Print Friendly and PDF

Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud'un Aile Ve Tarihsel Romanı / Serol Teber

Bunlarada Bakarsınız

İçindekiler

 

 

Gecikmiş Bir Saygı Sunusu      9

Konuya Giriş İçin Yazarak Düşünme Denemeleri        11

I. Bölüm: Sigmund Freud'un "Aile Romanı'ndan Kimi Anımsatmalar

1.         "Bilimsel Bir Peri Masalı"            21

2.         Ensest Yüklü Bir Aile Ortamında Doğum

Tarihinden Başlayan Karmaşık Yaşam Koşulları          25

3.         Freud'un Kişiliğinin "Tarih Öncesi"

(Pre-Historik) Dönemi              43

4.         Kişiliğinin Oluşma Sürecinde Kutsal Kitap,

Shakespeare, Goethe ve Diğerlerinin Etkisi      57

5.         Kokainin Modern Psikolojiye Etkisi?      63

6.         Bir Türlü Beğenilmeyen "Ufak Tefek ve Beceriksiz Görünümlü" Koca Adayı       67

7.         Bitmez Tükenmez Mektup Yazma Tutkusu        73

8.         "Ateist Yahudi'nin" Günlük Yaşamı, Baül İnançları ve Cinsel Perhiz İçindeki

Güçsüz Adamın Cinsiyet Üzerine Savları        75

9.         Paris'te Yaşanan "Charcot Şoku"             87

10.      Josef Breuer ile Histeri Üzerine Çalışmaların Başlaması               93

11.      Psikiyatrinin Rozette Taşı: " Anna O"     95

12.      Histeri Üzerine Araştırma Kitabının Büyük Başarısı:

13 Yılda 626 Adet Satış             111

13.      Babanın Ölümünden Sonra Yaşanan "Muhteşem

Yalnızlık ve Melankoli Dönemlerinin" Güncesi;

Kim Korkar Kendi Kendini Analiz Etmekten,

Annesiyle Trende Geçirdiği Gecenin Gizi: "Düş Yorumu"    119

14.      Psiko-Arkeoloji: Truva, Pompei, Roma ve Berggasse. Schliemann-Freud Etkileşiminin Boyutları         147

15.      "Küllerinin Altmdan Çıkan Çocukluk Arkadaşı":

Gradiva           163

16.      Psikiyatr-Dedektif İşbirliği,

Sherlock Holmes-Sigmund Freud İlişkileri       177

17.      Psikanaliz Hareketinin "Kadınlar Kolu"               189

II. Bölüm: Sigmund Freud'un "Tarihsel Romanı"

1.         Tarihsel Roman'a Giriş: Genel Bir Yaklaşım

Ve Günlük Yaşamm Psikopatolojisi     205

2.         "Leonardo da Vinci'nin

Bir Çocukluk Anısı" Üzerine   213

3.         "Babanın Öldürülmesi Gerektiğini" Kanıtlama

Çabası Olarak Yazılan Yapıt: "Totem ve Tabu"              217

4.         Psikanaliz-Edebiyat İşbirliğinin Muhteşem

İki Örneği: "Karamazof Kardeşler" Romanı ve

Kafka'mn "Öyküsü"    235

5.         On Yedinci Yüzyılda Kilisede İmzalanmış Bir

"Şeytan Antlaşması"   245

6.         Tarihsel Roman'm Arka Planı: Bir Yanılsamanın Geleceği, Kültür İçinde Huzursuzluk ve Kitle Psikolojisi             255

7.         Freud'un Genel Sağlık Durumu ve Sonun Başlangıcı      263

8.         "Ben Viyana'yı Terk Etmedim, Viyana Beni Terk Etti!"        271

9.         Londra'daki Sürgün Günleri      277

10.      Tarihsel Roman'm Tamamlanışı; "Musa Denen Adam"       283

11.      "Musa Denen Adam" ve Tektanrıcılık    293

12.      Son Günler, Okuduğu Son Roman ve Son Saatler            315

Kaynaklar       321

 

Gecikmiş Bir Saygı Sunusu

 

 

 

Sigmund Freud'un biyografisini, yapıtlarını ve özellik­le de yaşadığımız kültür içindeki huzursuzluğun satır aralarına -bile- sinmiş bilgeliğini, yalnızlığını, acısını se-zinleyebilmem için, bu kadar gecikmem, bu yaşa gelmem gerekmezdi. Ama, onun yaşadığı azınlık psikolojisinin koşulladığı "negatif özgürlüğü" anlayabilmem için kimi kitaplarmı okumanın, söylediklerini anlamaya çalışmanın çok ötesinde uzunca bir süre -benim de- başat kültürlerin egemenlik alanının dışında, yabancı bir kültür ve psikoloji ortamı içinde yaşamam; bilinçli iz sürmelerden ya da kaba öykünmelerden öte, kimi yazgı birliklerinin getirdiği ara­yışların belirlediği "günlük yaşamın psikopatolojisi"nin yönlendirdiği (hatta sürüklediği), bir rota ile onun Viyana ve Londra'daki çalışma odalarmdaki psikoarkeolojiyi solu- * mam; Vatikan Müzesi'nde Gradiva Rölyefi'ni seyretmem; Roma'da Michelangelo'nun Musa'sı önünde saatler geçir­mem ve sonra da çağmda, dünyanm ilk büyük kitaplığının -da- oluşturulduğu Karnak Tapınağı'nda diz çökmem; ya­şadığı koşullarda oluşturduğu özgün bir hiyeroglif ile oya gibi işleyip tanımlamaya çalıştığı bilinçdışmdaki tortuyu, "tamamlanmamışların diyalektiğini" ya da "bilimsel peri masalını" anlamadan, özcesi Freud'un biyografisini ve kitaplarmı okumadan, Kari Marx'ın sıklıkla sözünü ettiği "toplumsal varlığı" anlamanın sanıldığı gibi, pek de öyle

 kolay olmayacağını bilmeliymişim. Kendisini analiz eder­ken, "Ben" dediği yerlerde, gerçekte "Biz", daha doğrusu "Siz" demek isteğini, "İşte!" ("Ahaaa!") diye anlayabil­mem için, yıllar sonra ve en azından, Albert Camus'nün Düşüş romanını -da- okumam gerekecekmiş... Yapacak bir şey yok.

Analist değilim, analiz bile olmadım, olamadım. Fre-ud'un söylediklerini gerektirdiği kadar anlayıp anlaya­madığımdan bile kuşkuluyum. Bunlara rağmen -çok gecikmiş de olsa- "Oidipus ile Musa araşma sıkışmış", yapayalnız ve tek basma çalışma odasına sığınmış, bu ufak tefek "ateist Yahudi"nin yapıtlarının büyüsünden öte, neredeyse bir tür yazgı birliğinin getirdiği duygusal yakınlaşmanın etkisiyle de olacak (yeni bir şeyler söyleme olanağının olanaksızlığını bile bile de olsa) çok bilinen bi­yografisinin, yani "aile romanının" ve ödünsüz eleştirileri ile kökten inkârlarını içeren "tarihsel romanlarının bazı bölüm başlıklarını birileriyle paylaşarak bir kez daha say­gılarımı sunmak istiyorum.

 

Serol Teber

 

Gecikmiş Bir Saygı Sunusu

 Konuya Giriş İçin Yazarak Düşünme Denemeleri

 

 

I

Sigmund Freud, Totem ve Tabu (1912-1913) kitabında, çağ­daşı pek çok sosyolog ve antropologun benimsediği gibi, insanların tarih boyu başlıca üç önemli düşünce ve inanç tarzı geliştirdiklerini vurgular. Bunlar animizm, mitoloji; tektanrıh dinsel inançlar ve bilimsel düşünce tarzlarıdır.

Tarihin, çocukluk dönemi düşünme ve inanç sistemle­rini kapsayan animizmde, insanlar, doğada bulunan her şeyin kendileri gibi ruhları olduğunu düşünmüş ve buna inanmışlardır. Sonraki gelişmiş mitolojilerde, bu doğa ruhları, bazı özel alanlarda yoğunlaştırılmış ve bu alanla­rın özel Tanrılarına dönüştürülüp ete kemiğe büründürül-müşlerdir.

Uzun bir etkinlik ve evrim dönemini kapsayan animizm dönemini ve mitolojik dönemi izleyen son üç bin, özellikle de son bin yıl içinde tektanrüı dinsel aşamaya ulaşılmış­tır. Tektanrıh dinsel aşamada, mutlak güç yerel-bölgesel Tanrılardan alınıp tek bir göksel Tanrı'ya devredilmiş, in­sanlar artık dünyayı ve kendilerini tek bir Tanrı'nın yarat­tığına ve yönettiğine inanmışlardır. Fakat, tektanrıh dinsel aşamada da animistik düşünce ve inançların, yaşamm ve düşüncenin çeşitli alanlarmda varlıklarını sürdürmeye devam ettikleri tespit edilmiştir. Son iki yüzyıldır gelişen bilimsel düşünce tarzı, bunlardan nitelikçe farklı bir du­rumu kapsamaktadır. Burada, birey insanlar -bir kısmı bile olsa- artık çocukluk dönemini aşmış, erginleşmiştir. Batıl inançlardan vazgeçilmiş; evrenin, toplumların ve in­sanların davranışlarını yönlendiren doğal, toplumsal ve psikolojik yasaları öğrenme ve bu yasalara göre düşünme ve yaşama ön plana çıkmıştır. Göksel yönetim yeryüzüne inmiş, tüm görevlerini yerel yönetimlere vermiştir. İnsan beyninin, merkezi sinir sisteminin fonksiyonları dışındaki ruhlara ya da Tanrıların etki gücüne olan inançlar ortadan kalkmıştır.

Bu kültürel gelişme sürecinin kimi aşamalarmı vurgu­layan önemli bir tespit sıklıkla anımsanır. Buna göre, özellikle tektanrılı dinsel inanç dönemlerinden, bilimsel düşünme aşamasına geçiş süreci içinde, insanlarm bin­lerce yıllık alışkanlıkla, dünyayı evrenin merkezi, kendi­lerini de Tanrı'nın yarattığı sevgili kulları olarak görme yanılsamasından kurtulmalarmda, devrimsel nitelikli üç büyük bilimsel buluşun etkisi belirleyici olmuştur. Bun­lar, Kopemikus'un, Darwin'in ve Freud'un kuramlarıdır. Kopernikus (1473-1543), sonradan "Kopernikus Devrimi" olarak da anılan büyük buluşuyla (1545), dünyanm evre­nin merkezi olmadığmı saptamıştır. Dünyanın, uzaydaki yıldızların en küçüklerinden biri olduğunu kanıtlayarak, dünya merkezli evren görüşü yerine güneş merkezli yeni bir evren kuramı geliştirmiştir.

İnsanlar, narsistik yaşamlarma ve dinbilim inançlarına gelen bu ilk büyük darbenin etkisinden kurtulmaya yeterli zaman bulamadan, bu kez Darwin (1809-1882), yayımla­dığı Türlerin Kökeni adlı yapıtında, insanlarm daha önce sanıldığı gibi kutsal bir varlık olmadığını, yeryüzünde bulunan sayısız canlıdan/hayvandan sadece biri olan in­sanımsı ortak bir ata-maymun üzerinden geüştiklerini sa­vunan "Evrim Kuramı"nı (1859) açıklamıştır. İnsanların, insanımsı maymunlarla ortak bir ata-maymundan da fark­lı doğrultularda evrimleşmiş olabilecekleri savı, salt dinbi-limcileri değil, pek çok doğabilimciyi de şaşırtmış, insanın kendisine dönük özgüvenini, narsistik duygularını bir kez daha sarsmışta.

Kopernikus ve Danvin'in ardından, bu kez de Freud (1856-1939), psikanaliz yöntemini geliştirmiştir. Freud, Düş Yorumu'nda (1900) bilinçdışının varlığını öngörmüştür. Yapıtlarında, insanın düşüncelerinin ve davranışlarının, içinde yaşanan kültürel yapıların etkisiyle biçimlenmiş ve sapürılmış içgüdüsel tortularm bulunduğu, bilinçdışının yönetiminde ve denetiminde çalıştığını söylemiştir. İnsa­nın, evrenin merkezi ve Tanrı'nın sevgili kulu olmasının yanılsamalı bir düşünce olduğunu; tam tersine insanm kendi benliğinin, düşüncelerinin ve duygularının -Özcesi kendi evinin- efendisi bile olamadığını göstermiştir.

Devrimsel nitelikteki bu üç buluş, üç büyük narsistik darbe ile insan, binlerce yıldır inandığı "kutsal durumu­nu", evrende, dünyada ve bizzat kendi özbenliğinde son derece ciddi boyutlarda sorgulama gereksinimi duymuş­tur.

 

II.

Freud, daha önceleri yazarlarm, ozanların, filozofların sözünü ettikleri bilinçdışı tanımını geliştirip, psikanaliz kuramının temel kavramlarından biri olarak kullanmıştır. Bilinçdışının, içinde yaşanan kültürün etkilerini, kısıtla­malarını, yasaklarını barındırdığım; birikmiş bu tortuyu zaman zaman çeşitli yüceltmeler, saptırmalar ile "bastı­rılmışların geri dönüşü" olarak yeniden bilinçli yaşama yansıttığını vurgulamıştır. Sürekli geri çekilmeye zorlanan insanın, en iç çekirdek (özbenlik) bölümünü sergileyen bilinçdışı, -gerçekte Marx'ın da betimlediği- "düşündüğü gibi yaşamayan, yaşadığı gibi düşünen", "toplumsal var­lığın" din, devlet, aile, baba gibi tüm toplumsal/kültürel otoritelerin etkilerinin en yoğun yaşandığı, son derece politize edilmiş bir tanımlama olarak da okunabilir. Bu alanda yapılmakta olan tartışmaları tamamlanmamış, yeni araştırmalara ve yorumlara açık politik diskurlar gibi de görmek gerekir.

Burada sıkça değinilen içgüdü/dürtü tanımıyla, -faz­la ince eleyip sık dokumadan- biyolojik gereksinmelerin, ruhsal heyecanlar ve gerilimler olarak duyumsanması ve canlının/insanın, yaşanan bu bedensel-ruhsal gerilimi çözmeye yönelik harekete ya da davranışlara zorlanması anlatılmak istenmiştir.

Başlangıçta nöroanatomi uzmanı, sonra ruhbilimci olan Freud, önceleri otopsiyi ve hipnozu, sonra da ser­best çağrışım yöntemini/psikanalizi, insanın bilinçdışı-m, iç dünyasmı anlamak ve tensel/tinsel, ruhsal/psişik sorunları olanları tedavi edebileceği bir yöntem olarak düşünmüştür. Sonra bu tedavi çabası, yaşama anlam verebilecek, "hakikati aramaya" yönelik bir uğraşa dönüş­müştür. Psikanaliz zamanla, insanın iç dünyasmı ve bilinç-dışını kapsayan "hakikatin", bireyin psişik prizmasında çeşitli renklendirmeler yaptığını; çarpıtmalar, saptırmalar -ve her şeyden önce- bastırmalara uğrattığını; dış dünya gerçeğinin, barbarca bir uzantısı olarak ortaya çıktığı ve şekillendiğini saptamıştır.

Freud, tedavi yöntemi olarak, "yaratıcı kışkırtma" yo­lunu seçmiş; ikiyüzlü moral anlayışlarını yadsımaya ça­lışmıştır. İnsanm bastırılmış dürtülerini/istemlerini hare­kete geçirmenin, bunları doyuma ulaştırmanın yollarmı göstermeye çalışmış; insanları mutlu olmaya, bunun için de topluma, kültüre, "sağduyuya" uymamaya; hatta on­lara başkaldırmaya çağırmıştır. Tedavinin amacı ve temel ilkesi, bilinçdışına bastırılmış dürtüleri, fantezileri doyu­ma ulaştırmak için gerekli optimal özgürlük istemi ola­rak benimsenmiştir. Ruh sağlığı, insanın topluma uyumu, toplum içinde tümüyle erimesi değil, tersine kendi yaratıcı yeteneklerini, nazlarını, istemlerini doyurma çabası olarak düşünülmüştür. Freud, çılgınlık/delilik ile sağlıklı akıl arasmda sürekli gidiş gelişler bulunduğunu, çılgınlıktan uzak, akim sağlıklı sayılamayacağını öngörmüş; giderek psikanalizi salt bir tedavi yöntemi olmanın ötesinde, bir dünya görüşüne, felsefeye ama hepsinden önemlisi de bir kültür eleştirisine ve bir politik psikoloji niteliğine dönüş­türmüştür. Yaşammm özellikle de ikinci yarısmda, Freud belli başlı yapıtlarım hemen hemen salt bu alanda vermiş; tedavi yöntemi olarak psikanalizi -kendi söylemiyle- ge­çinmesi için gerekli giderleri karşılamak ve bilgi birikimini artırmak için kullanmıştır.

Bu bağlamda, bilinçdışı derinlikler psikolojisi, psişeyi etkileyen toplumsal kurumlarm eleştirisine dönüşmüş­tür. Freud'un yaşammm sonraki yıllarında, kültür ve din eleştirilerini kapsayan araştırmaları çok daha fazla ağırlık kazanmıştır. Psikanaliz ayrıca, Aydınlanma ve Goethe • Çağı'ndan sonra, birbirlerinden hızla ayrılan doğa ve ruh-bilimlerinin, bilinçdışmda yeniden birleşmelerine önemli katkıda bulunmuştur.

Psikanaliz bugün; otoriter toplumsal kurumları, aileyi, politikaları, tarihi, dini, kültürel yapılanmaları, kısacası kitle insanının ruhsal durumunu araştıran ve eleştiren az sayıdaki sosyolojik ve psikolojik yöntemden biridir. Örne­ğin; eleştirel felsefenin başlıca kurumlarından, Frankfurt Okulu'nun temel dayanaklarmdan biri, Ortodoks psika­naliz eleştirileridir.

Freud'un araşnrmalarmdaki toplumsal eleştiri mantığı bugün de eskimemiştir. Örneğin; Freud, Almanya'da Na­zilerin yönetime gelmelerinden ve savaşm başlamasmdan önce yazdığı Kültür İçinde Huzursuzluk (1930) çalışmasın­da, insanların verili kültürel ortamlarda ne denli huzursuz, nevrotik, saldırgan ve hatta psikotik konumlara geldikle­rini anlatmaya çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan son­ra, dünyanın durumunu, rasyonalizmin irrasyonalizme dönüşümünü inceleyen "aydınlanmanın diyalektiği" tar­tışmalarının temelini, Freud'un bu yapıtı oluşturmuştur. Her iki çalışmada da, rasyonalizmin dindarlaşarak, politi­ka haline gelirken, politikaların dindarlaşması, toplumsal sorunlarm çözüm yollarmm bilgisayar yöntemleriyle de olsa, -neredeyse- doğaüstü güçlerde aranmaya başlanma­sı ve mistifikasyonun yabancılaşmanın, "şey"leşmenin ve "hiç"leşmenin tamamlayıcısı olarak ortaya çıkışı gösteril­miştir.

 

III.

Almanya'da Nazilerin yönetime gelmelerinin belki de en olumsuz etkilerinden biri, Avrupa anakarasında gelişen eleştiri kültürünü ortadan kaldırmaları olmuştur. Savaş­tan sonra, Amerika Birleşik Devletleri'nde gelişmeye baş­layan psikanaliz, burada radikal olarak kastre (iğdiş) ve depolitize edilmiş; pragmatik amaçla günübirlik yaşamı kotarmaya yöneltilmiş; düzen dışına çıkma eğilimindeki huzursuzlukları, toplumla sürtüşen "anormalleri" düzene yeniden kazanmak amacma yönelik bir tedavi yöntemine indirgenmiştir. Sonra iğdiş edilmiş bu haliyle, ABD üze­rinden yeniden Avrupa anakarasına geri dönen psikanaliz kuramı, artık daha önceki kışkırtıcı bir toplumsal eleştiri yöntemi olma niteliğini genel olarak yitirmiştir.

Psikanalizin toplumsal eleştiri kuramı olma niteliği, özellikle 68'lilerin eylemleriyle birlikte, insanm artan ça­resizliği ve yaşanan barbarlıklar karşısmda, ivedilikle veniden gündeme gelmiştir. Nietzsche'nin aforizmala-n. Adorno ve Horkheimer'in Aydınlanmanın Diyalektiği eleştirileri, Freud'un, Yanılsamanın Geleceği, Kültür İçin­de Huzursuzluk gibi yapıtları ve tabii Lacan Okulu'nun verileriyle birlikte, yeniden ve sık olarak anımsanmaya başlanmıştır. Bu bakış açısının uzantısmda edebiyatın, sanata, toplumbilimin, antropolojinin, etnolojinin, dinbi-Bmlerinin, barış araştırmalarının, sanat tarihinin ötesinde politika biliminin, politik-psikolojinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur.

 I. BÖLÜM

 

 

Sigmund Freud'un "Aile Romanı"ndan Kimi Anımsatmalar

 1. "Bilimsel Bir Peri Masalı"

 

 

Freud, histerinin nedenleri üzerine yapmakta olduğu araş­tırmaların ön bulgularını, 1895 yılının son günlerinde ar­kadaşı Fliess'e göndermiştir. Bu bulguları, 21 Nisan 1896 tarihinde Viyana Nöropsikiyatri Birliği'nin düzenlediği bilimsel bir toplantıda, ilk kez kamuoyunun tartışmasına sunmuş ve çok olumsuz eleştiriler almıştır. Çağmm en önde gelen doğabilimcilerinden ve "yarıtanrı" otorite he­kimlerinden Richard Kraft-Ebing, söyleyebileceği en kibar ve en ağır gözden düşürme tavrı ya da ucuzlatma biçimiy­le, anlatılanları "bilimsel bir peri masalı" olarak tanımla­mıştır. (1) Freud'un bütün yazdıklarının, kuram taslakla­rının ya da kuramının en doğru anlatımının, olasılıkla bu negatif vurgulu "bilimsel bir peri masalı" tespiti oluştur­muştur. Büyük kültürel donanımlar uzantısmda yapılan , bilimsel gözlemle başlayan çıkarsamaların, gözü pek fan­tezilerle dolu devamı... Ya da gerçek ile gerçekdışmın iç içe sunumu tam da bu olmuştur.

Eleştirel bir kuram olarak -da- psikanaliz, yaşanan kar­maşık durumun, insanın kendisini soy ve özgeçmiş boyut­larında tanıma süreci içinde (2) irdelemiş ve sinir sistemi fizyolojisinin sınırlarının, felsefi antropolojik boyutlarda da sorgulanmasının (3) ve hatta zorlanmasının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Totem ve Tabu gibi bir yapıtı -bile-bugün tam bir "bilimsel bir peri masalı" güzelliği ve hay­ranlığı içinde okuyabilmemizin ardındaki giz, kesinlikle bundan ibarettir.

Psikanalizin söylemek istediklerinin farkına, doğabi-limcilerden ve hekimlerden çok önce, sanatkârların, res­samların, özellikle de sürrealistlerin ve şairlerin varmala­rı rastlantı değildir. Burada yeri gelmişken, psikanalizin doğum haberini dünyaya duyuran kişinin bir hekim ya da psikiyatrist değil, 2 Aralık 1895 tarihli bir gazeteye yaz­dığı yazı ile Viyana Burg Tiyatrosu yönetmeni Alfred von Berger olduğunu anımsayalım. Gene bu konuda en övgü dolu yazılar da, örneğin Thomas Mann'ın romanlarından gelmiş; Hermann Hesse de, 1918'de Freud'a, "Şairler da­ima sizin en yakınlarınız kalacak, yazılarınızın ne anlama geldiğini en çok onlar anlayacaklardır" diye yazmıştır. Bu konuda yüzlerce ve binlerce benzer örnek verebiliriz. Bu bağlam içinde psikanaliz, belki de bir anlamlandırma sa­natı olarak entelektüel yaşama katılmıştır (Schur).

İstesek de istemesek de, Freud'dan sonra, insanın tinsel, ruhsal, psişik dünyasını anlama ve anlatma mantığımız, "psikolojizmiz) tümüyle değişmiştir (Jones). Düş Yorumu kitabmm notları, modern çağı etkileyen başyapıtlardan biri olarak, British Museum'da Danvin'in Türlerin Kökeni ve Marx'ın Kapital kitaplarının notlarmm yanına konmuş­tur.

Okuduklarımızdan anlayabildiğimiz kadarı ile Fre-ud'un özel yaşamı, yapıtlarından pek de farklı değildi. Freud olasılıkla, tıpkı kendisinin Goethe için söylediği gi­bi, "çelişkilerle dolu karmaşık yaşamını ve duygularmı, açıklamaktan ziyade gizlemek için çok yazmış"tı. Yazdık­ça açığa çıktığını, kendi kendisini soyduğunu ve bunları örtmek için daha çok yazdığım, ama yazdıkça daha da çıplak kaldığını; ağrılar, acılar içinde kıvrandığım duyum-samıştır.

Freud, Oidipus ile başlayıp Musa ile dinginliğe kavu­şacağını umar, ama başaramaz. Acılarını dindirmeye (ki bu acılara çenesinde oluşan tümörünkini de ekleyebiliriz) hiçbiri yetmeyince, doğal ölümünü bile beklemeden, özel doktorundan kendisine yüksek doz morfin enjekte etmesi­ni rica etmiş ve yaşamını bir anlamda yine kendi kararı ile noktalamıştır.

Onun kendisi hakkında söylediklerinin ya da yazdık­larının (kuşkusuz) pek çoğu, gerçekleri tam olarak yan­sıtmaz. Yapıtlarını okuduktan sonra, bunun böyle olma­sının, maddenin doğasma uygun olduğunu anlarız. Kendisinin de vurguladığı gibi, biyografi ya da otobiyog­rafi yazmı, özü gereği kendi kendisini yalancılığa mahkûm etmek zorundadır. Hele resmi biyografi yazarları için, bu durum daha da beterdir. Belki bazı tespitler yapılabilir ya da kimi biyografik fotoğraflar çekilip, bunlar üzerlerine "peri masalları" tarzı fanteziler anlatılabilir. Örneğin Lou Andreas-Salome, yaptığı çok hınzır bir saptamada onun, tüm bilgeliği ve çocuksu naifliği içinde, toplumla arası­na koyduğu büyük mesafeyi gizlemeye çalışan, ama aynı zamanda da kendisini çırılçıplak ortaya koyan bir adam olduğunu söyler (4). Salome, onun hafif öne doğru eğilip, bir anlamda kendi içine kıvrılıp (kapsüle olup), bir omuzu • düşük, yan yan yürüyerek ve neredeyse duvara sürüne­rek, olabildiğince dinleyicilerden uzak duran ve de uzak durduğunu bir yandan belli etmemeye çalışırken, bir yan­dan dehşetli duyumsatarak dershaneye girişini anlatır. Böylece, dünyanın en önde gelen bilim insanlarından biri­nin ne denli büyük varoluşsal korkular ve buna bağlı geri çekilmeler, kaçışlar ("gizlenme ve korunma isteği") içinde olduğunu olanca ayrıntıları ile gözler önüne sergiler.

Onun biyografisini Kabala gizemciliğine başvurma­dan okumanın oldukça zor, hatta olanaksız olduğu söyle­nebilir. Yapıtlarının satır aralarına değin okunmasından sonra, düşlerine ve bunlara getirdiği yorumlara kolaylık­la inanmak biraz saflık olur. Ancak anlattığı peri masalı fantezilerine, bilimsel verilere uygun düşmediği ya da tam da bu nedenle dehşetli güven verici oldukları için inan-mamaksa, büyük bir eksiklik, en azından estetik bir kayıp olur. Freud'un -şimdilik mektupları hariç- 18 cilt kadar tutan yapıtlarını ya da bunların en önemlilerinden oluşan seçmeleri okuduktan sonra, belki şöyle söylenebilir: Onun biyografisi (kuşkusuz meraklıları için), psikanaliz kuramı­nın savlarmın sınandığı, insanların kendilerini açıkla(ma)-mak için ne denli kurnazlıklara başvurduklarını, ama gene de bir şeyleri ele vermek için de, nasıl yanıp tutuştuklarını, hatta kıvrandıklarını sergileyen, zengin malzemelerle dolu bir "Freud vakası" olarak da okunabilir. Ayrıca Freud -da­, kendisinin bir "vaka" gibi okunmasmı kışkırtmak için, daha 28 yaşından başlayarak elinden geleni ardma koy­mamıştır. Örneğin hiçbir özelliği, parası, ünü olmayan, ge­lecek vaat etmeyen, sıradan, ufak tefek, güçsüz, kuvvetsiz bir hekim olduğu için evlenme teklifine "evet" demekte pek de gönüllü olmayan nişanlısı Martha'ya, 28 Nisan 1885 tarihinde gönderdiği mektubunda, şeytani bir refleksle şöyle yazar: "Sevgilim, senin gönderdiğin mektuplar ve sana ait olanlar hariç, bugüne değin -ortalama 14 yıldır-tuttuğum kimi notlarımın, günlüklerimin, mektuplarımın önemli bir kısmını, çalışma yazılarımın bir bölümünü yak­tım... İleride biyografimi yazacak olanları şimdiden yanlış yollara yönlendirmiş olmanın keyfini yaşıyorum..."(5)

2. Ensest Yüklü Bir Aile Ortamında Doğum Tarihinden Başlayan Karmaşık Yaşam Koşulları

 

 

Sigmund Freud kadar üzerinde tartışılan, eleştirilen ya da savunulan, biyografisi ile yapıtları arasında bağlantı ku­rulan başka bir düşünür göstermek kolay değildir. Bir kez daha vurgulamak gereğini duyuyorum ki, onun biyografisi ile çalışmalarını birbirinden ayırmak olanaksızdır. Ayrıca, bir insanın biyografisi ile yapıtlarını birlikte düşünmeye bizi ikna etmiş, hatta bunun arkeolojik boyutlarda izlen­mesini, soy geçmişinin ve "göçük altında kalmış tüm bi­yografik ilişkilerinin araştırılması gerektiğini" yine kendi­si vurgulamıştır. (6)

Freud'un biyografisine duyulan ilgi, psikanalizin özün­den kaynaklanmaktadır. Yapıtlarının ortaya çıkışının, • onun psişik yaşamının kimi sorunlarıyla ilişkili olduğu se­zinlenir. Ayrıca, cinsel yaşam gibi, kendisinin de çok güç­süz, deneyimsiz ve hatta beceriksiz olduğu, öylesine kış­kırtıcı konulara değinmiştir ki, bu yapıtların anlaşılması için, onun, yaşamındaki belli başlı önemli olayları öğren­me istemi -hatta gereği- kendiliğinden ortaya çıkar. Onun çelişkili biyografisine duyulan bu ilgi, sıradan dedikoducu merakların ötesinde, onun kişisel sorunlarına yaklaşımın­daki yine çelişkilerle dolu, bazen birbirlerini yadsıyan, ba­zen de destekleyen bilimsel peri masalından kaynaklanır.

 Freud, tek kişilik bir haçlı seferi sürdürmüştür. (7) Bu kişilik; çok sorunlu, karmaşık bir dünya içinde belirlenmiş, ciddi bunalımlara düşmüş ve içine girdiği bu karabasanlı bunalımların sonunda, öncelikle kendisini anlamak ve sa­ğaltmak istemiş, bunun için de uygun bir tedavi yöntemi bulmaya çalışmıştır. O, öncelikle beyin anatomisi uzma­nıdır. Psikolojiye ilgisi, kendi sorunlarının ortaya çıkışıyla neredeyse birlikte gelişir. Gençlik yıllarından beri sıkıntı, iç huzursuzluk, güçsüzlük, mutsuzluk, güvensizlik duy­guları içinde yaşamış ve ergenlik döneminde bu şikâyet­leri artmıştır. Bu durum 40 yaşlarında doruk noktasma ulaşmıştır. Gene bu dönem içinde, karşı koyamadığı bir tutkuyla, öncelikle kendisini tanımak ve de anlamak iste­miştir. Bu noktada, çok iyi bildiği fizyolojinin yasalarını ve olanaklarını düşünmüş; ancak, yaşadığı karmaşık duygu ve düşüncelerin belirtilerinin fizyolojik açıklamasını yapa-maymca, bu kez psikolojiye eğilmiştir. Daha sonra, kendi psişik sorunlarının gerçekte dünyanm genel (kültürel) so­runlarıyla birlikte ortaya çıktığını kestirmiştir. Yaşammm, özellikle de 1900'lerden başlayan ikinci yarısında, hemen hemen tümüyle kültür/din psikolojisini araştırmıştır.

Karşıt duygular, onun tüm kişiliğine ve kuramına ege­mendir. Freud'un kişiliğinin ve kuramının temel gizinin, bu tür çelişik duygu karmaşaları içinde yattığı söylenebi­lir. Hemen ilk akla gelenlerden bazıları; özne/nesne, et­kin/edilgin, ben/başkası, haz/acı, saldırganlık/ölüm, sevgi/öfke, gerçek ben/ideal ben olabilir. Ayrıca bunlar bize, onun hem yaratıcı melankolik kişiliğinin hem de kuramının gizinin anahtarını verebilir. O, bu karşıt duy­gular arasında, hem kendisinin hem de hastalarının sa­vunma düzenlerinin arasmdan sıyrılıp, psişik yapının en alt katmanlarına, iç çekirdeğine, bilinçdışrna, ilk mahrem istemlerin yaşandığı, ilk cinayetin ya da cinayetlerin işlen­diği asıl "olay yerine" yaklaşmayı başarır.

Babasının ölümünden duyduğu suçluluk duygusu ve üzüntü onu arkadaşı Fliess'e yaklaştırmıştır. Tutku bo­yutundaki bu yaklaşım giderek Fliess'den kopma ve son­ra da ona düşman olma karşıtını getirmiştir. Bu kopuşun oluşturduğu üzüntü ve korkulu boşluk duygusu, bu kez onu Cari Gustav Jung'a yakınlaştırmış, sonra da yine düş­man yapmıştır. Babası Jakob Freud; Breuer, Fliess ve Jung, onun yaşammda çok olumlu roller oynayan, fakat onlara tutkuyla bağlandığı için de kendisini bağışlamayarak, kar­şıt duygular yarattığı gelişim aşamalarıdır. Yaşam boyu hep, en mahrem şeylerini konuşabileceği ve sonra da öf­kelenip ona düşman olabileceği bir arkadaşa gereksinim duymuştur (Jones).

Freud, psikanaliz çalışmaları sırasında, her şeyden önce bireysel, ailevi ve toplumsal sorunların ne denli bir­birlerine bağlı olduklarını, kendi yaşam örneğinde gö­rür. Öncelikle mitolojinin ve Sophokles trajedilerinin -ve özellikle de Oidipus üçlemesinin- ışığında kendi "aile ro­manını" yazmaya başlar. Bu romanın okunması henüz ta­mamlanmamıştır; her okuyanın -hatta her okuyuşundan sonra- aklına yeni sorular takılmaktadır. Örneğin; onun • resmi doğum tarihi olarak kabul edilen 6 Mayıs 1856, ola­sılıkla yanlış, en azmdan tartışmalı bir doğum tarihidir.

1931 yılında, küçük Freiberg kentinin yöneticileri -Ya­hudi bile olsa- hemşerileri olan bu büyük bilim adamma karşı duydukları saygıyı belgelemek için, doğduğu evin duvarına bir plaket koymaya karar vermişlerdir. Bu pla­ket için araştırdıkları doğum kütük defterlerinde ve kilise kayıtlarında Freud'un doğum tarihinin 6 Mart 1856 oldu­ğunu görünce şaşırıp kalmışlar, buna nasıl bir anlam vere­ceklerini bir türlü bilememişlerdir. İlk kez Siegfried Bern­feld ve Suzanna Cassirer Bernfeld, daha 1940 yılı başında yaptıkları örnek bir çalışmada, bu önemli noktanm altını çizme yürekliliğini göstermiş ve üstadın doğum tarihinin resmi kayıtlarına göre 6 Mart 1856 olduğunu vurgulamış­lardır. (8) Fakat Ernest Jones (1962) gibi ailenin resmi bi­yografi yazarı ile Mannoni (1971), Schur (1972), Gay (1981), Roazen (1976), Krüll (1979), Clark (1981) ve Schöpf (1982) gibi önde gelen "yarı resmi" biyograflar, konuya anlaşıl­ması kolay olmayan bir biçimde ilgisiz kalmışlardır. Bu çok önemli konuya, küçük bir dipnot şeklinde bile olsa, hiçbir yerde değinmemişlerdir. Salt bu tavırlar bile, onun asıl doğum tarihinde bir karışıklık olduğunu kanıtlamaya, en azmdan kuşku duyurmaya yetebilir.

Doğum günündeki bu iki aylık fark, yazgı belirleyici nitelikte -gibi- görünmektedir. Çünkü, anne ve babasının evlilik tarihi olan 29 Temmuz 1855 ile onun resmi doğum tarihi arasmdaki yedi aydan bile az zaman dilimi (Sigmund Freud gibi üstün zekâlı olsa bile), bir çocuğun normal do­ğum süresine pek yetmemektedir. Ayrıca, ailenin anıların­da erken bir doğumdan hiç mi hiç söz edilmemektedir. Bu durumda, ortada ya evlilik dışı bir gebelik söz konudur ya da daha beteri, çok genç ve çok güzel bir kadın olan Amelie, yaşam tarzma hiç de aykırı düşmeyecek bir biçim­de önce başka birinden gebe kalmış, sonra da bir skandala meydan vermemek için, ünlü bir tüccar olan babası tara­fından aceleyle, yaşlı ve görece yoksul olan Jakob ile evlen-dirmiştir. O zamanlar bile, bu tür gebelikler ve sonra gere­ği düşünülen evlilikler, çok az rastlanan olaylar değildir. Ama burada modern psikolojinin ve psikanalizin kuru­cusu Sigmund Freud'un durumu sözkonusu olunca, işler biraz zorlaşmaktadır. Ayrıca, yine bu durumda, Jakob'un ikinci karısı Rebeka'nm birden ve "bilinmeyen nedenlerle ortadan kalkışı", sonra da ailenin resmi tarihinden çıka-

 


 rılışı, üzerinde hiç konuşulmamasını, ama Freud'un ile­rideki yıllarda ısrarla söylediği gibi, "ruhunun gölgesinin ailenin üzerinden hiç ayrılmayışının" gizemi, biraz daha açıklık kazanmaktadır. Kocasının, çok genç ve güzel bir kadından çocuğunun olacağını, hatta çocuklu bir kadınla evleneceğini duyan kadının intihar etmiş olma olasılığı gi­derek ağırlık kazanmaktadır.

Kısası, Freud'un ana rahmine düştüğü anda başlayan olaylar dizisinin gizemini çözüp, eksiksiz bir "aile roma­nı" yazmaya, psikanaliz kuramının masalsı gücü (bile) pek yetmemektedir. Ailenin yakın dostlarından, yarı resmi bi­yografi yazarı ünlü psikanalist Peter Gay, yıllar sonra bile daha pek çok şeyi öğrenmek istediğini -haklı olarak- yaz­maktadır. (9) Örneğin, Freud'un aile yaşamı, karısı Martha Bernays ile olan duygusal ve cinsel ilişkilerinin gelişimi ya da karısının kız kardeşi Minna Bernays ile olan serüvenleri üzerine bilinenler ya da bilinemeyenler... Gençlik arkadaşı Fliess'e olası biseksüel duyguları, ilişkilerinin boyutları... Yaşamının son yıllarına doğru, kızı Anna ile olan yoğun duygusal ve belki de tensel bağları; Freud'un hep, baba­ların kızlarını analiz etmesine karşı olmasına rağmen, An-na'yı bizzat kendisinin analiz etmekte ısrar edişi ve sonra da onu, gene aralarındaki ilişkinin gizi bir türlü çözüleme­yen Lou Andreas Salome'ye "bu bizim ikimizin kızıdır" diyerek emanet edişi... Oğulları Martin ve Erich'in babala­rına karşı bitmez tükenmez tepkileri ve başkaldırıları, hep tartışmalı konulardır.

Bir başka soru, kimi kaygılarımızı biraz daha somut-laştırabilir: Freud, annesi ile ilgili duygu ve düşüncelerini ve hatta düşlerini açıklamaktan, neden bu denli -dehşet­le- kaçınmıştır? Gerçekten çok nefret ettiği için mi, yoksa "kamçılanmaktan korktuğu için mi? Bilemiyoruz. O bu tür sorulara -sağlığında bile- ya hiç yanıt vermemiştir ya da


verdiği yanıtlar, hiç kimseyi yeterince tatmin etmemiştir. Ama kestirebiliyoruz ki, annesi ile ilişkileri hiç de onun göstermek isteği gibi, düzgün ve yüzeysel değildi. Ana-oğul ilişkileri yaşamına derin kökler salmış ve köklerin uzandığı alanları, en uç noktalarına kadar çatlatmıştı.

Freud'un kokain bağımlılığı, kendisini hangi koşullarda analiz ettiği, 20. yüzyılın çağ açan en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen Düş Yorumu gibi bir bilim ve bil­mece kitabını hangi koşullarda yazdığı... Bu büyük Sphinx düğümünü ya da bilmecesini nasıl çözdüğü... Analitik düşünme tarzmın ortaya çıkmasında, kokainin etkisinin ya da "dinsiz bir Yahudi" olarak Freud'un, Roma Katolik

Kilisesi'ne olan kişisel tepkilerinin ne düzeylere uzandı­ğı, Roma kentinin topografisi/arkeolojisi ile otobiyografisi arasındaki sevgi/nefret ilişkilerinin boyutları gibi soruları çoğaltmak olasıdır.

İlk bakışta anlamsızmış gibi görünen, fakat özünde bu denli kapsamlı olan tartışma noktalarının yanıtlarını ara­ma çabaları, belki bizlerin bile kültür donanımlarımızı zen­ginleştirebilir ve belki bir gün bizlerden biri bile, Kolomb örneği Hindistan'a doğru yelken açıp (Tanrı korusun) Amerika'ya varabiliriz... Ama bu tür konuları kendimize dert ettiğimiz sürece, ne koşulda olursa olsun, Hindistan'a gidiyorum diye masanın başına oturup, gerçekten de Hin­distan'a gitmeyiz. (10)

İnsanın "Kültür İçinde Huzursuzluklarını irdelerken, soruna "Tanrı ve insanları" olarak değil, "insan ve Tanrıla­rı" olarak bakar. (11) Birey insandaki bu trajik yabancı­laşmayı, teolojiden hatta bizzat psikolojiden kurtulmuş bir psikolojiyi, psikanaliz yöntemi aracılığıyla gözler önüne sergilemeyi amaçlar. Kendi konumundan (anti-psikolo-jisinden) hareket ederek derinlikler psikolojisinin en de­rinlerine inen ilk psikiyatrist olur. Onun bu denli gerçekçi ve kötümser olmasının temelinde, varoluşsal korkuyu hiç kuşkusuz saçmalığı, kendi teninde ve tininde yaşamış ve bunun nedenlerini gene kendisinde araştırmış olması ger­çeği yata(bili)r.

İnsanların yaşadığı varoluşsal korkuyu araştıranların başında Kierkegaard gelir. Daha 1844 yılında bu konu üzerine -hâlâ çok önemli bir başyapıt olma niteliğini sür­düren- ünlü kitabını yazmıştır. Hegel'le polemik yapmak pahasına, en akılcı düzenler, devletler karşısında birey in­sanın ve -en başta kendisinin- çaresiz durumunu ve duy­duğu korkuyu anlatmaya çalışmıştır. (12)

Freud da -gene kendi sorunlarından hareketle- hep kor-

 


 kunun gizemini araştırmıştır. Korkunun temelini, öncelikle çocuğun, doğuran ve koruyan (rahman; 'rahim'den) ana karnından ayrılmasına bağlı doğum travmasından sonra, yaşam boyu sürmesi olası kopma/ayrılma gibi travmatik yaşantılarda görmüştür. Bunun ardından yaşanan çare­sizlikleri ve bağımlı olma isteğini tartışmıştır. Bu önemli olayı, kendi söylemi ile, libido yüklü psişik aygıtm enerji­sinin dış dünyaya boşalma kanallarının tıkanması sonucu (libidonun) kendi içinde birikimi/kollapsı olarak düşün­müştür. Bu libido birikimi ve korkunun oluş nedeni olarak sürekli bastırmaların varlığını görmüştür. Bastırmalar ile korkunun derinlere itildiğini ve bunun sonucu korkularm daha da arttığını, yeni bastırma önlemlerini zorunlu kıl­dığını, sonunda kısır döngünün pekiştiğini düşünmüştür. En sonunda -bir türlü altmdan kalkamadığı- korkularım biraz olsun azaltabilmek ve onlarla barış içinde birlikte yaşayabilmek için, toplumdan entelektüel bir geri çekilme (rezignasyonu), bilimsel alanlarda yoğunlaşma (okuma, araştırma, yazma) ve çok çalışma yolunu seçmiştir.

Bu bağlamda kültür tarihi (bağımsızlaşmak-özgürleş-mek için) korku(lar)dan kurtulmanın ve sonra yeni bağım­lılıklar yaratmanm tarihi olarak da okunabilmektedir. Baş­ka türlü söylersek: Çaresizlikten kaçınmak için, karşısmda yeniden çaresiz kalman bağımlılıklar oluşturulmaktadır. Bu çaresizlik(lerin) çoğunun, bireyin gücünü aşan birey-üstü kültürel çaresizlikler oluşu, korkuları daha da artır­maktadır. Homo sapiens'lerin ormanlardan çıkıp büyük, modern kentlere yerleşme (Afrika ormanlarından Viya­na ormanlarma değin geçen büyük tarihsel) serüvenleri, duyumsanan korkuları azaltmamış -ne hikmetse- tersine artırmıştır.

Freud, 1929-30 yıllarında, tam da Nazilerin yönetime gelmelerinin arifesinde yazdığı Kültür İçinde Huzursuzluk çalışmasında, bu konuyu yeniden ve çok daha kapsamlı olarak ele almış, ontolojik nedenlerini irdelemiştir. Yaşamı boyunca her fırsatta inançsız, ateist bir Yahudi olduğunu söylemiştir. Onun için Yahudilik, ateizm ile çelişmemiş, tersine, ateist ve Yahudi olmasmm getirdiği kimi olanak­lar psikanaliz yöntemin bulunmasının ön koşullarını belir­lemiştir. Arkadaşı Oskar Pfnister'e 9 Ekim 1918 tarihinde yazdığı mektupta, bu gerçeği dile getirmiş ve - kendi ka­nısına göre de-(ancak) bir Yahudi ateist olarak psikanaliz kuramı yazabilmiştir.(13)

Bu durum, ateizmin özel bir tipini oluşturmuştur: Ya­hudilik ve ateizm, Freud'u iki kez yalnızlığa mahkûm et­miştir. İçe kapanık yaşayan, çok yakın arkadaşlarından ve hastalarmdan başka hemen hemen hiç kimseyle ilişki kura­mayan, zorda kalmaymca evinden dışarı çıkmayı bile dü­şünmeyen bu Tanrısız Yahudi, dinden ve " toplumsal sağ­duyudan" armmış profesyonel kuşkucu düşünce tarzıyla psikanalizi geliştirmiştir. Yapayalnız insanın kuşkuculu­ğu, tek kurtarıcı olarak doğabilimlerine bağlanmasınm, bilimsel düşünceyle karşısmdaki baskıcı ve tutucu Roma Katolik inancma karşı tavır almasmm önkoşullarını oluş­turmuştur. Çok söylendiği gibi, psikanaliz yeni bir din gibi değil, tersine dine karşı dinsiz, laik bir felsefe, eleştirel bir görüş olarak ortaya çıkmıştır. Freud'un özellikle din konu­sunda, ödünsüz olabilmesini sağlayan temel, onun gerek­tiğinde tek basma kalmayı ve yapayalnız çalışmayı göze alabilmesi, Sokratik anlamda, inanca dayalı tüm dayanak noktalarmıyadsıyıp Sophokles'in trajedilerini, Shakespe-are'in, Goethe'nin şiirlerini, Dostoyevski'nin yapıtlarını (ama özellikle de Karamazof Kardeşler'ini) elinden düşür­meden, Aydınlanma Çağı'nı başlatan filozofların, özellikle de Voltaireve Diderot'nun öğüdünü tutarak, "akıldan (ve sanattan, edebiyattan, mitolojiden ve bir de peri masalla­rından; s.t.) başka danışılacak merci yoktur" belgisini psi­kolojiye -de- uygulaması olmuştur.

Daha önce de değindiğimiz gibi, Freud'un resmi do­ğum tarihi (olası tartışmaları önlemek için olacak) hep 6 Mayıs 1856 olarak kabul edilir. Bu tarih resmileşmiştir. Baba Jakob evlerindeki kutsal kitabın (İncil'in) üzerine bile bu tarihi yazmıştır. Freud da resmi doğum günü olarak hep 6 Mayıs 1856 tarihini kullanmıştır. Küçük bir dil sürç­mesi üzerine bile -haklı olarak- yüzlerce sayfa yazı yazan üstat, bu durum kendisine anımsatıldığında örnek bir ka­yıtsızlıkla omuz silkmiş ve "kimsenin beni iki ay büyük göstermeye hakkı yok" diyerek konuyu geçiştirmiştir. Sa­vaş sırasında tüm kayıtlar tahrip olmuş, belgesel araştırma yapma olanakları hemen hemen ortadan kalkmıştır. Jürk Kollbrunner, son günlerde bu konuyu yeniden gündeme getirdi. (14) Fakat, şimdilik bu çok önemli noktanın altını çizmekten ve beklemekten öte yapabilecek bir şey yok gibi görünmektedir.

Freud, 6 Mayıs 1856 (ya da 6 Mart 1856)'da, zamanın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde ve Viyana'nm 240 km. kadar kuzeydoğusunda bulunan Mo-ravya'nm küçük Freiberg kentinde, Schlossergasse 117 nu­maralı evde doğmuştur. 13 Mayıs 1856 (olasılıkla 13 Mart 1856) tarihinde sünnet olmuştur (Jones). Doğduğu kentin nüfusunun 1860 yılında 4500 dolaylarmda bulunduğu, bu­nun 150 kadarının Protestan ve 130'unun Yahudi kökenli olduğu bilinir. Aile çoğunluğu Katoliklerin oluşturduğu bölgede Yahudi azınlık psikolojisi içinde yaşamıştır. Yö­renin kilisesinden yükselen çan sesleri, küçük Freud için mutluluk ve güven duygusundan çok, korku hatta dehşet duygusu yaymıştır. Bu "azınlıkpsikolojisi" onun kişiliğinin gelişmesine önemli etkilerde bulunmuştur. Daha sonraları yazdığı otobiyografisinde, "Annem ve babam Yahudi'ydi.

Ben de Yahudi olarak kaldım. Kendimi çocukluğumdan beri hep bir Yahudi gibi hissettim; dinsiz bir Yahudi" diye vurgulamıştır. Bilinebildiği kadarıyla, Freud'un baba tara­fının ataları 15. ya da 16. yüzyılda Almanya'nm Köln böl­gesinde yaşamış, sonra buralarda girişilen baskı ve kırım hareketleri nedeniyle aile, Litvanya bölgesine kaçmıştır. 19. yüzyılda, yeniden Batıya, Moravya bölgelerine doğru göç etmişlerdir.

Freud'unannesi Amalie Nathanson (18 Ağustos 1835­12 Eylül 1930) canlı, neşeli bir kadındı. Gençliği Odessa'da geçmişti. 1848 devrimini yaşamış, 1855 yılında 20 yaşın­dayken, 40 yaşındaki Jakob Freud'la evlemişti. 21 yaşmda ilk çocuğu Freud'u doğurmuş, sonraki on yıl içinde üst üste dokuz çocuk dünyaya getirmişti. Bu çocuklardan biri doğumdan kısa süre sonra yaşammı yitirmiştir.

Freud, annesinin sevgili oğlu, bir tür veliaht olarak gö­rülmüştür. Doğduğunda başının çevresinde ince bir zar kalıntısı görülmesi, batıl inançların uzantısında onun ileri­de büyük adam olacağının işareti olarak yorumlanmış, an­nesi bu Tanrısal müjdeyi ölene değin sıklıkla anımsamış ve anımsatmıştır. Freud'un kanısına göre de, bu durum onun başarılı yaşamının temel dayanaklarından birini, belki de en güçlüsünü oluşturmuştur. Annesi tarafından sevilmek onun özgüvenini artırmıştır. Sıklıkla Goethe'nin de "be­nim gücümün kökleri annemle olan ilişkimden kaynakla­nır" dediğini anımsatmış; kendi konumuna destek almaya çalışmıştır. (15) Annesi diğer tüm çocuklarmı küçük sevgi­li oğlu Sigi uğruna neredeyse ihmal (hatta feda) etmiş; boş-lamıştır. Her şey sevgili Sigi çevresinde dönmüş, o müzik sevmiyor diye kız kardeşlerinin kendilerini tek geliştirme olanağı olan piyano bile evden çıkarılmış, evdeki tek gaz lambası sevgili Sigi'nin odasına konmuştur. (16)

Kuşkusuz Amalle de büyük acılar, yoksulluklar çek­miş, fakat hiçbir zaman gücünü, umudunu ve neşesini yitirmemiştir. Freud'un Düş Yorumu çalışmasında -bekle­nenin tersine- annesiyle ilgili düşler babasınaa oranla çok daha azdır. Ve gene hiçbir düş yorumunda Amalie merkez konumda gösterilmemiştir. Ayrıca, düşlerde koruyucu anne tipinin ötesinde daha çok çekici, kışkırtıcı cinsel ka­dın kişiliğiyle ortaya çıkmıştır. Örneğin, Freud fantezile­rinde annesini üvey kardeşi Philip ile gizemli -ve olasılıkla tensel- bir ilişki içinde anımsamıştır.

Amalie, torunları -Freud'un oğulları Martin ve Erich-tarafından genellikle kültür düzeyi pek yüksek olmayan, Viyana'da bile köylü ağzıyla körü bir Almanca konuşan, otoriter tavırlı, öfkeli, hırslı, kendini beğenmiş ileri yaş­larında bile sürekli genç görünmek isteyen (koket) "zalim ve bencil" (17) bir tip olarak anımsanmıştır. Amalie'nin evde çocuklarıyla olan ilişkisini Kobler Franz oldukça iyi betimler: "Bir ev ziyaretinde, evin içi çok sessiz olduğu için, 'çocuklar yok mu' diye sormuşlar. Bayan Freud 'olmaz olurlar mı' diye gülümsemiş ve yandaki bir kapıyı açıp her biri bir köşeye oturmuş hiç ses çıkarmadan bir şeyler çalışan ve korku içindeki çocukları göstermiş..."(18)

Buna karşın, gençliğinde çok güzel olan Amalie'nin yaşlılığında bile son derece çekici ve etkileyici bir kadm olduğu hep vurgulanmıştır. Ayrıca, ölmeden alü hafta kadar önce, 95. yaş günü nedeniyle bir gazetede çıkan fo­toğrafını görünce, " kötü bir resim, beni yüz yaşmda gibi gösteriyor" diyebilecek kadar, yaşamının son günlerine dek coşku dolu yaşamıştır. Jones, Amalie'nin tüberküloz geçirdiği için yaz aylarında gittiği, Ischl gibi tedavi yerle­rinde, akşamları yatağma en geç saatlerde giden, sürekli kâğıt oynayan, oğlu adma kimi tebrikleri kabul etmekten büyük keyif duyan, etrafma "o altın oğlanı kendisinin do­ğurduğunu" söyleyen ve "ben anayım" demekten ayrıca haz alan bir koket olduğunu vurgular. (19)

Roazan, Amalie'yi kızları üzerinde mutlak bir baskı ku­ran, otoriter "klasik bir Yahudi anası" olarak tanımlamıştır. (20) Küçük kızı olan, Freud'un en çok sevdiği duygu dolu kız kardeşi Dolfin'e (Adolfine) -ailenin de baskısıyla- ken­disine baktırmıştır. Dolfin de yaşammı annesine adamış, bakımını üstlenmiş, kendisini yok sayıp annesiyle birlikte yaşamış ve ardmda anısal düzeyde bile olsun hiçbir iz bı­rakmadan yitip gitmiştir. Sonradan benzer bir ilişki, Freud ile kızı Arına arasında da görülür.

Freud ve erkek kardeşi Alexander annelerinin eko­nomik bakımını üstlenir ve her pazar günü öğleden önce düzenli olarak annelerini ziyaret ederler. Onu mutlu et­meye çalışlar. Fakat Freud, "tarih öncesi dönemlerden kal­ma bu aksi kadını" ziyaret edeceği aklma geldiğinde, daha cumartesi akşamından midesinde sancılar başladığını an­latır. Ama her şeye karşm, annesiyle ilişkisinin babasıyla olana göre farklı olduğunu, sürtüşme ve çelişkili duygu­lar yerine koşulsuz sevgiye dayandığını, yaşamının ilk 7­8 yılında annesinin öleceğini düşünerek çok korktuğunu belirtir. Annesinin çok uzun yaşaması, farklı duyguları da birlikte getirmiştir.

Onun annesiyle ilgili duyguları -kendisinin de analiz yapmaktan kaçındığı gibi- karmaşık ve çelişkilidir. Bu bencil kadının/ananın 95 yaşındaki ölümü, oğlunda acı ya da üzüntü yaratmamıştır. Freud belki de en çok anne­si ile ilgili düşüncelerini, duygularmı gizleme gereksin­mesi duymuştur. Onu bir yandan yüceltirken bir yandan da duyduğu saldırganlık, öfke duygularmı olabildiğince saklamaya çalışmış, fakat, örneğin, rüyasmda annesinin öldüğünü gördüğü zaman kendisinde hüzünlü bir rahat­lamanın olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Ama gene de (Freud bile), annesine yönelik bastırmaları sonuna ka­dar irdelemekten kaçınmış, Oidipus kompleksi öncesi pre-ödipal dönemlerini kurcalayabilmek için kendi kendisine pek güvence verememiştir. (21) Bir anlamda kendisine o denli güvenememiştir.

Annesi öldükten sonra Freud, artık kendisinin de öle­bileceğim düşünerek kendisini biraz daha özgür duyum-sadığını vurgulamış ve "çaresizliğinin getirdiği acıların sona ermesi nedeniyle kurtulduğunu düşünüyorum... an­nem yaşadığı sürece ben ölemezdim (ölemeyecektim), ona acı çektirmeyeceği için şimdi ölebilirim" demiştir. Bu ko­nuda arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, annesiz kalma­sının, kişisel özgürlüklerini, bağımsız olma ve kurtulma duygularını artırabileceğini düşündüğünü vurgulamıştır. (22)

Freud'un çocukluk anılarında, annesi ikinci kardeşine gebeyken özellikle kendisine bakmak için eve gelen iki da­dıdan söz edilmektedir. Bunlardan biri, evlerinde görece kısa süre kalan Resi VVittek, diğeri ise Freud'un yaşammda yedek ana olarak önemli yeri olan Monika Zaji'dir. Mo­nika Zaji, Çekoslovak kökenli akıllı, hırçm, sevecen, "dişi ana tipli" Katolik bir kadın olarak tanımlanır. Yahudi ço­cuğu Freud'u olasılıkla ilk kez kiliseye o götürmüş, Kato­lik inançları benimsetmeye çalışmıştır. Liberal Yahudi bir evden, alacakaranlık kilise ortamına götürülen çocukta heyecan verici dinsel ve erotik anılar oluşturmuş, Fre­ud'un anılarında cinsel heyecan yaratan bir kadm olarak kalmıştır. Cinsel organı ile oynayıp oymadığmı bileme­diğimiz Monika, Freud'un cinsel duygularını uyandıran ilk kadmdır. Birlikte yaptıkları bir banyo çok önemlidir. İçinde kırmızı renkli su bulunan bir leğende önce Monika yıkanmış, ardından küçük Freud'u yıkamıştır. Kırmızı su­yun olasılıkla kadmm menstruasyon kanamasmdan kay­naklanması, kışkırtmayı daha anlamlı kılmaktadır. Ya da Suzanna Cassirer Bernfeld'in savma göre, kilise törenlerini anımsatmak amacıyla, suyun içine "yaşamın ve bununla ilgili anıların sürekliliğini vurgulamak için İsa'nın kanını simgeleyen birkaç damla kan damlatılmış da olabilir.

Monika'nm bir hırsızlık olayma karışması sonucu bir­den ortadan kaybolması ve eve gelmez oluşunu Freud, ye­dek ananın yitirilebilme korkusu olarak yaşamıştır. Kato­lik Monika'yı olasılıkla aile üyeleri arasmdaki ensets ilişki­leri üzerine çok şeyler biliyor düşüncesiyle, Philipp (Ama-lie'nin de onayı ve desteğini alarak) ihbar etmiştir. Pek çok araştırmacı gibi Clark da, ailenin yaşadığı küçük mekân­daki yaşamm ensest yüklü olduğunu vurgulamıştır. (23) Bu karmaşık ilişkiler içinde "sadakatsiz anne" düşüncesiy­le Freud, uzun süre kız kardeşi Anna'nın babasmı, Jakob yerine Philipp sanmıştır. Belki de bu düşünce, Anna'yı ya­şam boyu sevmemesinin nedenlerinden birini oluşturur.

 3. Freud'un Kişiliğinin "Tarih Öncesi" (Prehistorik) Dönemi

 

 

Sigmund Freud'un biyografisinin asıl tarih öncesi (prehis­torik) bölümünün, babası Jakob Freud'un kişiliğinin belir­lendiği ortamda gömülü olduğu varsayılır.(24)

Jakob Freud (1815-1896), Doğu Avrupa'da Yahudile­rin büyük baskılara uğradığı, coğrafi, ekonomik, politik ve kültürel değişimlerin yaşandığı bir ortamda, Tysme-nitz kentinde doğmuş ve Doğu Avrupa Yahudileri arasın­da "Stetl" adı da verilen, geleneksel yaşamı sürdürmeye eğilimli içe dönük getto/kent niteliğinde bir ortamda bü­yümüştür. (25) Bu toplulukların, dinsel yönelimli Talmud okullarmda, Musa'nm beş kitabmı ezberleyen çocuklarm kişiliklerinin baül Yahudi geleneklerine göre kalıplandığı dindar bir ortam olduğu bilinir. Ancak, Jakob Freud'un doğduğu kent aydmlanma hareketinin başladığı, din dışı reform okullarının açıldığı bir bölgeye denk düşmüştür. Jakob Freud geleneğin büyük rol oynadığı fakat Alman kültüründen ve aydmlanmadan, özellikle de 1848 hare­ketlerinden etkilenen bölgelerde, dini olmayan "normal" laik Yahudi okullarmda eğitim görmüştür. Yirmi yaşından sonra doğduğu kentten ayrılmış ve çeşitli bölgelerde teks­til ticaretiyle uğraşmış. Daha sonra, Yahudi tutucu çev­releriyle ilişkisini koparmış; Ortodoks Yahudi ortammda

 

doğmuş, fakat Yahudi olmayan öteki dünyayı görme ola­nağını bulmuştur. (26)

Jakob Freud, 1832 yılında ilk kez Sally Kanner ile ev­lenmiş ve bu evlilikten, 1833 yılında ilk oğlu Emanuel ve sonra 1834'de ikinci oğlu Philipp doğmuştur.

1848 hareketleri, tutucu Yahudi cemaatlerini -bile- etki­lemiş, Tevrat; İbranice ve Almanca olmak üzere iki dilde basılmıştı. Jakob Freud -üzerindeki alınış tarihinden an­ladığımıza göre- 1 Kasım 1848'de yeni tarzda basılan bu Kutsal Kitap'tan hemen bir tane edinmiş ve uzun yıllar ya­nından ayırmamıştır. Bu Kutsal Kitap'm kimi bölümlerini zaman zaman oğluna İbranice okumuştur. Sigmund Fre­ud 35 yaşına geldiği zaman, ailenin bu Kutsal Kitap'ını çok duygusal ve bilgece bir yazıyla oğluna armağan etmiştir.

Jakob Freud'un yaşamında 1848-52 yılları arasmda neler olduğu yeterince bilinmemektedir. Jakob Freud, ilk eşi Sally Kanner'i resmi kayıtlara göre 1854 tarihinde yi­tirdikten sonra, olasılıkla Rebekka adlı başka bir kadmla iki yıl kadar birlikte olmuştur. 1852 yılında yapılmış bir sayımda, aile-hane üyeleri, 38 yaşındaki Jakob Freud, 32 yaşmdaki karısı Rebekka, 21 yaşmdaki oğul Emanuel, 16 yaşmdaki oğul Philipp olarak tespit edilmiştir. Fakat, da­ha sonra Rebekka'nm ne olduğu bilinmemektedir. Belki çocuğu olmadığı için ayrılmışlar ya da Rebekka, Jakob'u terk etmiş başka bir yere gitmişti. Fakat bugüne değin bu ayrılışın nedeni tespit edilememiştir. (27) Bugün ağır basan olasılık, Jakob'un Amalle ile ilişkisinin ve olası evlilik dışı gebeliğinin duyulmasından sonra, Rebekka'nm intihar etmiş olması yolundadır. Ardından Jakob ile Amalle ça­bucak evlenmişlerdir. Rebekka'nm konumu Freud ailesi­nin bir gizi olarak kalmıştır. Başka türlü bir söylemeyle, Rebekka'nm ruhu Freud ailesinin üzerinden gitmemiştir. Bunun önemi, Freud'un sonradan yazacağı Leonardo da

Vinci örneğinde olduğu gibi, kendisini zaman zaman çift anneli duyumsamasında yatmaktadır. Freud, annesinden coşku ve keyif duygusunu, babasmdan gerçekçilik ilkesini aldığını söylemiş, fakat yaşamı boyu babasıyla olan duy­gusal ilişkisini -bir anlamda hesaplaşmasmı- bir türlü ke-sememiştir.

Jakob Freud, Amalie Nathanson ile evlenmesinin üze­rinde altı ay kadar sonra, İncil üzerine düştüğü notta, 21 Şubat 1856'da babası Scholomo Freud'un öldüğünü ve 23 Şubat 1856 tarihinde gömüldüğünü yazmış. Aile İncili'nin üzerinde yazılı ikinci bir not, oğlu Freud'un doğum tarihi­dir. Buraya, "Oğlum, Scholomo Sigismund 6 Mayıs 1856 sah günü, saat altı buçukta doğdu, 8 gün sonra 13 Mayıs 1856 tarihinde sünnet edildi" diye yazmıştır. Olasılıkla bu yazıda, gerçekleri ancak kısmen yansıtmaktadır. Babasının ölümü ve Sigmund Freud'un doğumundan başka öteki çocuklarmm doğumlarmı ya da herhangi bir önemli olayı Aile İncili'nin üzerine kayıt etmemiştir. Bu tavrm nedeni de bugüne değin çözülemedi.

Jakob Freud'un, Yahudi töresinde çok önemsenen, ba­banın mezarı başmda dua etme (kaddisch) görevini yerine getirip getirmediği bilinmiyor. Benzer biçimde, Sigmund Freud da babasmı son kerte mütevazı bir törenle toprağa vermiş ve bilinçli olarak başmda dua etmemiştir. Modern­leşme ve gelenekten kopma Freud ailesine büyük bilim­sel açılımlar, özgürleşme olanaklarıyla birlikte önemli kopuşlarla süren suçluluk duyguları ve psişik sorunları da getirmiştir. Freud'un, tam da babasmın kendi babasmı (dedesini) yitirdiği gibi kırk yaşmda olmasma karşm du-yumsadığı yoğun suçluluk duygusu salt kendisinin değil, belki de babasmdan da geçen kalıtsal duyguların toplamı olmuştur.

 

Freudlar'm evinde gerçekte, Jakob Freud (43), oğulları Emanuel (26), Philipp (25), karısı Amalie (25) ve sonra da Emanuel'in oğlu John (4) ve küçük kızı Pauline (3) ile Sig­mund (3), yani üç kuşak bir arada yaşamıştır. Küçük bir mekân içinde bu denli kalabalık bir yaşam, aile içi ilişki­leri içinden çıkılmaz ölçüde karıştırmıştır. Kardeşinin er­ken yaşta ölmesi, ardından annesinin tüberküloz olması ve sanatoryumda yatırılması, dadısı Monika ile ilişkileri, sonra onun tutuklanıp evden ayrılması onda "ben kime aidim" duygusunu geliştirmiş ve yalnızlığa itmiştir. An­nesini babasından çok Philipp'ten kıskanmıştır. Kendisini "terk edilmiş çocuk" olarak görmüş, olasılıkla erken dö­nem çocukluk depresyonu geçirmiştir. Freud'un çocuk­luk döneminin en yoğun arkadaşlıkları bu iki yeğeniyle başlamıştır. Kendisinden bir yaş büyük olan John'a karşı öfke/sevgi karşıt duygularmı geliştirirken, Pauline de ilk sevgi objesi olmuştur. Ayrıca, ilk kez Pauline'in vajina-smda penis yerine, çıplak et ve "yara" görmesi onu çok korkutmuştur. Bu durumu "cinsel organla çok oynandığı için cezalandırılma", kastrasyon düşüncesiyle açıklamış­tır. Yahudi dinindeki sünnet geleneği bu travmayı daha da pekiştirmiştir.

Sigmund Freud'un baba dediği Jakob'a, en yakm ar­kadaşları ve yeğenleri John ile Pauline dede demektey­diler. Sigmund'un kafasmda Jakob'dan çok Philipp ile Amalie "mantıksal çifti" oluşturmuşlardır. Jones, Oidipus kompleksi düşüncesinin oluşmasmda bu oldukça özel ve alışılmamış aile koşullarında önemli bir rol oynayabile­ceğinin altmı çizmiştir. (28)

Freud ailesi, 1859 tarihinde Leipzig üzerinden Viya-na'ya taşınır. Jakob, ilk eşinden olan büyük oğlunu da aci­len İngiltere'ye gönderir. Son zamanlarda toplanan verile­rin uzantısında, göçün politik ya da ekonomik nedenlerden olduğu pek sanılmamaktadır. O tarihlerde Freiberg'de gerçekten ciddi bir ekonomik krizle birlikte yoğun Yahudi karşıtı hareketler yaşandığı bilinmektedir. Ama bunlarm ötesinde, Jakob Freud'un küçük oğlunu Viyana'da okut­ma kaygısı, büyük oğlu Emanuel'in adının bir kaçakçılık olayma karışma olasılığı ve de asıl önemlisi, karısı Amalie ile ortanca oğlu Philipp arasmda sezinlediği tensel ilişki (en azmdan 'kuşkusu' diyelim) göçün asıl nedenleri ara­smda düşünülmektedir. Jakob, Viyana'ya göçerek kendi yaşam alanını güvenceye almak istemiştir. Onun bu tavrı, Freud tarafmdan, ileride yazacağı Totem ve Tabu kitabında işleyeceği "babanın kendi yaşam alanını korumak için ye­tişkin oğullarını sürüden dışlamak" savmm ilk örneği ola­rak da görülmüş ya da algılanmış olabilir. (29) Fakat her şeye karşm bu önemli göç kararının gerçek nedeni bugüne değin yeterince anlaşılamamıştır.

Sigmund Freud, doğduğu bölgeden kopma acısını ya­şam boyu unutamamışür. İlk üç yılın etkisi, tüm yaşam fantezilerini, ilk fantezi aşkını bile etkilemiştir. Onun tren yolculuklarmı bir türlü sevememesine, hatta bundan korkmasma (olasılıkla) trenin kendisini yurdundan, mut­lu çocukluk ortammdan, doğduğu yerlerden ve sevdiği insanlardan -ana memesinden ayrılmaya benzer biçimde-koparıp, Viyana'ya götürmesinin yarattığı örselemenin neden olduğu sanılmaktadır. Freud, yaşamının son yılla­rında bile bu göçü kendisi için büyük felaket olarak tanım­lamıştır.

Viyana'daki ilk yılları çok bunalımlı geçmiştir. Kırsal yaşamm dinginliğinden ve sevdiği pek çok insandan, ar­kadaşlarından ayrılmayı, özgürlük ve mutluluk yitimi ola­rak yaşamış, büyük kent gerçeğini hiçbir zaman seveme-miştir. Freiberg'den ayrılırken Breslau, Leibzig gibi büyük tren garlarmda ilk kez gördüğü gaz lambalarının alevleri­ni -tam da Monika'nm anlattığı cehennem ateşine benzer şekilde- "ruhun cehennemde yanışı" olarak düşünmüş ve panik atak türü korkular duyumsamıştır.(30)

Ayrıca gene burada tren kompartımanı içinde -hem de Philipp'in bulunmadığı bir mekânda - ilk kez annesini kışkırtıcı iç çamaşırları içinde yarı çıplak görmüş ve o za­mana değin tanımadığı bir heyecan yaşamıştır. Bu anı -da-onun belleğinde yaşam boyu hep aynı sıcaklıkta kalmış, kuramının belirleyici temellerinden birini oluşturmuştur. Freud bu duygularını olabildiğince bastırmaya çalışmış, fakat annesi yaşamının her döneminde onu bir oğul ol­manın ötesinde, hep bir sevgili gibi karşılamış, en güzel elbiselerini giyip, abartılı süslenmelerle sevgili Sigi'sini beklemiştir. Oğlu işleri nedeniyle birçok kez geç kalmış, anne çok sabırsızlanmış, fakat buluşmalar her zaman çok ateşli olmuştur.

Freud, hep öfke/sevgi karşıt ve karmaşık duyguları içinde çocukluğundan beri Viyana'ya bir türlü alışamaz; kendisini evinde duyumsayamaz ve özellikle 4-7 yaşları oldukça sıkıntılı geçer. Sürekli olarak doğduğu yerleri öz­ler. Viyana ormanları, büyük parklar, geniş caddeler bile onun bu ilk özlemlerini doyurmaya yetmez. 12 yaşma gel­diği zaman, babası artık onu elinden tutarak birlikte yürü­yüşlere çıkmaya, küçük gezintilere götürmeye başlar. Bu alışkanlıklar, sonraki öğrencilik yıllarında uzun yürüyüş­lere dönüşür; yaşamı boyunca, bu tür gezileri, yalnız başı­na düşünme yürüyüşlerini, babasını da anımsayıp, sever.

Freud'un 12 yaşından kalma çok önemli -ve kesinlikle yazgı belirleyici- bir anısı vardır: Babasıyla yaptığı bu gü­zel gezilerden birinde, Jakob Freud, oğluna bir anısını an­latır. Buna göre, yıllar önce, yeni aldığı bir kürk şapkasıyla, bir cumartesi günü kentin içinde gezerken, karşıdan gelen bir Hıristiyan, Jakob Freud'a "Yahudi, ne hakla kaldırım­da yürüyorsun, çabuk kenara çekil!" diye bağırır ve bir to­kat atıp, şapkasını pisliğin içine fırlatır. Küçük Sigmund, şaşkınlık içinde, "Peki baba sen ne yaptın?" diye sorunca, babası, sakin sakin, "Hiç, gittim yerden şapkamı aldım ve kaldırımdan inip, sokakta yürümeye başladım" diye yanıt verir. Bu, Sigmund'un beklediği kahramanlara özgü yanıt değildir. Büyük düş kırıklığına uğrar. Babasmm bu anısı belki de kişiliğini belirleyen önemli sıçrama (dönüş veya kırılma) aşamalarından birini oluşturmuştur. (31)

Freud, sonraki yıllarda yaptığı analizlerinde de tespit ettiği gibi, kendisini ordularıyla Hıristiyan dünyasmı, Ka­tolik Roma'yı dize getiren Anibal ya da dünya egemenli­ği kurmayı deneyen İskender veya Napolyon ile özdeş-leştirir, büyük güç sahibi insanlara özlem duyar. Örneğin, Düş Yorumu'nda, babasmı ölüm döşeğinde, Garibaldi'ye çok benzer biçimde yatar gördüğünü yazar. (32) Bu tür özlemleri sonradan dünyayı kaba kuvvetle, şiddetle değil, bilgi ve akılla anlamak ve ona egemen olmak biçiminde bir tutkuya dönüşür. Kendisindeki inatçı öğrenme tutkusunu da böyle bir yer değiştirmeyle bir tür güçlü olma istemi olarak yorumlar. Sadece oğlu değil, yakınları da Jakob'u sıklıkla Garibaldi'ye benzetirler. Freud (belki biraz da öy­künmek amacıyla) kerelerce, ruhsal ve bedensel olarak ba­basmm kopyası olduğunu vurgulamıştır. Ama her ikisini de yakmdan tanıyanlar, babanm oğuldan çok daha göste­rişli ve sevimli olduğunu da söylemişlerdir.

Sigmund doğduğunda, babası 40 yaşlarmda olduğu için, gözünde hep yaşlı, yorgun bir adam imajıyla kalmış­tır. Ona karşı annesine olduğundan farklı, zaman zaman da pek dostça olmayan düşünceler beslemiş; ancak, sonraki hesaplaşmaları, daha çok onu tümüyle yadsıyıp ("babayı öldürüp") üzerinde kesin bir utku kurmaktan çok onunla onurlu bir anlaşma yapma biçiminde sürdürmüştür.

 pıffl*/ ,->t»r<f                   /S'i'^s fj,r

 

 

 

v,nflAv»       tay w

 

 

Jakob Freud'un aile Tevrat'ı üzerine yazdığı yazı

 

 

Jakob Freud, kendi İbranice aile Tevrat'ını, 35 yaşına geldiği zaman oğlu Sigmund Freud'a, şu duygulu yazıyla armağan eder: "Sevgili oğlum Scholomo, her şeye kadir güç, sana yaşam verdiğinde dünyaya geldin. Her şeye ka­dir güç, sen yedi yaşmdayken senin üzerine geldi. Senin­le konuştu: Git ve benim yazdığım kitabı oku, orada bili­min, anlayışın/aklın, mantığm kaynağını bulacaksm. Bak, kitaplarm kitabma bak, orada bilgeliğin, hukukun, yasa koyucunun sözünü bulacaksm... Sen öğrenilecekleri öğ­rendin, yapılabileceklerin en iyisini yaptm. Her şeye kadir gücün kanatları seni yükseklere uçuracak. Bugün senin 35. doğum günün... Her zaman seni sonsuz sevgilerle, çok se­

 ven baban Jakob'dan. Bu kitapların kitabını bir anı olarak armağan ediyorum. Viyana, 5 Mayıs 1891."(33)

Freud, hangi gücün ya da güçlerin etkisinde kalarak yaptığını kendisi de bilemeden babasının "ideal benlik se­çimini" (leh ideal bildung) sürdürmüştür. Çocuk yaşında okuduğu Kutsal Kitap'm, ilerideki ilgi alanını kesinlikle belirlediğini sandığını vurgulamıştır. (34) Tevrat'ı okuya­cak kadar olsun İbranice öğrenemediğini hep çok üzülerek anlatmıştır.

Din, bilindiği kadarıyla, Freud ailesinde önemli bir so­run olmamıştır. Büyükbabasmmbile liberal olduğu ve ken­disini din sorunundan kurtardığı bilinmektedir. Freud'un babası zaman zaman yanında Tevrat'la dolaşmış, oğlunun İbraniceden hiçbir şey anlamadığını bilmesine karşm kimi bölümleri okumuş; fakat, hiç kimseye hiçbir konuda ön­yargıyla yaklaşmamış, liberal tavır içinde olmuştur. An­laşılır ve sık rastlanan nedenlerle olacak, yaşammm son günlerini sürekli olarak İbranice Tevrat, Talmud okuyarak geçirmiştir.

Baba Jakob, oldukça etkileyici, hatta yakışıklı bir yüz ifadesinin de desteğiyle, dost canlısı, duygulu, yumuşak kalpli, neşeli, iyimser bir insan olarak tanmır. Ancak aile . içinde, özellikle de iş yaşamında başarısız bir insan olarak kabul edilmiştir. Zamanla kendisi de bu kamya vardıktan sonra, tüm gücünü oğlunun eğitimine, yükselmesine ve akademik kariyer elde etmesine vermiştir. Tevrat'm üze­rine yazdığı ozanca yazı da bu tür bir özlemin uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Jakob'un çalışma yaşamındaki başarısızlığı ve ailenin zaman zaman yaşadığı ekonomik zorluklar Freud'da yaşam boyu süren "aç kalma korkula­rı" oluşturmuştur. Sonradan yeteri kadar parası olmasına karşm "yoksulluk fantezileri" onun belleğinden silinmez.

Sıklıkla, insanın bu korkuyu bir kere yaşadıktan sonra bir daha unutmasının olanaksız olduğunu vurgulamıştır.

Freud, babasını "bilgelik ve fanteziler içinde, iç dün­yasında mutlu ilginç bir insan" olarak tanımlamıştır. Ba­basından, "ortalamanın üzerinde zekâsı olan, dünyaya geniş açılı bakan, çok zaman iyimser, kimi zaman öfkeli ve kötümser bir insan... Özellikle kara mizah yaşamm karma­şıklığına karşı onun serinkanlı kuşkusunu sergüiyordu. Yahudiler üzerine olan fıkraları gülerek anlatacak kadar önyargıdan uzaktı" diye bahsetmektedir. Freud'un oğul­ları Martin ve Erich de dedeleri Jakob'u, kocaman kahve­rengi gözlerini açarak Yahudiler üzerine çıkarılan fıkraları keyifle anlatan, mizah dolu, şakacı, sevimli ve neşeli bir insan olarak anımsadıklarını söylemişlerdir.

Yaşammm sonlarma doğru Jakob Freud'un dinle iliş­kisi, bir dinler tarihi kitabı olarak Kutsal Kitap okuma dü­zeyinde kalmıştır. Baba ile oğlu birbirlerine bağlayan en önemli kaynak da bu kitap olmuştur. Bunun üzerinden, birbirlerine ve ortak kültüre ait olma duygusu gelişmiştir. (35) Bunlar, sonradan Freud'da çelişkili suçluluk duygula­rının ortaya çıkmasına -da- neden olmuştur. Yahudi dinini yadsımış olmasma karşın, pek çok geleneği korumuştur. Örneğin, en eski Yahudi geleneklerinden biri olan büyük aile içinde otoriter aile reisi tavrıyla yaşamayı hep sür­dürmüştür. Jakob Freud belki de yeteri kadar otoriter bir kişilik (sert bir baba bile) olmaması ile oğlu üzerine etkili olmuştur. Oğul, babaya karşı kolayına düşman olamadığı için, karşı tavır almakta zorlanmıştır. Fakat öte yandan, Ja­kob tarihsel bir yazgıyla oğlunu iki kültür arasmda bırak­mıştır. Freud'un ve (Heine, Kafka, Gustav Mahler, Walter Benjamin gibi) diğer Alman Yahudi aydınlarının- babala­rıyla olan sorunlarının temelinde, ailenin iki kültür arasm­da kalması gerçeği önemli bir yer tutmuştur. Babası onu bir Yahudi çocuğu olarak dünyaya getirmiş, ama onun Yahudi kimliğini özümsemesine olanak vermemiştir. Ba­bası liberalleşmiş, Alman kültürünü içinde özümsenmeye başlamış, ancak aile içinde Yahudi kültürünün de etkisi sürekli kalmıştır. Bu iki kültür arasında kalış (azınlık psi­kolojisi) oğulların baba ile sürdürdüğü sevgi/öfke çelişik duygularma da yansımışür.

Freud, çocukluğundan beri bir kimlik ve varoluş krizi yaşar. Bu durum onun çelişkilerle dolu melankolik dün­yasının -da- temelini oluşturur. Gerçek ben ile ideal ben ça­tışması yaşamı boyu sürmüştür. Hiçbir kültür içinde ken­disini evinde/yurdunda duyumsayamamış, hiçbir kültür ortamı da bu ateist Yahudi'yi kendi içine almamıştır. Ate­ist olmasma karşın Freud'un yapıtlarındaki "Yahudi tini" etkisini sezdirmiştir. Yaşam boyu Yahudi mistisizminin etkisinde kalmış, bundan belki de hiç kurtulamamıştır. Buna karşm psikanaliz, Yahudi bilimi olmamıştır. Kaf-ka'nın Şato'su, Dava'sı ya da Gustav Mahler'in bir yapıtı ne kadar Yahudi romanı ya da müziği sayılırsa, psikanaliz de o kadar Yahudi bilimi olmuştur.

Burada Yahudi tini birkaç kez yabancılaşmış, kökten kopmuş, fakat aynı zamanda sağduyunun tutucu etkisin­den sıyrılıp, toplumun genelgeçer norm sistemlerinin dışına çıkmış, kopuşlar ve özgürleşmeler sonucu (biraz) "kendini beğenmiş (narsist) bir bağımsızlık duygusu için­de" (Margolis) hakikate bir parça daha yaklaşmış, duyarlı, huzursuz melankolik kişiliğin tini (psişesi) olarak ortaya çıkmıştır. Freud, Yahudi olarak Hıristiyan toplumuna, ate­ist olarak hem Yahudi ve hem de Hıristiyan toplumuna yabancı kalmıştir. Bağımsız ve özgür, buna karşm Tev­rat'tan, Talmud'dan ve Yahudi mistisizminden tümüyle kopamayan bir halde, çifte özgürlükler ve çifte yabancılaş­malar (yoksunluklar) içinde yaşamıştır. Başka bir Viyanalı

Yahudi entelektüel sanatçı, müzisyen Gustav Mahler, ken­disini Bohemyalı olarak Avusturya, Avusturyalı olarak Almanya ve Yahudi olarak tüm dünya kültürünün baskısı altında, yani üçlü bir yurtsuzluk ve yabancılaşma içinde hissettiğini söylemiştir. (36) Buna karşın çoğunluk tarafın­dan aforoz edilmiş olarak yaşanan bu hazin durumlar (37), çoğu kez "negatif özgürlükler" olarak ortaya çıkmıştır. (38) Bu durum benzer bir çağrışımla, Kafka'nın kişiliğinde ve romanlarmda görülen yalnız insan tiplerini anımsatır. Kimse bu insanlarla konuşmaz ve bunlarla birlikte olmak istemez. Bu insanlar hep ödemek zorunda oldukları bir­den çok suçluluk duygusu içindedirler. Başka insanlara hep bir şeyler borçludurlar ve hep teşekkür ederler. Hep susmak zorunda olduklarmı bilirler. Kimsenin onlara hiçbir zaman gereksinimi yoktur. Örneğin, Şato'da K.'yı kimse içeri almak istemez, yaptığı işe bile kimsenin gerek­sinmesi yoktur. Sürekli olarak tüm kapılar ona karşı kapa­nır. Kafka, bu toplumsal sağırlığı, 23 Ekim 1917 tarihinde yazdığı "Sirenlerin Sessizliği" adlı öyküsünde ayrıca işle­miştir.- Sirenlerin -sağır toplumun- en tehlikeli silahmm, kışkırtıcı şarkılar değil, "metafizik suskunluk" (Benjamin) olduğunu anlatmaya çalışmıştır. (39)

Heine, Freud, Kafka, Mahler, Benjamin ve daha başka pek çok örnekte, bu insanlar sürekli kriz içinde, kararsızlık, huzursuzluk, güvensizlik içinde yaşamışlardır. Kökünü, kolektif belleğini, geleneğini, "ait olma duygusunu" yitir­miş, mutsuz ama çok kez sıra dışı insan örnekleri olarak yetişmişlerdir. Freud, bu ağır çifte yabancılaşma ortamın­da ve kendi ütopyası içinde, rasyonalizme ve doğabilimle-rine dayanmıştır. Dünyanm ancak rasyonalizm üzerinden özgürleşebileceğim sanmıştır. Büyük kalabalıkların içinde olmasma karşm, yoğun bir yalnızlık içinde yaşamıştır.

Jakob Freud, 1896 yılında 81 yaşında öldüğünde, Freud, kırk yaşında olgun bir insan olmasına karşın, yaşam boyu altından kalkamadığı son derece ciddi, yoğun bir bunalım dönemine girmiş; bir anlamda, örtük (latent) melankolik ruhsal yapısı zaman zaman belirgin (manifest), ancak yara­tıcı melankolik ruhsal duruma dönüşmüştür. Çok önemli bir değeri yitirdiği düşüncesine varmıştır. Beklediğinden çok daha fazla acı çektiğini görmüş, kendi tanımıyla, "kök­lerinden kopmuş gibi olmuş", yaşamı boyu yakasmı bırak­mayacak suçluluk duyguları içine girmiş; bu ağır sarsın­tının nedenlerini anlayabilmek için, kendi kendini analiz etmeye başlamıştır. Bu büyük çabanın sonucu olarak, 1900 yılında yayımladığı Düş Yorumu kitabından, 1938 yılında ortaya çıkan Musa Denen Adam ve Tek Tanrılı Dinler yapı­tına, kendi babasmdan Tanrı babaya (ya da Oidipus'tan Musa'ya) dek, 40 yıl süren bağımsızlaşma ve özgürleşme ya da daha doğru bir tanımlamayla babalarla mücadele se­rüvenine başlamıştır.

 4. Kişiliğinin Oluşma Sürecinde Kutsal Kitap Shakespeare, Goethe ve Diğerlerinin Etkisi

 

 

Freud, ilköğrenimini dışarıdanbitirmiş, sınavlara genellikle babası ve -biraz da- annesi tarafından hazırlanmıştır. Bu dönemde babasıyla birlikte, Philippson'un 1858-59 basım-h eski Mısır Tanrıları üzerine ayrıntılı açıklamaların ve gravürlerin de bulunduğu Tevrat'mı Almancasmdan bir tarih kitabı gibi okuduğu sanılmaktadır. Philippson'un Tevrat'mm içindeki gravürler, sonradan Freud'un çalışma odasmm dolaplarını dolduran arkeolojik buluntulardan, duvarlarını kaplayan rölyeflerden, resimlerden oluşan koleksiyonun temel düşünce ve beğeni kaynağmı oluştur­muştur.

1935 yılında bu önemli konuya değinmiş ve "erken • yaşta, daha okumasmı öğrenir öğrenmez dört elle sarıldı­ğım Kutsal Kitap'ta anlatılanlar, çok sonraları fark ettiği­me göre, ilgi doğrultumu kesinlikle belirlemişti" diye vur­gulamıştır. (40)

Freud'un lisede çok parlak bir öğrencilik dönemi ol­muş. Avusturya-Alman kültür planlamasında, onun da okuduğu Tabor Sokağı 24 numaradaki Leopold Şehri Re-algymnasium'unun adı, yapılan yeni büyütmelerden sonra Sperlgymnasium olarak değiştirilmiş; 1989 yılından sonra buraya, Sigmund Freud Lisesi adı verilmiştir. Yeni tip lise-

 lerin eğitiminde Antik kültüre daha çok yer verilmiştir. Bu liselerde, 26 saat Almanca dersine karşın, 50 saat Latince, 28 saat Grekçe, 27 saat Antik Çağlar tarihi okunur. Modern yaşamın ancak çok iyi bir antik kültür bilgisiyle sağlana­cağı, geçmişle gelecek arasında köprü oluşturulabileceği düşünülmüştür. Bu bağlamda, Homeros'un, Sophokles'in, Virgilius'un orijinal dillerinden okunması ve öğrenilmesi önkoşul olarak benimsenmiştir. Freud, Kafka (hatta Troçki ve Lenin) ve kuşağı hep bu tür eğitim yöntemlerinin uygu­landığı yeni tip liselerde yetişmişlerdir. Bu okullarda, Ho­rneros ile İncil bütünleştirilmeye çalışılmış. Fakat bu istem her zaman kolay gerçekleşmemiştir; örneğin Heine, Freud, Kafka, Benjamin, Mahler kuşağı yaşamları boyu Horneros ile İncil arasmda kalmışlar ve sonunda Homeros'un yanın­da yer almışlardır.

Freud, temel derslerinin yanında Latince, Grekçe, Fransızca, İtalyanca biliyordu. Bir gün çocukluk arkada­şı Silberstein ile birlikte Cervantes'in Don Kişot romanını okurken, "bunun Cervantes'in dilinden okunması gere­kir" diye, İspanyolca öğrenmeye karar verirler ve bunu kısa sürede başarırlar. Hatta, Cervantes'in kullandığı de­yimlerden oluşan ve yapıtlarında köpeklerin konuştukları "Castellano Akedemisi" adlı düşsel bir örgütün gizli mi­tolojik dilini oluşturmaya çalışırlar. Bu "örgütlere" Spa­nische Akademie (AE; Academia Española), AC (Acade­mia Castellano) veya SSS (Spanische Sprach Schule) gibi çeşitli adlar vermişlerdir. Freud, Silberstein'e yazdığı 80 kadar mektubun çoğunun pek çok bölümünü İspanyolca yazmıştır. Bu mektuplarda, Cervantes'in yapıtlarında (1613) geçen köpeklerden birinin adı olan Cipio ya da Don Cipion takma adını kullanmıştır.

Freud'un lise sıralarında Sophokles'in Grekçe yazdığı Kral Oidipus'tan Almancaya yaptığı 23 dizelik bir çeviri­sinin bugün bile kusursuz, hatta mükemmel olduğu görü­lür. Bunlara ek, onun olağanüstü güzel İngilizcesi de dil­lere destandır. Ernest Jones'a göre, Freud bir ara, on yıl boyunca sadece İngilizce literatür okumuştur. (41)

Shakespeare'! ilk kez 8 yaşında tanımış, hemen hemen tümünü, ezbere denecek ölçüde öğrenmiştir. Her konuş­mada, bu büyük ozandan her an her konuya uygun bir bölüm ya da dize söyleyebilecek kerte onu özümsemiştir.

Freud'un kafasmda, "Tanrı" yerine "doğa" tasarımmm gelişip yerleşmesinde en çok Shakespeare ve Goethe'nin etkisi olmuştur. Ayrıca, Heinrich Heine'nin katkısı da sık­lıkla vurgulanır. Goethe'nin yapıtlarında görece dengede giden kuşkunun yönünü değiştirip kendi duygularmdan, kendi kendisinden de kuşkulanmaya başlayan ve melankolik bir ironiyle "ben düşmanca duygular duyuyo­rum", "kötü şeyler düşünüyorum" diyen Heine, psikana­lizin gelişmesini ayrıca dolaysız etkilemiştir. Freud'un analitik düşünme tutkusu arttıkça, mitlere ve mitleştir­melere karşı öfkesi çoğalmıştır.

Kişiliğinin oluşmasında Shakespeare, Goethe ve He­ine'nin yanı sıra, Homeros, Sophokles, Antik Grek kültür tarihini yazan Burckhard, Dickens, Anatole France, Emile Zola, Mark Twain, Thomas Mann gibi yazarlarm büyük " etkileri olmuştur. Sık vurgulandığı gibi, Freud'u Yahudi kökenli yazar ve düşünürlerden çok, Hıristiyan İngiliz yazarlar ve düşünürler etkilemiştir. Ernest Jones, Fre­ud'un yaşammı etkileyen en önemli yazarlardan birinin de Ludwig Börne (1786-1837) olduğunu söyler. Ona erken yaşlarda Börne'nin tüm yapıtları armağan edilmiş. O da, "Büyük ve yeni düşünceleri insan sadece tek basmayken kazanabilir; ama, tek basma kalma gücünü nasıl kazanır, sorun buradadır" diyen bu eleştirel yazarm yapıtlarını yaşam boyu yutar gibi kerelerce okumuştur. Börne, Üç

Günde Orijinal Yazar Olma Sanatı adlı denemesinde, "ori­jinal yazar" olmak isteyenlere, "elinize bir tomar kâğıt alıp bir odaya kapanın ve üç gün boyunca durmadan, yanlış-doğru, saçma sapan olduğuna bakmadan aklınıza gelen, kafanızdan geçen her şeyi, örneğin Türk savaşları, kadın­lar, Goethe, öbür dünyadaki son yargılanma, çalışma ye­rindeki yöneticiler gibi herhangi bir şey üzerine düşünce­lerinizi, öylece akışına bırakm ve yazın. Sonunda orijinal bir yazar olacağmızı göreceksiniz" diye öğütlemişti. (42) Freud, sonradan Ludwig Börne'nin yapıtlarında, serbest çağrışımın da ilk izlerini bulduğunu düşünmüştür.

Freud'un meslek seçiminde hangi etkenlerin ağır bastığı yeterince bilinmemektedir. Toplumsal, kültürel sorunlar başından beri onun hep ilgisini çekmiştir. Bir ara hukuk okumak istemiş, ama sonra tıp fakültesine kayıt olmuştur. Freud, belki de Scharfenberg'in belirttiği gibi, felsefeye aç ruhunu, doğa bilimlerinin düşünme kategorisiyle sımrlı tutmaya zorlamıştır. (43) Ernest Jones'un kanısına göre, Freud, dünya görüşü hep materyalist kalmasma karşın, kendisinde gördüğü kurgusal soyutlama eğilimlerini bi­raz olsun frenlemek amacıyla, somut doğabilimlerinin verileriyle kendisini sınırlamak istemiştir. (44) Gene aynı kaynak, Freud'un, 1910 yılında, özel bir konuşma sırasın­da, "Olanak bulsam tüm tıp pratiğini bir çiviye asıp, tü­müyle kültürel ve tarihi sorunlarla ilgilenmek isterdim" dediğini belirtir. Freud, 1914 yılında da "Ben istemeyerek hekim oldum; ancak içimde nevrozlulara yardım etmek ya da en azmdan onların durumlarını anlamak isteği var­dı" demiştir. Ayrıca, ne gençlik yıllarında ne de sonradan hekim olmak için özel bir istek duyduğunu, sadece doğa olaylarından çok insanların davranışlarını öğrenmek tut­kusu içinde olduğunu söylemiştir. Daha sonraki yıllarda şöyle demiştir (Jones): "41 yıllık hekimlik pratiğim bana gösterdi ki, ben gerçekten iyi bir hekim olamadım; benim hekim olmam eski bir tutkumdan kaynaklanır. Bu da, acı çeken insanlara yardım etme isteminin ötesinde bu dünya­nın gizini insan örneğinde anlamak tutkusudur ve ben bu­nun için tıp fakültesinin iyi bir yol olduğunu düşündüm.". 1924 yılında yazdığı otobiyografisinde de "Goethe'nin "Doğa" adlı nefis denemesi, tıp fakültesine girmemde ke­sin rolü oynadı" demiştir.

Freud, 17 yaşmdan sonra, babasının koyduğu -ve çok fazla Yahudi vurgu getiren- Sigismund adını bırakıp Sig­mund adını kullanmaya başlamıştır. Fakat bu ad değiştir­mede onun, "s" harflerini düzgün telaffuz edememesinin, en azından zorlanmasının da etkisi bulunduğu anımsatılır. Örneğin, Grekçe doğrusu Narzissismus'u, o Narzissmus biçiminde -hiç olmazsa bir 's' harfinden kurtularak- yaz­mış, gerekçe olarak da çok fazla 's'den hoşlanmamasını göstermiştir. (45)

Freud, 1872 yılında, Viyana Üniversitesi Tıp Fakülte-si'ne kayıt olur. 1873-74 ders yılında 17 yaşmdayken oku­maya başlar. Daha ilk dönemde, ünlü bilgin Cari Claus'un yanında, "biyoloji ve Darvinizm", Ernest Brücke'nin labo-ratuvarmda "konuşma fizyolojisi" üzerine çalışır. İzleyen zaman dilimi içinde, bu karşüaştırmalı anatomi ve fizyo- • loji laboratuarlarında, yılan balıklarının cinsel organları­nı araştırır. Yaşamı boyunca kendisini olanca mutluluğu içinde tümüyle "evinde, yurdunda" duyumsadığı ve bir keşiş yaşamı sürdürmek istediği tek mekânm Brücke'nin laboratuvarı olduğunu söylemiştir. Bu yoğun bilimsel or­tamda, yaşamının sonuna dek izleyeceği ussal düşünme ya da "bilimsel disiplin" denen şeyi öğrenmiş, doğa fel­sefesini yakından tanımıştır. Brücke'nin laboratuvarında, sinir sisteminin temel birimi, yani sinir hücresi (nöron), bu çalışma ekibi içinde araştırılmış, sonunda beynin bu temel yapı taşı, 1891 yılında Waldemayer tarafından ayrıntıla­rıyla bulunup bilim dünyasına kazandırılmıştır.

Bilimsel çalışmalara olan tutkusu nedeniyle ve bu ke­şiş yaşammdan ayrılmak istemediği için, Freud 5-6 yılda bitirmesi gereken tıp fakültesini elinden geldiğince uza­tarak 8 yılda tamamlamış, 31 Mart 1881 tarihinde doktor diplomasını almıştır. Tıp fakültesini bitirdikten sonra, çok parlak mesleki donanımına karşın, ekonomik yetersizlik­ler nedeniyle, sürdürmek istediği bilimsel laboratuvar ça­lışmalarından ayrılmış, hekimlik mesleğini pratik yanıyla öğrenmeye ve uygulamaya karar vermiştir. Viyana Gene­ral Hospital'da, zamanın en ünlü hekimlerinden Her­mann Nothagel'ın ve yüzyılın en büyük beyin anatomisi uzmanlarından Theodor Meynert'in yanında çalışmıştır. Gene bu aralar, yaşam boyu birlikte olacağı Martha Ber-nays ile tanışmıştır. Bulduğu bir burs ile kısa bir süre için Paris'e giden Freud, pek çok önemli bilimsel araştırmaya katılmış, önemsenen yayınlar yapmıştır. Hatta 1884-87 yıl­ları arasında kokain üzerine yaptığı çalışmaların, bugüne değin bitmek bilmeyen tartışmalara konu olan ilginç bir öyküsü vardır.

 5. Kokainin Modern Psikolojiye Etkisi?

 

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


Freud, kokainin sinir sistemine etkileri üzerinde çalışırken, onun daha çok ağrı giderici, duygulanım alanına canlılık veren etkisini araştırmaya yönelmiş ve 1884'ün Haziran aymda kokain üzerine kapsamlı bir yazı hazırlamıştır. Bu arada bir hastanm kokain aldıktan sonra yüzünde, dilinin ucunda, dudaklarmda ve ağız bölgesinde uyuşukluk oluş­tuğunu söylemesi, yakın arkadaşı, göz hekimi Leopold Königstein'ın dikkatini çekmiştir. Königstein, göz iltihabı

 

;    DOÇENT  S FREUD

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

 

 

 

Kokain reçetesi (1893)

olan hastaların ağrılarını dindirmek için, kokainin lokal kullanılabileceğini düşünmüştür. Bu sırada diğer bir he­kim arkadaşı, Cari Coller, patoloji laboratuvarmdan aldığı voğunluğu yüksek kokainin lokal uyuşturucu etkisini, ilk kez kurbağa, tavşan ve köpeklerde, sonra da kendi gö­zünde denemiş ve göz ameliyatlarında lokal uyuşturucu olarak kullanmayı başarmıştır. Çalışmalarının sonuçlarını ilk kez, 15 Eylül'de Heidelberg'de toplanan Oftalmoloji Kongresi'nde "geçici bir bilgi" olarak bildirmiştir. Sonra da bulgularını biraz daha kapsamlı olarak, 17 Ekim'de, Viyana Tabipler Birliği'nde yeniden anlatmıştır. Böylece, kokain araştırmalarının oldukça dışında duran, hatta o sı­ralar henüz göz hastalıkları uzmanı bile olmayan Cari Col­ler, devrimsel nitelikli bir buluşa adını vermiş, tıp tarihine geçmiştir.

Bu tarihsel olayı kıl payı kaçıran Freud, ciddi bir düş kırıklığına uğramıştır. Bu önemli buluşu kaçırışının nede­nini, aynı günler Wandsbek'te yaşayan nişanlısıyla buluş­mak için Viyana'yı terk etmesine bağlamaya çalışmıştır. Ancak, olayları çok yakından bilen Ernest Jones'un da vur­guladığı gibi, gerçekte Freud, kokainin insan bedeninde -ve bizzat kendisinde- oluşturduğu genel etkiyle çok il­gilenmiş, lokal uyuşturucu yanını pek önemsememiştir. Kokaini, kendisinin de kullanabileceği, geleceğin mucize­vi anti-melankoli ilacı olarak düşünmüştür. Kendisi, uzun vıllar kokaini uyarıcı olarak kullanmıştır. Özellikle korku nevrozundan, periyodik gelip giden depresyonlarından vakmdığı ya da izleyici önüne çıkıp konuşmak zorunda kaldığı sıkıntılı durumlarda ve özellikle de nişanlısı (son­radan eşi) ile buluşacağı sevişme anlarında, kokainin can­lılık ve coşku veren etkisini kendi bedeninde ve ruhunda duyumsadığmdan söz etmiştir. Örneğin, 2 Haziran 1884 tarihinde, nişanlısı Martha Bernays'a gönderdiği bir mek-

 

tupta, "Prensesim, her yerini sevgiyle öperim... Eğer için­deki yaramazlık hâlâ sürüyorsa, bu küçük adamın ne denli güçlü ve vahşi olduğunu göreceksin. Vücudumda kokain dolaşmakta... Son depresif durumumda da kokain aldım, beni hemen rahatlattı. Şimdi bu harika madde üzerine övgü şarkıları yazmakla uğraşmaktayım." diye yazmıştır. (46)

Freud'un ne zamana kadar kokain kullandığı kesinlikle bilinmemekte. Fakat, 1900 yılında, Düş Yorumu çalışmasını yazıp bitirdikten, başarısını kendisine ve çevresindekilere kanıtladıktan ve de psişik durumu görece dinginleştikten sonra artık kokainden pek söz etmez olmuştur.

 6. Bir Türlü Beğenilmeyen, "Ufak Tefek, Beceriksiz Görünümlü" Koca Adayı

 

 

Freud, 1871 yılında, doğduğu ve asıl anayurdu olarak hep özlemini çektiği Freiberg'e gitmiş, burada eski dostları Fluss ailesinin genç kızı Gisela Fluss'a âşık olmuştur. Bu, Freud'un bilinen ilk aşkıdır. Freud ile Gisela Fluss arasın­da kısa orman gezileri ve masalsı fantastik söyleşiler dı­şında -şimdiye dek bilinen- tensel bir ilişki geçmemiştir. Ancak ilk karşılaştıkları gün, 15 yaşındaki genç kızın üze­rinde bulunan sarı renkli giysiyi, Freud yaşamı boyu unu-tamamış, ne zaman bu sarı rengi görse Gisela'yı ve Frei-berg'i ammsamıştır. Bu ilişki hakkındaki duygularının bu denli yoğunlaşmasının önemli bir nedeninin, doğum yeri kökenli fanteziler olduğu sanılmaktadır.

Freud, yaşamındaki tek resmi kadın olan Martha Ber-nays ile 1882 yılının Nisan ayında tanışır. Martha ile kar­deşi Minna, Freud ailesinin evine ziyarete geldiklerinde işten eve gelen Freud, ziyaretçi genç hanımları görür. Ma­sada oturmuş elma soyan Martha'ya ilk bakışta âşık olur. Aynı yılın Mayıs ayında kol kola gezmeye başlar, ilk göz göze bakıştıktan iki ay kadar soma, 17 Haziran 1882'de ai­lelerin bile haberi olmadan gizlice nişanlanırlar.

Martha Bernays, 1861 tarihinde Hamburg'da büyük ekonomik ve kültürel birikimi olan bir Yahudi ailesinin

 

Metin Kutusu:


 kızıdır. Heinrich Heine ile de akrabalığı bulunan, olduk­ça tutucu bir dindar olan büyükbaba Isaak Bernays Ham­burg Yahudi cemaati yöneticiliği yapmış, 1848 devrim hareketlerine aktif olarak karşı çıkmıştır. Martha'nm iki yeğeninden biri olan Michael Bernays, Goethe ve Shakes­peare araştırmacısıdır; diğeri, Jakob Bernays ise "tinsel arınma" (katarsis) üzerine yaptığı çalışmalarla ünlenmiş-tir. Martha Bernays, bu varsıl, kültürlü fakat geleneklerine bağlı aile içinde yetişir. Onun ince, zayıf, zarif yapısı, be­yaz teni, koyu renk saçları ile gösterişli ve güzel bir kadın olduğu hep vurgulanmıştır. Freud'un Martha Bernays'ı eş seçmesinde ailesinin varsıl ve kültürlü konumu, özellikle de akademisyen yeğenlerinin ünlendikleri konulara duy­duğu ilgi ne denli rol oynamıştır, bilemiyoruz. (47) Ancak yaşamının sonraki dönemlerinde Bernays ailesinin varsıl­lığından ve kültürel birikimden -bazı küçük yardımların dışmda- Freud'a pek bir pay düşmediği sanılmaktadır. Zaman zaman yoksulluk düzeylerine varan ekonomik so­runlar Freud'un her zaman başlıca korkularından birini oluşturmuştur.

Freud, Martha'ya karşı başmdan beri hep tutkulu ve kıskanç davranır. Uzun süren nişanlılıkları zaman zaman sürtüşmeli geçer, kimi kez ayrılma noktasına gelirler; Martha, uzun bir düşünme döneminden sonra, yaşammı Freud'la birleştirmeye -çok zor- karar verir ve evlenmek için "evet" diyebilir. Freud'un parasızlığı ve sabit bir işi­nin bulunmaması, Bernays ailesi için hep kaygı kaynağı olmuştur. Damat adaylarmı hiçbir zaman "iyi bir parti" olarak görmemiş, pek fazla benimsememişlerdir. Bernays ailesinin varsıllık ve entelektüellik düzeyi Freud ailesin­den daha yüksek görülmüş; ayrıca Freud, gösterişsiz, ge­lecek vaat etmeyen sıkıcı bir tip olarak karşılanmıştır.

Martha ile Minna 1883 yazında Viyana'dan Hamburg'a ailelerinin yanma dönerler. Nişanlılar birbirinden ayrılır ve Freud'un Martha ile mektuplaşma dönemi başlar.

Freud ile Martha Bernays'ın nişanlılık döneminde baş­layan mektuplaşmaları, yaşamlarının sonuna değin sür­müştür. Bunlardan en ateşli aşk mektuplarını, evlendikleri gece birlikte karar vererek yok ederler. Sonra, yaşamm değişik aşamalarmda ve çeşitli nedenlerle, Freud'un Mart-ha'ya yazdığı mektuplar birkaç kez daha sansürden geç­miş ve ortadan kaldırılmıştır. Asıl büyük kıyım, ailenin Viyana'dan Londra'ya gidişleri sırasmda yaşanmış, bu sırada gene pek çok kıymetli evrak ve mektup yok eçUh mistir. Bunlardan çok az bir kısmım ailenin yakın dostu Maria Bonapart ile Anna çöp sepetinden kurtarabilmişler­dir. Martha Bernays, kocasının ölümünden sonra, kalan mektupları yeniden yok etmek istemiş, bu kez pek çok ya­kın aile dostu ve kızı Anna bu isteğe karşı çıkmıştır. Tüm kıyımlardan, Freud'un Martha Bernays'e yazdığı 900'den fazla mektup arta kalabilmiştir. Bunlarm da ancak bir kıs­mı Anna Freud üzerinden Ernest Jones'un eline geçmiş; o da ailenin resmi tarihçisi, biyografi yazarı olarak, bun­larm ancak bir kısmını kitabına almıştır. Sonuçta dünya, bunlarm gene de ancak çok az bir bölümünden haberdar olabilmiştir.

Bugüne değin yayımlananlardan görebildiğimize göre, Freud, özellikle nişanlılık döneminde, hem sırılsıklam bir âşık hem de usta bir yazardır. "Prensesim", "Güvercinim", "Öperim" diye başlayıp süren mektupların hem içeriği çok doludur hem de Freud gibi, büyük uğraşlar içinde ve zamanı son derece değerli bir insan için şaşırtıcı ölçüler­de uzundur. Jones'un yansıtmasına göre, dört sayfalık bir mektup kısa kesilmiş ya da acele yazılmış demektir. En uzunu 28 sayfa olan mektupların ortalaması 12-14 sayfa­dır. Fakat, onun nişanlısına yazdığı mektuplardaki çeliş­kiyi anlamak zordur. Gerçekten Martha'ya ne söylemek istediği, daha doğrusu onu nereye yönlendirmeye çalıştığı pek belli değildir. Bir yandan onu çok sevdiğini, çok gü­vendiğini, bağımsızlığını sürdürmesine çalışacağmı vur­gular, öte yandan da onun tümüyle evinin kadmı olmasmı ve yaşamının odak noktasmı, kocası ve çocukları oluştur­ması gerektiğini yazar (Margolis).

Nişanlısına yazdığı mektuplarmı sonradan kendisi okumuş ve analiz etmiş olsaydı, olasılıkla bunları yazanın oldukça çelişkili davrandığını, karşıt/ambivalan düşünce­ler içindeymiş gibi görünürken, aslmda genç kadını kan­dırmaya ve eve tutsak etmeye yönelik bir tür "kurt masalı anlattığı" söylerdi. Freud'un sıklıkla, "akıllı erkekler, eşle­rini yaşamlarını kolaylaştıran, kibar ve neşeli kadınlardan seçerler" (48) şeklinde son derece "bilgece" öğütler verme­si, bu varsayımları destekler niteliktedir. Ayrıca, onun ne demek istediğini Martha daha ilk anda, ilk satırda anlamış; olasılıkla biraz da bu yüzden, nişanlılık dönemini alışılmı­şın ötesinde uzatmış, evlenmek için hiç acele etmemiştir. Sonuç gerçekten de beklendiği gibi olmuştur. Başından beri "Uranlığa yatkın bir insan olduğunu" söyleyen Freud, hep son derece Ortodoks bir Yahudi erkeği gibi yaşamış-ve yaşatmıştır. Martha da geleneksel ana rolünü üstlen­miş, alü çocuk doğurmuş, evinin kadmı olmuştur. Erkeğin kurduğu komplo başarıyla sonuçlanmıştır.

Ama her şeye rağmen, eşini severek seçen, ardmdan sürekli koşan, kendisiyle evlenmeye zorlukla ikna eden, bu yolda binlerce mektup yazan ilk ünlü ve bilge kişi -bi­linebildiği kadarıyla- Sigmund Freud olmuştur.

7. Bitmez Tükenmez Mektup Yazma Tutkusu

 

 

Pek çok eleştirmen, Freud'un mektuplarının Alman ro­mantik edebiyatmm en güzel örneklerinden olduğunu söyler. 1930 yılında ona Goethe Ödülü verilmesinde ve sonra da Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterildiği yo­lunda söylentiler çıkmasında, yapıtları kadar mektupları da etkili olmuştur.

Freud'un yaşamı boyunca nişanlısına, eşine, arkadaş­larına, meslektaşlarma, hastalarma on binin üzerinde (15, hatta 20 bin dolaylarmda) mektup yazdığı tahmin edilmektedir. Bunlardan, özellikle arkadaşlarma ve mes­lektaşlarma yazdığı 3500 kadar mektup araştırılmış, önemli bir bölümü yayımlanmış, üzerinde çeşitli çalışma­lar yapılmışta. Evinde açtığı ve kendi eliyle yazdığı gelen--giden mektupları belirleyen defterinden bu yoğun posta trafiğini ayrıca "in vivo" izleyebiliyoruz. İlke olarak gelen tüm mektuplara, ayrım gözetmeden hemen gününde, ilk 24 saat içinde ve kendi el yazısıyla yanıt vermiştir. En geç ertesi gün yanıt postaya atılmış, hiçbir mektup yanıtsız bı­rakılmamıştır. Pek çok yakın arkadaşı, tüm işlerinin ara­sında bir de kendilerine yamt verme zahmetinde bulun­maması için, ya ona mektup yazmaktan kaçındıklarını ya da mektuplarınm basma "lütfen bu mektuba yamt verme­yiniz" diye yazdıklarını belirtmişlerdir.

 

O dönem entelektüelleri için çok şaşırtıcı olmayan bir durum olsa da, Freud kadar yoğun çalışan ve üreten bir in­san için bu düzenli mektup yazma çabasma ek bir yetenek olarak bakılabilir; ayrıca hayran da olunabilir. Ancak, öte yandan kendi içine kapanan (hatta kaçan) onun mesleğin­den biri için, arkadaşları ve diğer insanlar (yani dış dünya) ile olan ilişkilerini, ancak kendisinin istediği ve denetleye­bildiği dozda yazdığı mektuplarla sürdürmesi de anlaşılır bir tür mahrem beslenme sayılabilir. Bu yöntem, haz veren mahrem iletişim kanalları işlevi görmüştür denebilir. Bu kanalların kesilmemesine ayrı bir özen göstermiş ve ko­rumuştur. Mektuplarını, yaşamının son günlerine değin, özenle kendi elleriyle yazarak postalamayı, ayrıca "kışkır­tıcı" bir törensel etkinlik olarak sürdürmüştür.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Freud'un mektupla­rının önemli bir bölümü, ailenin Viyana'dan ayrılıp İngil­tere'ye gidişi sırasında, bu kez istenmeyen nedenlerle yi­tirilmiştir. (49)

 8. "Ateist Yahudi'nin" Günlük Yaşamı, Batıl İnançları, Cinsel Perhiz İçindeki Güçsüz Adamın Cinsiyet Üzerine Savları

 

 

Martha Bernays (25) ile Sigmund Freud (30), uzun ve sı­kıntılı bir nişanlılık döneminden sonra, 13 Eylül 1886 tari­hinde, Bernays ailesinin oturduğu Wandsbek yöresi evlen­dirme dairesinde, sade bir törenle evlenirler. Tören, dinsel seremonilerden tümüyle arındırılıp, modern laik koşullara göre düzenlenir.

Martha Bernays, Ortodoks bir Yahudi ailesi içinde ye­tişmiş ve eğitim görmüş olmasına karşm, Freud'la birlikte yaşadığı 53 yıl boyunca, kendi evinde hiçbir dinsel tören yapamamıştır, çünkü eşi buna olanak tanımamıştır. Mart- . ha Bernays, aile dostları Peter Gay ile bu konuda konuşur­ken, "Bir düşünün, evlenme törenimizden sonraki ilk Sabat akşamı bile mum yakmam mümkün olmadı" diye yakın-mıştır. Buna karşılık Freud, "Haklısın, ama biliyorsun ki, bizim evde batıl inanca yer yoktur" diye yanıt vermiştir. (50) Martha Bernays Freud, ancak, kocasınm ölümünden sonra, yaşadığı 12 yıllık dulluk döneminde, evinde cuma geceleri mum yakmak gibi Yahudi geleneklerine uygun, kimi küçük dinsel kutlamalar yapabilmiştir. 1951 yılında öldüğü zaman, çocukları cenaze törenine bir haham çağır-

 mışlar, annelerinin bu konuda bir kez olsun mutlu olma­sını istemişlerdir.

Jones, Freud-Martha çiftinin 53 yıllık evliliklerinde hiç­bir olumsuzluğun görülmediğini, birbirlerine karşı hep saygılı davrandıklarını ve uyum içinde yaşadıklarını söy­lemiştir. Ancak bu birliktelik, sanıldığı gibi sorunsuz ve sürtüşmesiz bir evlilik olmamıştır. Freud çifti dokuz yılda altı çocuk sahibi olur. Martha Bernays, kuşkusuz üst üste doğurduğu altı çocuğun getirdiği ağır bedensel ve ruhsal etkilere bağlı olarak da, entelektüel kapasitesini beklenen düzeye geliştiremez. Fakat Freud'un en temel isteğinin huzur ve sakinlik olduğunu sezinleyip, bunu sağlamaya ve evin içini sürekli sakin ve dingin tutmaya çalışır. Her şey Freud'un rahat edebileceği şekilde ayarlanır. Buna karşın, çocuklar ve evin genel yaşamı ile Freud arasmda zarif, ince bir duvar kurulmuştur; ilişkiler hep kibar, kar­şılıklı anlayış içinde, fakat biraz da yüzeysel -ve belki de oldukça soğuk- biçimde sürmüştür. Freud, savunduğu özgür düşünceleri aile içinde çocuklarma uygulamakta pek başarılı olamamıştır. Martha da Freud'a bir anlamda küçük çocuk muamelesi yapmış, "bir tür pornografi" diye tanımladığı psikanalizi çocuklarm yatak odalarma sokma­mak koşuluyla, kocasının, istediği konularla huzur içinde çalışmasına olanak tanımıştır.

Freud, karısı için giderek daha az zaman ayırdığını görmüştür. Martha da buna sorun çıkarmadan uymuştur. Zaman içinde araları iyice açılmış, bu durum Freud'un hastalanmasmdan sonra daha da artmıştır. Freud, 1923 tarihinde çenesinden ameliyat olduğu zaman, yanmda tümüyle kızı Anna kalmış ve bakımını üstlenmiştir. Son­raki ameliyatlarda da bu durum benzer şekilde sürmüş ve olasılıkla, bu, Martha ile Anna arasmda, kimi küçük (ya da çok büyük) sürtüşmelere, krizlere -bile- neden olmuştur.

Daha da önemlisi, Freud, morfin alarak yaşamını noktala­maya karar verdiği 21 Eylül 1939 tarihinde, özel doktoru Max Schur'a, "Bu kararı lütfen Anna'ya haber verin" diye tembihlemiş, karısının admı anmamıştır.

Martha Bernays'm kız kardeşi Minna Bernays (1878­1941) ile Freud arasmdaki çok yönlü ve özel ilişki, araştır­macıların hep ilgisini çekmiştir. Minna Bernays'm, Mart-ha'ya göre çok daha akıllı ve bilgili olduğu bilinmektedir. Yakından tanıyanlar, Minna'nın, hayran kalman anlayış yeteneğinden ve edebiyat bilgisinden söz etmişlerdir. Minna, daha 31 yaşındayken nişanlısı ölünce, Freud'larm evine taşınmış ve yaşammm sonuna değin burada kal­mıştır. Martha ile aralarında bilinen bir sorun olmayan Minna'nın, Freud'un entelektüel yaşamına önemli katkısı olmuştur. Freud'un yazılarını ve hasta raporlarını ilk oku­yan ve eleştiren hep Minna olmuştur. Freud'un gezileri­ne Martha'nm katılmak istememesi üzerine, çok kez ona Minna eşlik etmiştir. Freud ile Minna arasmda cinsel bir ilişki olduğu (ya da olmadığı) yönündeki kanı, bugüne dek ne kanıtlanmış ne de tümüyle yadsınmıştır. Freud'un, Martha'ya karşı azalan heyecanı, olasılıkla Minna'ya karşı sürmüştür. Freud, öldüğünde ardında üç kadının yalnız kaldığı söylenir: Arma, Martha ve Minna. Aileyi çok ya- • kından tanıyan Ernest Jones'un kanısına göre, bunlardan en çok Minna acı çekmiştir.

Freud, yaşamı boyu toplum ve salon insanı olamaz. Bilindiğinden de öte yalnız -hatta çok yalnız- ve içine ka­panık bir insan olarak yaşamıştır. Freud ile Martha ara­sındaki tutkulu sevgi beklenenden daha kısa zaman için de sona ermiş; özellikle art arda gelen altı çocuk, aralarındaki cinsel ilişkinin de donuklaşmasına neden olmuştur. Fre­ud'un kanısma göre, evlilik kısa sürede kendisini tüket­miş, duygusal heyecan bitmiştir. Freud'un, melankolik ki­siliği ve korku nevrozları nedeniyle başından beri pek de güçlü olmayan cinsel tensel yaşamı, olasılıkla 41 yaşından sonra hemen hemen tümüyle sona ermiştir. Bitmez tüken­mez korkuları, depresyonları, babasının ölümünden sonra ortaya çıkan yoğun suçluluk duyguları ve giderek artan entelektüel etkinlikleri, cinsel enerjisini -olasılıkla- daha da azaltmıştır. Ya da bilinçli olarak libidosunu tümüyle entelektüel çalışmaları için kullanma kararı almıştır.

Freud, 1910 yılında Leonardo da Vinci'nin biyografisi üzerine yazdıklarında, bir anlamda kendisini anlatır. Le-onardo'da saptadığıyaşlı baba, genç anne, cinsel gücün azlığı (hatta örtük biseksüel eğilimler) ve yoğun bilimsel araştırmaların haz ilkesine ters düşüşü gibi gözlemler, kendi biyografisini de anımsatır. O, bu durumunu -usta­ca- genelleştirip, "kültür içinde yaşanan huzursuzluklar" (1930), insanların cinsel dürtülerini bastırışı ve onları mut-suzlaştırışı olarak yorumlamıştır.

Freud'un yaşam ve çalışma tarzı üzerine getirilebile­cek belki de en çarpıcı vurgu, bu konu üzerine önemli -ve çarpıcı- bir şey söylenemeyeceği saptamasıdır. Peter Gay gibi aileyi yakından tanıyanların, Lakonik bir tarzda tespit ettikleri gibi, yaşamı çok sakin, hatta anlamsız geçmiştir: Doğmuş, eğitim görmüş, evlenmiş, seyahat etmiş, hasta bakmış, yazı yazmış, yapayalnız acı çekmiş, yaşlanmış, sürgüne gitmiş, ölmüş... Daha somut söylemeye çalışırsak, Freud'un yaşam ve çalışma tarzı bilinenlerin ve sanılan­ların çok ötesinde "sansasyonel monotonluk" içinde geç­miştir.

Aile, 1892 yılından Viyana'yı terk etmeye zorlandıkla­rı 1938 yılma dek, hep Berggasse 19 numaralı evde yaşa­mıştır. Freud, oturduğu katın altındaki küçük daireyi de muayenehane olarak kullanmış, evi ve çalışma odası içi­ne kapanık bir tür keşiş/münzevi yaşamı sürdürmüştür.

 

Metin Kutusu:


 Tüm yaşammı ve çalışmalarını aynı küçük mekân içinde geçirmiştir. Toplumsal ve dinsel güçlerin kendisini kolay­ca denetleyemeyeceği bir yalnızlığa -iç mekâna- çekilmiş, burada hiçbir düzene bağlı olmayan modern yalnız (mo­nad) olarak kendi hüznünü, acılarını, büinçdışmı ve bun­ları doğuran toplumsal/bireysel koşulları analiz etmeye çalışmıştır. Freud, barok sanatında odanın içine konan 'ay-na'yı, bu iç mekânda kendi yüzüne tutmaya ve böylece dış dünyada, toplumsal kültürel tarihte olup bitenleri, ken­di 'resmi bilincinin' bile denetleyemediği bilinçdışmdan öğrenmeye çalışmıştır. Muayene odasında bile, kendisini yalıtmada o denli ileri gitmiştir ki, dostlarının onun otu­ruş stiline göre, özel olarak yaptırdıkları koltuğunu, has­talarının (bile) kendisini göremeyeceği, salt konuşma ve sözcükler aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurabilecekleri biçimde ünlü divanının başucuna koymuştur. Freud ken­di iç mekânına geçip, buraya bağlandıkça, bu kez burasını mutlaklaştırmıştir. Onun içinde yaşadığı mekâna bu den­li bağlanmasında, hep aynı evde, aynı odada oturmakta ısrar etmesinin ardmda, acaba çocuklukta yaşadığı yer değiştirmeye bağlı olarak duyumsadığı, yurdunu, ananın göğsünü/memesini yitirme, bir daha geri dönememe ve "aç kalma" korkularının etkisinin ne boyutlarda olduğunu bilemiyoruz. Ama hiç etkileri olmadığını da düşünmüyo­ruz. (51)

Bu iç mekân olayı, modern toplumun en çok tartışılan konularından biridir. Walter Benjamin'in kanısına göre (52), iç mekânlarda hem uzakta olanlar ve hem de geç­mişte kalanlar toplanmıştır. İç mekân, hem sanatm hem de bilinçdışı fantezilerin sığmağı; hem kişinin evreni hem de bu evrenin muhafazası olmuştur. İç mekânlar orada yaşayanların ruhsal dünyalarmı, kişiliklerini etkilemiştir. Kullanılan eşya, mobilyalar, kendilerini buraya toplaya-

 

nın izlerini taşıdıkları gibi, kendi izlerini de bu kez karşı tarafa yansıtmaktadır. Bu bağlam içinde Freud'un kişiliği, yaşadığı iç mekânm, mobilyaların, antik koleksiyonun dü­zenini belirlemiştir. Bu iç mekân düzeni de yeniden onun psişik yapısını ve yazdıklarını etkilemiştir. Benjamin'in ta­nımıyla, her iki taraf da birbiri üzerinde parmak izi bırak­mıştır. Benjamin'in, neredeyse "Freud ile odası arasındaki ilişkiyi anlattığı bu çok dâhice ve ozanca betimlemenin sağlamasının bu denli kuvvetli yapıldığı ikinci bir örneğin olmadığını düşünüyorum.

Freud, yaşamı boyu her sabah saat yedide kalkmış, so­ğuk duş yapmıştır. Her sabah berberi gelip saçını, sakalmı özenle düzeltmiştir. Düzenli olarak haftada altı gün, saat tam sekizde ilk hastasını kabul etmiş, her hasta için tam 55 dakika ayırmıştır. Her hastadan sonra, kendisine beş dakika dinlenme ve düşünme zamanı tanımıştır. Saat tam 13.00'te aile üyeleriyle birlikte öğle yemeği yemiştir. Aile­nin genç üyeleri akşamları erken yattıkları için, öğle ye­mekleri tüm ailenin bir araya gelebildiği asıl buluşma nok­tası olmuştur. Freud, öğle yemeğinden sonra kendisine iki saatlik bir öğle tatili zamanı armağan etmiş, bu zaman di­limi içinde, genellikle, evinin arka sokaklarmda tek basma hazım yürüyüşleri ve küçük alışverişler yapmıştır. Gene " bu süre içinde, tütüncü dükkânlarına uğramış, ünlü puro­larını almış veya yazılarını düzeltmiştir. Saat tam 15.00'ten 21.00'e kadar yeniden ve aynı şaşmaz düzen içinde has­ta kabul etmiş, saat 21.00'de ya da bazen 22.00'de akşam yemeği yemiştir. Günde ortalama 10-13 saat kadar analiz yapmış, yıllarca öğlen yemeğinden akşam dokuza ya da ona kadar hiçbir şey yemeden ve içmeden çalışmıştır. 65 yaşmdan sonra, akşamüzeri saat beşte kendisine bir fincan kahve içme lüksünü tanımıştır. Akşam yemeklerinde aile­nin yetişkinleri bir araya gelmiştir.

Freud, Yahudilerin çocuklar, torunlar, yeğenler, hala­lar, amcalar, yakm akrabalardan oluşan büyük aile gele­neğini, uranlığa eğilimli otoriter bir baba tavrıyla sürdür­müş ve yönetmiştir. Otoriteye, baskıcı düşüncelere karşı başkaldırmayı savunurken kendi dünyasında, ailesinde ve psikanaliz hareket içinde son kerte uzlaşmaz davran­mış, otoriter bir kişilik olmuştur.

Muayenehanesinin küçük bekleme salonunda, 1902 yılı sonbahar aylarından sonra, Alfred Adler, Max Kaha-ne, Rudolf Reiter, Wilhelm Stekel'in katıldıkları (karşıtla­rının "Beşli Çete" ya da "Viyana Çetesi" olarak da tanım­ladıkları) beş kişilik Viyana Psikanaliz Derneği'nin ünlü "Çarşamba Toplantıları" düzenlenmeye başlanmıştır. Son­ra bunlara Karl Abraham ile Hans Sachs eklenmiş; böylece "yediler grubu" (ya da "çetesi") kurulmuştur. (53)

Freud çarşamba akşamları Psikanaliz Derneği'nin top­lantılarına katılmış, cumartesi akşamları aile arasmda is­kambil oynanmış, pek sık olmayarak da Shakespeare veya Mozart'ın yapıtlarının sergilendiği tiyatrolara, konserlere girmiştir. Freud, edebiyata olan tutkusuna karşın, anlaşıl­ması zor biçimde müzik dünyasından uzak durmuştur. Anna Freud'un anılarına göre Freud, içinde sevgi-nefret, iyi-kötü ikilemi gibi günlük yaşamın çelişkileri -kısmen-bulunduğu için, Don Giovanni, Figaro'nun Düğünü gibi operalara istemeyerek de olsa, arada bir, "zorla" gitmiş­tir. Pazar günleri, öğleden önce annesini ziyaret etmiştir. Pazar öğleden sonra kardeşler ve ailenin diğer üyeleri bir araya gelmişler, bazı dost ziyaretleri yapılmıştır. Gene pa­zar günleri, çoğu kez odasma çekilip çalışmalarını yazmış; bazen de çocuklarla birlikte Viyana'daki sanat galerilerini gezmiştir.

Freud, özünde hiç de asık suratlı bir insan olmadığını, buna karşm, yaşamın komik yanlarmı ön plana çıkarmak-

 

ta ustalaştığını ve bu nedenle kendisinin "neşeli kötüm­ser" ya da "kuşkulu kötümser" olarak tanımlanabileceğini söylemiştir. Yahudilerle ilgili fıkraları dinlemekten ve an­latmaktan -babası Jakob kadar olmasa da- hep keyif duy­muştur.

Evlerinde 27 yıl süreyle çalışan ve onlarla birlikte Londra'ya giden yardımcıları Paula Fichtl, Freud'larm, evlerine gittiği ilk gün evde ağır, dondurucu bir sessizli­ğin olduğunu, Martha'nın geri çekilmiş -donuklaşmış- ki­şiliğini, Anna'nın ondan da beter durumdaki içe kapanık­lığını, kısaca ailenin sakin ve dingin olmasma karşm pek de mutlu olmadığmı hemen duyumsamıştır. Evin içinde pek konuşulmadığmı ve olağanüstü bir tekdüzelik içinde yaşandığmı fark etmiştir. Arada bazı küçük davranışlar bu tekdüze yaşam tarzma belki biraz renk katmıştır. Örneğin, çalışma masasını çok düzenli tutan Freud, tüm uyarılara karşm ayak tırnaklarını kesmeyi pek sevmediği için ço­rapları hep aynı yerden delinirmiş. Bu tavrmdan dolayı neredeyse çocuksu bir keyif aldığı gözlenmiştir. (54) Ça­maşırlarının ve yatak çarşaflarının bazı kereler kanlı ve kakalı olduğunu görmesi üzerine, Martha, yardımcısına açıklama yapma gereğini duymuş ve kocasının çalışma koşulları gereği bütün gün oturmaktan kabızlık çektiğini, bu nedenle de bağırsaklarının bozuk, dışkısının çoğu kez kanlı olduğunu söylemiştir. Paula Fichtl, birkaç kere Fre-ud'un banyoda çırılçıplak durmuş, Martha'nm kendisini ıslak havlularla temizlemesini çaresiz gözlerle seyredişine tamk olmuştur. Bu ara Paula Fichtl gene birkaç kez Fre-ud'un sünnetli penisini görmüş ve bu duruma çok şaşır­mış; çok akıllı olduğu söylenen bu adamm, olasılıkla bu "eksiklik" duygusuyla hep bu konular üzerinde çalışmış olabileceğini düşünmüştür. (55)

Freud yaşamı boyu teknik gelişmelerden hep uzakta durmaya çalışmıştır. Evde hiç müzik sesi işitilmemiş, eve ısrarla gramofon bile alınmamıştır. Telefondan ve tele­fonla konuşmaktan hiç hoşlanmamış, bu tür konuşmalarm mutlaka yüz yüze yapılması gereğini savunmuştur. Oğlu, onun telefon sesine karşı olan aşırı duyarlılığı bilindiği için, telefon aletini olası bir tahribattan koruyabilmek amacıyla özel önemler alındığını söylemiştir. Paula Fichtl, Freud'un müziğe karşı sanki sağır olduğunu düşünmüştür. Yazış­malarında, konuşmalarmda müzikle ilgili olarak çok bil­gece alıntılar yapan Freud'un, bu konudaki duyarsızlığını anlamak kolay olmamıştır. Anna'nın anlattıklarına göre, onu değil konsere, müzik çalman bir yemek salonuna bile götürmek neredeyse olanaksızdır; ya içeri hiç girmez ya da asık suratla birkaç lokma yedikten sonra, "bu dayanıl­maz ortamdan" çabucak kaçıp gitmek ister.

Freud, üst çene kemiğinde gelişen kansere karşın, uzun yıllar tütün içmeyi sürdürmüştür. Düşünme yeteneğini azaltacağı için içkiye hiçbir zaman ilgi duymamıştır. Ya­şamının belli başlı lüksü olarak, yılda 4 hafta kadar, tatil yapmayı, dağ yollarında yürümeyi, mantar ve böğürtlen toplamayı her zaman çok sevmiştir. Sıklıkla, çalışmasız yaşamı düşünemediğini, fantezilerin ve çalışmanm her za­man birlikte yürüdüğünü, en azmdan kendisinin bunları birlikte sürdürmekten keyif duyduğunu söylemiştir. (56) Sınırlı bir yeteneği olduğunu, örneğin doğabilimlerine ve matematiğe karşı hiçbir eğiliminin bulunmadığmı belirt­miştir. Belki de tek olumlu yanının, bıkmadan usanmadan, yoğun bir süreklilik içinde çalışmak olduğunu açıklaya­rak, başkalarmdan önce kendisi için yazdığını, yazmakla mutlu olduğunu vurgulamıştır.

Her zaman temiz ve şık giyimli görünmesine karşm, onu yakmdan tanıyanlar, gardırobunun oldukça müteva­zı olduğunu, tüm giyim kuşammm üç-dört takım elbise, birkaç takım iç çamaşırı ve birkaç çift ayakkabıdan oluş­tuğunu söylemişlerdir. Giyim kuşamda, gömleklerinin, kravatlarının seçiminde oldukça geleneksel davranmış, modayı biraz geriden izlemeye çalışmıştır. Arma Freud, babasının yaşammm temel özelliğini tek bir sözcükle söy­lemek gerekirse, bunun 'yalınlık' olduğunu belirtir. Fre-ud'ların evinde (bile) zaman zaman ekonomik zorluklar yaşandığı söylenmesine karşın; sağlık, eğitim ve gezi ko­nusunda para harcanmaktan sakınılmamıştır.

Freud çalışkan ve temizdi; dosyaları ve mektupları çok düzenliydi. Ciddi, diğer insanlarla ilişkilerine ürkek bir dikkat gösteren, düşüncelerinin onaylanması (otoritesine boyun eğmek) koşuluyla dostluğuna güvenilir, ayrıntı­ları ve çelişkileri çok önemseyen, sorumluluk duygusu yüksek, özveri çabası içinde bir insandı. Ateist olmasına karşın, birazcık da batıl inançları olan, büyük aile ilişkileri gibi geleneklere ve kadm erkek ilişkilerinde ataerkil ilkele­re bağlı bir yaşam sürdüren, çocuklarına karşı hoşgörülü, sorularına açık yanıtlar vermeye çalışan, eğitimlerine özen gösteren, fakat arada hep belirli bir mesafe bırakan, seve­cen (sözde) "modern baba" gibi davranmış, yakınlarını, ve çocuklarını arada bir yanaklarından öpmüş, ama pek seyrek kucaklamışta. Buna karşın, gene pek seyrek olarak sertleşmiştir. Yahudi geleneklerine karşı çıkmak için, üç oğlunu da sünnet ettirmemiştir.(57)

Freud'un ölümünden sonra oğulları Martin ve Erich, babalarmm dedeleri Jakob Freud'dan ne daha az ne de daha fazla demokrat olduğunu; dedelerinin ve babalarmm özde birbirlerine çok benzediğini söylemişlerdir. Aile için­de çocuklarla ve onların özel sorunları üzerine konuşmak hiçbir zaman mümkün olmamışta. Örneğin, büyük oğlu

Martin 13-14 yaşlarına değin cinsel konularda hiçbir bilgi­sinin olmadığını ısrarla yazmıştır.

Evdeki ağır otoriter baskı nedeniyle, hemen bütün ço­cuklarda, hafif bir kekemelik ve peltek konuşma ortaya çıkmıştır. Bu durum onların öğrenme başarılarını önemli ölçüde düşürmüştür. Öğretmenleri bunu Freud ailesine anlatmak için çok uğraşmışlar, kerelerce uyarmış, ama sonuç alamamışlardır.(58) Bu konuda Freud'un çeşitli ko­nuşmalarda vurguladığı tanıyı anımsatırsak: Kekemelik ve peltek konuşma, baskı altmda tutulan çocuklarda ayrıl­ma/kopma korkusuna bağlı olarak ortaya çıkmaz mıydı!

Büyük oğlu Martin, alaycı açıklamalarıyla aile içi iliş­kilerin trajik boyutuna daha da çarpıcı açıklıklar getir­miştir. Martin, "Babamızın biz çocuklarma sunduğu/ armağan ettiği en büyük özgürlük, onların kendisinden is­tedikleri kadar korkabilme özgürlükleriydi" demiştir. (59) İnsanın Freud gibi "her şeyi bilen ve her zaman haklı olan" bir babası olursa, korku, kekemelik ve peltek konuşma öz­gürlüğünü kullanması da kaçınılmaz olacaktır.

Böylece, 20. yüzyılın en büyük modern psikiyatrisinin çocukları, onun verdiği konferanslarda söylediklerinin sağlamasını yapmışlardır. En küçük kızı Anna, yaşam bo­yu babasının gölgesinde kalmış, başka bir söylemle, "ba­banın gücü, annesinin güçsüzlüğü" onun kişiliğini, tüm yaşamını ezmiş geçmiş, özgün bir benlik oluşturmasını en­gellemiştir.

 9. Paris'te Yaşanan "Charcot Şoku"

 

 

Freud, meslek çalışmalarının ilerleyen dönemlerinde, Mey-nert'in nöroanatomi kliniğinden sonra, 13 Ekim 1885 - 28 Şubat 1886 tarihleri arasında modern psikiyatrinin Kabe'si sayılan Paris Salpetrier Kliniği'nde çağm en ünlü nörop-sikiyatristlerinden ve renkli kişiliklerinden Charcot'nun yanmda çalışır. Kişiliğinin ve kariyerinin gelişmesinde, bu altı aylık Paris döneminin önemli etkileri olmuştur. Jean Martin Charcot (1825-1893), Freud'un kişiliğinin evrimini etkileyen başlıca insanlardan biridir. Freud, 20 Ekim 1885 tarihinde, Salpetrier Kliniği'nde Charcot'yu görüşünü şöyle anlatır:

"Saat 10'da Charcot geldi. Bu büyük adam, 58 yaşla­rında. Kısa boylu, şişman, canlı, yaşam dolu. Kafasında silindir bir şapka vardı(...) Koyu renk gözleri, yumuşak ba­kışları (...) Saçları uzun, geriye kulaklarının arkasına doğru taramış (...) Çok esprili, dünyaya açık bir in- san."(60)

Freud, sonraki yaşamının kimi sıkıntılı dönemlerindeki düşlerinde, şu veya bu biçimde dünyaya açık bu insanı gör­müş, onunla konuşmak, sıkıntılarını tartışmak istemiştir. Charcot'nun derslerinde, Nötre Dame'da mutlak mutlulu­ğu bulan insanların duyulmadıklarına benzer duygulara kapıldığını yazmıştır. (61) Charcot, Freud için hep heyecan verici, öğretici, ulaşılmayacak kadar büyük bir bilim ada­mı ve dost olarak kalmıştır. (62) Freud'un kanısına göre de, Charcot çok etkileyici bir kişiliktir, sevimlidir, esprili-

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

 

 

 

 

 

J. M. Charcot; Freud'a imzaladığı fotoğraf (1886). Charcot, psikiyatrinin Napolyonu pozunda. Belki gerçekten de çok şey yaptı ama pozu her zaman yaptıklarının önüne geçti (S. T.)

dir. Her türlü tartışmaya açıktır. Her konuşması, başından sonuna en küçük ayrıntılarına dek planlanmış küçük bir sanat yapıtıdır. Konuştuklarında bilimsel verilerin ötesin­de estetik bir şeyler de görülür.

Freud,bubüyükkişilikkarşısında,130cakl886'da"Tüm bağımsızlık duygularıma karşın, bağımlı olmak zorunda kaldığımdan değil, severek bağımlı olmak istediğimden, dolayı mutluyum" diye yazmıştır. (63) Charcot'nun bir konuşmasını Freud yaşamı boyu hiç unutamamış, bu ko­nuşma ona yol gösterici olmuştur. Bir tartışma sırasında, yanında çalışan bir başka ünlü hekim, hipnozla sağaltım yönteminin, tüm çağların en büyük fizyologlarından biri olan Hermann Helmholtz'un (1821-1895) kuramma aykırı olduğunu söyleyince, Charcot, "Bu söyledikleriniz sözünü ettiğiniz kuram için çok daha fena; kuram iyi, güzel ama gördüğünüz gibi gerçekleri var olmaktan alıkoyamıyor" demiştir. (64) Bu konuşmadan sonra, hep "tartışılmaz kuramlarla" mücadele etme kararı veren Freud'un nöro­lojiden psikiyatriye geçişi kesinleşmiştir. Ama bu kez de kendisi söylediklerinin tartışılmasına hiçbir zaman olanak tanımamış, kendisini eleştirenleri acımasızca dışlamıştır.

Paris'te kaldığı süre içinde, nöroloji ve psikiyatri üze­rine çağın en aydınlık, kışkırtıcı düşünce ve tartışmalarını izlemekle kalmamıştır. Charcot, Freud'dan konferanslarını ve kitaplarını Almancaya çevirmesini rica etmiştir. Böyle­ce Freud, bu büyük psikiyatristin en yakın dost çevresine katılma olanağını bulmuştur. Bu çeviri işini o denli yoğun bir tutku ve şaşırtıcı bir hızla gerçekleştirmiştir ki, örneğin, Charcot'nun Sinir Sistemi Hastalıkları ve Histeri Üzerine Yeni Konferanslar adlı kitabı, Almanca olarak Fransızcasından bir süre önce, 18 Temmuz 1886 tarihinde basılmıştır. Fre-ud'a bu çalışması için 280 gulden çeviri parası verilmiştir.

Charcot'nun salt çalışmaları değil, evinde yaptığı kimi arkadaş toplantıları bile Freud için çok heyecanlı olmuş­tur. 1886 yılının Ocak ve Şubat aylarmda birkaç kez Char­cot'nun evine çağrılır. Hem diğer davetlilerle tanışmanın sıkıntısıyla hem de Fransızcasmm bu tür önemli toplantı­lar için yeterli olmayacağı kaygısıyla her seferinde Freud, çok heyecanlanır. 2-3 Şubat 1886 tarihli toplantı dönüşün­de hemen, sıcağı sıcağma nişanlısı Martha Bernays'a yaz­dığı mektupta, " Çok şükür bu da geçti. Düşün, bu kez kırk-elli kişi kadar çağrılı vardı, ki ben bunlarmm içinden ancak üç ya da dört tanesini tanıyordum. Ayrıca, birbiri­mize tanıştırılmadık, herkes kendi çabasıyla birbirini tanı­maya çalıştı" der. (65) Freud, bu tür toplantılarda olasılıkla (hep) birkaç damla kokain alarak heyecanmı dindirmeye çalışmıştır. Şato benzeri bir malikânede, prensler gibi ya­şayan, olağanüstü ünlü ve zengin Charcot, Şubat 1886'da evinde verdiği başka bir davette, son anda, kayınpederinin ağır hasta olması nedeniyle üzüntüler içinde davetlilerin yanından ayrılmak zorunda kalmıştır. Altı gün sonra, ye­niden kliniğe geldiğinde, Charcot'nun, giyinişi, neşesi ve sevincinden, keyfinin boşuna olmadığı, zengin kayınpede­rinin öldüğü ve kendisine yüklüce bir miras (daha) kaldığı anlaşılmıştır (23 Şubat 1886 tarihli mektuptan).(66)

Freud bu ara cebindeki parasmm el verdiği oranda Pa­ris'i gezme olanağmı bulur, tiyatrolara, konserlere gider. 8 Kasım 1885 tarihinde Martha'ya gönderdiği mektupta, Theatre Porte Saint Martin'de Sarah Bernhardt'ı seyretti­ğini ve hayran kaldığını yazmıştır. (67) Mektupları şaşır­tıcı ayrıntılarla doludur. Çıktığı kulelerin merdivenlerini sayar ve yazar. Louvre Müzesi'nin içini ayrıntılarıyla an­latır. Gittiği tiyatroların hangi sırasmda, kaçmcı koltukta oturduğunu belirtir. Örneğin, "Concorde Meydanı'na git­tiğimde bir çığlık attım; bir düşün ve inan bana, Luxor'dan gelmiş sahici bir dikili taş görüyorum!" der.

Freud, 28 Şubat 1886 tarihinde Paris'ten ayrılır. Sonraki yıllarda, 1889,1910 ve 1936 tarihlerinde çok kısa süreli de olsa üç kez daha bu dünya başkentine gidebilme olanağı bulur.

Freud felsefeyi, üniversitenin felsefe seminerlerinde, te­olog, Aristoteles uzmanı ve Darwin hayranı filozof Franz Brentano'dan öğrenir. Franz Brentano'nun felsefe ders­lerini iki yıl boyunca izler. Burada Ludwig Feuerbach'm, Hıristiyanlığın Özü (Das Wesen des Christentum, 1843) yapıtında doğabilimlerine ve psikolojiye temel alabileceği felsefeyi bulur. Ludwig Feuerbach (1804-1872), özellikle ilk baskısını 1841, genişletilmiş ikinci baskısmı 1843 tari­hinde yayımladığı Hıristiyanlığın Özü yapıtıyla, modern aydınların düşün dünyalarmı çok etkilemiştir. Feuerbach, Hegel'in dünyayı tinselleştirmesini, mutlak tini dünyanın özü, tarihi de tinin gelişme tarihi olarak gören kurgusal felsefesini eleştirmiş; modern aydınların özlemini çektik­leri doğa ve insan temeli üzerine dayalı, yaşayan gerçek inşam arayıp bulmayı amaçlayan bir felsefe kurmaya ça­lışmıştır. Bu yolda da ilk adım olarak Hıristiyan teolojisini eleştirmiştir.

Hıristiyanlığın Özü kitabmda, Hıristiyanlığın artık ne akılda ne sanatta ve hepsinden önemlisi ne de sanayi ve teknolojide yaşadığını, günün koşullarında inancın inanç­sızlığa, İncil'in akla, gökyüzünün yeryüzüne, ibadetin çalışmaya, Isa'nm insana, cehennemin yoksulluğa ve iş­sizliğe dönüştüğünü, politikanm dinin yerine geçtiğini, en geniş anlamıyla 'din' sözcüğünün artık toplumda yeri olmadığını, insanın gökyüzü ile yeryüzü arasmda ikiye bölünmüş durumda yaşamak istemediğini, felsefeyi çağın gereksinmelerini karşılayacak biçimde değiştirmek ge­rektiğini, felsefenin artık dinin ve teolojinin, devletin de kilisenin yerine geçtiğini söyleyen Ludwig Feuerbach'ın, Freud'un felsefi düşüncelerinin evrimi üzerinde önemli etkisi olmuştur. (68)

 10. Josef Breuer ile Histeri Üzerine Çalışmaların Başlaması

 

 

Freud'un kişiliğinin evriminde kendisinden on dört yaş daha büyük olan Josef Breuer (1842-1925) ile oluşturdukları yakın arkadaşlık önemli ve ayrı bir yer tutar. Breuer, yaşa­dığı yıllarda Viyana'nm en ünlü ve parlak hekimlerinden biridir. Entelektüel kapasitesinin ötesinde, çok iyi bir kli­nik ve laboratuvar eğitimi almış, solunum fizyolojisi üze­rine önemli araşürmalar yapmıştır. Vagus sinirinin solu­num sistemi üzerindeki etkisini tespit edip, kendi adıyla da anılan Breuer-Herings refleksinin bulunmasına katıl­mış, içkulak labirentini araştırmıştır. Ayrıca renkli görme üzerine çalışmalarıyla ünlenmiştir. Tıp yazınında pek çok önemli buluş, Breuer adıyla kayıtlanmıştır. Tanı koyma­da olağanüstü bir yeteneğinin bulunduğu hep vurgulanır. ' Ayrıca, psikoterapi sonucu oluşan ruhsal dinginleşmeye, armma (katarsis) tanımmı gene ilk kez o kullanmıştır.

Breuer'in, Freud'a etkisi ve yardımı çeşitli boyutlarda olmuştur. Öncelikle, Freud'u Viyana'nm önde gelen tıp otoritelerine o tanıştırmış, çeşitli laboratuvar ve kliniklerde yer bulmasma yardımcı olmuş, sürekli ekonomik destekte bulunmuştur. Freud'un 21 Haziran 1886'da açüğı muaye­nehanesine, ilk zamanlar hastalarmm büyük çoğunluğu, Breuer tarafmdan gönderilmiştir. Freud, Breuer ve karı-

 

sı Matilda'nm kişiliklerinde "yedek babaanne" desteğini görmüştür.

Bütün bunlarm ötesinde, Breuer'in, Freud'a yaptığı bel­ki de en önemli -tarihsel- etki, Aralık 1880'den Haziran 18-82'ye kadar tedavi ettiği ve psikanaliz tarihinin ilk klasik hastası olarak kabul edilen 21 yaşmdaki "Anna O" (Bertha Pappenheim) hakkında, Kasım 1882 tarihinde bilgi verme­si ve sonra da bu bulguları tartışıp, birlikte yayımlamak istemesidir. Freud, Anna O'yu olasılıkla hiç görmemiş, ancak Breuer'in anlattığı biyografisini ve nevrotik belirti­lerini öğrenmiştir. Breuer'in isteği üzerine, bu belirtilerin yorumuna katılmıştır. Charcot ve Bernheim'dan öğren­diklerini kendi özgün düşünceleriyle de zenginleştirerek, Breuer ile birlikte, 1895 tarihinde yazdığı Histeri Üzerine Araştırma, modern psikiyatrinin ilk önemli yapıtı olarak yayımlanmıştır.

 11. Psikiyatrinin Rozette Taşı: "Anna O"

 

I.

Paris geçen yüzyılın sonlarında, modernizmin, Çılgın Ça­ğın (Belle Epoque) başkenti olarak örgütlenirken, bunun birkaç kilometre ötesinde, bu yaşam tarzının negatifi ola­rak kendilerini "başkalarından başka" duyumsayan in­sanların ve özellikle de kadınların psikiyatri kliniklerine kapatılma süreci artan bir hızla sürmüştür. Beş bin kadar kadm, "çılgın çağın cadıları" olarak "son Bastille" de de­nen Salpetrièr Kliniğimde toplanmıştı. Ve "bu acılar ken­tinde" Jean Martin Charcot, "toplumsal komploya kurban gitmiş" bu kadmlarm ruhsal durumlarını hipnoz yönte­miyle çözümlemeye başlamıştır. (69)

(*) Bu vakaya neden "Anna O" adı verildiği kesinlikle bilinmemekte­dir. Ama en çok düşünülen olasılık, o sıralar hem Breuer'in hem de Freud'un büyük bir hayranlıkla Heinrich von Kleist'in biyografisini inceledikleri ve yapıtlarını okudukları ve de üzerinde konuştukla­rı vakanın Kleist'in "Marquie de O" yapıtındaki kişiliği çağrıştıran yanlarının bulunmasıdır.

Gene aynı zaman dilimi içinde, Charcot'nun Paris'teki çalışmalarından bağımsız, ünlü hekim Josef Breuer, bu kez Viyana'da karşılaştığı genç bir kadm hastasmı, "konuşma , kürü" admı verdiği bir teknikle sağaltmanın yollarını de­nemiş; sonradan, Sigmund Freud ile birlikte 1895 yılında yayımladıkları ve psikanalizin ilk büyük kitabı olarak da kabul edilen Histeri Üzerine Çalışmalar''da, bu konudaki gözlemlerini, diğer örnekler ile birlikte, "Anna O" takma adıyla yayımlamıştır.*(70)

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


 Bu ünlü yapıtta, Arma O'nun, Breuer'in geliştirdiği ve psikanalizin ön çalışmaları niteliğinde olan, hipnoz-konuşma kürü, armdırma yöntemiyle tedavi edildiği ve hastanın tümüyle sağlığına kavuştuğu vurgulanmıştır. Bu yapıtta kullanılan cümle şöyledir: "Hasta, sonra, bir gezi için Viyana'yı terk etti. Kuşkusuz psişik durumu ancak uzunca bir süre sonra tümüyle dinginliğe kavuşabildi. O zamandan beri -hasta- sağlığına tam olarak kavuşmuş du­rumdadır. "(71)

Oysa uzunca bir süre sonra, gerçeğin hiç de böyle ol­madığı, hatta tam tersi bir durumun sözkonusu olduğu anlaşılmış; modern psikolojinin belki de en önemli bu has­tasının durumu ile ilgili inanılmayacak birçok varsayımda bulunulmaya başlanmıştır. Kuşkusuz Breuer, devrimsel nitelikli bir adım atmıştır; ama Anna O bu tedavi yönte­miyle iyileşmemiş, sağlığına kavuşmamıştır. Fakat, kültür dünyasına çok önemli ve gizemli bir kalıt bırakmıştır. Anna O'nun bu gizemli kişiliği psikolojiden çok yazın dünyasını etkiler. Biraz abartmalı bir savla, Anna O'nun, psikanaliz dünyası içinde, İsa'nın Hıristiyan dünyası içindeki konu­muna benzer bir değerde olduğu söylenir ve psikanalizin temel başlangıç söylencesini Anna O'nun simgelediği vur­gulanır. (72)

Freud, her zaman psikanalizin ortaya çıkarılmasında ilk büyük adımı Breuer'in attığını anımsatır, fakat olaya eleştirel bakan kimi araştırmacılar, kışkırtıcı yaklaşımlarla, modern insanın, modern psikolojinin ve psikanalizin or­taya çıkmasını asıl etkileyen kişinin, Breuer'in de çok öte­sinde, Anna O. olduğunu söylerler. Burada, bu son kerte öğretici tartışmaların ışığı altında, modern kadının çarpıcı ve ilk örneklerinden biri olan Anna O'nun gerçek kişiliğini ve yaşam öyküsünü biraz daha yakından anımsatmanın gerektiğini düşünüyorum.

 

Olay, Breuer'in, 1880 yılı Aralık ayının, Noel önce­si haftasında Viyana'da varsıl bir Yahudi ailesinin evine çağrılmasıyla başlar. Breuer burada, 21 yaşında, zaman zaman ortaya çıkan bilinç bulanıklılığı, uykusuzluk, öksü­rük nöbetleri, boyun, kol, bacak bölgelerinde yoğunlaşan ve nörolojik (organik) açıklanması yapılamayan felç du­rumları, Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve hatta İspanyolca anlatılan fanteziler, konuşma bozuklukları, korkular, bunalımlar, görsel sanrılar, su içme korkuları, kişilik yarılmaları gibi çok zengin bulgular demeti sergi­leyen sıra dışı zeki, kişilikli bir genç kadmla karşılaşır. Son kerte deneyli bir hekim olan Breuer, ilk bakışta hastalığın organik nedenlerden kaynaklanmadığını, tersine tümüyle psişik sorunlarla ortaya çıkan bir histeri olduğunu kestirir. Genç kadma hipnoz yapma önerisinde bulunur. Bazı gün­ler iki kez hipnoz yapmak gereği ortaya çıkar. Genç kadm, hipnoz sonucu bazı sorunlu anılarını (daha somut; kendi­sini huzursuz eden anı kırmalarım) yeniden yaşar. Hip­noz sonrasmda, bu yeniden anımsananlar üzerine bilinçli olarak sürdürülen konuşmalarda, bunların artık hastalık belirtisi olmaktan çıktıkları görülür.

II.

Histeri Üzerine Çalışmalar kitabmda Breuer'in anlattıklarına göre, Anna O'nun rahatsızlığının gelişimi ve tedavisi genel çizgileriyle dört aşamada değerlendirilir:

a) 1880 yılının Haziran ayının ortasından, Aralık ayı ortasma dek rahatsızlığın başlangıç dönemi sözkonusu-dur. Hastanın babası bir akciğer iltihabından yakınmak­ta ve hekimler ciğerlerdeki apseden ciddi olarak kaygı­lanmaktadırlar. Anna O'da bu sıralar öksürük nöbetleri, unutkanlıklar, kimi sanrılar ve çeşitli bölgelerde kas ka­sılmaları, başka insanlarla ilişki kurmaktan kaçınma ve hatta onlardan korkma, nefret etme, yemek yememe (yi­yememe) eğilimleri gibi belirtiler görülür.

b)      11 Aralık 1880'den, 1 Nisan 1881'e kadar geçen za­man dilimi içinde rahatsızlık belirtileri artık belirgin nite­liğe dönüşmeye başlar. Bu aşamada, hasta yataktan çıka­mamaktadır. Burada, görme bozuklukları, ellerde ve ön kol bölgelerinde hafif felçler, boyun kaslarında kasılma­lar, yoğun korkular, hiç konuşamamaya varan konuşma bozuklukları, bazı sözcüklerin ve kavramlarm anlatılması için, 4-5 farklı dilden konuşma gereksinimi, sol kafa böl­gesine lokalize ağrılar, dalgınlık, uykulu olma durumları görülür. Uygulanan hipnoz ve konuşma kürü tedavisi so­nucunda, hasta 1 Nisan gününden itibaren artık yataktan çıkabilecek duruma gelir.

c)       5 Nisan 1881'de, babanm ölmesine karşın, hastanm davranışlarında kısa bir kötüleşme döneminden sonra, be­lirli bir iyileşme kaydedilir. Bu arada, hastanm, Dr. Breuer dışmda kimseyi tanımaması gibi, "negatif sanrıları" ortaya çıkmışta. Hafif bir dalgınlığın da eşlik ettiği bu üçüncü dö­nem, Aralık 1881 tarihine değin sürer.

d)      1881 yılı Aralık aymdan, 7 Haziran 1882'ye kadar devam eden dördüncü dönemde, zaman zaman yutkun­ma, görme bozuklukları gibi kimi rahatsızlıkların yeniden • ortaya çıktığı görülmüşse de, hastalık belirtilerinin büyük bir bölümü ortadan kalkmış, Anna O sağlığına kavuşmuş­tur. (73)

III.

Breuer, tedaviye başlamasından kısa bir süre sonra, genç kızı travmatize eden temel nedenlerden birinin, evin diğer bir odasında "ağır bir akciğer hastalığı nedeniyle ölümle pençeleşmekte olan babasma yeterince özenle bakama-dığı kaygısı" olduğunu saptamışta. Anna O, babasının yanında bulunduğu bazı geceler -olasılıkla koyu renk saçlarının, gözlerinin önüne düşmesinden kaynaklanan bir duygu yanılmasıyla- duvardan kara yılanların aşağı­ya doğru indiğini, ancak kendisinin bunları kovalayacak gücü olmadığını, sonra da sağ tarafmm hareketsiz ve felçli olduğunu duyumsamıştır. Başka bir seferinde, babasmm altmı temizlerken, onun yüzünün etlerinin döküldüğünü ve kurukafaya dönüştüğünü, sonra kendi parmaklarının da kurukafa biçimini aldığını sanmıştır. Aynada kendi yü­züyle, babasmm yüzünün iç içe girdiğini ve sonra bu üst üste gelmiş yüzlerin yeniden kurukafaya dönüştüğünü görmüş, bayılmış ve ardından da yürüyemez olmuştur. Breuer, genç kızm ağır suçluluk duyguları içinde olduğu­nu saptamıştır. Babasına karşı olağanüstü içten duyguları olan kız, babası öldükten sonra, bir süre yemek yiyemez olmuştur. Sonra su içememe belirtileri ortaya çıkmış, Bre­uer, son kerte sabırla "konuşma kürü/tedavisi" (kendi tanımıyla "talking cure") uygulamıştır. 18 ay kadar süren hipnoz ve konuşma küründen sonra, görece bir iyileşme başlamış, hastalık belirtileri kısmen de olsa ortadan kalk­mıştır. Arma O, görece düzelmiş, Breuer artık tedavinin bittiğini söylemiştir. Evine gelmiş, normal yaşamını sür­dürmeye başlamıştır.

"Viyana Çetesi" tarafmdan, Anna O üzerine verilen "resmi bilgiler", burada son bulmaktadır. Bundan sonrası, yakm yılların eleştirel yaklaşımlı araştırmacılarının tespit ettikleri verilerdir.

Bunlara göre, tedavinin bittiğini söyledikten sonra, evine giden Dr. Breuer'e "o gece" gelen bir haberde, has­tasının yeniden ağır bir kriz içinde olduğu ve kendisini acilen çağırdığı söylenir. Breuer hastanm evine gittiğinde, genç kızm yatakta karnmdaki ağrüarla kıvrandığını görür ve sancılar içinde "şimdi de Dr. Breuer'den bir çocuk do-

 ğurmak üzere olduğunu" söylediğini duyar. Bu yeni geliş­me Breuer'i korkutur. Arma O'yu bir meslektaşma emanet edip, bir daha kendisini görmemeye karar verir. Kuşku­suz burada Breuer'in genç kadma karşı duyduğu ilgi, Pe­ter Gay'in vurguladığı gibi, aynı adı taşıyan annesine karşı duyduğu ödipal duyguları da yeniden gündeme getirmiş (74), yaşadığı huzursuzluğu daha da artırmış olabilir.

Olasılıkla Breuer'in, Arma O'ya uyguladığı tedavi, an­cak kısmen başarılı olmuştur. Fakat, resmi psikanaliz ya­zınında söylendiğinin aksine, Anna O, yeterince iyileşme-miştir. Breuer, Anna O'ya tedavi süresinde salt kloral değil morfin de vermiştir. Tedavinin kesilmesinden bir ay kadar sonra da, Arma O, 12 Temmuz'dan, 29 Ekim 1882'ye ka­dar, İsviçre'de -ünlü psikiyatrist Ludwig Biswanger'in ba-bası-Robert Biswanger'in yönettiği Inzersdorf'daki Belle-vue Sanatoryumu'na kaldırılmış, burada da kendisine bir süre morfin kürü uygulanmışta. Morfin uygulanmasının ardındaki nedeni gizlemek için, eski bir diş çekme olayın­dan arta kalan "trigeminus nevraljisi" tanısı konmuştur. Anna O, aynı klinikte 1883'ten 1887'ye kadar, en az üç kez daha yatırılarak tedavi edilmiştir. (75)

IV.

Breuer, Anna O vakasını, 1882 yılının ilkbahar aylarmda tamamladıktan -bir anlamda tedaviyi sonlandırdıktan-sonra, bir süre bu konu üzerinde kimseyle konuşmaz. 18 Kasım 1882 tarihinde Freud, nişanlısına yazdığı bir mek­tupta, Breuer'in kendisine Anna O olaymı anlattığını ya­zar. Freud'un kamsma göre, Breuer devrimsel nitelikte bir çalışma yapmışta. Breuer ise -büyük skandallara yol aç­ması korkusundan olsa gerek- yaşam boyu bir daha histeri tedavi etmeyeceğini söylemiştir. Freud, sonra Paris'e gitti­ği zaman bu olaydan Charcot'ya söz etmiş, ancak, Charcot bu "konuşma kürü" ile pek ilgilenmemiştir. Freud, Viya-na'ya döndükten sonra, kendi hastalarında da hipnoz ve konuşma kürü tedavileri taktiğini uygular, sonra da Breu-er'in önerisi üzerine, Anna O olayını da anlatan kitabı, bir­likte yayımlarlar. Burada Freud, histerinin temel nedenleri arasında, cinsel sorunları görmesine karşın, Breuer, Anna O da cinsel nedenlerin önemli bir rol oynadığmdan hep kuşku duymuştur. Bu ilk çalışmanın tıp çevrelerinde bek­ledikleri ilgiyi görmemiş olması, iki arkadaşın birbirlerin­den ayrılmalarında -ayrıca- önemli bir neden olmuştur.

Freud'un sonraki yıllarda Stefan Zweig'a yazdığı mek­tupta açıkladığı kanısına göre, Anna O, "şimdi doğum ya­pıyorum, Dr. Breuer'den çocuk doğuruyorum" dediği za­man histerinin anahtarını Breuer'in eline vermiş, ama Breuer bundan korkmuş ve anahtan elinden düşürmüş, Arına Oyu başka bir meslek­taşına havale ederek morunun üzerine gitmekten- kaçmışar." (76)

 

V.

Breuer'in notlarında, yazışmalarında ve Histeri Üzerine Çalışmalar kitabında, Anna O takma adıyla literatüre ge­çen hastanın gerçek kimliği (Bertha Pappenheim), Ernest Jones'un, Freud biyografisini (Sigmund Freud, Yaşamı ve Yapıtı; 1959) yazmasından sonra, dünya kamuoyunca öğ­renilmiştir. Onun, kadın hakları savunucusu ünlü Bertha Pappenheim (27 Şubat 1859- 28 Mayıs 1936) olduğunun anlaşılmasından sonra da, zaten efsaneleşmiş olan kişiliği, ayrı bir boyut kazanmıştır. (77)

12 Kasım 1985 tarihli New York Times gazetesinde, Dr. Frank Hartman, Freud'un en yakın dostlarından biri olan, Prenses Maria Bonaparte'm o güne değin bilinmeyen gün­lüklerine dayanarak, Breuer'in, Anna O'nun tedavisini yarıda kesmesine neden olarak, karısı Mathilde Breuer'in 1882 yılının Haziran ayında kıskançlık nedeniyle intihar gi-

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


rişiminde bulunmasını göstermiştir. Bu sava göre, Prenses Maria Bonaparte günlüklerinde, "16 Aralık 1927 tarihinde, Freud bana Breuer olayını anlattı, sonuç biliniyor: Arma, tedavisinin sonuna doğru, rahatsızlıklarının tekrarlama-sıyla Breuer'den gebe kaldığını söylemiş (bunun üzerine) Mathilde Breuer, kıskançlık nedeniyle intihar girişiminde bulunmuş" diye yazmıştır. (78)

Prenses Marie Bonaparte'm, bugün torunu Tatyana Fruchaud'nun mülkiyetinde bulunan günlükleri şimdi­ye dek yayımlanmamış, en azmdan Arma O ile ilgili bö­lümlerin fotokopileri bile kimseye gösterilmemiştir. Bu savlarm doğruluğunu kanıtlayacak veriler şimdilik karan­lıktadır.

Freud, 1909 yılı Eylül ayında Amerika Birleşik Dev­letlerine yaptığı gezide, Clark Üniversitesi'nde verdiği konferanslardan birini Anna O vakasına adamış, burada psikanalizin ilk buluşunun gerçekleştiğini ve bunun onu­runun da Dr. Breuer'e ait olduğunu söylemiştir. Freud, yaşamı boyu psikanaliz kuramını sürekli geliştirmeye ça­lışmış ve her seferinde sistematik düşünmeye hep Anna O ile başlamıştır. Onun kişiliği, zengin fantezileri, zekâsı, 4-5 değişik dilde konuşabilme ve en özel duygularmı bile anlatabilme özelliği, içtenliği, kendisini tamyan tanımayan herkesi çok etkilemiştir.

Amerikalı ruhbilimci Walter A. Stewart, Bertha Pap-penheim'ın "psikiyatrinin Rozette taşı olduğunu, bilinçdı-şınm onun sayesinde okunabildiğim" söylemiştir.(79) Fre­ud -bugüne değin bilinen bilgilerin ışığında- çok büyük bir olasılıkla, Bertha Pappenheim ile hiç tanışmamıştır. Bunu, 8 Kasım 1915 tarihinde Harvard Üniversitesi'nden James J. Putman'a "Ben, Breuer'in ünlü hastası Anna O'yu hiç görmedim" diyerek açıklamıştır. Güvenilmesi pek de kolay olmayan başka bir sava göre ise, Freud, 1909 yılında ABD'de bulunduğu sırada, bir çocuk yuvasını gezerken, gene aynı tarihlerde ABD'de bulunan Bertha Pappenheim ile karşılaşmış ve tanışmıştır. (80) Freud, nişanlısı Mart-ha'ya 13 Temmuz 1883 günü sabanm üçünde yazdığı mek­tupta, Anna O'dan "senin arkadaşın Bertha Pappenheim" diye söz eder. Gerçekte, Martha Bernays Freud ile Bertha Pappenheim, Viyana'daki zengin Yahudi çocuklarının gittikleri bir topluluk içinde birbirlerini tanımışlardır. Hatta bir olasılık, Bertha Pappenheim, Martha'nın genç­lik arkadaşı olarak, birkaç kez Freud'ların evine gelmiştir. Gene bir sava göre Bertha Papenheim'in babası, Martha Freud'un babası öldükten sonra, bir süre Martha'nın yasal vesayetini üstlenmiş ya da üstlenmek zorunda kalmıştır.

(81) Ayrıca, Bertha Pappenheim'ın annesinin babası ve Freud'un eşi Martha'nın dedesi Issak Bernays üzerinden, büyük ozan Heinrich Heine ile de akraba oldukları bilin­mektedir.

 

VI.

Bertha Pappenheim, varsıl ve otoriter bir Yahudi ailesi içinde büyümüştür. Kız çocuğu olarak geleneğe uygun biçimde yetiştirilmiş, pek çok yeteneğine karşm geri pla­na itilmiştir. Daha fazla eğitim görme istemi desteklen­memiş, orta öğrenimi tamamladıktan sonra, kendisinden, evde oturması, piyano çalması, elişi yapması ve bir an önce evlenme hazırlığına girişmesi beklenmiştir. Bu ara 21 yaşındaki genç kızda, özellikle babasma ve ağabeyine yönelik cinsel duygu yoğunlaşması gelişmiştir. Babasma karşı olan duyguları, gündüz düşlerine ve kendi tanımıyla "özel tiyatroya" dönüşmüştür. Babasmm hastalığma çok üzülmüş, fakat tam da bu durumda onunla oldukça yakm ve çok özel koşullarda birlikte kalma, vücudunun her ya­nma dokunabilme olanağmı bulmuştur.

Bertha Pappenheim, babasmı yitirdikten sonra derin bir depresyona girer, uzun süre kimseyle konuşmaz. Ya­tağında beyaz çarşaflar arasmda - tıpkı babası gibi- hiçbir canlılık belirtisi göstermeden, balmumundan ceset gö­rünümü alır. Bilinçdışı, babasının ölümünü yadsır; ölen benlik bölümü, yaşayan benlik bölümünü hep suçlar. Bir yandan babası canlıymış gibi yaşar, öte yandan babasıyla birlikte ölür. Breuer, Bertha'nm kişiliğinin, gerçek dünya­da yaşayabilecek kerte güçlenmesini sağlamaya çalışmış­tır. Bu sırada Bertha, hiç olmazsa saçlarmm rengi babasma benzeyen Dr. Breuer'in kişiliğinde; anlayış, bilgelik, içten­lik, sıcak bir sevgi bulmuştur. Breuer'e karşı duyguları gi­derek yoğunlaşır. Breuer de, bu sıra dışı zengin kişilikli genç kıza karşı ilgisiz kalmaz, fakat her zaman aradaki mesafeyi korumaya çalışır. Ancak ziyaretlerinin sıklığı ve sürekli olarak etkisinde kaldığı bu genç kadmdan söz etmesi, evinde eşiyle önemli bir kıskançlık sorunu olarak ortaya çıkar. (82)

Freud, Bertha Pappenheim'in tüm hastalık belirtilerinin "kötü" yasaklar oldukları için bastırılmış ve tanmmayacak kerte saptırılmış bilinçdışı istemlerinden kaynaklandığım; ensest korkuları nedeniyle hasta yatağmdan çıkamaz ol­duğunu, ensest tabusunu çiğnediği için de bedeninin bazı kesimlerinin hareket edemez, felçli konuma geldiğini, ba­basına dokunan parmaklarmm sanrısal olarak ölüp, bir anlamda kurukafaya dönüştüğünü düşünmüştür. (83) Bertha Papenheim, olasılıkla yoğun cinsel istemlerinin çokluğundan, kendisi de korkmuş, ancak, bunların bazıla­rı, psikanalizin ilk adımı olarak Breuer tarafmdan -konuş­ma kürü ile- bilinç düzeyine getirilmiş, tanınmış ve aşıl­mıştır. Sonuna kadar götüremediği söylense bile, Breuer, Bertha Pappenheim'daki bazı duyguları ortaya çıkarmış, sergilemiş ve insan psişesinin iç dinamiklerinin tanmması yolunda bazı çok önemli adımlar atmıştır. (84) Ancak daha fazlasını yapamamıştır.

Bertha Pappenheim ise, yaşamının sonraki yıllarında -bile- bu çok önemli anmda, Breuer'in kendisini yüzüstü bırakışını bir türlü bağışlamamışım Sonra hiçbir erkeğe güveni kalmamış, hiç kimseyi sevmemiş ve hiç evlenme­miştir. Babasının eski koleksiyon merakmı sürdürmüş, ba­basından kalan dolapları antik eşyalarla doldurmaya çalış­mış, kendisini cam eşya ve porselen koleksiyonculuğuna vermiştir. Annenin istemi üzerine, Pappenheim ailesi, 1888 yılında Frankfurt'a göçmüştür. Bertha, burada yok­sul çocuklar, göçmen ve sürgün kadınlarla ilgilenmeye, kadın hakları savunucularıyla birlikte çalışmaya, pek çok kadın dergisine yazılar yazmaya ve son kerte mücadeleci bir yaşam sürdürmeye başlamıştır. Arkadaşı Margarete Susmann, Bertha'nın mücadelesinin gerçekte, "dünyanın geri kalan kısmına karşı koymak", bir tür savaş açmak an­lamında yorumlanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu zarif ve akıllı kadm, tüm dünyayı karşısma almış, önüne çıkan her şeyle mücadele -kavga- etmeye başlamış, pek çok cep­hede savaşmıştır. Öncelikle bağnaz Yahudi geleneğine karşı çıkmış; kadmlarm, evin içinde babaları, kocaları ve erkek kardeşleri tarafından sömürülmelerine, çalışma ya­şamında eşit işe eşit ücret alamamalarma, meta gibi alınıp satılmalarına karşı mücadele etmiştir.

Arkadaşlarmm kanısma göre, savaş onun yaşam ne­deni olmuştur. Bir volkan gibi sürekli olarak lav çıkararak, öfkelenerek yaşamış, yasaları ve töreleri yapan, kadmları izleyen, kovalayan, satan erkeklere karşı uzlaşmaz bir sa­vaş vermiş, ama öfkesi -aynı zamanda- karmaşık bir sev­gi ifadesi olmuştur. İki erkek tipini, babasmı ve onu has­ta yatağmda "çocuğu" ile bırakıp giden Dr. Breuer'!, baş düşman olarak ilan etmiştir. (85) En çok kadmlarm cinsel nesne olarak alınıp satılmasına karşı mücadele etmiş; 1910 yılında Londra'da "kadm ticaretine karşı" toplanan ka­dınlar kongresinde konuşmuş; 1911 yılında bu komitenin» Almanya düzeyindeki örgütlenmesini sağlamıştır. Yahudi Kadınlar Birliği, Alman Kadmlar Birliği, Uluslararası Ka­dm Hakları Birliği'nde de çalışmıştır.

1911 yılında Yunanistan'a, Mart aymda Budapeş­te'ye, Nisan aymda Selanik'e, 8 Nisan 1911 tarihinde de İstanbul'a gider. Hahambaşı ile İstanbul'da genelevler­de çalışan Yahudi kızlar üzerine konuşurken hahambaşı, İstanbul'daki bir sinagogun özellikle kadm ticaretiyle ilgi­lendiğini ve maddi destek karşılığı, kadm ticareti yapanla­rı, dinsel yönden onurlandırdığı söylemesi üzerine, Bertha hahambaşına şaşkınlıkla "Neden bu sinagogu kapatmıyor ya da cezalandırmıyorsunuz?" diye sorar. Hahambaşı, o zaman İstanbul'da bulunan tüm yetimhaneleri ve hasta­neleri kapatmak gerektiğini, çünkü buralarm, hep peze-venklerden gelen amma paralarıyla 'sevabına' çalıştığını, İstanbul'da fuhuş işinde çalışan kadm ve erkeklerin yüzde doksanınm Yahudi olduğunu söyler. (86)

Bertha, sonra Kudüs'e, oradan da İskenderiye'ye gider. Buralarda da hep genelevlerde çalışan kadınlarla konuşur, onların yaşam öykülerini ilgiyle dinler. Yasanımda hiç sevil­mediğini düşünen Bertha Pappenheim'ın, sevgiyi ancak bu yoldan üretmeye çalıştığını düşünmek olasıdır. Yalan arka­daşları onun, yaşamı boyu hiçbir çocuğu öptüğünü, yetişkin bir insana sarıldığım görmediklerini söylemişlerdir. Yalnız insanlardan biri olarak yaşamış, hiç kimseyle derinlemesine ilişki kuramamıştır. Olasılıkla kendisinden kaçmak için, 24 saat çalışmış; dünyanın pek çok yerini gezdiğini, ama hiç­bir yerde, hiçbir zaman kök salamadığını söylemiştir. (87) Walter Stewart, Bertha Pappenheim'ın yaşamının "trajik ve örnek biçimde" geçtiğini, içindeki duyguları bastırmak için olağanüstü bir çaba harcadığını, tüm enerjisini hayır işlerine dönüştürdüğünü söylemiştir. Pappenheim, arkada­şı, Sophie Mameloch'a "Duygularımı aşmak için çalışmak zorundayım, ben aşkı değil görevi öğrendim ve hep görev yaptım... Ben istediklerimi değil, yapmak zorunda oldu­ğumu yapıyorum" diye yazmıştır. Arkadaşları da onun, ancak bu yolla psikoza girmekten ya da intihar etmekten kendisini kurtulabildiğini düşünmüşlerdir.

Sürekli olarak "beni kimse unutmasm, unutulmak is­temiyorum" diye yazmış, çocukluğundan, yaşammm son dakikasma kadar hep sevilmeyi beklemiştir. Ancak, en çok sevilmek istediği kişiler olan annesi, babası, erkek kardeşi ve Breuer tarafmdan bir türlü onun istediği düzeyde sevil­mediği kanısını sürdürmüştür. Dr. Breuer'e, sıklıkla "Be­nim içinde iki ben var. Biri iyi öteki kötü" demiş; kötü olan benin cinsel açlık içinde olduğunu söylemiştir. Cinsel aç­lık duyguları, -olasılıkla- giderek fahişe olarak çalışmak/ yaşamak istemine dönüşmüştür. Bu düşüncesi de ileride onun "orospuları kurtarma" etkinliğine dönüşmüş (88), fahişe fantezileri içinde aseksüel bir yaşam sürmüştür. (89) Bertha Pappenheim'ın kişiliği, histerik Arına O ile kadm hakları savunucusu Bertha Pappenheim ya da çocuk yu­vası bakıcısı azize ile genelevlerde çalışmak isteyen fahişe fantezileri ("özel tiyatroları") arasmda salınmış, aynı ma­dalyonun farklı yüzlerini oluşturmuştur. (90)

Freud, 1927 yılında Prenses Marie Bonaparte'a Arına O hakkında bilgi verirken, madalyonun bu iki yüzüne de değinmiş ve "Bertha Papenheim bu günlerde bir yandan genç kızlar yurdunu yönetiyor, öte yandan fuhşa karşı mücadele ediyor, ikisi de cinsellik ile bağlantılı" demiştir. Bertha Pappenheim yaşamı boyu hep bordelleri gezmiş, burada çalışan Yahudi kadınlarıyla konuşmuş, onları din­lemiş, onlarm bu durumlara nasıl geldiklerini anlamaya çalışmışta. Kendisi bu tür evlerde çalış(a)mamış ama, do­laylı yollardan sıklıkla oralarda bulunmuş ve çalışanların yaşam öykülerini, duygularmı dinlemiştir. Düşlerinin ve * fantezilerinin içeriğini hep cinsel yaşam oluşturmuştur.

Arkadaşı Dora Edinger'e göre, Bertha istenmeyen bir kız çocuğu olarak dünyaya gelmiş, annesiyle anlaşama­mış, doymak bilmeyen aç-öfkeli bir bebeklik dönemi ge­çirmiştir. Cinsel istekleri arttıkça, öfke ve saldırganlık(ları) da çoğalmışta. Cinsel bölgesini keşfettikten sonra, bu kez cinsel organlarmı her şeyi yutmak isteyen aç bir ağız gibi duyumsamış, yemek, gebe kalmak ve doğurmak istemleri içinde kıvranmış, ana memesinden alamadığı tadı, vaji-nası aracığıyla almak istemiştir. Isırmak onun yaşammda önemli bir yer tutmuştur. Konuşmaları her türlü uzlaşma­ya karşı acılı, öfkeli ısırmalar biçimde sürmüştür.

Margarete Susman, onun salt hakikati öğrenmek için çalışmadığını, kendi duygulan üzerinden başkalarının da hakikati öğrenmelerine olanak tanıdığım; onun tüm yaşamının ateşten bir protesto, insan tininin en yüksek düzeyde eşitliği ve özgürlüğü için bir anıt olduğunu söylemiştir. Yakından tanıyanlar, onun ısırgan vulva gibi yaşadığının altını çizmişlerdir.(91) Freud'a göre, - burada-cinsellik ve saldırganlık duyguları birlikte gelişmiş, sevgi tatmin olmayınca, saldırmaya başlanmıştır.

"Kültür İçinde Huzursuz" yaşamış, toplumsal komp­loya kurban gitmiş, modern kadmlardan biri olan Bertha Pappenheim, yalnız ve melankolik geçen 77 yıllık bir ya­şam sonunda, 28 Mayıs 1936 tarihinde, Nazilerin kendi­sini tutuklama kararı almaları ve bunu uygulamaya koy­malarından kısa bir süre önce, arkasında büyük bir boşluk bırakarak ölmüştür. Ancak o zaman bu "ısırgan vulva" toplumun, organik yaşamm acılarından kurtulup, anorga­nik bir dinginliğe kavuşabilmişim

 

VII.

Görüldüğü gibi, psikanaliz kuramının oluşmasına katkıda bulunanlar, daha ilk hastada "tedavi ettik" diyerek "ilk gü­nahlarını işleyip", "ilk büyük yalanlarını" söylemişlerdir. Fakat her şeye karşın, kültür dünyasına büyük ve vazge­çilmez katkılarda bulunmuşlar, yeni düşünme yöntemleri, yeni kişilik konseptleri öngörmüşlerdir. Bugün, hepimiz kendi içimizdeki Anna O/Bertha Pappenheim çaüşmala-rım sezinledikçe, bu yöntemin savlarmı, düşünme tarzla­rını, "psikolojilerini" göz önüne almadan, değil sistematik düşünmenin, sıradan günlük yaşamı bile sürdürmenin ne­redeyse olanaksız olduğunu biliyoruz.

12. Histeri Üzerine Araştırma Kitabının Büyük Başarısı: 13 Yılda 626 Adet Satış

 

I

I.

Histeri Üzerine Araştırma kitabı 800 adet basılmış, izleyen 13 yıl içinde 626 adet satılmıştır. Yazarlarının ellerine toplam 425 gulden (ya da kişi basma 85'er dolar) geçmiştir. Araştır­maya üp çevrelerinden hiç de olumlu bir yankı gelmemiş, bu -görece- başarısızlık Breuer ile Freud'un birbirlerinden uzaklaşmalarına ayrıca bir neden oluşturmuştur. Kitap üzerine tek olumlu eleştiriyi, günlük Viyana gazetelerin­den Wiener Tageszeitung'un, 2 Aralık 1895 tarihli sayısın­da Viyana Üniversitesi edebiyat tarihi öğretim üyelerin­den ve Burg Tiyatrosu yöneticisi yönetmen, yazar Alfred von Berger yazmıştır. Von Berger, şaşırtıcı bir öngörüyle, kitabm insan ruhunun, en iç ve gizemli duygularmı açık- . layan, psikolojiyle şiiri birleştiren bir yapıt olduğunu dün­yaya duyurmuştur. İlk psikanaliz çalışmasma, ilk olumlu eleştirinin bir hekimden değil, bir edebiyat tarihçisinden, sanatkârdan gelmiş olması, daha önce de değindiğimiz gibi, olaym gizini biraz olsun açıklar nitelikte görülür ve bu kısa yazı, psikanaliz ile sanat-edebiyat arasmdaki bağm ilk habercisi olur. (92)

Freud'un nevrotik belirtilerin nedenlerinin cinsel kö­kenli olduğunu savunmasına karşı, Breuer'in bu savı fazla abartılı bulması, bu iki insanın arasmı giderek açmış, so-

 nunda birbirlerine düşman konumuna getirmiştir. Freud burada oldukça katı davranmıştır. Bu denli uzlaşmaz dav­ranmasının altında, kişiliğindeki otoriter köşeli özelliklerin ötesinde, pek çok başka neden (belki de) Breuer'den aldığı borçların hiçbir zaman ödeyemeyeceği kadar fazla olması ve bu durumun yarattığı karmaşık duygular yatmış ola­bilir.

Breuer'in gelini Hanna Breuer, Ernest Jones'a gön­derdiği 21 Nisan 1954 tarihli mektupta, aralarmdaki tar­tışmadan sonra, Breuer'in, bir gün Viyana'da sokakta Freud ile karşılaştığını, doğal olarak kollarını açarak ona doğru gittiğini, fakat Freud'un çok kaba bir davranışla ka­fasını çevirip uzaklaştığmı ve Breuer'in bunu yaşam boyu hep çok üzülerek anlattığını yazmıştır. (93) Sonradan Fre­ud'un kendisi de bu davranışlarının pek uygun olmadığı kanısma varmış olacak ki, o zamanlar henüz kendisinden pek haberdar olmadığını, psikanaliz yapmadığını, birçok yakın insana aynı zamanda düşmanca duygular beslediği­ni söylemiştir. Ancak benzer davranışlar sonradan Fliess; Adler, Jung ve diğerleriyle olan ilişkilerinde de hep tek­rarlanmıştır.

 

II.

Freud, 35-45 yaşlan arasında, çok sıkıntılı bir zaman dili­mi yaşamış, bu ara pek çok şeyin eksikliğini çekmiş, ama, en çok yalnızlığa karşı yakm bir arkadaş gereksinimi duy­muştur. Babasının ölümü ve Breuer'den ayrılmasından sonra, Freud ciddi biçimde yalnız kalmış ya da kendisini böyle duyumsamıştır. Kuşkusuz, büyük aile içinde ço­cukları, karısı, erkek kardeşi, Minna ile yoğun tarüşmalar yapabilmiş, güzel gezilere çıkmış, fakat içindeki yalnızlık korkusu ve en mahrem konularda bile konuşabileceği ya­km bir arkadaş gereksinimi bir türlü tükenmemiştir.

Bu sıralarda Berlini! kulak-burun-boğaz hastalıkları uzmanı Wilhelm Fliess (1858-1928), onun yaşammm odak noktasını oluşturmuştur. Bu dönem içinde, Freud'un, Fli-ess'e olan duygularmm "tutkunun çok ötesinde" olduğu izlenir. Ernest Jones'un kanısına göre, Freud, Breuer'den ayrılmasından sonra yaşadığı yoğun yalnızlık ortammm uzantısında, bu kez de Fliess'i "yedek baba" yerine koy­muş; ona içtenlikle bağlanmıştır. Bu nedenle de, kitabmda Freud'un yaşamının 1887-1902 yılları arasındaki dönemi­ne, çok haklı olarak "Fliess Periyodu" adını vermiştir. (94) Freud'un yaşamının bu döneminin gizi, Fliess ile olan iliş­kilerinin boyutu (derinliği) bugüne değin -yeterince- çö­zülememiştir.

Wilhelm Fliess, 1887 yılında Viyana'ya gelir. Breuer'in konuşmalarına, Freud'un bir konferansma katılır. Bu çok etkileyici, zeki, mizah ve fantezi dolu insanla, Freud ara­sında kısa zamanda, eşlerini bile kıskandıracak düzeyde ve olasılıkla biseksüel duyguları -da- içeren boyutlarda, yoğun bir arkadaşlık ilişkisi başlar.

Orta katman bir Yahudi çocuğu olan Fliess parlak bir öğrencilik yaşamıştır. Yoğun tıp bilgisinin ötesinde; biyo­loji, matematik, tarih ve Girit-Knossos Sarayı'nm kazıla­rım yerinde izleyecek ölçüde arkeolojiyle ilgilenmiştir. * Ekim 1892 yılında, Breuer'in eski hastalarından varsıl bir kadm olan Ida Bondy ile evlenmiş, Berlin'de büyük ve çok iyi çalışan bir muayenehane açmıştır.

Fliess'in temel savı burun ile cinsel organlar arasında işlevsel bir ilişki, bir tür refleks arkı olduğu yolundadır. Buna göre, kimi nevrotik belirtiler salt cinsel rahatsızlık­lar yapmakla kalmazlar, bunun ötesinde kızarma, iltihap, akmtı gibi bazı burun mukozası belirtileri de gösterirler. Fliess'in bu kurgusal savları, Freud'un ilgisini çekmiştir. Fakat, Fliess'in 1897 yılında yayımlanan Kadın Cinsel Or­ganları ve Burun (Hastalıkları) Arasındaki İlişkiler ve Bunla­rın Biyolojik Anlamları adlı kitabı genel olarak pek ciddiye alınmamıştır.

Fliess, ayrıca eski Yahudi mistisizminden kaynakla­nan ve periyodik öğreti denen ilginç hesaplar önermiştir. Buna göre, kadmlarm 28 günlük periyotları gibi, erkekle­rin de benzer hormonal dalgalanmaları kapsayan 23 gün­lük dönemleri çok önemlidir. Bu nedenle, 28 ve 23 sayıları erkeklerin ve kadmlarm yaşammda, hastalıkları, ölümü, başarıları ve başarısızlıkları belirlemede dirimsel öneme sahiptirler. Freud -açıklaması bugün bile yapılamayan bir biçimde- bu görüşün ve sayısal hesapların ve bunların in­sanın yazgıları üzerine olan savlarm etkisinde kalmıştır. Bu sayılarla kendi ölümü arasmda -batıl inanç boyutun­da- ilişkiler olabileceğini varsaymış, hatta buna inanmıştır. Örneğin, 1894 tarihinde, doğum gününden kısa bir süre önce öleceğini beklemiş, bu tür beklentileri kerelerce tek­rarlamış; pek çok doğum gününü ölüm bekleyişi içinde geçirmiştir. (95)

17 Mayıs 1896 tarihinde yazdığı mektupta, gene bu önemli "zamanı" ("termini") beklediğini vurgular. 23 ve 28 sayılarının toplamı olduğu için, 51 yaşmda ölümü, bu büyük "zamanı" beklemesi (ölüm istemi/ölüm korkusu karışımı) ayrı bir anlam oluşturur. 52. yaş gününü gene benzer bir beklenti içinde geçirmiş, 60 ve 61 yaşlarmda da ölümü bekleyişi sürmüştür. Oldukça ileri yaşlarda, 1918 yılının Şubat aymda, 62 yaşmda bile, öleceği yönündeki -saplantılı- düşüncesi, bu tarih geçip ölmediğini gördüğü zamana değin sürmüştür. Bu tür saplantıları onun bilinen tek "batıl inancı"dır.(96,97)

Max Schur'un kanısma göre, sayı mistisizmi, sayıcılık batıl inancı, onun ateizmi ve rasyonel düşüncesiyle bağ­daşmayacak boyutlara varmıştır. Bu inanç, olasılıkla Ya­hudi mistisizminin sayıcılık geleneğinden kaynaklanır. Örneğin 52, özellikle erkekler için kritik ve kötü bir sayı­dır; 17 ise iyidir, olumludur. 18 gene iyi, olumlu bir sayı; 36 da 2x18 olduğu için, özellikle kutsal bir sayıdır. Ayrıca, haftanın bazı günleri uğurlu ya da uğursuz, iyi veya kötü­dür. Yahudi geleneğine göre, pazartesi iyi bir gün değildir ve yeni bir işe başlanmaz ya da geziye çıkılmaz. Buna kar­şın, Tanrı'nın insanı yarattığı cuma günü uğurludur. (98)

Freud sonunda gene de 1939 yılının Eylül ayının 23'ün-de ölmüştür. Ölümünü ayın 23'üne getirmeyi, belki de -tüm hesaplarının yanlış olmadığım kanıtlamak için- bi­linçli olarak planlamıştır. ■

III.

Fliess, bu dönem içinde Freud'un en güvendiği insan ol­manın ötesinde, kurgusal düşünce gücüyle onun kura­mının gelişmesine yardım eden en yakın dertleşme ve tar­tışma arkadaşı, kendi kendine yaptığı analizleri içtenlikle destekleyen tek tanığı ve sırdaşı olmuştur. Sonradan Ma­rie Bonaparte'a da söylediği gibi, bu ilk büyük yalnızlık günlerinde kendisini sadece, evin içinde Minna, evin dı­şında Fliess desteklemiştir. İki arkadaş birbirleriyle görece az buluşup, konuşmalarına karşm, sürekli mektuplaşma- * lardır. Freud'un yaşamının en gizli bölümlerinden biri bu ilişkidir. Birbirlerine verdikleri söz gereği Fliess'in yazdığı mektupları, Freud hemen -ortadan kaldırmıştır. Fliess -de-söz vermesine karşm Freud'un mektuplarını yok etmemiş. 1928 yılında, ani ölümünden sonra, ilişkilerini başmdan beri kıskanan karısı (biraz da Freud'u kızdırmak ve bir tür intikam almak için), mektupları satılığa çıkarmıştır. Freud bu habere çok üzülmüştür. Araya (psikanalizin koruyucu meleği) Maria Bonaparte girmiş ve büyük bir beceriyle, mektupları 1200 mark karşılığı satın almıştır. Mektuplar, uzun süre ailenin büyük gizi olarak kalmış, sonra Anna Freud'la birlikte, uygun görülen 284 mektuptan kimi par­çalar yayımlanmıştır. Böylece, Freud'un yaşamının belki de en içten, duyarlı ve öğretici bölümlerini yansıtan belge­ler tahrip olmaktan kurtulmuştur.

Freud'un içtenlik ve tutku dolu bu mektuplarının kimi bölümlerini van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplardaki "yakarışlara" benzetmek (bile) olasıdır. Freud, Fliess'e yaz­dığı mektuplarmın hemen hemen tümünde, yaşadığı yapa­yalnız, korku dolu, melankolik dünyayı, uykusuzluklarını, bitmeyen gecelerin getirdiği sıkıntıları. Viyana kentindeki tekdüze yaşamın insanı boğan havasını anlatmıştır. 6 Şu­bat 1896 yılında, mesleğini ve oturma yerini değiştirmeye gerek gördüğünü, örneğin Berlin'e, dünyadaki bu biricik arkadaşının yanına taşınmak istediğini yazmıştır.

Freud'un kendi kendisini, düşlerini düzenli olarak çözümlemeye/analiz etmeye başlaması ve "kendi bi-linçdışmı" bulma çabasını sürekli destekleyen Fliess, bir anlamda psikanalizin geliştirilmesine çok olumlu etkiler­de bulunmuştur. Düş Yorumu çalışmalarının ilk okuru ve eleştirmeni gene o olmuş. Bir ara biseksüalizm üzerine, birlikte bir kitap yazılması düşünülmüş, işbölümü yapıl­mış, ancak çalışma gerçekleşmemiş, aralarındaki diyalog giderek birbirlerini anlamayan ve anlatmayan monologla­ra dönüşmüştür (Jones). 12 yıl süren bu yoğun ve verimli dostluk, kendi karşıtı hoşnutsuzluğu da birlikte üretmiş, iki arkadaş arasındaki ilişkiler, 1900 yılında kırılma nok­tasına gelmiş, 1902'de tümüyle kopmuştur. Fakat, olayın Freud üzerindeki duygusal etkisi, olasılıkla 1906 yılma dek sürmüştür. 12 yıl yoğun arkadaşlık ettiği Fliess'den ayrılışı, Jung'a bağlanışına denk düşmüş, belki de Jung'la tanışması ile başlayan yeni "aşk", yeni "bağımlılık", Fli­ess'den tümüyle kopuşunu kolaylaştırmıştır.

 https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Anna Freud (1928) Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud'un Aile ve Tarihsel Romanı

13. Babanın Ölümünden Sonra Yaşanan "Muhteşem Yalnızlık ve Melankoli Dönemlerinin" Güncesi

 

 

Kim korkar kendi kendini analiz etmekten Annesiyle trende geçirdiği gecenin gizi: "Düş Yorumu"

 

 

I.

Freud'un "aile romanı"nı düşünme, analiz edip çözümle­me, kurgulama ve sonra kısmen de olsa yazma dönemleri kapsamında 1885 ile 1900 yılları arasmda yaşadığı "yoğun bunalımları" ya da "krizleri" aralarına kesin sınırlar çiz­mek mümkün olmadan başlıca üç aşamada tartışmak ola­sıdır. Bunlar, Marianne Krüll'ün önerdiği gibi, "kriz öncesi . dönem" (1885-1896), "kriz dönemi" (1896 yaz - 1897 güz) ve "kriz sonrası dönem" (1899-1900) olarak kimi zaman dilimlerine ayrılabilir. (99,100)

Yoğun bunalım, kriz öncesi dönem. Freud'un ilk cid­di psişik bunalımlarının başlaması olasılıkla onun ilk kez Paris'e gidişme, Charcot'nun yanında çalışmaya başlama (1885-86) tarihine değin uzanır. Gerçekte, kafasmdaki dal­galanma ve bunalım onun Breuer'den 1882 yılının sonla­rında Arma O'nun biyografisini, sergilediği semptomları ve uyguladığı tedavinin sonunda oluşan "arınmayı" duy­duktan sonra başlamıştır. Paris 'te izlediği dersler, ente­lektüel boyutunu hem geliştirmiş hem de onun duygusal dünyasını çok zorlamıştır. Histerik rahatsızlıkların neden­lerinin cinsel nitelikte olduğunu, ayrıca erkeklerde (bile) histerinin görülebileceği savları, onun Viyanalı görece tutucu düşünce dolu dünyasını altüst etmiştir. Paris'teki histeri vakalarmda, kimi kişilik yarılmalarını görmüş, za­ten hiç unutamadığı Anna O olaymı yeniden anımsamış, psişik rahatsızlıkların sandığmdan ve sanıldığından çok daha karmaşık nedenlerle ortaya çıktığım sezinlemiştir. Aldığı eğitimin, kültürel donanımmm Parislilere oranla görece yetersizliğini duyumsayan Freud, kendi öz baba­sı cinsel olaylarla çok uğraşmamasmı öğütlemesine karşı, yedek baba konumundaki Charcot'nun, araştırmalarmm temelini cinsel yaşama dayandırmasını, bu alanı göz ardı etmemesini önermesi, çelişkilerini büsbütün artırmış, iki babanın birden etkisi altında kalmıştır. Ayrıca cinsel yaşa­mın tensel-bedensel boyutunun önemi gündeme gelmiştir. Dışadönük bir saldırganlık olanağı pek olmaymca, yapıcı, yaratıcı bir kötümserlik onu daha da huzursuzlaştırmış-hr.(101,102,103)

Ama daha Paris'te iken, 1885 yılı Aralık ayının başmda ciddi bir bunalım ortaya çıkmış, psişik bir yetmezliğe gir­miştir. Nişanlısına yazdığı mektuplarda -gerçeklerin tam tersine- Paris'te beklediğini bulamadığını ve geri dönmek istediğini yazar. Bu durum, nöroanatomiyle psikoloji ara­sındaki uçurumu hem kapamış hem daha da açmış; dönü­şümün çok daha radikal ve sancılı olacağını sezinletmiştir. Evlenene değin belki de hiç cinsel ilişki deneyimi olmayan Freud'un, tüm bu yeni öğrendiklerini, değişimleri ve altüst oluşları hazmetmesi on yıla yakın bir zamanmı almıştır. Çok deneyimli bir insan olan Breuer bile, Anna O'nun te­davisi bittikten sonra, on yıldan fazla bir zaman, bu konu üzerinde, olasılıkla Freud dışında hiç kimseyle konuşma­mışım Ancak 1895 yılında Freud'un da onaymı alıp "bu lanetli deneyimi" birlikte yayımlamaya karar verir.

Freud'un 1890-1900 yılları arasmda yaşadığı sıkıntılı dö­nem, zaman zaman ortaya çıkan krizlerle daha da ağırlaşa-rak sürmüştür. Özellikle, birlikte çalışmak istediği Brücke ve Meynert gibi çağmm dev bilim insanlarmdan ayrılmak zorunda kalır. Ayaklarını basabileceği sağlam bir zemin oluşturan beyin anatomisi ve nöroloji gibi bir alandan, her türlü kurguya açık, başı sonu bilinemeyen, belirsizliklerle dolu psikoloji dünyasına geçer. Bu dünyanm da, bilinçdışı gibi daha da karmaşık bir alanında, serbest çağrışım gibi yeni bir yöntemle (kendisinin bile bilgisiz ve hatta yetersiz olduğu ve belki de bu nedenle en çok düşündüğü) cinsel yaşam üzerinde çalışmaya başlar. Bütün bunlar Freud'da olağanüstü bir güvensizlik yaratmış; korku, yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu vermiştir. Bu süre içinde kendi­sini kanıtlayamamanın korkuları, mutsuzluğu ve melan­kolisinin yanı sıra, parasızlık, işsizlik, uzun sürmüş bir nişanlılık ve karısının ailesi tarafmdan (bile) ısrarla isten­memenin sıkıntıları sürmüştür. Yıllar sonra 6 Mayıs 1894 tarihinde bile, yeniden "birazcık olsun anatomiye dönmek istiyorum" diye âdeta haykırmıştır. (104) Kendisini çok • yakmdan tanıyan Jones'un, onun psişik durumunun kla­sik klinik psikiyatri tanımıyla gerçek bir depresyon nite­liğinde olmadığmı söylemesine karşm, Freud, 17 Ağustos 1884 tarihinde Fliess'e yazdığı mektubunda, son 14 aylık yaşammda sadece üç ya da dört "mutlu gün" geçirdiğini yazmıştır. (105)

Freud'un, yaratıcı melankolik bir kişilik olduğunu söy­lemek olasıdır. Özellikle, yaşammm ilk kırk yılındaki psişik durumunu yansıtan mektupları ve Düş Yorumu serüveni ile son kırk yılında yazdığı ödünsüz toplumsal eleştiri ya­pıtları bunun kanıtı olabilir. Yaşadığı bu bunalımlı koşul­larda, her şeyden önce kendi ruhunun derinliklerine bak­mak, kendisini tanımak, anlamak ve mümkünse kendisini armdırmak, sorunlarmı çözümlemek istemiştir. 1890 yılla­rında kendi tanımıyla "muhteşem melankolik yalıtılma" (splendid isolation) içinde, insanlardan, özellikle de mes­lektaşlarından uzak durmuş; görece bağımsız koşullarda yaratıcı bir inat ve umutla çalışmıştır.

Bu sıralarda Freud'un pek çok psikosomatik şikâye­ti ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında kronik kabızlık, idrar yolları bozuklukları, çeşitli kalp, mide, barsak rahatsız­lıkları, migren ağrıları, cinsel yetmezlik sorunları, erken boşalma, korku nevrozu en sık sözü edilenlerdir. Yaşadığı yoğun ölüm korkusunun, belki biraz ölümden korkmak, ama daha çok ölümü arzulamak biçiminde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Ölüm korkusu onu hep çok yakmdan ilgilendirmiştir. Bazı belli tarihlerde kesinlikle öleceği kor­kusu ve istemi sıklıkla kafasma takılmıştır. Yaşamm son on yılını, sürekli tekrarlayan damak -sağ üst çene- kanse­rinin büyümesi korkusuyla geçirmiş; otuz üç kez ameliyat olmuş; dayanılmaz ağrılara, ağzmdan yayılan kokulara, konuşma, yeme zorluğuna hep yüreklilikle karşı koymuş; çalışma gücünü azaltıyor diye kanserin sorumlusu puroyu bırakmaya yanaşmamıştır. Fakat buna karşm, psişik so­runları, korkuları, 1890 yıllarında yoğunlaşan melankolik durumu onu kanserden çok daha fazla yıpratmış, yormuş, olasılıkla bu psikosomatik durum onun ölümcül hastalığı­nın (bile) nedenini oluşturmuştur.

1893 yılında asıl büyük bunalımın ön aşaması olarak da değerlendirilen yeni bir " kriz öncesi kriz dönemi" ya­şamaya başlamıştır. Bunun başlangıcında 12 Nisan 1893 tarihinde, Freud ailesinin beşinci kızları Sophie doğmuş­tur. Ardmdan, yaz ve güz aylarında Freud'un kalp şikâ­yetleri artmıştır. Arkadaşı Fliess, günde ortalama 20 puro içen Freud için nikotin zehirlenmesi düşünmüş, sigarayı bırakmasını önermiştir. Breuer, nikotinin etkisiyle gelişen kronik miyokardit (kalp kası iltihabı) tanısı koymuştur. Gene bu arada kalp sorunları dışmda, ayrıca baş dönmele­ri, bayılma duyguları, kabızlık gibi barsak şikâyetleri, cin­sel yetmezlik bozuklukları ortaya çıkmıştır.

Freud, sonradan güncel nevrozlar paydası altmda top­lanan nevrasteni, kalp ve korku nevrozlarmda saptadığı kalp bölgesine lokalize sıkıntılar, çarpıntı, aritmi, angi­na pektoris (göğüs ağrısı), solunum bozuklukları, astım benzeri şikâyetler, terleme, üşüme-yanma gibi beden ısısı bozuklukları, baş dönmesi, ellerde ve ayaklarda karınca­lanmalar gibi uç dolanım şikâyetlerine ek, çocukluk dö­nemlerinden başlayan güvensizlik duyguları, benlik kaybı korkuları gibi yakınmaların kendisinde de bulunduğunu saptamıştır. Ayrıca, ailesinin ruh sağlığı yönünden kalıtsal yüklü olması, üvey kardeşi Emanuel ve öz kardeşi Rosa'nın nevrastenik şikâyetleri, onu daha da huzursuzlaştırmıştır. Daha da ileri giderek, kendi içine kapanık yaşam sürdüren tüm Yahudi cemaatlerinin olumsuz ve hastalıklı bir kalıt taşıdıklarını varsaymıştır. Yaşadığı karmaşık nevrotik so­runların (özellikle korku nevrozunun) çocukluk dönemin- * den kaldığını, evlilik yaşamındaki cinsel birleşmelerinde de gebeliğin önlenmesi için meninin dışarı akıtılması gibi, amacına ulaşması engellenmiş heyecanlardan ve cinsel perhizlerden dolayı da artarak çoğaldığmı düşünmüştür. (106)

Özel hekimi Max Schur'a göre, kalp şikâyetlerini an­latan ük mektubu, 17 Mayıs 1893 tarihini taşır. Freud, bu­rada, Fliess'in sigarayı kesme önerisini "acılı" bulmuş ve "senin nikotin yasağma uymayacağım" diye sert bir yanıt vermiştir. 17 Kasım 1893 tarihinde, yeniden, "senin sigara yasağına uymuyorum; mutluluk içinde bir yıl yaşamak, sefalet içinde uzun yaşamaktan daha büyük mutluluk de­ğil midir?" diyerek kesin tavrmı ortaya koymuştur. (107)

19 Nisan 1894 tarihli mektubunda, kalp şikâyetlerinin artmasından, aritmiden, kalp bölgesinde baskı, ağrı ve yanma duygusundan ve bunların sol kola doğru yayılma eğiliminden, solunum sıkıntısından yakınmış, bunlarm organik kökenli olmasmdan kaygılanmıştır. Fakat ardın­dan hemen coşkulu bir çalışma dönemine girmiş, sonra yeniden sigara özlemi başlamış, sıkıntılar yeniden artmış­tır. Freud bu ara sürekli olarak huzursuz, güvensiz, mut­suzdur. Entelektüel üretkenliğinin düşük olmasından ve kendisini baskı altmda duyumsadığından yakınmaktadır. (108)

Max Schur, kalbindeki aritminin 1889 yılında geçirdiği grip hastalığından sonra başladığını düşünür. Bu ara gene depresyon, umutsuzluk, ölüm istemi (109) korku ve be­densel şikâyetler, dalgalanmalar halinde ortaya çıkmıştır. Freud kalbinde olası bir büyümeden kaygılanmış, gene bu ara yazdığı mektuplarda, "cinsel gücünün, libidosunun çoktan yitip gittiğini" söylemiştir. (110) Jones, onun libido sözcüğünü ilk kez, 1894 yılı Haziran aymda kullandığını anımsatır. (111) Freud, 1925 yılında yazdığı, "Yaşamım ve Psikanaliz" çalışmasında, "cinsel içgüdülerde saklı enerji yüküne libido admı verdim" diyerek konuya açıklık ge­tirmiştir. Max Schur'un kanısına göre, cinsel güvensizlik, korku ve kalp nevrozu gibi şikâyetler, çocukluk dönemin­deki tacizlerin ve tehditlerin altmda ortaya çıkmış, ayrılma ya da varoluşsal korkulardan kaynaklanmış olabilir. (112)

Roazan'm verdiği bilgiye göre, Freud'un 41 yaşmda cinsel yetmezliğinin ortaya çıkmasında "karısını gebe bı­rakmak korkusu" nedeniyle dışarıya boşalma zorunlulu­ğu önemli bir neden olmamıştır. Martha, zaten 35 yaşmda menopoza girmiş, gebe kalma korkusu ortadan kalkmış, korunmaya gereksinim kalmamışta. Bu nedenle de Fre-ud'un korunmadan yakınmasının anlamı pek yoktur. (113) Cinsel yetmezlik olasılıkla Freud'un psişik kökenli eski bir sorunudur. Ayrıca, evlilikten memnun değildir; evliliğin cinsel pratiğinde aradığmı hiçbir zaman bulamamıştır. 18-95'in Ağustos aymda, cinsel yaşamdan kaynaklanan acılı bir mutsuzluktan söz etmiş; Fliess'e "çocuk yetiştirmekten tükendiğini" ve "ölümden başka seçeneğinin olmadığı­nı" yazmıştır. 1895 yılı ortalarmdan sonra da, melankolik ölüm fantezileriyle birlikte ortaya çıkan mutsuzluklardan, gelip geçici ya da sürekli olarak cinsel gücünün yitiminden sıkça yakmdığı izlenmiştir. 6 Kasım 1911 yılında Jung'un eşi Emma Jung'un, Freud'a yazdığı mektuptan öğrendiği­mize göre, Freud, Emma'ya da, "evliliğin kendisini çok­tan tükettiğini, şimdi artık ölümden -ölümü beklemekten-başka bir şey kalmadığını" yazmıştır. (114)

Kendisini tam bir kısır döngünün içinde duyumsa-yan -ve artık kesinlikle kendi kendisinden bıkan- Freud, psikosomatik şikâyetlerinin nedenlerini ve hastalarmm sorunlarmı anlayabilmek için, öncelikle kendisini analiz etmesi gerektiğini düşünmüştür. Bu çabanm uzantısmda, . 1894 yümdan sonra bilinçdışını araştırmaya, nevrozlar üzerine kendi kurammı geliştirmeye çalışmışta. Kendi­sinde tespit ettikleri ile hastalarmda bulduklarmı karşı­laştırmış; bunların arasmda ancak birbirlerini destekleyen bulgularm doğruluğuna güvenmiştir. Bu dönemde, kendi­sini toplumdan ve diğer insanlardan yalıtması, kuşkusuz onun için acılı ve sıkıntılı olmuş; fakat, bu yalıtmanın, yani kendisiyle yalnız kalmasmm getirdiği üretken ortam, -aynı zamanda- tadma doyulmaz bir haz kaynağı da oluş­turmuştur.

Histerik-nevrotik insanların çocukluklarında yaşadık­ları cinsel taciz giderek ilgisini çekmiştir. Hastalarında ve kendisinde tespit ettiği, ana-babalar tarafından baştan çıka­rılma (taciz) fantezilerinin içeriğini değerlendirmeye çalış­mış. Bunları insanın bizzat yaşamasınm gerekli olmadığı, yoğun heyecanlar olarak görmüş ve bu düşünce birikimi­nin uzantısında, baştan çıkarma kuramını geliştirmiştir. Freud'un yaşammda "baştan çıkarma" ya da "kışkırtma" kuramı (Verführung Theorie) Oidipus kuramını önceler. 21 Nisan 1896 tarihinde Viyana'da, "Histerinin Nedenle­ri" üzerine yaptığı tarihsel konuşmada, izlediği 18 hasta­nın tümünün çocukluğunda cinsel tacize maruz kaldığını saptadığmı açıklamıştır. Daha önce de değindiğimiz gibi, bu konuşması olumsuz eleştirilere neden olmuştur. Buna karşm Freud, yaptığı çalışmalardan genellikle memnun ol­duğu üretken bir döneme girmiştir. 4 Mayıs'ta "Tek basma çalıyorum. İyi gidiyor, ama yalnızlık kötü..." diye yazar. 30 Mayıs 1896 tarihli mektubunda da hem "bir sürü ah­mak tarafmdan yapılan bu eleştirilere hiç aldırmadığını" söylerken hem de içten içe "çok üzüldüğünü, bu yüzden pek çok hasta kaybettiğini" yazar. (115)

Freud'un kanısma göre, baştan çıkarma kurammda özellikle babanın belirli etkileyici, sapkm tavrı sözkonusu-dur. Ancak, tüm nevrozlularda babanın tacizi saptanamaz. Burada anne, amca, dadı, öğretmen, gibi çocuğa yakm di­ğer kişiler de benzer etkilerde bulunabilirler. Çocuklar, er­ken yıllarında büyükleri tarafmdan pasif cinsel yaşantıya sürüklenmiş olabilirler. Çocuk, ilk cinsel sahneyi (ya da, ilk cinsel travmayı) açıklama gücünü kendisinde bulamadığı için -bu yaşantıyı- bastırmak zorunda kalır. Ancak, bu ilk cinsel travma yaşantısmm gerçekten yaşanmış olup olma­dığı da her zaman kesinlikle bilinemez. Çok kez gerçek­leşmesi istenen sanal bir yaşantı olarak da ortaya çıkabilir ve çocuk sonradan bunu gerçekten olmuş, yaşanmış gibi -de- düşünebilir. Sonuçta, çocukluk yaşlarındaki cinsel ta­ciz ve bastırılan anılar uzantısında ortaya çıkan suçluluk duygusu ve cinsel korku, yetişkinlik döneminin nevrotik belirtilerine dönüşebilir. Babanm geçmişinin de sapkınlık­larda önemli rol oynadığı, tacizin çocuğu çılgınlığın içine sürüklediğini savunmuştur. Nevrasteni ve melankoliyi erken cinsel örselenme ile açıklamaya çalışmıştır. Örne­ğin, çocukta yaşanan kimi cinsel tacizlerin haz duygusuy­la anımsanması, sonradan suçluluk duygularmm nedeni olarak melankolik bir hüznü koşullamakta, "aile romanı" içinde "fahişelik fantezileri" geliştir(ebil)mektedir. Ago­rafobi de aynı biçimde fahişelik fantezileriyle açıklanabil-mektedir. Tacizi hazla duyumsayan çocuk/genç, insan­lara güveninin kalmadığını, bunun için sokağa çıkmak istemediğini söyler ve buna (en başta kendisi) inanır. Oysa aynı zamanda içinde, sokakta karşılaştığı insanlarla cinsel Üişki kurma isteği duyduğunu da sezinler; bundan ötürü kendisini suçlu bulur ve eve kapanır, sokağa çıkmaktan korkar. (116)

Bu aralar, kendisini "asıl kaynağa götürecek ana da­marı bulduğu" kanısındadır. Taciz konusunun nevrotik çocuklarda sık görülmesinin saptanmasından sonra, kendi' çocuklarma ve kardeşlerine yaklaşımmı irdelemeye başlar. Ama bulduklarının ne kadarmm gerçek, ne kadarmm fan­tezilere (özellikle de mastürbasyon fantezilerine) dayandı­ğından da kuşku duyar. Belki de cinsel taciz -en azından sanıldığı kadar çok olmamakta-, çoğunluğuyla fantezilere dayanmaktadır.

Freud, burada hâlâ psikoloji hatta felsefe ile nörofizyo-lojiyi, bastırma, savunma, unutkanlıklar gibi ruhsal olay­ları Helmholz ve Brücke fizyoloji okullarının verilerine göre temellendirmeyi, bunlarm kimyasal fizik nedenleri­ni bulmayı nevrotik şikâyetleri doğabilimsel psikoloji ile açıklamayı düşünmektedir.

Freud, baştan çıkarma kuramıyla nevroz sorunu­nu çözümlediğini düşünmüş ve bunu en az üç-dört yıl savunmuştur. Eylül 1897'de yazdığı mektuplarda bile, korunmasız çocuğun yetişkinlerin (çok kez de babanm) cinsel tacizine maruz kaldığını ve bu ağır travmalarm son­radan yetişkinlik döneminde ortaya çıkan pek çok nevro­tik belirtinin nedeni olduğunu varsaymışım Yeniden pek çok olumsuz eleştiriyle karşılanmış, izleyen günlerde ve aylarda Freud'un muayenehanesine gelen hasta sayısı hız­la azalmıştır. Bir kez daha çok ciddi ekonomik sorunlar or­taya çıkmış, bu durum da çocukluğundan beri süregelen "yoksulluk" korkularmı bir kez daha artırmıştır. 6 Aralık 1896 tarihli mektubunda, baştan çıkarma (taciz) olayları­nın ilk kuşakta sapkın kişiliklerin, sonraki kuşaklarda ise histerinin ortaya çıkmasmı koşulladığını, histerinin bir­kaç kuşaklık birikim sonucu ortaya çıktığını söyler. Nev­rozların da sonraki kuşaklarda psikoza dönüşebileceğini düşündüğünü yazar. 6 Aralık 1896 tarihli mektubunda, biraz da Yeni Lamarkçı bir yaklaşımla, baştan çıkaranın sapkınlığı üzerine kuşaklar boyu süren birikimlerden söz etmiştir. Aslında hep Darvinist bir mantıkta olmasına kar­şın, buradaki Lamarkçı tutumu ayrıca tartışılmış ve eleşti­rilmiş; sonraki yıllarda Arma Freud da babasının buradaki çelişkisine gösterilen tepkilerin haklı olduklarını söylemiş­tir. (117)

Bu ara yazdığı mektuplarında yeniden "büyük hakikati bulma uğruna büyük bir yalnızlık (izolasyon) içinde yaşa­dığım" vurgular. (118)

Bu tespitlerden yüz yıl sonra, yetişkin her dört kadın­dan ve her yedi erkekten birinin, dokuz yaş öncesi çocuk­luk dönemlerinde, cinsel tacize maruz kaldığının, çeşitli psişik rahatsızlıklardan ve özellikle de ilaç /alkol bağımlı­lığından, klinik tedavi gören kadınların yüzde doksanın­dan fazlasının, aynı örseleyici yaşantıyı taşıdıklarının artık iyiden iyi bilindiği günümüzde, Freud'un -bu çok önceden öngördüğü- savlarmm ne kadar doğru olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır.

II.

Freud'un bunalımlarının asıl kriz dönemi, kendi "tarih ön­cesini" (prehistoryasmı) ve babası Jakob Freud'un biyog­rafisini yeniden değerlendirmeye başladığı 1896 yılı yazın­dan, 1897 yılı güzüne değin sürmüştür (Krüll). Bu ara baba Jakob Freud, 1896 yılının Haziran aymda hastalanmıştır. 15 Temmuz 1896 tarihli mektubunda Freud, "ihtiyar ye­mek yiyemiyor, kaim bağırsaklarda felç var, yüzü çok be­yaz, buna karşın ruhsal yönden çok canlı, sanıyorum ger­çekten de son vade zamanı geldi... İhtiyarm durumu beni çok üzüyor. Onun artık dinlenmeyi hak ettiğini düşünü­yorum. Kendisi de bunu istiyor. Çok ilginç bir insan. Ken­di içinde tutarlı ve mutlu. Pek acı çekmezdi. Hastalığmm uzun sürmesini istemiyorum, ayrıca ona bakan kız karde­şimin de acı çekmesini istemiyorum... diye yazmıştır. (119) Sonraki mektubunda, "Babamın son günlerde zaman za- « man bilinci bulanıyor. Akciğer iltihabı yayılıyor ve büyük vade zamanı ("termin") yaklaşıyor" demiş; ancak babasmı ölüm döşeğinde bırakıp kardeşi Alexander ile birlikte iki ay kadar süren bir İtalya gezisine çıkmıştır. Bu tavır onun kişiliğinde -yeniden- oldukça çelişkili bir durumu sergile­miştir.

 

III.

40 yaşlarmda çoluk çocuk sahibi olgun bir adam, ortaya çıkacak trajediden habersiz, kendi "tarih öncesini" analiz etmeye başlamıştır. Bu sırada, çocukluğundaki ana-baba ilişkileri birden ve beklenmedik biçimlerde bir kez daha ortaya çıkmış, nevrotiklerin yaşammda ilk yılların cinsiye­tinin önemini bir kez daha görmüş, bunu kendi yaşammda da araştırmaya başlamış; ilk üç yaşmm, Fre- iberg dönemi­nin önemi yeniden gündeme gelmiş, fakat bu dönemi ter­cüme etmenin sanıldığından da zor olduğu görülmüştür.

24 Temmuz 1895 tarihinde ilk kez Irma düşünü görür. (120) Bunu tümüyle analiz eder (ya da ettiğini söyler). Bu düş tümüyle analiz edilen ilk düş olarak tarihe geçmiştir. Freud artık yavaş yavaş yaptıklarının önemini kavramaya başlamaktadır. 1900 yılında Fliess'e yazdığı mektupta, bu düşü gördüğü eve yaptığı ziyareti anlatır ve "günün birin­de bu eve mermer bir plaket yerleştirilecek ve üzerine '24 Temmuz 1895'te Dr. Sigm. Freud bu evde düşlerin gizemi­ni çözmüştür' diye yazılacak" der. (121)

Freud burada kendi kararıyla bilimsel bağlarım ko­parmadan, kendisini tanımasını engelleyen sınırlamalar arasmdan geçip, kendi kendisini keşfetme serüveninin sonuçlarmı gün gün yazmıştır. Düşlerin anlamsız olmadı­ğını, bunlarm insanların istemlerini gerçekleştirmelerini sağlayan bir tür anlatım ve boşaltım kanalları olduğunu öngörmüş; kendisi için aynı anda hem hasta hem de hekim durumunda kalmıştır. Bu ara kendisiyle çok sert mücadele etmektedir. Huzursuzluk, terk edilmişlik duygusu ve çare­sizlikler içinde yapayalnız tek basma kalmış; en az beş yıl kadar süren bir zaman dilimi içinde yoğun bir umutsuz­luk, güvensizlik, korku, duygulanım dalgalanmaları için­de tüm enerjisi tükenmiştir. Kimi zaman günlerce hiçbir şey yapamadan, okuyamadan, yazamadan donakalmışım Bu süreç içinde ona dış dünyadan hiçbir yardım olanağı yoktur. Yaşamın her alanma yayılan acılar içindedir. İyi­leştirme garantisi veremeden hastalarmdan para aldığım,

Breuer'e olan borçlarını ödeyemediğini, nöroanatomiden ayrıldığım, yeterince bilimsel araştırma yapamadığını, za­man zaman da olsa babasma öfkelendiğini, karışma ve ço­cuklarına yeterli zaman ayıramadığı için sürekli suçluluk duyguları içinde kıvranmakta olduğunu söylemektedir.

Bu sırada, kendi bilinçdışmda bir çocuk görür. Bu ço­cuk babasma karşı öfkeli, hatta onu öldürmek ve annesiyle birlikte olmak düşleri içindedir. Burada Oidipus komplek­si, kültür tarihinin bir skandali olarak ortaya çıkar. Freud tüm bunlarm ne anlama geldiğini araştırmaya çalışırken, tam da bu sırada babası ölür... Yeniden yoğun bunalım dönemi başlar.

 

IV.

26 Ekim 1896 tarihli mektubunda, "23 Ekim 1896'da (dün) babamı gömdük. Kesinlikle sıradan bir insan değildi. Be­yin kanaması geçirdi; nedeni bilinmeyen bir ateş, duyu bo­zuklukları, kasılmalar, akciğer ödemi, konvülziyonlar ve sonunda acısız bir ölüm..." (122) diye yazar. 2 Kasım 1896 tarihli mektubunda da, "ihtiyarın ölümünden sonra, resmi bilincimin arkasmdaki karanlık bir bölge beni çok etkili­yor... Babamm ölümü beni çok etkiledi. Onu çok iyi tanı­dığımı, anladığımı sanıyorum. Yaşamıma çok etkisi oldu. * Bilgelik ve fantezi içinde, uzun yaşadı. İçimde bir şeylerin koptuğunu, köksüz kaldığımı duyumsuyorum..." diye vurgulamıştır. Hissettiği yoğun suçluluk duygusunun nedenini çözemediğini, bunu belki de babasının ölmesine karşm kendisinin hâlâ yaşıyor olmasına bağlayabileceğini düşünmüştür. (123)

Babası için yalın bir cenaze töreni düzenlenir. Sonradan törenin bu denli mütevazı oluşu suçluluk duygularının daha da artmasına ve üzülmesine ayrıca neden olmuştur. Babasmm ölümünden iki ay kadar sonra bile, yaşadığı beklenmedik ve sıra dışı acının nedenini anlayabilmek için kendisini analiz ederek ruhunun derinliklerine inen arkeo­lojik kazılara girişmeye karar vermiştir. Ama, daha 13 Ha­ziran 1882 tarihinde nişanlısına yazdığı mektupta, insanın kendi ruhsal dünyasını anlamadan, başkalarmı anlamaya çalışmasının olanaksızlığına değinmiştir. (124)

11 Şubat 1897 tarihli mektupta (kışkırtma/taciz kura­mını kurtarabilme umuduyla) yeniden ve bir kez daha ken­di babasmı suçlamıştır. 2 Mayıs 1897 tarihinde, genellikle 8-12 yaşlarmda ortaya çıkan ensest istemi ve fantezileri­nin geriye projekte edilebileceğini, daha erken çocukluk dönemlerinde de böyle düşünülmüş olabileceğini varsay-mıştır. (125) 31 Mayıs 1897 tarihli (Manuskript N de de­nen) notlarmda Kriss'in kanısma göre Oidipus kompleksi ilk kez gündeme gelmeye başlamıştır. (126, 127) Burada, çocuklarm ana babalarma duydukları düşmanca duygu­ları kendisinin de duyumsadığını, bunu rüyasmda gördü­ğünü, bunlardan babasma karşı duyduğu hüznü açıklama olanağı bulduğunu, bunun nedeninin daha çocuk yaşla­rından itibaren babası Jakob'a karşı duyduğu düşmanlık duygularmda yattığmı varsaymıştır. Ayrıca kendisinin 9 yaşmda olan büyük kızı Mathilda'ya karşı -da- yoğun duygular içinde olduğunu söylemiştir. Bastırmanm teme­linde çocuklarm ana-babalarma karşı duydukları düşman­lık duygusunun bulunduğunu, bunun uzantısında ortaya çıkan suçluluk duygusunun melankolik hüzne neden ol­duğunu açıklamıştır. İleri yaşlarda bunun hep unutulma­ya çalışıldığını, aslmda tedavinin insanın cinsel ve saplan düşünceleriyle barışması ve özgürleşmesi anlamı taşıdığı­nı belirtmiştir.

Freud, 1897 yaz aylarmda Delfi Tapmağı Kâhini'nin 2500 yıl önce önerdiği "kendini tanı" uyarısını, "Çıplak hakikat, getirmesi olası felaketlere rağmen ihtişamın do­ruğu olarak yaşanır" dizelerini ve Goethe'nin, "Dâhinin ilk ve son istemi hakikat aşkıdır" özdeyişini benimsemiş (kültür tarihinde Aziz Augustinus, J. J. Rousseaux'dan sonra) yeni bir yöntem ile ilk kez sistematik ve bilimsel olarak kendisini analiz etmeye başlamıştır. Kendi analizi­ne başlamasmdan iki ay kadar sonra, "madalyonun arka yüzünü" de görmeye (Jones) ve erişkinlerin çocuklarma karşı duyumsadıkları ensest duyguları gibi, çocuklarm da ana-babalarma karşı benzer duygular beslediklerini ön-görmeye başlamışta.

1897 yılının Haziran ayında ailesiyle birlikte yazlığa giden Freud, burada hiç de beklemediği biçimde -kendi tanımıyla- "entelektüel bir felç" geçirmiştir. 7 Temmuz 1897 tarihinde Fliess'e yazdığı mektubunda, "Ne yapaca­ğımı henüz bilemiyorum... Bu derinlerin en derini duru­mundan kurtulmak istiyorum... Yazma felci belki de se­ninle mektuplaşmamı önlemek için ortaya çıkmış olabilir" diye yazmışta. (128) Üç hafta kadar yazı yazacak, hatta ayrıntılı düşünebilecek düzeyde olsun, bilincinin açık ol­madığından, hemen hemen hiçbir şey yapamadığmdan yakınmıştır. Psişik durumunun bozuk olduğundan "Ben, benim gerçek hastam olan kendimle meşgulüm" diye söz etmiş; kendi sorunlarmm bir kısmmı çözmesine karşm, so- ' omlarının önemli bir bölümünün gene de karanlıkta kal­dığını söylemiştir.

Temmuz ortalarmda babasının mezar taşım yapüran Freud, olasılıkla aynı tarihlerde yeniden kendi analizine başlamıştır. (129) Krüll de, 13 Ağustos 1897'de onun kendi analizinden ilk kez söz açtığının altını çizmiştir. (130) Ken­di bulgularını genelleştirmiş ve nevrozlarm "tarih öncesin­de", çocuğun babasmm ya da ona en yakm erişkin kişinin pervers olduğunu öngörmüştür. Sonra, insanı hasta eden temel etkenin, toplumun din kültürünün seksüel/moral anlayışı olduğunu düşünmüştür. Dinin insanları sapkınlık için duyarlı kıldığını vurgulamış; Yahudi dininin ayrıca artı bir baskı ve kastrasyon korkusu oluşturduğunu söy­lemiştir. Bu arada, yazamamak durumunu arük patolojik bir belirti olarak düşünmüştür. Kasım aymda bir kısa dep­resyon dönemi daha geçirmiş. Sonra kendisini biraz olsun toparlamaya başlamıştır.

Freud, 26-29 Eylül 1897 tarihlerinde Fliess ile buluşur. Yazılı olarak belgelenmediği için iki arkadaşın neler ko­nuştukları bilinmemektedir. Belki de bu konuşmalarının uzantısında, düşüncelerinde radikal değişmeler ortaya çıkmıştır: Giderek, babasma karşı duyduğu öfkenin, onun kendisine sapkm davranmasmdan ya da taciz etmesinden değil, tersine kendisinin annesine karşı tutku ve kıskançlık duygularmdan kaynaklandığını kavramıştır.

3 Ekim 1897 tarihli mektupta, kendi analizinde tespit ettiklerini düş yorumu gibi anlatmıştır. (131) Burada, 2,5 yaşmda trenle Frieberg'den Leipzig'e doğru giderlerken kompartımanda annesini yarı çıplak gördüğünü ve içinde cinsel duygular oluştuğunu yazmış; libidosunun annesi­ne dönük olduğunu anlatmıştır. Freud, burada baştan çı­karma kuranımdan, Oidipus kuramma (mitosuna) geçer. Böylece, artık tüm babalarm baştan çıkaran sapkm insan­lar olarak görülmesine ve tanımlanmasına gerek kalmaz, babalarla oğullar arasmda gerekli bir uzlaşma yapüır. Fre­ud, Sophokles'in trajedisini modern aile içi ilişkilerin odak noktası olarak görmüştür.

Oidipus kompleksi -oidipal dönem-, yaşamda, anasma dönük düşler gördüğü ve babasma karşı düşmanca duy­gular beslediği bir gelişme aşaması olarak kavranmıştır. Burada annenin, babanm ve hatta akrabalarm konumları kurtarılmış; çocuklarm da, kendi ellerinde olmayan, geliş­melerinin zorunlu ve doğal bir dönemi olan bu dönem­deki düşüncelerinden dolayı suçluluk duymalarına neden kalmamıştır.

 

V.

Freud'un anlatmak istediklerine açıklık getirmek ve bil­gimizi tazelemek için mitolojiyi bir kez daha anımsarsak:

Thebai kralı Laios, Peleponnes saraymda misafir kaldığı evin, Chrysippos adlı erkek çocuğuna sarkıntılık ettiği için, Tanrılarca kendi oğlu tarafmdan öldürülmeye mahkûm edilir. Laios ile karısı Iokaste'nin çocukları olmaz. Duru­mu Delfi Tapınağı'ndaki kâhine sorduklarında, kâhin, bir oğullarının olacağmı ve Laios'un o oğlan tarafmdan öldü­rüleceğini söyler. Gerçekten de Iokaste, bir erkek çocuk doğurur; ancak Laios, kendisini öldüreceği korkusuyla, henüz üç günlükken yeni doğan çocuğun ayaklarının bağ­lanıp dağa bırakılmasını ister. Çocuğu çobanlar bulurlar ve Korint Kralı Polybos'a götürürler. Oidipus, Polybos'un yanında büyür.

Bir gün Delfi Tapınağı'nın kâhini ona, babasmı öldürüp annesiyle evleneceğini söyler. Oidipus, gerçek babası san­dığı Polybos'a bir kötülük yapmamak ve bu aile trajedisini önlemek için Korint'ten ayrılıp başka bir kente göçmeye , karar verir. Delfi ile Daulis arasındaki dar geçitte Laios'un arabasıyla karşılaşır. Laios da kenti Sfenks canavarından kurtarmak için öğüt almaya kâhine gitmektedir. Laios, sert ve emredici bir sesle hemen yoldan çekilmesini yok­sa sonunun kötü olacağım söyler. Oidipus, Tanrılardan ve ana-babası dışında kimseden emir almayacağım söyler. Laios, uzlaşmasız bir tavırla arabasmı onun üzerine sürer, tekerlerden biri Oidipus'un ayağmm üzerinden geçer. Oi­dipus, Laios'un kışkırtmalarına dayanamaz, onu ve yar­dımcılarım öldürür. Sonra Sfenks'le karşılaşır.

Sfenks, olasılıkla Tanrıça Hera tarafından, Etiyopya'dan getirilmiş, kadm başlı, aslan bedenli, yılan kuyruklu bir canavardır. Oidipus'a, "tek bir ses çıkarabilen, bazen dört, bazen üç, bazen de iki ayak üzerinde yürüyen canlı kim­dir?" diye sorar. Oidipus duraksamadan "insan..." cevabı­nı verir; "... çocukluğunda dört, yetişkinliğinde iki ayak­la, yaşlılığında da bastonla -üç ayak üzerinde- yürür." Bu doğru yanıt üzerine Sfenks kendisini Phikion Dağı'ndan atarak öldürür, kent de kurtulur. Bunun karşılığı olarak Oidipus'dan kral olması ve kraliçe Iokaste ile evlenmesi istenir.

Bu bağlamda Laios, mitolojide zorbalığı ve erkek çocuk sevgisini -oğlancılığı- simgeler. Bunun sonucu olarak da Laios kendi oğlu Oidipus tarafmdan öldürülmeye, Oidi­pus da, annesi Iokaste ile evlenmeye mahkûm edilirler. Bu "mahkûmiyette" aynı zamanda bir "genel istemin" de dile getirildiği gözden kaçmaz. Ama Laios'un kişiliği, sert, sal­dırgan, çabuk öfkelenen, sapkm, özcesi örnek otoriter bir baba gibi gösterilir. Örneğin, oğlu Oidipus'u dağa bıraka­cağı zaman, ayaklarını birbirine bağlar, üstelik de oğlanın ayaklarmda delikler açarak onu ölüme terk eder. Kişiliğin­de, sapkm, eşcinsel, sadistik öğeler egemendir.

Freud'un kafasında oluşan sapkm baba kişiliği, mito­lojinin Laios tipidir. Bu sapkm baba, ruhsal rahatsızlıkla­rın, nevrozlarm ve psikozlarm başlatıcısı, korkutan, tehdit eden, fakat aynı zamanda koruyan, güçlü, ata-baba, Tan-rı-babadır. Burada oğullar -gene Lamarkçı bir görüşle-suçluluğa yazgılı, günahkâr babanm, günahkâr çocukları olurlar. Ve kendileri de benzer bir baba olma yazgılarına mahkûmdurlar.

Sophokles Kral Oidipus, Oidipus Kolonus'da ve Antigo­ne üçlemesinde mitolojik söylenceleri modern aile trajedisi olarak gösterir. Yazgı kuşaklar boyu birikerek, babalardan oğullara aktarılarak sürer gider. Görebildiğimiz kadarıyla Sophokles trajedilerinde Oidipus'un annesi Iokaste ile il­gili ensest duygularmdan söz edilmez. Yapıtta sevgi/aşk sözü geçmez. Oidipus, Thebai Kenti'ni Sfenks'ten kurtar­mış, kral yapılmış ve çok doğal bir şey(miş) gibi kraliçe ile ödüllendirilmiş, bir anlamda yöneticilerin zoruyla evlen­miştir. Burada, oğlun zorunlu yazgısı ("doğrusu olmayan yanlışı") sözkonusudur.

Freud, kurammı oluştururken trajedilerden çok, ger­çeği ve günlük pratiği daha fazla dile getiren mitolojiye (ve bizzat kendi duygularma) yaslanmışta. Sophokles ya­pıtlarında söyleyebileceğini söylemiş, gerisini izleyicilerin yorumuna bırakmıştır. Psikanalizin vurgusu ise, oğullarm annelerine karşı ensest duyguları olduğu, bunun sonucu olarak da babaya başkaldırıp kesin zaferi kazanması (ge­reği) yolunda olmuştur.

 

VI.

Freud, babasını yitirdikten sonra başladığı kendi analiz­lerinden elde ettiği bilgilerin sonuçlarmı ortaya koymadan önce, kendisine edebiyattan destek aramış; bu konuda da Shakespeare ona yeterli gücü vermiştir. Ayrıca, Shakespe-are'in Hamlet'i kendi babasmm ölümünden çok kısa bir • süre sonra yazdığmı anımsandığında (132) psikanaliz ile edebiyatın ve sanatm yakm işbirliği daha da yoğunlaşmış­tır.

Freud, 15 Ekim 1897 tarihinde Fliess'e yazdığı -bir an­lamda tarihsel- mektupta düşüncelerini ünlü "Hamlet kararsızlığı" betimlemesiyle anlatmaya başlamıştır: "Ken­di kendine dürüst olmak iyi bir araştırma. Aklıma, genel değeri olan tek bir düşünce geldi. Anneye âşık olmayı ve babayı kıskanmayı kendimde de buldum; bunu erken ço­cukluk için genel bir olay olarak kabul ediyorum. Akim yazgı koşuluna yönelttiği tüm eleştirilere karşm Kral Oidi-pus'un etkileyici gücü anlaşılıyor... Aynı şeyin Hamlet'in hikâyesinin temelinde de olup olmayacağmı öylesine ak­lımdan geçti. Shakespeare'in bilinçli bir niyeti olduğunu düşünmüyorum, tersine, içindeki bilinçdışmm, onu, kah­ramanın bilinçdışmı anlatıp bu dramı yazmaya teşvik etti­ğine inanmayı tercih ediyorum. Hamlet, "vicdan hepimizi korkak yapıyor" sözünü nasıl gerçekleştiriyor. Sarayında­ki insanları hiç düşünmeden ölüme gönderen ve Leartes'i hiç çekinmeden alelacele öldüren kendisi, amcasının baba­sını öldürmesinin intikamını almaktaki kararsızlığını na­sıl açıklıyor? Annesine olan tutkusu yüzünden, babasma karşı aynı eylemi yapmak istemiş olduğunun karanlık anı­sının ona çektirdiği eziyetle, daha iyi nasıl yapabilir: "Ve hepimize hakkıyla davranılacak olsa, kırbaç yemekten kim kurtulurdu?" Hamlet'in bilinci, onun bilinçdışındaki suçluluk bilincidir."(133)

Freud'un kamsma göre, psişenin varoluş nedeni ya da görevi bir anlamda "negatiftir, yani insanm mutsuz­luğunun ortaya çıkardığı gerilimi çözmeye yöneliktir. Tra­jedinin bilinçli olarak yaşanmadığı yerlerde ve kişiliklerde psişenin gelişemeyeceğini ya da ancak psişenin geliştiği yerlerde bilinçli trajedilerin yaşandığmı düşünmek olası­dır. Freud, yaşadığı dönemin Mefisto rolünü üstlenmiş, psişeyi irdelemiş; sıklıkla, insanın ruhunun derinliklerine yaptığı arkeolojik kazılara benzeyen araştırma gezilerin­den söz etmiştir. Bilinçli olmayan bu bölge için "bilinçdı-şı" terimini kullanmayı uygun görmüştür. Bilinçdışı araş­tırmalarından hareketle anıların, unutkanlıkların, yanlış anımsamaların gizemini anlamaya ve anlatmaya çalış­mıştır. Psyche'nin gerçek dünya ile sembolik dil ve düşler aracılığıyla nasıl uzlaşmak istediğini, psikanalizin geçmişi araştırmak demek olduğunu ve bu bağlamda, kendisinin de, normallerdeki patolojiyi araştırarak ruhun temelini göstermeye, bugünü geçmişle açıklamaya çalıştığını söy­lemiştir.

Görece ruhsal dinginliğe kavuştuktan sonra, Düş Yo­rumu kitabını yazabilecek konuma gelmiş. 15 Mart 1898 tarihinde, Fliess'e ilk ön çalışmalarmı postalamaya başla­mıştır. Yaptığı işin önemini, kişiliğinin tarihsel konumu­nu kavramış, o güne değin kendisiyle ilgili olarak yazdığı tüm belgeleri, notları yeniden ortadan kaldırmış; sonra ye­niden kısa bir depresyon dönemi yaşamıştır.

6 Şubat 1899'da çok fazla çalışmaktan, sıkıntılardan bedeninin bir tür kanser (neoplazma) dokusuna dönüş­tüğünü yazar. (134) Son derece gerilimli yaşam koşulları sonucu ortaya çıkan bu psikosomatik duyumsama da (bir tür karabasanh düş), ne yazık ki bir süre sonra gerçekleşir: Çene kemiğinde oluşan ve yaşammm seyrini etkileyen ur gelişimi, onu 33 kez ameliyat olmak zorunda bırakır.

23 Mart 1900 tarihinde Fliess'e yazdığı mektubunda, kendi analizine başladığı zaman yaşadığı felaket duru­munu, depresyonu aşabilmek için gösterdiği çabayı yeni­den sergilemiştir. (135) Bulgularının acılı bir ortamda ve yüreklilik isteyen bir çaba sonucu ortaya çıktığını, fakat nedense bu durumda bile kendisine olan güvenini hiç yi- • tirmediğini psişik sorunlarının doruk noktasına ulaştığı­nı söyler. Huzursuzluk, heyecan, keyifsizlik, bilinç bula-nıkhlığı, tinsel/bedensel felç durumlarının ortaya çıktığı 1897-1900 yıllarının, yaşamının en üretken ve yaratıcı dö­nemi olduğunu -bir kez daha- anlatmaya çalışmıştır. (136)

Yemden Arma O'yu anımsatan bir yöntemle içinde ya­şadığı entelektüel durumda, kendisini iki ayrı insan gibi duyumsadığını, bunlardan birinin normal, diğerinin ise hasta olduğunu, ancak her şeye karşm, analizlerinin 4-5 yıl öncesine göre çok daha iyi gittiğini söylemiştir. Ruhundaki gel-gitlerin kendisini bazen çok yükseklere çıkardığını, ba­zen de kuru toprağın üzerine oturttuğunu, fakat, denizin sürekli olarak karadan toprak kazandığını vurgulamıştır. Analizlerine devam eder. Üretkenliği ile psişik durumu arasmdaki çelişkiyi, "Benim yazı tarzım yazık ki çok kötü... Çünkü kendimi çok iyi duyumsuyorum. İyi yazabilmem için sefalet durumunda bulunmam gerekiyor..." diye bir kez daha ironiyle sergiler. Ve bu arada Düş Yorumu kitabı tamamlanmıştır.

 

VII.

Freud'un, 12 yıl kadar süren bu kendi analizinin (bir tür analitik oto-portre denemesi) kültür tarihinin bir dönüm noktası olduğu kabul edilir. Düşlerin analizinde, içimiz­de çok kez, insanın kendisinin bile tanımadığı, "küçük bir yeni ülke" keşfettiğini ancak bu yeni ülkeyi bulmak için onu aramak ve araştırmak gerektiğini belirtir. Düşlerin istemleri doyurmaya yönelik olduğunu, kendilerine özgü gizemli dünyalarmm bulunduğunu, bunu çözmek gerek­tiğini söyler. Ve düş yorumunu insanı ve özellikle de nev­rozları anlamak için önemli bir anahtar olarak gördüğünü vurgular. Burada, "düşlerim hiç de anlamsız değil, tersine arzularımızın doyurulmasına yönelik olduğunun kimse­nin farkmda olmamasından çok mutluyum" diyen Keltli büyücü kız söylencesini anımsatmıştır.

Freud'un Düş Yorumu kitabmda pek çok kendi dene­yimi (fantezileri) vardır. Sürekli olarak arkeolojiye gön­derme yapar. Tarihi daha iyi anlayabilmek için insanın, insanı iyi anlayabilmek için de tarihin/arkeolojinin yeni­den bilinmesi, Mısır bilimleri gibi, unutulmuş geçmişin anımsanması gerektiğini vurgular. Bu bağlamda kendisini psişik dünyanm Kristof Kolumb'u ya da Heinrich Schli-emann'ı gibi değerlendirir. Düş Yorumu çalışmasmda, ne kadarının kendisinin, ne kadarının hastalarının analizinin bulunduğunu kestirmek zordur. Robert Martha'nm "bir realistin fantezileri" olarak tanımladığı bu kitabını Fre­ud, geçmişe yapılan fantastik gezi olarak nitelendirmiş, buradaki psikolojik savlarm ileride fizyolojik bir destek bulunacağmı düşünmüştür. Bulgularmm uzantısmda, nevrotik korkularmm, cinsel kaynaklı olduğunu, insanm cinsel yaşamınm erginlikte değil, çocukluk çağmda başla­dığını; çocuklarm ilk cinsel seçimlerinde, kızlar için baba­ların, erkekler için annelerin önemli olduğunu söylemiş; baba-oğul ilişkisinin/çatışmasının çözümüne yönelmiştir. Cinselliğin ilk örneğinin, çocuk-anne memesi ilişkisinde başladığını, çocuğun, yaşam boyu hep bu ilk çocukluk günlerinin, ana-baba tarafmdan sağlanan güvenceyi, bes­lenme ve korunma özlemini çektiğini, sürekli olarak bu tür bir ortamı aradığını, erginlik yıllarında ise bu günlerin güvencesini ve mutluluğunu sağlayacağı yanılsamasıyla, bir üstün güce, dine ve Tanrılara inanma eğiliminin ortaya çıktığını söylemiştir.

Ayrıca, çocuklarm ana-babalarma karşı hem cinsel istek ve hem de öfkeli ve düşmanca tavırlar içinde yaşadıklarını göstermiş; çocukluk duygularmm yetişkin insanlarda, özellikle de batıl inançlılarda, dindarlarda yaşamayı sür- • dürdüğünü sergilemiştir. Bir anlamda babasıyla yeniden barışmış ve onu yitirmenin acısmı kısmen aşmış, fakat onu unutamamıştır. Düş Yorumu'mm. 1908 yılında yapılan ikinci baskısına yazdığı önsözde; "Bu kitap benim için, an­cak onu tamamladıktan soma kavradığım daha ileri öznel bir önem taşımaktadır. Onun benim özçözümlememin bir kesimi, babamm ölümüne -yani bir adamm yaşammdaki en önemli olay, en acı yitime- tepkim olduğunu gördüm. Bunun böyle olduğunu keşfetmekle yaşantının izlerini si­kmeyeceğini duyumsadım" diye vurgulamıştır. (137)

Freud, 1897-98 arasında yaşadığı büyük kriz sonrası dönemi izleyen zaman diliminden soma, 1899 yılında ye­niden "kriz sonrası kriz" olarak da adlandırılan (küçük) bir depresyon daha geçirmiş, sonra da giderek görece dinginleşmiştir. Düş Yorumu, bilinçdışı ülkesinin gizemini gözler önüne sermiştir. Çok zengin bir edebiyat, mitoloji, peri masalı, efsane, sanat birikiminin ürünü olan yapıt, başlangıçta tıp çevrelerinden çok aydmlarm, sanatçıların ilgisini çekmiştir. Freud'un 1914 yılında belirttiğine göre, yapıta yazımı daha 1896 başlarmda bitmiş. Fakat Freud basılmasına bir türlü karar verememiş. 28 Mayıs 1899 ta­rihinde, notlarmı yayımlamak isteğine kapılmış; son dü­zenlemeleri yapmış. Yazılarını Eylül aymm ortalarmda yayınevine göndermiş, bir kopyasmı da 27 Ekim 1899 ta­rihinde Fliess'e postalamıştır. Düş Yorumu kitabı, 4 Kasım 1899 tarihinde yayımlanmış; ama yaymevi kitabm üzerine -yazarm isteği doğrultusunda- basım yılı olarak 1900 tari­hini koymuştur.

Freud'un 43 yaşındayken yazdığı Düş Yorumu kitabı ilk baskısında 600 adet basılmış ve bu çalışma ilk altı yılında (sadece) 351 adet satılmıştır. Düş Yorumu (1895- 1899), Fre­ud'un en anlamlı yapıtlarından biri -hatta birincisi- olarak değerlendirilir. Yapıt, tümüyle yeni, şaşırtıcı ve orijinaldir. Freud bu kitabm, İngilizce üçüncü basımma, 15 Mart 1931 tarihinde yazdığı önsözde, "Böylesi bir öngörü, ölümlü in­sana tüm yaşamında bir kez nasip olur" demiştir. (138)

Freud, nevrozların tedavisine Charcot ve Breuer'in de etkisiyle ilk kez hipnozla başlamış, 1887'de serbest çağrım yöntemini geliştirmiştir. Hipnoz ve katarsisten, serbest çağrışıma geçiş 1892-96 yılları arasmda (görece yavaş) ol­muştur. İlk önce hipnoz hafifletilmiş, sonra bunun yerine serbest çağrışım konmuştur. Burada konuşma, dil ilk kez tedavi aracı olarak denenmiş. Hipnozdan serbest çağrışı­ma geçişinde kendisinin iyi bir düş görücü olmasma kar­şın, ötü bir hipnoz uygulayıcısı olmasmm da etkisi yadsı­namaz. Olasılıkla hipnoz da başarılı olamayınca, serbest çağrışımla hipnozu dengelemeye çalışmıştır. Freud bu ara Charcot'nun "Sinir Sistemi Hastalıkları ve özellikle de His­teri Üzerine Yeni Konferanslar (1886) ve Bernheim'in hipnoz üzerine Telkin ve Tedavi Etkisi (1889) kitaplarını Almancaya çevirir. Fakat, nevrozlarm, telkinle yapay olarak ortaya çı-karılabilen ve tedavi edilebilen bir hastalık olarak tanım­lanmasını kabul etmemiş, buna karşın, psikanalizi insanı çocukluk sorunlarından kurtarıp erginleştirecek bir eğitim olarak düşünmüştür.

Freud, bu arada insanların çoğunun, özellikle de nev-rotiklerin cinsel yaşamlarmm olağanüstü bozuk olduğu­nu, bir anlamda "kendi evlerinin-ruhsal dünyalarmm efendileri" olamadıklarım görmüş, insanın özgürlüğe ka­vuşabilmesi için en azmdan kendi evinin içini iyi tanıması gerektiğini, "nevrotik" ile "normal" psişenin düzenlerinin ve düzensizliklerinin kimi küçük nicelik farklarma kar­şın temelde benzer niteliklerde olduğunu öngörmüştür. İnsanların öncelikle kendi istemlerinin öz içeriklerini iyi bilmeleri gerektiğini savunmuş, ancak bunların çok kez . geçmişle ilintili olduğunu saptamış, serbest çağrışım ile bu geçmiş yaşanülarm, amlarm ve birbirine karışmış (kaotik) düzensizlik içine girmiş biyografilerin gün ışığına çıkabi­leceklerini düşünmüştür. Nevrotiklerde bilinçdışına bas­tırılan eski yaşannlar ve anılar çok kez örseleyici nitelikte olduğu için, bu insanların neredeyse tüm anımsama güçle­rini yitirdiklerini, geçmişi unutmaya çalışmalarma karşm, bunu başaramadıklarını, bu nedenlerden dolayı da sürekli geçmişi düşünme zorlaması içinde yaşadıklarım, ileriye bakamaz konuma geldiklerini vurgulamıştır.

Nevrotiklerin sembolik bir dil kullandıklarını, bu kar­maşık sembolik dilin (arkaik-çocuksu ifade sisteminin) psişik yapıya egemen olduğunu öngörmüş. Hastanın kul­landığı eski ruhsal anı parçacıklarını içeren bu sembolik dili anlamak gerektiğini, bu bağlamda tedavinin bu sembolik sözcüklerin, karmaşık arkaik çocuksu ifade sisteminin içeriklerini anlamlandırmak, bir anlamda bilinçdışını ter­cüme etmek, mitlerinden arındırmakta düğümlendiğini, varlığın evi olarak sözcüklerin gizini, mitlerle düşünme sisteminin özünü çözümlemenin ise tam bir kâhin işi ol­duğunu düşünmüş, psikanaliz aracılığıyla bu karmaşık biyografiyi ve anıları düzen içinde yerli yerine oturtmayı amaçlamıştır.

Ünlü muayene divanını, Freud'a, 1890 yılında hastası Madam Benvenisti armağan etmiştir. (139) Muayenehane 1891 yılının Eylül ayında Berggasse'ye taşınır. Kanısına göre, otuz yıl kadar sonra psikanalizi geliştirebilmiş, psişe-nin topografyasını çıkarabilmiştir. Psikanalizle insan soyu­na bir suikast yaptığını (140) söylemiştir. Tedaviyi bir eği­tim olarak kabul etmiştir, insanları uyku/hipnoz altında konuşturmanın ahlak/moral dışı olduğunu; hipnozla iyi­leştirmenin bilimsel bir tavır olmadığmı düşünmüş (141), bunun yerine Sokratik tartışma yöntemini benimsemiş, insanın "bilinçdışının bildiği fakat kendi resmi bilincinin bilmediği ve ayrıca bilmediğini de bilmediği bilgileri ona anımsatan" diyalog/serbest çağrışım yolunu seçmiştir. Ama her şeye karşın psikanalizin asıl kaynağmı, Freud'un kendi kişiliği, kişiliğindeki çatışmaları arayıp bulma kay­gısı oluşturmuştur.

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


 14. Psikoarkeoloji: Truva, Pompei, Roma ve Berggasse. Schliemann-Freud Etkileşiminin Boyutları

 

 

i.

Freud'un kişiliğinin evrim sürecinde geçirdiği aşamaları anlamada, onun İtalya, özellikle de Roma gezileri çok öğ­retici bilgiler verir. Freud, Düş Yorumu'nu yazmadan önce de İtalya'ya gitmiş, Roma'nm 80 km yakmma kadar gel­miş; (tıpkı Anibal gibi) Trasimeno yöresinde konaklamış, ama çok istediği halde Roma'ya gitmemiş, daha doğrusu gidememiştir.

Düş Yorumu kitabını yazarken, sürekli olarak -psiko­loji kitaplarmdan çok- Roma tarihi okumuştur. Arkeoloji kitaplarından Roma'nın topografisini incelemiş, kentin merkezi konumundaki Colosseum'un altmda bulunan ve • ilk yerleşim yeri olarak kabul edilen "Roma Dörtgeni"ne (Roma Quadrata) dek her katmanı araştırmıştır. Anlatmak istediklerini daha bir gözle görülür, elle tutulur hale geti­rebilmek için psikoloji-antropoloji arasında metaforik bir benzetme denemesine girişmiş, Roma'nın topografyasmı insan psişesinin topografyasıyla karşılaştırıp, psişenin (bi-linçdışının) gizini de, ilk dürtü-duygu- heyecan katman­larına dek izlemeye çalışmıştır. Roma üzerinden psişeyi kestirmeye çalışırken, bunun üzerinden de Roma'yı, Kato­lik dünyasmm merkezini (entelektüel yönden) kuşatmayı ve fethetmeyi düşlemiştir. Psikanaliz söylemiyle, Roma, çocukluğundan beri onun hem saldırganlık ve hem de erotik, duygularmı uyandırmıştır. Düşmanmm ve sanatm başkenti olan Roma'ya tutkunluğu yaşlandıkça sevgi/nef­ret çelişkili-duygusuyla daha da yoğunlaşmışta.

Düş Yorumu basıldıktan, kendi analizi ilerleyip, me­lankolik durumu görece dinginliğe kavuştuktan sonra, 1901 yılının Eylül ayında (arük) Roma'ya gidebilmiştir. Burada, Katolik Roma'yı yok sayıp, öncelikle ve de özel­likle Antik Çağ ve Rönesans Roma'smı gezmiş, tek söz­cükle, hayran kalmıştır. Bu büyük kentte yaşadığı "kültür şokunun" etkisiyle, zaman zaman gelip geçici küçük dep­resyonlar yaşamış, Roma'dan gönderdiği mektuplarında psişik durumunu "yaşamımın doruk noktasındayım" diye yorumlamıştır. 3 Eylül 1901'de Pantheon Tapmağı'nm kar­şısındaki kahveden Martha'ya, pek çok şeye ama özellikle de iç huzura, özgürlüğe kavuştuğunu, özgüveninin arttı­ğını yazmıştır. (142)

II.

Arkeoloji, psişik aygıtı kolay kavranabilir örneklerle an­latmak zorunluluğunun bir sonucu olarak da, pek çok denemeden sonra en çok başvurulan metafor olmuştur. Geçmiş kültürlerin günümüz sorunlarını, çocukluk ya­şantılarının güncel nevrozları ya da psikozları açıklaya-bildiklerinin anlaşılmasından sonra, arkeoloji ile psikoloji bir tür psikoarkeoloji olarak bilinçdışmm araştırılmasında anahtar rol oynayan bir disiplinlerarası disiplin olarak or­taya çıkmıştır. Burada Truva, Pompei ve Antik Roma kazı­larının önemli katkısı olmuştur.

İnsanm çocukluk dönemini önemseyen, hatta belirle­yici bulan, "kültürün tarih öncesi (prehistoryası) insan­lığın çocukluk tarihidir" diye tespit eden bir öğreti, hemen hemen her şeye geçmişin gözlüğüyle bakmaya çalışmıştır. Freud, her zaman psikolojiden çok arkeolojiden esinlendi­ğini söylemiş; onun, tarih-öncesi ve arkeoloji tutkusunun nikotin tutkusuyla yakın düzeylerde olduğu gözlenmiştir. Sıklıkla, arkeoloji ve antik kültürler uğraşısını yaşamın aşamadığı/aşındıramadığı tek tesellisi olarak gördüğünü söylemiştir. (143) Ardında bıraktığı kitaplıkta da arkeoloji ile ilgili yapıtların psikoloji kitaplarından çok daha fazla sayıda olduğu görülmüştür. Babasıyla birlikte okuduğu Philippson'un ünlü İncil'i, din ve antik kültürler tarihini, özellikle de Antik Mısır dinleri tarihi gibi özümsemesine neden olmuştur. Gittiği lisede, eğitimin temelini sosyal bi­limler oluşturmuştur. Mitolojiye ve trajedilere ilgisi gide­rek artmıştır.

Melankolik yalnızlık döneminde antik koleksiyon ilgi­si başlamıştır. Kendi analizinde, Freiberg çocukluk döne­mine döndükçe, özellikle Roma ve Antik Grek arkeolo­jik kalıntıları simgeleyen eşyalar, heykeller toplamaya başlamıştır. Fakat gerçekte onun kendi evinde de, sanat yapıtlarından, antik kalıntılardan oluşan bir koleksiyon oluşturma tutkusu, daha önce de anımsattığımız altı aylık Paris gezisi sırasmda, Charcot'nun evini gördükten sonra başlamıştır. Burada en önemli nokta, sanat yapıtlarından, . arkeolojik kalıntılardan oluşturulan birikimin bütününün ortaya çıkardığı uyumun da ayrıca bir sanat yapıtı kadar güzel ve anlamlı olması, bunları bir araya getiren insanın kişiliğiyle bir bütünlük, hatta bir tür mitos oluşturmasıdır. Freud, dünyadaki, bu mitosu oluşturabilen az sayıda in­sandan biri olmuştur. Onun Londra'da şimdi müze olarak kullanılan evinin çalışma odasmı görenler bu söylenenle­rin hiç de abartma olmadığı kamsma varabilirler.

Bu koleksiyon tutkusunun ilk başladığı günlerde, 6 Aralık 1896'da yazdığı mektupta, "Odam, Floransa'dan satın aldığım, heykelciklerle süslü... Bunlar beni olağa­nüstü boyutlarda heyecanlandırıyor" diye yazmıştır. (144) Zaman içinde çalışma odasını; Roma, Antik Grek, Etrüsk, Mısır kültür bulguları, Buda heykelleri, Çin vazoları, Mı­sır mumyası başı, Karnak Tapınağı resmi, Gradiva rölyefi ve daha başkalarmdan oluşan üç bin kadar kıymetli eşya ile doldurmuş; burasmı bir küçük müze konumuna getir­miş, yitirdiği dış dünyaya karşı kendisine yeni bir iç me­kân yapmıştır. Freud, kendi çocukluğu ile insanlığın ço­cukluğunu birlikte öğrenmeye ve yaşamaya duyumsadığı eksiklik sonucu, ortaya çıkan suçluluk duygularmı tarih öncesi döneminin anıları, kalıntıları ile dengelemeye çalış­mıştır. (145)

Amerikalı şair Hilda Doolittle analiz olmak için Fre-ud'un çalışma odasına girdiğinde, sorunlarmı bu ünlü analist ile ikili bir konuşmada tartışabileceğini düşünmüş, oysa dolaplarda, masalarm üstünde, duvarlarda sayıları binleri aşan beklenmedik bir arkeolojik koleksiyon ile birlikte, neredeyse tüm eski dönemlerin tanıkları önünde kendi "mahrem" semptomlarmı anlatmak zorunda kal­mıştır... Ama belki de, tam da bu bağlam içinde, bizim için çok "mahrem (intim)/gizli" yerlere bastırdığımızı, sakla­dığımızı sandığımız, oysa Edgar Allan Poe'nun Çalman Mektup öyküsündeki herkesin gözü önünde, şöminenin üstünde, duran mektup gibi (Lacan) semptomların sırla­rına tarihin/soy geçmişimizin tanıklığı önünde çözümler bulmak çok daha kolay olabilmiştir.

 

III.

Arkeoloji ile psikoloji bu denli birbirleriyle birleşince eski kültürleri, sanat yapıtlarını yerlerinde gezme, görme öz­lemi onun puro içme istemi gibi yaşam boyu bırakama-dığı başlıca tutkulardan biri olmuştur. En sıkıntılı zaman­larında bile, bu tür kültür gezileri için hep para ayırabilmiş, harcayabilmiştir. Ayrıca gezi; ona hem yeni yerler görme, öğrenme hem de çocukluğundan beri mutsuz olduğu ev­den "kaçma" olanağmı vermiştir. "Evden kaçma", hem bir türlü sevemediği Viyana'dan ve hem de kendi evin­den kaçma, kurtulma anlamma gelmiştir. Evden kaçmak, çocukluk fantezilerinde "karmaşık ve boğucu" ensest iliş­kilerinden, yetişkinlikte eşinden, cinsel ilişki, sevişmek zo­runluluklarından kaçma olanağmı getirmiştir. Ama aynı zamanda, yaşadığı "gezi korkusu" da evinden, yurdun­dan, annesinden, karısından, yakınlarından ayrılma ve bir daha onlara kavuşamama kaygısmdan kaynaklanmış olabilir. (146)

Freud, bu "gezi korkusu" nedeniyle hemen hemen hiç yalnız seyahat edememiş; yanında hep birisinin olmasmı istemiştir. Martha onunla birlikte, yorucu kültür gezileri­ne çıkmayı pek istemediğinden, genellikle Minna ya da kardeşi Alexander veya meslektaşı Sandor Ferenczi ile seyahat etmiştir. İki kez de kızı Anna ile İtalya gezisi ya­pabilmiş, ilkinde Venedik'e, sonra da 1913 yılının Eylül aymda da Roma'ya gitmişlerdir.

 

IV.

Freud, 48 yaşmdayken, kardeşi Alexander ile birlikte, 1904 yılının Ağustos-Eylül ayları arasmda kısa bir Atina- Ak-ropolis gezisi yapar. Orada duyumsadığı "yabancılaşma yaşantısını betimler ve bu izlenim, sonraki yıllarda (bir anlamda Paulus'un "Şam yaşantısına" benzer biçimde), "Akropolis yaşantısı" olarak klasikleşir.

Freud, 1936 yılında, Romain Roland'a doğum gününü kutlamak için yazdığı kısa mektup-yapıtında bu geziyi an­latır. Akropolis'e gittikleri anda, hem içinde bulundukları ortamı hem de bizzat kendisini kapsayan, bir tür kişilik yarıklığı içinde, deja vu tipi psişik bir dünya içine girdiğini ve kendi Ben'ini (depersonalizasyon) ve dış dünyayı (de-realizasyon) kapsayan yoğun prepsikotik durumu sergi­ler. Yeteri kadar incelenmemiş bu tür ruhsal yaşantıların, olasılıkla, çocukluğundan beri okuduğu bu çok Önemli düşsel, tarihi mekân karşısında duyduğu yoğun heyecana bağlanabileceğini düşündüğünü vurgular. (147) Roma'dan yazdığı mektuplarda, benzer duyguları Michelangelo'nun Musa Heykeli karşısında yaşadığına değinmiştir.

Freud toplam yirmi kere İtalya'yı, yedi kere de Ro-ma'yı gezmiş, salt Roma'da toplam 57 gün geçirmiştir. Bilebildiğimiz kadarıyla, burada bulunduğu her gün, va-roluşsal saçmalığını biraz daha az gösterebilmek dürtüsüy­le (tam da Salome'nin başka bir bağlam içinde anlattığına benzer biçimde) sol omzu biraz düşük, hafif öne doğru eğilmiş genel duruşuyla Katolik Roma'ya görünmemeye çalışarak, daracık sokaklardan, boş alanlardan geçip, yük­sek merdivenlerden çıkmış, duvar diplerinden yürüyüp, küçük St. Pietra in Vincoli kilisesinde Michelangelo'nun Musa'sını görmeye gitmiş, saatlerce karşısında durmuştur. Burada neler düşünmüştür bilemiyoruz ama sonunda ya­şamının son yapıtı "tarihsel roman" yazılmıştır. 1912 yı­lının Eylül aymda, Ferenczi ile birlikte yaptıkları yeni bir Roma gezisinde, yeniden Musa'sının karşısında, "melan­kolik bir yalnızlık ve anlatılması olanaksız duygular içinde olduğunu" belirtmiştir.

Babasıyla hesaplaşmış, "aile romanı" tamamlanmış, sıra "tarihsel romanı" yazmaya, Musa ile hesaplaşmaya (belki de bir anlamda) "diz çökerek başkaldırmaya" gel­miştir.

Freud, Schliemann'ın biyografisinden ve Truva kazıların­dan çok esinlenmiştir. O da "psişenin Schliemann'ı" gibi davranmış, Schliemann'ın Truva'yı kat kat kazması gibi, kendisi de serbest çağrışım yöntemiyle ruhun tabakaları­nın derinliklerine inmiş, bilinçdışına gömülü eski aralan, çocukluk yaşantılarını bilincin ışığına çıkarmaya çalışmış­tır.

Burada onun yaptığı bir benzetme, her şeyden öte özellikle çok güzeldir: Bir araştırmacı bir harabe bölgesi­ne gelir. Burada kimi yıkıntılar, duvar kalıntıları, sütun parçaları, üzerinde okunamayan yazılar bulunan taş par­çaları görür. Bunlar ilgisini çeker. Bilinmeyen bir bölgeye geldiğini düşünür. Bunları incelemekle, edindiği bilgileri dağarcığma yazmakla yerinebilir. Kuşkusuz bu görünür kalıntılardan da bir şeyler söylenebilir. Ama, bu bölgeyi kazma kürek yardımıyla derinlemesine kazmca, duvar kalıntılarının, bir eski saraym bölümlerini oluşturduğu, sütunların bir tapmağa ait olduğu görülür. Ve bu eski uy­garlığın yazısı okunmaya, dili ve düşünme tarzı anlaşılma­ya başlandıkça şifre çözülür. Bulunanlar kendi kendilerini de anlatmaya başlarlar... Geçmiş üzerine hiç umulmadık bilgiler elde edilir.

Bu anıtlar, onlarm bellekleri üzerine kurulmuştur... Fre­ud, burada arkeolojik metaforlar/eğretilemeler üzerinden, nevrozlarm, histerinin, psikozlarm nedenlerini araştırmak için klasik ruh çözümleme yöntemlerinin dışma çıkılıp, bi­linenlerin ötesinde ve derinlemesine yeni araştırma yön­temleri öngörmüş, geçmişin kalmtılarıran izleri arasmda çalışmasını önermiştir. Ve burada, kayalar arasmda yaşa­masına karşm biraz dikkatle balonca açıkça görülebilen ya da günlük konuşma kalabalığı içinde gizli kalan çok açık-seçik sözcükler anlamına gelen, Latince "Saxa Lo-

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


 quuntur" ("taşlar konuşur") tanımını kullanmıştır. (148) Roma, Pompei, Etrüsk, Mısır, Girit/Knossos kazı izleriyle kendi biyografisi üzerine buldukları arasında yadsınması olanaksız "tuhaf benzerlikler saptamış, psikanalizi bir tür "define arayışı" olarak düşlemiştir.(149)

Onun arkeolojiyle yakın ilişkisini sürdüren en önemli kaynaklardan biri, daha lise yıllarından beri çok yakın ar­kadaşı olan ve az sayıda senli benli konuşabildiği insan­lardan arkeolog Emanuel Löwy (1857-1938)'dir. Ema­nuel Löwy, Roma Üniversitesi'nde kürsü sahibi olan ilk Avusturyalı arkeologdur. İtalya'da sürdürülen pek çok araştırmayı yönetmiş, dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılara katılmış, pek çok kitap yazmıştır. Onun araştır­malarından hemen hemen tümü, Freud'un daima masası­nın üzerinde durmuş, hastalarına tanı koymakta başı sıkış­tıkça, Löwy'nin arkeoloji kitaplarından birini okumuştur. Löwy'nin bulgularmı onun ağzından dinlemeye hep za­man bulmuş, bu iki eski arkadaş, birbirleriyle uzun uzun konuşmaktan hep çok keyif almışlardır.

Fakat, Heinrich Schliemann'ın kişiliği ve Truva kazıla­rı onu hepsinden çok etkilemiştir. 8-9 yaşlarından beri, Homeros'un İlyada ve Odysseia'sını okuduktan sonra, İlyada'da tanımlandığı yerde Priamos'un sarayıno ve hazinesini bulduğunu sanma serüveni Freud'u ayrıca çok heyecanlandırmış, fantezilerini kışkırtmıştır. Schliemann (1822-1890) Homeros'un yapıtlarının kurmaca olduğunun söylenmesine karşın, çocukluğundan beri bunların gerçek olduğuna ve bir gün Truva'yı mutlaka bulacağına inandı­ğını yazmıştır.

İnsanların, otobiyografileri üzerine söylediklerinin ne kadarmın "yaratıcı fantezi" ve ne kadarının "bilimsel peri masalı" olduğunu kestirmek çok kez olanaksızdır. Biz bu­nu ne Schliemann'ın günlüklerinde ne de Düş Yorumu'nda saptayabiliriz. Her ikisinde de ortak yanlar ve Truva bul­guları ile Düş Yorumu gibi yadsınması olanaksız somut ya­pıtlar/kanıtlar vardır. Ayrıca bu iki araştırmacının biyog­rafileri de -çok genel çizgilerle kısmen de olsa- birbirlerine benzerlikler gösterirler.

Jakob Freud'un oğluna resimli İncil armağan edip, bu­radaki eski Mısır Tanrılarının yaşamöykülerini okumaya başladığı zaman, onun entelektüel yazgısının -hemen he­men- belli olması gibi, Schliemann'a da (küçük bir köyün, yoksul bir Protestan papazı olan) babası, 1829 yılının No­el'inde Georg Ludwig Jersen'in Resimli Dünya Tarihi'ni ar­mağan etmiştir.

Schliemann'da, ilk kez burada bir sanatçmm fantezi ürünü olarak çizdiği Truva kentinin kalıntı resimlerini gör­müş ve böylesine muhteşem bir kentin surlarının, kapıları­nın tümüyle kaybolmalarmm olanaksız olduğunu, bunları bir gün mutlaka bulacağını söylemiştir. Sonra yoksulluk nedeniyle Amerika'ya göç etmeye kalkar. Bindiği gemi­nin batması üzerine, Hollanda'ya inmek zorunda kalır. O da Amsterdam'da bir ticaret şirketinde çalışmaya başlar. Çarlık Rusya'sı ile yoğun ticari ilişkiler kurar. Kırım Savaşı (1851-53) yıllarında ve sonrasmda aklmdanbile geçireme-yeceği büyük servetler kazanır. Ama tüm bu zaman di­limleri içinde Homeros'un destanlarmı elinden düşürmez. Dil öğrenmeye karşı büyük bir yeteneği olduğundan, bu ara Homeros'u kendi dilinden okuyabilmek için, eski ve yeni Grekçe öğrenir. Başta Grekçe olmak üzere bildiği tüm dillerde, destanları ezbere okuyacak derecede Homeros'la içli dışlı olur. Yeteri kadar parası olduğunu düşünüp, ço­cukluk düşlerini gerçekleştirmek için, ilk kez bir dünya se­yahati yapmaya, sonra da Truva'yı aramaya karar verir. Pek çok ülkeyi gezer ve asıl düşünü gerçekleştirmek için, 6 Temmuz 1868 tarihinde Korfu Adası'na iner. Homeros'un destanlarında Odysseia'nın ve İlyada'nın geçtiği yerleri bu kez kendisi dolaşarak gezmeye görmeye başlar.

Schliemann, Homeros'u bir destan şairi olmanm öte­sinde, öncelikle bir tarihçi gibi kabul eder. Onun her bir dizesine, en az Heredot'un yazdıkları kadar güvenir. Odysseus'un rehberliğinde Korfu ve özellikle de Iteka'yı adım adım dolaşır. Onun gezdiği yerleri araştırır. Sarayı­nı bulur. Zeytin ağaçlarının arasında Penelope ile sadece kendilerinin bildikleri gizli evlilik yataklarmı arar. Home-ros'un onu gerçekten de yanıltmamış olduğunu görür.

Sonra, Truva'yı (Priamos'un hazinesini) bulmak için Mısır üzerinden İstanbul'a, oradan da Çanakkale'ye geçer. Truva olarak gösterilen yerin, destanlarda anlatılanlara uymadığmı düşünür. Bir yandan Homeros'un dizelerini ezbere okuyup, bir yandan yöreyi dolaşır. Öncelikle Hek-tor ile Achilleus'un birbirleriyle karşılaştıkları yeri bula­bilmek için, kentin çevresinde kerelerce dolaşırlarken, İda Dağı'nın konumunun, bölgedeki nehirlerin durumunun destanda nasıl anlatıldığını, -örneğin Skamender nehrinin (bugünkü Kara Menderes'in) Hektor'un sağ tarafında mı yoksa sol tarafmda mı kaldığını-düşünür. Sonunda Home­ros'un anlattıklarına güvenip, ancak Skamender Nehri ile Simoeis arasmdaki Hisarlık tepesinin/höyüğünün, Truva ' kentinin konumuna uygun düştüğünü görüp, orasmı kaz­maya başlar. Deneme açması niteliğinde 40 metre geniş­liğinde, 17 metre derinliğinde "Schliemann Yarması"nı kazar. Bu girişimi -bugün- arkeoloji bilimi açısından (ol­dukça) hatalı bulunsa da, düşlerini gerçekleştirmesi bakı­mından (belki de) kaçınılmazdı. Onun amacı Homeros'un yazdıklarım doğrulamak, Priamos'un hazinesini bulmak ve çocukluk düşlerini gerçekleştirmektir. (Onun açtığı bu "yarma"yı, belki de Freud'un "Irma düşü" ile karşılaştır­mak olasıdır...) Gerçekten de çok şey bulunmuş; ama bulunanların Priamos'un gerçek hazinesi olmadığı, on­dan da bin yıl kadar öncesine ait daha alt katmanlarının buluntuları olduğu sonradan anlaşılmıştır. Ama bu arada tüm dünyada örneği az görülen büyük bir ün kazanmış; modern arkeolojinin kurucusu olarak selamlanmış (150, 151) ayrıca kendisi de çocukluk düşlerini gerçekleştirdiği için çok mutlu olmuştur.

Schliemann'ın serüvenli yaşamını büyük bir ilgiyle (hat­ta kıskançlıkla) izleyen Freud, bir mektubunda, " Schlie­mann çok şanslı bir insan, Priamos'un hazinesini bularak çocukluk arzularını gerçekleştirdi" diye yazmıştır. Hein­rich Schliemann'ın gerçekten de mitolojiye hayranlığı ve tutkusu modern arkeoloji gibi bir bilim dalının ortaya çık­masına neden olmuştur. Arkeoloji de biraz dolaylı yoldan da olsa, modern psikolojinin, ama özellikle de psikanalizin gelişmesine yol açmıştır. Homeros, yapıtlarıyla dünya kül­türünün belleğini ve bu belleğin ortaya çıktığı ortamı anlat­mış ve göstermiştir. Schliemann, kendi deyimiyle, "tarihin genç kızlık dönemlerinin geçtiği bu toprakları" bulmuş­tur. Onun Homeros mitolojisine olan inancı Freud'a, Sop­hokles trajedilerini, belki de daha da önemsetmiş... Sonra da Oidipus kompleksinin öngörülmesine neden olmuştur. Bu "Kompleks"in mekânı olarak, bireyin erken çocukluk dönemi bilinçdışı bölgeler önerilmiştir.

Schliemann, Homeros'un yazdıklarını bulmak için Tru-va'da 1871, 73, '78, '79, '82, '90 yılları arasında kazılar yap­mış, buralarda bizzat çalışmıştır. Freud, Oidipus komplek­sini, öncelikle kendisinde bulmak için, kendi odasında ve ünlü divanında 12 yıl kendisini analiz etmiştir. Homeros destanları, Sophokles trajedileri ve Sokrates diyalogları, modern insanın "kendisini tanımasının", kendi kişiliğinin biçimlendirmesini öngörmüştür.

 

Metin Kutusu:


 Bilim ve sanat, Freud'un kişiliğini ve teorisini hem bü-tünleyen hem de yoğun gerilimli çelişkiler içinde yaşatan (hatta çok kez açmazlara düşüren) iki uç kutbu oluşturur. Onun belki de en temel başarısı ve çelişkisi bu iki kutuptan da vazgeçmeden, çok gözü pek bir yüreklilikle, öncelik­le sanata arkasmı dayayıp, bilimsel (hatta doğabilimsel) çıkarsamalar yapmaya çalışmasıdır. Örneğin, Michelan-gelo'nun bugün Louvre Müzesi'nde bulunan "Ölmekte Olan" ya da "Başkaldıran Köle" olarak adlandırılan hey­keli, Freud'un bilimsel düşüncelerini, kültür eleştirilerini belirleyen başlıca sanat yapıtlarından biridir. Bu heykelde görülen insan, "köle" metaforunun ne zincirleri vardır, ne de "ölmekte", tersine haz içinde yüzmektedir.

Michelangelo (ya da yakmları veya sanat eleştirmenle­ri) ona neden "başkaldıran", "zincirlerini kıran", "ölmekte olan" gibi adlar yakıştırdıkları bilinmemektedir. Ama bu­rada çok anlamlı bir tanımlama "karmaşası" vardır.

Michelangelo, yapıtında kullandığı (ya da ona yakıştı-rıldığı) "zincirlerini kıran" ve/veya "başkaldıran" meta-foru, insanın içgüdülerini bastırma baskısmdan kurtulup -"zincirlerini kırıp"- kendi kendisiyle sevişen, narsisist bir durumu sergilemektedir.

"Köle" metaforu duygularını içgüdüsel içlemlerini do-yuramayan, özcesi özgür olamayan insanın durumuna gönderme yapar.

Özgürleşme içgüdülerini boşaltan, hayvansal arzuları­nı gerçekleştiren "zincirlerini kıran", "başkaldıran" insa­nın ulaşabileceği bir aşamadır.

Freud'a göre, kültür tarihinde iki önemli eğilim -sürekli olarak- birbirleriyle çatışmaktadır. Bunlar doğa güçlerine egemen olmak eğilimi/isteği ile kendi içgüdülerini diz­ginlemek, bastırmak eğilimleri hatta zorunluluklarıdır.

Animai doğa, içgüdü, erdem, sağduyu, kültürel süper ego "inancıyla" toplumsal güvence adına ve birey insanın mutluluğunun tahribi pahasına denetim altmda tutulma­ya çalışılmaktadır.

Animai doğa, denetim altmda bulunduğu sürece, insan "zincirler altmda bir köle" olarak yaşamaya mahkûmdur. Aslolan -anima prima- mutsuz beden, mutlu insan olma özlemi içindedir. Mutlu insan bedeni ve ruhu/psişesi mermerlerin içinde/altmda sıkışıp kalmışta. Ama, Mic­helangelo onu bu mermer bloğun içinden çıkarmış ("Per via di levare"), özgürlüğüne kavuşturmuştur. (Wolfgang Schmidbauer: Freud's Dilemma, rororo Verlag, 1999, s.9)

Bu yapıtta sanat, psikanaliz bilimine bir kez daha yol göstermekte, onun bilimsel bir zeminde ayakları üzerine basmasma yardım etmektedir.

 15. "Küllerin Altından Çıkan Çocukluk Aşkı": Gradiva

 

 

Freud, kendisini bulduğu odasında, "iç-mekânında" oluş­turduğu, kitapları, koleksiyonları ile birlikte yaşamıştır. Burada koltuğuna oturur, güzel bir puro seçer, bir define arayıcısı gibi, bir şeyler bulup gün ışığına çıkarmaya, dü­şündüklerini bir kez daha kontrol etmeye çalışır. Bu sırada gözleri oturduğu koltuğun karşısmdaki duvarda duran Gradiva rölyef indedir...

Freud, insanm ruhsal yaşamının işleyiş dmamiğinin, antropologlarm savlarma da uygun olarak biyoloji ve doğa tarihiyle yoğun ilişki içinde bulunduğunu düşünmüştür. Bu ilişkilerin kenetlendiği alanların kendilerini dürtü ya­şamlarında, gerilimlerinde belli edeceklerini ve -bu yoğun istemlerin doyurulmaması durumunda- bunlarm giderek ' iç huzursuzluklara, nevrotik, hatta prepsikotik durumlara bile varabileceklerini öngörmüştür.

Bilinçdışma bastırılan yaşantıların yeniden ortaya çı­kışını, 79 yılında Vezüv yanardağından çıkan küllerin al­tında kalan Pompei kentinin üstünü örten kül tabakaların kaldırılmasıyla, kentin 2000 yıl kadar önceki görkemiyle yeniden gözler önüne serilmesine benzetir... Psikanaliz söyleminde Pompei'nin bu çok öğretici serüveni kuramm özünü dolaylı anlatan önemli bir metafordur. Freud bu

 

konuda analitik ve poetik analitik çalışmayı Wilhelm Jen-sen'in Gradiva romanı üzerine yazmıştır. (153)

Ernest Jones'un açıklamasına göre, Wilhelm Jensen'in 1903 yılında yayımlanmış Gradiva ya da Pompei Fantezisi adlı yapıtını, Freud'a, Jung salık vermiştir. Freud, öyküyü okumuş çok etkilenmiş. Olasılıkla 1906 yılı yaz tatilinde, Gradiva'yı yazmış; çalışma 1907 yümda yayımlanmıştır. Gradiva, Freud'un Düş Yorumu'ndan sonra psikanaliz kurammı en öz, öğretici ve en şiirsel anlatan araştırması olmuştur. Freud'un kanısma göre, Wilhelm Jensen'in Gra­diva romanı, kendisiyle hemen hemen aynı yıllarda, de­ğişik disiplinlerin ayrı yollarından psikanaliz kuramının verilerine yaklaşan eşsiz bir yapıttır. Jensen, öyküsünde anıların başarılısını, bilinçdışı özlemleri ve bunlardan kaynaklanan hezeyanları, sanrıları, yanılsamaları - psikoz öncesi duruma giriş- ile sonradan, düşlerin yorumu ile sa­ğaltmayı inanılması zor bir öngörüyle sergilemiştir. Freud, bu sanat yapıtının yaratıcısına hayranlığını içtenlikle dile getirmiş ve yazarlarm gökyüzü ile yeryüzü arasmda diğer sıradan insanların bilmediği pek çok şeyi bilebildiklerini, görebildiklerini ve yazabildiklerine onlarm görebildikleri­ni, başkalarının hayallerinden bile geçiremediklerini söy­lemiştir. Freud'un yazısmdan, Jensen'in öyküsünün çok kısa bir özeti belki şöyle toparlanabilir:

Genç arkeolog, Norbert Hanold, Roma'da antik eserler müzesinde bir rölyef görür. Rölyef, yetişkin bir kızı yürür durumda göstermektedir. Burada, pilin giysisinin eteği­ni elleriyle yerden biraz yukarı kaldıran kızm, sandaletti ayakları gözükmektedir. Ayaklarmdan biri zemin üzerin­de durmakta, bu ayağm ardmda duran öbür ayak yukarı kalkmış, yalnızca parmak uçlarıyla yere dokunmakta, to­puk ve taban neredeyse zeminle dikey bir konumda gös­terilmektedir. Bu durum, kızm yürüyüşüne olağanüstü bir çekicilik vermiştir. Kızm bu çekici yürüyüşü, kendisi­ni tümüyle bilimsel çalışmalara vermiş, gerçek dünyayı pek gözü görmeyen, kadınlara karşı hemen hemen hiç ilgi duymayan genç arkeologu büyülemiştir.

Romanın özünü Norbert Hanold, bu rölyefe, kızm yü­rüyüşüne, ayaklarmm durumuna, hezeyanlı, sanrılıbir kü­çük mini psikoz durumuna gelene değin duyduğu tutkuyu anlatır. Bin bir zorlukla bunun bir alçı kopyasmı edinmiş ve çalışma odasma asmıştır. (Bu romanı okuduktan sonra, Freud da aynı rölyefin bir alçı kopyasmı edinmiş, çalışma odasma asmıştır. Bu alçı kopya, Freud'un Londra'daki müzesinde görülebilir, ayrıca rölyefin orijinali Roma, Va­tikan Müzesi'nde sergilenmektedir). Hanold, rölyefte ken­disine çok çekici gelen şeyin ne olduğunu bir türlü kesti­remez. Ancak, büyüleyici bir etkinin altında olduğunu da duyumsar. Ayrıca bu tümüyle mesleki, arkeolojik bir ilgi de değildir ve rölyefte "bugüne de özgü" bir şeylerin ol­duğunu da sezinler. Jensen, bu aşamada bize fazla bir ipu­cu vermez. Ama genç kadının yürüyüşüne karşı duyulan ilginin özü, psikozun gizini içinde barındırır. Arkeolog, bu rölyefe, ileriye doğru yürüyen kız anlammda "Gradiva" adını verir. Özgeçmişi üzerine varsayımlarda bulunmaya çalışır. Grek kökenli olabileceğini düşünür. Sonra soylu bir Pompei ailesinden geldiği kararım verir. Hiç olmazsa "Pompei'de yaşamıştır", der. Sonra kesin kararını verir ve "Gradiva Pompei'lidir" diye düşünür. Kızm bastığı taş­lar ve yürüme stili, Pompei yollarmı anımsatır. Olasılıkla etekleri ıslanmasın diye yollardaki taşlardan atlaya atlaya karşıdan karşıya geçerken gösterilmiştir. Ancak bu yürü­yüşün gizemini düşünürken, kendisinin de artık çevresin­deki kızların yürüyüşlerine de dikkat etmekte olduğunu sezinler. Bu onun şimdiye değin yaptığı bir iş değildir. İlk defa basma gelmektedir.

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Gradiva rölyefi, Roma Vatikan Müzesi

Tam bu günlerde, arkeolog Norbert Hanold, bir düş görür; düşünde, felaketin olduğu anlarda 79 yılında Pom-pei'dedir. Ve sokakta, Gradiva yürümektedir. Arkeolog, düşünde gördüğü Gradiva'ya kentin üzerine felaket gel­mekte (yağmakta) olduğunu, kaçması gerektiğini söyle­meye çalışır, fakat kız oralı olmaz, onu dinlemez, gider tapmağın mermerleri üzerine uzanır; biraz sonra Vezüv yanardağmdan çıkan tozlar, küller üzerine yağmaya baş­lar. Küllerin altında kalan kız mermerleşir...

Genç adam bu karabasandan kan ter içinde uyanır. Kulaklarmda hâlâ Pompei halkının çığlıkları vardır. Ama sonra bu seslerin odasının açık kalmış penceresinden gel­diğini anlar. Soluk almak için pencereden dışarı uzanır, bu kez yoldan geçen bir kızı yeniden Gradiva'ya benzetir ve tümüyle uygunsuz giysiler içinde olmasına karşın sokağa çıkar, kızın ardından onun gittiği yöne doğru koşar; fakat etrafındakilerin kendisiyle alay etmesi üzerine tekrar oda­sına döner... Hayal gücü çok canlı olan genç adam, içinden gelen belirsiz bir duygunun dürtüsüyle, İtalya'ya, amacı ve içeriği belirsiz bir gezi yapmayı planlar... Bunun için üniversiteye kapsamlı bir proje sunar, proje kabul edilir. Yolculuk başlar. Norbert Hanold, içinden atamadığı bir tedirginlik ve huzursuzlukla ilk kez Roma'ya, oradan Na­poli'ye gider, sonra kendini bir öğlen sıcağında Pompei de bulur...

Doğru Pompei kentinin yıkıntılarına gider... Öğlen sıcağı etkisiyle de, yarı bilinç bulanıklığı altında Pompei kentinin kalıntıları arasında yürür... Bu sırada Gradiva'ya benzer bir kadın, karşıdan karşıya geçmektedir. Pompei sokaklarında Gradiva'yı görünce şaşırır. Sıcağın ve yor­gunluğun etkisiyle ruhsal dengesi iyice karışır, bilinç bu­lanıklığı sezinler... Oysa bu ana kadar unutmuştur onu. Genç adam o zaman gerçekten "Gradiva'nın özel yürü­yüş biçiminden, ayak parmaklarının küller içinde, başka­larından farklı ayrı bir iz bırakması gerektiğine inandığı" için, bir arkeolog olarak bu izleri aramak amacıyla Pom­pei' ye geldiğini düşünür. Ayrıca tüm bilimsel projesini de buna göre yapmıştır.

Küllerin içinde Gradiva'nın kendine özgü ayak izlerini bulmak üzere Pompei'ye gelmesi, onun tümüyle yaşadığı hezeyanm etkisi altmda olduğunu gösterir. Pompei pazar yerinin yanında dolaşırken, Gradiva'yı bir tapmağm önün­de görür. Fakat kız, sokaklardan birinde kaybolur gider. Onun Pompeili olduğunu anımsar, ardmdan koşar... Kız aynen düşünde gördüğü gibidir. O zaman ayırdma varır ki, İtalya gezisi, Pompei'ye gelişi, aslında onu bulmak için­dir. Düş, hezeyan arası bir yaşantı durumundadır... Zaten yapıtın diğer bir adı da, "Bir Pompei Fantezisidir. Sonra onu yeniden duvarlardan birinin yanında otururken gö­rür. Bu bir sanrı mıdır? Yoksa gerçekten iki bin yıl önce ölmüş Pompei sakinleri yaşama mı dönmektedirler? Ama o bunun ayırdma varacak durumda değildir. Kıza dönüp ilk kez Yunanca bir şeyler söyler, sonra Latince konuşur. Kız gülümser ve benimle konuşmak istiyorsan Alman­ca konuş der. Gradiva bir Alman kızıdır. Alman kızı ile Gradiva arasında bağlanü kurmasmda rölyefin etkisi ne olmuştur. Bilemeyiz (henüz).

Arkeolog yaşadığı hezeyanm ciddiyetini fark edecek durumda değildir, ayrıca psişik durumu da iyice bozuk­tur... En azmdan hezeyanlı, prepsikotik bir durumdadır. Genç kız onun bu durumunu sezinler. Ve adama yardım etmesi gerektiğini düşünür. Özcesi, sağaltma işini üstlen­mesi gerekmektedir. Kız gitmek için ayağa kalkar. Arke­olog ona "yarın öğlen üzeri gene burada buluşalım" diye­bilir ve ayrılırlar.

Norbert Hanold, ertesi günü erkenden, öğle saatini bek­lemek için yeniden sözleştikleri yere gelirken, arkeolojinin ne kadar anlamsız bir bilim dalı olduğunu düşünür... Salt taşlarm, bronzlarm dilinden anlamakta, toprak altmdan çıkmış parçalarm gizlerini çözmeye çalışmaktadır, oysa o artık bugüne, güncel yaşama dair bir şeyler istemektedir. Örneğin, burada, Pompei'de 2000 yıl kadar önce ölmüş bir kızla buluşmak için beklemektedir. O zaman birden, 2000 yıl önce ölmüş kız (ya) gelmezse diye kaygılanmaya ve "Keşke yaşasaydm, keşke var olsaydın" diye yakınmaya başlar... Gradiva gelir ve ona İtalya'da ölülerin ve gelinle­rin taktıkları beyaz bir çiçek verir. Arada sorduğu küçük sorularla arkeologun, Pompei'ye gelişinin öyküsünü onun ağzmdan dinler. Kabartma resimle, kendisi arasmda nasıl bir ilgi kurduğunu öğrenmeye çalışır. Bu ara yeniden röl­yefteki gibi biraz yürür. Yalnız bu kez ayağında sandalet değil, deri ayakkabılar vardır. Kız, admm yaşam anlamma gelen Zoe olduğunu söyler. İnsan bir şeyi değiştiremiyor-sa, boyun eğip onu kabul etmesi gerekir, ben çoktandır ölü olmaya alıştım, der. Ertesi gün yeniden oraya geleceğine söz verir ve gider.

Kız, arkeologun hezeyanmı anlar. Belki de yardım et­mek için, bir şeyler yapabileceğini düşünür gibidir. Eğer • burada hemen onun hezeyan içinde olduğunu söylese, tüm gelişmenin önünü tıkayacak, belki de iyileşmesini tü­müyle önleyecektir.

Hanold, sonraki saatlerde, sürekli olarak Zoe-Gradi-va'yı düşünür. Bu ara yolda birden, komşusu ve aynı üni­versitede çalışan, bir zooloji uzmanıyla karşılaşır; adam özel bir tür kertenkele aramak için Pompei'ye geldiğini söyler. Sonra tekrar Gradiva'yı görür. Kız öğle yemeği için hazırladığı kâğıda sarılı ekmeğinin yarısmı arkeolo­ga verir. Ve bir ara, "hatırlamıyor musun, sanki iki bin yıl önce de, seninle böyle bir yerde oturup yemek yemiştik" diye sorar. Hanold, bu soruya nasıl yanıt verebileceğini bilemez. Ama durumunun biraz ayırdma varır gibi olur. Henüz kızm canlı mı ölü mü olduğunu bilmemektedir. Bu ara kızm sol eli, uzun parmaklarıyla dizlerinin üzerinde durmaktadır ve üzerine bir sinek konar, arkeolog, bu si­neği kovmak bahanesiyle kızm ellerinin üzerine dokunur. Kızm eli hiç de kuşkuya yer vermeyecek biçimde canlı ve sıcaktır. Kız bu duruma, "anlaşılan sen akimi kaçırdm Nor­bert Hanold" diye tepki gösterir. Arkeolog şaşırır. Gradiva onun admı nereden bilmektedir. Adıyla seslenmek birini uykudan uyandırmak için önemli bir adımdır. Onun da, aklı biraz daha başına gelir gibi olmuştur.

Zoe-Gradiva, artık biraz daha açıklamada bulunmak gereğini görür ve Gradiva sandığı kızm -yani kendisi­nin- çalıştığı üniversitede bir süre önce gördüğü, zooloji uzmanmm kızı Zoe Bertgang olduğunu söyler. Norbert Hanold yüksek sesle, "o zaman siz Zoe Bertgang'sınız" der. Ama henüz bilinçli düşünme düzeyine gelmemiştir... Yarı bulanık durumdadır. Ancak kızm söylediklerini tek-rarlayabilmektedir... Ama sağaltım yolunda önemli bir ilerlemedir bu. Burada yazar, çok güzel sözcük oyunları yapar. Hanold, ölü sandığı Gradiva ile konuşurken "sen" demesine karşm, canlı Zoe ile konuşurken hemen "siz" demeye başlar. Bu onun hâlâ arkeolojik kalıntıları kendi­sine daha yakın duyumsadığmı gösterebilir. Jensen gibi usta yazarlarm yapıtlarındaki akıllı kadmlar, adım adım çözer(ler) psikozları...

Zoe Bertgang, arkeologun komşusu ve çocukluk ar­kadaşı, ilk çocukluk sevgilisidir. Aradan uzun yıllar geç­miş, her ikisi de birbirlerini sevmeyi sürdürmüşlerdir. Genç kadm, yavaş yavaş tarihsel geçmişin yerine kişisel (bireysel) geçmişi koymaya başlar. Örneğin; siz yerine sen diyelim artık birbirimize der. Hanold, Gradiva ile il­gili hayallerinin, bellekten çıkıp gitmiş çocukluk anılarının uzantısında oluştuğunu sezinler. Bunlar onun sanal hayal ürünleri değildir. Bilinçten çıkmışlar ama bilinçdışında yaşamayı sürdürmüşler. Arkeolojiye başlaymca, dünya ile ilgisini kesmiş, tüm düşüncesini mesleği üzerine yoğun­laştırmış, çevresindeki kadınları, hatta ilk çocukluk aşkmı bile görmez olmuştur.

Freud'un vurguladığı gibi, arkeolog, salt hayal gücüy­le değil, kendi özyaşam öyküsünden, çocukluk arkadaşı Zoe ile ilişkisinden bilinçdışına itilmiş "bilinçsiz " anıların, duygularm burada varlıklarını sürdüren gücünden gelen -cinsel- bir istekle, Gradiva'nm büyüsüne kapılmıştır. Ki­şisel geçmişin yerine tarihsel geçmişi koymuş, rölyefe de "yürürken ışıldayan" anlamma gelen ve Zoe'nin soyadı olan Bertgang ile hemen hemen eş anlama gelen Gradiva admı bu yüzden vermiştir. Norbert Hanold'un, bunları bulması da ancak Pompei'de mümkün olabilmiş, arkeolo­jik bir kazı yapar gibi, gençlik aşkmı da tozların altından çıkarmış, yeniden diriltmiştir. Zoe, arkeologa bu kez tarih­sel geçmiş yerine, kişisel geçmişi koymayı anlatmaya baş­lamış, psikozun sağaltılmasında önemli adımlar atmıştır.

Norbert Hanold'da eski arkadaşlık, tutkuya dönüşmüş, bilinçdışındaki baskıyı ilk kez düşleri haber vermişlerdir. Freud bunu, Jensen'in de aynen kendisi gibi, bilinçdışmm zaferi olarak saptadığmı söyler. Bunlar, bir süre baskı al­tında kaldıklarında, hezeyana ve sanrıya dönüşür gibi ol­muşlar, sonra, arkeolog, bilincine varamadan, komşusu zoologun kızıyla aynı zamanda Pompei'ye gitmiş, orada, öteden beri aradığı ve ardma düşmek için kendi bilincine makul bir bilimsel/arkeolojik neden gösterdiği ilk aşkmı Zoe-Gradiva'yı bulmuştur. Öyküde, olaylar iç Üişkilerin-den yoksun rastlantılar gibi görünmektedir. Düşleri, "se­nin aradığın Gradiva, senin yaşadığın kentte yaşıyor diye" arkeologu uyarmışlardır. Arkeolog, gerçekte bilinçdışı erotik güçlerinin etkisiyle, bilimsel sandığı arkeolojik bir araştırma gezisine çıkmış, böylece, erotik arzular, arkeo­loji ile uzlaşmıştır. Genç adamın görünüşte bilimsel onu­ru -da- kurtarılmış, sonuçta bilim adına Pompei'ye gitmiş (gibi) olmuştur. Bilinçdışı güçlerin doyurulma istemleri, hezeyana dönüşmek üzereyken, genç adam "Gradiva'nın yürüyüşünde saklı" gerçekle karşılaşmış. Bu kritik psikoz öncesi, ruhsal durumu, sevdiği kız tarafından sezinlenmiş ve kız son derece ustaca, arkeologun anlayabileceği ve kabul edebileceği bilimsel tanımlamalar ile yavaş yavaş anlatarak, onun fantezilerden, gerçek dünyaya, 2000 yıl öncesinin Pompei kentinden, günümüz dünyasmm yaşa­mına dönmesini sağlamıştır. Genç adam sevgilisi tarafın­dan -serbest çağrışım benzeri bir yöntemle- sağaltılmıştır. Freud'un vurgusuyla, yazar, "küller altından çıkarılmış çocukluk arkadaşı" benzetmesiyle, hezeyanlarm, bilinç-dışma itilmiş anıların, kılık değiştirmesini simgelediğinin anahtarını elimize vermiştir.

Bu bağlamda, arkeolog, kendisine çocukluktaki unu­tulmuş sevgilisini anımsatan rölyefteki kızı, düşlerinde ve fantezilerinde, -aynı zamanda kendi- bilimsel gerçeğine de uygun olarak, Pompei'de yaşatmıştır. Yazar, usta bir psiki-yatrist gibi, hezeyanm gelişimini düşlere başvurarak açık­lamaya başlatmıştır. Gerçekten de, düşler ve hezeyanlar aynı kaynaktan bilinçdışma itilmiş, içerikten doğup ortaya çıkmışlar, düş, bir anlamda, normal insan fizyolojisinin he­zeyanına dönüşmüştür. Bilinçdışma itilmiş içerikler, uya­nık yaşamda kendisini hezeyan olarak, dışarı vurmadan önce, uyku durumunda düşlerde örtük biçimlerde kendi­sini göstermiştir. Eğer verilen bu işaretler, anlaşılmaz ve doyum yolları aranmazsa, bastırılmış istemler bu kez ken­dilerini hezeyan olarak ortaya koyabilecek gücü gösterebi­lirlerdi. Hanold'un, Gradiva konusundaki hezeyanlarının da, çocuklukta Zoe'ye karşı duyduğu yoğun aşkla ilişkin bilinçdışına itilmiş anılardan kaynaklandığı görülür... Gradiva'nm yürüyüşü neden Norbert Hanold'a bu den­li etkileyici gelmiştir. Belki de Zoe Bertgang daha önceki yıllarda da benzer biçimde, çekici ve güzel bir yürüyüşe sahipti. Ve bu yürüyüşü, Hanold bir türlü unutamamış-tı. Öykünün son bölümünde, Norbert Hanold, düşünde aradığı kadmm Zoe Bertgang olduğunu anladıktan sonra, genç kıza, son bir kez olsun Gradiva gibi yürümesini rica eder. Burada akim ve açıklığın simgesi olan (kadm) Zoe Bertgang, eteklerini hafifçe kaldırıp, rölyeftekine benzer biçimde yürür... Ancak, bu kez kızın ayaklarmda sanda­letler değil, kum rengi modern ayakkabıların bulunduğu görülür...

Freud, Norbert Hanold, yaşamdan alınmış bir kişiye ve çocukluk arkadaşma ilişkin sevgi ve anısmı bir yana itip, yerine arkeoloji çalışmasmı geçirmişse, antik bir rölyefin çocuklukta sevdiği bir kişinin unutulmuş anısmı yeniden içinde uyandırması kadar doğal ve normal bir şey olamaz der. Yazar burada, Zoe Bertgang'a, gene çok bilgece bir söz söyletir. Zoe arkeologa, "sizler için, bir kimsenin yaşa- • ması için, ilkin ölmesi gerekir", der. Ancak hemen kurtarır onu bu zor saptamasmdan ve "...ama siz arkeologlar için zorunlu bir şey olmalı bu" diye tamamlar sözünü. Fakat, Norbert Hanold gene de çok akılsız davranmamış, Gravi­da admı, Zoe Bertgang'm aile isminden üretmiş, "yürü­yen, ışıldayan" anlamma gelen, Bert- gang'tan Gradiva'yı üretmiştir. "Küller altmdan çıkarılmış çocukluk arkadaşı" Pompei'de ortaya çıkarılmıştır. Hanold, "burada küllerin altında ilginç bir şey bulacağımı büiyordum, ancak böyle bir şey ele geçireceğim de hiç aklıma gelmezdi" der.

Freud, Gradiva'nrn uyguladığı sağaltma yöntemiy­le, Breuer'in katarsis, kendisinin psikanaliz admı verdiği yöntemin, birbirlerine çok yakın olduğunu, amacın bilinç-dışına itilmiş/bastırılmış ve çıkış yolu bulamayan, sevgiyi özgür kılmak olduğunu söylemiştir. Gene onun kanısına göre, Gradiva'nrn burada şansı büyük olmuş, çünkü o bu yöntemi zaten kendisinin sevgi objesi durumundaki erkeğe uygulamış, bu nedenle genç adamm sağlığa ka­vuşmasında tam bir başarı sağlanmıştır.

Freud, Gradiva'nrn edebiyat yapıtı olmasının ötesinde, tam bir psikiyatri araştırması olduğunu, olasılıkla kendi çalışmalarını bile öncelediğini kerelerce vurgulamış; psi­kiyatri alanına giren bir yazarın, güzelliğinden hiçbir şey yitirmeden böylesine görkemli yapıtlar verebileceğini söy­lemiştir. Burada, yazarın karşında bilim gerilemiştir. Ya­zar neredeyse tek başına bilime meydan okumaktadır. Psi­kanaliz yöntemi başka kişilerin anormal ruhsal olaylarmı gözlem konusu yaparlar. Yazar ise başka bir yol saptamış; olasılıkla dikkatini kendi ruhsal yaşamındaki bilinçsiz yö­reye yöneltmiş; buradaki gelişmelere kulak vermiş; bilinçli bir eleştiriyle onları bastırmamış, tersine dışa vurmalarma izin vermiş, bu nedenle de sanatm bilime üstünlüğü bir kez daha kanıtlanmıştır...

Freud, ruhbilimcilerin, başka insanlardaki anormal ruhsal olaylarm, bilinçli gözlemlenmesiyle, bunlara ege­men yasaları ele geçirmeye çalıştıklarını, buna karşm, yazarların ise, tüm dikkatlerini kendi ruhlarındaki bilinç­size yönelttiklerini, bu bilinçsizin gelişim olanaklarına kulak verdiklerini, -ancak- bunları bilinçli bir eleştiriyle bastırmayıp, onların sanatsal dışavurumlarına olanak ta­nıdıklarını, bu nedenle de ruhbilimcilerin bilinçdışındaki etkinliklere egemen olan yasaları, başkalarından öğren­melerine karşın, yazarlarm bunları kendi kendilerinden duyulmadıklarını belirtmiştir.

Jung, Jensen'in başka romanlarmı da okumuş, bun­larda da benzer analizler olduğunu saptamıştır. Jensen'in çocukluğunda -kız kardeşi gibi- bir genç kızla, yoğun bir bağlılığının olabileceğini düşünmüştür. Jensen, gerçekten de tutkuyla bağlandığı bir çocukluk arkadaşmm, 18 yaşın­da tüberkülozdan öldüğünü, yıllar sonra sevdiği diğerine çok benzeyen başka bir kızı da yaşammm en güzel döne­minde yitirdiğini anlatmıştır. (155)

(*) Bu bölümdeki yazılanların hemen hemen tümü Freud'un "Gradiva" yazısından alınmıştır.


Nöroanatomiden, fizyolojiden, analitik psikolojiye, psi-koarkeolojiye giden yol, kendi mantığı içinde adım adım gelişir; nevrotikler (hatta psikotikler) kendi "aile romanla­rının" üzerini örten külleri kendi elleriyle temizlerler. Geç­mişin fantezilerinden hareket ederek -şaşırtıcı bir öngö­rüyle- bugünün genelgeçer yasallıklarını tam bir dedektif uyanıklığı içinde tespit edebilmişlerdir. Jensen'in romanı ve Freud'un buna getirdiği yorum, edebiyat/sanat dün­yasına tam bir "bilimsel peri masalı" ziyafeti olur. Bunları okuyan Thomas Mann şaşkma dönmüş, büyük bir coşku içinde ve bir çırpıda Büyülü Dağ ve Venedik'te Ölüm ya­pıtlarını yazmıştır. [Freud'un ve psikanalizin, özellikle de Gradiva çalışmasının Thomas Mann üzerindeki etkileri * için bkz: Dirks, Martin:"ThamasMann und die Tiefenps­ychologie": In: Helmut Koopmann (Hrsg.) Thomas-Mann-Handbuch. 1990, s.284-300 Dirks, M.:"Der Wahn und Trä­ume in "Der Tod in Venedig" Thomas Mann folgenreiche Freud-Lektüre im Jahr 1911. In: Psyche, bd. 44,1990, s.240-268 Urban, U.: Thomas Mann: Freud und die Psychoanaly­se. Reden, Briefe, Notizen, Betrachtungen. Fischer, 1991]

16. Psikiyatrist-Dedektif İşbirliği, Sherlock Holmes-Sigmund Freud İlişkisi

 

 

i.

Bilimsel peri masallarındaki fantezilerin gücü sadece Vi-yana'da analitik psikiyatrinin değil, bundan çok daha öte­lerde ve önceki yıllarda Paris, Londra gibi başka ülke ve kentlerde gene analitik düşünen özel dedektif tiplerini de ortaya çıkarmıştır. Burada Edgar Ailen Poe'nun yarattığı dedektif Dupin ve Arthur Conan Doyle'un yaratüğı Sher­lock Holmes, Sigmund Freud ile birlikte sıklıkla anımsan-mışlardır. Özellikle Sherlock Holmes ile Sigmund Freud, alanlarmm vazgeçilmez orijinal tiplerini oluşturmuşlar­dır.

Hem psikanalizin hem de özel dedektiflerin çalışmak- . rmda hep "suçlu" aranmıştır. Psikanaliz, toplumsal çelişkileri kendi psişesinde yansıtan, topluma uyum sağlamayarak kendisini kurban eden, bir anlamda top-lumsallaşamayan (ve Ortaçağm "günahkâr"ına karşm modern çağm "aydınlanmış akimi" yansıtan sosyoloji, psikoloji, kriminoloji mantığıyla dejenere olmuş insan olarak tanımlanan) "zavallı deliyi", "hastayı" son derece politize ederek, tarihin kahramanı olarak kabul etmiş­tir. Genel tarihsel, kültürel gerçeklerle, insanı hasta eden toplumsal/özel travmaları, sürtüşmeleri, bir dedektifin

 

titizliğiyle irdeleyip birey insan psişesinde göstermiştir. Serbest çağrışım, düşlerin analizi, unutkanlıklar, dil sürç­meleri gibi alanlarda iz sürmüştür. Yapacağı yorumlar için dayanak noktaları ve görece sağlam bir disiplin oluştur­maya, yoğun entelektüel çabalar sonucu bazı çıkarsama­lara varmaya çalışmış; en küçük bir "parmak izinin" at­lanmamasına özen göstermiştir. Özellikle ince ayrıntılar, çok önemsenmiş, bilimsel düşünme ile fanteziler birlikte işlenmiştir. Bulgular fantezilerin aracılığıyla gene rasyonel yöntemlerle yorumlanmıştır. Pek çok olasılık içinden, pek de kolayına yadsınamayan, akla ve gerçeğe uygun çözüm­ler üretilmiştir.

Dedektif öykülerinin ilk kaynağmı, Fransız Devri-mi'nin ünlü yargıçlarından ve sonra da Napolyon'un ilk polis şefi, tarihte örneği az görülen karanlık ve alçak bir insan olan Joseph Fouché'nin, 1810 yılında yayımladığı Paris yeraltı dünyasının pek çok kriminal olayını ve bun­ları işleyenlerin kişiliklerini ayrıntılarıyla sergileyen not­ları oluşturmuştur. Modern dedektif öykülerinin yaratıcısı olarak kabul edilen, Edgar Allen Poe'nun dedektif Dupin'i yaratırken Joseph Fouché'nin yapıtını -da- göz önüne al­dığı sanılmaktadır. (156) Edgar Allen Poe (1809- 1849), keskin zekâsı, çok yönlü bilgisi, analiz gücünün ötesinde pek çok yeteneği yanında ilk kriminal roman yazan ozan/ düşünür onurunu da taşımaktadır. Onun kurmaca dedek­tifi C. Auguste Dupin hiç kuşkusuz Sherlock Holmes'un öncüsüdür.

Dedektif Dupin, Paris'te Saint-Germain yöresinde Du-not sokağında, 33 numaralı evin üçüncü katmda oturur. Dairenin arka tarafına bakan bölümde güzel, zengin bir kitaplığı vardır. Zamanının büyük bir bölümünü kitap okuyup, düşünüp, şiir yazarak geçirir. Dedektif Dupin, çok okur ve en büyük tutkusu kitaplarıdır. Bilge bir kişi­ligi vardır ve kurnazlardan nefret eder. Çalınan Mektup (1844) öyküsünün başına da "bilgeliğin, aşırı kurnazlık­tan daha çok nefret ettiği bir şey yoktur" diye yazar. Pa­ris polis müdürü Monsieur G. ile yakın dostlukları vardır. Monsieur G., normal bir insan; çok normal bir polistir. Her olayı "zaten tek başına çözeceğinden" kesinlikle emindir; ayrıca, şairliğin ve sanatkârlığın bir adım ilerisinin aptallık olduğunu düşünür. Dupin'in de zaman zaman şiir yazmak gibi bu smıra yakm yaşadığını bilmesine rağmen, karşılaş­tığı "basit ve tuhaf olayları" bir kez de Dupin'e sormadan edemez; çünkü, bu tür "basit olayları" bir türlü çözemez. Dupin, zaman zaman şiir yazmak gibi "suçlar işlediğini" kabul ve itiraf eder. Tabii sorunları da sonunda Dupin çö-zer. Hem de genellikle sadece anlatılanlardan, olayların gazetelerde yazılış biçimlerinden, sözcükleri analiz ede­rek. Çok kez olay yerine gitmeye bile gerek görmez. Onun için sözcüklerin analizi (bile) çözüme ulaşmaya yeterlidir. Polis müdürünü yanlış sonuçlara varmaya götüren başlı­ca neden olayların basit görünümüdür. Oysa ki, "gizem aşırı ölçüde ortadadır". Poe, Dupin üzerinden önemli bir noktanın altmı çizer: "Polisin, bir sorunu çözebilmesi için, ancak suçlunun kendisi gibi düşünmesi gerekir (...) Suçlu başka türlü düşünürse, polis faka basar." O zaman da ana- * litik düşünen şair Dupin'nin kapısı çalınır. (157)

A. Conan Doyle, Edgar Ailen Poe'dan esinlenmesine karşm -bilinen klasik kıskançlık duygularmdan kaynak­lanması olası tavırla- Dupin'i pek beğen(e)mez. Sherlock Holmes, ara sıra uyarma getirdiği bir yerde, Dupin'in ortalama bir dedektif olduğunu, hiçbir zaman Edgar Ai­len Poe'nun düşünde canlandırdığı yetenek olamadığmı söyler. Dupin ile başlayan "analitik dedektifler" dönemi, Sherlock Holmes ile birlikte doruk noktasma ulaşırlar.

Bu bağlam içinde, Freud'un Viyana'da Berggasse 19 nu­maralı evinde çalışmalarına başlamadan kısa bir süre önce, yani 1887 yılında, İskoçya Edinburgh doğumlu, tıp eğitimi görmüş, klinik tanı koymada son kerte uzmanlaşmış bir hekim olan, Dr. Arthur ConanDoyle (1859-1930), ilk de­dektif kitaplarmı yayımlanmaya başlamış. Kısa zamanda dünyaca ünlenen özel dedektif Sherlock Holmes tipini ya­ratmıştır. Sherlock Holmes, Londra'da Baker Street 221 B numaralı evinden, zaman zaman hiç çıkmadan, büyük bir cinayeti, salt rasyonel tümdengelim akıl yürütme yönte­miyle çözümleme becerisi gösterir.

Holmes ile Freud'un pek çok yanlan birbirlerine -öğ­retici- benzerlikler gösterirler. Freud, yaşamı boyu klasik resmi psikiyatri ile çelişki içinde kalmış; Holmes, sürekli olarak Scotland Yard ile didişmiştir. Her ikisi de son ker­te rasyonel düşünürler. Ve diğer bilim dallarının verileri­ni izlerler, tüm dengelim ve serbest çağrışım yöntemlerini kullanırlar. Zaman zaman da olsa melankoliktirler; daha iyi düşünebilmek için kokain kullanırlar. Kadınlara kar­şı özel bir ilgi ve güç denemesi gösteremezler. Sherlock Holmes'in Özel Yaşamı'nı yazmayı deneyen Michael ve Mollie Hardvvick'in anlattıklarına inanacak olursak, ünlü bir Rus prensesi ve balerini Rozgozhin Petrova, Holmes'e paha biçilmez bir "Antonius Stradivarius Cremonensis, Faciebat Anno 1709" keman karşılığı özel bir istekte bulu­nur. Ve kendisiyle bir hafta Venedik'te tatil yapmaları ve benzer bir zekâda çocuk doğurabilmek için birlikte olma­larım önerir. Holmes, kesinlikle altmdan kalkamayacağı bu işi kaytarmaya çalışır; suçlu insanlarm bütün girişimci yanlarını ve orijinalliğini yitirdiğini, bu nedenle de bazen bir Scotland Yard polisinin bile görebileceği kimi olayları çözmelerine karşın, kendisinin aşçılığından da daha kötü olan yanının sevişememek olduğunu, hiç de romantik bir insan olmadığını, kesinlikle kendisinden çok daha dona­nımlı erkekler bulunduğunu, bunlara başvurulmasının daha uygun olacağını söyler. Kadın ısrar eder. Kendisini çekici bulup bulmadığını sorar. "Tersine" der Holmes, "sizi çok çekici buluyorum. Ama ben bildiğiniz -güçlü- er­keklerden değilim, aramızda kalsm ama doğana bana bu konuda pek cömert davranmadı. Hatta oldukça kaprisli ve tutumlu davrandı. Ne demek istediğimi anlamanızı dilerim." Ardmdan dayanamayıp ekler: "Madam, çok şey kaybettiğimin farkındayım, ama sonunda Venedik'te bir gondolda sizi hayal kırıklığına uğratmaktansa, bu gerçeği şimdi söylemeyi tercih ettim."(158)

Freud'un da bu konularda "ne denli başardı" olduğu zaten "aile romanının" başmdan beri bilinmektedir. Her ikisi de kendi alanlarmda -pek çok yönden- dünyanın ilk­leridirler. Holmes, en az Freud kadar analitik akıl yürütme yöntemini kullanır. Ve gene her ikisi de "en sıradan olaym, en küçük bir ayrıntının genelde en gizemli şeyleri içerdi­ğini" sergilerler. Freud, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi'inde (1901), unutkanlıklardan, küçük dil sürçmelerinden, bazı küçük okuma yazma hatalarmdan, batıl inançlardan, ya­nılsamalardan, sakarlıklardan, kişiliğin gizlerini açıkla- « maya çalışır. Sherlock Holmes, bir insanın -iç mekânında-günlük yaşammda yer alan herhangi bir eşyanın üzerinde kendi izini bırakmadan kullanmasının zor olduğunu söy­ler. Ve bulduğu en küçük bir eşyanm analizinden bunu kullanan insanın kişiliğinin anlaşılabileceğini ya da tüm cinayetin anatomisini oluşturabileceğini savunur. Sher­lock Holmes'ün ünlü yardımcısı Dr. Watson, Holmes'ün bu savmı fazla abartmalı bulur ve yazılış tarihinin 1887­1889 yılları arasında olduğu sandan "Dörtlü Mühür" serü­veninde bunu sınamak ister. Kısa bir süre önce eline geçen cep saatinin, son sahibinin alışkanlıkları ve kişiliği üzerine düşündüklerini söylemesini rica eder.

Holmes saati elinde tartar, arka kapağını açar, önce çıplak gözle, sonra da ünlü büyüteciyle inceler. Son za­manlarda temizlenmiş olduğu için üzerinde çok veri bu­lunmadığını, bu nedenle de kesin bir şey söylemeyeceği­ni, buna karşın, pek de verimsiz bir gözlem yapmadığını, bulgularını kısaca şöyle toparlayabileceğim açıklar: "Üze­rindeki H. W. işaretleri, harfleri saatin, babandan miras alan büyük ağabeyine ait olduğunu söyleyebilirim. Saat aşağı yukarı elli yıllık ve baş harfler de saat kadar eski. Mücevher gibi şeyler genellikle en büyük oğula kalır; bu nedenle de büyük oğul babasıyla aynı adı taşır. Ağabeyin düzensiz alışkanlıkları olan bir adammış, çok dağmık, dik­katsiz biri... Ona iyi bir mal bırakılmış ama fırsatları değer­lendirememiş. Kısa süreli zenginlikler dışmda yoksulluk içinde yaşamış ve sonunda kendisini içkiye vererek ölmüş. Tüm toparlayabildiklerim bunlar."

Dr. Watson, şaşkınlık içinde, "yoksa ağabeyi üzerine daha önce bir araştırma mı yaptınız diye" sorması üzeri­ne, Holmes bu ünlü konuşmasını sürdürür: "Kesinlikle hayır. Şu ana kadar bir ağabeyinin olduğunu bile bilmi­yordum. Ben sadece olasılıkları sergiliyorum. Tahminde bulunmam. Tahmin, mantıksal yetiler için yıkıcı iğrenç bir alışkanlık olurdu. Örneğin, ben kardeşinin dikkatsiz biri olduğunu söyledim. Şu saat kapağının alt kısımlarına baktığmda, sadece iki yerin çukurlaştığını değil, aynı za­manda bozuk para, anahtar gibi şeylerle aynı cepte taşıma alışkanlığından dolayı her tarafmm kesik ve çizgilerle dolu olduğunu görürsün. Tabii ki elli pound'luk bir saati böy­lesine aldırmazca kullanan birinin dikkatsiz biri olduğunu tahmin etmek büyük bir hüner değil. Bu değerde bir şeyin miras kaldığı birine, başka şeyler de kaldığını çıkarsamak da öyle. İngiltere'deki rehineciler için, bir saat aldıklarında fişinin numarasını bir iğneyle kapağm içine kazımak, çok alışılmış bir durum. Numaranın kaybolma ya da değişti­rilme riski olmadığı için, marka vermekten çok daha kul­lanışlı. Bu numaralardan gözüme en az dört tane çarptı, ilk çıkarsamam kardeşin sıkıntı çekmiş. İkincisi, ara sıra para buluyormuş, aksi takdirde emaneti rehinden kurtaramaz­dı. Son olarak, senden saati kurmak için, anahtar deliği bulunan iç kısmına bir bakmam istiyorum. Deliğin etrafın­dan binlerce çizgiye bak, anahtarm aşındırdığı işaretler. Bu oyukları ayık bir adamın anahtarı yapar mı? Oysa bir ay­yaşın saatinde bunları hep görürsün. Saatini geceleri kurar ve titrek ellerinin izlerini bırakır... Gizem bunun neresinde Watson?" Watson, "Tüm bunları nasıl çıkarsayabilirsin, Holmes? diye sorar. Sherlock Holmes, sonuçtan mutlu, yavaş yavaş kemanmı çalmaya başlarken, "Ayrıntılardan sevgili Watson" der "...ince ayrıntılardan."(159)

Freud, 1901 yılında yayımladığı, Günlük Yaşamın Psi­kopatolojisi adlı çalışmasmda, bir süre önce İtalya'ya yap­tığı bir yolculuk sırasmda, bir gençle tanıştığım, gencin, tutkulu bir tavırla yeteneklerini geliştirmek ve gereksi­nimlerini karşılamak olanağmdan yoksun olan kendi ku­şağının mahkûm olduğu astlık durumundan yakındığını • ve eleştirilerini Virgilius'un "sonra birileri bunun öcünü alırlar" umudunu dile getiren bir dizesiyle noktalamak is­tediğini, ancak burada aradığı bir sözcüğü bulamadığmı söyler. Freud bu sözcüğün, belgisizlik zamiri olan, "ali-quis" olduğunu söyler. Bu ara, genç adam, acaba neden böylesine iyi bildiği bir şiirin, bu sözcüğünü unuttuğunu sorar. Freud da, bunun üzerine, genç adama, tüm dikkati­ni unutulmuş bu sözcüğe yöneltip, aklmdan geçenleri dü­rüstçe ve yorum getirmeden anlatmasını rica eder. Bunun üzerine serbest çağrışım başlar. Genç adam, aklma gelen hemen ilk sözcükleri sıralar... Reliques (kutsal kalıntı), Li­quidation (tasviye), Liquide (sıvı), Fluide (akışkan)... İki yıl kadar önce bir Trente Kilisesi'nde kutsal kalıntıları (reliqu­es) gördüğüm Simon de Trente'ı düşünüyorum. Eski kilise azizlerini, Aziz Janvier'nin karanın mucizesini düşünüyo­rum. Napoli'de bir kilisede küçük bir şişenin içinde Aziz Janvier'nin kanı doldurulmuş. Bu kan bir mucize sayesinde her sene belirli bayram gününde yeniden sıvılaşmaktadır (se liquéfie). Halk bu mucizeye büyük önem vermektedir ve geciktiği zaman çok mutsuz olmaktadır. İşgal sırasmda genel komutan Garibaldi, Katolik papazını kabul eder ve ona, anlamlı bir jestle, dışarıda sıralı askerleri göstererek, mucizenin gerçekleşmekte gecikmeyeceğini umduğunu söylemiş. Ve sonunda mucize tam zamanında gerçekleş­miştir. Genç adam konuşmasmı sürdürür: "Ve onun için olduğu kadar benim için de hoş olmayan bir haberi, kolay­lıkla alabileceğim bir kadmı düşündüm birden."

Freud, "Regllerinin sona ermesi haberi mi?" diye sorar. Genç adam "Bunu nasıl düşünebildiniz?" dediğindeyse şöyle açıklar: "Hiç zorluğu yok. Bana yeterince malzeme -ipucu- verdiniz. Bana bahsettiğiniz bütün takvim azizle­rini, belirli bir günde gerçekleşen kanın sıvılaşması (liqu­efaction) öyküsünü, bu sıvılaşma olmadığı zaman halkı kaplayan telaş öyküsünü, mucize gerçekleşmediği zaman bir tehlikenin ortaya çıkacağı korkusunu hatırlıyor musu­nuz? Belirsizlik anlamına gelen, "aliquis" kelimesini yeni­den anımsamakta yetersiz kalışınızın nedeninin, bu kaygı­lı -belirsiz- bekleyiş olduğu kolayca ortaya çıkıyor." (160)

Freud, bu nefis çalışmasında, bir küçük sözcüğün unutulmasmdan yola çıkarak, psikanalizin olağandışı dü­şünme yöntemini sergiler. Ancak, Freud'un yazısmı Sher­lock Holmes yöntemiyle bir kez daha irdelemeye çalışan Peter Swales (1982), bu yazıda iki önemli ince ve anlamlı ayrıntının, "parmak izinin" (daha) olabileceğini vurgular. Öncelikle, "genç adam" olasılıkla hiç karşılaşılmayan ve Conan Doyle'un Sherlock Holmes'u kadar sanal bir ki­şiliktir. Ve bu "genç adam" Freud'un kendisi -de- olabi­lir. Bu genç adam da (Freud gibi) akademisyendir, Yahu­di'dir, sanat ve din tarihini çok iyi bilmektedir, onurludur, kendisine yapılan haksızlıkların öcünün bir gün alınacağı­nı umar. Fakat, bu çalışmada önemli olan diğer bir nokta da şudur; adet kanamasının (regl) zamanmda gelmediği için huzursuzluğa neden olan kadm, gene bir olasılık, Freud'un bu geziye birlikte çıktıkları karısmrn kız kardeşi Minna Bernays olabilir. Peter Swales'in akıl yürütmeleri ve çıkarsamaları da en azmdan Holmes ve Freud'unkiler kadar olasıdır. Ve görüldüğü gibi -bu savlar da - kolay yadsınamazlar. (161)

Freud'un analizi Sherlock Holmes'u neredeyse gölge­de bırakır. Conan Doyle, öyküsünü sanal olarak anlatır. Holmes, tümdengelim yöntemiyle olasılıkların bilançosu­nu çıkarır. Freud, serbest çağrışım yöntemini kullanır. Çı­karsamaları kesin sonuçlar değil, pek çok olasılıklardan biridir. Her iki akıl yürütmede ortaya atılanlar kesin sap­tamalar değil, varsayımlardır. Ama bunlar, olasılığı yük­sek, gerçeğe uygun düşen varsayımlardır. Dr. Watson'un • ağabeyi alkolik değil, örneğin, elleri titreyen bir Parkinson hastası da olabilirdi. Ancak, alkolizm olasılığı yerli yerine oturur; bu, konunun bütünlüğü içinde tüm sorulara yanıt verebilir nitelikte bir tanıdır. Freud, unutulan bir sözcük­ten gene olası bir yaşam öyküsü oluşturur. Ama bu arada, öyküde - bilerek ya da bilmeyerek -kendi parmak izlerini -de-bırakır.

Londra'da, Baker Steert 221 B'de Dr. Watson ile birlikte oturan özel dedektif ile Viyana'da Berggasse 19 numaralı evde kalabalık ailesi içinde yapayalnız yaşayan psikiyat­ristin salt melankolik durundan, kokain alışkanlıkları, cinsel sorunları değil, düşünme tarzları ile de birbirlerine benzerlik göstermektedir. Bunlar, klasik psikiyatriye ya da Scotland Yard'a karşı yaptıkları çalışmalarm tüm so­rumluluğunu üstlenip, tespit ettikleri pek çok olasılıklar­dan birini "suçlu " olarak ortaya atma riskini omuzlamış-lardır. Yaşam ve zaman onları haklı çıkarmıştır. Düşünme tarzları, dünya kültürüne büyük katkılar getirmiştir. Bu­gün artık yaşadığımız dünyayı ne Sherlock Holmes'süz ve ne de Freud'suz düşünmek -kuşkusuz düşünme merakı ve alışkanlığı olanlar için- olanaksızdır. Aralarındaki önemli bir farkm altmı çizmek (belki) gerekir. Holmes, suçluyu arar. Hatta Kral Oidipus bile (kendi konumunu bilmeden) içtenlikle suçluyu bulmak ister.

Freud ise "suçlunun" kendi içinde bulunduğunu, biz­zat kendisi olduğunu söyler. Ve suçlu olarak hep kendisini arar. Bütün başarıları, "fetihleri" kendisi üzerinedir. Başarı kazandıkça kendisini yitirir; daha doğrusu kendisini yitir­dikçe başarısı pekişir. "Negatif bir yapılanma" olarak düşü-nülebilen psişenin uzantısmda, "insanın ölümcül hastalığa yakalanmış bir hayvan olduğunu; "insanlık durumunun" çözümünün olmadığını; radikal olanaksızlıkları göz önü­ne almak gerektiğini; asıl sorunun psikolojisi olmayan bir özne oluşturmak olduğunu amaçladığını" (162) öngörür. Trajedisinin (ve zaferinin) görkemi (ve gizi) biraz da bura­dadır. O, "Ben suçluyum" dediği her yerde kafasını kaldı­rıp, bizim gözlerimize bakmış, bizden "evet ben de" (ya da biz de) dememizi beklemiştir. Bizler, ya susmuşuz ya da "böyle değiliz" dememize karşı -artık- anlamışızdır "tam da öyle"yizdir.

Bu bağlamda Freud, içine kapanıp kendisini analiz edip, çok politize edilmiş bir "suçlu Ben"i sergilemiştir. Bu denli politize edilmiş bir "suçlu benlik", salt Katolik Ro­ma'yı değil, vatanı, ailesi, çocukları için canını feda ederek çalışan, kötülük nedir bilmeyen "ideal insan" tiplerine da­yalı ulus devletlerin temelini oluşturan ideolojileri de teh­dit etmiştir. Gönderdiği mesaj yerine varmış; sergilediği "suçlu benlikten" herkes nasibini almıştır.

Nazilerin Almanya'yı soysuz düşüncelerden arındırma kapsammda uyguladıkları etkinliklerde yakılan ilk 10 ya­zarın kitapları içinde Freud'un yapıtlarının da olması ve benzer etkinliklerin Sovyetler Birliği'nde de -aynen- tek­rarlanması rastlantı olmamıştır.

 17. Psikanaliz Hareketinin "Kadınlar Kolu"

 

 

Freud'un erkeklerle olan dostlukları çok kez sürtüşmeli geçmesine karşın, öğrenicileri ve hastaları arasmdan ta­nıdığı pek çok genç ve entelektüel kadmla yaşam boyu süren kalıcı arkadaşlıkları olmuştur. Bu parlak kadınla­rın (biyografilerine ve yapıtlarına - yazık ki- yeteri kadar sahip çıkılmasa da) çoğunun psikanaliz kuramına, sanat dünyasına önemli katkıları olduğu, öncü çalışmalar yap­tıkları ve modern kültürün gelişmesinde etkili oldukları bilinmektedir. Burada konuyu çok dağıtmamak kaygısıy­la da olsa, Freud'un biyografisinin ve analitik teorinin be­lirlenmesinde ayrıca özel yerleri bulunan Sabina Spielrein, Lou Andreas-Salome ile Prenses Marie Bonaparte'dan söz etmeden geçmek olanaksız.

Sabina Spielrein (1885-1941) yüzyılın başmda psikanaliz çevresinde birden ortaya çıkan ve sonra da birden kaybo­lan belki de en şansız parlak kadmlardan biridir. Kendisi­nin de kimi önemli psişik sorunları olduğu için, psikanaliz teorisine bir hasta olarak ilgi duymuş, ama kısa zamanda teorinin özünü derinden öğrenmiş, Jung'la birlikte, onun hastası, meslektaşı ve sevgilisi olarak çok yönlü bir birlik­telik içinde çalışmıştır. Erkeklerin bilinçdışlarmdaki kadm imajım çok iyi araşürmış, Freud'un en erken ardıllarından

 olmuş; psikanalizin İsviçre'de yaygınlaşmasına çalışmış­tır.

Sabina Spielrein, 7 Kasım 1885 tarihinde Rostov'da varlıklı, kültürlü ve sorunlu bir Yahudi Rus ailesinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Aile içindeki uyumsuzlukları sezinlemiş, büyük mutsuzluk duymuş, erken yaşta göster­diği ruhsal rahatsızlıklar ve depresyon nedeniyle analitik bir tedavi gereği görülmüş. 1904 yılında Zürich, Burghölz-li Kliniği'ne yatırılmıştır. Burada kendisini C. G. Jung te­davi etmiş; "psikotik histeri" tanısı konmuştur. Jung Fre-ud'a yazdığı mektupların birinde, "altı yıldır hasta olan, 20 yaşında bir Rus kızı histeri tanısıyla geldi, onu sizin yönteminizle tedavi ediyorum" demiştir. Birkaç ay içinde sorunlarmm önemli bir bölümü gerilemiş. Ancak, bu ara Sabina Spielrein, Jung'a âşık olmuş. Tıp okumuş, sonra da Jung'un yanında psikiyatri eğitimine başlamış. Jung'un hastası, aşığı, öğrencisi, meslektaşı olmuştur. Bleuler'in tanımıyla "derinlikler psikolojisinin" çekiciliği, onun du­yarlılığını daha da artırmış. Bu ara Jung'la olan ilişkileri çevreden duyulunca, ayrılmak gereği ortaya çıkmış. Bu durum Sabina için yıkım olmuş. Bir genç Yahudi kadını olarak duyumsadığı tahrip olma duygusunu "haz ilkesi ile tahrip içgüdüsü" kapsamında tartışmış, bunun kuramsal nedenlerini irdelemiştir. (163) Onun bu konudaki savları bilinebildiği kadar ile psikanalizin tahrip içgüdüsü üzeri­ne ilk çalışmaları olmuştur. Gene Sabina Spielrein "ölüm içgüdüsü" üzerine ilk öneri getiren psikiyatristtir. Biyolo­jiden mitolojiye kadar çeşitli disiplinleri kapsayan bir biri­kim içinde yaratma ve tahrip içgüdülerini olasılıkla anali­tik teorinin gündemine, ilk kez Sabina taşımıştır. Jung ve Freud, Sabina'nm bu savlarını kendi çalışmalarında oldu­ğu gibi kullanmışlar, ancak 25 yaşmdaki bu "küçük kızın" admı bir kez olsun anmamışlardır. Örneğin, Freud'un

1920 yılında yazdığı "Haz İlkesinin Ötesini" adlı önemli çalışmasında Sabina'nın adma rast gelinmez. Sabina Spi­elrein 1911'den sonra Viyana'ya gitmiş, psikanaliz grubu­nun en genç üyesi olarak Çarşamba Toplantıları'na katıl­mıştır. Bu ara Sabina birden, Pawel Scheftel adlı, Yahudi olan bir Rus hekimle evlenmiş. Bir yıl sonra bir kızı olmuş. Sorunları değişmemiş. Büyük acılar içinde, pek çok kent dolaşmış, 1923 yılında Rusya'ya dönmüştür. Moskova'da ilk psikanaliz grubunun kurulmasma çalışmış, 1936 yılın­da psikanaliz hareketleri Moskova'da (bu kez komünist­ler tarafmdan) yasaklanmış. Sabina'nm üç erkek kardeşi, KGB tarafmdan öldürülmüş. Bir yıl kadar sonra da babası ve kocası öldürülmüş. 1941 yılında, Rostov'a giren Alman­lar, Sabina'yı yolda iki kızıyla giderken tutuklamışlar. Bu çok genç ve çok parlak zekâlı kadmı, önlerine ilk çıkan si­nagogun duvarı dibinde kurşuna dizmişlerdir.

1977 yılında, İsviçre'de Genf, Wilson Pallas Psikiyatri Enstitüsü'nün bodrum katmda Sabina'nm günlüğü bulun­muş. Orada ailesi, biyografisi, özellikle Jung ve Freud ile olan ilişkileri ve hepsinden önemlisi, psikanaliz kuramı­na getirdiği yeniliklerin ön çalışmaları üzerine pek çok ay­rıntılı bilgi ortaya çıkmıştır. (164)

Mavi gözlü, kestane saçlı, güven verici tavırlı, çocuksu • gülüşleriyle olağanüstü etkileyici, çekici, dişi, şık ve zarif, çok güzel, örneği az görülen bir kavrayış ve eleştiri yetene­ğine sahip, çok akıllı ve katıksız entelektüel bir kadm olan Lou Andreas-Salomé (1861-1937), 51 yaşmda psikanaliz eğitimi için Viyana'ya geldiğinde, sözcüğün tam anlamıy­la aydmlar-entelektüeller dünyasındaki "trafiği aksatmış­tır".

Bu sıralar, nasıl olup da, arada birde olsa kocasmm ya­nma gidip ona, merhaba diyebilecek zamanı bulduğuna şaşılacak kerte, "hiç kimseye ait olmamaya", öncelikle,

"kendisi olmaya", "kendisine ait olmaya", bağımsızlığını koruyup aynı anda pek çok erkekle ilişki kurmuştur. Ama gene bir anlamda kalabalıklar arasında, kendi dünyasmda yapayalnız yaşayabilmiş bir kadın olarak kalabilmiştir. Karşılaştığı herkeste, tutku boyutunda hayranlık uyandı­ran bu kadın, Avrupa modern entelektüel dünyasmda ba­ğımsız, özgür, hüzünlü, melankolik yeni bir roman figürü olarak ortaya çıkmıştır. Lou Andreas-Salome, bir kez tanı­şıldıktan sonra, kendisine danışılmadan hiçbir şey yapıla-mayacak,fikri alınmaksızın şiir, yazı, roman gibi düşünce ve sanat ürünleri verilemeyecek kadınlardan biridir.

Nietzsche, Pdlke, Freud, Gerhard Hauptmann, sosyalist önderlerden Georg Ladebour, rejisör Max Reinhard, yazar Arthur Schnitzler, Hugo von Hofmannsthal, filozof Paul Ree, Münihli yazar Frank Wedekind, Feminist Helene Stöcker. araştırmacı Frieda von Bulow, Marie von Ebner-Eschenbach ve daha pek çoklarından oluşan erkekli kadın­lı bu liste çok uzatılabilir. Ve görülebileceği gibi, bu isimler modern dönemlerin başlangıcında, Avrupa entelektüelle­rinin önemli bir bölümünü oluştururlar.

Freud'un, daha ilk karşılaşmalarında ona karşı duydu­ğu hayranlık, "Viyana Grubu" tarafından kıskançlık ve kuşkuyla karşılanmış. Entelektüel kapasitesi uzun süre­ler tarüşma konusu olmuştur. Ancak, teorik temeli çok sağlam, kavramları çok iyi bilen ve kullanan, çarpıcı tes­pitlerde bulunan, çelişkileri hemen yakalayan, uzlaşmaz bir tartışmacı olarak hemen ön plana çıkmış. Nietzsche'nin kimi yadırgatıcı ve köşeli kavramlarmı çok uygun zaman­larda ve yerli yerinde kullanmış olsa da, bir süre rahatsızlık uyandırmış, ama Freud bile Salome'yi yitirmektense -adı­nı koymadan da olsa- Nietzsche'ye yaklaşmayı yeğlemiş­tir. Ekim 1912 sonlarında, Freud ile sık sık ve uzun uzun birlikte olmuşlar. Arkadaşlarının kuşkulu bakışlarına, Fre­ud "çok anlamlı bir kadın, tehlikeli düzeyde entelektüel bir birikimi ve literatür bilgisi var... Konuşmamız salt bu düzeyde sürmüştür" diyerek soruna (kendince) açıklık ge­tirmiş ve dedikoduları kısmen de olsa kapatmıştır.

Freud ile Salome'nin uzun tartışmalarından sonra or­taya çıkan yeni söylemi, Kari Abraham hemen sezinlemiş, Nisan 1912 tarihinde Freud'a yazdığı bir mektupta, böy­lesine zarif ve yeni bir söylemle hiç karşılaşmadığını iti­raf etmiştir. İzleyen yıllarda Salome'nin, Freud için Delfi kâhin rolü oynadığı söylenir. Konferanslar sırasında, tüm söyleşiler sadece Salome'nin gözlerine bakılarak yapılmış, onun bulunamadığı toplantılarda (iskemlesi boş kalmışsa) boş gözler sadece oraya sabitlenmiş ve hemen o gece ya­zılan mektupta, "üzgünüm, cumartesi gecesi konferansta yoktun. Bu nedenle sabit noktam konusunda yoksunluk yaşadım ve yeterli güvenceden yoksun ve terk edilmişlik duygusu içinde konuştum..." diye yakmılmıştır.(165)

Lou Andreas-Salome, 12 Şubat 1861 tarihinde Peters-burg'da doğmuş, Alman kökenli anne, Baltık Alman- Rus kökenli soylu bir general babanın kızı olarak, ekonomik ve kültürel olarak görkemli liberal bir ortamda dünyaya gözlerini açmıştır. Beş oğlan çocuktan sonra doğan ilk ve son kızdır. Doğduğunda 57 yaşmda olan baba ile kız ara- . smda yakm bir ilişki kurulmuş, ayrıca evin içinde erkek kardeşleri arasmda da "dişi bir mücevher" olarak sevilmiş ve çok mutlu bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Dışardaki erkekler dünyasmda da hep sevgi ve yakınlık görmüştür. "Dişi bir narsisizm" içinde büyümüş, bunu çok olumlu bir güç olarak duyumsamış ve bu cömertliğinden dolayı ya­şamı boyu doğaya hep teşekkür etmiştir. Fakat öte yandan da hep içine kapanık, hüzünlü, kendi fantezileri içinde yapayalnız yaşadığı bir çocukluk ve genç kızlık dönemi geçirmiştir.

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


 17 yaşında babasını yitirmiş, aynı yıllarda Rusya'da da Darwin teorisinin etkileri, Tanrı'nın varlığı tartışılmaya başlanmış. Babasından ve Tanrıdan boşalmaya başlayan yeri o sıralar parlak, liberal bir teolog olan Gillot doldur­muş. Olasılıkla bu liberal, Darwin yanlısı teolog Salomé'nin ilk aşkı olmuştur. Gene bu teologun önerisiyle felsefe eği­timi için Zürich ve sonra da Roma'ya gitmiş, 21 yaşında, filozof Paul Rèe ile birlikte oturmakta ya da yaşamakta (en azından aynı evi paylaşmakta) olan Salomé, Roma'da bir nisan ayında, o zaman 37 yaşında olmasına karşın sağlığı, özellikle de gözleri çok bozuk olan ve bu sıralar Zerdüşt üzerinde çalışan radikal inkarcı Nietzsche ile tanışmıştır. Nietzsche'de bir anda Salomé'ye hayran olmuş ve Salo­mé'nin yaşamını da birden bire altüst etmiş, bir anlamda genç kadının "ruhunu bedeninden ayırmış"tır. Salomé ilk kez "koitus"tan önce felsefe konuşan bir filozofla karşılaş­mış, ancak Nietzsche'nin nihilizmine karşı, kendisinin gö­rece iyimser romantizmi, kafasını altüst etmiş, ama onun kişiliğinde, Tanrısal bir dâhi, başkaldıran kahraman bir insan bulmuştur. Bu ara görece yumuşak bir insan olan filozof Paul Rèe ile olan ilişkileri garip ama içtenlikli şe­killerde sürmüş. 1882 yılında gene Paul ile oturmaktadır. . Salomé, kahramanlara özgü bir dünya ile güvenceli koca tipleri arasında gidip gelerek yaşamaya çalışmıştır.

1883 yılının Ağustos ayında Zerdüşt tamamlanmış. Felsefe dünyasında, Tanrı'ya karşı savaş doruk noktasına ulaşırken ve Nietzsche "üstün insan" peşinde koşarken, Salomé korkular içinde kalmıştır. Bu sıralar bile onun (henüz) hiç kimseyle cinsel ilişki kurmamış olabileceğini düşünenler vardır. Cinsel kabalıklardan korkmakta, iç ar­monisini yitirmekten çekinmektedir. "Ebedi kadınlık" için "ebedi erkeklik" düşünceleri içindedir.

1886 yılında Münih'e taşınır. Orada oryantalist Fried­rich Cari Andreas ile tanışır; sonra birlikte oturmaya baş­larlar. Bir gün, birden bire, çok mütevazı koşullar içinde, birbirlerini cinsel ilişki içinde bulurlar. Evlenirler. Salomé bu ara pek çok konuda birbirinden etkileyici eleştiriler yazmaktadır. Rilke ile tanışma günlerinde artık tanmmaya başlayan, bilinen bir yazardır. Ve Rilke, Salomé için ger­çek anlamda ilk sevgili olur. Kadın erkek, ruh ve beden bütünlüğünü bu ilişkide tanır. Rilke ile dört yıllık ilişkisi yaşammm doruk noktasıdır. Salomé, Rilke ile bir kadınla bir erkeğin birlikteliğinin ne anlama geldiğini anlar. Benli­ğini bulmuştur. "Tutkuyu ve aşkı" tanımıştır. 1901 yılında, dostluklarının yaşam boyu sürmesi dileğiyle, aşk ilişkileri biter. Ayrılmalarına, en önemli neden, olasılıkla Rilke'nin depresyonuna Salomé'nin -artık- dayanacak gücü kalma­masıdır. Ama Rilke yaşamı boyu hep "benimtek hakika­tim Salomé'dir" der. Salomé'de, Rilke için benzer şeyleri duyumsar ve söyler. Bir olasılık, Salomé, Arthur Schnitz­ler ve Friedrich Pineal gibi Viyanalı arkadaşları ve sevgi­lileri üzerinden, 1895 yılında yayımlanan Histeri Üzerine Çalışmalar kitabmı duymuş ya da okumuştur. Ama kesin olarak bilinen, 1911 yılı Eylül ayında, yanında sevgilisi İs­veçli psikoterapist Paul Bjerre ile birlikte Viyana'ya gelme­si; Freud ile tanışmaları ve her iki tarafında birbirlerini çok etkilemeleridir.

Louise Andreas-Salomé, ilk kez 31 Ekim 1912'de, Viya-na'da psikanaliz hareketinin toplantılarına katılır. Bir ya­zar olarak da, büyük bir yetenek olduğu görülmüş, bir ay kadar soma, başta Otto Rank olmak üzere, tüm analistler, Andreas-Salomé üzerine "özel" görüşlerini anlatmaya ve kendisiyle senli benli konuşmaya başlamışlardır. Fakat tüm bu ilişkilerin salt entelektüel düzeyde kalmadığı, kısa süreli bazı küçük serüvenlerin -de- yaşandığı sanılmak­tadır. Andreas-Salomé, bir ara Alfred Adler grubu ile de ilgilenmiş, fakat Freud "uzun ve fedakârca mücadeleler sonucu", onu kendi taraflarına kazanmayı başarmıştır. Freud'un, Salomé ile geçen ikili ve kısmen mahrem ko­nuşmalarından sonra, hep çok mutlu görüldüğü betimle­nir. Sonra, aralarmda yaşam boyu sürecek sevgi ve güven dolu mektuplaşmalar, haberleşmeler başlamıştır. Salomé, Freud'un yakın aile dostu ve özel arkadaşı olmuş. Freud, kızı Anna'nm anakzine devam etmesini özellikle ondan rica etmiştir. Salomé'ye yazdığı 200 kadar özel mektubun­da, pek çok gizini sadece onun kulağma söylemiş, ona akü danışmıştır.(166)

Andreas-Salomé, psikanaliz hareketinde yeniden fel­sefeye dönmenin, bedensel ruhsal gereksinimlerini, fan­tezilerini, çocukluk anılarını, cinsel isteklerini, öfkelerini, dişi mazoşizmini, sevgi ve öfkelerini rasyonel "bilimsel peri masalları yöntemleriyle" anlatma olanağını bulmuş­tur. Ayrıca, analiz ona kendi bedeni, heyecanları, arzuları üzerine konuşma, Gillot, Nietzsche, Pdlke, Ree, Pine- les, Bjerre, Tausk ve daha pek çok erkeği eleştirme olanağmı vermiştir. Nevrotiklerin sağlıklı olmak için dişiliklerini ön plana çıkarmalarının gerektiğini vurgulamış, Rilke ile iliş­kilerini anlatarak, insanın kendisini dişi olarak duyumsa- * masmm sağlıklı bir duygu olduğunu açıkça söyleyebilme yolunu bulabilmiş, cinselliğin insanın kendisini gerçek­leştirebildiği bir "ana vatan" olduğunu söyleyebilmiştir... (167)

Bu arada Tausk olayı yaşanır. Pek çok konuda yetenekli olan, keman çalan, resim yapan, tiyatro eseri yazan, şiirle­ri giderek ünlenmeye başlayan Viktor Tausk (1879-1919), Freud'un -da- en yetenekli ve genç çalışma arkadaşların­dan biridir. Freud ona -hemen hemen sürekli- maddi ve manevi destekte bulunmaktadır. Tausk, psikanaliz alanın­da çalışan hemen tüm "normal insanlar gibi", zaman za­man ciddi depresyonlar yaşar. Salomé Viyana'ya geldikten sonra, bir süre -de- Tausk ile yakınlaşır. Freud kıskançlık­la Tausk'la olan tüm bağlarını keser. Freud'u yitirmemek için Salomé'de onunla olan ilişkilerini dondurur. Bir anda kendisini büyük bir boşlukta duyumsayan Viktor Tausk, 3 Temmuz 1919'da intihar eder. Ölümünü garantiye ala­bilmek için, kendisini asar ve henüz boğulmak üzereyken ayrıca beynine kurşun sıkar. Onun intiharından da acı olan, ne Freud ve ne de Salomé, bu intihar ile yeteri kadar ilgilenirler ve hatta sözünü bile etmezler. "Freud'un öfke­sini üzerlerine çekmemek kaygısıyla" Tausk'a sahip çıkan olmaz. Psikanaliz ailesi içinde Tausk'un intiharı karanlık bir bölüm olarak kalakalır. (168)

Salomé, Freud'un şahsmda, katı bir teorisyenden öte, deneyimlere dayanan insanın bilgilerini ve kişiliğini ço­ğaltan, sakin, araştırmacı, tartışmacı, uzlaşmaz bir rasyo­nalist ve bu nedenle de "peri masalı türü fantezilere" olanak tanıyan bir kişilik bulur ve bu ortamda kendisini sürekli daha derinlere doğru katman katman araştıran bir arkeolog gibi düşünür. 1928'den sonra pek görüşemezler. Giderek yaşlanan ve yorulan "bulunduğu yerin odak nok­tası olma konumunu yitirdiğini sezinleyen" Salomé, ar­tık yavaş yavaş kocasmm yanında -da- yaşamaya başlar. Sonra da; diyabet, görme bozuklukları kanser, bedensel ve ruhsal acılar, parasal sıkıntılar ve hepsinden önemlisi yo­ğun yalnızlıklar ve ilgisizlikler içinde 5 Şubat 1937'de ölür. (169,170,171)

Freud'un diğer çok özel bir koruyucu meleği, arkada­şı/meslektaşı Prenses Marie Bonaparte'tır (1882-1962) . Marie Bonaparte, Napolyon'un ağabeyi Lucien Bonapar-te'ın akrabasıdır. Ayrıca kocası Prens Georg, Yunanistan kralının ağabeyi ve Danimarka krallık ailesinin uzaktan akrabası olduğundan, dolaylı Avrupa Kral Ailesi üyesidir. Annesi tarafından da ayrıca büyük bir mirasın tek varisi olmuştur. Marie Bonaparte, 2 Temmuz 1882'de doğmuş­tur. Babası emekli subay ve tutkulu bir doğa bilimci Ro­land Blanc'tır. Annesi Marie Blanc çok zengindir, fakat kızının doğumundan birkaç hafta sonra, tüberkülozdan ölür. Maria, en başta annesinin ölümünden kendisini so­rumlu tutmuş, sonra pek çok saray içi entrikalarına, gebe gelinlerin öldürülmelerine, zehirlemelere küçük yaşta ta­nık olmuştur. Bu tür korkular nedeniyle, yaşam boyu ilaç ve kırmızı şarap içmekten hep kaçınmıştır. Zamanla dep­resyonu, korkuları, ruhsal sorunları artar. Kendi içinde, iki ayrı kişiliğin varlığmı duyumsamaya başlar. Psikanalizi en uygun yol gibi görür. Viyana'ya gelip Freud'a analiz olur ve sonra kendisi de psikanaliz eğitimi alarak psikana­liz yapmaya başlar.

1926 tarihinden sonra, Fransa'da psikanaliz hareketinin örgütlenmesi girişimlerinde aktif çakşır. Arkeoloji çalış­malarının etkin destekleyicisi olur. Freud'un uluslararası ilişkilerine çok katkıda bulunur. Özellikle Nazilerin yö­netime gelmelerinden sonra, Freud ailesinin Viyana'dan çıkmasına, mektuplarının, parasının, yazışmalarının, ki­taplarının ve de antika koleksiyonunun gizlenmesine ve sonra da Londra'ya götürülmesine büyük çaba harcamış­ta. Daha çok küçük yaşlarda yazı yazmaya, şaşırtıcı gü­zellikte günlükler tutmaya başlamıştır. Bitmez tükenmez bir canlılık ve yoğun bir entelektüel donanımla, binlerce mektup, şiir, anı, gezi notları tutmuştur. Yazgısmı biraz da kendisine benzettiği Edgar Ailen Poe'nun biyografisi ve yapıtları üzerine yaptığı analitik araştırması bugün de başyapıt niteliğinde bir çalışmadır. (172)

Yaşamının son yıllarında, psikanalizin Fransa'da yay­gınlaşması, kadmlarm cinsel özgürlüklerini kazanmaları ve "insanların Tanrıdan biraz daha uzak ve biraz daha mutlu yaşamaları için" çeşitli kuruluşlarda çalışmış, Fre-ud'un en yakın arkadaşlarmdan, sırdaşlarından biri olarak bilinen bu kadın, 21 Eylül 1962 yılında ölmüştür.

Bunların dışında, Amerikalı Ruth Brunswick (1897­1946) çekici, entelektüel kişiliğiyle, Freud'un diğer bir genç kadın hastası ve yardımcısı olmuştur. Brunswirk, 24 yaşın­da, Freud'a psikanaliz olduktan sonra, psikanaliz eğitimi görmüş, uzun süre Viyana'da kalmış ve Freud'a, kızı An-na'dan daha çok yakınlaşmıştır. Bu nedenle, zaman zaman Anna ile aralarında kıskançlık mücadelesi olmuştur. Ruth Brunswick, psikanaliz hareketinin Amerika Birleşik Dev-letleri'nde yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuş, Freud'un, Londra'da ölümünden sonra, sürekli alkol ve morfin alarak, çok genç yaşmda yaşammı sonlandırmış, 25 Ocak 1946 tarihinde evinde ölü bulunmuştur. (173)

Polonyalı Yahudi kökenli Helene Deutsch (1884) Vi­yana'da tıp okumuş ve ardmdan sinir hastalıkları uzma­nı olmuş, ilk kez analiz olduktan sonra da, Freud'un çok yakın çevresine girmiş, çok parlak bir kariyer yapmıştır. Özellikle, "kadınlık psikolojisi" alanmda derinleşmiş; psi­kanaliz hareketinin en iyi eğitimcilerinden biri olmuştur. 1920 yıllarının genç kuşağmı çok etkilemiştir. Gene, Anna Freud'u kıskandıracak ve bu arada, kendi özgürlüğünü yitirecek kadar, Freud'un yakınma ve etkisine girmiş; son­ra, Viyana'nın politik durumu nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiş, çalışmalarmı orada sürdürmüştür.

Hakkında burada anımsatmaya gerek olmayacak ka­dar çok şey bilinen Melanie Klein (1882-1960)'da benzer bir gelişme çizgisi göstermiş, Freud'dan ayrılmakta çok zorluk çekmiş, sonra zorunlu olarak Viyana'yı terk edip, İngiltere'ye gitmiştir. Ve burada istemeyerek de olsa, sü­rekli olarak Anna Freud ile bilimsel tartışmalarda karşı karşıya gelmişlerdir.

New Yorklu ünlü mücevherci Charles Tiffany'nin ikinci karısı Louise Wakeman Knox'un (11 Ekim 1891 doğumlu) kızı Dorothy Burlingham'ın, özel ve mesleki yaşamı, Anna Freud ile bağlantılı (hatta bağımlı) bir gelişme göstermiştir. Dorothy, Amerika'da psikanaliz okumuş, sonra Viyana'ya gelmiş, Freud'larm evinin üst katma taşınmış ve aile için­de yer almıştır. Parlak bir akademik evrim göstermiş, ilk kez özürlü ve gözleri görmeyen çocukları analiz etmeye başlamış, zaman içinde Anna ile ilişkileri iki genç kadmm yakm arkadaşlarının çok ötesine geçmiş, Burlingham 1940 tarihinde Viyana'yı terk edip Anna'nın yanma Londra'ya gitmiş; 19 Kasım 1979 tarihinde, ölümüne değin Anna ile birlikte yaşamış ve çalışmıştır.

Anna Freud, 1895 tarihinde, Freud ailesinin bir anlamda istenmeyen altmcı ve son çocuğu olarak doğmuştur. Ancak diğer tüm çocuklardan farklı bir gelişme göstermiş, öğreni­mini bile tamamlamadan babasıyla çok yakm bir yaşam ve çalışma birliğine girmiştir. Yaşamının tümünü babasının yanında geçirmiş, özellikle Freud'un hastalanmasından sonra, artık ondan ayrılmaz olmuştur. Aralarında Oidipus ile Antigone benzeri çok özel bir ilişki oluşmuş, belki de * Martha ile son cinsel ilişki sonucu doğan en küçük çocuk Anna, cinsel gücün bitimini, gençliğin doğumunu sim-gelemiştir. Freud, Kral Lear'in en küçük kızı Cordelia ile olan ilişkine benzer bir ilişkiyi Arma ile yaşamış; Anna'yı da sıklıkla Cordelia olarak tanımlamıştır. Yaşamının son 16 yılında artan bir bağımlılıkla biranlamda ölümün acı­sını hafifletmeye çalışmıştır. Anna, kendisine yapılan tüm evlenme tekliflerini reddetmiş, başka erkeklerden uzak, Maria Bonaparte'ın tanımıyla, Vesta rahibesi konumunda yaşamıştır. Anna'nın babasma karşı duyduğu yakınlık, olasılıkla, onu doğal cinsellikten kaçırmış, kadmlığmı yok saymasma neden olup, kendine özgü bir yaşam kurması­nı engellemiştir. Freud'un babalarm çocuklarını, özellikle de kızlarını analiz yapmamalarma karşı olmasma rağmen, kızı Anna'nın analizini neden kendisinin yaptığı bugün bile tartışmalıdır. Freud, bu analizin başarılı geçtiğini söy­lemesine karşm, Anna'nın psişik durumu her zaman çev­resindekileri oldukça kaygılandırmış, Freud, sonunda An-na'yı analizine devam etmesi için, Lou Andreas-Salome'ye emanet etmek zorunda kalmıştır. Arma, bu arada başka bir erkekle birlikte olamayacağını kestirdikten sonra, Dorothy Burlingham ile yakın arkadaşlık kurabilmiş, melankolik bir hüzün içinde tam bir keşiş yaşamı sürdürmüştür. An­na'nın, yaşamının sonraki bölümleri de oldukça hüzünlü olmuş, aradığı mutluluğu bir türlü bulamamış, özellikle, 1979 tarihinde Dorothy Burlingham'm ölümünden sonra, durumu daha da kötüleşmiş, beyin kanaması geçirmiş, 9 Ekim 1982 tarihinde de Londra'da ölmüş, gömülmesi sı­rasında, Gustav Mahler'in Yeryüzünün Şarkısı yapıtının çalmmasmı vasiyet etmiştir.

Arma Freud'un son yıllarını geçirdiği Londra'daki oda­sının ve kullandığı özel eşyalarının görülmesi bile onun içinde bulunduğu çok yoğun, hüzün dolu psişik durumu anlamaya yetebilir.

 II. Bölüm

 

 

Sigmund Freud'un "Tarihsel Romanı"

 1. "Tarihsel Roman"a Giriş:

Genel Bir Yaklaşım ve Günlük Yaşamın Psikopatolojisi

 

 

I.

Bu romanın temel kaynaklar, günlük uygulamadan, mu­ayenede görülen hastalardan toplanan verilerden, Leonar­do da Vinci, Dostoyevski, Michelangelo gibi sanatçıların biyografileri ve yapıtlarından derlenen bilgiler ile bunlar üzerine yapılan yorumlardan ve de özellikle de "Musa Denen Adam" babı üzerine Tevrat'tan, tarihçilerin araş­tırmalarından, söylencelerdenderlenmiştir. Zaman içinde, bunlar birbirine geçmiş, birbirleri içinde erimiş, sonra gene hem birbirlerini hem de Freud'un bizzat kendini yeniden üretmiş ve de (en sonunda) tüketmişlerdir.

Freud'un, 1900 yılında yayımladığı Düş Yorumu ile . hemen hemen son noktasını koyduğu "aile romanı" çalış­masından sonra, yaşammın kalan ikinci bölümü üzerinde çalıştığı "tarihsel roman"ın hazırlanmakta olduğunun so­mut haberini veren, ilk yazılı bilgi Eylül 1934 tarihinde Ste­fan Zvveig'a yazdığı bir mektupta görülmektedir. Burada, Yahudilerin bu denli öfkeleri, nefretleri üzerlerine çeken bir toplum olmalarının nedenlerinin kafasmı kurcaladığını ve bu konuyu araştırmak istediğini söylemiş ve yeni ça­lışmasının adının, Tarihsel Roman: "Musa Denen Adam", olmasını düşündüğünü vurgulamıştır.

Bu çalışmayla ilgili elimizde bulunan ilk elyazması belgeler, 9 Ağustos 1934 tarihini taşır. Ama sonraki çalış­malarda, bu ilk birkaç sayfa, hiç kullanılmamış, yapıta içine katılmamıştır. (1) Ama yine de İsrail'de, Kudüs'te bulunan arkadaşı Eitinton'a yazdığı bir mektupta, çalışma­nın admı -artı- sadece "Musa Denen Adam" olarak dü­şündüğünü, kendini tarihsel roman yazacak olgunlukta görmediğini, bu işi Thomas Mann'a bırakmak gerektiğini yazmıştır.

Fakat, Freud'da, Musa üzerine bir çalışma yapmak istemi daha (1901 yılında), ilk Roma gezisi sırasında, ilk kez orijinalini görme olanağı bulduğu, Michelangelo'nun Musa heykelini seyrettikten sonra başlamışta. Gerçekte, o Michelangelo'nun Musa'sına yaşamı boyu hep öykünmüş, kendi konumunu Michelangelo'nun Musa'sında saptadığı (büyük önderlere özgü) ruhsal gerilim ve sonra da kendi­ne hâkim olma davranış gücüyle karşılaştamış, ama öte yandan sürekli olarak da hep onunla hesaplaşmak ve (hat­ta) onu aşmak istemiştir. Fakat bu "aşma" düşüncesinin arka (ve hatta belki de ön) planında genel olarak dinsel inançlarla daha radikal bir hesaplaşma amacı varmış gibi görülür.

Robert Martha bu durumu çok güzel formüle etmiştir: Kendi kimliğini kanıtlamak ve kazanmak için, kırk yıl ba­basıyla arasındaki Oidipus çatışması ile boğuşan ve onu aşmaya çalışan -Freud gibi- birinin, sonradan tam bağım­sızlaşmak ve özgürleşmek için Yahudi kimliğini -de- aşma ve "en büyük baba Musa" ile hesaplaşma gereksinimi kaçınılmaz olmuştur. Bireysel kimlik için Jakob ne denli önemliyse, ulusal/toplumsal ve dinsel kimlikten kurtul­mak için Musa da o denli önemlidir. (2)

Kitabın basılma aşamasma gelindiği 1938-39 yıllarında, Nazilerin Yahudilere dönük saldırganlıklarının giderek tir­mandığı günlerde, böyle bir çalışmanın ortaya çıkmasının gereksizliği ve hatta Yahudiler için büyük bir sakmca ve aşağılanma olacağı kendisine söylendiğinde, o çok mesa­feli, hatta sert bir tavırla "bilimsel hakikatlerin sözkonusu olduğu ortamlarda, ulusal/toplumsal ilgiler geride kalır" diyebilmiştir. (3) Bir yandan, kendisinin "ateist bir Yahudi olduğunu" kabul etmiş, bunu sıklıkla söylemiş, öte yandan da, özellikle bu çalışmasmda -kendisi dahil- tüm Yahudi­leri "gayrimeşru" (illegitim) kılacak sonuçlar çıkarmaya çaba harcayan bir yöntem kullanmaya, tavır koymaya ayrı bir özen göstermiştir. Burada onun "Yahudiciliği" üzeri­ne ayrıca tartışmak gerekebilir. Bu durum her şeyin bitti­ği yerde/anda en altta kalan başka bir şeylerin, heyecan yüklü amlarm çağrışımlarının başladığı bir süreç olarak da tanımlanabilir. Kanımca, bu da ona özgü örnek ve pozitif çelişkili bir ruhsal durumu sergilemiştir.

1901 yılında yayımladığı Günlük Yaşamın Psikopato­lojisinden, 1939 yılında yayımlayacağı Musa Denen Adam'a kadar, adım adım, taş taş büyük bir yapıyı oluşturur gibi, "tarihsel romanı"nı yazmış; bitirip yayımlanmasından kısa bir süre soma, sonlanmakta olan yaşamını, gene ken­di kararı ile çabuklaştırarak noktalamıştır.

 

II.

Tarihi romanm bölümünü (1901), 1904 yılında yayımlanan ve temel verilerinin büyük bölümü uygulama bulguların­dan oluşan, "Günlük Yaşamın Psikopatolojisi" adlı çalış­ma oluşturur diyebiliriz. Burada, yapıtını temellendireceği "Batıl inançlar" bölümünde, din ve batıl inanç olguları üze­rine olan görüşler açıklanır: Öncelikle, "ben de mucizelere inanmayan, o yeteneksiz kişiler kategorisindenim" diye kendisine dönük vurgulu bir açıklamada bulunur. Sonra da, tüm yaşamı boyunca sürdüreceği din/kültür olgusu eleştirisi üzerindeki çalışmalarına giriş niteliğindeki ünlü tespitlerinde, batıl inançlı insanların ruhsal dünyalarını, psikanaliz yönteminin verileriyle çözümlemeye çalışmış ve düşüncelerini şöyle açıklamıştır: "Ben, modern dinlere kadar uzanan mitolojik dünya anlayışının, büyük ölçüde, dış dünyaya yansıtılan bir psikolojiden başka bir şey ol­madığı düşüncesindeyim. Bilinçdışına ait psişik olgularm ve faktörlerin karanlık bilgisi (bu durum hakiki bilgiyle karıştırılmamalıdır), başka bir deyişle, bu faktörlerin ve olguların endopsişik algısı, bilimin bir bilinçdışı psikolo­jisine dönüştüğü duyularüstü gerçeklik halinde kendisini aksettirir (bunu başka türlü söylemek zordur, çünkü bu­rada paranoyayla benzerlikten yararlanmak zorundayız). İnsanm, bu bakış açısında yer alarak cennete ve ilk günaha, Tanrı'ya, iyilik ve kötülüğe ve başkalarına ilişkin efsanele­ri ayrıştırması ve metafiziği, metapsikoloji haline getirme­si olasıdır. (Burada sözü edilen metapsikoloji; kavramsal, duygusal/düşüncesel düzeyde, bir üstyapı kurumu ola­rak düşünülmektedir; s.t.). Paranoyak tarafmdan yapılan deplasman ile batıl inançlı bir kimse tarafından yapılan deplasman arasmdaki mesafe, ilk bakışta göründüğünden daha küçüktür. İnsanlar düşünmeye başladıkları zaman, dünyayı antropomorfik olarak, bir kişilikler yığmı şeklin­de çözümlemek zorunda kalmışlardır. Böyle olunca, batıl inançlara dayanarak yorumladıkları kazalar ve rastlantı­lar, bu insanlarm gözünde, kişisel davranışlardan, kişisel görünümlerinden ibaretti. Başka bir deyişle, tıpkı parano­yaklar gibi davranıyorlardı. Bilindiği gibi, paranoyaklar, başkalarından gelen en ufak bir işaretten bile birtakım so­nuçlar çıkarır ve tıpkı bütün insanlarm haklı olarak yaptık­ları gibi, rastlantısal ve amaç dışı davranışlarına bakarak, kendi benzerlerinin karakteri hakkmda hükümler formüle ederler". (4)

Freud'a göre, "psikanaliz yöntemi yardımıyla, insanın gizli eğilimlerini inceleyen kişi, batıl inançlar içinde orta­ya çıkan bilinçdışı motiflerin niteliği hakkmda da oldukça fazla şey öğrenecektir. Batıl inançlarm kökeninin, baskı al­fana alınmış olan düşmanca ve acımasız nitelikteki eğilim­lerde bulunması, olayı en kesin biçimiyle, genellikle çok zeki olan zorlama fikirlerden ve saplantılardan yakınan nevrozlularda görülür. Batıl inanç, her şeyden önce bir kö­tülük bekleyişi anlamı taşır. Başkaları için her zaman kötü şeyler dilemiş, fakat terbiyesi/vicdanı etkisiyle bu dilekle­rini bilinçdışına itmeyi başarmış bir kimse, bilinçdışındaki kötülüğü nedeniyle, ceza olarak basma bir felaket geleceği korkusunu, yaşamı boyunca duymaya özellikle eğilimli olacaktır. "(5)

Günlük Yaşamın Psikopatolojisi" inden sonra, Freud'un kültür ve din tarihi üzerine bakışmm en kapsamlı yazısı, 1907 yılı Şubat aymda tamamlanan ve gene aynı yü ba­sılan "Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar" adlı ça­lışmasıdır. (6) Bu sıralar, bir yandan, örnek bir saplantı/ zorlama nevrozu rahatsızlığı sergileyen "Fare Adam"m analizini sürdürürken (7) bir yandan da Totem ve Tabu (8) kitabı üzerindeki ilk çalışmaları başlamıştır. Ve ön-çalışma niteliğindeki ilk yazısında, ruhsal rahatsızlıklar içinde sık . rastlanan, saplantı nevrozlarında görülen, saplantılı/zor­lamalı isteklerin, çok kez yine saplantılı korkular ile birlik­te ortaya çıktıklarım ve insanların bu nevrotik davramşları yapamadıkları zaman, korkunç şeyler olacağı, zorlamalı düşüncelerinden/saplantılarından kurtulamadıklarını tespit etmiştir. Uzun analiz çalışmalarmdan soma, saplan-tıh/nevrotik kişilikler ve bunlarm davranışları ile dindar kişilikler ve bunlarm dinsel davramşları arasmdaki ben­zerliklere dikkat çeker. Ayrıca, nevrozlarda anlamsızmış gibi görünen düşünceler ve davranışlar ile dindarlardaki salt biçimsel olduğu kanısı veren ritüellerin özlerindeki şa­şırtıcı benzerliklerin altını çizer. Örneğin, oldukça atak bir çıkışla, saplantı nevrozlarının biraz komik, biraz hüzünlü, karikatürleşmiş bir nevrotik kişiliğe özgün, kişiye özel din olduğunu, dinlerin ise genelleştirilmiş nevroz olduğunu düşündüğünü söyler. (9) Gerek nevrotiklerin, gerekse de dindarlarm düşüncelerinde ve davranışlarından törensel­lik, ibadetlerde, seremonilerde olası bir aksaklığın, bunlar­da ne denli büyük korkular oluşturduğunu, nevrotiklerin ve dindarlarm bu düşünce ve davranışlarını aksatmadan sürdürmeye ne denli büyük özenler gösterdiklerini vur­gular. Bu önemli ve yeni bir düşünce tarzı başlatan yazı­sında, nevrotik törenin kökeni konusunda yapılacak bir iç gözlemin, dini yaşamdaki ruhsal süreçler konusunda da benzetme yoluyla bazı çıkarsamalar yapmaya olanak tanıdığını, ayrıca, nevrotik saplantılar ile dini törenlerde-ki kutsal hareketler arasmdaki benzerliklerin -de-, benzer "vicdani rahatsızlıklardan" kaynaklandıklarını tartışır. Zorlamalara ve yasaklara uyulmadığı zaman, nevrotikler ve dindarlar açı çekerler (...) suçluluk duygusu ile birlikte bir tür cezalandırılma beklentisi içine girerler (...) bu ne­denle -de- zorlama düşünceler ve dinsel uygulamalar bir tür savunma sistemi olarak tanımlanabilir. Bunların olası bir felakete karşı, koruyucu düzenlemeler olduğuna ina­nılır. Dindarlarda pratiğin uygulanmaması durumunda, Tanrı tarafından cezalandırılma ve vicdan azabmdan kur­tulamama korkusu/kuşkusu ortaya çıkar. Analitik soruş­turmaların yardımıyla, saplantılı eylemin, gerçek anlamı kavrandığı zaman, nevrotik ve dini törenler arasmdaki keskin (gibi görülen) farklar ortadan kalkar. Saplanülı ey­lemin, bilinçdışı güdüleri ve düşünceleri dile getirdiği söy­lenebilir. Zorlamalardan ve yasaklardan yakman kişilerin, hakkmda hiçbir şey bilmedikleri bir suçluluk duygusunun egemenliği altındaymış gibi davrandıklarını söyleyebili­riz. Buna bilinçsiz bir suçluluk duygusu dememiz uygun düşer. Pusuda yatan bir beklentisel kaygı duygusu ve ce­zalandırılma düşüncesi... Böylece her tören, bir savunma veya güvence eylemi -ya da- bir korunma önlemi olarak başlar. Saplantılı nevrotiklerin suçluluk duygularmm kar­şılığı, dindar insanlarda özde büyük günahkârlar oldukla­rının itirafıdır ve gündelik her davranıştan önce giriştikleri dua etme gibi dini törenler, savunma veya koruyucu ön­lem olma değerine sahiptir.

Dinsel inançlarm oluşumunda, baskı altma alınmış cin­sel içgüdülerin yanmda, bencil ve toplumsal açıdan zararlı içgüdülerin bastırılması da önemlidir. Dini alanda cezalan­dırılma korkusu, nevrozlarda çok daha uzun süredir bildi­ğimiz bir olgudur. Gerçekten de, dindar insanlar arasında günaha yöneliş, nevrotiklerden çok daha yaygındır. Bu da yeni bağnazlıklara değin uzanan yeni dini etkinliklere ve tövbe etmelere yol açar. Bu benzerlikler ve benzetmeler açısmdan saplantı nevrozunu bir dinin oluşumunun (eş­değeri) patolojik karşılığı olarak değerlendirip, "Nevrozu bireysel bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu ola­rak" tanımlayabiliriz. (10)

 2. "Leonardo da Vinci'nin Bir Çocukluk Anısı"

 

 

"Leonardo da Vinci'nin Bir Çocukluk Anısı" adlı araştır­ması, bu çalışma sürecinde önemli bir -ara/temel- hal­kayı oluşturur. Bu yazı, 1910 yılında basılmış olmasma karşm, onun bu konu üzerine en azından 1898 yılından beri düşündüğü ve bir şeyler yazmak istediği bilinmek­tedir. Örneğin, 9 Ekim 1898 tarihinde, arkadaşı Fliess'e, ileride yapacağı kapsamlı bir araştırmanm bir küçük ön-desen çalışması niteliğinde, "Leonardo'nun kadın­larla bir aşk serüveni yaşadığma ilişkin olarak, elimizde hiçbir belge bulunmadığını" yazmışür. Olasılıkla salt bu betimleme bile -ayrıca- çok güzel bir insan olan Leonar­do'nun biyografisindeki -kadmlardan uzak durmasında-ki- gizemi sezinleyebilmek için önemli bir başlangıç nok- ' tası oluşturmuştur. Sıkça anımsatıldığı gibi, Freud, hep kendi biyografisi ve sorunlarıyla, Leonardo arasmdaki benzerlikleri düşünmüş. (11) Bu onun çalışmasının öne­mini daha da artırmıştır. Freud, burada öncelikle (biraz da kendi durumuna benzeyen) Leonardo'nun -da- evlilik dışı doğduğunu, aşırı anne sevecenliğinin, onu kişiliğinin belirlenmesinde önemli etkilerde bulunduğunu vurgular ve "yaşamı boyu çocukluğunu koruduğunu, gerçek ya­şam koşullarına ayak uydurmada yetersiz kaldığım, cinsel

 eğilimlere yüz çevirdiğini ve perhizkâr bir yaşam sürdür­düğünü" anlatır. (12,13)

Freud'un kanısma göre, Leonardo'daki derin bilgeli­ği yansıtan yazılarda, doğa yasalarına boyun eğip, Tan-rı'nm inayet ve rahmetinden, durumu hafifletici hiçbir yardım beklemeyen insanın gönül hoşluğu sezinlenir (...) O, gerek batıl inançlardan, gerekse kişisel Tanrı ilkesine dayandırılmış din anlayışından kendisini kurtarmış ve araştırmalarını dindar Hıristiyan dünya görüşünden hayli uzaklaştırmıştır.(14,15)

Freud, bu büyük dâhinin biyografisinin analitik irde-lenmesinden hareketle, din ve otorite gibi konular üzerine düşündüklerinin hemen hemen tümünü söyleme olanağmı bulmuştur: Leonardo'daki bağımsız ve özgür düşünme ye­teneğinde, annesinin kendisine karşı çok sevecen davran­masının yanında, erken yaşta babasmdan, "baba otorite­sinden" ayrı yaşamasının da önemli katkısı olabileceğinin altını çizer. Onda, baba otoritesinin etkisi pek görülmez. Dinden ve benzeri batıl inançlardan da uzak kalabilmesi hep, baba otoritesinden uzak yaşamış olmasıyla açıklana­bilir. Çünkü psikanaliz, baba ilişkisiyle, Tanrı inancı ara­sındaki, içten bağı tanımamızı sağlamış, Tanrı'ya psikolo­jik açıdan bir baba gibi bakılabileceğini ortaya koymuştur. Dinsellik, küçük insan yavrusunun biyolojik bakımdan uzun süren kendine yetmezliği ve yardım gereksinimin­den kaynaklanır: Çocuk, yaşamm büyük güçleri karşısın­da, gerçek yalnızlığını ve güçsüzlüğünü anlar anlamaz, içinde bulunduğu durumu, tıpkı çocukluğundaki duruma benzetir ve yeni durumun iç karartıcılığını, çocuklukta kendini kollayıp gözetmiş güçleri geriye dönüş (regresyon) yoluyla dirilterek yok saymaya çalışır. Dinlerin nevrozlara karşı, insanlara bağışladığı koruyucu güç de, gerek tek ki­şide, gerekse tüm insanlardaki suçluluk bilincini, anne ve baba kompleksinin yükünü onlarm omuzlarmdan alması, bu kompleksleri onlar hesabma çözüme kavuşturmasıdır. Din cemaati dışmda kalan kimsenin ise, böyle bir işin al­tından tek basma kalkması gerekmektedir. Leonardo ör­neği, burada sözkonusu ettiğimiz dinsel inanç anlayışının doğruluğuna bir kanıt oluşturacak gibi görünmektedir. Dine inanmadığı ya da o zamanlar bundan farksız sayı­lacak bir yola başvurduğu, yani Hıristiyanlıktan koptuğu gibi suçlamalar, daha Leonardo yaşarken bile kendisine yöneltilmiştir. (16) Zaten bir süre sonra Leonardo, ülke­sinden ayrılıp yaşammm sonuna değin kalacağı Fransa'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Freud'un tarih-din olgusu üze­rine, Leonardo örneğinde yaptığı bu yorum, onun tüm yaşamı boyunca savunduklarmm ve savunacaklarmm ilk genel formülasyonu olmuştur.

 3. "Babanın Öldürülmesi Gerektiğini" Kanıtlama Çabası Olarak Ortaya Çıkan Yapıt: Totem ve Tabu

 

 

i.

Freud'un, Cari Gustav Jung'la (1876-1861), görece kısa sü­ren ve yapay olduğu başından beri belli olan dostluğunun bitiminde ortaya çıkan çatışmaların, kültür dünyasma tek, belki de bir anlamda en önemli ve yararlı olarak nitelendi­rilebilecek katkısı Totem ve Tabu yapıtıdır. Jung ile Freud arasında, özellikle de "dinsel inancın kökenleri" konusun­da karşılıklı olarak, bu denli büyük bir sürtüşme ve kış­kırtma olmasaydı, belki de bu çapta bir kitap yaratılmamış olacaktı.

ı

 

 

II.

Freud'un, Fliess'den sonra yeni ve büyük bir düş kırıklı-ğıyla sonuçlanan Cari Gustav Jung'la (1876-1961) dost­luğu, Jung'un din ve dinsel inançlar üzerine geliştirdiği kuramsal çalışmaları, onu insanlardaki dinsel düşünceleri radikal olarak incelemeye zorlamıştır. Freud, daha 1904 yı­lında Zürich Psikiyatri Kliniği'nde, dönemin en ünlü psi-kiyatristi Eugen Bleuler'in, kendisinin çalışmalarmı yakın-

 dan izlediğini ve olumlu konuşmalar yaptığım duymuş ve haklı olarak bunları çok önemsemiş; hatta psikanaliz hare­ketinin en sonunda hak ettiği evrensel kabulü görmesi yo­lunda, ileri ve önemli bir adım olduğunu düşünmüştür.

Bleuler'in yardımcılarından Cari Gustav Jung, daha ilk yayımlandığı günlerde Düş Yorumu'nu okumuş; serbest çağrışım yöntemini kendi pratiğine uygulamaya başlamış; bu konuda önemli çalışmalar yapmış, sonunda beklenen zaman gelmiş, 1906 yılının Nisan aymdan itibaren, yedi yıl sürecek Jung-Freud mektuplaşmaları başlamış; iki büyük düşünür/psikiyatrist arasmda yoğun bir bilimsel ve özel ilişki dönemine girilmiştir. 10 Şubat 1907 Pazar günü saat 10'da, Jung Viyana'da, ilk kez Freud'u evinde ziyaret eder. Sonra, 2 Mart 1907'de, bu kez diğer bir ünlü İsviçreli psi-kiyatrist Ludwig Binswanger ile Jung yeniden Viyana'ya gelirler. Giderek, Zürich ile Viyana ruhbilimci grupları arasında yoğun bir trafik, bilgi ve deneyim değiş-tokuşu başlar, izleyen iki- üç yıl içinde Freud, Jung'un kişiliğine, canlılığına, çalışma hızına, bilgi birikimine, fantezi gücüne hayran kalır. Onu, "Geleceğin insanı" olarak selamlar. Alf­red Adler ve arkadaşlarına karşı yaptığı haksız saldırıların ve Viyana Psikanaliz Derneği'nden çıkarılma (bir anlamda) "kastrasyon hareketinin" keyfini Jung'la birlikte çıkaracak derecede ona güvenir. Sonunda psikanaliz hareketini ema­net edebileceği -Yahudi olmayan Cermen kökenli - güçlü bir insan bulmanın mutluluğu içinde, "Jung'u Uluslarara­sı Psikanaliz Derneği"nin başkanlığma veliaht olarak öne­rir. Papaz çocuğu Jung'un, herkesi hayran bırakan parlak kişiliğinin, bilgi donanımının ardmda yatan, "çok fazla Al­man"- özellikleri, psikiyatristten çok Ari Cermen bir Prus­ya askerini anımsatan yapısı, yüz ifadesi ve davranışları, hatta saç taraşı bile insanı kuşkulandıracak kerte Asya ve Avrupa mistiği hayranlığı (17), bu çoğunluğunu Yahudi­lerin oluşturduğu Viyana grubunu fazlasıyla huzursuzlaş-hrır. Jung, Freud'a göre 18 yaş daha genç ve 18 cm daha uzun boylu olmanın getirdiği fizik üstünlükleri bile kulla­nıp kendisini hareketin gerçekten tek ve biricik önderi ve varisi olarak görme ve göstermesi durumu -kendisinden başka "büyük" tanıma alışkanlığı olmayan- Freud'u -bile­en sonunda rahatsız etmeye başlar. Aralarındaki gerginlik artar. Bu arada, Jung'un, parapsikoloji, telepati, okültizm, astroloji hatta simya eğilimlerinin giderek artması, insan yaşammda Oidipus kompleksinin, babanm rolünün ve cinsel dürtünün önemlerini yadsımaya başlaması, bu iki büyük ve karmaşık kişilikli ruhbilimcinin arasmı iyice açar ve 1913 yılında birbirlerinden tümüyle koparlar. Jung'un tüm bilge kişiliğine rağmen, 1930'lu yıllarda, Almanya'da yönetime gelen Naziler ile işbirliği yapmaya başlaması, kendisini "gereğinden fazla Alman" ve kuşkulanılacak kerte mistik bulanları (ne yazık ki) haklı çıkarır.

Fakat Jung'dan ayrılma, Alfred Adler (1870-1937) ve Wilhelm Stekel'den (1868-1940) kopmaktan çok daha üzü­cü olur. Freud, Jung'un kişiliğinde, Fliess'de olduğu gibi, bilge bir meslektaştan öte, özel kimi konularım da tartışa­bileceği bir sırdaşım yitirir. Fakat, bu kopuşun ve yaşadığı . bunalımın ardmdan, yeni bir üretkenlik dönemine başlar. İlk kez, 1912-13 yıllarında, bir anlamda Jung'un mistisiz­mine, din anlayışına yanıt niteliğinde olan, baül ve dinsel inanca karşı, kendi görüşlerini anlatan ve en güzel yapıt­larından biri sayılan, Totem ve Tabu kitabını, ardmdan da 1914 yılında, "doğru yoldan sapanlara karşı öfkesini yenmeyi başaran" Michelangelo'nun Musa'sı çalışmasını yayımlar.

Freud, 1909 yılının son günü, yılbaşı gecesi yazıp, 1 Ocak

1910   tarihinde postaya attığı mektubunda, Sandor Ferenc-
zi'ye, "Dinin ilk ve son temelinde insanın çocuksu güçsüz-
lüğü belirmektedir" diye yazar. Ernst Jones'un kanısma
göre, yeni bir çalışma döneminin başlangıcı olarak düşü-
nülen bu mektuptan sonra, konu üzerine, ertesi yılın or-
talarına değin, pek fazla bir şey duyulmamıştır. Ancak, 9
Ağustos 1911 tarihinde, Freud, Sandor Ferenczi'ye yazdı-
ğı başka bir mektupta, uğraştığı konunun özünün, "din-
sel inançların psikolojisi ve dinsel bağlantıları" olduğunu
açıklamış ve "biliyorum çalışmalarım düzenli gitmiyor"
diye kendi kendisinden yakınmıştır.

Ancak, iki gün sonra, 11 Ağustos 1911 tarihinde, gene Sandor Ferenczi'ye "Ben tümüyle Totem ve Tabu kesildim" diye yazmış ve üzerinde çalışmakta olduğu yeni kitabının adını bile açıklamıştır. (18) İzleyen aylarda, VVeimar'da yapılan bir toplantıda karşılaştığı Kari Abraham'a yeni çalışmalarından ve oluşturmaya başladığı yeni kuramın­dan söz etmiş, bu konudaki araştırmalarını yaz/güz ay­larında daha da olgunlaştırmıştır. Ernst Jones'a, 5 Kasım

1911   tarihli mektubunda, "Kafam yeni yeni düşüncelerle
kaynıyor, ancak bunlar çok yavaş ve seyrek olarak dışarı
çıkabiliyorlar ve ben bunları zorlukla ayıklayabiliyor, iste-
diğim şekilde yazabiliyorum..." diye yakınmıştır.

Aynı gün, Ferenczi'ye de "şimdiki durumdan memnun değilim. Bir tür düşünsel sefalet içindeyim. Arada bir üret­ken olabiliyorum. Okuyorum, okuyorum ama bunlardan bir şey çıkabilecek mi, bilmiyorum..." diye yazar. Birkaç ay sonra, yeniden yeteri kadar hızlı bir tempo ve verimlilikte çalışmadığından şikâyet eder: "Totem çalışmaları çok zor gidiyor. Pek de ilgi duymadan, kaim kaim kitaplar okuyo­rum..." der.(19)

Bu kısa verilerden de kestirilebileceği gibi Freud, di­nin psikolojik kökenleri üzerindeki çalışmalarını çok zor koşullarda sürdürmüş; sonunda, 12 Ocak 1912 tarihli ha­berinde, "Ensest Korkusu" istediğim gibi olmadı, fakat bitti. Sonuç olarak bu güzel oldu, birinci bölüm tamam­landı, diye duyurmuştur.

Totem ve Tabu kitabının ilk bölümü, "Ensest Korkusu" başlığı altmda, İmago Dergisi'nin, 1. sayısmda, 17- 33 say­falar arasında, 1912 yılında yayımlanmıştır. Freud, başlan­gıçta sonuçtan pek de memnun olmamış; "Benim "Ensest Korkusu" adlı yazım hiç kuşkusuz yeterli yankı bulmadı. Ama sonraki "Tabu ve Ambivalans", "Büyü ve Düşünce­lerin Gücü" bölümleri daha da güzel olacak diye yazmış. Fakat, kendisinin tüm kötümserliğine karşm, İmago Der­gisi yönetimi, aynı günlerde, "Ensest Korkusu" adlı yazı­nın hemen ikinci özel baskısını yapmış, çalışma daha ilk gününden büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.

Freud'un en çok beğeni toplayan ve en anlamlı yapıt­larından biri olarak kabul edilen Totem ve Tabu kitabının üçüncü ve dördüncü bölümleri, 1913 yılında tamamlan­mış, tümü ilk kez 1913 yılında 149 sayfa olarak basılmış, 1920 yılında yapılan ikinci baskı, yazar tarafmdan biraz daha geliştirilmiş ve 216 sayfaya çıkarılmış, sonraki baskı- " lar hep bu ikinci baskı örnek alınarak yayımlanmıştır.

Freud, neden bu denli yoğun bir tutkuyla ilk toplumla­rın, dinleri ve kültürleriyle ilgilenmek gereğini duymuştur, sorusunun gizemli yanıtının, psikanaliz kuramının, kendi özünden kaynaklanmış olduğunu düşünmek en akılcı yol­dur. Analitik çalışmalarının belli bir aşamasmdan sonra, insanın biyografisini artık salt doğumdan itibaren bilmek, öğrenmek yetmemiş; ayrıca ilk insanlaşmaya başlandığı günlerden itibaren süren tüm soy yaşamöyküsel, kültürel, tinsel, ruhsal evrim aşamalarını da izleme gereksinimi ka­çmılmaz biçimde gündeme gelmiştir. Böylece, özgeçmişin (ontogenetik) ve soygeçmişin (filogenetik) bütünleştikleri yerde, insanın ruhsal/psişik dünyasmm dinamiklerini çok daha somut kavramak mümkün olmuştur. Bu bağlamda, psikanaliz kendisini zorunlu olarak antropoloji, etnoloji, sosyoloji, tarih, arkeoloji gibi bilimsel disiplinlerle tamam­lama gereksinimini duymuştur

Freud'un, kültür antropolojisine ilgisi, ilk gençlik yılla­rında başlamıştır. Daha 31 Mart 1897 tarihinde, Fliess'e yazdığı bir mektupta, tarihin ilk yasağı saydığı ensest kor­kusunu tartışmış, ensestin antitoplumsal etkisine değin­miş ve bu korkunun aile üyelerini birbirlerine bağladığım, ancak insanları toplumla Üişki kuramayacak kerte kuşku­lu yapüğmı, toplumdan korkuttuğunu söylemiştir. Ayrıca, aynı yılın, 15 Ekim tarihinde gene Flisse'e yazdığı başka bir mektubunda, "ensestin bir çocukluk istemi olduğunu" vurgulamıştır. (20) Freud, Fliess'e yazdığı, 12 Aralık 1897 tarihli diğer bir mektubunda, "İç psişik (endopsişik) mit­lerin neler olduğunu hiç düşündün mü? Ruhsal çabaları­mın son ürünü. Kişinin kendi ruhsal aygıtını, belli belirsiz algılaması, doğal olarak dışarıya, tipik olarak da geleceğe ve bunun ötesindeki dünyaya yansıtılan düşünce yanılsa­malarını kamçılıyor. Ölümsüzlük, intikam, ölümden son­raki yaşam, bütün bunlar, kendi ruhumuzun yansımaları. Psikomitoloji." diye yazmıştır. (21) Freud, daha 1899 yı­lında yoğun bir biçimde kültür tarihi okumaya başlamış, insanlık tarihinin çocukluk dönemi kültürlerini öğrenmek istemiştir.

Totem ve Tabu çalışmasının başlamasında, kendisinin de kerelerce söylediği gibi, Jung'un ve VVund'un bu alanda yaptıkları çok zengin araştırmalarının etkisi büyük olmuş­tur. Özellikle, Jung'un vurguladığı "dinin vazgeçilmezliği" düşüncesi, Freud'un bu konuya karşı kendi tavrını sergile­meşini neredeyse zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda, "Totem ve Tabu" ya, Freud'un Jung'a verdiği radikal bir yanıt in­kâr gözüyle de bakılır. Bu arada, konu üzerine önemli bir uyarıcı bilgi, o sıralar arkeoloji alanmdan gelmiştir. Fre­ud, bunu sevinçle karşılamış ve 4 Temmuz 1901 tarihinde Fliess'e "İngilizlerin Girit'teki Knossos Sarayı kazısmda, gerçek bir Minos Labirenti ortaya çıkardıklarını okudunuz mu? Öyle gözüküyor ki, Zeus başlangıçta bir boğaymış... Bizim Tanrımıza da -başlangıçta- bir boğa olarak tapılmış gibi gözükmektedir." (22) diye yazmıştır. Knossos Sara-yı'nm labirentlerinde bulunan baba-Tanrı-boğa Zeus'un, hem mitolojinin hem de günümüz insanının, psişik/kül­türel dünyasmm, psikomitolojisinin gizlerini sergilemede, kuşkusuz çok önemli katkıları olmuştur.

Freud, kuramının oluşmasmda arkeolojik verilerin öte­sinde, Antik Grek mitolojisinden ve trajedilerinden, Yahu­di ve Hıristiyan teolojilerinden, ayrıca da eski efsanelerden, masallardan çok yararlanmıştır. Mitoloji ile günlük ya­şamın psikopatolojisinin birbirleriyle olan yakınlıklarını görmüş, bunlardan kendine özgü bir (otorite) "baba meta-foru" geliştirmiştir. Örneğin, burada, mitolojinin Uranüs, Kronos ve Zeus'un -baba/oğul- ilişkileri, Freud'un özel­likle ilgisini çekmiştir. Bu ilişkileri biraz daha iyi anımsa­manın konumuzu kavramaya önemli katkısı olabileceğini düşünüyorum.

Konunun mitolojisini anımsamaya çalışırsak: Kronos, Gökyüzü Tanrısı Uranos ile Yeryüzü Tanrısı Gaia'nm oğ­ludur. Mitolojiye göre, Gaia, günün birinde Uranos'a kızar ve oğlu Kronos'dan, babasmm cinsel organını kesmesini ister. Kronos'da anasının isteği üzerine, babasmm cin­sel organlarını kesip, bunu denize atar. Kronos, böylece, babasını "güçsüzleştirip", Olimpos dağma oturur. Fakat sürekli korku içinde yaşar. Kendisinin de, günün birinde çocukları tarafından aynı biçimde "güçsüzleştirilip" -kast-re, edilerek- öldürüleceğini düşünür. Bunu önlemek için de, doğan çocuklarım yutmaya başlar. Söylencelere göre, karısı Rhea, son oğlu Zeus'u babasından gizli doğurur. Gi­rit adasmda bir mağarada saklar. Kolayca beklenebileceği gibi, Zeus'da günün birinde babası Kronos'u aynı biçimde "güçsüzleş- tirip" yeraltma kapatır.

Mitolojinin bu -Tanrısal- baba-oğul ilişkileri/çelişkile­ri belki şöyle toparlanabilir. Kronos babasının cinsel orga­nını kesip, onu kastre edip, "güçsüzleştirip", öldürerek ye­rine oturmuş, ancak, oğlu Zeus tarafmdan kendisi de aynı biçimde "güçsüzleştirilmiştir". Oğullar ve babalar arasın­daki bu karşılıklı "korku/sevgi" mücadelesi (ne hikmetse hep de kastrasyon üzerinden) süregelmiştir. Sophokles, Kral Oidipus trajedisinde konuyu işlemiş, insanlar arasın­daki bu belki de en temel çelişkili duyguyu odak noktala­rından biri yapmıştır. Bu düşünce Totem ve Tabu kitabmm da anahtarı olmuştur.

Totem ve Tabu'da vurgulandığı gibi, animizm, ilk doğa felsefesidir ve insanların çevresindeki her şeyin bir ruhu olduğu inancıdır. İlk insanlar düşüncelerini etkileyen ol­gulara -da- bir ruh görünümü vermişler ve daha sonra bunu dış dünyadaki tüm nesneleri kapsayacak şekilde genişleterek düşünmüşlerdir. Bu düşünme tarzı, insanın doğal durumunun, ruhsal/spiritüel usdışı yanılsamalı yansıyışı olmuştur.(23) Animist düşünme tarzı, salt, belli olgulara açıklık getirmekle kalmamış, evrenin tamamının tek bir bakış açısmdan, tek bir bütünlük içinde kavranma­sını olanaklı kılmıştır. Bu çaba, salt doğayı ve evreni açık­lamak amacıyla değil, çok daha önemlisi bunları istekler ve gereksinmeler doğrultusunda, denetim altma almak ve değiştirmek için harcanmıştır. (24)

Animist düşünce tarzının temelini mana inancı oluş­turur. Mana inancına göre, insanların ve doğanm üstün­de/ötesinde, mana dolu bir güç vardır. Bu güç her şeye egemendir/kadirdir. Totem bu manalı gücün simgesidir. Mananm maddeleşmiş biçimidir.

Animizmin dünyayı değiştirmek için uygulayabildi-ği teknik büyüdür. (25) Büyüde amaç, manayı yönlendir­mektir. Örneğin, büyü yaparak düşmandaki manayı kal­dırmak, onu manasızlaştırmak amaçlanır. Ya da büyünün yardımıyla, insan kendisini daha fazla mana ile yüklemek, doldurmak, daha -da- manalı yapmak isteyebilir.

Büyünün, muskanın, batıl inançların geçerli olduğu toplumlarda, animist düşünme tarzının insanların ruh/ duygu/düşünme dünyalarına şu ya da bu biçimde etkisi­ni sürdürdüğü görülür.

Animist düşüncenin geliştiği ilk toplumların temel özellikleri, doğaya sıkı bağlılık, kullanılan araç-gereçlerin ve tekniğin yetersizliği, günlük yaşamda geleneğin etkisi, toplumsal örgütlenmelerin kan akrabalığına dayanması, düşünmenin toplumsal/kolektif nitelikte olması biçimin­de özetlenebilir.

Totemizm, bilinen en eski din ve toplumsal sistem olarak, ilk toplumlarda inanç/din ve toplumsal örgütlen- ' melerin, insanlararası ilişkilerin temelini oluşturmuştur. Aynı toteme inanan klan/grup/toplum üyeleri birbirleri­ne yardım etmek ve birbirlerini korumakla yükümlüdür­ler. (26)

Burada, aynı toteme sahip olan ve ona inanan insan­ların birbirlerini öldürmeleri ve birbirleriyle cinsel ilişki kurmaları kesinlikle yasaklanmıştır. (27) Bu kurala/yasa­ğa uymayanlar, ölümle cezalandırılır. Toplumsal yaşamın temel güvencesi buna bağlı olduğundan, bu ilkeden hiç ödün verilmez. Bunlar, insanlık tarihinin bilinen en eski ve en büyük yasaklarıdır (tabularıdır). Totemizmde cinsel kısıtlamalar ile dinsel inançlar/âdetler birlikte gelişmiştir. Nerede -biyolojik kökenli, içgüdüsel nitelikli- yoğun psi­kolojik istek varsa, orada katı ve dinsel kısıtlamalar -ta­bular- görülmüştür. İlk toplumlarda -da- insanın içindeki "şeytanı" basürabilmek, bu yoğun cinsel isteği önlemek/ dizginlemek için büyük çaba harcanmış, ciddi kısıtlamalar getirilmiştir. (28)

Totemizm, insanın günlük pratik gereksinmelerinden kaynaklanır. Totem bağı aile bağmdan güçlüdür. Totem kadm/ana çizgisini izler. Anasoyludur. Yeni doğan çocuk anasının toteminden sayılır. Onun adım alır. Margaret Me-ad'in vurguladığı gibi (zaten) doğada "babalık" diye bir kurum yoktur. Babalık, - sonradan ortaya çıkan- sosyal bir kurum olmuştur. Totem hayvanına klanın/grubun atası -ata hayvan- gözüyle baküır. Klanın totem hayvan ile mis­tik birliği, toplumun erkek ve kadın üyelerinin birbirleriy­le olan ilişkilerini de düzenler. Totem hayvan, çok özel ko­şullar dışmda öldürülmez ve eti yenmez, kanı içilmez. (29) Charles Darwin'in gelişmiş insanımsı maymunlarm sürü içi ilişkilerinin kısmen de olsa kısıtlı olduğunu bildirmesi, egzogami olgusunu açıklamak için, Freud'a önemli ipuç­ları vermiştir. (30) Darwin, gelişmiş insanımsı maymun sürülerinde, sürü yöneticisi konumundaki erkeklerin, son kerte kıskanç ve otoriter olduklarım, sürü içindeki diğer genç erkek maymunlarm aynı sürünün - hiç olmazsa kimi-dişileriyle cinsel ilişki kurmalarma olanak tanımadıkları-nı(...) bu nedenle, yönetici erkek maymun ile diğer genç erkek maymunlar arasmda sıklıkla kavgalar çıktığmı(...) sonunda, genç erkek maymunlarm çok kez sürüyü terk etmek zorunda kaldıklarını anlatmıştır. Darwin'in bu sap­tamaları, günümüz araştırmacıları tarafmdan da, doğal koşullarda yaşayan maymun sürüleri için (çok kez) doğ­rulanmıştır. Freud, Darwin'in bu tespitlerini çok önemse-miştir. Klan içinde cinsel ilişki yasağının ve egzogaminin -de- benzer bir nedenle ortaya çıkabileceğini düşünmüş­tür. Buna göre, maymun sürülerinden sonra, insan sürü ve gruplarmda da, "aynı evi/bölgeyi paylaşanlar arasmda cinsel ilişki olmaz" eğilimi ve egzogami sonradan kural-laşmıştır. Ve sonradan da aynı toteme inananlar arasmda, cinsel ilişki yasağma/tabusuna dönüşmüştür". (31) Sonuç olarak Freud, ensest korkusunun, doğuştan gelen içgü­düsel bir korku olmadığını, toplumun esenliği, güvencesi bakımından sonradan alınmış (zorunlu) bir tür önlem ola­bileceğini düşünmüştür. (32)

Freud'un kuramı, oluşturduğu "baba metaforu" üze­rinden belki şöyle anlatılabilır: Maymun sürülerinde ol­duğu gibi, ilk toplumlarda da grup, kıskanç, otoriter, sert uzlaşmaz bir erkeğin/babanın yönetimindeydi. Baba, genç erkeklere klan içindeki dişilerle ya da en azmdan bunla­rın önemli bir bölümüyle, cinsel ilişki kurmalarmı yasak­lamış, en azmdan bunu çok kısıtlamıştır. Genç erkekler, cinsel ilişki kurabilecekleri dişileri -ancak- grup dışmdan bulmak zorunda kalmışlardır. Yaşamm dayanılmaz düze­ye geldiği bir noktada, genç erkekler, kardeşler toplanıp birlikte karar vererek "otoriteyi" yani babayı (babalarmı) öldürmüş, yönetimi ellerine geçirmişlerdir. Diğer taraftan, genç erkekler klan içinde babalarmı öldürmek konusunda anlaşmışlar, fakat, kadmları paylaşmak konusunda anla­şamamışlardır. Klanın parçalanma tehlikesine karşı, bu kez klan içindeki dişilerle cinsel ilişki tüm erkeklere ya­saklanmıştır. Egzogami ve ensest yasağı ortaya çıkmış, gi­derek pekişmiştir.

Freud'un kanısma göre, totemik inanç sistem, öldü­rülmüş babayla bir tür antlaşma, "gecikmeli boyun eğ-me"dir.(33) Baba kompleksinde gizli olan çelişkili (ambi­valan) düşünce ve duygular, gerek totemizmde gerekse de diğer tektanrılı dinlerde görülür. Tüm dinlerin bir an­lamda temelini oluşturan suçluluk duygusunda, çok kez düşünülmüş/duyumsanmış fakat uygulanma aşamasına konmamış bir saldırganlık (öldürme isteği) üzerinde du­rulur. Burada önemli olan, insanın birini (özellikle de ba­bayı) öldürmesi değil, öldürebilecek kadar ondan nefret etmesi ve bu duygunun insanm bizzat kendisi tarafmdan bilinmesi/duyumsanmasıdır. Ve bu öldürme isteğini en çok duyanlar, en çok nefret edenler ve gene en çok vicdan sahibi(-ymiş) ya da en dindar(-mış gibi) görülen insanlar olabilmektedir.

Freud, antropologların, totem-hayvanın, klanın ilk ata-babaları olduğu yolundaki düşüncelerini, kurammm temel dayanaklarmdan biri yapmıştır. Bu denklemin, totemizmin kökenine -de- ışık tutabileceğini, Oidipus kompleksinin burada da geçerli olduğunu söylemiş; totemizmde, totem hayvanın, babanın yerine konduğunu düşünmüştür. (34) Burada, "totem yemeği" törenlerinin sonraki dinlerde kur­ban kesimi, "kurban ayini" olarak sürdüğünün saptanma­sı, onun düşüncelerini pekiştirmiştir. Totem yemeğinde, totem hayvan, ancak klanın kararıyla öldürülür ve yenir; hayvana/Tanrı'ya çok saygı gösterilir. Totem yemeği aynı zamanda, kutsal yasaklarm çiğnenme özgürlüğünün ya­şandığı bayram, karnaval/festival günleridir. (35) Burada­ki, ata-babaların (Tanrıların), öldürülüp yenmesi, insanlık tarihinde, olasılıkla ilk bayramlar olarak görülmektedir.

Totem yemeğinde otoriter, kendisinden korkulan ve aynı zamanda sevilen baba (totem hayvan), erkek kardeşler ve çocuklar tarafmdan sembolik bir törenle öldürülür. Ba­bayı öldürme suçunun ve zaferinin (acısı ve sevincinin) tekrarı yaşanır. (36) Sonra tövbe edilir. Ve yeni öldürmeleri önlemek için, klan içinde insanların birbirlerini öldürmesi tümüyle yasaklanır. Öldürme eylemi, sembolik etkinlik­ler, seremoniler, ayinler, rimellerle sürdürülür. Toplum düzenleri, ortak suça katılım üzerine kurulmuştur. Din, suçluluk duygusuna ve buna bağlı pişmanlık/tövbe dü­şüncesine dayanır. (37)Totem yemeğinin ve sonraki kur­ban törenlerinin önemli bir yanı, "aynı sofradan yemek yi­yen insanların ortak eylemi" olmasıdır. (38) Birlik bağının kalıcı olması için, birlikte yapılan bu etkinlikler, ancak tüm klan üyelerinin katılımıyla dindirilebilecek bir suçluluk duygusudur. (39) İlktoplum insanları, toteme klanın ata­sı demiş, totem sonraki tektanrılı dinlerde de, Tanrı baba olarak tanınmıştır. (40) Böylece, insanlarm Tanrı'yla iliş­kilerinin babayla ilişkilerine benzediği; temelde Tanrı'nm yüceltilmiş babadan başka bir şey olmadığı öngörülmüş­tür. Freud'a göre, her türlü dinsel inanç sisteminin köke­ninde baba özlemi ve korkusu vardır.

Psikanaliz, çocuklarda saptanan baba kompleksi bul­guları yardımıyla, totem hayvanın, babanın yerine koyul­duğunu (yedek baba) göstermiştir. Babanm öldürülme­sinden uzun bir süre sonra, babaya karşı duyulan düşmanlık azalmakta; buna karşm zamanla özlem art­makta ve babanm sınırsız gücünü elinde toplayan bir idea -Tanrı- (özlemi) ortaya çıkmaktadır. (41)

İnsanlaşma sürecinin animistik evresi hem kronolojik hem de içerik olarak insanm çocukluk dönemine denk dü­şer. İlktoplumlarm yasak cinsel ilişki sorununun modern toplum çocuklarmda da ilk cinsel ilişki objesi olarak ana-baba ya da kardeşlerine dönük cinsel istekler olarak ortaya çıktığı izlenir. Ergenlik dönemlerinde bu istemler olasılıkla bastırılır. İnsanlar, bu tür duyguları yaşamları boyu mut­suz acılar içinde kalma ve içgüdülerini bastırma pahasma (belki) tümüyle aşabilirler. Ana-baba ve kardeşlere duyu­lan -yasak- arzularm, totem toplumlarmda olduğu gibi, nevrotiklerin ruhsal yaşamların da temel düğümü oluştur­duğu saptanır. (42) Tabu yasaklarmda da -nevrotiklerde olduğu gibi- toplumu, biyolojik (şeytansı) içgüdülerden, bu tutkulu arzulardan kaynaklanan duygularm etkisinden korumak amaçlanır. Tabuları, nevrozlularm biyografile­rinden öğrenmek mümkün olabileceği gibi, nevrozlularm ruhsal yapılarını ve saplantılarını, antropolojinin, etnoloji­nin verilerinden öğrenmek de olasıdır. Her iki alanda da, tutkuyla istenen eylemlere karşı konmuş yasaklar/tabular sözkonusudur. Başlangıçtaki toplumsal yasaklar, sonra­dan kendiliğinden (imiş) gibi ortaya çıkan ruhsal/ahlaksal ("vicdani") yasaklara, kısıtlamalara dönüşmüşlerdir.

Bunlara -giderek- doğuştan gelen yasaklar gözüyle ba­kılmış, ayrıca, bu yasaklar hem korku hem de haz duygu­sunu birlikte uyandırabildikleri için de, insanlar bunlara hem uymak hem de başkaldırmak gibi çelişkili duygular altmda yaşamışlardır. Antropolojinin ve psikanalizin ve­rilerinden öğrendiğimiz gibi, arzu/yasak/günah benzeri düşüncelerin hep karmaşık, çift değerli, çelişkili duygular içerdiği görülmüştür. İnsanlar, bilinçdışı alanlardaki bu duyguları çok kez bilinçli olarak sezinleyemezler. Sade­ce, bunlarm yaptıkları baskılar kestirilir. Biyolojik kökenli psikolojik duygular, "bilinçli olmamaya mahkûm" yasak istekler, toplumsal cezalandırma/günah (din/süperego) korkularıyla bastırılıp bilinçdışma atılmıştir.

Sonuçta, bunlar -arzularm yoğun olduğu durumlar­da nevrotik belirtiler ya da abarülmış dinsel/ahlaksal eğilimler olarak dış dünyaya yansıtılırlar. Freud, tüm ya­pıtı boyunca yasakların (tabularm) biyolojik-içgüdüsel istemleri önlemeye yönelik olduğunu, fakat tüm kısıtla­ma/yasaklama çabalarının bu biyolojik kökenli içgüdüsel istemleri ortadan kaldıramadığını, -ancak- bilinçdışma itebildiğim sergilemiştir. İnsanlar çok kez bilinçdışma itil­miş/bastırılmış içgüdülerini, bilinçli olarak algdayama-dıkları için, en doğal istemlerine karşı getirilmiş bu katı ve saçma yasakları, -sanki "Tann'run emriymiş" gibi- ka­bullenmişlerdir. Tabularda olduğu gibi, içgüdüsel baskılar da bulanık duygular olarak sezinlenmişlerdir. Korku her zaman arzudan çok daha güçlü olduğu için (43) yasalara karşı çıkmış olmak korkusuyla, içgüdüler daha derinlere bastırümış, ama yine de bu içgüdüsel istemleri gözler önüne sermiştir. Bunların ayrıca çocukluk duygularının/ istemlerinin de merkezini oluşturdukları, bu yasaklara uyanlarm da uymayanların da hep çelişkili duygular, kor­kular içinde yaşadıkları gözlenmiştir.

Freud'un kanısma göre, nevrotiklerde saptanan sap­lantılı düşünceler ve davranışlar, görünürde yasaklanan eylemlere karşı bir tür korunma, gerçekte ise -totem/kur­ban törenlerinde olduğu gibi- yasaklanan eylemin sem­bolik "bir tür" tekrarıdırlar. Sıklıkla yoğun/müşfik bir sevginin ardmda (hep ya da çok kez) bilinçdışı gizli bir düşmanlık -ya da bir cinsellik- bulunduğu gözlenebilir. (44) Bu bağlamda, dünya tarihinde hemen hemen tüm kültürlerde bu tür yasakları çiğneyenlere hep "kıskanılan suçlu" (45) gözüyle bakılmıştır.

Psikanaliz gibi, batü inançların ardma sızmayı (ayna­nın arka yüzünü de görmeyi) başaran, çözümlemelerde ilk insanların, nevrotiklerin ve dindarların ruhsal dünya­ları biraz daha yakından ve ayrıntılı olarak anlaşılmıştır. Batü inançlı ve nevrotik insan -tıpkı animist düşünme tar­zı içindeki insan gibi- kendi inançlarım güçlendirmek için düşünceleriyle dış gerçekleri, olguları (dünyayı) değiştire­bileceğinin yanüsaması içindedir. Baül inançlılar ve nev-rotikler bu "yanılsamaya" inanırlar. Ve bu yoldan, ussal düşünceye karşı batü inançlarım çoğaltmaya, yoğunlaştır­maya çalışırlar. Böylelikle çocuksu bir düşünme tarzıyla, ruhsal yaşamda geçerli yasalar, gerçek dünyaya uygulan­maya çalışılır. Büyüler, muskalar, dualar aracılığıyla yağ­mur yağdırma törenlerinde yapılmak istendiği gibi... Bu bağlamda iyi ve kötü ruhlar, insanın kendi duygularının, düşüncelerinin dış dünyaya yansımasından farklı şeyler değildirler. İnsan, kendi duygusal yoğunluğunu kişilere dönüştürür; dünyayı onlarla doldurur ve sonrasmda, ken­di iç-ruhsal süreçleriyle tekrar karşılaşır. (46) Paranoidlerin ruhsal yapılanmalarında olduğu gibi, gerçek dünya yerine -son bir seçenekle- konulan nitelikleri çok daha düşük, sanrısal, yanılsamalı bir dünyada yaşanmaya çalışılır.

İlk toplumların insanları da -batıl inançlılar ve nevro-tikler gibi- düşüncelerini büyü gibi kullanmayı, gelecek felaketleri -düşünüp- ibadet ederek önlemeyi deneyerek, gerçek dünyayı değiştirmeye çalışmışlardır. Burada, ilk toplum insanlarının, nevrotiklerin ve batıl inançlıların, bastırılmış yasak cinsel isteklerini doyurma arzularmm cezası olarak, hep bir felaket beklentisi içinde oldukları gözlenir. Büyüler, muskalar, ibadetler, hep bu bilinçdışı yasak arzulara karşı bir tövbe ve korunma önlemi olarak ortaya çıkarlar.

İlktoplum insanlarm, batıl inançlıların, düşüncelerinin içerikleri üzerine toplanan bilgiler/bulgular da analitik ve­rilerle örtüşmüş, örneğin, bu insanlarm da cinsel yaşamları bastırılıp, kısıtlandıkça düşüncelerinin içeriğinin, modern toplum insanlarının çocukluk dönemlerinde olduğu gibi, yoğun biçimde cinselleştiği görülmüştür.

Mitolojinin verilerinin, psikanalizin gelişmesine birçok açıdan büyük katkısı olur. Örneğin, Dionysos'un Titanlar tarafından öldürüldükten sonra parçalanarak yenmesi ve sonra da bu acıyı anmak ve kutlamak için düzenli olarak tekrarlanan Dionysos şölenleri, bir yandan totem yemeği törenleri geleneğinin sürmesine, bir yandan da trajedile­rin ortaya çıkışma neden olmuştur. Örneğin, Sophokles bu ortamda yetişmiştir. Dionysos şölenleri ve trajediler Antik Çağ insanı ve modern insanın yaşama karşı tavır alışını son kerte anlamlı biçimlerde sergilemiştir. Tüm bu bilgiler Freud'un kurammdan önce, Nietzsche örneğinde olduğu gibi, modern felsefenin de başlıca dayanak noktalarmdan birini oluşturmuştur.

Freud, ayrıca, Hıristiyan mitolojisinden ve teolojisin­den aldığı örneklemelerle savlarmı daha da açıklamaya ve pekiştirmeye çalışmış, kendisini ilk günaha kurban eden oğullar söylenceleri arasmda en etkilisi olan İsa "inanca­na göre(47), Hıristiyanlıkta ilk günah Tanrı/babaya karşı işlenmiştir. İsa bu ilk günahı toplum adına üstlenir. Ka­dından tümüyle el çeker. Ve gene toplum adına kendisini kurban vererek, diğer insanları günahlarmdan arındırma­ya, ardmdan gelenleri ilk günahın vebalinden kurtarma­ya çalışır. Ancak, bu kez oğul, baba yerine Tanrı olur. Ya da, baba Tanrı'nm yanmda, oğul Tanrı olarak yer alır. Bu durum, Hıristiyan teolojisinde, "babayı öldürme yasağı" ve "öldürmeyeceksin" Tanrı buyruğu ile temel bir ahlak ilkesine dönüşür. (48) Hıristiyanlıkta, totem yemeği tören­lerinde sembolik soyutlamalara gidilmiş, ileri düzeylerde estetize edilmiş, kurbanın/İsa'nın eti olarak ekmek, kanı olarak şarap içilmeye başlanmıştır. (49) Bu düzeyde ge­lişmemiş ve estetize olmamış, daha ilkel dinlerde, kurban kesme törenlerinin, olanca vahşetiyle bugün bile hâlâ sü­regelmekte olduğu hep birlikte ve çok yakmdan izlenmek­teyiz.

Freud'un Totem ve Tabu çalışması tahmin edilebileceği gibi, hem Hıristiyan kilisesi ve hem de entelektüel çevre­lerden büyük ilgi görmüş, Totem ve Tabu üzerine pek çok olumlu ve olumsuz yazı yayımlanmıştır. Kilise çevreleri bugün bile bu yapıtta öngörülenlere karşı yanıt aramaya çalışmaktadır. Totem ve Tabu çalışması tüm bilim dünyası­nın düşünce tarzlarmı etkilemiş; kültür antropolojisi gibi son kerte önemli yeni bilim dallarının doğuşuna neden olmuştur. Öte yandan Freud, tüm yapıtları arasmda, en çok Totem ve Tabu çalışmasmı sevdiğini söyler. Thomas Mann, daha 1929 yılında, Freud'un yapıtları arasından, salt kuramsal etkisiyle değil, aynı zamanda şiirsel anlatı gücü nedeniyle de Totem ve Tabu'nun kendisi üzerinde ayrı bir yerinin olduğunu vurgulamışür. Ayrıca örneğin "Seçilen" romanında, hemen hemen tümüyle Freud'dan esinlenerek, iki kardeş arasmda yaşanan ensest ("yasak") aşkı işlemiştir.

 4. Psikanaliz-Edebiyat İşbirliğinin Muhteşem İki Örneği:

Karamazof Kardeşler Romanı ve Kafka'nın "Öyküsü"

 

 

I.

Karamazof Kardeşler romanı, Freud'un başucu roman­larından biridir. Ve özellikle bu romandan hareketle, Dos-toyevski'nin kişiliğine, babasıyla olan ilişkilerine sıklıkla değinir. 1927-28 yıllarında, Karamazof Kardeşler romanmm özel bir baskısına -istek üzerine- yazdığı "Dostoyevski ve Baba Katli", onun "tarihsel romana" yaklaşımı açısından özel bir öneme sahiptir. Bu yazı nedeniyle -bir kez daha-Dostoyevski'ye hayranlığmı belirtir. Karamazof Kardeşler'in yazılmış romanların en güçlüsü olduğunu ve eserin "Bü­yük Engizitör" epizodunun, dünya edebiyatmm o ana dek • ortaya koyduğu yapıtların en üstünü olduğunu dile getirir. Fakat, yine Dostoyevski'nin, "Çar'a ve tüm Hıristiyanların Tanrısma karşı aşırı saygılı oluşunu ve bağnaz Rus milli­yetçiliğini" bir türlü bağışlamadığının altmı çizer. (50)

Kanısma göre, Karamazof Kardeşler'deki baba katliyle, Dostoyevski'nin kendi babasının öldürülüşü arasındaki yadsınması olanaksız ilişki, pek çok Dostoyevski araştır­macısının ve biyografi çalışmasının gözünden kaçmamış, bu temelden kaynaklanan -giderek- "modern bir psikoloji ekolünden" söz edilmeye başlanmıştır. (51)vFreud, bu ya-

 zısında da (yeniden) baba katlinin, tek bir kişinin olduğu kadar, tüm insanlığın işlediği ilk ve temel suç (52) oldu­ğunu anımsatmış, oğlan çocuğun babasma karşı çelişkili duygular/ilişkiler içinde yaşadığını, bunun da hem suç­luluk duygusunun hem de babaya benzeme arzusunun başlıca kaynağını oluşturduğunu vurgulamıştır.

Freud'un bu çalışmada ortaya koyduğu görüşler şöyle özetlenebilir: "Oğlan çocuğu, babasıyla, psikanaliz dilinde, çelişik sözcüğüyle anlatılan bir ilişki içinde yaşar. Bir yan­dan, kendisine rakip saydığı babasına karşı, onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir kin ve nefret besler; öte yandan, yine babasma belli bir sevgiyle her zaman ruhunda yer ve­rir, her iki tutum da bir araya gelerek, baba özdeşleşmesi­ni doğurur. Gerek hayranlık duyduğu babasma öykünme arzusu, gerek kendisine rakip gördüğü babasmı ortadan kaldırmayı amaçlaması, oğlanm kafasmda babasmm yeri­ni alma düşüncesini uyandırır.

Derken, bu gelişim süreci, güçlü bir engelle karşılaşır; oğlan, kendisine rakip gördüğü babasmı yok etme çabası­nın babası tarafmdan günün birinde iğdiş edilme eylemiy­le cezalandırabileceği korkusunu içinde hissetmeye, yaşa­maya başlar. İğdiş edileceğinden ürkerek, yani erkekliğini koruyabilmek için, babasmı ortadan kaldırıp, annesini ele geçirme isteğinden vazgeçer. Gelgelelim, sözkonusu iste­ğin bilinçdışında varlığını sürdürmesi suçluluk duygusu­nun temelini oluşturur. Bu süreç de, Oidipus kompleksini ileride bekleyen doğal bir yazgıdır. (53) Freud'un kanısı­na göre de, dünya edebiyatında değerini yitirmeyecek üç başyapıt olan; Sophokles'in Kral Oidipus'u, Shakespea-re'in Hamlet'i ve Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşleri'nde -hep- baba katli konusunun işlenmesi rastlantı saydamaz. Yapıtların her üçünde de öldürme eyleminin nedeni, aynı kadm -anne- çevresinde döner. Cinsel rekabet gözler önü­ne serilir. Ama bu sergilemenin konusunu, Antik Grek mitolojisinden alan, Kral Oidipus'ta, hepsinden daha açık yüreklilikle yapıldığı görülür. Trajedide öldürme eylemini yapan kahramanm kendisidir ve dolaysız olarak annesiy­le evlenir. Ancak, babayı öldürme isteğinin çıplak ve açık itirafı ruhçözümsel ön çalışmalar yapılmaksızın kanıtla­nabilecek bir şey değildir... (54) Kral Oidipus'un, babasını öldürmesi "akıl erdirilemeyen bir yazgının zorunluluğu" olarak görülür ve suç ortaya çıkınca, Oidipus, suçu üzerin­den atmaya çalışmaz... Tersine açık yüreklilikle çok doğal bir olaymış gibi suçunu hemen benimser... (55) Yazgısma razı olur. Shakespeare'in oyununda dolaylı bir yol izlenir. Oyunda babasını öldüren kahramanm, kendisi değil, bir başkasıdır ve bu başkası için eylem baba katli anlamı taşı­maz... Gerçekleşmiş eylemin öcünü alması gereken (Ham­let), ne tuhaftır ki bunu başaracak gücü, birtürlü kendisin­de bulamaz. Ama -bizler- Hamlet'in elini kolunu bağlayan nedenin, suçluluk duygusu olduğunu biliriz. Ve gene bili­riz ki, o da en az amcası kadar babasını öldürmek istemek­tedir ve kendisinden önce davranan amcasına karşı -gene tuhaf- bir tutukluk içindedir.

Karamazof Kardeşler'de bir adım daha ileri gidilir. Bura­da, cinayeti işleyen kahramanm kendisi değil bir başkası- ' dır. Psikolojik açıdan önemli olan, cinayeti şu ya da bunun işlemiş olmasından çok, işlenen bu cinayeti kim(ler)in hoş gördüğüdür. (56) "Ka- ramozof Kardeşler" romanmda, Dostoyevski, katile karşı sınırsız bir sempati duyar. (57) Ve yine onun için, katil normalde başkalarmm taşıyacağı suçu, kendisi üstlenmiş bir kurtarıcı -İsa- gibidir. Bu tür bir bağlam içinde yazar, bu baba katlini paravan yapıp, kendi itiraflarım sanatsal yoldan dile getirmiştir. Freud'un kanısma göre Dostoyevski, dinsel yönden yaşamının so­nuna kadar dindarlık ile Tanrıtanımazlık arasmda bocala­yıp durmuş... Güçlü zekâsı, dindarlığın karşısma çıkardığı düşünsel sorunlardan hiçbirini görmezden gelmesine ola­nak vermemiştir. Dünya tarihinin izlediği gelişimi, birey­sel planda yenileyen Dostoyevski, İsa idealinde bir çıkış yoluna kavuşup, suçluluk duygusundan kurtulabileceği­ni ummuş, çektiği çilelerle İsa rolünü oynamada yarar­lanabileceği düşüne kapılmıştır. Genellikle dinsel alanda özgürlüğe ulaşamamış ve tutuculukta karar kılmışsa da, dinsellik duygusunun temeli, tüm insanlar için sözkonu-su oğul suçunun, Dosteyevski'yi de, birey üstü büyüklük kazanması, güçlü zekâsma karşm onun bu büyüklükle baş edememesi (58) olmuştur.

 

II.

Kafka'nın Yargt'sı, Totem ve Tabu çalışmasıyla aynı aylara, hatta günlere denk düşer. Bu öyküyü yazarken Kafka'nın, Totem ve Tabu'yu okumuş olmasma olanak yoktur. Fakat o Freud'un baba-oğul ilişkisi konusundaki yaklaşımlarım çok iyi bilmektedir. Yazılarının mantığı açısmdan günlü­ğüne de "tabii ki Freud'un etkisiyle" notunu koyar. Ayrı­ca Yargı öyküsünü bir anlamda, Düş Yorumu'mın hazırlık dönemindeki "otoanaliz mantığı" içinde -de- değerlendir­mek olasıdır.

Yargı öyküsü çok kısa bir özetlemeyle belki şöyle to­parlanabilir: Genç iş adamı Georg Bendemann, güzel bir ilkbahar sabahmm bir pazar günü, görece aydınlık ve in­sana umut veren ortammda, çalışma odasmda masasma oturmuş, Petersburg'da yaşayan ("bilinçdışı asıl kendisi" olması olası), eski bir çocukluk arkadaşına bir mektup yazar, "oyunsu bir yavaşlıkla" mektup kağıdmı zarfa koymaya çalışır. Arkadaşı, yıllar önce evinden kaçıp Rus­ya'ya gitmiş, bir mağazada çalışmakta, ama işleri ve diğer arkadaşlık ilişkileri pek de başarılı gitmemekte, oldukça yalnız bir yaşam sürdürmektedir. Kısaca (evden kaçmış ama) başarısız bir yaşamı olmuştur. Kendisinin işleriyse oldukça iyi gitmektedir. İki yıl kadar önce, annesini kay­bettiklerinden bu yana, eşinin desteğini yitiren babası iyice çökmüş, şimdi mağazanın oldukça karanlık ve geri plan­daki bir odasında, bütün gününü eski gazeteleri okumakla geçirmektedir... Zaman zaman mağazanın işlerine katılsa da, yönetimin önemli bölümünü çoktan Georg'a devret­mesi gerekmiştir. Georg bu arada nişanlanmış, zaten mek­tubu da bu eski arkadaşını, düğününe davet etmek için yazmıştır... Ancak bu uzaktaki arkadaşmdan, nişanlısının bile haberi yoktur.

Georg, yazdığı mektubu cebine sokarken, uzun kori­dorun sonundaki babasının karanlık odasına girmek ve bu mektuptan onu haberdar etmek gereksinimi duyar. Ba­basına Petersburg'da yaşayan arkadaşına yazdığı mektu­bu gösterir. Babası şaşırır. "Senin Petersburg'da arkadaşın var mıydı?" diye sorar. Georg, "evet" diye yanıtlar... Sonra babasının yorgun göründüğünü, dinlenmeye gereksinimi olduğunu söyler... Soyunmasına yardım etmek ister. Kol­larına alıp babasmmı yatağına taşır. Kendi elleriyle baba­sının üzerini örter... Yorganı omuzlarmm hayli üzerine çe­ker. Ayrıca, ayaklarının bile, yorganla gereği gibi örtünüp • örtünmediğini kontrol eder.

Ama tam da bu anda babası, birden yorganı büyük bir-güçle üzerinden atar; "üstümü örtmek istiyorsun hayırsız çocuğum, ama henüz örtülmüş değilim" diye bağırıp dev gibi bir görünümle yattığı yerden ayağa kalkar. "Sen ba­banı alt ettiğini samyorsun ama baksana sen bana... Sakın yanılmayasın ben hâlâ senden daha güçlüyüm" der. Öf­kesini ve bağırmasını sürdüren baba, oğluna "Seni şimdi suda boğularak ölmeye mahkûm ediyorum" diye kesin Yargı'sıru açıklar. Georg, kendisini babasının odasından kovulmuş hissedip dışarı çıkar, koşarak ilerideki köprü­nün korkuluklarmdan sıçrayıp arkasma geçer... Ve son sözleri olarak "sevgüi anneciğim, sevgili babacığım! Doğ­rusu ben her zaman sizleri çok sevdim!" diyerek kendisini aşağıya suya bırakır. "O sırada köprü üzerinde yoğun bir trafik vardır..." (59)

Kafka, üzerinde çok tartışılan bu öyküsünün yazılış ta­rihini hatta saatini bile kesinlikle belirtmiştir. Yargı, 1912 yılının, 22 Eylül Pazar günü saat 22'de yazılmaya başlan­mış, ertesi sabah, 23 Eylül günü saat 6'da tamamlanmıştır. Dostu Kurt VVolff'un söylediğine göre, "en sevdiğim ça­lışma" dediği bu öyküde Kafka, tam da Freud'un, Totem ve Tabu'summ ilk bölümünün Imago dergisinde yayım­lanmaya başladığı günlerde, kendisinin bir tür otopsisini yapmaya, bedensel ruhsal konumunu sorgulamaya, tanı­maya, tanıtmaya çalışmış, ancak böylesine bir hesaplaş­madan sonra, "yeni bir varlık duygusuyla", yeni bir şeyler yapabileceğini, yeni bir sanatçı kişiliğiyle, otobiyografik bir iç dökmeden sonra, Dava'yı yazmaya başlayabileceğini düşünmüş olabilir.

Daha somut söylersek, Yargı öyküsü, Kafka'nın, Kafka olmasını sağlamış, sonra da 1919 yılında yazdığı Babama Mektup'ta bu durum daha da pekişmiştir.

Kafka, yapıtlarında kendi deneyimlerini, çocukluk ya­şantısını çok kez yarı karanlık, irreel ortamlarda ve yaşantı parçacıkları halinde yazmasına karşm, o denli açık ve iç­tenlikle sergilemiştir ki, artık yapıtları otobiyografi olmak­tan çıkmış, tüm insanların ortak yaşantıları, hatta çağın tarihsel yazgısı gibi okunmuş; psikanaliz ile edebiyatın birbirlerini destekleyerek çoğaltmalarına büyük katkıda bulunmuştur.

Bu öyküde oğul/Georg, olasılıkla Kafka'nın kendi ço­cukluk özlemlerini dile getiren, uzaklara giden (gitmek is­teyen), kendi başına bir yaşam kuran, sanal arkadaşmı (hiç olmazsa mektup yazarak) anımsayıp, iç döktüğü özbenli-ğidir. Gerçek oğul, mağazanm yönetimini eline almak üze­reyken, bu düşüncelerini babasma anlatmak gereksinimi duyar, fantezilerinde/düşlerinde olsun, duyumsadığı su­çunu itiraf etmek, mektubu göstermek bahanesiyle odası­na girer... Yorgun, halsiz neredeyse ölmek üzere olan ba­bası onun bu tür düşlerine bile öfkelenir... Birden ayağa kalkar ve oğlunu ölüme mahkûm eder.

Oğul bir an biraz itiraz edecek gibi bir şeyler düşünür; benliği biraz kıpırdanır gibi olur, ama hiçbir şey yapama­dan, hatta kendisine bildirilen Yargı'dan ve buna uygun hareket etme kararı alışından, kısacası yaptığı işten or­gazm olacak ölçüde haz duyarak, kendisine söylenenleri yapar. Koşarak gidip kendisini köprüden aşağıya atar. Bu­rada babaya karşı duyulan güç/sevgi çelişkili duyguları, öfke/homoseksüel bağlantıları (pozitif ve negatif Oidipus kompleksleri), babanm odasmdaki (alacakaranlık bir or­tamda) çok örtük anlatımlarına karşın olabildiğince açık­lıkla sergilenirler. Ayrıca öykünün dili, oğul/Georg'un, ilk ergenlik özlemlerini düşlediği dönemlere uygun ölçüde, neredeyse çocuksu bir naiflikte yazılmıştır. Ancak bura­da da Düş Yorumu'nu anımsatan ve biri açık, diğeri örtük, • "yaşanan hakikatin edebi yorumu" da denebilen ya da na­sıl olması istendiği ile gerçeğin nasıl olduğunu birbirleri içinde eriten, karıştıran ve yoğunlaştıran (özcesi asıl gerçe­ği çok daha çarpıcı anlatan) ikili bir okumayı -dili- kapsar. "Sosyal kendisi" ile mutsuz ve başarısız olmasına karşm kaçıp kurtulmuş Rusya'daki arkadaşı, bilinçdışı çelişkili bir düş/gerçek karışımını sergilerler.

Öykünün son cümlesi çok anlamlıdır: Georg kendisi­ni suya atarken, köprünün üzerinde yoğun bir trafiğin olduğu yazılır. (Almancası: "...ging über die Brücke ein geradezu unendlicher Verkehr". Burada "Verkehr", Al-mancada hem iletişim, trafik hem de cinsel ilişki, haz, doyum (koitus) için sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Kaf­ka bunu (babaya karşı duyduğu homoseksüel duyguyu vurgulamak için) özellikle mi kullanmıştır? Bilemiyoruz. Ayrıca Kafka, Max Brod'a öykü tamamlandığı, son cümle­si yazıldığı an'da yoğun bir cinsel boşalma duygusu (eja-külasyon) içinde olduğunu söylemiştir... (Max Brod: Über Franz Kafka, Der Dichter über sein VVerk, 1974, s.20) Ama burada, gene de Kafka bizi biraz kuşkuda bırakır. Ölürken duyduğu bu haz, babanm yargısına uyduğu için midir, yoksa daha başmdan beri hiç sevmediği bu dünyadan ar­tık temelli kaçtığı, ölümüne gittiği için midir? Bu konuda gene pek bir şey söyleyemeyiz.

Oğul babasını yatağa yatırıp, üzerine yorganla iyice örttüğü, kapadığı anda (bile) baba insanüstü Tanrısal bir güçle ayağa kalkabilmektedir. Ve oğul çaresiz, kendisi hakkında verilmiş ölüm yargısmı -ilktoplumlara özgü bir tür "Voodoo ayinine" benzer davranışla- uygulamıştır... Yargı öyküsünün ardmdan, Birinci Dünya Savaşı'nm baş­lamasının arifesinde, 1914 yılının Temmuz aymm sonla­rında, Kafka artık "meta suçu", "dünyaya geldiği anda, in­sanın zaten varoluşsal suçlu olduğu konusunu" tartışacağı Dava'yı yazmaya başlamıştır.

Bu durum, yeni yüzyıl insanınm, otorite karşısmda hiçbir itiraz etme gücü olamayışının bir tür kanıtmı -da-dile getirir. Sonraki yıllarda yaşananlar, birey-insanların, kitlelerin itaatlerini ve kendilerini tahrip ederlerken (bile) duydukları hazları ve babalar (-otoriteler) karşısmdaki kahredici çaresizliklerini, babaların (otoritelerin) her ko­numda kendi kendilerini yenileyebileceğini sergilemiştir. Bu kişilik yapısı, sonraki yıllarda Erich Fromm ve Adorno ile arkadaşları tarafmdan felsefi, politik, psikolojik "otorite yanlısı karakter" paydası altında çok daha geniş kapsamlı olarak tartışılmıştır.

Babasının birden ayağa kalkması, Kafka'da büyük bir suçluluk duygusu uyandırır. Neden? Nereden gelir bu suçluluk duygusu? Bilemeyiz. Günlüğünde bunun oto­biyografik bir hesaplaşma olduğunu yazar. Analitik bakış açısından, bu durum baba-oğul çatışma alanı içinde, bir egemenlik savaşıdır kuşkusuz. Daha somut söylersek: Kaf­ka burada (belki de) kendi durumundan, babası ile olan ilişkilerinden (süper-ego karşısmda duyulan varoluşsal bir suç/acı çekme/haz duygusundan) kalkarak, "insanlık durumunu" ("Conditio humana") anlatır. Freud'da ileri-ki yıllarda, sıklıkla ama özellikle de, 1930 yılında yazacağı "Kültür İçinde Huzursuzluk" yapıtmda, "yazgısı kaçınıl­maz olan suçluluk duygusunun" altmı çizer. Bu belki de, Goethe'nin de vurguladığı, Prometheuslar'a özgü bir suç­luluk duygusudur. Çünkü "insan hiçbir zaman yapılması gerekli şeyleri yeteri kadar yapmamış, ödevlerini (hep) yarım bırakmış" (bir anlamda "yeteri kadar günahkâr ola­madığı" için) Tanrılar tarafmdan zincirlere vurulmaya ve melankolik acılar içinde ölmeye mahkûm edilmiştir. Bu bağlamda Goethe, Kafka, Freud ve benzerleri korkudan, iç huzursuzluktan yerlerinde duramadıkları, uyuyamadıkla-rı zamanlar, bir tür "şeytanla işbirliği yaparcasına" şeyta­nın hizmetinde (ve "şeytani bir görev" olarak) yazmışlar, yaratmışlardır. Bu yazarak yaratma -Kafka'nın kanısına göre- Prometheus benzeri bir suçla bir tür ateş çalmadır. Freud hemen hemen tüm çalışmalarmda (en azmdan satır aralarmda) insanın yeteri kadar suçlu ve günahkâr olma­dığı ve de "ateşi gökten çalamadığı için" nevrotik ya da psikotik olduğuna değinir.

Ama belki de Kafka'nın inkârı çok daha ileri düzeyler­dedir. Yapıtlarında çok zaman aşılması olanaksız kapalı bir dünya gözlenmez. İnsanlar, insan olmanm aşılması zor, hatta çok kez olanaksız yaşadıklarını, tıkanan kanalla­rını aşmaya çalışırlar, içlerinde hep bir umut (bile) vardır; örneğin {Dava'da, Josef K. öldürülmeye götürülürken bile, son anda açılan pencereden, yanan ışıktan, ileriye doğru çıkan bir insandan hep bir umut bekler) ama sürekli ola­rak kapalı kapılara çarpar (1ar). Sonunda suç ve günahm (dahi) sözkonusu edilemediği, sadece "yoksama ve tahri­bin" bulunduğu -gerçek- bir dünya ile karşılaşılır...

Freud'un, "inkârları kendi başkaldırısını çok aşan" Bohemyalı Yahudi yazar Franz Kafka'dan haberdar olma­dığını düşünmek oldukça zordur, ama ne yapıtlarında ne de mektuplaşmalarında Kafka'dan söz ettiği görülür. Bu tavır da olsa olsa "insanlık durumu" ile açıklanabilir. (60).

 5. On Yedinci Yüzyılda Kilisede İmzalanmış Bir "Şeytan Anlaşması"

 

 

i.

Freud, ilk gençlik yıllarından beri (özel mektuplarında ya da bilimsel araştırmalarında görüldüğü gibi), psişik fonksi­yonların, bilimsel yöntemleriyle açıklanamayan ve daha az rasyonel(miş) gibi görünen din, inanç, şeytan, cin çarpması gibi olgulara büyük ilgi duymuş. Paris'te bulunduğu ve Or­taçağ cinbilimcüiği üzerine önemli araştırmalar yapan Char-cot'nun yarımda çalışmaya başladığı dönemlerde, bu konu­ya ilgisi artmıştır. 17 ve 24 Ocak 1897 tarihlerinde, arkadaşı Fliess'e yazdığı mektuplarda, bu konuları çok daha somut biçimlerde tartışmış ve "cadı-şeytan Üişküerinin, olasılıkla 'baba figürü' üzerinden çalışan ruhsal bir fenomen olabilece­ğinin" ısrarla altını çizmiştir. Sonraki yıllarda da, bu tür psi- . şik/ruhsal olayları anlayabilmek ve anlatabilmek, bunların ardında yatan gerçeklere yaklaşabilmek, bilimsel araştırma­larını yapabilmek için, çok sayıda teoloji, antropoloji, etnolo­ji gibi üp dışı bilim dallarında çok sayıda yapıt okumuştur.

27 Ocak 1909 tarihinde Viyana'da yaptığı bir konuş­mada, elimizdeki çalışmanın temel bakış açısını belirleyen bir tartışma başlatır. Psikanalizin, cin, şeytan, cadı gibi ruhsal olgulara, yanılsamalara bakışım anlatmaya çalışır. Ve cin, şeytan, kötü-ruh gibi fenomenlerin gerçekte doyu­rulmamış, derinlere bastırılmış içgüdüsel arzularm dış-

 dünyaya özgün sanrılı, hezeyanlı yansıyış biçimlerinden olduğunu savunur.

O, bu konulara da tam bir modern kuşkucu, materya­list doğa bilimci tavrıyla yaklaşmış, din olgusunun, dinsel inançların nedenlerini rasyonel yöntemlerle araştırmış­tır. Bu nedenlerle, onun, özellikle din psikolojisine yakla­şımında, ilk gençlik mektuplarından, son yapıtı Musa Denen Adam ve Tektanrılı Dinler çalışmasına kadar yazdıklarında, şaşırtıcı bir tutarlılık ve süreklilik olduğu görülür.

 

II.

Viyana'daki ünlü bir kitaplığın yöneticisi Dr. R. Payer Thurm, Viyana'nın 140 kilometre kadar güneybatısında bulunan ünlü Gnadenort Mariazelle den kitaplığın arşiv­lerin de bulduğu 17. yüzyıldan kalma, son derece öğretici bir "şeytan antlaşması" belgesi ve bununla ilgili resimleri Freud'a vermiştir. Bu belgelerin Freud'un eline tam ne za­man geçtiğini bulamadım. Fakat, bu belgelere dayanarak, 1922 yılının son aylarında yaptığı çalışmaların sonucu yaz­dığı yazı, ilk kez 1923 yılında Imago dergisinin 9. cilt, 1. sayısında, 1-34 sayfalar arasında yayımlanmış; sonra da 1924 yılında Viyana ve Zürih'te 43 sayfalık bir broşür ola­rak ayrıca basılmıştır. (61)

Dr. R. Payer Thurm'un gönderdiği belgelere göre, 1668 yılında Viyanalı ressam Christoph Haitzmann, bir "şeytan çarpması" hastalığı nedeniyle, gene Viyana dolaylarmdaki Mariazelle Manastırı'na gelmiş. Buradaki tedavi süreci içinde hezeyanlar, sanrılar arasında şeytan görmüş, onunla konuşmuş ve sonunda manastır yetkinlerinin bilgisi altın­da şeytanla antlaşma yapmıştır: Latince kilise tutanakları ve ayrıca ressamm kendisinin Almanca yazdığı günlük­lere göre, bu "şeytan antlaşması" ayrıntılarını kısmen de olsa öğrenmek mümkün olmuştur.

 

Metin Kutusu:


 https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Şeytanla anlaşma 2

Kilise kayıtlarına ve günlüklere göre, ressam Christoph Haitzmann, babasının ölümünden sonra, oldukça ciddi melankolik bir ruhsal rahatsızlık göstermiş, çalışma isteği­ni ve günlük yaşamı kotarma gücünü yitirmiş, ayrıca, çe­şitli bedensel şikâyetlerden yakınmaya başlamıştır. Bir tür varoluş mücadelesi veren ressamı gören yörenin papazı, bu ruhsal durumu kötü ruhlarla yapılan yasak bir ilişki so­nucu ortaya çıkmış olabileceğini düşünmüş ve yazdığı bir tavsiye mektubuyla tedavi olabilmesi için onu Mariazelle Manastırı'na göndermiştir.

Ressam burada günler, geceler boyu geç saatlere kadar dua ederken bir gece korkular, ağır bedensel kasılmalar, sancılar içinde kıvranmaya başlamış ve gözüne şeytan gö­rünmüş. Ressam yaşadığı çaresizlik içinde, şeytana, için­de bulunduğu durumdan yakınmış. Şeytan da "kendisine yardım edeceğini, yardım elini uzatacağını" söylemiş. Bu­nun üzerine çağın inançları ve yetkililerin bilgileri doğrul­tusunda, ressam şeytanla bir antlaşma yapmıştır.

Ayrıca bu ara, çini mürekkebi ile şeytanın bir de res­mini çizmiştir. Resmin altına, "Ben Christoph Haitzmann, senin kulun olacağım" diye bir tür bağlılık senedi yazmış ve imzalamıştır. Ressamın şeytanla yaptığı anlaşma, ola­sılıkla pek fayda vermemiş, sıkıntıları geçmemiş, tersine artarak sürmüştür. (62) Olasılıkla altı ay kadar sonra, bir gece duasında, ressam yeniden şeytanıgörmüş. Belki biraz daha etkili ve inandırıcı olabilir düşüncesiyle, bu kez ken­di kanıyla, şeytanın bir resmini daha yapmış ve yine altına, "Ben Christoph Haitzmann. Buraya yazıyorum, 9 yıl sü­reyle, bu şeytana köle olacağım" diye yazmıştır. Bu aralar, ressam günlüğüne pek çok kereler, sanrılar içinde azizleri, azizeleri, Meryem'i ve hatta İsa'yı bile gördüğünü, ancak bunların kendisine yardım etmediklerini, tersine korku verdiklerini not etmiştir. Dokuz yıl tamamlandıktan son­ra, ressam Mariazelle Manastırı'ndan ayrılmış, Viyana'ya ablasının yanma taşınmış, 1700 yılında ölmüştür.

Freud, kendisine iletilen bu kilise belgelerinden hareket ederek, 17. yüzyılda "Şeytan Antlaşması" yapan ressam Christoph Haitzmann'ın, şeytan basması (ya da cin çarp­ması gibi) rahatsızlıklarını (veya hastalıklarını), psikanaliz dışmda açıklayacak başka bir yöntemin bulunup bulun­madığı sormuş, şayet yoksa -ki bugün de öyle görülüyor kendi öngörülerini sergileme hakkının kendinde bulun­duğunu söylemiştir. Freud'un kanısma göre, kilise yetki­lileri önünde şeytanla antlaşma yapan ressam, olasılıkla paranoid melankolik bir rahatsızlık içindeydi.

Bu koşullarda, şöyle bir soru akla gelebilir: Bir insan ne­den şeytanla antlaşma yapmak ister? Şeytandan ne bekle­yebilir? Ve daha da önemlisi şeytan ne anlama gelir? Şey­tanın bizim için önemi nedir? Ressam, kuşkusuz yaşadığı çaresiz melankolik durumunda güven ve koruma bekler. Ama neden şeytandan? En azından psikanaliz yönelimli düşünce için, bu soruların yanıtı şöyle olabilir:

Şeytan, her şeyden önce yitirilmiş babayı simgeler... Özellikle, paranoid melankoli gibi ağır ruhsal durumlar­da ortaya çıkan geri çekilmelerde (regresyonlarda), insan güncel babalardan da öte ilk babalardan, ilk Tanrılardan ve bunları -bugünün dünyasmda- simgeleyen şeytandan (bile) yardım isteyebilecek duruma gelebilir. (63)

Ressam, şeytanı düşlediği -özlemini çektiği- ve sanal olarak gördüğünü sandığı durumuyla, onun iki kez resmi­ni yapmış ve altma kendi ruhunu ve bedenini dokuz yıl­lığına kendisine teslim ettiğini yazmıştır. Burada 9 yıl, ola­sılıkla, nevrotiklerde çok sık görülen doğum süresi olan dokuz aym, yıl olarak ifadesi olabilir. (64) ( Şaman tören­lerinde de 9 önemli bir sayıdır. Tanrı'ya ulaşmak için 9 za­man diliminde, dokuz kat gökyüzüne çıkılır.)

Elimizde altı yedi ay arayla yapılmış iki resim bulun­maktadır. İlk resimde şeytan/baba koyu renk, güzel giy­siler içinde, yaşlı, sakallı, başında siyah şapkası, sağ elinde baston tutan, güven verici, saygm bir erkek/baba olarak resimlenmiştir. Sonraki resimde, şeytan, korkutucu boy­nuzları, kıvrımlı kuyruğu, yılan gibi sarkmış uzun cinsel organıyla bir kötü ruh gibi resimlenmiş, gösterilmiştir. İkinci resimde ayrıca çok önemli bir görüntü olarak, şey­tanın belden yukarısı, iri dişi göğüsleri sarkmış olarak re­simlenmiştir.

İnsanm sevdiği babasını yitirmesinden sonra, melan­kolik rahatsızlıklar göstermesi, çalışma gücünü yitirmesi, dahası görsel ve işitsel sanrılar ve hezeyanlar yaşaması sıklıkla görülen olgulardır (ve bunu Freud'un bizzat ken­disi bile kısmen de olsa yaşamıştır). Burada öğretici olan, ressam Christoph Haitzmann'ın şeytanı resimlerken baba­sına karşı duyduğu çeşitli duyguları da sergilemiş olma­sıdır. (65)

Gerek, çocukların gelişim -ontogenetik-, gerekse de insanlık tarihinin evrimleşme -filogenetik- sürecinde, ço­cukların şeytanı kötü ruhları, Tanrıları ve babalarmı çeliş­kili duygular içinde değerlendirdikleri izlenir. Baba gerek antropolojik, etnolojik ve gerekse psikanalitik verilere göre hem koruyucu, korkutucu ata-Tanrı hem de kötü ruh, şey­tandır. Şeytan aslmda yeni Tanrılar, yeni babalar tarafın­dan dışlanmış eski bir koruyucu Tanrı/babadır.

Ve aslmda birey insan için hiç de öyle korkulacak bir şey değildir. (66)

Burada ressamm yaptığı ilk resimde, babaya oldukça olumlu yaklaşılmış. Onun koruyucu, güven verici yanları ön-plana çıkarılmıştır. Ancak, ikinci resimde, şeytan, kor­kutucu yanıyla, boynuzlu, uzun (erkeksi) cinsel organlı, fakat aynı zamanda iri göğüslü kadmsı dişi anne özellik­leri içinde gösterilmiştir. Freud, bu tavrm nevrotik çocuk fantezilerine uygun olduğunu, babanm, şeytanm ve Tan­rıların aynı ortak kökenden evrimleştiklerini bir kez daha kanıtı olarak değerlendirmiştir.

İlk resimde, babanm yitirilmesinden sonra, ona karşı duyulan özlem ağır basmış ve gene ona karşı duyulan öfke ve nefret henüz geliştirilmemiştir ve burada baba olumlu yanlarıyla gösterilmiştir. Ancak ikinci resimde, baba bi-linçdışında olduğu gibi, olumsuz yanlarıyla ön plana çı­karılıp, itici, korkutucu, tehdit edici şeytan olarak gösteril­miş, resmedilmiştir.

Yine de, bu korkutucu baba yapılanmasına, dişi öğeler katılarak, tehlike dengelenmek istenmiştir. Çocukluk yaş­larına kadar (burada olasılıkla 9 yaşma değin), melankolik ressam, babasmı çocukluk fantezilerine göre, dişileştirmiş; annesiyle birleştirmiş; annesine olan bağlılığını da sergile­miştir. (67)

Freud, kendi araştırmalarından derlediği verilere da­yanarak, erkek ve kadm özelliklerin bir arada ve birlikte bulunuşunu, çocukluk yanları yetişkinlik dönemlerinde de kalmış kişiliğindeki "annesinin memesinden kopama-yan", "her dem süt çocuğu" özelliklerini yaşamı boyu sürdüren (68) bu ressamın da hem kastrasyon korkusu ve hem de kastrasyon özlemi (69) düşündürdüğünü anımsat-mıştır.

Freud bu çalışmasında, Totem ve Tabu kitabmda geliş­tirdiği kuramının bir kez daha, 17 yüzyılda yapılmış bir şeytan antlaşması ile sağlamasının yapıldığını, burada iyi ve kötü ruhların, ilk Tanrıların ve şeytanın, hep ilk baba düşüncesinden, anısından kaynaklandığını, fakat farklı doğrultularda evrimleştiklerini göstermiştir. İlk baba, çok sert ve cezalandırıcı özellikleriyle kötü ruhu, şeytan dü­şüncesini beslemiş, ama her şeye karşm, şeytan düşünce­sinin ve duygusunun temelinde gene de bu ilk koruyucu baba inancının olumlu izleri kalmıştır.

İnsanlar tarihsel gelişimin ve kendi bireysel evrimle­rinin herhangi bir döneminde, çaresiz durumlarda kal­dıkça, bu arkaik baba/şeytanlardan (bile) yardım iste-yebilmişlerdir. Babalara, Tanrılara ve şeytana karşı bu çelişkili duygular, insanlık tarihinin hem filogenetik hem "on-togenetik" süreci içinde yeniden üretilerek yaşanmış, süregelmiş, birlikte anımsanmıştır. Dinler, farklı kültürel ortamlarda evrimleşmiş olsalar da, bu temel ve kısmen pa­tolojik ruhsal olgularm, sonradan yapılan çeşitli sistematik yorumları, yanılsamaları olarak ortaya çıkmışlardır.

 6. Tarihsel Roman'ın Arka Planı: "Bir Yanılsamanın Geleceği", "Kültür İçinde Huzursuzluk" ve "Kitle Psikolojisi..."

 

 

I.

1920 ile 1930 yılları arasında, "Tarihsel Roman"rn arka pla­nını üç önemli çalışma belirler. Bunlar; "Bir Yanılsamanın Geleceği", "Kültür İçinde Huzursuzluk" ve özünde "oto­riteye tapınç"ı sergileyen "Kitle Psikolojisi"dir. Bunlarm içerikleri kadar, giriştikleri polemik hedefleri de birbirleri­ne benzer ve birbirlerini bütünler. Freud, 1912-13 yılların­da tamamladığı Totem ve Tabu kitabmdan sonra, özellikle meta-psikoloji konularma eğilmeye başlar. Bu alanda en önemli düşüncelerini Bir Yanılsamanın Geleceği kitabmda dile getirir. (70) Bu yapıt 1927 yılının ilkbahar aylarmda yazılmaya başlamr, aynı yılın Eylül aymda tamamlanır ve Kasım ayında basılır.

Burada asıl vurgu, kültürün insanı hayvandan ayıran, daha iyi yaşam koşulları içeren pek çok bilgi ve beceri getirmesine karşm, insanların özde kültür düşmam ol­duklarının saptanmasıdır. Kültür belki de, insanlara ver­diğinden çoğunu onlardan geri almaktadır. Biraz yakın­dan bakıldığında, bunun gerçekten de doğru olduğu, her kültürün zorlama ve içgüdülerden vazgeçiş üzerine ku­rulu olduğunu görülür. Kültürlere karşı duyulan düşman­lığın özünde, engellemelerin ve yasaklarm oluşturduğu

 yoksunlaşmaların bulunduğu saptanır. Bu süreç doğumla birlikte başlamakta ve bireyce içselleştirilmektedir. Yaşa­nan çaresizlikler de babalara, Tanrılara (ve de otoritelere) karşı özlem olarak ortaya çıkmaktadır. Önceleri Tanrılar­dan doğal felaketlere çare bulmaları beklenirken, modern dünyada ise, kültürlerin getirdiği kusurları düzeltmeleri beklenmektedir. Bu bağlamda, hem çocuksu hem de eriş­kin çaresizliğinden korunma ihtiyacı Tanrı baba (ya da otorite) gereksinimini artırmaktadır.

Sonuç olarak, pek çok insan kültürlerden huzursuzdur, mutsuzdur ve bu kültürleri kurtulunması gereken birer boyunduruk olarak görür. Fakat bu çaresizliklerden kur­tulmanın yolu, dini yanılsamalar değildir ve bu yanılsa­malar psikiyatri kliniklerinde görülen sanrılı, hezeyanlı psikozlara benzerler.

Çocuksu yanılsamaların peşinden gitmektense, erişkin insan aklının, bir gün bu çaresizliğimize (bile) bir çare bu­lacağını beklemek, en akıllıca yol olarak görülür. Bilim, in­sanlara avuntulu yanılsamalar öngörmez.

II.

"Bir Yanılsamanın Geleceği" çalışması büyük yankı uyandırır. Başta kilise olmak üzere, hemen hemen tüm toplumsal kurumlar, dindarlar (utangaç) yarı dindarlar Freud'a saldırırlar. Ancak, bu ara onun yakın arkadaşı, büyük düşünür/yazar Romain Rolland, Freud'a yazdığı bir mektupta, kendisiyle aynı düşüncede olduğunu, ancak dini duygularm insanlarda, hatta bizzat kendisinde, sınır­sız bir "sonsuzluk" duygusu, bir tür "okyanus duygusu" yarattığını ve bundan da hoşnut olduğunu, bir anlamda, bu tür bir yanılsamayı "gönüllü" kabullendiğini söyler. Freud, Romain Rolland gibi bir aydmm (bile) dinsel yanıl­şamalara "ama/fakat" gibi karışık duygularla yaklaştığını görerek, 1930 yılında, Nazilerin yönetime gelişlerinin ari­fesinde, içinde yaşanılan (ve de yaşanılacak olan) kültürel ortamla bir kez daha hesaplaşmayı -en azmdan kendi ki­şiliği açısından- kaçınılmaz bulur. Ve "Kültür İçinde Hu­zursuzluk" adlı ünlü yapıtmı hazırlamaya başlar. "Kültür İçinde Huzursuzluk" çalışmasının ilk bölümü, 1929 yılının Kasım/Aralık aylarında, ikinci bölümü Ocak/Şubat 1930 yılında yazılıp yayımlanır. Sonra da tüm çalışma 1930 yı­lında, 136 sayfalık bir kitap olarak basılır. Kitabın temel konusu, yine kültürel gelişmeler ile, bunlarm içgüdülerde ortaya çıkardığı kısıtlamalar/yasaklar/engellemeler ara­sında -bir anlamda- çözümsüz ve uzlaşmasız kalan çare­sizliklerdir. (71) Freud, "yanılsamanın büyüsüne" kendisi­ni kaptırmış, Romain Rolland ile hemen canlı bir polemiğe girer ve tartışmasını, onun kullandığı, sonsuz, sınırsız ok­yanus duygusu temeli üzerinde geliştirir.

Freud'a göre, benlik ile dış dünya arasmdaki sınırların ortadan kalktığı (ya da kalkar gibi olduğu), okyanus vari duygular, aşk gibi fizyolojik, psikoz gibi patolojik hallerde sıklıkla görülür. Bunlarm ardında dinsel ya da Tanrısal etkiler/yardımlar aramak boşuna bir çabadır. (72) Artık yetişkin insan düzeyine gelip, böylesi çocuksu duygu ya- • nılsamalarından kurtulup, gerçeklik ilkesine adım atılma­lıdır. (73, 74, 75) Ayrıca, Tanrı'nın yerine kişisel olmayan -idea, tin ve başkaları gibi- gölgemsi soyut ilkeleri koya­rak, dinin Tanrısmı kurtarabileceğini sanan bu felsefelere (aydmlara) karşı alayla seslenir: "Efendilerinin adma hür­metsizlik etmeyin". (76)

Freud, burada, Goethe'nin ünlü dizelerini alıntılar. Go­ethe şöyle yazar:

"Wer Wissenschaft und Kunst besitzt, hat auch Religi­on;

 Wer jene beiden nicht besitzt, der habe Religion." Bu dizeler şöyle çevrilebilir:

"Her kim ki bilim ve sanat haizdir, dindar da olabilir; Bu ikisine de haiz olmayan, ancak dindar olur." (Goethe; Gesammelte Werke und Gedichte, Eurobuch 1998, s. 481)

Gene alaycı söylemiyle, ne bilimi ne de sanatı olma­yan sıradan insanı, dininden de yoksun bırakmaya kalkı­şanların, hem Goethe'ye hem de sıradan insanlara hak­sızlık edeceği açıktır. Ama Romain Roland gibilere ne denebilir?

Kültürün cinsel yaşama kısıtlama getirme eğilimi, en az kültürel birikimini genişletme eğilimi kadar açıktır. Daha ilk evrensel din olan totemizm, ensest içerikli nesne seçimini yasaklamıştır. İnsanın cinsel yaşammda bugüne değin geçirdiği en köklü sakatlık -belki de- bu olmuştur. (77) Baskı altına alman unsurların başkaldıracağı korku­su, kültürleri hep daha katı önlemler almaya zorlar. (78) Bu bağlamda, kültürlü insanın cinsel yaşamı ciddi ölçü­lerde zedelenmiş, cinselliğin insan yaşammda bir mutlu­luk kaynağı olarak önemi azalmıştır. (79) İnsan bireysel özgürlüğünü yitirmiş, aile içinde cinsel doyum bitmiştir. Analık babalık görevleri cinsel yaşamı dondurmuştur. Ekonomik gereksinmeler, cinsel enerjinin zorunlu çalışma yönüne doğru kaymasını kolaylaştırmıştır. Cinsel yaşam dışı tatminde pervers ilişkiler, yaşanan bu çaresizliğin gö­rüntüleri olabilir. Bu durum, tüm doğal heyecanları öldü­rür. Kültürlü insanm cinsel yaşammda çok ciddi sorunlar vardır. Kültür insanlara güvence vermiş, buna karşın haz ve mutluluğu almış, bunun diyeti yaşam boyu süren teh­ditler, acılı mutsuzluklarla ödenir olmuştur.

Analitik çalışmalar, nevrotik olarak bilinen insanların, cinsel yaşamlarmdaki bu tür engellemelere katlanmadık­larını gösterir.

Kültürün en olumsuz etkilerinden biri, belki de birey insanı toplumun içinde eritmesidir. İnsan tekdüzeleşmiş, cemaat içinde yok olmuştur. Aile, birey özgürlüğünü ye­niden üretememiş, birey, aile içinde erimiş, donuklaşmış, bir daha yeniden topluma katılamamıştır. (80) Son yıllarda görülen tek basma (single) yaşama eğilimleri de, beklenen mutluluğu, güveni insana vermemiştir.

İnsan içgüdülerinden vazgeçip, otoritenin saldırganlı­ğını içselleştirdikçe, suçluluk duygusu, vicdani huzur­suzluklar haline dönüşmüştür. Batıl inançlıların vicdan­dan, ahlaktan çok söz etmeleri, içgüdüsel özlemlerini çok fazla duyumsamalarmdan kaynaklanmaktadır. Ensest arzusu zaten en çok da bunlarda görülmektedir. Pervers cinsel arzularm yoğun olarak duyumsandığı saplantı nev­rozlarında, depresyonlularda, melankoliklerde bu duy­gunun "bilinçdışı suçluluk duygusu" olarak algılanması -da- olasıdır. (81)

Freud'un bu ünlü çalışmasının son bölümü belki şöyle toparlanabilir: Kültürel ilerleme için ödediğimiz bedelin, suçluluk duygusunu artırması nedeniyle, mutluluktan çok • şey kaybettiğimiz görülmektedir. (82) Bu durum insanlara öylesine yerleşmiştir ki, suçluluk duygusu yerine (artık) suçluluk bilincinden söz edilmeye başlanmıştır. (83) Kül­türel gelişmelerin yarattığı suçluluk duygusu (bilinçdışı-na bastırılıp) bilinçsiz kaldığı için, sürekli bir sıkıntı, bir doyumsuzluk olarak duyumsanmaktadır. (84) İçgüdüsel doyum eksikliğinin, suçluluk duygusuna ve saldırganlığa yol açabileceği düşüncesi ağırlıktadır. Kültürel gelişme­nin zorunlu doğası gereği, cinsel yaşamm kısıtlandığını söylenmesi daha anlaşılabilir, kabul edilebilir, ama bunu

 "kutsal" boyutlarda tartışmak kabul edilebilir birşey de­ğildir. İnsan, ancak makul, insancıl bir amaç uğruna mut­luluğundan bazı özverilerde bulunabilir, ama prepsikotik dinsel yanılsamalar uğruna değil. Dindarlarm, ahlaktan ve vicdandan söz etmelerinden bekledikleri tek şey: "Avun-tu"dur. Ben avuntu öneremediğim için bana yapılan suç­lamalara -daha şimdiden- saygı duyuyorum.

III.

Kitle Psikolojisi (1921), yazılış tarihi bakımmdan, diğerlerini öncelemesine karşın, burada öngörülenler, sonraki yıllar­da şaşırtıcı biçimlerde doğrulanmış, ölüm içgüdüsüyle otorite tapmcmm sürekli üretişi yaşanan kültürler içinde bir kez daha gözler önüne sergilenmiştir.

Kitle içinde, bireyin libidosunun önemli bir bölümü, kendisini güvencede duyumsaması için (ilk toplumlar­da Tanrılara, modern toplumlarda öndere) otoriteye ve­rilir. Böylece birey insan, sözde kendisini kitle ile özdeş duyumsar. Önceleri tapmaklarda yapılan, tekrarlanan bu tür törenler, modern toplumlarda spor salonlarında, ulu­sal günlerde yapılan ibadet benzeri toplantılarda gerçek­leştirilir. Sonuçta birey kendisini tümüyle yitirir. Bu tür bi­reylerden oluşan toplumlar da "yapay toplumlar" haline gelirler. İnanan ya da otoriteye tapan insan, sürekli olarak kendinden verir ve sonunda, ne verecek ne de yapacak bir şeyi kalmaz.

Köktenci dinsel yoğunlaşmalar, çok kez tüm benliğin cinsel düşüncelerle kaplanmasına neden olur. Freud'un yakm dostu İsviçreli teolog ve psikiyatrist Oskar Pfister, özyaşamsal itiraf niteliğinde bir açıklamasında, derin din­sel bağlanımların da regresyon sonucu ateşli cinsel uya­rımlara dönüşmesi olanağını vurgulamıştır. (85)

"Kitle Psikolojisi" üzerinde toplanan bilgilerin uzantı­sında, Freud, şöyle bir öngörüde bulunur. Cinsel doyum sağlama amacıyla birbirine gereksinen iki kişi, cinsel bir­leşme için yalnızlığı ararlar, dolayısıyla bu davranışları sürü içgüdüsüne ve kitle duygusuna (Tanrı ve/veya oto­rite tapıncına) karşı bir başkaldırı niteliği taşır. (86) Bu bağlamda, gerçek sevgi hem kitleselleşmeyi hem de din-selleşmeyi yadsır.

Yanılsamaların, kültür içinde yaşanan huzursuz­lukların modern toplumlarda, özellikle de Almanya'da, kitle psikolojisi bağlamında gösterdiği gelişmeler ve bu arada Freud'un sağlığının giderek bozulması, ona bir an önce, "Roma'nm Fethi'nin" ötesinde, ivedilikle Mısır ve Kudüs'e değin "kutsal topraklara" uzanan "tarihsel roma-n"a başlama zamanının geldiğini göstermiştir.

 7. Freud'un Genel Sağlık Durumu ve Sonun Başlangıcı

 

 

i.

Hemen hemen tüm (resmi ya da yarı-resmi) Freud bi­yografisi yazarları, onun üst çenesinde oluşan kötü huy­lu tümör dışmda, uzun yaşamı boyunca sağlığının hep iyi hatta çok iyi olduğunu yazmışlardır. Özellikle Ernest Jones, tüm ciddiyetine karşın, üstadm sağlık durumunu oldukça abartmışta. Dr. Max Schur, 1928-1939 yılları ara­sı, Freud'un özel hekimi olarak çalışmış, son dakikalarına değin yanmda bulunmuş, oldukça ayrıntılı notlar tutmuş, sonra da bunları yayımlamıştır. (87)

Ayrıca Freud, özel yazışmalarında da kendi sağlık du­rumuna sıkça değinmiş (pek çok biyografi yazarı dostu­nun ve özel hekiminin tersine) bedensel ve psişik şikâyet­lerini oldukça içtenlikle ve ayrıntılı biçimlerde anlatmışta. Bu bağlamda, elimizde onun genel sağlık durumu ve özel hastalıklarıyla ilgili (yine çoğu Freud'un kendi verileri­ne dayanan) oldukça ayrıntılı bilgiler vardır ve gerçekte durum pek de öyle "resmi ve yarı resmi" biyografi yazar­larının söylediği gibi değildir. Hatta Jürk Kollbrunner'in tanımıyla, Freud neredeyse tüm yaşamı boyunca psişik ve/veya somatik (daha doğrusu psikosomatik kapsamda) sürekli hastadır. (88) Doğal olarak, zaten onun konumunda birinin öyle olması gerekir. Bu bağlamda, çenesinde olu-

 şan tümörü psikosomatik bir hastalık temelinde tartışma­nın gereği bile vurgulanır. Konuyu çok dağıtmamak için, "sağlık durumunu", ayrıntılarına girmeden toparlamaya çalışırsak, şöyle bir görüntüyle karşılaşırız: (89, 90, 91)

-  Olasılıkla ilk çocukluk yıllarında idrarını altma sıkça kaçırıyordu. 1867-1880 yılları arasmda, yani 12-25 yaş­larında ciddi agorafobi sorunu vardı.

-  1881 yılında melankolik ruhsal durumlardan, nevras­teniden, kabızlıktan, hatta angina pektoris benzeri kalp şikâyetlerinden yakınmaktadır.

-  1883 yılında kollarmda ve belinde romatizma türü ağ­rılar, şişlikler; annesinden kalıt olması düşünülebilen migren atakları görülür.

-  1884 yılında siyatik ağrıları ciddi boyutlara varır.

-  1889 yümda kalp ritim bozukları kaygı verici durumla­ra ulaşır.

-  1890 yılından sonra, artık tek basma seyahat etmekten korkacak boyutta, kalp ritim bozuklukları vardır.

-  1893 yılında yenileyen kalp ritim bozuklukları, taşi-kardiler, ölüm korkuları başlar ve uzun süreler devam eder.

-  1894 yılında yine kalp ritim bozuklukları, entelektüel çalışmasında durgunluklar, "ruhsal beyinsel felç" şikâ­yetleri ileri düzeylerdedir.

-  1895 yılında artan ölüm korkuları, melankolik şikâyet­ler...

-  1896 yılında migren atakları, yalnız kalma korkuları, depresyonlar...

-  1899 yılında depresyonlar, korkular.

-  1909 yılında mide-barsak şikâyetleri, kabızlık, prostat şikâyetleri -bir kez Jung'un kolları arasında olmak üze­re-bayılmalar görülür.

-  1911 yılında konsantrasyon sorunundan yakınmalar, migren atakları, mide-barsak şikâyetleri, kabızlıktan yakınmaktadır.

-  1912 yılında yeniden bayılmalar görülür.

-  1913 yılında melankolik şikâyetler saptanır.

-  1914 yılında kanser korkuları, kabızlıkları artar.

-  1915 yılında prostat şikâyetleri vardır

-  1917 yılında artan uykusuzluk şikâyetleri, üst çene ke­miğinde bir şişkinliğin oluşmaya başladığı (?) izlenir.

-  1920 yılında en sevgili çocuğu Sophie'nin ölümünden sonra ortaya çıkan yoğun ruhsal acılar, rahatsızlıklar.

-  1921 yılında ruhsal çökkünlük halleri, kalp ritmi bo­zuklukları.

-  1923 yılında damak kanserinin saptanması. Sonu gel­mez muayeneler, acılar, ameliyatlar...

Melankolik ruhsal durum, migren, mide-barsak şikâ­yetleri, kalp ritim bozuklukları Freud'un hemen hemen tüm yaşamı boyunca görülmüştür. Korku krizleri, bayıl­malar, kronikleşen miyokardit, paroksismal taşikardiler ve tabii "libido kuramcısının" kronik cinsel yetmezlik so­runları.

Bütün bunlarm dışmda ve bir anlamda sonun başlangıcı niteliğinde bir gelişmeyle, 1923 yılı Şubat ayı başlarmda damağmda "ağrılı bir oluşumun" farkma varır. Ve bunun prekanseröz (habis tabiatlı) bir tümör olması ihtimalini he­men ilk bakışta kendisi görür. Ama uzun bir süre hiçbir uzman hekime göstermez, erteler. Bunun gizli bir ölüm istemi, pasif bir intihar girişimi olup olmadığı tartışılır. Sonunda arkadaşı, dermatolog Dr. Maxim Steiner'e gös­termek zorunda kalır. Birlikte lükoplazi (epitel hücrelerin­den kaynaklanan kötü huylu bir gelişim) tanısmı koyarlar ve hemen parça alınması kararı verilir. Gene birkaç gün geçer. Arkadaşı Felix Deutsch ziyarete gelir. Freud yine ağzını açıp göstermek ve hastalığından söz etmek istemez. Fakat, ısrarla "bir göz atılır" ve hemen habis tümör tanısı konur. Sonunda Viyana Üniversitesi, Kulak Burun Boğaz hastalıkları profesörü Markus Hajek'a muayene olur ve de ardından ameliyat kararı alınır. 20 Nisan 1923 tarihinde Markus Hajek, damaktan parça alır. Epitel kanseri tanısı konur. Ayrıca koruyucu önlem olarak, Radyolog Dr. Gu­ido Holzknecht ağzına bir küçük radyum kapsülü koyar. Fakat, bu ameliyatın, başarılı bir girişim olmadığı konu­sunda görüş birliği vardır. Yeterli özen ve hatta ciddiyet gösterilmemiş, tümör bütünüyle alınmamış, bölge yeterin­ce temizlenmemiştir.

Freud, 25 Nisan 1923 tarihinde, durumu "Viyana Gru-bu"na duyurulmak için, Ernest Jones'a bir tür yarı resmi açıklama yapar: "İki ay kadar önce çenemde/damağımda lökoplastik bir şişkinlik duyumsadım. 20 Nisan'da bunu çıkardık. Çalışamıyorum ve yutkunamıyorum. Benim kendi tanım epitel dokusuna bağlı bir tümör. Bu (beden­sel) isyanın/başkaldırının nedeni tabi ki tütün." (92)

Acıların dayanılmazlığa karşın, Freud, yaz tatilini İtal­ya'da geçirme kararı alır. Roma'yı bir kez daha görmek ister. Anna ile yola çıkarlar, fakat yarı yolda yara yerinden kanama başlar. Ayrıca göğsünde angina pektoris benzeri ağrıları artar. Yeni bir ameliyat kararı alınır. Yeni ameliyatı Profesör Pichler yapacaktır. 26 Eylül'de, Pichler, Freud'u ilk kez muayene eder. Tümörün gelişmekte olduğu sapta­nır. 4 ve 11 Ekim 1923 tarihinde iki aşamalı geniş kapsamlı bir operasyon/rezeksiyon yapılır. Çok acılı günler yaşar. 19 Ekim 1923 tarihinde Jones'a şöyle yazar:

İflah olmaz, iyimser sevgili dostuma, bugün tamponlar çıkarıldı. Tüm mektuplara, selamlara, gazete kupürlerine, haberlere teşekkürler. İğnesiz uyuyabilecek duruma gelin­ce, eve döneceğim. Yürekten selamlar, Freud. (93)

28 Ekim'de evine gider. 12 Kasım'da bir ameliyat daha gerekli olur ve ardından acı dolu 16 yıl içinde, Freud bu "canavarla" boğuşacak ve bu arada 33 kez daha ameliyat olacaktır. Sadece 1923 ile 1928 yılları arasında, Dr. Pichler tarafından, 350 kez muayene edilecektir. 1932 yılında, yine sadece Pichler 92 kez muayene edecek ve beş kez daha ameliyat yapacaktır. Bütün bu acılı günler süresinde, Fre­ud ile Anna, artık her gün biraz daha birbirlerine yakınla­şırlar. Martha daha da geri plana çekilir. Klinikte yatmak zorunda kaldığı zamanlar yanında hep Anna kalmış ve ona bakmış; Freud ve Anna hep birlikte olmuşlardır. Freud'un bu durumu, Kral Lear ile kızı Cordelia arasındaki ilişkiye benzettiği ve sıklıkla Anna'ya Cordelia dediği bilinir.

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


Bu arada habis tümörle aralarında sevgi/öfke dolu bir birliktelik oluşur. Çarşamba toplantılarına katılanlardan birinin gözleminde, konuşmalar sırasmda, Freud çocuksu bir hınzırlık arayışı içinde (yine hiç kimseye sezinletmeme­

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


ye çalışarak), ilk önce diliyle damağmdaki bu habis tumo­ral oluşumu arar ve bulur... Onunla ilk kez diliyle oynar... Sonra törensel bir tavırla cebinden bir puro çıkarır, yakar, içine derin bir duman çeker... Sonra puronun ucunu (gene kimseye fark ettirmemeye çalışarak) tümörün üzerine bas­tırır... Birbirlerinden karşılıklı intikam almaktadırlar... Bu ara, en ağrılı ve acı veren durumlarında bile, düşünme gü­cünü azaltabileceği kaygısıyla, kuvvetli ağrı giderici ilaç almayı kabul etmez. Bu konuda Stefan Zweig'in yansıttı­ğına göre, gerekçeli açıklaması şöyledir:

"Ich will lieber in Qualen denken als nicht klar denken können. "(94)

Bu şiirsel ve çok etkileyici söyleyişi (ya da tavır alış veya yaşam tarzmı) belki şöyle çevirebilir: "Acı içinde ya­şamayı, kafam bulanık yaşamaya tercih ediyorum."

Acı yaşanmalıdır. Ağrı giderici düzeyde de olsa, ger­çeklik ilkesini daha açık ve net yaşamak için "avuntuya",

"yanılsamaya" yer verilmemelidir. Gerçeklik ilkesinin ya­nında, morfinle bile avuntu olmamalıdır. O zaman "yanıl­samalardan ne denli uzaklaşıldığı belki biraz daha açık anlaşılabilir.

 8. "Ben Viyana'yı terk etmedim, Viyana beni terk etti!!!"

 

 

i.

Avusturya'nın Almanya'ya bağlandığı, 11 Mart 1938 günü, akşamüstü geç vakitler, Freud'larm evine telefon edilir ve "Sayın profesöre söyleyin, yarm Viyana'ya Hitler geliyor" diye haber verilir. Freud da bu haberi (en sonunda) "kötü şeyler olacak" diye yorumlar. 11 Mart günü basında yazı­lanları okuyan Freud, günlüğüne, "Avusturya'nın sonu" ("Finiş Austriae") diye yazar. 12 Mart günü evin kapısı­na gamalı Haç çizildiği görülür. Viyana'nm içinde bulun­duğu durum, 1683 yılında Türklerin kuşatması altındaki günlere benzetilir. (95)

Viyanah Yahudi aydmlarm, İsviçre ya da Fransa'ya git­me tartışmaları hızlanmıştır. Bu ara, yazar Egon Friedell • yaşananları protesto için intihar eder. Freud ailesi, evin oturma odasmda toplanır ve Avusturya'nın bu en ünlü Yahudisinin evinin, Gestapo tarafından ne zaman ve nasıl aranacağı ve buna karşın neler yapmak gerektiğini tartış­maya başlar.

14 Mart günü, Hitler Viyana'ya gelir, iki gün soma, 16 Mart 1938 tarihinde Berggasse 19 numaralı evin kapısı yumruklanır, 5 kahverengi gömlekli SA evin içine girer. Paula Fichtl'in anılarına göre, Martha Freud, çok serinkanlı davranır, SA'ları buyur eder. Nazilerin girdikleri evlerde,

 öncelikle, tüm paralara el koymak gibi alışkanlıkları oldu­ğu bilindiğinden, çantasındaki paraları masanm üzerine döker. Bu ara grubun önderi konumundaki kişi, Anna'ya yan odadaki kasayı açtırır ve içindeki 6000 Schilling'i alır. Freud, tüm bu olup bitenleri hiç sesini çıkarmadan otur­duğu yerden izler. SA'lar, biz gene geleceğiz, diye çıkıp giderler. Aile -ama özellikle Freud- artık tehlikenin büyük kapsamlı olduğunu -en sonunda- anlamıştır.

Freud'un pek çok yakın arkadaşı, Yahudi aydınlan, özellikle de Brunswick ve bu arada Paula HiÜer'in daha 1933 yılında başbakan seçilmesinden sonra, yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmişler, Freud hep gülerek, "leh bin ja doch schon fast tot" ("Ben şimdiden neredeyse ölmüş sayılırım") diye yanıt vermiş, gelmekte olan büyük tehlikeye karşı ilgisiz kalmıştır.

Freud'un, bilinçdışı dünyasını araştırmasmda çok be­cerikli olmasına karşın, günlük yaşamın bilinçli sorun­larını anlamada başarısız olduğu hep bilinir. Örneğin, Viyana'yı terk etme önerilerine çok katı ve uzlaşmaz bir tavırla hep hayır demiştir. Hermannn Nurberg'm, anıla­rına göre, Freud, Avusturya'da kendileri için bir tehlike olduğunu hiçbir zaman düşünmemiş, tersine Avusturya yöneticilerinin Yahudileri koruduğuna inanmıştır. Diğer pek çok aydın Yahudi gibi, evlerine Naziler gelene değin durumun "ciddi ama umutsuz" olmadığını sanmıştır. Hit-ler'in Almanların bir yüz karasa olduğunu ama Avusturya için bir tehlike olmadığmı düşünmüş, dahası, Goethe gibi bir ozan yetiştiren kültürün içinde, bu tür bir kötülüğün başarılı olamayacağını, ayrıca, izlenmeye alışkın bir top­lum olduklarını, tarihlerinin ve geleneklerinin hep bu tür izlemelerle dolu olduğunu, bu kez de yeni bir diyaspora başlayacağını söylemiştir. (96)

Freud, yıllarca, Viyana'da kendisi için kişisel bir tehli­ke düşünmemiş, 1933 yümda, Berlin'de Opera Binası'nın önünde kendi kitaplarının da yakılması üzerine, "Orta-çağ'da olsaydı, beni de yakarlardı, şimdi hiç olmazsa sade­ce kitaplarımı yakıyorlar" diye alaycı yorumlar getirmiş. Nasyonal sosyalizmin, tarih öncesi barbarlığa geri gidiş olduğunu söylemiş, ancak bunu güncel bir tehlike olarak görmemiş, görememiştir.

Freud, yaşammı hep Viyana'da tamamlamayı düşün­mesine karşın, Mart ayında 120 kadar psikiyatrist/psiko-log Viyana'yı terk edip, dış ülkelere göçmüşler; bu ara Fre-ud'un oğulları Oliver ve Erich de İngiltere'ye gitmişlerdir. Özel doktoru, Max Schur, Freud'a, Avusturya sınırlarının kapandığını ve ancak özel izinle dışarı çıkılabileceğini söy­lemiş, Freud, bu tehlikenin de geçici olduğunu düşünmüş. Ernest Jones, acele Viyana'ya gelmiş ve Freud ile saatlerce süren konuşmadan sonra, onu, bir an önce Viyana'yı terk ermeye ikna edebilmiştir. 17 Mart tarihinde, Prenses Maria Bonapart, Paris'ten Viyana'ya özel olarak bu işi örgütleme­ye gelmiş, ünlü zengin işadamı Tiffany'nin kızı Dorothy Burlingham, ABD konsolosu William Buillit üzerinden Başkan Rooswelt ile Ernest Jones, İngiliz hükümetiyle, Prenses Maria Bonapart, tüm Avrupa Kral Hanedanları, * aristokratları ve büyük banka sanayi kuruluşlarmm yöne­ticilerinden kimi tanıdıkları üzerinden Freud için Avustur­ya'dan sağlıklı bir çıkış planı hazırlamaya başlamışlardır.

Freud'un, Avusturya'dan çıkarılması planı artık ivedi olarak gündeme gelmiş, Freud, psikanalize hiç ilgi duy­mayan Fransa'ya gitmek istememiş, Ernest Jones, yakm arkadaşı İngiltere İçişleri Bakanı Sir Samuel Hoara ile ko­nuşup, 16 aile üyesi, ayrıca özel doktoru Max Schur ve ailesi için vize ve oturma olanağı sağlamışnr. İzleyen gün­lerde Gestapo yeniden evlerine gelmiş. Freud, gelenleri

 oturma odasma davet etmiş. Evleri yeniden aranmış ve istedikleri yapıldığı takdirde, Freud'a bir zarar gelmeye­ceği söylenmiş. Aramadan sonra Gestapo, Anna'yı da alıp birlikte götürmüş. Bu arada Arma, gereğinde yutup inti­har edebilmek için, yanına bir şişe Veronal tableti almış, Dorothy Burlingham, Amerikan Büyükelçiliği üzerinden Anna'ya ulaşmaya çalışmış, bir süre sonra da Arma serbest bırakılmıştır. Freud, bu ara günlüğüne 22 Mart tarihli no­tunda, "Arma Gestapo'da" diye yazmış. Ailenin yardım­cısı Paula'nm söylediklerine göre, "son arama sırasmda yemek odasında yalnız kalan, baba kız konuşurlarken, bir ara Arma, babasma "intihar etmenin akıllıca bir davranış olup olmadığını" sormuş, Freud, bunun için biraz daha beklenebileceği yanıtmı vermiştir. (97)

Viyana'dan ayrılmadan önce, "şimdi ne yapacaklarını" soran arkadaşlarma, "Kudüs Tapmağı'nın yıkılmasından sonra, Haham Jochanan, Titus'tan Thora okullarmm ye­niden açılması için izin aldı... Bizler de aynı yolun yolcu­larıyız. İzlenmeye alıştık.." demiş ve 78 yıl yaşadığı Viya-na'yı terk etme hazırlıklarına başlamıştır.

Kitaplarmmönemlibir kısmım Viyanalı kitapçı Heinrich Hinterberg'e bırakmış, sonra bunları Dr. Jakob Schatzky New York Psikiyatri Enstitüsü için satın almıştır. Freud, bu ara tüm zamanmı, mektuplarını ve yazışmalarını yakmak için ayırmış, bunların bir kısmmı Arma Freud ile Marie Bo­naparte son dakikada çöp tenekelerinden kurtarmışlardır. Bunların önemli kesimini, Marie Bonaparte etekliğinin al­tında, Viyana'daki Yunanistan Büyükelçiliğine götürmüş, oradan da diplomat postasıyla Paris'e göndermiştir.

Yaşanan bu büyük karmaşaya karşm, yine de pek çok şey ayrıntılarıyla düşünülmüş. Bu geçici felaketin sonun­da, bu evin ve çalışma odasmm, günün birinde nasıl olsa müze olacağı kararma varılmış, eve fotoğraf sanatçısı Ed­mund Engelmann gelmiş, sonradan aynısını yeniden ya­pabilmek için, evin, odaların, her bir yerinin köşe bucağm fotoğraflarını çekmiş.

5 Mayıs 1938 tarihinde, ailenin bir bölümü İngiltere'ye doğru yola çıkmış, 6 Mayıs 1938 tarihinde, Freud'un 82. doğum gününde hiçbir tören yapılmamış, Freud'u o za­manki avukatı, Dr. Alferd Indra sonradan Viyana'daki son günleri kapsayan dosyasmı yayımlamış: Buna göre, 20 Mayıs günü Freud ailesinden gelen bir yazıyla, Alman­ya'dan çıkış vergisi olarak 4824 dolar istenmiş, bu parayı Marie Bonaparte hemen ödemiştir.

Tüm banka verilerinin dökümü yapılmış. 21 Mayıs 1938'de koleksiyonunun değeri saptanmaya çalışılmış ve sonra bunları İngiltere'ye götürebilme izni verilmiş, da­ha 28 Mart günü Freud ailesine, Avusturya'yı terk edebi­lecekleri güvencesi verilmiştir. Freud ailesi -büyük bir olasılıkla, genelde sanıldığı gibi 4 değil- 3 Haziran 1938'de Orient Ekspres'e binmiştir.

 9. Londra'daki Sürgün Günleri

 

 

i.

Hep anlatılagelindiği gibi, Freud'un Viyana'ya karşı tavrı çelişkili bir nefret/sevgi ilişkisi içinde sürmüştür. Bir yan­dan psikanaliz hareketinin ancak bu kentte gelişebilece­ğini söylemesine karşm, öte yandan sürekli olarak Viya-na'dan nefret etmiş ve bu nefretini gizlemeye bile gerek duymadan, fırsatmı bulduğu anda, Londra ya da Berlin gibi bir metropole kaçıp kurtulmak istediğini yazmış, bu denli uzun süre yaşadığı bu donuk ve hareketsiz kentin, bunca zaman içinde aklma hiçbir "yeni düşünce" getir­memesinden yakınmıştır. (Jones) Buna karşm bir yaşam boyu sürekli olarak burada yaşamak zorunda kalmış. Viyana'dan -bu kez- zorunlu olarak ayrılmak zamanı geldiğinde -içtenliğine inandığımız davranışlarla- bu kez burasını hiç mi hiç terk etmek istememiş ve bu ayrılışım, . "79 yıl zorunlu olarak yaşadığı bir hapishaneden kurtulup "sürgüne gitmek" olarak nitelendirmiştir.

Tüm karşı koymalarma karşm, Viyana'yı nasıl terk ede­bileceği sorulduğu zaman, Freud onlara batan Titanic ge­misinin kurtulanlardan 2. Kaptan Lightoller'in, sonradan yapılan mahkeme sırasmda kendisine, "Titanic'i ne zaman ve nasıl terk ettiği" sorulduğunda, "Sayın Yargıç, ben Ti­tanic'i hiçbir zaman terk etmedim. Güvertede duruyor­dum, sonra birden Titanic beni terk etti" yanıtını verdiğini anımsatmış ve "kendisinin de Viyana'yı terk etmediğini

 

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


(Berggasse 19 numaralı evde yaşarken), Nazi Almanyası ile bütünleşme kararı alan Viyana'nm onu terk ettiğini" söylemiştir. (98)

Özel doktoru Max Schur'un verdiği ayrıntılı bilgilere göre, Viyana'dan hareket eden grubu oluşturan kişilerin kimlik dökümü şöyledir: Sigmund Freud 81 yaşında, ka­rısı Martha Freud 77, karısının kardeşi Minna Bernays 73, kızı Arına Freud 42, oğlu Martin 48, onun karısı Esti 41, oğlu Walter 16, kızı Sophie 13, torunu Ernest Halberstadt 24, Freud'un kızı Mathilde 50, onun kocası R.Hollitscher 62, özel doktoru Max Schur 41, onun karısı ve iki oğlu ve ailenin uzun yıllar yardımcılığını yapmış Paula Fichtl 36. (99)

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png
Viyana'dan ayrılmadan önce, Gestapo kendisinden durumu hakkında bir yazı almak ister. Freud, her zaman­ki ironisiyle "en iyi dileklerimle, herkese Gestapo ile kar­şılaşmasını öneririm..." diye yazar ve imzalar. Yaşam bo­yu trenden korkan Freud'un bu yolculuğu daha da beter korkular içinde sürmüş, Almanya-Fransa sınırını ayıran Kahl Köprüsü'nü geçtikten sonra, Freud, geriye bakmış ve "artık özgürüz" diyebilmiştir. Paris'te bir kısa durakla­ma yapılmış, Marie Bonaparte'ın evinde dinlenilmiştir. Burada Marie Bonaparte ona özgürlüğüne kavuşmasının anısma çok güzel küçük bir Antik Grek Tanrıça heykeli ar­mağan etmiş, sonra yeniden Londra'ya hareket edilmiştir. 15 Ağustos'ta kitapları, mobilyaları ve özellikle de antika koleksiyonunun hemen hemen tamamı kazasız belasız Londra'ya gitmiştir.

Freud'un kardeşleri Rosa Graf (doğ. 1860), Maria (Mit-zi) Freud (1861), Adolfine (Dolfi) Freud (1862), Pauline VVİnternitz (1864) yaşlılıkları ve hastalıkları nedeniyle Viyana'da kalmışlardır. Maria Freud, Adolfine Freud ve Paula Winternitz, 29 Haziran 1942 tarihinde, Rosa Graf 28 Ağustos 1942'de toplama kampına getirilmiş ve öldürül­müşler, ölüm nedenleri "iç kanama" olarak haber verilmiş, avukatları bunun "açlık sendromu" da olabileceğini (ya da olduğunu) düşünmüştür. Nürnberg Mahkemeleri'nde, Rosa Graf'ın toplama kampında öldürülmesiyle ilgili kimi bilgiler ortaya çıkmıştır.

Mahkemenin, 27 Şubat 1947 tarihindeki oturumunda bu konu görüşülmüş (Nürnberg Mahkemeleri Tutanakları, Band VIII., Sayfa 360) yazılanlara göre: Başyargıç Smirnovv, tanık Rajzman'a Freud'un kız kardeşlerinin öldürülmesi olayına da karışan Treblinka Toplama Kampı yöneticisi Kurt Franz'ı tanıyıp tanımadığını sormuş. Tanık Rajzman onları çok iyi tanıdığını, Kurt Franz'm kamp komutanı­nın yardımcısı olduğunu ve olayın gelişimini şöyle anlat­mıştır: Tren Viyana'dan gelmişti, insanlar vagonlardan indirilirken ben istasyonda duruyordum. Kurt Franz bir yaşlı kadını durdurdu, kimlik kartını kontrol etmek iste­di. Kartı inceledi, "Siz Sigmund Freud'un kız kardeşisiniz. Sanıyorum bir küçük yanlışlık olmuş. Burada ufak bir bü­rokratik çalışma yapılacak. Plana göre, tren iki saat sonra Viyana'ya hareket edecek, siz ona yetişirsiniz. Tüm eşyala­rınızı ve belgelerinizi burada bırakın, banyodan sonra tek­rar alıp Viyana'ya gidecek trene binersiniz..." dedi. Kadm banyo dairesine girdi ve tabii bir daha çıkmadı. (100) Daha doğrusu Rosa Graf, "duman" olarak krematoryumun ba­casından çıkmıştır.

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Sophie ile Freud. Sophie genç yaşta ölmeseydi, Freud -olasılıkla- Anna yerine Sophie'ye "takılacaktı" (S. T.;

Freud'un, Londra'daki günleri çok hareketli geçmiş, hem yetkililer, hem toplum kendisine sıcak bir yakınlık göstermişlerdir. Yaşamınm bu son döneminde, zaman zaman kendisini -tahmin ettiğinden de- çok rahat duyum-samış, gençliğinden beri özlemini çektiği İngiltere'ye gel­mesine neden olan Hitler için, kendi kara mizahma uy­gun olarak, "zaman zaman içimden "Heil Hitler" diye bağırasım geliyor" demiştir. (101)

Freud'u, Londra'da pek çok kişi ziyaret etmiş, bu ara Arhur Koestler anılarında, "Kuşkusuz küçük ve yaşlı bir adam, ama hiç öyle seksenlik hasta bir insan kamsı ver­miyor. Tersine ataerkil bir İbrani gibi görünüyor" diye an­latmış. Bu ara, Virginia Woolf ile kocası Leopold Woolf, Freud'u ziyaret etmişler, Freud, Virginia Woolf üzerinde "çok etkili bir aura yayan olağanüstü değerli, sevimli, say­gın, yarı sönmüş bir volkan, çok büyük bir insan" etkisi bı­rakmış. Yine ziyaretine gelen Eva Rosenfeld'in, Freud'un Londra'daki odasını görüp, burasının da tıpkı Viyana'daki gibi döşendiğini söyleyince, Freud, "her şey burada ama bir ben yokum" diye yanıtlamıştır. (102)

 10. Tarihsel Roman'ın Tamamlanışı: "Musa Denen Adam"

 

 

i.

Freud'u Musa üzerine -de- bir "bilimsel peri masalı" yaz­maya iten nedenler, yine psikanalizin özünden kaynaklan­mış bir anlamda. Freud, başından beri bu gereksinimi duymuştur. Bireysel ve toplumsal biyografilerin yeterince anlaşılabilmesi için, resmi yazılı yapıtların ve din kitapla­rındaki verilerin ötesinde, söylencelerin, sözlü anlatıların, anıların, mitlerin, hafıza tortularının da gün ışığına çıka­rılmaları gerekmiştir. Onun Musa ile tartışması en azmdan babası Jakob ile uğraşması ve bu çelişkiye -de- gene Oi-dipus çaüşması bağlammda, "makul bir çözüm" bulması, kuramsal bütünlüğü oluşturması, "nelerin unutulmaması gerektiğini", unutulmaması gerekenleri unutanlarm (nev- . roz ya da psikozlarda olduğu gibi), sürekli bir yapısal/ toplumsal unutkanlığa mahkûm olabileceklerini belirtmek zorunlu olmuştur. Ayrıca, modern psikolojinin kurucula­rından biri olarak, tarihin hafızasını yeniden öğrenmek ve düzenlemek gereğini görmüş, tarihsel hafızanın, yazılı ta­rihten farklı ve öte bir şey olduğunu; zaman zaman "arala­rın hakikatinin", "tarihsel hakikatlerin" önüne geçebilece­ğini savunmuştur.

Kamsma göre, her şeyden önce anılara ve hafızaya bir mekân/yurt bulmak gerekmiş ve bu bağlam içinde, asıl

 anayurdun Mısır olduğunu vurgulanmış. Çıkış (exodus) buradan başlamıştır. Bu çıkış "tarihsel gerçek" olmasa bile, "hafızalardaki hakikate" uygun düşmüş ve bu da ba­tıl inançlardan akla doğru bir gelişmeye gönderme yapmış­tır.

Teologlar ve tarihçiler bu ikilemi, bir "Çıkış Mitosu" ile kurtarmaya çalışmışlar, ama geri dönmek ve "bir zaman­lar Mısır'da neler olduğunu" öğrenmek istemlerini bas-tıramamışlardır. Vatikan'dan önce Karnak Tapınağı'nın bulunduğunu, bunun ardında da büyük Mısır bilgeliğini, mistisizmini, çoktanrıların varlığmı unutmanın sanıldığı gibi kolay olmadığmı görmüşlerdir.

Buna göre, Musa bir din kuramcısı olmasının ötesinde, bir kanun koyucu, bir toplumsal otorite olarak belirmiş. İlk önce Mısır, sonra da Roma İmpatorluğu'nun, özel­likle de "Pax Romana"nın yasalarını o öngörmüştür. Bu bağlamda, Musa hem Mısır bilgeliğinin ve mistisizminin hem de aydınlanmanın temsilcisi olarak, 17. ve 18 yüzyıl düşünürlerinin tartışma konusu olmuş, üzerine pek çok araştırma yapılmıştır. Schiller'den Goethe'ye, Spencer'den Samuel Bochart'a kadar pek çok önemli isim bu konuyu işlemiştir. Fakat, Freud "yine çocuksu bir kurnazlıkla" bunların en önemlilerinden hiç söz etmemiş, hatırlamaz­dan gelmiş ama bir anlamda Spencer'in başlattığım ta­mamlamaya çalışmıştır. Mısır, çoktanrılı dinler evresin­den, tektanrıh din dönemine geçmişti. Bu bağlamda Mısır ve Mısırlı "başkası" ya da "öteki" değil, "başlangıçtı". Gi­zemcilik, Aton tektanrıh diniyle evrimleşmişti. Spencer, bu konuyu Musa, Mısır'da eğitim görmüş, mistisizmi ve bilgeliği oradan öğrenmiş bir İbrani'ydi diye çözümleme­ye çalışmış; ama onun Mısırlı olduğunu (bile) söyleyen daha pek çok araştırma yapılmıştır. (103) Bu çok önemli konu, her şeye karşın, insanın tarihsel hafızasını hep karış-tirmıştır.

Musa yasa koyucu yanıyla, bireysel özgürlükler ve iç­güdülerden vazgeçişler pahasına, aklı ve aydınlanmayı temsil etmiş, fakat "bastırdığı" baül inançlar, insanm do­ğal durumundaki içgüdüsel hazlarmm, istemlerinin sesle­rini yansıtmıştır. İnsan kendi elleriyle oluşturduğu bu tek-tanrılı kültür içinde, daha da beter huzursuz olmuştur. O bunların hangisinin yanmda yer alabilecekti? Baba Jakob ile Musa'ya başkaldırmak kolaydı ama o zaman akıl ve aydınlanma nasıl savunulacakta? Bu bağlamda yeniden "Altın Buzağı"ya tapmmaya başlayanların ağzından (bir kez daha), "Musa Denen Adam'a ne oldu?" diye sormak gereğini görmüştür.

Freud'un uğraşısı insanlık tarihinin mitolojilerden, çoktanrılı dinlerden, tektanrüı dinlere (devrimsel nitelikli) geçişin, "çıkış"m ve de geçmişin en temel bastırma/unut­turma sorunlarmdan biriydi. Musa'nm Mısırlı olduğunu, İsrailoğulları'nın Musa'yı (olasılıkla) öldürdüklerini, İsrai-loğulları ile Musa arasmda büyük bir travma yaşandığını, ama tam da bu noktada travmatik anıların asla, zaman aşı­mına uğramadıklarım göstermiştir.

Toplumsal ve bireysel bilinçdışmı (hafızayı) kurtarmak ' için hem Mısır'a, hem Musa'ya hem de Altm Buzağıya ta­panlara karşı belirli bir mesafe koyarak (bir zamanlar olup bitenlerin), yeniden anımsanması gerekmiş. Psikanalizin bu kültürel ve kolektif hafızayı yeniden araması ve yapı­landırması, kendi bireysel hafızasını ve biyografisini dü­zenlemesi için -de- kaçınılmaz olmuştur.

Paradoksmuş gibi görünse de dini ve Musa'yı yadsıdı­ğı en son anda, bütün bunları (Michelangelo'nun Musa'sı üzerinden) hem yüceltip hem de en anlaşılabilir ve hat­ta makul karşüanabilir bir noktaya getirmiştir. Burada en sağlam dayanağı, din ve tarih kitaplarından önce, yine Ro-ma'daki Michelangelo'nun yaratısı çift boynuzlu başlı Do­ğa Tanrısı Pan -Musa'da bulmuş. Musa'yı (hiçbir zaman göksel tektanrıh dinleri sevmemiş ve hep panteist kalmış) büyük sanatkâr Michelangelo üzerinden yazmaya başla­mıştır.

Burada hep bir çeviri ve yorum yanlışlığından söz edi­lir. Söylencelere göre, İbranice ışık-neyir sözü/tanımı ile, Zulkarneyn (iki boynuzlu) sözü benzer biçimlerde söyle­nir ve sıkça birbirlerine karışır. Çıkış-Exodus 34:29'da, "Sina Dağı'ndan indiği zaman şehadetin iki levhası elinde idi ve Musa RAB ile söyleştiğinden, yüzünün derisinin parladığını bilmiyordu" diye yazılmaktadır. Burada Mu­sa'nın yüzünün ışık içinde parlaması ile başmm boynuzlu olması, hiç olmazsa zaman zaman birbirlerine karıştırıla­rak söylenegelmiş... Ve Michelangelo gibi bir sanatkâr da, buradan kalkarak Musa'nm başmı boynuzlu olarak yap­mış. Buna inanmak için, insanın Michelangelo'yu ve mito­lojiyi hiç mi hiç tanımaması gerekir... Antik Grek mitolo­jisindeki dağlarda yaşayan keçi ayaklı Doğa Tanrısı Pan, Mısır Güneş kültleri/inançları ile de bağlantılıydı. Böyle bir bağlam içinde, Michelangelo Musa'yı, Aton ile -de- ya­klaştırmıştır.

1513-16 yılları arasmda yapılmış olan, 2,35 m yük­sekliğindeki bu dev yapıt, Michelangelo'nun yorumuyla bugün bile kolayına "hazmedilememekte", Roma'da San Pietro in Vincoli gibi görece küçük ve gözlerden ırak bir kiliseciğin neredeyse kolay görülemeyecek bir köşesine âdeta saklanmak istenmektedir.

Freud, "Tarihsel Roman"ı, Musa Denen Adam ve Tektanrı-cıhk kitabının tümüne yakm bir taslağını, olasılıkla daha 1934 yılında hazırlamış; fakat, 1934 yılında -bile- Viyana toplumunun, özellikle de Roma-Katolik kilisesinin göste­rebileceği tepkilerden çekinip, bu çalışmasının hiç olmaz­sa bir bölümünü baskıya vermekten kaçınmıştır. Çok öğ­reticidir ki, bu kitap, Nazilerin yönetime gelmelerinden ve Avrupa Anakarasmda Roma Katolik kilisesinin, gücünün görece gerilemesinden ve hatta Freud'un İngiltere'ye gidi­şinden sonra, ancak 1939 yılında Hollanda'da yayımlana-bilmiştir.

Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık kitabının 1934-38 yıl­larında yazılmasına karşm, Freud'un, kendisini yaşam boyu çok etkileyen Musa ile göz göze gelmeye ve bir an­lamda hesaplaşmaya başlamasmm tarihi eskilere, en azın­dan, 1901 yıllarına, onun ilk Roma gezisine kadar uzanır. Bu bağlamda, gençlik yıllarından ölümüne (1939) değin, Musa üzerine düşündükleri ve yazdıkları bir bütünlük oluşturur.

Freud, 1901 yılının Eylül aymda, San Pietro in Vincoli kilisesinde, Michelangelo'nun bu büyük yapıtının karşısın­da, şaşkm bir hayranlık içinde donakalmış ve buradan ' yazdığı mektuplarından yapabildiğimiz kimi çıkarsamala­ra dayanarak, olasılıkla, bilinç bulanıklılığı ve depresyonla birlikte ortaya çıkan "Stendhal Sendromu" benzeri bir psi­şik rahatsızlık (bile) geçirmiştir. (Stendhal sendromu: Bazı tarihi ve sanatsal eserleri görünce ya da çok kısa sürede çok sayıda tarihi ve sanatsal eserle karşüaşmca, yaşanan baş dönmesi, panik, paranoya ve kendi kaybetme şeklin­de ortaya çıkan tablo.) 1907 yılında Roma'da yapüğı yeni bir "Musa ziyaretinin" ardmdan, ailesine "sürekli olarak Roma'da yaşayamamak ne acı!" diye yazar. 1912 yılında yeniden Roma'ya gittiğinde, Martha'ya yazdığı mektu­bunda, "Ben her gün San Pietro in Vincoli kilisesine, Musa heykelini görmeye gidiyorum, sanırım heykel üzerine bir inceleme kaleme alacağım..." diye haber verir. Fakat, bu çalışmanın sonuçlarmm ortaya çıkması oldukça gecikir. Michelangelo'nun Musa'sı üzerine yazdıkları ancak 1914 yılında, İmago Dergisi'nde yayımlanır.

 

III.

Freud, "Michelangelo'nun Musa'sı" adlı çalışmasında, 1914 yılma değin sanat tarihçilerinin Musa heykeli üzeri­ne yaptıkları pek çok yorumu özetlemiş, buralarda tespit edilen önemli noktalarm, ayrıntıların altmı çizmiş. Fakat, bunların hiçbirini, kendi açıklamak istedikleri için yeterli bulamadığmı vurgulamıştır.

San Pietro in Vincoli kilisesine her gidişinde, heykelin karşısında durup, Musa'nm küçümser ve kızgm bakışları karşısmda tutunmaya çalıştığını, beklemeye ve güvenme­ye yanaşmayan, puta tapmanın yanılsamasına yeniden kavuşur kavuşmaz, bayram yapan ayaktakımı insanlar arasmda kendisi de varmış gibi, arkasına bakmadan sıvı­şıp, kendisini kilisenin boşluğundan dışarı attığım ya da Musa'nm, yerden kaldırılmış ayağı üzerinden yaylanıp fırlayacağını, levhaları elinden kaldırıp atacağını ve ruhun­daki öfkeyi dışa vuracağını göreceğim diye bekleyişlerini (...) ve bu bekleyişlerin -gerçekleşmeyişi sonucu- yaşadığı düş kırıklığım anımsamış. Ancak bu beklenenlerin hiçbiri olmamış, tersine mermer yontudan kutsal bir sessizliğin yavaş yavaş etrafa yayıldığını duyumsamıştır. (104)

Freud, Michelangelo'nun Papa II. Julius için yapmayı planladığı anıt kabrin bir parçası olarak yonttuğu Musa heykelinde, anlatılanların ötesinde hep başka bir dina­mizm ve ruh halinin varlığmı düşünmüştür. Burada sergi­lenen Musa, dinginlik içinde gösterilmiş; ancak, söylen­celere göre, dinginliğin birden gürültüyle bozulduğu o ünlü an gelince, Musa başmı çevirip karşısmda altın bu­zağıya tapanları görmüş, ayağa fırlayıp kalkmasmı sağla­yacak bir konum almış, sağ eli levhaları bırakarak, yukarı­ya uzanıp sakala gömülmüş, duyulan öfke âdeta sakaldan çıkarümak istenmiş; ancak, sıkıca kavranamayan levhalar öne-aşağıya doğru kaymaya başlamış (...) (105)

San Pietro in Vincoli kilisesinde bulunan ve heykel sanatmm başyapıtı olarak tanımlanan Musa'yı, Michelan­gelo oturur konumda yapmıştır. (106) Vücut ileriye yö­nelik, gözler ve gür sakalla donanmış baş sola dönük, sağ ayak yere basmakta, topuk kısmından kalkık sol ayak an­cak parmak uçlarıyla yere dokunmaktadır, levhaları tutan elin parmakları sakalla bir bağlantı içinde bulunmakta, sol el ise kucakta hafifçe karın bölgesini bastırmaktadır. (107) Burada Musa, yaşamının olabildiğince önemli bir anmda yakalanmıştır. Bu sahne, Musa'nın yasa levhalarını, Tan-rı'dan alarak Tur-u Sina'dan indiği ve Yahudilerin kendi yokluğunda, altm buzağı yapıp, çevresinde hora teptikleri, sevinç çığlıkları attıklarına tanık olduğu andır. Musa'nın bakışları, karşısındaki bu manzaraya yöneliktir. Musa, puta tapmanm yanılsamasına yeniden kavuşur kavuşmaz, . bayram yapan ayak takımmdan insanlara (108) aşağılayıcı bir tarzda bakmaktadır.

Bu manzaradır ki, Musa'nın yüz çizgilerinde yansıyan duygularm içinde doğmasma, bu dev yapüı kişinin hemen alabildiğine güçlü bir eylem içine sürüklenmesine yol aç­mıştır. Michelangelo, işte bu son duraksamayı, fırtmadan önce yaşanan bu sessizlik anmı seçip, heykelde dile getir­miştir. Bir an sonra, Musa fırlayacak (zaten sol ayağmı yer­den kaldırmıştır) levhaları yere saçacak ve döneklere karşı duyduğu öfkeyi açığa vuracaktır. (109) Musa'nm yüzünde bir yanıyla mağrur bir sadelik, bir yanıyla acı ve öfke var­dır.

Freud, Musa heykelinde, yukarıdan aşağıya üç ayrı evrenin varlığının gözlenebileceğini vurgular. Yüzün mi­miklerinde o anda Musa'nın ruhuna egemen duygular açığa vurur kendini; heykelin orta yerinde baskı altına alınmış öfkenin belirtileri seçilir; sanki kendini tutma sü­recinin yukarıdan başlayıp aşağıya doğru yürümesi gibi, ayak amaçlanan eyleme hazırlık durumunu hâlâ sürdürür. Yumuşak bir şekilde kucağa konmuş sol el, yukarıdan dö­külen sakalı alt ucundan adeta sıvazlayarak tutmaktadır. Sol eldeki bu yumuşaklık, sanki bir an önce sağ elin sakalı kavrayışındaki hoyratlığı gidermek ister gibidir. (110)

Freud'un kanısına göre, bu durum söylencelerde ve kutsal kitaplarda anlatılanlardan farklı bir Musa'dır. Ve burada, Musa yerinden fırlayıp kalkmayacak ve levha­ları elinden fırlatıp atmayacaktır. Musa'da gözlemlediği­miz, ileriki bir eyleme hazırlık değil, geçmişe karışmış bir olayın kalıntısıdır. Bir an kendini öfkeye kaptıran Musa, elindeki levhaları unutup, yerinden fırlayacak ve dönek­liğe sapanlardan öç alacak olmuş, ama içindeki ayartıyı yenmiştir; bundan böyle, öfkesini dizginlemiş durumda, yüreğinde küçümsemeyle karışık bir acı ile oturup kalacak­tır yerinde. (111)

Michelangelo, geleneğin benimsediği, ansızın parlayıp kendisini coşku fırtınasına kaptıran (112) bir Musa'dan -çok daha- üstün bir Musa yaratmış, buna yeni bir insa­nüstü öğe katmış, bunun sonucu devcileyin vücut ve vü­cuttaki güç fışkıran kaslar, insanın gösterebileceği en yüce ruhsal çabayı ele veren, kendini adadığı misyonu düşüne­rek içinde uyanmış hırsı alt ettiğim gösteren bir nesneye dönüşmüştür.

Freud'un Michelangelo'nun Musa'sma getirdiği yoru-

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Michelangelo'nun Musa heykeli, Basilica di S. Pietro in Vincoli, Roma

mun özeti budur. Onun bu yorumunun yayımlanmasının, tam da Jung'la ayrıldıkları günlerin ertesine denk düşmesi, çalışmayı daha da anlamlı kılmıştır. Musa'nm tarihsel mis­yonunu düşünerek, kendisine karşı "içlerinde Jung'un da bulunduğu ayak takımının" üzerine kaba bir şekilde yü­rümekten alıkoyan gücü, yaşamının son gününe değin en temel esin kaynağı olmuştur.

 11. Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık

 

 

i.

Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık, Freud'un son kitabıdır. Ve bu çalışma başmdan sonuna dek olağanüstü koşullarda yazılmıştır. Yazılma nedenlerin biri, Nazilerin 1933 yılında yönetime geçmelerinden hemen sonra, Almanya'da baş­layan ve tarihte örneği görülmemiş saldırganlık, barbar­lık ve Yahudi düşmanlığıdır. Freud -da- bu saldırganlığın tarihsel, bilinçdışı nedenlerini -kendi yöntemiyle- irdele­mek istemiş, çalışma bir anlamda Totem ve Tabu'mm deva­mı niteliğinde olmuştur. Kitabın ilk bölümü 1934 yılında Viyana'da, son bölümü 1938 yılında Londra'da sürgünde -yaşamının son aylarında- yazılmıştır. Ancak, çalışmanm hemen hemen tümünün, daha 1936 yılında tamamlandığı da sanılmaktadır.

Freud, "Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık" üzerine bir çalışma yapacağmı, belki ilk kez Ernest Jones ve Eitin-gon'a hemen hemen aynı zamanlarda, 1934 yılının Ağus­tos aymda yazdığı mektuplarda dile getirmiştir. (113) Ey­lül 1934 tarihinde, Arnold Zweig'a oldukça ayrıntılı bilgi vermiş; dinin salt bir yanılsama değil, tarihsel hakikatlere dayalı bilinçdışı bir olgu (fenomen) olarak da geliştiğini düşündüğünü (114) vurgulamıştır. Freud'un kanısma göre, Yahudilik olgusunun altmda, Musa'nm Mısırlı olu­şunun ve Yahudiler tarafından öldürülüşünün (temelde

 kendi kuramına uygun bir "baba katli"nin) bulunduğunu öngörmüştür.

Freud, ayrıca Lou Andreas-Salome'ye 6 Ocak 1935 tarihinde gönderdiği uzun mektubunda, Musa ve Tek-tanrıcılık üzerine düşündüklerini anlatmış ve yazmayı planladığı kitabının, bilinen en kapsamlı özetini yapmış. Burada, Yahudilerin, Musa'nm yarattığı bir toplum ol­duğunu ve Yahudi karakterinin özelliklerini tespit etme­ye çalıştığını belirtmiş. "Kimdi Musa Denen Adam ve nasıl bir etkisi olmuştu Yahudilerin üzerinde?" sorusu­na yanıt vermek gerektiğini söylemiştir. Şöyle yazmıştır: Çünkü; Musa Yahudi değil, Mısırlıydı. Yüksek memur, rahip, belki de Firavun sarayında bir prens... Firavun, 4. Aminofis'in, MÖ 1350 yıllarında kurduğu tektanrılı dinin tutkulu bir savunucusuydu. Firavunun ölümünden son­ra, 18. Sülale dağılmış, kurulmaya çalışılan tektanrılı din yadsınmış. Beklenen umutlar sönmüş. Bu sıralar Musa, anayurdu Mısır'dan ayrılmak ve tektanrılı dini öğretece­ği bir toplum bulmak [neredeyse yaratmak s.t.] istemişti. Bunun için, uzun süredir Mısır'da yaşayan Semit toplum­larla ilişki kurmuş, başlarma geçip bunları Aton dininin yasaklandığı Mısır'dan çıkarmış. Tarihleri boyu hep aşağı­lanmış bu toplumları dünyanm diğer insanlarının seviye­sine çıkarmaya, özgürlüklerine kavuşturmaya, tektanrılı dini ve sünnet geleneğini öğretmeye çalışmış. Yahudiler, Aton dinine yeteri ilgiyi göstermemişler. Hıristiyan araş­tırmacısı Sellin'in çalışmalarma göre, bu ara ortaya çıkan bir halk ayaklanmasmda, Musa öldürülmüş, öğretisi dış­lanmış. Ve Yahudiler, Sina Dağlık bölgesindeki, Volkan Tanrılarından Yehova'ya (Yahve) tapmaya başlamışlar, ancak, Musa'nın dini de tümüyle unutulmamış. Zaman içinde Musa'nm öğretisi ile Yehova'nm dini birbirlerinin içinde erimiş ve birleşmiş. Giderek, Musa ve Yehova öz­deşleşmişler. Sonra da, Musa'nın dini öğretileri tümüyle belirleyici olmuş. Daha önce Totem ve Tabu'da (1912/13) söylemiştim, bir dini güçlü yapan onun gerçeği değil, da­yandığı tarihsel hakikattir. Bu yeni düşünceler beni çok etkiledi, fakat, şimdilik bu düşüncelerimin, Avusturya Ka­tolik gücünün etkili olduğu bu ortamda yayımlanmasına olanak görmüyorum. Şimdi susuyorum, salt kendim için bile olsa, beni tüm yaşamım boyunca etkileyen bu konuda bir yanıt bulmam bana yeter(...)(115)

Freud'un, 1936 yılında yazdığı çeşitli mektuplardan, bu çalışmasını daha 1934-35 yılları arasmda -ve yine, Salome'ye sorulduktan ve de onayını aldıktan sonra- ta­mamladığı sanılmaktadır.

 

II.

Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık çalışmasmm ilk iki bö­lümü, 1937 yılında Imago dergisinde yayımlanmış; fakat, özellikle üçüncü bölümün çalışmaları uzamıştır. Freud, zaman zaman bu son bölümü bitiremeyeceği kaygısma kapılmış (116) ve ayrıca, çok kez bu kitabm hiç basılama-yacağmı düşünmüştür.

Nazilerin 11 Mart 1938 tarihinde Viyana'ya girişlerinde (22 Mart 1938 tarihinde Arma Freud'un Gestapo tarafından • tutuklandığı koşullarda bile), Freud, 28 Nisan 1938'de Er­nest Jones'e yazdığı mektubunda -anlaşılması bugün bile kolay olmayan- çocuksu bir sevinçle, "Musa üzerine çalış­mak için bir saat kadar zaman buldum, hem iç hem de dış zorlamalara karşı bu üçüncü bölümü bitirebilecek miyim bilemiyorum? Şimdilik inanamıyorum? Fakat bakalım..." diye yazmıştır. Viyana'dan Londra'ya gittikten sonra, bu kez de sağlığmm çok bozulmasma rağmen, yine Ernest Jones'a "Burada büyük bir keyifle Musa'nın üçüncü bölü­münü yazıyorum" diye haber vermiştir. (117)

Freud, tüm bu çabalarına karşın, tamamlanmış kitabı­nın son sayfalarmda (bile) (118) yazdıklarından tümüyle vazgeçmek istediğini dile getirmiş, ancak bu çalışmanm "toprağın kabul etmediği bir hortlak gibi yakasını bırak­madığını" vurgulamıştır. (119)

Bu arada kitabı, yakmlarma, yeğenlerine ve bazı Yahu­di tarihçilerine ve teologlara okutmuş, bunlarm tümü Ya­hudi soykırımınınbaşladığı günlerde, kitabın yayımlanma­ması için ısrar etmişler, şiddetle karşı çıkmışlar; fakat, her şeye karşın, kitap son şeklini aldıktan sonra, 1939 yılında Hollanda'da baskıya verilmiştir.

Kitap kısa bir süre sonra, İngilizceye çevrilmiş, Freud, bunu sevinçle karşılamış, 19 Mayıs 1939 tarihinde günlü­ğüne, gene gizle(ye)mediği çocuksu bir coşku içinde, "Musa İngilizce -de-" diye yazmış, çalışmasmm İngilizce okuyan insanlarm da eline geçebileceğine çok mutlu ol­muştur.

Prenses Maria Bonaparte'a, 15 Haziran 1939 tarihinde yazdığı mektupta, "Sevgili Maria, Musa, Almancada daha şimdiden 1800 adet satıldı" diye yazmış, buna ne den­li önem verdiğini bir kez daha vurgulamıştır. Ayrıca, bu onun Maria Bonaparte'a yazdığı son mektup olmuştur.

Freud, yaşammm son beş yılını da, hemen hemen tü­müyle, din konusu üzerine yoğunlaştırmıştır. Jones'un belirttiği gibi, bir çocuğun ilk sorularının, kendisinin nere­den geldiği yönünde olması gibi, Freud'da yaşamının so­nuna doğru, dinin antropolojik/tarihsel soygeçmişini, din­sel takılmaların nereden kaynaklanmış olabileceğini hep yeniden ve yeniden sorgulamıştır.

Jones'a göre, Freud'un, çalışmanm yayımlanmasındaki ısrarında (belki de) yönetime gelen Nasyonal Sosyalistlerin, Yahudilere saldmları karşısında, Yahudiliğin ne olduğunu bir kez daha anlama ve anlatma, tarihsel olaylarm toplum­ların ortak bilinçdışlarındaki etkisini "gizlenmiş- gömül­müş geçmişi" araştırma, bunlarm birey insanlardaki izle­rini irdeleme tutkusu etkili olmuştur. Hep vurgulandığı gibi, bu kitabın yayımlanmasındaki trajedi, bunun tam da İkinci Dünya Savaşı'nm ve hemen ardmdan gelen, tarihin tanık olduğu en büyük Yahudi soykırımının başladığı 1939 yılma denk düşmesidir. Freud'un, bu ortama rağmen, bu kitabını yayımlanmasında ısrarı ise, onun yaşammın son günlerinde bile, ne denli ödünsüz bir rasyonel araştırmacı olduğunun kanıtı olmuştur.

Freud, bu -son- kitabında, bazı önemli yaşantıların altı­nı -bir kez daha- çizmek gereğini görür. Kültür ve din ko­nusunda düşündüklerini, Musa Denen Adam üzerinden bir kez daha söylemek olanaklarını arar; özellikle, Katolik Kilisesi'ne, dinsel inançlara karşı, yaşamı boyunca sürdür­düğü olumsuz duygularmı, ironik biçimiyle son bir kez daha tekrarlar. Kitabının adını koyarken (bile), son kerte titiz davranmış ve kendisiyle Musa ve din arasmdaki me­safeyi ayrıca belirtmek için, Tevrat'ta tek bir yerde geçen, Musa'dan ayrılıp, ona sırt çeviren ve belki de onu öldürüp yeniden, "Altın Buzağı"ya tapanlardan biri tarafmdan söy­lenmiş izlenimi veren (Eski Ahit, Çıkış, Bap 32,1 ve 32,­23) "Musa denen adam" (Bizi Mısır'dan çıkaran bu Musa . denen adama ne oldu?), tanımlamasını özellikle kullanır. (120)

"Musa Kavmi ve Tektanrılı Din"in, 3. bölümünün giri­şinde, gene Charlie Chaplin'in, Büyük Diktatör filmini anımsatan kışkırtıcı bir ironi ve şiirsel bir söylemle, Kato­lik Kilisesi ile Faşistleri karşılaştırır:

Pek acayip bir çağda yaşıyoruz. İlerleme denen şeyin, barbarlıkla işbirliği yaptığını, hayretle görmekteyiz. (121) Alman ulusu nerdeyse tarih öncesi barbarlığa dönüşün, herhangi bir ilerici düşünceye yaslanmaksızın da gerçek­leştirilebileceğini anlayarak, kendisini sıkıntıya sokan bir tasayı üzerinden atmış, rahat bir nefes alıyor. Her şeye karşm öyle bir durum ortaya çıkmış bulunuyor ki, günü­müzde tutucu demokrasiler, uygarlık alanmdaki ilerleme­lerin bekçiliğini yapmakta ve ne gariptir ki, özellikle Kato­lik Kilisesi uygarlığı tehdit eden tehlikenin yayılmasına güçlü bir direnişle karşı koymaktadır.

O Katolik Kilisesi ki, bugüne kadar düşünce özgürlü­ğünün ve doğruyu bulmaya yönelik ilerlemelerin amansız düşmanıydı. Katolik bir ülkede, Katolik Kilisesi'nin ko­ruyuculuğu altında yaşıyoruz şu an, bunun daha ne ka­dar süreceği belli değil. Ne var ki, böyle bir koruyuculuk sürdükçe, kilisenin düşmanlığmı uyandıracak bir davra­nışa başvurmayı, pek tabii sakmcalı bulmaktayız. Korktu­ğumuzdan değil, ne olur ne olmaz diye düşündüğümüz için. Ekmeğine yağ sürmekten kaçmmak istediğimiz yeni düşman, kendisiyle nasıl geçineceğimizi artık öğrendiği­miz eski düşmana göre daha tehlikelidir. Psikanaliz ko­nusunda araştırmalar zaten dikkatle izleniyor. Doğrusu, böyle bir kuşkunun haksızlığını ileri sürecek değiliz. Ça­lışmalarımızın bizi ulaştırdığı sonuç, dini, insanlığın başı­na musallat olmuş bir nevroz durumuna indirgediğine ve ondaki muazzam gücü hastalarımızda rastladığımız nev-rotik saplantı diye açıkladığımıza göre, elbet yaşadığımız toplumda egemenliği elinde tutan kuramların gazabmı üzerimize çekeceğiz(...) Şimdi olanları tekrarlayıp, bütün dinsel kuruluşlar için geçerli bir model üzerine açıklama­mız, herhalde etkisiz kalmayacaktır." (122)

Bir ulusun evlatlarmdan en büyüğü olarak baş tacı et­tiği bir insan için, o ulustan değildir demek, onu bu ulu­sun elinden çekip almak, öyle seve seve ya da kolayca gi­rişilecek bir iş değil; hele bunu yapacak kimsenin kendisi de, o ulusun bir parçasıysa. Gelgelelim, sözde çıkarlar uğ­runda, bir doğruyu ortaya koymaktan kaçınmak, hiçbir neden öne sürülerek haklı gösterilemez; kaldı ki, bir du­rumun aydmlığa kavuşturulması, bilgi ve deneyim hazine­mizi zenginleştirir. (123)

Musa, 13. belki de 14. yüzyılda yaşamıştır ve olasılıkla soylu bir Mısır ailesinden gelme, bir Aton Tapmağı rahibi­dir. Adı bile İbranice değildir, eski Mısır dili olan Kopti-ce'de "çocuk" anlamma gelir. Tevrat'ın, Grekçe çevirisin­de sonradan eklenen "s" ile Moses'e dönüşmüştür. Musa, çok öncelerden, Mısır'da yerleşmiş Yahudilere, salt siyasal önderlik yapmakla kalmamış, aynı zamanda, onlar için bir yasa koyucusu, bir eğitici olmuş; onlara bugün bile kendi adıyla, Musevilik diye anılan yeni bir dini benimsetmeye çalışmıştır.

Mısır'ın Yeni İmparatorluk (MÖ 1580-1085), 18. Sülale döneminde, büyük bir emperyalist imparatorluk olması, yeni devletin, tüm bölgeleri kapsayacak evrensel bir (yeni) Tanrı arayışını gündeme getirmiştir. Tek imparatorluk (tek yönetici/tek despot/firavun) ve tektanrı gereksinimine uygun olarak, çoktanrıcılıktan, tektanrıcılığa doğru yeni bir kültürel gelişme başlamıştır. Bu arada, Mısır'ı ilk kez dünya çapmda bir ülke durumuna getiren, 18. Sülale za­manında, genç bir firavun (MÖ 1375 yılında) tahta çıkmış • ve yeni bir dini Mısır halkma benimsetmeye kalkmıştır. Gene bu ara, Heliopolis Tapınağı'nda, evrensel bir Tan­rı tasarımı gelişmiş ve böyle bir Tanrısal varlığın, ahlak­sal yönünün ön plana alınması ve bu bağlamda, hakikat, düzen ve adalet Tanrısı Maat ile Güneş Tanrısının tek bir Tanrı paydası altoda toplanmaya çalışılması, gündeme gelmiştir. Bu tasarım, eski Güneş Tanrısı Aton yönünde gelişmiş. Aton dininde, Tanrı'nm tekliği ve biricikliği üzerinden, evrensel Tanrı öğretisine ve gerçek tektanrıcı-hk anlayışına ulaşılmıştır. Musa'nm, Yahudilere öğrettiği din, bu Aton dinidir. Ancak Musa, Mısır'dan salt din değil, sünnet âdetini de getirmiştir.

Freud'un kanısına göre, Tevrat, sünnet geleneğini ilk Yahudi atalarma kadar görürmüş ve Tamı ile İbraniler ara­sındaki antlaşmanın bir simgesi olarak kabul edilmişse de, Herodot, sünnetin Mısırlılar arasında uzun sürelerden be­ri var olduğunu yazmıştır. Ayrıca, eski Ortadoğu, Sümer, Akad ve başkaları gibi, Mezopotamya toplumlarında, sün­net geleneğinin pek bulunmadığı bilinmektedir.

Freud, yapıtını şöyle toparlar: Mısır'da ortaya çıkan tek-tanncılığı içeren Aton dini, firavunun ölümünden sonra, 1330 yıllarında büyük bir muhalefeüe karşılaşır, yadsınır. Ayaklanmalar olur. Harembad adlı bir ordu komutam tara­fından -eski- düzen yemden sağlanır. Bu arada, Aton dinine inananlar kovuşturulmaya başlanır. Karmaşa ortamında; istenmeyen, sevilmeyen azınlıklardan Yahudiler, Musa'nın yönetiminde Mısır'dan göç olayım gerçekleştirirler. Musa, sürekli aşağılanan Yahudilere, Aton tektarmcılığını ve eski bir Mısır geleneği olan sünneti öğretir ve onları -bu yönden de birinci sınıf insan olarak- Mısırlılar düzeyine getirmeyi vaat eder ve bundan böyle Yahudileri aşağılanan değil, Tan-rı'run sevdiği "mübarek", "seçilmiş" kavim yapmaya çalışır.

Ancak, Yahudiler, Tur-u Sina yöresinde, Musa'nın dini­nden dönerler ve bu dağlık bölgenin eski Volkan Tanrı­sı Yehova'ya inanmaya başlarlar. Bu davranışları kutsal kitaplarda, "altın buzağı" söylenceleriyle anlatılmıştır... Tarihçi Sellin'in bulgularma göre de,(124) gene bu ara yaşanan karışıklıklar sırasmda (bizzat) Yahudiler Musa'yı öldürmüşlerdir. Ancak, bir süre sonra, bu "baba katli" ola­yından büyük pişmanlık duymuşlar, olasılıkla, zamandan önce 1350-1215 tarihleri arasmda, yeniden Musa dinine dönmeye başlamışlar; (125) ve Musa'nm tektanrısı Yeho-va'yı yenilgiye uğratmıştır. (126)

Freud, burada amacının Musa'yı yıkmak değil, tersine bu büyük adamı, Mısırlı Musa'yı, İsrail tarihi gerçeğinin içine doğru getirmek, hak ettiği yere oturtmak olduğunu (daha önce de değindiğimiz gibi travmatize edilmiş anıla­rın unutulmaz olduğunu) haklı olarak ısrarla söyler. (127) Burada vurgulamak istenen, dinsel inançların arka planın­da yatan tarihsel gerçeklerdir. (128) Yahudilerin, "ilk ba­ba üzerine işledikleri cinayetin" travmatik etkisinin bek­lendiğinden de büyük olduğunun altını çizer. Yahudiler, o alışılmış inatçılıklarıyla, baba katli eylemini gerçekleştir­diklerini yadsıdıkça, onlara, "siz bizim babamızı öldürdü­nüz" suçlaması gelmiştir. (129) Bu suçlamaların, din tarihi açısmdan önemli bir yeri vardır. Hıristiyanlar, İsa'yı kur­ban vererek, bu ilk suçtan arınmaya çalışmışlar, ancak, Ya­hudiler suçlarmı itirafa yanaşmamışlardır.

Yazarın kanısma göre, ayrıca, tektanrıcılığa inanmış gibi görünen toplumların hiçbiri "tam anlamıyla vaftiz" den geçmiş değillerdir; hepsi incecik bir tektanrıcıhk, Hı­ristiyanlık sıvası altında, barbarca bir çoktanrıcılığa yöne­lik ataları gibi yaşamaktadırlar. Kendilerine zorla kabul ettirilen, yeni dine karşı duydukları öfkeyi, bir türlü yene­memişler, bunun hmcmı Hıristiyanlığın çıkıp geldiği -Ya­hudilik- kaynağın üzerine aktarmışlardır. Yaşanan Yahudi düşmanlığı, gerçekten bir Hıristiyan, -daha doğrusu- bir tek Tanrı düşmanlığmdan başka bir şey değildir. (130)

III.

Kari Abraham, daha 1912 yılında, dünyada ilk kez tektan-rıcılığı gerçekleştiren Mısır firavunu 4. Aminofis'in kişili­ğini ve özellikle de annesi, Kraliçe Teje ile olan "ana-oğul" (simbiyotik) ilişkilerini, analitik yöntemle irdeleyen nefis bir araştırma yapmıştır. (131) Bu -belki biraz abartmalı- fa­kat son derece öğretici yaym, Freud'un sonradan yapacağı çalışmalara öncelik etmiştir. Ancak, ne yazık ki, Freud, ki­tabında bir kez olsun, Kari Abraham'm bu çalışmasına yer vermemiş, adına bile değinmemiştir.

Kari Abraham'm derlediği bilgileri anımsamaya çalışır­sak, 4. Aminofis, on yaşmda Mısır yönetimini üstlenmiş, fira­vun olmuş. Dış mücadelelerden çok, Mısır'ın iç sorunlarıyla ilgilenmiş, kültürel ve özellikle de dinsel düzenlemelere öncelik vermiştir. Tektanrıcılık gibi, son kerte önemli bir so­runun üstüne gidişinde -toplumsal koşullarm dayatmasının yanmda- hiç kuşkusuz annesinin de büyük etkisi olmuştur. Kraliçe Teje' nin, Mısır tarihinde önemli bir yeri vardır. Te-je'nin çok akıllı, çok güzel, canlılık dolu, bilge bir kadın oldu­ğu bilinir. Teje'nin özelliklerinden bir kısmını olsun yansıtan çok güzel bir heykel, Berlin Mısır Müzesi'nde görülebilir. Ayrıca, Kraliçe Teje'nin babasının da Adonis-Min-Ra tapma­ğı rahibi olduğu sanılmaktadır. Min-Ra inancı, Güneş Tan­rısı ile Bereket Tanrısı'nın birleşmelerinden ortaya çıkmış olan ve tektanrıcılığa doğru ciddi bir gelişmeyi içeren, din ve dünya görüşüdür. Kraliçe Teje, bu tür bir birikimin için­de yetişmiş, bildiklerini ve inandıklarım, oğlu 4. Aminofis'e öğretmiştir. Genç firavunun, bedensel ve ruhsal olarak, çok ince, hassas, zarif ve duyarlı bir yapıda olduğu, duygusal dünyasının çok yoğun olduğu, sanata, şiire düşkün, idealist eğilimli ve annesine bağlı olduğu çok iyi bilinir.

Kari Abraham'm kanısına göre, 4. Aminofis'in annesi­ne olan yakınlığı, onu tek eşli bir evlilik anlayışına da ge­tirmiştir. Bilinebildiği kadarıyla, tek eşli bir yaşam ve cin­sel ahlak anlayışını seçen (ve de yaşayan), ilk firavun 4. Aminofis olmuştur. Yine bilinebildiği kadarıyla, 4. Ami­nofis, tıpkı annesi Teje'ye olan düşkünlüğüne benzer bir bağlılık ile, Nefer-Nefru-Aton'dan başka, hiçbir kadınla birlikte olmamıştır. Abraham'm, dünyada tek bir insana,https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.pngsevilen anlamına gelen Achet-aton ya da Echnaton adını almış, 28 yaşında ölene değin bu adı kullanmıştır.

Kari Abraham'a göre, yeni Tanrı Aton, soyutlanmış, ide­alize edilmiş bir "baba"dır. Yaratanın babası, her şeyin ilki, tektanrıdır. Bölgelerin, toplumların, doğa güçlerinin öte­sinde, evrensel ve her şeyin Tanrısıdır. Bu bağlamda, Aton, ardmdan gelen Musa Tektanncılığı'nın Tanrısma çok ben­zer. Eski Ahid'in, kendi Tanrısmı anlatırken, Aton Tektan-rıcdığından çok yararlandığı görülür. Aton; öfke, kızgınlık tanımaz. Savaş ve savaşçılarla ilgisi yoktur. Barışm, barıştan yana olanlarm Tanrısıdır. 4. Aminofis'in bizzat kendisinin yazdığı sanılan ve Aton'un özeUiklerini anlatan uzun şiir, bu konuda olasılıkla ilk temel yazılı belgedir. Kutsal Kitap-lar'm öncüsüdür. Sonraki, Musa ve İsa Tektanrıcılarırun -da- kendi Tanrılarını anlatırken, 4. Aminofis'in, Aton üzeri­ne yazdıklarından esinlendikleri ve hatta kimi bölümlerini olduğu gibi aktardıkları görülmüştür.

Mısır kültürünün yarattığı Tanrı Aton'un cinsiyeti yok­tur, hem kadm hem erkektir. Aton, ayrıca resimle tespit edilmemiş, gökyüzünde, eski ve yeni (geçmiş ve gelecek) tüm dünyayı ısıtan ve aydmlatan güneş ışınları diski ola­rak gösterilmiştir. Bu diski, 4. Aminofis elinde, başınm üs­tünde tutar, yanında karısı ve çocukları vardır. Aton dini, doğa ve insanı barış içinde kucaklayan yeni bir dünya müjdeler. Güzellik, incelik, yeni bir cinsel ahlak, resim ve sanat anlayışı getirir. Bunun pratikteki yansıyışı (kısmen de olsa) Roma İmparatorluğu'nun oluşturduğu, Pax Ro­mana yani Roma Kanunları'nda görülmüştür.

IV.

Freud'un kanısma göre, tektanrılı dinler, insanlara özgü­ven kazandırma karşılığı, duygusal alanı ön plandan, arka plana kaydırmışlar, bunun karşılığı insanlara, yoğun bir suçluluk duygusu uzantısında, mutsuzluk vermişlerdir. İçgüdüsel sınırlamadan başka bir şey olmayan ahlak, in­sanı sistematik olarak mutsuzlaştırmıştır. Tektanrıcılık, hiç kuşkusuz, çoktanrıcılığa oranla çok daha fazla bir en­telektüel gelişmeyi ("Çıkış"ı) içermiş, buna karşm, çok-tanrılı dönemlere oranla, içgüdüsel/duygusal ketlenmeyi artırmıştır. (132) İnsanlarm kendilerine karşı özgüvenle­ri artmış, fakat duyguları, heyecanları donuklaşmış, ger­çeklik ilkesine karşı haz'dan vazgeçilmiş, sonuçta mut­suzluk ve sürekli ruhsal gerilim ortaya çıkmıştır. Vicdan, ahlak artmış, hoşnutsuzluk, huzursuzluk yoğunlaşmış­tır. Zaman içinde, bir tür savunma yöntemiyle, insanlar acı çekmekten haz duymaya başlamışlardır. Yanlış bir kurguyla, entelektüel gelişme, mutsuzluk, yanlış bir haz duymayla gider olmuş. İnsan, yanılsamalı bir düşüncey­le hazdan vazgeçtikçe, -daha çok- "korunacağını" sanmış, insanlığın gelişimi içinde, akim giderek duygusallığı ez­mesi ve insanların bu türden her ilerlemeyle, gurur ve yü­celik duymaya başlaması, bir yandan inanç gibi şaşırtıcı bir duygusal olgunun, tüm eski entelektüel birikimi ezip geçtiği görülmüş, öte yandan da, saçma olduğu için inanı­yorum (Credo quia absürdüm) özdeyişiyle, dile getirilen uygun çocuksu bir hareket noktasına varılmıştır. Tektan-rıcılıkta, içgüdüden vazgeçiş, dinde başrolü oynamış, bu nedenle ahlak ve vicdan özellikle tektanrıcılık döneminde, insanları bu denli mutsuz etmiştir.

Tanrı'nın, yeni bir Mesih göndereceğini de, gene ilk kez İsrailliler haber vermişler, ayrıca, gene Yahudi Paulus, Ya­hudi halkmdan birinin, İsa'nm Mesih olarak gönderildiğini söylemiş, böylece tektanrılı dinler, hemen hemen tümüyle Yahudilerin başlarmm altmdan çıkmıştır.

Freud'un, hem din hem de Musa Denen Adam konu­sunda söylediklerini, onun kitabmdan alman bir bölümle -son bir kez- özetlemek olası:

"Bizim gibi inancı kıt olanlar için, Tanrı'ya inananlar ne kadar da imrenilesi gelir. İnandıkları büyük ruh için, dün­ya hiçbir sorun çıkarmaz, çünkü bütün kurumlarıyla dün­yayı yaratan zaten odur. Bizim gibi inanmayanların, zar zor elimizden gelen onca zahmetli, önemsiz, bölük pörçük açıklama çabalarına oranla, inananların kuramları ne kadar kapsamlı, derin ve kesindir. Ahlaksal kusursuzluğun idea­li olan kutsal ruh, insanların içine hem bu ideallere ilişkin bilgiyi hem de buna ulaşma içgüdüsünü aşılamıştır. Bu ina­nan insanlar, yüce ve soylu olanı da, aşağı ve aşağılık olanı da anında algılarlar. Duygusal yaşamları, adı geçen ülküy­le aralarmdaki uzaklığa göre ayarlanmıştır. Yörüngesinde devinen bir gezegenin güneşe en yakm bir noktaya varması gibi, bu ülküye yaklaşmaları, onları kıvanca boğmakta, yine yörüngesinde güneşten uzaklaşan bir gezegen gibi, bu ül­küden uzaklaşmaları ise, onları güçlü bir kaygı duygusuyla cezalandırmaktadır. Bütün bu durum işte böylesine yalın­kat ve öylesine şaşmaz biçimde saptanmıştır.

Bizler, yaşamsal deneyimlerimizin ve dünyaya yönelik gözlemlerimizin, bu en yüce varlık varsayımmı benimse­memizi olanaksızlaştırmasma, üzüntü duymaktan başka bir şey yapamıyoruz...

Ayrıca, sanki dünyada çözülmesi gerekli yeterince sorun yokmuş gibi, karşımıza bir de, bu insanların nasıl oluyor da Tanrısal varlığa inanabildiklerini ve bu inancın "usve bilimi" ezip geçen, bu büyük gücü nereden aldığı sorununu, çözme sorununu çıkarırız kendimize...(133)."

Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık kitabı, onun, bir vasi­yetnamesi niteliğindedir. Burada bağımsız ve özgür olmak isteyen insanın, her şeyden önce hem (Jakob-Oidipus-lar gibi) kendi babalarından hem de Musa benzeri Tanrı baba­larından kurtulmaları gerektiği anlatılmaya çalışılmıştır.

 

V.

Freud, insanın, babasız bir ortamda, kendi yapıtlarıyla baş başa kalması, sadece kendi yaptıklarına güvenmesi ve bunlardan gurur duymasmm, kendi yaşamı bazında, ba­bası Jakob ve Musa'dan kurtulmasıyla mümkün olabilece­ğini sanmış, ama gerçekte (belki de), tüm çabalatma kar­şın, her ikisinden de hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bu iki Tanrı-babayı yadsımak, bunlardan kurtulmak için, elli yıla yakm oturduğu, uğraş verdiği odasmm içini, tarih-öncesi dönemin üç bine yakm Tanrıçalarıyla ve Tanrılarıyla dol­durmuş, -ancak- onların yardımıyla "babasız kalmanın acısını" dindirmeye çalışarak -acılar içinde kıvranarak-yaşayabilmiştir. Sonunda Oidipus ile Musa arasında sıkış­mış beyni ve yüreği, artık daha fazlasmı taşıyamayacağı olgunluğa gelmiştir.

Freud'un düşünceleri, başta eşi Martha olmak üzere, pek çok kişi ve kurum tarafmdan eleştirilmiştir ve eleşti­rilmeye devam etmektedir. Yapıtlarını gelenek yanlısı din­darlar, Katolikler, tutucu burjuvalar tarafmdan, bilimsel yanı olmayan hezeyanlar, din ve Tanrı düşmanlığı, ahlak karşıtı ve vicdan yoksunu çalışmalar olarak görürlerken, komünistler (bile) psikanalizi, dünyaya ve işçi sınıfına kar­şı, umudunu yitirmiş zavallı küçük burjuva düşüncesi ola­rak eleştirmişlerdir. (134)

Herhangi bir ideolojik kümede toplanamayan pek çok eleştirmen ise, onu paranoid ölçüde (hatta pervers-mazo-şist) bir modern kültür düşmanı olarak tanımlamışlardır. Son derece keyifli ve öğretici bir saptamadır ki, Freud'un söylediklerinin bilimsel yanı olmadığı, binlerce kez tekrar­lanmasına ve "kanıtlanmasına" karşın, örneğin sadece son yirmi yılda ve sadece Vatikan kökenli 280 yeni kitap (daha) basılarak tezleri yeniden ve yeniden çürütülmeye . devam etmektedir. (135)

Bilinçdışı kültür tarihinin, birey insandaki pıhtılaşmış tortusu gibi düşünülür. Bu yaklaşımm, gerçekte smıf sava­şı tartışmalarmdan çok daha ötelere göndermeler yaptığı, politikayla ilgilenmiyormuş gibi görünerek ve bir anlamda "inkâr ederek ölüme mahkûm edip" politikaya karşı za­fer kazandığı görülür. Kuşkusuz onun düşünceleri pek de iyimser, umut dolu yaklaşımlar değildir. Ama salt psiko­loji hiç mi hiç değildir. Bu bağlamda, Amerikalı yazar şair Hilda Doolittle, Freud'un, "Benim buluşum öncelikle bir tedavi aracı değil. Benim buluşum, önemli bir felsefi teme­le dayanır" dediğini, anımsatır bize. (136)

Bir tür Odisseus-Laokoon-Kasandra karşılaşması/ça­tışması vardır burada... Kurnaz Odisseus'da, Tahta At'm, Truva'ya felaket getireceğini söyledikleri için, Tanrılar ta­rafından kendi başlarma felaketler getirilen, Laokoon'da ve Kassandra'da haklıdırlar... Özne (birey/insan) bu ara­da yalnız, yapayalnız yaşamak, düşünmek karar almak, davranmak zorundadır.

Çaüşma hep doğa, mitoloji ile aydınlanma ya da ras­yonalizm ile irrasyonalizm arasmdadır. Freud burada Lao-koon ve Kassandra'nm rolünü üstlenmiştir. Bu konumuyla hem acı çekmiş hem de büyük tehditler, eleştiriler pahasına, insanlara kendince doğru sandığı savlarım söylemenin ge­reğini düşünmüş ve bundan da büyük bir haz duymuştur. Tıpkı Laokoon ve Kassandra'da olduğu gibi...

Sonuç olarak, "bilimsel peri masalı", bir tedavi aracı ol­manın çok ötesinde, bir toplumsal eleştiri yöntemi olarak, "şiirin bilimsel doğruluğunu", Sophokles'in Shakespea-re'in, Goethe'nin, Heine'nin şiirlerindeki hakikatin bilim­sel karşılığını getirmiştir.

Freud'un biyografisini ve kurammı, tek bir kitapta an­latabilen bir örnek vermek zorunda kalırsam (bir an için Sophokles ve Shakespeare'i bir yana bırakırsak), bunun için "modern yaşamm İlyada'sı" olarak da tanımlanan Goethe'nin Faust'umı söyleyebilirim. Bu başyapıt, Freud için hem bir esin kaynağı hem de 83 yıllık yaşammm, 18 ciltlik yapıtlarının ve sayıları on binlerle ifade edilen mek­tuplarının, söyleşilerinin içeriklerinin (ve hatta biçemleri-nin) ulaşmasını istediği son ereği olmuştur.

Freud'un (özellikle)ödünsüz bir kültür eleştirmeni ola­rak gelişmesinde, Goethe'nin ve onun başyapıtı Faust'un etkisi büyüktür. Faust aynı zamanda, onun anlatmak iste­diklerinin anahtarmı da içinde taşır.

Goethe bağımsızlaşmak ve özgürleşmek isteyen in­sanların (Faust'un, Freud'un ya da herhangi birimizin) yazgıları, bireysel ve toplumsal yıkımlarla yüklü olası bir benlik büyümesini (kişilik gelişmesi) sağlayabilmek için, ancak kendisini ve toplumu toptan dönüşüme uğratmayı amaçlaması, "mutluluk" ve "acıyı" yüreğinde duyumsa­ması ve bunun için de kendisini "şeytana satarak", "geliş­me trajedisi" diye de adlandırılan güdünün oluşmasını koşullayabilmesi ve neredeyse benzer "bireysel ve top­lumsal gelişme trajedilerini" yaşaması gerektiğini göster­miştir. (137)

Böylesi geniş kapsamlı bir bağlamlılık içinde, Faust'un trajik serüvenlerini ve hemen hemen her bir dizesinde "yapılması gerekli, olumlu bir şeylerin ancak (pek çok şe­yi) olumsuzlama yoluyla elde edilebileceğini gösterdiği", "negatif diyalektiği" çok iyi özümsemeden, Freud'un ve yapıtlarının temelinde yatan gizemin anlaşılabileceğini düşünemiyorum.

Rainer Maria Rilke gibi bir şairin bile, "yaşamımın te­mel taşları onunla birlikte oluştu... Benim tek hakikatim odur" diye itiraf ettiği (yine) Lou Andreas Salome, "psi- • kanaliz sayesinde ben nevrozlarımın nedenlerini, cinselli­ğin kişiliğin anayurdu olduğunu, yitirdiğim çocukluk fantezilerimi, dişiliğimin gizemini, narsisizminin kaynak­larını, iç organlarınım duyumlarını, Rilke ile birlikteyken yaşadıklarımı ve duyumsadıklarımı, bilimsel yöntemlerle anlatabilme olanağmı buldum..." demiştir. (138,139)

Analitik eleştiri kuramı, öznenin, tarih dışma atılmak istendiği (post-historyadan söz edildiği) bugünlerde, bir yandan içinde yaşamak zorunda kaldığımız kültürel ko­şulları, tüketim ortammı, olabildiğince eleştiri gücünü ve-

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

 

 

Kassandra, Troya kralı Priamos'un kızıdır. Kâhindir. Geleceği görme gücü vardır. Felaketleri görür, onları önceden haber verir ama önleyemez. Daha doğrusu etrafındaki "normallere" anlata­maz. Kâhinlere özgü trajedik yaşamın örnek kişiliklerinden birini imler. Ama bu çok acılı yaşamı içinde iki boyut vardır: bilmek ve önleyememek. Önleyemeyeceği felaketleri önceden bilmek ona çok acı verir. Ama her şeye karşın bilmek de anlatılması zor bir haz duyumsatır. Christa Wolf, biraz da kendisinin içinde yaşadığı ko­şulları sergileyen, olağanüstü bir yetkinlikle yazdığı Kassandra'nın romanında, onun bu trajedisini sergiler.

Heykeltıraş arkadaşı Franzlska Lobeck (1984) da, benzer bir güzellikte heykelini yapmış. Yapıt, Berlin'de Devlet Kültür ve Tarih Müzesi'nde sergilenmektedir. Franziska Lobeck -de-, büyük bir ya­ratıyla, Kassandra'nın biyografisinden, "önceden görmek, bilmek ama anlatamamak, inandıramamak" ikili psişik durumu (sanki bizlere bile neredeyse) sezinletmektedir. Kassandra'nın yüzünde (Laokoon benzeri) genel acılı yazgının ötesinde (biraz da) "ola­cakları önceden bilebilmenin ve de başına gelecekleri bilmesine karşın bunları yüksek sesle söylemiş olmanın mutluluğu, hazzı da gösterilmiştir...

Laokoon Grubu ve Kassandra büyük trajik sonuçlar pahasına da olsa, bilmenin hazzını ve bunu bilmeyenlerle paylaşmanın mut­luluğunu simgeleyen iki büyük başyapıttır.

rirken, öte yandan da bize sanata, felsefeye, aşka, bireysel ve tarih öncesi dönemlerimize doğru, stratejik bir geri çe­kilme hakkını kullanma olanağını anımsatmakta; hatta bu yolda bizi kışkırtmaktadır...

 

VI.

Konuyu noktalamadan önce, sistemleştirilmek istenen bütün bilimsel savların, bir yanılsamayı da içlerinde taşı­dıklarını, ironiyle vurgulayan İspanyol yazarı Pia Baro-ja'nm saptamalarmı anımsatmak istiyorum:

Pia Baroja, dünyada üç büyük bilgenin, üç büyük Ya­hudi'nin, üç büyük teoriyle insanları üç kez yanılttıklarını söyler: Buna göre, Musa; Kutsal Kitabıyla bu dünyada acı çekilmesine karşın, öteki dünyadaki "cennette" rahat edi­leceğini söyleyip, "cennet savlarıyla" insanları yanıltmıştır. Karl Marx, Kutsal Kitapların tümünün yalan, "dinin afyon olduğunu", yitirilen cennetin, "Altın Çağ'ın" bu dünyada da kurulabileceğini, insanların bu dünyada da mutlu ola­bileceklerini, bunun için de sınıf savaşının esas olduğunu söyleyerek, bizleri bir kez daha yanıltmıştır. Sigmund Fre­ud ise, dinin de, smıf savaşlarının da, gerçek dışı "bilinçli" yalanlar olduğunu, insanların sadece psikanaliz olduktan, bilinçdışmdakileri öğrendikten sonra, mutlu olabilecekle­rini söylemiş ve insanları bir kez daha yanıltmıştır.

Bütün bu yanılsamalardan sonra, şimdi, kendimizi, her gün bir yenisi piyasaya sürülen ve hepsi de birbirinden güzel "psikofarmokoloji mamullerinin" ellerine teslim et­mekten başka şansımızın kalmadığını görüyoruz.

Laokoon, Apollon tapınağının rahibidir. Akhalar'ın Troya önüne koydukları tahta at sahtekârlığını bilir ve bunu Troyalılara söylemek ister. Tanrılar ise, ona bunu kimseye söylememesini tembihlerler. Laokoon, Tanrılara bildiği bir şeyi söylememenin olanaksızlığını anlatmaya çalışır... Sonunda durumu Troyalılara söyler, inanmazlar. Tanrılar, onun bu itaatsizliğini bağışlamazlar. Denizden gönderdikleri iki büyük yılanla, Laokoon ve iki oğlunu öldürürler. Ölüm pahasına da olsa, bildiğini söylemek yürekliliğini gösteren Laokoon'un, bu muhteşem serüveninin heykelinin Grek aslından yapılma bronz bir kopyası, Vatikan Müzesi'nde görülebilir. Bunun orijinalinin Bergamalı heykeltıraş Phyromachos tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Ayrıca, bugün Berlin'de bulunan, Bergama Zeus Sunağı kabartmaları ile aralarındaki benzerliklerden hareketle, "Laokoon Grubu"nun da aynı usta (atölye) tarafından yapılmış olduğu düşünülür.

Klasik Grek sanatının başyapıtlarından olan "Laokoon Grubu", bildiklerini söylemiş olmanın, insanları körlükten kurtarmaya, sahtekârlıklara karşı uyarmaya çalışmanın getirdiği haz ve mutluluk içindeki insanın, sahte resmi Tanrılara karşı başkaldırışını sergiler. Özellikle Laokoon'un yüzündeki acının, hazin ve mutluluğun birlikte duyumsandığı başının konumu, saçlarının ve sakalının uzun, bukleli, dağınık, karmakarışık sergilenişi, Tanrılara başkaldıran barbarlara, devlere, mitoloji/masal kahramanlarına, gerçekleri söyleme ateşiy­le yanıp tutuşan "çılgınlara" özgü anıtsal bir görünüm verir.

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png

Laokoon ve oğulları: Museo Pio Clementino, Vatikan (MÖ 175-150)

12. Son Günler, Okuduğu Son Roman, Son Saatler

 

 

i.

1938 yılının Haziran ayının sonlarında, özel doktoru Max Schur, Freud'un çenesinde yeni bir oluşum sezinlemiş, Ağustos aymda bunların yanmda iki yeni tümör yapılan­ması daha başlamıştır. 7 Eylül'de, Dr. Picher, Londra'ya gelmiş, 8 Eylül günü Londra'da damardan yapılan Evipan narkozu altmda, 1,5 cm kadar bir bölge daha temizlenmiş, 9 Eylül'de Freud yeniden evine gidebilmiş, bu ara 27 Ey­lül 1938 tarihinde yeni evlerine taşınmışlar, 4 Ekim 1938 tarihinde, Marie Bonaparte'a yazdığı mektupta, Freud'un yaşamında ilk kez bazı imla hataları yapmaya başladığı izlenmiş, zaten mektubunda da "... kendisini çok yorgun, güçsüz duyumsadığını zorlukla hareket ettiğini..." belirt­miş.

Bu ara, Arnold Zweis'i ziyaret etmiş, birkaç hafta kal­mış, yeniden muayenehanesinde çalışmaya, ama günde ancak 4 hasta bakmaya başlamış, 1939 yılının Ocak aymda durumu yeniden bozulmuş, çenesinde yeniden patolojik oluşumlar ortaya çıkmış, bunların yanmda kemik nekroz­ları oluşmuş, 28 Şubat'ta alman parçada, bunlarm kanser yapısmda oluşumlar olduğu doğrulanmış, ışm tedavisi yapümış, bu kez de kanamalar, baş dönmeleri, yorgunluk­lar artmış.

 16 Haziran 1939 tarihinde Marie Bonaparte'a yazdığı mektupta, yaşadığı dünyasmı "okyanusta yüzen acı dolu küçük bir ada gibi" diye tanımlamış, ama gene de Mu­sa'nın, Almancada 1800 sattığı sevinçli haberini vermiş.

Temmuz sonunda bir gece, sol kalp yetmezliği belirtisi ortaya çıkmış, ağustos aymda durumu hızla daha da kötü­leşmiş, Marie Bonaparte Londra'ya gelmiş ve 31 Temmuz ile 6 Ağustos arasında onun yanmda kalmış, sonunda bu iki dost hüzün içinde birbirleriyle vedalaşmışlar. 1939 yı­lının Ocak aymm başında, çenesinde yeni bir şişlik ortaya çıkmış, artık ameliyat edilemez olduğu görüşü ağır bas­mış. Freud'un daha -elli yıl önce- 19 Şubat 1899 tarihinde Fliess'e yazdığı mektupta, sıkıntıdan kendisi için yaptığı "tümüyle Neoplazma'ya dönüşüyorum" benzetmesi, ne­redeyse gerçekleşmeye başlamıştır. (140)

1939 yılının Haziran aymda durumu yeniden ve biraz daha kötüleşmiş, 1 Ağustos 1939 tarihinde, anlayışlı bir tavırla muayenehanesini kapamış, tüm gücünü yitirmiş, yemek yiyemez, konuşamaz konuma gelmiş, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman orduları, Polonya'ya girmişler ve 2. Dün­ya Savaşı artık resmen başlamış. Savaşın başlamasını, İn­giltere büyük bir duyarlılıkla karşılamış, Londra'da da sık sık alarm verilmeye, sirenler ötmeye başlamış ve 2 Eylül günü İngiltere, Fransa ile birlikte savaşa resmen katıldığı­nı açıklamıştır.

Dr. Max Schur, bir ara Freud'a, "bu savaşm gerçekten son savaş olup olmayacağını" sormuş, Freud her zamanki kara mizahıyla, " benim son savaşım olduğu kesin" diye yanıt vermiştir. (141) Son günlerinde okumak için bir kitap aramış ve kitaplıktan Honore de Balzac'm (1830-31 yılları arasında yazdığı), Tılsımlı Deri ("Chagrinleder") adlı ro­manını almış, tüm acılarına karşm, kitabı bir solukta, olası­lıkla birkaç saatte ya da son gecesinde okumuş, bitirdiğin­de, Dr. Max Schur romanı nasıl bulduğunu sorduğunda, "çok güzel, tam benim bulunduğum konuma uyuyor..." diye yanıt vermiş, Balzac'm Tılsımlı Deri romanı, Freud'un okuduğu son kitap olmuştur. (142)

II.

Balzac'm bu kitabı gerçekten de Freud'un hem genel bi­yografisine hem de son günlerinde içinde bulunduğu or­tama uygun düşmüştür.

Romanm kahramam Raphael (eleştirmenlerin kanısma göre aynı zamanda Balzac'm kendi gençliğine de gönder­me yapar ve genç Balzac ile Raphael arasında önemli ben­zerlikler gözlenir) yoksulluktan ve yaşamsal çaresizlikler­den kendini Seine Nehri'ne atıp, intihar etmek üzereyken, Faustik bir rastlantıyla, Mefisto benzeri bir antikacı adam­la karşılaşır ve onunla bir antlaşma yapar. Antikacı, ona dükkânmda bulunan tılsımlı bir yaban eşeği sağrı derisi gösterir. Doğu ülkelerinin birinden getirilmiş bu Tılsımlı Deri'nm kenarmda Arapça, "Bana sahip olursan her şeye sahip olursun; yalnız, hayatin benim olacak. Tanrı böyle istedi. Ne dilersen dile, yerine gelecektir; yalnız, diledik­lerini hayatm üzerine ölçüp biç, işte hayatm burada. Her dileğinle ömrünü kısaltacağım. İstiyor musun beni? Al. . Tanrı kabul etsin. Amin!" diye yazmaktadır (143). Batıl inançlara hiç inanmasa da, "Tılsımlı Deri" Raphael'in her istediğini yapacak, her arzusunu gerçekleştirecek ama her seferinde gözünün önünde biraz daha küçülecektir. Bu küçülme aynı zamanda Raphael'in ölüme yaklaşması, günlerinin azalması demektir.Derinin küçülme sürecinden önünde kaç günlük yaşamının kaldığım gören -ve çok kısa bir süre önce kendini Seine Nehri'ne atarak intihar etmek üzere olan- genç adam, bu kez ölmekten dehşetle korkma­ya başlar ve sahip olduğu tüm olanaklarına karşm, deriyi küçültüp yaşamını kısaltmamak çabasıyla, yeni hiçbir şey istememek için günlerini, hatta saatlerini tek düzeye indir­geyip, kendisini bir odaya kapatıp, sırtüstü yatıp, umutsuz korkular içinde, düşünmekten bile korkarak, kendisini çok yalm ve aynı zamanda acılı bir yaşam sürdürmeye mah­kûm eder. Freud'da bu "tılsımlı deri", habis oluşumunun tersine bir gelişme göstermesini içerir. Ağzındaki kanser­li yapılanma büyüdükçe, onun yaşamı kısalmaktadır ve yaşam boyu hep ölümün özlemini çeken bu insan, "habis kanserli derinin" bu kez büyümesini önleyebilmek, küçül-temese bile, hiç olmazsa var olan konumuyla kalmasmı sağlamak, açısmı biraz olsun azaltabilmek için, son za­manlarında hemen her gün ameliyat olur, olası her türlü hareketten, konuşmaktan, yemek yemekten, neredeyse soluk almaktan bile kaçınır; ölümden, ölmekten korkmaya başlar, yanında ölüm ve kanser sözünün söylenmesini bile neredeyse yasaklar.

Onun bu son günlerinin tanığı olan Salvador Dali, yap­tığı yalm bir desen denemesinde, sanatkâr sezgisiyle, bu "şeytani" ikilemi hemen saptamış ve resimlemiş; yakmları Dali'nin yapıtmı bile, Freud'a göstermekten kaçınmışlar­dır.

Freud'un bu son saatlerinde okuduğu, Balzac'm Tılsımlı Deri romanını nereden bulduğunu, kendi kitaplığmdaki zulasmda özellikle mi sakladığını, yoksa onu kendisine bir yakmmm mı verdiğini öğrenemedim. Ama böyle bir konuyu araştırmanm bize, Freud'un ve yakmmda bulu­nanların kişilikleri hakkmda yeni açılımlara olanak sağla­yacak ipuçları verebileceğini düşünüyorum.

Günlerdir ağzını açamadığı için yemek yiyemeyen, git­tikçe çöken babasına, Anna son olarak sahanda yumurta yapmış, zorlukla bundan küçük bir parçayı yiyebilmiş. Biraz rahatlar gibi olmuş, sonra, 21 Eylül 1939 günü, Dr.

https://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png


Schur'a bir önemli dileğinin olduğunu söyleyip, yatağının kenarına oturmasmı rica etmiş: "Sevgili Schur, size ilk ko­nuşmamızı anımsatmak istiyorum. Siz daha önce, ağrılar dayanılmaz konuma geldiğinde, bana yardım edeceğinize söz vermiştiniz. Zamanı geldi, bu acıyı sürdürmenin an­lamı yok..." der. Bu tarihi anda, Dr. Max Schur, elini Fre-ud'un elinin üstüne bastırır ve "aramızdaki konuşmayı unutmadım" diye yanıtlar. Freud, "teşekkür ederim, bu konuşmamızı lütfen Anna'ya söyleyin" diye son bir ricada bulunur. (144) Burada, gene hınzır bir kışkırtıcılıkla, ger­çekçi bir tavır için, kendi ölüm tarihini (belki de Kabala'da yazılanlara uygun bir şekilde), yine kendisi belirlemek is­ter. Ertesi gün, Dr. Schur, Freud'da yeni bir ağrı dalgasının başlamakta olduğunu sezinleyince, 30 mg. (2 mi.) morfin enjekte eder. Freud'un yüzünde, ağrı acı izleri ortadan kal­kar, hemen rahat bir uykuya dalar... Bir süre sonra, aynı dozda morfin, bir kez daha enjekte edilir. Yavaşça komaya girer ve bir daha açılmaz. 23 Eylül 1939 gece yarısmdan sonra, sabaha karşı, saat üçte yaşamı noktalanır (145); ve onun çok sevdiği Hamlet'teki ünlü betimlemeyle, bundan sonrası -büyük- sessizliğe dönüşür.

26 Eylül 1939 tarihinde, cesedi krematoryumda yakı­lır. Külleri, urna olarak Marie Bonaparte'm hediye ettiği, çok sevdiği ve son günlerinde, sık sık "insanın bunu be­raberinde mezara götürememesi ne acı" dediği, bir An­tik Grek şarap tası içinde Londra'da Golden Green Me-zarhğı'na konmuştur.

 Kaynaklar

 

 

 

I. Bölüm

1.    Ernst, Jones: Sigmund Freud Leben und Werk. (1962) dtv. Band s.310

2.    Bruno, Bettelheim: Freund und die Seele des Menchen (1983), Claasen, 1984, s.35

3.    Schopf Alfred: Sigmund Freud, C.H. Beck, 1982, s. 132-41

4.    Andreas-Salome, Lou: Lebensrückblick. Grundriss einiger leben­serrinnerungen. Ein Porträt. Zürich, 1951, 64; Onun "gizlenme ve korunma isteği için" bkz. Mangolis, Deborah P., Freud ve Annesi, İngilizceden Çeviren: Nursei Oral, HYB Yayıncılık, 1997, s.16

5.    Ernest, Jones: Sigmund Werk (1962) dtv.Band 1,1984, s.10)

6.    Ilse Grabrich-Simitis: Freud, Yaşamım ve Psikanaliz. Say Yayınları, Türkçesi Kâmuran Şipal, Türkçe basım 1986, s. 16)

7.    ilse Grabrich-Simitis: Freud, Yaşamım ve Psikanaliz. Say yayınları, Türkçesi Kâmuran Şipal, Türkçe basım 1986, s.8

8.    Bernfeld Siegfried Bernfeld, Suzanne Cassirer: Baustein der Freud-Biographik. Suhrkamp Verlag-1981, s. 79-81

9.    Gay, Peter: Freud, Eine Biographie für Unsere Zeit, Ficher, 1989, s.4

10.  Bundan çok farklı bir bağlam içinde, ama benzer bir eğretilemeyi, yıllar önce bir denemede okuduğumuammsıyorum, ama kesin­likle nerede olduğunu kestiremiyorum. Acaba Ferid Edgü'nün "Şimdi Saat Kaç?" olabilir mi? Bilemiyorum. Şu anda kitaplığımın bir bölümüne ulaşmam olanaksız olduğu için de, kesin kaynağı da gösteremiyorum. Okurlardan ve yazarmdan beni bağışlamalarım dilerim.

11.  Marcuse, Ludwig: Sigmund Freud, Sein Bild vom Menschen, Diogenes (1956) 1972, s.106

12.   Kierkegaard Sören: Der Begriff Angst (1844), eva 1995

13.  Freud-Pfister: Sigmund/Oskar Pfister, Briefe 1909-1939. hrsg. von Ernst Freud und Heinrich Mang. Ficher Verlag, 1981, s.64

14.  Kollbrunner, Jork: Der kranke Freud. Klett-Cotta, 2001, s 178 -384

15.  Freud, S: Sanat ve Sanatçı Üzerine (1917), Almancadan Çeviren, Kâmuran Şipal, YKY, 1995, s.217

16.  Bernays, Anna: My brother, Sigmund Freud. 1940. s. 143, alıntı, Margolis, s. 11; ve Kollbrunner, Jürg: Der kranke Freud, Klett-Cotta 2001, s. 110

17.  Margolis, s.6

18.  Kobler Franz: Die Mutter Sigmund Freuds, 1962. Bulletin des Leo Baech Instituts 5 (19) s.115, alıntı Kollbrunner, s. 112

19.  Margolis, s. 19

20.  Roazan, s.65

21.  Margolis, s.89

22.  Ferenczi, 1960, s.400 ve Jones, s.152

23.  Clark, s. 13-14

24.  Marianne Krüll: Freud und Sein Vater. C. H. Beck, 1979, s.92

25.  Krüll, s. 101

26.  Krüll, s.116

27.  Krüll, s. 122

28.  Jones, 1, s.28

29.  Kollbrunner, s.105

30.  Jones, s.31; ve Robert, M: Die Revolution der Psychoanalyse, 1971, s.30

31.  Jones, 1. s.43

32.  Jones. 2/176

33.  Ernst Freud, Lucie Freud, Ilse Grunbrich-Simitis (Hg.). 1977, Sigmund Freud. Sein Leben in Bildern und Texten. Frankfurt, s. 134

34.  Schur, Max: Sigmund Freud, Leben und Sterben, Suhrkamp, 1977, s.37

35.  Jones, 1, s.24

36.  Worbs, Michael: Nervenkunst, Athenäum, 1983, s.20

37.  Freud, Yaşamı, s.47

38.  Worbs, M: Nervenkunst, s.18

39.  Baioni, Giuliano: Kafka, Literatur und Judentum, J.B. Metzler, 1994, s.219

40.  Freud, S: Yaşamım ve Psikanaliz, s.46

41.  Jones, bd.l, s.42

42. Jones, 1,291-92

43. Scharfenberg, Joachim: Sigmund Freud und seine Religionskritik. Vandenhoeck-Ruprecht 1971, s.44

44. Jones, 1, s.49

45. Jones, 1, s.40

46. Jones, 1, s.109

47. Inge Stephan, Die Gründerinnen der Psychoanalyse, Kreuz Verlag 1992, s.22

48. Margolis, s.41

49. Freud, S: Briefe 1873-1939. S.Fischer.1960. s.457- 58)

50. Gay, Peter: "Ein gottloser Jude", Fischer, 1988, s.161

51. Jones, Cild 1, s.31

52. Benjamin, Walter: Pasajlar. Almancadan çeviren: Ahmet Cemal, YKY, 1992, s.85

53. Hans Sachs: Freud, Meister und Freund. 1944, Ullstein, 1982, s.140-160

54. Detlef Berthelsen: Alltag bei Familie Freud, -Die Erinnerungen der Paula Fichtl- Hofmann und Campe, 1987, s.42.

55. Paula Fichtl, s.44

56. Jones, s.465

57. Borch-Jacobsen,  Mikkel:   Anna   O.   zum  Gedaechtnis.   Eine Hundertjaerige Irreführung. Wilhelm Fink Verlag 1997. s. 100-101

58. Young-Bruerh Elisabeth: Anna Freud Eine Biographie. 1995, s.67

59. Kollbrunner, 195-196

60. Sigmund Freud: Briefe. 1873-1939, Hrsg. von Ernst und Lucie Freud. Fischer. 1968, s.169-171

61. Freud: Briefe, s. 179; ve Jones Bd.l, s.222

62. Freud: Briefe, s. 177

63. Freud: Briefe, s.179

64. Freud: Yaşamım ve Psikanaliz, s. 114

65. Freud: Briefe, s. 209

66. Freud: Briefe, s. 225

67. Freud: Briefe, s.173

68. Ascheri, Carlo: Feuerbachs Bruch mit der Spekulation. Europäische Verlag, 1969

69. Georges Didi Huberman: Erfindung der Hysterie.Wilhelm Fink Verlag 1997, s. 8-21

70. Josef Breuer, Sigmund Freud. (1895) Studien Über Hysterie. Fischer Pyschologie 1997, s.42-66

71. A.g.e. s.60

72.  Mikkel Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis. Eine Hundertjaerige Irreführung. Wilhelm Fink Verlag 1997. s. 22-23

73.  Josef Breuer, Sigmund Freud. Studien Über Hysterie, s. 43

74.  Peter Gay: Freud, Fischer, 1989, s. 81-84

75.  Mikkel Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis. s. 33 (Anna O.'nun Sanatoryumda yatarken Dr. Robert Biswanger ile Dr. Josef Breuer arasındaki haberleşmeler için bkz. Albrechet Hirschmüller: Leben und Werke Josef Breuers, Bern 1978)

76.  Sigmund Freud: Briefe. 1873-1939. 1968, s.427

77.  Ernest Jones: Sigmund Freud, Leben und Werk. (1953) Bd-3. Deutscher TaschenbuchVerlag. 1962, s.266

78.  Mikkel Borch-Jacobsen: Anna O. zum Gedaechtnis. s.97-102

79.  Stewart Walter, Lucy Freemann: The Secret of Dream. 1972

80.  Lucy Freemann: Die Gesischte der "Anna O". 1972 (Dora Edinger'in Bertha Pappenheim ile konuşmalarından oluşan romanlaştırılmış yaşamöyküsü) s. 211

81.  Ellen M. Jensan: Streizüge durch das Leben von Anna O./Bertha Pappenheim. Einfall für die Psychiatrie. 1984, s.35

82.  Lucy Freemann: Die Gesischte der "Anna O". 1972, s. 242; Dora Edinger, Stewart Walter, Lucy Freemann: Bertha Pappenheim, Leben und Schriften, 1963; Inge Stephan: Die Gründerinnen der Psycho analyse, 1992, s39-61

83.  A. g. ç. s.242

84.  A. g. ç. s.110-111

85.  A. g. ç. s.242

86.  A. g. ç. s.110-111

87.  A. g. ç. s.226

88.  Borch-Jacobsen: s.48

89.  Lucy Freemann: Die Gesischte der "Anna O". 1972, s, 254

90.  Inge Stephan: Die Gründerinnen der Psychoanalyse. 1992, "Die eigentliche Endekerin der Psychoanalyse?" Bertha Pappenheim (1859-1936), s.39-61.

91.  Dora Edinger, Stewart Walter, Lucy Freemann: Bertha Pappenheim, Leben und Schriften, 1963; Inge Stephan: Die Gründerinnen der 1992 Psychoanalyse.

92.  Robert, M.: Sigmund Freud. Die Judizschen Wurzeln der Psychoanalyse. Müchen-Paris 1974, s. 87

93.  Borch-Jacobsen, Mikkel: Anna O. Zum Gedaechtnis. Ein Brief von Hanna Breuer an Ernest Jones. Wilhelm Fink Verlag, 1997, s.109-113

94. Jones, bd.l.s.337

95. Jones, E.: bd.l, s.355-356

96. Peter Gay: s.72.

97. Freud'un 16 Nisan 1909 tarihinde Jung'a yazdığı mektup, bkz. Freud-Jung Mektuplaşmaları. Düşün Yayıncılık, çev. Mustafa Tüzel, 1995, s.145-147

98. Schur, Max: s. 194 ve s.227

99. M. Krüll: s. 19

100.        Didier Anzieu: Freud's Selbst Analyse 1990, bd. ls.5

101.        Chertok, Leon: Freud in Paris (1885/86) Eine Psychobiographische Studie, Psyche s.431-448

102.        Didier Anzieu: Freud's Selbst Analyse 1990, bd. s.5

103.        M. Krüll, s.19, ayrıca bkz. Dioied Anzieu

104.        Jones, Bd. s.350

105.        Jones, s.206

106.        Freud: Yaşamım, 64

107.        Schur, Max: Sigmund Freud. (1972) Uhrkamp,1982, s.56-57

10 Ocak 1937 tarihinde Maria Bonaparte ile konuşmalar ve Freud­Fliess mektupları, s.54

108.        Schur, s.50-51

109.        Schur, s.59-60

110.        Max Schur, s.65

111.        Jones, s.305

112.        Schur, s.73

113.        Roazan Paul: Sigmund Freud und Seine Kreis, Pawlak 1974, s. 69

114.        Freud-Jung-(Emma) mektuplaşmaları, s.242

115.        Mektuplar, s. 195

116.        Krüll, s.66

117.        Ritvo, L, Woodbridge, C: Freud's neo-Lamarckistische Darwin-Interpretation, Psyche, 1989, s.46:486; Lucille B. Ritvo, Woodbridge, Conn.: Freud's neo-lamarckistische Darwin Interpretation. Psyche, 1973 band 27, s.461-474; Lucille B. Ritvo, Woodbridge, Conn.: Carl Claus, Freud und die Darwinische Biologie. Psyche, 1973 band 27, s.475-486

118.        Jones, s.402

119.        Mektuplar, s.203

120.        Irma Düşü için bkz: Freud, Sigmund: Düşlerin Yorumu, Payel, çev. Emre Kapkin, 1991 Birinci cilt s.159

121.        Briefe, s.237

122.        Mektuplar, s.212

123.        Briefe, s.227-228

124.        Jones, 1, s.374

125.        Mektuplar, 243

126.        Knill, s.67

127.        Mektuplar, s.266

128.        Mektuplar, s.272

129.        Jones, 1, s.379-388

130.        Knill, s.71

131.        Mektuplar, s.289

132.        Freud, Hayatim, s.101

133.        Mektuplar 293, Türkcesi Cogito, Güz'96, s58

134.        Jones, 1, s.354

135.        Jones, 1, s. 356

136.        Mektuplar, s.405

137.        Jones, 1, s.354

138.        Jones, 1, s. 356

139.        Düs Yorumu, Cilt 1, s.46

140.        DüsYorumu,Ciltl.s.53

141.        Gay, 122

142.        Peter Gay, s. 143

143.        Peter Gay, s. 147

144.        Martha'ya mektuplar 3 Eylül 1901, s.493

145.        Freud, S.: 1914, s.205

146.        Freud-Fliess mektuplar, s. 422

147.        Suzanne Carssirer Bernfeld- Baustein der Freud Biyografik,-Freud und die Arkeologie, Suhrkampverlags, 1981, s.237-259.)

148.        TögeLChristfried: Berggasse-Pompeji und Zurück. Sigmund Freud's Reisen in der Vergangenheit. 1989, s. 25-26

149.        Freud Sigmund: Brief an Romain Roland. (Eine Erinnerungsstörung auf der Akropolis) Gesammelte Werke, 16. s.250-257

150.        Weis, H und Weis, C: Eine Welt wie in Traum-Sigmund Freud als sammler antiker Kunstgegenstande. Jahrbuch der Psychoanalyse, Bd.16, s.189-217

151.        Bernfeld, Suzanne-Cassirer: Freud und die Arkeologie. Suhrkamp Verlag, 1981, s.241

152.        Manfred Korfmann: Troia-Traum und Wirklichkeit, s. 4-23 Joahim Latacz: Homers Troia/Ilios: Erfindung oder bewarte Erinnerung? s.26-31 Troia: Traum und Wirklichkeit Katalog. 2001. Theiss

153.        Heinrich Schliemann: Auf den Spuren Homers, Edition Erdmann 2000

154.        Sigmund Freud: Der Wahn und die Treume in Wilhelm Jensen "Gradiva", Mit der Erzahlungvon Wilhelm Jensen; Gradiva. Ein pompejianische Phantasiestück.(1903) Hrsg. Bernd Urbaa Ficher,1998 (Sadece Freud'un çalışmasının Türkçesi: Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, Almancadan çev. Kâmuran Şipal, YKY. 1995, s.247-338

155.        Martha Robert: Die Revolution der Psychoanalyse, s. 249 Gradiva Rölyefi, Vatikan Müzesi, Roma

156.        Rolf Haubl/Wolfgang Mertens: Der Psychoalytiker als Dedektiv, Kohlhammer, 1996, s.29-30)

157.        Kaynak: Adam Öykü. Doğumunun 190, Ölümünün 150. yıhnda Edgar Allan Poe özel sayısı. 23.1999.

158.        Sherlock Holmes'in Özel yaşamı. Michael ve MollieHardwich: çev. Cevdet Serbest, 1993 Yayınevi Yayıncılık, s. 52-66

159.        Doyle AC: Sherlock Holmes; Dörtlü Mühür, çev. Cevdet Serbest, Yayınevi Yayıncılık, 1992, s.154- 157

160.        Freud, S.: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (1901) Sosyal Yayınlar, çev: Işın Gürbüz, 1990, s.13-20

161.        Karel van het Reve, Dr. Freud und Sherlock Holmes. Geist und Psycha Fischer, 1994. s.16-21

162.        Zizek, Slovoj: İdeolojinin Yüce Nesnesi, Metis Yayınları, çev. Tuncay Birkan, 2002, s.22 ve Kırılgan Nesne, Metis Yayınları, çev. Tuncay Birkan, 2002, s.27

163.        Spielrein, S: "Die Destruktion als Ursache des Werdens" in: Sämtliche Schfriften, Berlin, 1986. s. 31

164.        Appignanesi, Lisa, Forrester John: Die Frauen Sigmund Freud's, Econ Verlag, 2000, s.278-328

165.        Andreas-Salomé: In der Schule bei Freud, s.27

166.        Sigmund Freud und Lou Andreas-Salomé: Briefwechel.Hg. von Ernst Pfeifer. Frankfurt, 1980

167.        Appignanesi, Lisa, Forrester John: Die Frauen Sigmund Freud's. Econ Verlag, 2000, s.328-372

168.        Paul Roazan, Sigmund Freud und Sein Kreis, 1976, s.318

169.        Ross/Werner: Lou Andreas-Salomé: btb.1997

170.        Wintersteiner, Marianne: Lou von Salomé, roman, Nymphenburger 1988

171.        Andreas-Salomé, Lou: Lebensrückblick. Grundriss einiger Lebenserrinnerungen. Zürich 1951

172.        Bonaparte, Marie:Edgar Poe. Eine psychoanalytische Studie (Wien, 1934), Frankfurt 1981

173. Ruth Mack Brunswick, Paul Roazen, 1976, Freud und Sein Kreis, s.406-420

II. Bölüm

1.    Yerushalmi, Yosef Hayim: Freud's Moses, Fischer, 1999

2.    Martha, Robert: 1974, s.251

3.    Yerushalmi, YH: s.26

4.    Freud, Sigmund: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (1901), Sosyal Yayınlar, çev. Işın Gündüz, 1990, s. (s.296-297)

5.    Freud,Sigmund.: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, s.298

6.    Freud, Sigmund; Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar (1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47

7.    Freud, Sigmund (1909): Olgu Öyküleri 11. Payel Yayınlan, çev. Ayhan Eğilmez. 1996, s.29-98

8.    Freud, Sigmund: Totem ve Tabu (1912/13), Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.47-165

9.    Freud, Sigmund; Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar (1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47, s.42

10.  A.g.y. s. 47

11.  Gay, Peter: Freud Eine Biographie für unsere Zeit Ficher,1989, s.2-31

12.  Freud, Sigmund: Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar (1907) Öteki Yayınları, çev. Selçuk Budak, 1995, s.31-47, s.42

13.  Freud, Sigmund: Sanat ve Sanatçılar Üzerine, YKY, çev. Kâmuran Şipal 1995, s.96

14.  Freud, Sigmund: Sanat ve Sanatçılar Üzerine: 1995, s.87

15.  A.g.y. s.85

16.  A.g.y. s.82

17.  Jones, Ernest: Band 2. s. 170

18.  Jones, Ernest: Band 2. s. 413

19.  Jones, Ernest: Band 2. s. 415

20.  Freud, S.: Mektuplar, s. 279. Totem ve Tabu, Öteki Yayınları, s. 48­49

21.  KAYNAK YAZILMAMIŞ

22.  A.g.y. s.49

23.  A.g.y. s.138-139

24.  A.g.y. s.139

25.  A.g.y. s.155

26.  A.g.y. s.170

27.  A.g.y. s.58

28.  A.g.y. s.82-83

29.  A.g.y. s.171

30.  A.g.y. s.192-193

31.  A.g.y. s.193

32.  A.g.y. s.191

33.  A.g.y. s.212

34.  A.g.y. s.196

35.  A.g.y. s.200-208

36.  A.g.y. s.214

37.  A.g.y. s.215

38.  A.g.y. s.302

39.  A.g.y. s.215

40.  A.g.y. s.20

41.  A.g.y. s.216-217

42.  A.g.y. s.91

43.  A.g.y. s.91

44.  A.g.y. s.121

45.  A.g.y. s.134

46.  A.g.y. s.156

47.  A.g.y. s.223

48.  A.g.y. s.215

49.  A.g.y. s.223

50.  Freud, S: Dostoyevski ve Baba Katli. Sanat ve Sanatçılar Üzerine, s. 224-225

51.  A.g.y. s.229

52.  A.g.y. s.230

53.  A.g.y. s.230-231

54.  A.g.y. s.236

55.  A.g.y. s.237

56.  A.g.y. s. 238

57.  A.g.y. s.238

58.  A.g.y. s.235

59.  A.g.y. s.235-236. F. Kafka, Hikayeler, çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, 1988, s.53-69

60.  Bu konudaki kaynaklar için bkz: Jürgen Demmer: Franz Kafka, Der Dichter der Selbstreflexion, Fink Verlag, 1973; Ramer J.Kaus: Erzählte Psychoanalyse bei Franz Kafka, Universitätverlag, C. Winter, Heilderberg, 1998; Rainer J. Kaus: Kafka und Freud: Schuld in den Augen des Dichters und des Analytikers. Universitätverlag, C. Winter, Heidelberg, 2000

61. Freud, Sigmund: Eine Teufelneurose im siebzehnten Jahrhundert (1923)[1922]. Seçilmiş yapıtları, Bd.VII,S.285-319

62. A.g.y. s.295-97

63. A.g.y. s.301

64. A.g.y. s.303

65. A.g.y. s.304

66. A.g.y. s.304

67. A.g.y. s.305

68. A.g.y. s.318

69. A.g.y. s.306

70. Freud, S.: Bir Yanılsamanın Geleceği, Öteki Yayınları, Selçuk Budak, 1995.

71. Freud, S: Kültür içinde Huzursuzluk, Öteki Yaymevi, 1995, çev. Selçuk Budak

72. A.g.y. s.248

73. A.g.y. s.250

74. A.g.y. s.251

75. A.g.y. s.251

76. A.g.y. s.257-258

77. A.g.y. s.288

78. A.g.y. s.288

79. A.g.y. s.289

80. A.g.y. s.257

81. A.g.y. s.260

82. A.g.y. s.2331

83. A.g.y. s.269

84. A.g.y. s.289

85. Freud, S.: Kitle Psikolojisi ve Psikanaliz Üzerine, Cem Yayınevi, çev. Kâmuran Şipal, 1990,s.439

86. A.g.y. s.440

87. Schur, Max: Sigmund Freud. Leben und Sterben. (1972) Suhrkamp, 1982

88. Kollbrunner, Jürk: Der Kranke Freud, Klett-Cotta, 2001

89. Schur, Max: s. 413 ve sonrası

90. Kollbrunner, Jürk: s. 16-30

91. Jones, E.: Band 3. s.112 ve sonrası

92. Jones, E.: Band 3., s.113

93. Jones, E.: Band., s. 119

94. Kollbrunner, Jürk: s. 30

95. Jones, 3, s.253

96. Max Schur, s.507

97.  Detlef Berthelsen: Alltag bei Familie Freud, TTìi Eri— fy É^B

Paula Fichtl- Hof mann und Campe, 1987, s.79-80

98. Jones: Band 3., s. 261

99. Schur, Max, s. 589

100.        Psyche, 1989, Harald Leopold Löwentahl. s. 928

101.        Paul Roazen s. 496

102.        Paul Roazen s.511

103.        Assmann, Jan: Moses der Ägypter, Fischer Verlag, 1997; aynca ko­nunun merakhiarı için Jan Assmann'in bir kitabını daha önermek isterim: Assmann, Jan: Ägypten, Eine Sinngeschichte, Fischer,1999

104.        Freud, S.: Michelangelo'nun Musasi, YKY. çev. Kâmuran Şipal, 1895, s. 147

105.        A.g.y. s.156-57

106.        A.g.y. s.139-140

107.        A.g.y. s.140

108.        A.g.y. S.139

109.        A.g.y. S.142

110.        A.g.y. s..160

111.        A.g.y. S.159

112.        A.g.y. S.162 ve A.g.y.s. 163

113.        Jones, Bd.3, S.250

114.        A.g.y. s.252

115.        Freud-Salomé: Sigmund Freud, Lou Andreas-Salomé, Briefwechel, hrsg. von Ernst Pfeiffer, Fischer Verlag, 1966, s.222

116.        Jones, E.: Band, 3, s.257

117.        Jones, E.: Band 3, s.267

118.        Jones, Bd.3, s.427

119.        Jones, Bd.3, s.428-429

120.        Ex: 32,1 und 32,23 "Dieser Mann Moses, der Mann,der uns aus Aegypten herausgefürthat-wir wissen nicht, was mit ihm geschen-hen ist."

121.        Freud, S.: Musa Denen Adam ve Tektanrıcılık, Bağlam, Türkçesi: Kâmuran Şipal, 1987, s.83; ve

122.        Musa Denen Adam, Şipal s.83

123.        A.g.y. s. 11

124.        Sellin, Ernst: Moses und Seine Bedeutung für die Israelitisch-Jüdische Religiongeschichte. Leipzig. 1922

125.        ŞipaLs.73

126.        A.g.y. s.75

127.        A.g.y. s. 193

128.        A.g.y. s.140

129.        A.g.y. s.209

130.        A.g.y. s. 142-143

131.        Abraham, Karl: Psychoanaytische Studien (1912), II, Fischer Verlag, 1971, s. 329-360, Bu konuda bir çalışma daha önermek is­terim. Hornung Erik, Echnaton, Die Religion des Lichts, Artemis-Winkler, 2001

132.        Assmann, Jan: Moses der Ägypter. Entzifferung einer Gedachtnisspur, Fischer, 2000, 210

133.        Musa Denen Adam. Bağlam, Şipal s.188-189

134.        Hale, Nathan.G.: Ein kritischer Blick auf Freuds Kritiker. Psyche, April 2002,4., 369-395, s.370

135.        Heinz Henseler: Religion-Illusion?: Eine Psycholo-analytischen Deutung. Steidl, 1995, s. 121

136.        Hilda Doolitüe: Huldigung an Freud. Rückblick auf eine Analyse. 1976, s.49

137.        Berman, Marschal: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, İletişim Yayınlan, 2. Baskı, 1999

138.        Flem, Lydia: Freud: Arkeolog, Cogito, Arkeoloji: Bir Bilimin Katmanları. Sayı:28, Yaz 2001, s.84-104

139.        Leo Andreas-Salome'nin bu tespitleri için bakınız: Appignanesi, L., Forrester, J: Die Frauen Sigmund Freud's, 2000, s.328-371

140.        Schur, Max, S.612,ve Jones, 3. S.511

141.        Schur, Max, s.619

142.        A.g.y. s.619-620; romanın Türkçesi için bkz.: Honore de Balzac: Tılsımlı Deri, çev. Vahdet Gültekin, Altın Kalem Klasik Romanlar, Hayat Anonim Şirketi, 1968

143.        Balzac: Tılsımlı Deri, s.46

144.        Schur, Max S. 620-21

145.        A.g.y. s. 620

 

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar