien, 1934), Frankfurt 1981
173. Ruth Mack Brunswick, Paul Roazen, 1976, Freud und
Sein Kreis, s.406-420
II. Bölüm
1. Yerushalmi, Yosef Hayim: Freud's Moses,
Fischer, 1999
2. Martha, Robert: 1974, s.251
3. Yerushalmi, YH: s.26
4. Freud, Sigmund: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (1901),
Sosyal Yayınlar, çev. Işın Gündüz, 1990, s. (s.296-297)
5. Freud,Sigmund.: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi,
s.298
6. Freud, Sigmund; Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar
(1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47
7. Freud, Sigmund (1909): Olgu Öyküleri 11. Payel Yayınlan,
çev. Ayhan Eğilmez. 1996, s.29-98
8. Freud, Sigmund: Totem ve Tabu (1912/13), Öteki Yayınları,
çev. Selçuk Budak, 1995, s.47-165
9. Freud, Sigmund; Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar
(1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47, s.42
10. A.g.y. s. 47
11. Gay, Peter: Freud Eine Biographie für unsere Zeit
Ficher,1989, s.2-31
12. Freud, Sigmund: Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar
(1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47, s.42
13. Freud, Sigmund: Sanat ve Sanatçılar Üzerine, YKY, çev.
Kâmuran Şipal 1995, s.96
14. Freud, Sigmund: Sanat ve Sanatçılar Üzerine: 1995, s.87
15. A.g.y. s.85
16. A.g.y. s.82
17. Jones, Ernest: Band 2. s. 170
18. Jones, Ernest: Band 2. s. 413
19. Jones, Ernest: Band 2. s. 415
20. Freud, S.: Mektuplar, s. 279. Totem ve Tabu, Öteki Yayınları, s. 4849
21. KAYNAK YAZILMAMIŞ
22. A.g.y. s.49
23. A.g.y. s.138-139
24. A.g.y. s.139
25. A.g.y. s.155
26. A.g.y. s.170
27. A.g.y. s.58
28. A.g.y. s.82-83
29. A.g.y. s.171
30. A.g.y. s.192-193
31. A.g.y. s.193
32. A.g.y. s.191
33. A.g.y. s.212
34. A.g.y. s.196
35. A.g.y. s.200-208
36. A.g.y. s.214
37. A.g.y. s.215
38. A.g.y. s.302
39. A.g.y. s.215
40. A.g.y. s.20
41. A.g.y. s.216-217
42. A.g.y. s.91
43. A.g.y. s.91
44. A.g.y. s.121
45. A.g.y. s.134
46. A.g.y. s.156
47. A.g.y. s.223
48. A.g.y. s.215
49. A.g.y. s.223
50. Freud, S: Dostoyevski ve Baba
Katli. Sanat ve Sanatçılar Üzerine, s. 224-225
51. A.g.y. s.229
52. A.g.y. s.230
53. A.g.y. s.230-231
54. A.g.y. s.236
55. A.g.y. s.237
56. A.g.y. s. 238
57. A.g.y. s.238
58. A.g.y. s.235
59. A.g.y. s.235-236. F.
Kafka, Hikayeler, çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, 1988, s.53-69
60. Bu konudaki kaynaklar için
bkz: Jürgen Demmer: Franz Kafka, Der Dichter der Selbstreflexion, Fink
Verlag, 1973; Ramer J.Kaus: Erzählte Psychoanalyse bei Franz Kafka,
Universitätverlag, C. Winter, Heilderberg, 1998; Rainer
J. Kaus: Kafka und Freud: Schuld in den Augen des Dichters und des Analytikers.
Universitätverlag, C. Winter, Heidelberg, 2000
61. Freud, Sigmund: Eine Teufelneurose im siebzehnten
Jahrhundert (1923)[1922]. Seçilmiş yapıtları, Bd.VII,S.285-319
62. A.g.y. s.295-97
63. A.g.y. s.301
64. A.g.y. s.303
65. A.g.y. s.304
66. A.g.y. s.304
67. A.g.y. s.305
68. A.g.y. s.318
69. A.g.y. s.306
70. Freud, S.: Bir Yanılsamanın Geleceği, Öteki Yayınları, Selçuk Budak, 1995.
71. Freud, S: Kültür içinde Huzursuzluk, Öteki Yaymevi, 1995, çev. Selçuk Budak
72. A.g.y. s.248
73. A.g.y. s.250
74. A.g.y. s.251
75. A.g.y. s.251
76. A.g.y. s.257-258
77. A.g.y. s.288
78. A.g.y. s.288
79. A.g.y. s.289
80. A.g.y. s.257
81. A.g.y. s.260
82. A.g.y. s.2331
83. A.g.y. s.269
84. A.g.y. s.289
85. Freud, S.: Kitle Psikolojisi ve Psikanaliz Üzerine, Cem Yayınevi, çev. Kâmuran
Şipal, 1990,s.439
86. A.g.y. s.440
87. Schur, Max: Sigmund Freud. Leben und Sterben. (1972) Suhrkamp, 1982
88. Kollbrunner, Jürk: Der Kranke Freud,
Klett-Cotta, 2001
89. Schur, Max: s. 413 ve sonrası
90. Kollbrunner, Jürk: s. 16-30
91. Jones, E.: Band 3. s.112 ve sonrası
92. Jones, E.: Band 3., s.113
93. Jones, E.: Band., s. 119
94. Kollbrunner, Jürk: s. 30
95. Jones, 3, s.253
96. Max Schur, s.507
97. Detlef
Berthelsen: Alltag bei Familie Freud,
TTìi Eri— fy É^B
Paula Fichtl- Hof mann und Campe, 1987, s.79-80
98. Jones: Band 3., s. 261
99. Schur, Max, s. 589
100. Psyche, 1989, Harald
Leopold Löwentahl. s. 928
101. Paul
Roazen s. 496
102. Paul
Roazen s.511
103. Assmann,
Jan: Moses der Ägypter, Fischer Verlag, 1997; aynca konunun merakhiarı
için Jan Assmann'in bir kitabını daha önermek isterim: Assmann,
Jan: Ägypten, Eine Sinngeschichte, Fischer,1999
104. Freud,
S.: Michelangelo'nun Musasi, YKY. çev. Kâmuran
Şipal, 1895, s. 147
105. A.g.y. s.156-57
106. A.g.y. s.139-140
107. A.g.y. s.140
108. A.g.y. S.139
109. A.g.y. S.142
110. A.g.y. s..160
111. A.g.y. S.159
112. A.g.y. S.162
ve A.g.y.s. 163
113. Jones, Bd.3, S.250
114. A.g.y. s.252
115. Freud-Salomé:
Sigmund Freud, Lou Andreas-Salomé, Briefwechel, hrsg.
von Ernst Pfeiffer, Fischer Verlag, 1966, s.222
116. Jones,
E.: Band, 3, s.257
117. Jones,
E.: Band 3, s.267
118. Jones,
Bd.3, s.427
119. Jones,
Bd.3, s.428-429
120. Ex: 32,1 und 32,23 "Dieser
Mann Moses, der Mann,der uns aus Aegypten herausgefürthat-wir wissen nicht, was
mit ihm geschen-hen ist."
121. Freud,
S.: Musa Denen
Adam ve Tektanrıcılık, Bağlam, Türkçesi: Kâmuran Şipal, 1987, s.83; ve
122. Musa Denen Adam, Şipal
s.83
123. A.g.y. s. 11
124. Sellin,
Ernst: Moses und Seine Bedeutung für die Israelitisch-Jüdische
Religiongeschichte. Leipzig. 1922
125. ŞipaLs.73
126. A.g.y. s.75
127. A.g.y. s. 193
128. A.g.y. s.140
129. A.g.y. s.209
130. A.g.y. s. 142-143
131. Abraham,
Karl: Psychoanaytische Studien (1912), II, Fischer Verlag, 1971, s. 329-360, Bu konuda bir
çalışma daha önermek isterim. Hornung Erik,
Echnaton, Die Religion des Lichts, Artemis-Winkler, 2001
132. Assmann,
Jan: Moses der Ägypter. Entzifferung einer Gedachtnisspur, Fischer, 2000, 210
133. Musa Denen
Adam. Bağlam, Şipal s.188-189
134. Hale, Nathan.G.:
Ein kritischer Blick auf Freuds Kritiker. Psyche, April 2002,4., 369-395, s.370
135. Heinz
Henseler: Religion-Illusion?: Eine Psycholo-analytischen Deutung. Steidl, 1995, s. 121
136. Hilda
Doolitüe: Huldigung an Freud. Rückblick auf eine Analyse. 1976, s.49
137. Berman,
Marschal: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, İletişim Yayınlan, 2.
Baskı, 1999
138. Flem, Lydia:
Freud: Arkeolog, Cogito, Arkeoloji: Bir Bilimin Katmanları. Sayı:28, Yaz 2001,
s.84-104
139. Leo Andreas-Salome'nin bu
tespitleri için bakınız: Appignanesi, L., Forrester, J: Die
Frauen Sigmund Freud's, 2000, s.328-371
140. Schur,
Max, S.612,ve Jones, 3. S.511
141. Schur,
Max, s.619
142. A.g.y.
s.619-620; romanın Türkçesi için bkz.: Honore de Balzac: Tılsımlı Deri, çev. Vahdet
Gültekin, Altın Kalem Klasik Romanlar, Hayat Anonim Şirketi, 1968
143. Balzac: Tılsımlı Deri, s.46
144. Schur,
Max S. 620-21
145. A.g.y. s. 620
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar