CAM IRMAĞI TAŞ GEMİ / NAZAN BEKİROĞLU
Elif
karanlıkta oturuyordu.
Bir
Be bulsa, açılacaktı yolu.
Ama
sırdı Be.
Elif
sırrın varlığım bile bilmiyordu.
Oysa
gelmesi gerekiyordu Be'nin geleneksel metinlere göre. Gelmesi ve ayağına
düşmesi Elifin.
Elif
soracaktı, neye geldin?
Seni
açıklamak için, diyecekti Be.
Her
şey böyle olacaktı, yol bulacaktı, akacaktı ama Elif, Be'yı bilmiyordu.
Karanlıkta
Elife yol verecek bir Be olmuyordu.
Simgenin
manasında, kayalıkların üzerine kurulu, her dem karanlık bir kentti Elifin
yaşadığı. Dışında kalan dünyadan muhkem surlarla ayrılmıştı. Bambaşka bir
âlemdi. Büyük kapıları vardı. Kapılar yaradılışın zihninde, açılmak ve kapanmak
için tasarlanmıştı ya, bu kentte o kapılar hiç açılmazdı, hep kapanırdı. Gelişi
olurdu da bu kapıların gidişi olmazdı. Sonra "onlar" vardı, bu kentin
sakinleri. Onlar, karanlıkta otururdular ve çok bilmiş İlklerinin bütün
sıkıcılığıyla sadece akıldılar, serapa mantıktılar. Bir örnek siyah
cübbelerinin içinde hep şimdiki zamandılar. Hep bir andılar. Hep aynıydılar.
Elif
bütün dünyayı karanlıktan, bütün insanları da onlardan ibaret zannediyordu.
Karanlığı
bu kadarla kalsa o da karanlığa katılacak, bir su çiçeği gibi havuzun bir
kıyısından öbür kıyısına vurup duracaktı. Oyunun içinde ya da dışında ama
mutlaka oyunculardan biri olacaktı. Öyle ya da böyle oyalanacaktı.
Ama
yaratışın yazgısı gibi farklıydı onlardan Elif, başkaydı. Lâkin bir kez olsun
bilmeyenlerin bilgisizliğiyle, bilmiyordu kendi farkını çünkü şuuru yoktu.
Korkmakla
sabretmenin farkını bilmeden, sabrını korku, korkusunu sabır bile
zannetmiyordu.
Ancak
bir rüya Elife haber getirebilirdi.
Ama
görülmesi gereken rüya henüz görülmemişti.
Vakit
vardı, henüz er kendi.
Vakti
zamanı geldi. Rüya manadan evvel, bir gün Be'nin rüyası geldi. Filiz veren kummuş
bir sabır sarmaşığı. Sonra haberi geldi. İçi pervaz vurmuş, çoktan uçmaya
durmuş, kalbi hazır olduğunda Elif, Be'yi hissetti.
Bir
his.
Bir
köprü üzerinden ağır ağır yürüyerek karşı tarafa geçmiş gibi.
Ya
da bir köprünün altından çok sular akmış gibi.
Bir
kanat dokunmuş, bir rüzgâr esmiş de gecenin bir vaktinde uyanıp pencereden
karşılara bakmış gibi. Hiç kimsenin duymadığı bir şeyi duymuş gibi.
Sanki
büyük bir katta ol, denmiş de kader gerçekleşmiş gibi.
Onu
henüz görmemişti ama dönülebilir olandan geriye dönmenin mümkün olmadığını
gördüğünde Elif, histen manaya geçti, Be'yi önce mana olarak tanıdı, sonra da
onun Be olduğunu anladı. Ve bir an geldi ki ellerinin tam üzerindeki Be'yi fark
etti. İki damarının bileğinde yaptığı Be'yi. Avucunun tam içindeki çizgilerin
çizdiği Be'yi. Dağılan saçlarını kaldırmak için elini alnına götürdüğünde,
kendi elinin kendi alnına yazdığı Be'yi.
Her
yan Be'ydi şimdi, her şey Be.
Be'ye
bağlanınca Elif, Elifliğini bildi.
Her
şeyi Be ile tefsir etti.
Dünya
dediğin bir tefsir hikâyesi, yol verdi, geçsindi.
Be'ye
yol verince.
Sır,
sır olmaktan çıktı, aşikâr oldu. Eski halinde kalmanın imkânı yok, Elifin yolu
açıldı.
Onlar
aynıydı gerçi, dört bir yan karanlıktı hâlâ ama hava, toprak, ateş, su ağır
gelirken üzerine, Elife artık karanlığın tehdidi azdı. Simsiyah cübbesini
çıkarıp geçti şehrin kapılarından. Ne ahidler bozdu da yüzünü dışarıya döndü,
ilk adımını attı.
Manasım
bildiği ile karşılaşmanın zamanıydı.
Gözleri
kamaştı önce, hiçbir şey göremedi. Dışarısı önce bahardı; derin, mavi ve güzel
ırmaktı. Suydu, ışıktı. Kokuydu, sarmaşıktı. Sonra yavaş yavaş gözleri
alışınca, hiçbir şey yabana değil, her şey aniden tanıdıktı.
Bir
kürsü ve bir nokta. Elif, Be'yi tanıdı. Bir ağaca yaslanmıştı. O yaslandığı
için ağaç gölgesini salmıştı mecalsizlikle, sarsılmıştı.
Ağacın
gölgesinde bir fidan gibiydi Be. Narin ve İnce. Şen ve masum. Derin ve
düşünceli.
Be'nin
perçemleri üzerine düşen toprak rengi bir gölge.
Şensin,
dedi Elif, tanıdım seni. Sen misin, dedi Elif, tanıdım seni.
Benim,
dedi Be, sesi yumuşak ve munisti.
Be,
çok güzeldi.
Ama
güzelliğinin farkında değildi. Masumdu bu yüzden.
Lekesiz
ve temizdi.
Karanlıktan
aydınlığa çıktığı ilk anda. İki tarafı ağaçlıklı toprak yolun başında. Kapının,
eşiğin, aşılması gereken ne ise, onun ardında.
Omuzlarına
mavi bir hırka attı Be, Elifin. Sonra tutup sağ yeninden öptü usulca.
Canın
tene değmesi gibi tanıdıkça tanıdı Elif, Be'yi. Hiçbir hayal kırıklığı, yürek
hacminde hiçbir sekme yoktu. Kim,
hırkasının
sağ yeninden öpmeyi akıl edebilirdi?
Elif,
bir Be'nin adını biliyordu şimdi. İlk kelime olarak aşk yazdı, Be'nin harfleri
yetti, arttı.
Adını
koyunca bir kere, gerisi kendiliğinden tamamlandı.
Bir
gökyüzü, bir Be onun altında.
Bir
ırmak, üzerinde Be.
Bir
Elif bir de Be.
Sonrasında,
Be'nin öğretmesiyle suya ve ışığa boğulmuş bu dünyanın bütün kelimelerini
öğrendi. Her şeyin cismini ve ismini, iyi bir öğrenciydi. Oyle bir zaman geldi
ki Elif’in kelimelerinin sayısı Beynin bildiklerine erişti.
Gün
ışığı yettiği kadar. Gün ışığı yetmediğinde yolun iki tarafında camdan
kandiller yakarak. Alınlarınm üzerine portakal çiçeklerinden taçlar, sol ayak
bileklerine ya semen den bilezikler taktılar. Saçları arkadan tek örgü, yumuşak
kıvrımlı giysilerin içinde bedenlerini rüzgâra bıraktılar. Dayanamadılar, beyaz
köpüklerin arasına atıldılar. Su yıldızları, ayaklarının altında çakıl taşı
yaralan, ipeksi kum. Ondurucu yağmur ve bulutlar. Yağmur yağarken bile burada
her şey ırmaktı. Son-ucunda her şey saftı, şeffaftı, suydu, ışıktı ve ikisi de
çocuktu.
O
kadar çok sevdi ki Elif, Be'yi. Kıyamete değin hiçbir kadının hiçbir erkeği
böyle sevemeyeceğinden emindi.
Elif
kimi böyle sevebilirdi?
Nasıl
sevdiyse öyle de sevildiğini zannetti.
Ama
kim bilebilir ki?
Nereden
bilsindi?
Hoş
kokulu çamların iğneleriyle kayganlaşmış yoldan geçerek bir gün ırmak kıyısına
indiğinde Elif bütün hikâyelerin içerdiği cümleyle aniden burun buruna
geliverdi.
Nedeni
nasılı yok bunun, kimse merak etmesin. Değil mi ki, her şeyle her şey arasında
incecik bir çizgi.
Sadece
bir yol kıvrımı. Sapak noktası.
Bir
an. İnanç bir an. Dönüş bir an. Fark ediş bir an.
Neden
sonra görebildi.
Onları
gördü uzaktan.
Be"yi
ve adını bilmediği diğerini. Sırtında güneş rengi, alev ateş bir giysi,
saçlarının arasında su damlalarından bir taç. Ateş ve su aynı anda.
Ayru
ağaca, o ağaca sırtlarını yaslamışlardı. Başlarını birbirlerinin omuzuna
bırakmışlardı.
Ağaç
sarmıştı onları dalları ve yapraklarıyla. Yaklaşmıştı iyice. Meyvelerini onlara
uzatmıştı.
O
kadar güzellerdi ki Elifin bile id titredi.
Ama
kendi güzelliğinin farkındaydı şimdi Be.
Yasak
meyve: Şuur hali.
Farkındalık:
Güzelliğin suç hikâyesi.
Bu
bilmekle bir suça dönüşmüştü Beynin güzelliği.
Sanki
her şey susmuş da onları dinliyordu. Kulak kesilmişti kışlar, ırmak ve bulut.
Bir onlar konuşuyorlardı derin suyun dibinden gelen musikinin, tanrısal bir
lir'in eşliğinde. Soluğunu tuttu Elif, Beynin sesini duydu.
Be,
ona aşkı anlatıyordu.
Dikkat
etti Elif.
Be'nin
kendi sözcükleri yoktu. Ona, aşk, Elifin sözcükleriyle anlatıyordu.
Bir
şey olmuştu ama kendisine ne olduğunu anlayamadı Elif önce.
Bu
olanla da hoşça bir uyum içinde geçinilir zannetti.
Can
evinden vurulmuştu oysa. Henüz sıcaktı yara, duymuyordu.
Bir
sırça binbir parçaya bölünmüş de yerlere saçılmış gibi.
Bir
avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş gibi.
Bir
daha asla eskisi gibi olmayacakmış gibi.
Halinin
kelimesini bulamadı, ancak benzetmelerle yetindi. Onlarla devam etti.
Bir
büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi. Çığlığı atan görünürde yokmuş da, ses
hâlâ çınlayarak devam ediyormuş gibi.
Bir
uçurumdan düşerken kolundan yakalayan el uçurumun kendisine dönüşmüş gAbi.
Bir
uçurumdan düşüp öylece hareketsiz kalmış gibi.
Dünya
aniden bitmiş, bundan sonrası ölüm gibi.
Ölmedi.
Bundan sonrasını da yaşadı.
Bundan
sonrası?
Taşıdı.
Taşıdıkça ağırlaştı.
Olan
olmuştu bir bunu anladı da olanı içine nasıl sığdıracak, nasıl hazmedip
sindirecek, Elif bunu anlayamadı. Bir daha toplanması mümkün olmayan bir
kırılışla kırıldı içinin kayığı.
Mutsuzdu.
Üstelik
korkuyordu.
Yürüyüp
geçse üzerinden? Gitse? Gidebileceği bir yer yoktu.
Durmakla
olmadı, yine de gitti. Bir başka suyun, koca okyanusun tam kenarında bir kumsal
evine yerleşti. Deniz bir ilerledi bir geri çekildi. Evi bir kıyıdaydı Elifin,
bir suyun içindeydi.
Dalgaların
birbiri ardınca kumsalı dövüşünü, bu uğultuyu, yağmurun denizin üzerine
yağışını hiç bu kadar yakından görmemişti.
Yıldızlar,
uzansa tutabileceği kadar yakındı.
Ama
ne yıldızları tutmaya takati vardı ne de denizin sonunu getirmeye Elifin.
Hiçbirisine kalkışmadı.
Üzerinden
tekinsiz bir rüzgâr geçmişlere mahsus ürpertiyle kaçtı arka odalara günlerce.
Kimselere
görünmek istemedi, kimseleri göremedi.
Ateş
istilâ etti bedenini. Kasvet, koyu kurşuni bir sis dalgası gibi bütün ruhuna
sirayet etti.
Yüzlerce
düşüncede battı. Kendi içine çevirdi gözlerini. Bütün gidişler eninde sonunda aynı
kapıya çıktı.
Aşkın
belâsı, aşkla hesaplaşmaya kalkması, bir aşkta aşkın yorumunu yapması. Olanın
bitenin ne olduğunu anlamak isteği, Elifin büyük girdabı oldu.
Keşke
bitenin neye bittiğini anlasaydı. Olü bir balık gibi böyle, kıyıya vurup
durmasaydı.
Tanrım,
dedi.
Kalp
bilgimi arttır. Ki olup biteni daha iyi anlayayım. Anlarsam dayanırım.
Ne
kalp bilgisi arttı, ne olup biteni anladı. Çözdükçe düğümlendi. Anlamaya
çalıştıkça boğuldu.
Aşkıyla
yüzleşip de içinden sağ salim çıkamayınca bu kez aşkın kavram olarak kusurlu
olduğuna karar verdi. Yaradılışından mücrimdi aşk duygusu. Neticede aşkı
yalanlamaktan başka varlık hükmü kalmıyordu.
Ama
aşk yalanlanınca da geriye bir tek karanlık kalıyordu. Oysa karanlığa tahammülü
yoktu Elif in.
Karanlık
bir oturursa yüreğinin orta yerine, ona yaşamak kalmazdı.
Acıydı
karanlığın taşınması, taşınamayan yine de aşkın acısı olsundu.
A
ayla savrulduğunda iki değirmen taşı arasındaki buğday tanesine benzedi en
fazla. Savunmasız, iki büklüm savrulurken bile isyansız.
Kimi
coşkun azgın atıp duran bir ana damar kesiği, kimi bir taşın kanaması gibi ağır
ve sessiz, kanadı durdu.
Bir
karar tutturamadı, kalbi sormuyor ki! Bir o duyguya gitti bir bu duyguya geldi.
Kimi nefret etti kimi yeni baştan sevdi. Halden hale geçti.
Şekilden
şekile girdi.
Aşk
onu da kendisine benzetti.
Koca
bir yağmur mevsimi geçti üzerinden Elifin. Sayılı soğukları sayısız sıcak
günler izledi.
Böyle
geçti mevsimler. Böyle hiçbir şey değişmedi. Böyle, bu da geçmedi.
Ama
dayanmak mümkün değildi.
Peki,
zaman her acının ilâcı değil miydi?
Gözden
ırak olan gönülden de ırak olmuyor muydu?
Aşk
bile olsa her şey, eninde sonunda bitmiyor muydu? Bitmiyordu.
Bir
adım sonrası ölüm.
Ölünmüyordu.
Sürüp gidiyordu.
Bir
eşik ki Elif, önünde çakılıp kalmış.
Ne
ileri geçebiliyor, ne geri dönebiliyor.
Ne
yükselebiliyor ne de düşebiliyor.
Başka
çıkış yok muydu?
Bütün
yollar Be'ye çıkıyordu.
Be
olmayınca, gerisi gelmiyordu.
Bir
daha Be katılsa öfkesine sular gibi durulacaktı biliyordu. Her şey eskisi gibi
olabilir belki. Küçük bir kapıyı açık bıraktı.
Olmadı.
O da kendiliğinden kapandı.
Değmezmiş,
diyebilseydi (değmezmiş, diyebildi).
Tanrım,
diyebilseydi {Tanrım, dedi), Tanrım değmeyende oyalama beni.
Öyle
bir oyalandı ki değip değmediğini bile bilmediğinde, dönerim zannetti de, bir adım
geri dönemedi.
Bu
defa, Be'nin değil de Be'de kendisine gösterilenin ne olduğunu merak etti Elif.
Belli ki uçurum vardı iki Be arasında. Özle resim, mana ile kelime arasında.
Be'nin
aslı neydi?
Neydi
ki kendisinden vazgeçmek kabil olmuyordu?
Tanrım,
dedi, bir kişi daha varsa onun gibi, gönder onu bana.
Kimse
gelmiyordu.
Neye
Be, başlangıçta, ezelde yazılmış hikâyeyi doğrular gibi geliyordu da, hikâyenin
sonu gerektiği gibi çıkmıyordu, veriliyor da sonra geri almıyordu?
Bütün
bu kararsızlık kıyametinin ortasında. Aslında, dışarıdan biri gibi bakabilse
görecekti başına gelenin herkesin başına gelenle bir olduğunu.
Aşkın
abes yüzünün onu aniden vurduğunu.
Ne
kadar abesti aşkın yüzü.
Dahası,
ne kadar çok yüzü vardı. Aşkın bir yüzü, iki yüzü. Aşkın yüzsüzlüğü.
Vefa,
ihanet, ahd. Hepsi birbirine karışıyordu.
Uğrunda
ahidler bozulan, ahde vefasızlık ediyordu.
Tanrım,
dedi.
Ne
olurdu yanılma olmasaydı.
Ama
yanılmıştı.
Bildi
aşkın acılığını.
Acı
kendi içindeydi, aşkın tarafsızlığını.
Ne
büyüktü vaad ve toprak ne kadar küçükmüştü.
Gördü.
Görmek an meselesi değil ama. Zaman meselesi şimdi.
Gördüğünün
aslında kendi görme kabiliyetinden daha fazlası olmadığını, okyanusun
kıyısında, gelgitler arasında, neden sonra fark etti. Yani bu Be ne kadar olsa
da ancak Elif in gördüğü kadardı.
Be
idi ama.
Noktası
eksikti.
Sadece
bir kürsüden ibaretti.
Be'nin
sırrı noktasında saklı.
Kusurluydu
bu yönüyle. Kusurlu Be'ydı.
Bir
Elifi tefsir edemeyen Be idi.
Bir
Elifi çekemeyen Be.
Öyle
ağırdı ki üzerine yıkılan mana, artık hallerini bilindik kelimelerle ifade
edemedi Elif. Bir acı ki kelâmda bu halin karşılığı yok acıdan başka.
Bundan
sonrası derin denizlerin yalnızlığı olsundu.
Hesaplan
artık bu dünyaya sığmadı, çözümünü bir başka dünyaya bıraktı.
Üzüntüsünün
artık Be'ye dair bile olmadığım fark etti.
Kederi
yön değiştirdi.
Hiçbir
şey yapmadı Elif. Eylemsiz.
Sadece
her gün, yumuşak kıvrımlarla uzanan toprak yolun sonuna kadar gitti, bir camcı
ile taşçının nasılsa yan yana kurulmuş dükkânlarının önünden geçti, zeytin
ağaçlarının altında oturdu. Zeytin bahçesi.
Bir
tarafı sararmış otların acı kokusu, bir tarafı köpük köpük dalgalanmış, koyu
yeşil, büyük denizin uçurumu.
Üzerinden
dalgalar geçen kayaya baktı en fazla.
Dalgalar
bir nazenin geliyorlardı bir öfkeli. Belli ki büyük denizin sağı solu yoktu.
Düşünüp
durdu Elif, yine eylemsiz.
O
kadar çok yitikti ki, o, zeytin ağaçlarının altında otururken, az ötede, bütün
yazı bir gül ibrişim ağacının altında oturarak geçiren ufak tefek bir kadım
bile, ancak hayal meyal fark etti.
Sadece
seyretmekle geçen bir dairenin içine kapandığım da o zaman anladı Elif.
Karanlık kentte ne yapıyor idiyse yine onu yapıyor. Sadece seyrediyor.
Yaşamıyor.
Tortulanmış,
durgun bir su.
Bir
bilgi yığını.
Yorucu.
Gel
zamanı çıktı, neredeyse denizin ortasında kalmış kumsal evinden. Ayak bilekleri
ıslandı.
Karanlık
kentin kapısına dayandı, geçtiği, uzun ve meşakkatli bir yoldu. Gecenin
otobüsleri güçlü yolcularıyla uzaklaşırken tehlikeli mesafelere, onun kara,
kapkara giysileri bıraktığı yerde duruyordu. Önce portakal çiçeklerinden
yapılma tacını çıkardı başından, son birkaç deniz kabuğunun üzerine çözdü
saçlarının örgülerini. Sonra büzgülü ve beyaz giysilerini sıyırdı, döküverdi
ayaklarının dibine. Sol ayak bileğinden yasemen bileziğini çözdü, en son da
bağcıktı sandaletlerini.
Cübbesini
usulca geçirdi sırtına, sonra başlığını çekti, ta gözlerinin üzerine indirdi.
Demir kapıdan geçip içeri girdi. Kimse yadırgamadı varlığını. Sanki herkes onun
bir gün döneceğini biliyordu. Sanki hiç gitmemişti. Kente doğru ilk adımını
atarken, hiç olmazsa karanlık samimi, diye mırıldandı, hiç olmazsa tek rengi
var onun.
Bütün
bunlar yaşanırken orada, o büyük denizin kıyısında. Öykücü sessiz sedasız tanık
tutuldu. Tanıklığı yazıydı.
O
da her gün zeytin ağaçlarının altına, sırtını dayadığı gülibrişim ağacına,
üzerinden dalgalar geçen kayaya kadar gitti, dönüşte, yan yana kurulmuş camcı
ile taşçının dükkânlarının önünden geçti. Elif Te karşılaştı her gün, sessiz
sedasız bir selâm ile yetindi.
Gözünün
önünden koyu yeşile dönmüş büyük denizin dalgası, başının üzerinden bir göçmen
kuş sürüsü geçti.
Dört
hikâye düştü içine.
Bir:
Kül rengi küçük kuş ile beyaz mermer şehrin hikâyesi.
iki:
Mavi gül dalının, Uç: Camcı ile taşçının hikâyesi.
Dördüncü?
Bir Be bulsa yolu açılacak olan Elifin, bir sarmal olup da kendi üzerine
kıvrılan hikâyesi. Yani aşkın kapkaranlık hikâyesi, ilk üçünü kırık dökük yazdı
da, aşkın kapkaranlık hikâyesinin içinden çıkamadı, Be'nin noktasında takıldı
kaldı. Özünü, özetini yazmakla yetindi, üzerinden kısaca geçti. Bu yüzden başlangıç
harfi Elif değil Be'ydi.
Öykücü
bir de, çoktan yazılmış olsa da Nihade'nin beşinci defterinin kapağını, onu
sonsuza değin kapamak için, kaldırdı, içine baktı.
Hepsi
bu!
İkibinaltı
haziranının yirmidokuzu.
KÜL RENGİ KÜÇÜK KUŞ İLE BEYAZ
MERMER ŞEHİR
Kül
rengi küçük bir kuştu, albeni siz. Sadece boynunun etrafında turuncu parlak bir
leke, o kadar.
Küçük
de bir şehirde yaşardı. Gri gökte serili bulutların altında kör kahverengi
dağlar ve gamlı ev yığınları uzanırdı orada ve ardı arkası kesilmeyen kasvetli
yağmurlar yağardı günlerce. Şehir duman rengine, is rengine boyanırdı. Çamur
birikintileri çekilmedikçe insanlar evlerinden, yağmurlar kesilmedikçe kuşlar
yuvalarından çıkmaz, soğuk ve rutubetten daha sinsi bir isteksizlik, yaşama
boydan boya karşı çıkan bir ölümle yarışırdı. Hasılı sıkıntılı bir yerdi
burası.
Her
yıl, kısa süren bir yaz mevsiminin sonuna doğru, ağustos ayının içinde saklı
sonbahar, geliyorum, deyip de ilk yapraklar sararmaya başladığında, geniş
sürüler halinde göçen kuşlardan geriye kalan kentte kül rengi küçük kuş, ilk
yağmurları, ilk soğukları bir başına karşılardı. Sonbaharın yağmurları gibi,
kışın dalkıran, kozkoparan fırtınalarını, karlarını, buzlarını da, büzül düğü
yuvasında geçirirken, başını dışarıya bir uzatsa, tüyleri kar tanelerine
karışır, neredeyse kanatlan donar, gagası buz tutardı.
Güçsüz
kanatları, çelimsiz gövdesi, dar göğsü ile kül rengi küçük kuş, gitmekten çok
kalmak, aşmaktan çok beklemek için yaratılmıştı. Ama yine de her sonbahar
başlangıcında aklı, bini erce si bir araya gelerek gökyüzünde pervaz vurmaya
başlayan göçmen kuşların, en fazla da altınyağmur kuşlarıyla sarısalkım
kuşlarının ardına takılırdı. Onların, kendi gövdelerinden başka dayanakları
olmaksızın yola çıkışlarını izlerdi ve bu muhteşem töreni seyrederken, minicik
kalbi minicik göğsüne sanki sığmazdı. Zamanı söyleyen biri olmaksızın, vakti
saati gelince göç halini bilmelerini, bir araya toplanmalarını, en güçlü, en
akıllı, en zeki olup da, bir sürünün yaşamını kendi yaşamında taşıyabilecek
denli sorumluluk taşıyan, en güveniliri öncü seçmelerini, her konak yerinde
kendilerine katılan sürü sürü kuşlarla giderek büyümelerini ezber etmişti.
Güzel,
gösterişli ve ayrıcalıklıydılar. Akıllı ve güçlüydüler. Sarısalkım kuşlarının
da, altınyağmur kuşlarının da; yaban kazları, leylekler, telli ve telsiz
turnalar, okyanus gezginleri, ötücü kuğular gibi, büyük ve açıldığında gölgesi
dağlar üzerine düşen güçlü kanadan, yorulmak bilmeyen bünyeleri ve göç için
yaratılmışlıkları vardı. Tek vücut halinde, aralıksız, günlerce süren zorlu
uçuşların sırrını bilir, "V" biçiminde katar tutarlardı. En güçlü
olan en önde yerini alırdı, ona yakın güçtekiler ise hemen arkasında. Böylece
hava akimına karşı bir siper oluşturur, daha küçük ve daha zayıf kuşların
uçuşunu kolaylaştırırlardı ve bu birkaç öncü, gücü önden arkaya doğru azalan
sürüye kader olurdu.
Kendisi
de bu göçlere katılmış ve kazasız belâsız menzile varmış gibi bilirdi kül rengi
küçük kuş, onların, kıtadan kıtaya uçuşları esnasında, ufkun üzerinde yer
değiştirerek ilerleyen fırtınaları seçebildiklerini, seçtiklerinden uzak
durmayı başarabildiklerini. Elverişli rüzgârları kendilerine hem kılavuz hem
destek ettiklerini. Öyle yüksekten uçtuklarını ki buradan bakınca kara
parçalarının artık uzaklardaki birer noktaya dönüştüğünü. Akabinde o noktanın
bile sonsuzluğa karıştığım ama onların, yollarını asla kaybetmediklerini,
günler süren uçuşlarında milim sapmaksızın yönlerini tayin edebildiklerini.
Hayranlıkla bakardı kül rengi küçük kuş onların gidip de dönüşlerine. Bu
harikulâde güzergâh üzerindeki seçilmişliklerine.
Göçüp
duran sonra geri dönen bu kuşların asıl yurdunun neresi olduğunu merak ederdi
sonra. Masum bir meraktı bu. Eğer gidilip de dönülüyorsa, kalınmıyorsa, asıl
yurt burası demekti. Öyleyse bütün bu meşakkat, bir kez yurt kılınmışa sadakat
içindi. Bunu düşününce en çok, içi titrerdi kül rengi küçük kuşun. Ama sadakat
kolay değildi. Sıradağların ve çöllerin üzerinden geçerek varılıyordu sıcak
iklimlere ve aynı yoldan dönülüyordu geri. Yol, hep dağ ve çöl de değildi üstelik.
Altınyağmur kuşları ve sarısalkım kuşları ucu bucağı olmayan okyanusu
aşıyorlardı.
En
çok da, o kadar yüksekten bakıldığında okyanusun, bu cazibenin ama tehlikenin
en derin, en yeşil, en koyu yerinde yer yüzündekiler kadar yüksek ve sıra sıra
uzanan dağların nasıl göründüğünü merak ederdi kül rengi küçük kuş. Okyanusun
dibinde, suya batıp gözden yitmiş adaların, mercan kayalıklarının, yosun
tarlalarının, akıntıların, dalgaların nasıl göründüğünü bilmek isterdi. Baş
dönmesini, iç çekilmesini; ürpertinin kalbi istilâ ettiği andaki bu yüceliği.
Artık daha fazlası olmaz kil
Yolcular
onurlu ve cüretkârdı ama iç içe geçmiş ve renk değiştirerek hareket eden
bulutlar halinde süzülüp giden bu kuşlardan birçoğunun yolculuğu
tamamlayamadığını da bilirdi kül rengi küçük kuş, yan yollarda düşüp bir daha
kalkamadıklarını. Lâkin yerlerinin boş kalmadığım, çünkü tek bir vücut halinde
hareket eden sürüden hiçbirinin düşenle geride kalmadığım.
Okyanusu
düşmeden aşmayı başararak menzile ulaştıklarında, altınyağmur kuşlarının ve
sarısalkım kuşlarının iyice zayıflamış ve güçten düşmüş olduklarını da bilirdi
kül rengi küçük kuş. Ama onlar bu zayıflığı, aşılmaz zannedileni aşmış olanlara
mahsus birer zafer elbisesi gibi taşırlardı gövdelerinde ve bu elbise onlara
muzaffer bir komutana savaş yorgunluğunun yakıştığı kadar yakışırdı. Kül rengi
küçük kuşa göre bu yolculuğun güzelliği zaten bu ürkütücü oluştandı. Bunca
yolun yorgunluğuna değecek sıcak iklimli ülkeler, mercan adalarıyla dolu mavi
kıyılar, bembeyaz köpüklerle kaynayan billur renkli dalgalar, bir fıskiyeden
fışkıran sular gibi dallarını yapraklarını açan palmiyeler ve tatlı yemişli
hurmalar, hatta adını bile bilmediği ağaçlar değildi özlediği özendiği. Kül
rengi küçük kuşun aklının, büyük sürülerin arkasına takılıp da giden yanı, bu
muazzam yolculuğun güçlüğünde, varılan yerden çok bu yolculuğun
harikulâdeliğindeydi. Çok tehlikeli. Bu tehlikeli yolculuktaki onurlanmayı
özlerdi. Ama o göçmek için yaratılmamıştı ki, gitmeye değil kalmaya yazgılıydı.
Onlar
gidince geriye, kül rengi küçük kuşa bakılırsa, onur kırıcı bir boşluk kalırdı.
Kendisi gibi geride kalan kuşlara bakardı kül rengi küçük kuş. Hiçbirisinin
aklının ucundan bile geçmemesine şaşardı, kendi aklından geçenlerin, aklını
geçip de kalbine düşenlerin. Bu şaşkınlıkla, hepsi gözüne daha küçük, daha
zayıf ve güçsüz, daha çelimsiz görünürdü. Ve daha çirkin. Başının üzerindeki
zümrüt yeşili tüyleriyle, bir dünya güzelliği taşıdığını iddia eden yelpaze
kuşu bile. Hepsi öyle kaderine razı, öyle ezik, öyle siliktiler ki, kül rengi
küçük kuş hiçbirisinin rüyasından bir okyanusu aşmanın, ya da aşmaya kalkışıp
da düşmenin manasının geçmediğini, bir okyanusu aşmış olmanın doygunluğunu
kendi düşlerinden bildiği kadar bilirdi. O zaman neden olsa bir kuşcağızın
kalbı kadardı.
Ama
olanca güzelliğine rağmen yorgun, bomboş, yitik, harap, saklı bir şehirdi
burası. Sıfatlan çoktu, yalnızdı, terk edilmişti. Ölü bir şehirdi ve ölesiye
sessizdi. O kadar sessizdi ki gündüzü istilâ eden yaşamın sesinin, kurumuş
toprağın üzerine çöken gecenin sessizliğinden hiçbir farkı yoktu. Sadece
yıldızlar elmas parçalan gibi parıldıyordu gökte geceleyin ve ay doğduğunda
hepsini hükümsüz bırakıyordu. Tarih kadar sabitti ki bütün bir ihtişamın ve
zenginliğin, dört başı mamur edilmiş güzelliğin yüzyıllara yayılan varlığıyla
bir yandan eskirken bir yandan yenilenmişti beyaz mermer şehir. Her yaşayan şey
tükendiği içindi eskimesi. Ama bir bağış gibi değil bir ceza gibi sürekli de
yenilenmişti. Ceza gibi, çünkü göreni yok, bileni yok. Taş kalbine kimse
dokunmadığı gibi güzel ellerini de kimse görmüyor. Bir kez daha, ölesiye
sessiz.
Öyle
sessizdi ki, gözlerini açıp da kendine geldiği ve onun, başlıkları düşmüş
mermer sütunlarını, devrik sunaklarını, saltanatını içindeki yabani otlara terk
etmiş saraylarını, kapısı ve penceresi de çatısı gibi çökük evlerini, bu yıkı
kliği, bu terk edilmişliği gördüğü andan itibaren beyaz mermer şehrin hiç
konuşmayacağını düşünmüştü kül rengi küçük kuş. Böyle bir yıkıntıyı yaşamış
olan, nasıl konuşabilirdi ki? Oysa içinde büyüyen koşulsuz sevginin bile ilk
şartı olan bilmek isteğiyle, onun konuşmasını, anlatmasını istemişti az zaman
evvel okyanusu aşmak için beslediğinden de büyük bir istekle. Ama temkinliydi
beyaz mermer şehir. Bütün kapılan kapalıydı ve taş gibi sessizdi.
Bütün
yıkılmışlığına rağmen hâlâ büyüleyici görünen şehir o kadar yalnızdı ki, kül
rengi küçük kuş bir tek bunu anlamıştı. Ama en çok da böyle zamanlarda merak
etmişti taş kesilmiş bugünün arkasında nasıl yaman bir geçmişin yattığını, onu
bu kadar susturan şeyin ne olduğunu. En çok böyle zamanlarda kışkırtmıştı onu
konuşmaya ama beyaz mermer şehir de en çok böyle zamanlarda susmuştu. Ne
dolambaçlı sokaklarından geçerek bütün kuytularına pervaz vurması yetmişti kül
rengi küçük kuşun, ne de viran saraylarının, tapınaklarının, kapılarından
pencerelerinden içeri hızla dalıp aynı hızla öbür taraftan çıkması. Üzerinden,
zamanı kaybolmuş sabahlar ve akşamlar geçip gittikçe susuyordu şehir sadece.
Güneş
günlerce, gökyüzünün haritasındaki şaşmaz devrinde yükselip tepeye geldikçe keskin
ışıklarını gönderdi, alçaldıkça gölgelerini uzattı, soğuk ve rutubetli şehri
arkasında saklayan dağların üzerinden battı. Değişen bir şey olmadı. Gayretini
artırdı ve bütün hünerlerini bir bir sergiledi kül rengi küçük kuş,
sergilediğini tekrarladı. Bildiği dansların en güzelleriyle havada döndü,
tehlikeye meydan okudu ani hamlelerle, kanatlarını parlattı, tüylerini şehrayin
kıvılcımları gibi döktü şehrin üzerine. Boynunun altındaki parlak turuncu
lekeyi gösterdi istekle. Çıkarabildiği bütün güzel seslerle şarkılarını
söyledi. Beyaz mermer şehir sustukça kül rengi küçük kuş konuştu. Şehir
durdukça, o uçtu coştu. Hiçbir şey değişmedi, o cıvıldadıkça öbürü somurttu.
Ama
kül rengi küçük kuş zorluklardan yılacak gibi hiç değildi ve ulaşmak istediği
şeyin yolunda düşmeye temrinliydi. Beyaz mermer şehrin kalbine giden yolu
pervaz vurmakla aşamayınca, onun, kendisinden başka herkesin unuttuğu anadilini
öğrenmesi gerektiğini bildi. Zordu ama imkânsız değildi. Niyet ve gayret.
Çeşmelerin, kütüphanelerin kitabelerinde, kayalara oyulmuş mezarların
alınlıklarında, sarayların, tapınakların duvarlarında, taşa kazınmış yazılarda
hâlâ saklı duruyordu unutulmuş bir anadilin heceleri, harfleri, kelimeleri,
cümleleri. Önce en sık tekrarlanan cümleleri keşfetmeye çalıştı kül rengi küçük
kuş, başaramadı, çok kalabalıktı. Bu kez en sık tekrarlanan kelimeleri görmeye
uğraştı. Görüşü keskindi, üç kelime seçti. Bunların ne olabileceklerine dair
tahmin yürüttü günlerce. Bunca kitabede en çok tekrarlanan sözcükler bu şehrin
yine kendi ismi olmalıydı. Böyle bakınca önce şehir'i tanıdı taşa kazılı
sözcüklerin arasında, sonra mermer'i. Üçüncüsünde biraz bocaladı. Çıkaramadı.
Çok geçmedi çözmesi. Işığın her saatinde pembeden gümüşiye, eflâtundan boza
kadar renkten renge düşüp kalkmasına rağmen şehir, en fazla beyazdı. O böyle
güneşin de, yağmurun da, ayın da altında sadece ve dalma beyazken, sözcüklerin
arasından beyaz gülümsedi.
Böyle
heceledi kül rengi küçük kuş, beyaz mermer şehrin ölü anadilini, böyle söktü
alfabesini, böyle öğrendi. Hayret! Hiç mi kimse bu niyeti beslememişti?
Besleyip de büyütmemişti?
Neticede,
güllerin vakti olan bir seher vaktinde, bir nar dalının üzerinden ürkek bir
neşeyle ve beyaz mermer şehrin ölü anadilinde, konuş benimle ey şehir, diye
seslendi kül rengi küçük kuş, susma. Bu ilk sözcükleri duyunca, beyaz mermer
şehir, güzel ve siyah gözlerini ağır ağır kaldırarak yüzyıllardır tek hecesini
bile işitmediği kendi lisanında konuşan yabancıya, bu küçücük kuşa hayretle
baktı. Günlerce sürdü nar dallarının üzerinden bu sesleniş. O kadar içtendi ki
seslenen, seslenilenin içinde bir yer isteksizce ısındı. Kendisine rağmen
ısınan bu yere önem vermedi önceleri beyaz mermer şehir. Ama anadili bir kez
sökülünce, kül rengi küçük kuşu daha fazla görmezlikten gelemedi. Bu unutulmuşluk
ve yalnızlıkla, bu kendinden razı olmayışın ağırlığıyla, asırlardan sonra ılık
bir ırmak aktı içinden ve ilk kez gülümsedi. Kırgın, küskün, utangaç, bir suçlu
nasıl gülümserse öylesine bir gülümseyişti bu. Ama olsun, gülümsüyordu ya, ve
anadilinin kelimelerini içinden özlemle tekrarlıyordu.
O
gülümseyince, taht meydanının ortasına, içten içe genişleyip duran kırmızı
lekenin hiç solmadığı yere konan kül rengi küçük kuş, minicik başını beyaz
mermer şehrin kalbinin üzerine bıraktı. Konuş benimle ey şehir, dedi bir kez
daha, anlat bana, ne olur susma. Şehir gülümseyince ve unutulmuş anadilinin
kelimeleri İçinden, hayat gibi bir kez daha geçince, asırların mesafesi sanki
aradan kalktı, yamaçlara yaslanmış evlerde birer birer kandiller yandı. Sarı
ziyaları bir yandan su gibi, mermer ana caddeye akarken bir yandan göğe ağdı.
Tatlı bir musiki sardı bütün şehri. Müzisyenler, âlimler, mahir sanatçılar,
zeki ve güçlü erkekler, güzel ve zarif kadınlar bir aynanın içine düşmüş gibi
geçtiler kül rengi küçük kuşun gözlerinin önünden. Bir hamle etse, bir pervaz
vursa, koyu gölgeler arasında yükselen şehrin ilk zamanlarında uçacaktı
neredeyse, her şey öylesine canlanmıştı. Ama o, geçmiş zamanlarına değil,
halihazırına talipti beyaz mermer şehrin. Terk edilmişlik ve yağmalanmışlığına.
Bir daha yaşanası olmayan ne kadar çok şeyi yaşadığı belliydi, yaşadığını
taşıyışına. Gözlerinin derinindeki şu acıya. Acıdan başka hiçbir şeyin bu kadar
aşikâr kılamayacağı manaya. Bu dağılan parçalanan, çözülen güzelliğe, bu
tebessüme. Ve daha çoğuna, hepsine.
O
zaman beyaz mermer şehir suskunluğunu bozdu ve ona anlattı. Tutuktu biraz dili,
asırların tortusu çökmüştü üzerine. Ama zararı yoktu. Bir kez dili çözülmüştü
ya! Kendi sesini duya duya anlattı, kelimeler kendiliğinden geliyordu. Çoktu
anlatacakları, arkadan gelen günler ve geceler boyunca anlattı. Ona, şimdi
yaban süsenleri A acı kokulu eğreltiler ve dikenli böğürtlenlerle; başaklı
sararmış otlan güneşte yanmış meyvesiz ağaçlar, kurumuş kına fidanlarıyla ve en
çok da dört bir yana savrulmuş taş parçalarıyla dolu olan şu düzlüklerde,
hatırlanamayacak kadar çok eski zamanlarda kemerlerle bölünmüş yasemin, gül ve
karanfil bahçelerinin teraslar halinde sıralandığını. İç duvarları, düzgün
kesilmiş ayna parçalarıyla, dış duvarları ise iri cam kırıklarıyla mozaiklenmiş
sarayların günün her saatinde ışıkla oynaştığını. Tapmaklarda her gece,
yansıması körfeze düşen ve çok uzaklardan bile fark edilen ateşler yakıldığını.
Ve en önemlisi şu kurumuş yataklardan, sularına salkım söğütlerin eğildiği
ırmakların aktığını. Sütunlu ana caddenin, zengin kervanların ve gösterişli
ordularla savaş arabalarının geçişine uygun olarak en güçlü taşlardan örülmüş
olduğunu. İki yana sıralanmış dükkânlarda müzik âletleri, silâhlar, kıymetli
taşlar, pahalı ve keskin kokular, nadide kumaşlar, görülmedik bitkiler ve
hayvanlar ile fildişi, altın, abanoz, servi ve tunç gibi pek çok değerli şeyin
alınıp satıldığını. Aynı caddenin üzerinde genç kızların, savaştan dönen mahir
cengâverlere çiçek attığını. Hafızası bir kütüphanedeki bütün kitapların
sakladığı bilgileri taşıyabilecek denli güçlü âlimlerin, aslından ayrılmayacak
canlılıkta resimler boyayabilen yetenekli ressamların, en güçlü şehirleri bile
bir gecede teslim alabilecek denli kuvvetli ordulara ve askerlik dehasına sahip
komutanların ve o komutanları tek bir muharebeye gerek duymaksızın yerle bir
edebilecek denli güzel ve aşk dolu kadınların da aynı caddenin üzerinde
dolaştığını. Tören günlerinde bu caddeden inci ve mercan toplandığını. Arasına
bir saç teli sığmayacak düzgünlükte kesilmiş taşların üzerinde kadınların
saçlarından ve omuzlarından dökülen yaldızların parıldadığını. Şarkı seslerinin
gökyüzüne yükselip oradan yeryüzüne dağıldığını. Muhkem surların içine alınmış
bu şehirde uzun ve narin servi ağaçları ile beyaz bahar fidanları arasında
kurulmuş, surları olmayan sarayların avlularının her sabah gül suyuyla
yıkandığını, sokaklarının her gün buhurla kokulan d iril d iğini, güllerin
gümüş tepsiler üzerinde yasemin yaprakları ve fesleğen dallarıyla karıştırıldığını.
Sık ağaçlı bahçeleri. Suyuna pembe karanfiller bırakılmış beyaz nilüferli duru
havuzları. Dar geçitleri. Devasa büyüklükteki hamamları. Çarşıları. Tapmakları.
Kervansarayları. Kemerli taş kapıları süsenleri acı kokulu eğreltiler ve
dikenli böğürtlenlerle; başaklı sararmış otlan güneşte yanmış meyvesiz ağaçlar,
kurumuş kına fidanlarıyla ve en çok da dört bir yana savrulmuş taş parçalarıyla
dolu olan şu düzlüklerde, hatırlanamayacak kadar çok eski zamanlarda kemerlerle
bölünmüş yasemin, gül ve karanfil bahçelerinin teraslar halinde sıralandığını.
İç duvarları, düzgün kesilmiş ayna parçalarıyla, dış duvarları ise iri cam
kırıklarıyla mozaiklenmiş sarayların günün her saatinde ışıkla oynaştığını.
Tapmaklarda her gece, yansıması körfeze düşen ve çok uzaklardan bile fark
edilen ateşler yakıldığını. Ve en önemlisi şu kurumuş yataklardan, sularına
salkım söğütlerin eğildiği ırmakların aktığını. Sütunlu ana caddenin, zengin
kervanların ve gösterişli ordularla savaş arabalarının geçişine uygun olarak en
güçlü taşlardan örülmüş olduğunu. İki yana sıralanmış dükkânlarda müzik
âletleri, silâhlar, kıymetli taşlar, pahalı ve keskin kokular, nadide kumaşlar,
görülmedik bitkiler ve hayvanlar ile fildişi, altın, abanoz, servi ve tunç gibi
pek çok değerli şeyin alınıp satıldığını. Aynı caddenin üzerinde genç kızların,
savaştan dönen mahir cengâverlere çiçek attığını. Hafızası bir kütüphanedeki
bütün kitapların sakladığı bilgileri taşıyabilecek denli güçlü âlimlerin,
aslından ayrılmayacak canlılıkta resimler boyayabilen yetenekli ressamların, en
güçlü şehirleri bile bir gecede teslim alabilecek denli kuvvetli ordulara ve
askerlik dehasına sahip komutanların ve o komutanları tek bir muharebeye gerek
duymaksızın yerle bir edebilecek denli güzel ve aşk dolu kadınların da aynı caddenin
üzerinde dolaştığını. Tören günlerinde bu caddeden inci ve mercan toplandığını.
Arasına bir saç teli sığmayacak düzgünlükte kesilmiş taşların üzerinde
kadınların saçlarından ve omuzlarından dökülen yaldızların parıldadığını. Şarkı
seslerinin gökyüzüne yükselip oradan yeryüzüne dağıldığını. Muhkem surların
içine alınmış bu şehirde uzun ve narin servi ağaçları ile beyaz bahar fidanları
arasında kurulmuş, surları olmayan sarayların avlularının her sabah gül suyuyla
yıkandığını, sokaklarının her gün buhurla kokulan d iril d iğini, güllerin
gümüş tepsiler üzerinde yasemin yaprakları ve fesleğen dallarıyla
karıştırıldığını. Sık ağaçlı bahçeleri. Suyuna pembe karanfiller bırakılmış
beyaz nilüferli duru havuzları. Dar geçitleri. Devasa büyüklükteki hamamları.
Çarşıları. Tapmakları. Kervansarayları. Kemerli taş kapılan.
Sararmış
yabani otların üzerinden, kalbe hançer gibi batan uğultusuyla ancak gözlerini
kapamayı göze alabilenlerin duyabileceği rüzgârlar geçerken ve kelimeler beyaz
mermer şehrin ağzından dökülürken, günler de anlatan ve anlatılanın üzerinden
geçip gitti. Ağır ağır, tane tane ve özlemle anlatan beyaz mermer şehrin
kalbinin tam üzerine başım dayamış kül rengi küçük bir kuş; dışardan biri
bakabilmeydi, bütün görüp göreceği bu olurdu. Anlatan ve anlatılan nezdinde
giderilmiş özlemin sükûneti. Ama ışıltılar saçan tarihçesi boyunca her güzellik
gibi bütün tehlikeleri kendisine çektiğini de anlattı beyaz mermer şehir;
onunla, bir kez olsun göz göze gelen, yüz yüze duran ya da bunca güzelliği ve
zenginliği kendi gözüyle görmeyip de efsanesini işiten hükümdarların, sonunda
mutlaka ordularıyla birlikte gelip kapılarına dayandığını. Yine de olsun;
şehir, takatten düşmemiş kapılarını hiçbir zaman aralamamış ve gelenler için bu
yol, çok defa ölüme kadar dayanmıştı. Yoksa, bir vazgeçişin yükü yüklenmişti
omuzlarına, o da bir daha tamir edilemeyecek bir gurur kırıklığı pahasına satın
alınmıştı.
Ama
ne zaman ki Asya kıtasının ta içlerinden kopmuş yabancı kavimlere komuta eden
yenilgi görmemiş bir komutan, geniş ve güçlü donanmasıyla, aşılmaz zannedilen
denizleri aşıp da derin körfezin karşısına demir atmıştı. Kara muharebesinde de
donanmaları sevk etmekteki kadar yüksek olan dehasıyla, bir akşam üzeri, güzel
koşumlu soylu atları, süvarileri ve savaş arabalarıyla gelip kapılarına
dayanmıştı. Beyaz mermer şehir işte o zaman dayanmak için her zamankinden daha
fazla güç harcamıştı.
Çünkü
derinden bakan mavi gözleri, ucu omuzlarına değen ve Asya ülkelerinde
rastlanmayacak denli sarı saçları ile bu doğulu komutan, otağını karşı kıyıya
kurduğu ilk gece. Asya tarafından doğarak dünyaya iyice yaklaşmış ve bir
gözbebeği kadar büyümüş olan dolunayın ışığında ona uzun uzun bakmış ve beyaz
mermer şehri bu soluk mavi aydınlıkta yıkanırken görünce anlamıştı bundan daha
güzelinin olamayacağını. Ve bu sarhoşlukla fark etmişti öyleyse onun olması
gerektiğini. Donanmasının kandillerinin ışığı, şehrin kandillerinin ışığıyla
karşılaşıp da sönük kaldığında, neredeyse yok olduğunda ise muzaffer komutan
bir şey daha anlamıştı, bu beyaz şehri ele geçirse bile, onun ışığı altında yok
olup gideceğini, fatihken fethedileceğini. Tarihte örneği hiç az değil ki!
Bir
büyük korkuyu gizlemekten başkaca da anlamı olmayan büyük bir öfke içinde,
yanık teni, bağcıkları dizlerine kadar çıkan deri sandaletleri, ay ışığında
bile parıltılar saçan göz alıcı miğferi ile kusursuz bir yontuya benzeyen, hiç
yenilgi görmemiş komutan, uzun mızrağını öfke ve hayranlıkla toprağa sapladığı
otağının önünden karşı kıyıda yükselen beyaz mermer şehre doğru, ey şehir hatırla
beni, diye haykırmıştı. Hatırla beni ve bir zaman benim olduğunu hatırla! Öyle
karışıktı ki kalbi! Ama fikri kalbinin üzerindeydi ve o, kalbiyle değil
fikriyle eyleyenler zümresindendi.
O
haykırdığında gökte yıldızlar, yerde derinliklerine kadar akarsular titremişti
ve şu ki, beyaz mermer şehrin de içi titremişti. Bütün gövdesini tepeden
tırnağa bir alev sarmış, çünkü beyaz mermer şehir de onu hatırlamıştı. Fazla
dayanamamıştı ve dehşetli eyleminin mantığını erdem üzerine kuran bütün hainler
gibi, eylemine bir erdem zemini aradığında bunu en fazla da kendi içinde, kendi
hatırasında bulmuştu:
Gel!
Ben de seni hatırladım çünkü!
Beri
yandan şehrin, asıl sahibi, ömrünü güzel şehrini korumak için savaş
meydanlarında geçirmiş efendisi, daha evvelkilerin hiçbirine benzemese de bu
şiddetli kuşatma karşısında ümitsiz değildi. Muzaffer komutan, güzel şehrin
kapılarına dayananların ne ilkiydi ve şehrin efendisine kalsa ne de sonuncusu
olacaktı. Dayanabilirdi beyaz mermer şehir, yeter ki kapılan sımsıkı kapalı
kalsındı ve yüzyıllar boyunca giderek kalınlaşan, kalınlaştıkça kavileşen
surlarında bir gedik açılmasındı. Ama yanılıyordu ilk kez. Şehrin asıl
sahibinin, bütün meşaleleri, kandilleri, hatta tapınaktaki kutsal ateşi
söndürtüp de şehri karanlıkla örttüğü, ölümle kalımın birbirinden ayrıldığı o
kader gecesinde beyaz mermer şehir, en zayıf kapısının üzerinde su mermerinden
bir kandil yakmıştı. Bir zaman kendisine ait olduğunu hatırladığı doğulu
muzaffer komutana kapılarını ardına kadar açmış ve onu, yağmurunu bekleyen
toprak gibi ağırlamaya hazırlanmıştı.
Bir
büyük hatırlamanın haklılığında kapılarını ardına kadar açtığında, hatırasının
onu ne kadar yanılttığını anlamıştı oysa. Ama neden bu yanılgı, bunu hiç, hattâ
minicik başını göğsüne dayayarak soluk almadan dinleyen kül rengi küçük kuşa
bütün bunları anlattığı şu an bile, anlamamıştı. Meşalelerin ışığında, güçlü ve
atik askerlerden oluşan ordusuyla girmişti şehre muzaffer komutan. Daha ilk
askerin adımının değdiği yerde iri kara bir leke. Zorlu ve öfkeli askerler,
şehrin kendiliğinden açılan kapılarından içeri girdikten sonra, geriye sadece
büyük bir azap, yakıcı bir öfke, dinmek bilmez bir kan ve sınırsız bir yağma
kalmıştı. Her bir asker boyun eğdirdiğine boyun eğmekten korkan, o yenilgi
bilmez komutana benze mi şti sanki. Öyle öfkeli. Öfkesinde mazur değil ama
sebebi belli. Geldikleri gibi değildi gidişleri. Götürülecek nesi varsa
götürmüşlerdi şehrin. Götürülmeyecek olanları da yerle bir etmişlerdi. Genç ve
eşsiz güzellikteki kızları, memede bebeği olan narin kadınları, fidan gibi
delikanlıları, komutanları, başbuğları kılıçtan geçirmişlerdi. Ayaklar altında
ezildikçe acıyla salmıştı kokusunu gül yaprakları ve yasemin dalları, yapacak
başka bir şeyleri yoktu. Hayatın tam ortasında, dirimin en yetkin çağında gelmişti
çünkü yıkım. Taş üstünde taş kalmamıştı ve taşa dönmüştü beyaz mermer şehir.
En
çok da, kendisini, uzun yıllar boyunca gözü bu güzellikten ayrılmamışların
yağmasından korumak için savaşmış, yorulmuş ve yaşlanmış olan şehrin asıl
sahibinin, beyaz saçlı efendisinin, taht meydanının tam ortasında, mavi gözlü
muzaffer komutanın ayaklan dibindeki ölümünü anlatırken acılanmıştı beyaz
mermer şehir. Düşüp de yere kapandığında yaşlı vücudunda yara almadık yer yoktu
şehrin asıl sahibinin. Gözleri, sadece güzel şehrinin geleceğinden endişe
ederek arkada kalmıştı. Bembeyaz saçları, kendi bedeninden boşalan kana
bulandığında ise pek çok çizgi ile dolu yorgun yüzünde hiç beklenmedik bu acı
sonun nedenini anlayamamışlara mahsus o ifade vardı.
Bu
değildi oysa beyaz mermer şehrin niyeti! Niyetin neticeye hiç uymadığı o
vakitten sonra, kıyısında kurulduğu körfezin durgun suyuna her baktığında
kendisinden bir şey eksildiğini fark etmişti. Ama onu asıl yıkan, çehresinden
eksilen değil her defasında ona katılan şeyi görmesi olmuştu.
Gözlerinde,
kati an a katlana çoğalan ihanetin, ahde vefasızlığın ve iyiliğe kemliğin derin
ve karanlık izi. Böyle katılaşmıştı kalbi, yüzü böyle taşlaşmıştı. Dayanılırdı
belki bütün bunlara ama yanılmışlığı kendi sebebi, buna dayanamamıştı. Üstelik
taht meydanının tam ortasında, yaşlı komutanın düştüğü yerde, bembeyaz mermerin
derinliğinde o gün bugün durmaksızın kanayan kıpkırmızı bir yara; şehrin,
alnında lekesi, yüzünde karası vardı.
Anlattıkları
dayanılır gibi değildi. O vakitten sonra sustuğunu, bir daha gülümseyemediğini
ve bunu zaten istemediğini söyledi beyaz mermer şehir. Sözünün sonuna
geldiğinde niyeti yeniden susmaktı. Ama bir şey oldu. Bütün bunları anlatınca,
kalbinin üzerinden, taşıdığı yükün hepsinin değilse de en ağır kısmının kalktığını
hissetti; fazlasıyla ödenmiş bedellerin, haddinden ağır çekilmiş cezaların,
büyük acılarla akıtılmış zehirlerin, kalbe, ağlamak kadar ferahlatıcı
doğuşuyla. Ateşin arıtmasından ve dönüp de geriye bakabilmiş olmaktan daha
sağaltıcı ne olabilirdi ki? Sanki bir kapı kapanmamış ama yine de bir kapı
açılmıştı. Bu kadarına razıydı. Unuttuğu bir sevinç doldu içine. Gece uçmazdı
kuşlar, gecesi değil ama beyaz mermer şehrin kuşluk vakti cıvıltıyla doldu. Bir
kuş geldi kalbinin ucuna kondu. Bir okyanusu aşmaya niyet edip de daha yolculuk
başlamadan gücü tükenen bu kırık kanatlar, bu incecik pençeler, koskoca bir
mermer şehri düştüğü kuyudan çekip çıkardı. Bu zayıf bedenin yere bile
düşmeyecek denli yok gölgesi, o koca şehrin üzerine uçsuz bucaksız bir serap saldı.
Dallarını yapraklarını, yıkıntılarını kuşattı. O kadar büyüdü ki kül rengi
küçücük bir kuş muhabbetle, aşk olup kocaman mermer bir şehrin kalbine doldu.
Ve o kadar büyüdü ki kalbi, kocaman bir mermer şehir o kalbe sığdı. O zaman,
dudağının ucuna bir tebessüm, güzel ve siyah gözlerine de gökyüzüne çevrili bir
bakış asılı kaldığı anda, körfezin durgun sularına baktı beyaz mermer şehir.
Suyun aynasında kendi yüzünü görebildi. Bu yüz şimdi, güzelden öte masum bir
şeydi. Sanki her iz silinmiş gibi.
Başı,
hâlâ beyaz mermerin derinliğinde kanayıp duran, yıldız yıldız dağılan kırmızı
lekeye dayalı kül rengi küçük kuş, boynundaki turuncu halkaya şefkat ve
muhabbetle bakan beyaz mermer şehrin içine biraz dikkatli bakabilseydi, onun,
yüzlerce yıldır hainlik etmiş ve ihanete uğramış, yanılmış ve taşlaşmış
kalbinde bir yere girdiğini, dolmaz zannedilen bir yeri doldurduğunu, karanlığı
tescilli tekinsiz bir yangının üzerine serin bir ilkbahar sabahının taze çimen
kokusuyla, berrak bir akşamın ışıklı sevinciyle doğduğunu, onarılmaz zannedilen
bir yıkıntıyı onardığını, sağalmaz zannedilen bir yarayı sağalttığını
görecekti. Temiz ve yalın, saf ve duru. Katışıksız ve art niyetsiz. Sadece
kendisi. Bunu sadece bu kadarıyla yaptığını da fark edecekti.
Üstelik
kıymeti ilk anda, sağalmaz zannedilen bir yarayı sağal tabi İmişliğiyle smırh,
ona bağlı, o yaraya bağımlı gibi görünürken, giderek kendisini var kılan
sebeplerinden sıyrıldığım, doğrudan doğruya kendisinden ibaret bir kıymete
dönüştüğünü. Ve artık sadece kendisi olarak kıymet taşıdığını. Bir yarayı
sağaltmış olmasa da muhabbetin zamansızlığı, öncesizliği ve sonrasızlığı,
sebepsizliği ve sonuçsuzluğu, mantıksızlığı ve hükümsüzlüğü üzerinde en fazla
da bu yüzden kül rengi küçük kuş olarak kendi isminin, terk edilmiş, yitik, beyaz
mermer şehrin kitabelere kazılı isminin içinde yüzyıllardır saklı durduğunu
görecekti.
Gözleri
keskindi kül rengi küçük kuşun ama bu kadarını o bile göremedi.
Aşkın
karaladığı yeri aşktan başka bir biçimde aklamıştı ama aşka talipti. Aşktan öte
değil, aşktan beri, aşkın cümlesine talipti. O kadarıyla sınırlı. Ne de olsa
kalbi bir kuşçağızın kalbi kadardı.
Aşkın
karaladığını aklamanın, aşktan daha büyük olduğunu görebilseydi kül rengi küçük
kuş, kısacık ömrü ne kadarsa onun sonuna kadar, ama bambaşka bir mecrada akıp
gidecekti bu hikâye. Üstelik bir küçük kuşçağızın ömrüyle de sınırlanmayacaktı,
taşlara yazılmış yazılar kadar uzun ömürlü olacaktı. Çünkü taşlara kazınmış
yazılardan bile uzun ömürlü, bizatihi taşın kendisi olan beyaz mermer şehir,
dolmaz zannedilen boşlukları doldurabilen, sağalmaz zannedilen yaralan sağal
tabii en kül rengi küçük kuşun güzel hatırasıyla yaşayıp yaşlanacaktı. O zaman
belki taht meydanının tam ortasında kanayıp duran kırmızı yara bile eskisi
kadar çok kanamazdı. Ama aşk aşk, diye sızlandı kül rengi küçük kuş ve kendisi
için aşkın adıyla ölçülen bir cümle değeri istedi. Bana, seni seviyorum de,
dedi. Ben sormadan, ben istemeden, kendiliğinden. Bir değil çok kere, son değil
ilk; ilk değil son kere, seni seviyorum, de. Bir cümle. Beyaz mermer şehirse,
sana bundan daha fazla nasıl değer verebilirim, diye sordu da onun yerine,
verdiği değeri gösteremedi. Aşktan daha fazlasını besliyorum yangın yerinde
dedi de, aşkın kirini pasını, külünü bulaşığını silip süpüren, arıtıp temizleyen
muhabbeti gösteremedi. Bir, seni seviyorum, diyemedi. Diyebilseydi; hep o aşk
cümlesini duymak isteyen, görüşü keskin, görmesi kusurlu kül rengi küçük kuşun
gücü azalan minicik pençeleri arasından bir sitem taşı da düşmezdi belki.
Sitem,
kavi bağları daha bir kavileştirmesiyle malûm olsa da, zayıf bağları
koparmasıyla meşhurdu. Kavi olduğu var sayılabilirdi belki koca bir şehrin
küçücük bir kuşa duyduğu ve ondan fazlasıyla geri aldığı muhabbetin. Lâkin taht
meydanının ortasında kanayıp duran bir yara vardı. Ve bazı yaraların tamiri ne
kadar özenle yapılmış olsa da kan, dışarıya mutlaka sızardı. Yarayı ne
taşıyanın ne onaranın ihmalkârlığı söz konusu olabilirdi bunda. Yaranın
doğasıyla ilgiliydi sadece bütün bu olanlar.
Her
ne olduysa oldu, ama beyaz mermer şehrin tam kalbinin üzerinde telâş içinde
uçarken, kül rengi küçük kuş, duyamadığı cümlenin öfkesiyle, pençelerini
araladı, sitem taşını usulca bıraktı. Taş, kalbe çarptı. Hiçbir ağırlığı yoktu
görünürde, ama yaralı bir muhabbetin kaldıramayacağı kadar ağırdı. Beyaz mermer
şehir şaşırdı önce, ne olduğunu anlamadı. Hiç beklemiyordu doğrusu bir sitemi,
böylesini. Tam alnının üzerinden boydan boya bir kırık geçti. Öyle derin ki!
Ölü anadilinde, kül rengi küçük kuşun henüz öğrenmediği bir kelime söyledi, o
kelimeyle inledi. Zambaklar, dağ lâleleri, çiğdemler inledi. Sustu sonra beyaz
mermer şehir, yumdu ve kendi içine çevirdi siyah ve güzel gözlerini. Bu oldu.
Devamı yoktu. Kül rengi küçük kuşun sararmış yabani otlar, sarı düğün
çiçekleri, çalılar, gelincikler, papatyalar arasında gözlerini açtığı ilk
günkünden farksız, mazisi çok uzun o susuşla susuyordu şehir şimdi. Öyle derin
bir sessizlik çöktü ki üzerine, asırlardır yaşanan sessizlikten hiçbir farkı
yoktu. Her şey eskisi gibi olmuştu.
Bir
daha parlattı tüylerini kül rengi küçük kuş, parlamadı; bir daha en güzel
şarkılarını söyledi, sesi kırıktı. Bir daha boynunun altındaki turuncu lekeyi
gösterdi, isteksizdi. Havada döndü birçok uçuş oyunlarıyla, tapınakların,
sarayların kapılarından pencerelerinden içeri bir girdi öbür taraftan çıktı,
sağ kanadı ağırlaşıyordu. Tüylerini serpti şehraym artıkları gibi,
dökülmüyordu. Kanatlarını açıp kapadı. Kendi içinden başka bir yere bakmıyordu
ki beyaz mermer şehir, hiçbirini görmüyordu.
Küçücük
bir sitem taşı sadece. Alnından geçen çizgi öyle derindi ki şehrin, küçücük bir
sitem taşının bunca kırığa yol açmasının imkânı yoktu. O zaman anladı kül rengi
küçük kuş, beyaz mermer şehrin hiçbir yarayı sadece kendi hacminden ibaret bir
yara olarak taşımadığını. Bütün zamanların üst üste yığılmışlığında, açılan son
yarada, bütün yaralarını kanattığını. Bütün yaralarının gidip o ilk yaraya
bağlandığını ve o günün katliamında kanar gibi kanadığını.
Bu
ürkütücü sessizlik bozulsun diye, hiçbir çıkar yol kalmayınca, ne yaptıysa
olmayınca, kül rengi küçük kuş, minicik pençelerinin taşıyabileceği en büyük ve
en sert taşı, güneşten çatlamış toprağın üzerinde, kummuş sarı otların
arasından arayıp buldu. Ait olduğu gövdeden kopması için üzerinden kavurucu
sıcaklar, dondurucu soğuklar, depremler, rüzgârlar ve yağmurlar, hepsinden
fazlası, yüzyıllar geçmesi gerekmiş bir taş parçasıydı bu. Bir zamanlar, somaki
mermerden bir genç kız heykelinin elinde tuttuğu çiçeklerden biriydi.
Yontucunun, son çekiç darbesini vurup da eserini bitirdiği gün neredeyse
tanrılarla yarışmaya kalkıştığı ise beyaz mermer şehrin son gününe kadar
herkesin akimdaydı. Her şeyin, bir taş parçasının bile bir hikâyesi vardı,
kapılar biraz aralansa oysa sadece taş parçası vardı kül rengi küçük kuş için
şimdi ve o da çok ağırdı.
Ağır
yükünü pençelerinin arasına aldı, parmakları öyle ince, tırnakları öyle
güçsüzdü ki, kan ter içinde havalandı. Fazla uzun değildi gözüne kestirdiği
mesafe. Taht meydanının üzerinden, şehrin tam kalbinin üzerinden geçerken
pençelerini araladı, yükünü bıraktı. Bir ses, bir şikâyet gelir, bu öldürücü
sessizlik biter, diye boş yere bekledi. Başka zaman olsa beyaz mermer şehir,
ölü anadilinde kül rengi küçük kuşun bilmediği o kelimeyle inlerdi. Bu kez hiç
ses gelmedi. Konuş benimle, dedi kül rengi küçük kuş bir daha, susma ne
olursun, bir şey söyle. Bir kırık olsun, kalbinde yerim olsun. Sürgün etme,
beni gönderme. Kaldır gözlerini, bir bak bana, ne haldeyim. Öfkelen, sitem et,
bağır çağır ama böyle taş gibi durma, ne olursun. Beyaz mermer şehir taş gibi
sessizdi.
O
zaman kül rengi küçük kuş, yıkıntısına, yorgunluğuna, dağılmışlığına talip
olduğu, öyleyse tek ve en yetkin sahibi olduğu beyaz mermer şehrin sonsuza
değin dışında kaldığını anladı. Tepeden tırnağa bir ürperti sardı küçük
bedenini, göç vaktinin geldiğini anladı. Uzak ve sıcak ülkeleri görmek gibi
aşılmaz zannedilen okyanusları aşmaya dair de bir isteği yoktu. Ne aşmak. Ne
varmak. Kendisinden geriye kala kala bir tek gitmek isteği kalmıştı.
Fazla
gecikmediler. Önce, gökyüzü dalga dalga yaklaşan kanat sesleriyle sarsıldı,
sonra esmerlik, emsalsiz genişlikte ürpertici bir gölge gibi düştü şehrin
üzerine. Başını, kendisini yarı yolda bırakan sağ kanadının altına alıp da
büzüldüğü yerde, muhteşem birliktelikle kanat çırparak geçen sürünün sesini
duydu kül rengi küçük kuş, pek çok kanat tüyü döküldü üzerine. Ama yoluna çıkan
kuş tüylerini toplamak, bu terk edilmiş şehirde kimin aklına gelebilirdi ki?
Bir daha onların güçlü ve geniş kanatlarına baktı, bir daha kendi küçük ve
güçsüz kanatlarına. Bu hikâyeyi, kısacık ömrünün kendisine yüzyıllar öncesi
kadar eski gelen bir sabahından hatırladı. Bunca geniş ve koyu bir gölgenin
altında bile en az eskisi kadar beyaz ve güzel şehre bakınca anladı gitmenin
zor olduğunu ama kalmak daha ağırdı.
Yol
boyunca iyice genişleyen sürü, derin körfezin çok eski zamanlarında muzaffer
komutanın otağını kurduğu ve mızrağım toprağa sapladığı karşı kıyıda yere indi.
Bir yudum su, birkaç buğday tanesi. Son bir kez. Derin bir soluk alış.
Havalanmadan evvel son bir hız alış. Az bir zaman geçti. Haydi! Önce içlerinden
en büyük ve en güçlü olan havalandı. Onu, cüssesi ve gücü yakın olanlar izledi.
O kadar kuvvetliydiler ki kanatlarının sesi ve esintisi, bir yamaç evinin harap
duvarından kendilerini seyreden kül rengi küçük kuşa kadar geldi. İnce, ipeksi
tüyleri dalgalandı bu rüzgârda. Büyük ve güçlü kuşların biraz evvel gelmiş
olduğu tarafa baktı kül rengi küçük kuş. Şu dağın arkasında günlerce ardı
arkası kesilmeyen, kasvet verici yağmurlarla ıslanan soğuk şehir vardı. Diğer
tarafta ise aşılması ancak fatihlere nasip olacak okyanus. Hiçbirisi artık
umurunda değildi. Havalandı. Sevinçten titreyerek değil, kendisini boşluğa
sadece bıraktı. Son bir kez dönüp geriye bakmadı. İçİ yandı, bir yudum su içse
de sönmeyecek ki. Derin ve mavi sulan berrak bir aynaya dönüşmüş körfezi aşması
zor olmadı. Gölgesi yok, yine yok. Eskisinden daha yok. Körfezin karşı kıyısına
vardığında, geniş sürünün s on-ucu topraktan daha kalkmamıştı bile. Önde tek
adası, tek bir kara parçası, bir tek dal kırığı olmayan büyük ve derin okyanus.
Boynunun altında turuncu renkli bir halka. Silik soluk bir leke gibi bu muazzam
sürüye katıldı. Yeri sürünün en arkası, vakit yolculuğun daha ilk sabahıydı.
Dönüp
de geriye bakabilmeydi, göçmen olduğu halde göçmek istemeyen bir sarısalkım
kuşunun, ait olduğu sürüden koptuğunu, geniş ve büyük kanatlarını açabildiği
kadar açarak körfezin üzerinden geriye doğru süzüldüğünü ve beyaz mermer şehrin
taht meydanının tam ortasına indiğini görebilirdi. Ama kül rengi küçük kuşun
gördüğü son şey, arzın yüzünü güneyden kuzeye doğru keserek seri adımlarla
ilerleyen muazzam bir ordu oldu.
MAVİ GUL DALI
Dünyanın,
sadece doğu ile batı ya da kuzey ile güney olarak ikiye bölünebileceği kadar
eski, ve bir hükümdara ancak yetebileceği kadar da küçük olduğu zamanlardı. O
zamanın günlerinde güneş gökyüzünü doğudan batıya doğru defalarca geçip
gidiyorken bir ordu da yerin toprak yüzünü güneyden kuzeye doğru kesip biçti. O
kadar çabuk hareket ediyorlardı ki hızlarına sadece gölgesi dağların üzerine
düşen bulutlar ve onları sürükleyen rüzgâr eşlik edebildi.
Bilinen
arzın dörtte birine hakimdi bu ordu. Arzın geri kalan dörtte üçü ise zaten
suydu. Dörtte üçü mavi dörtte biri siyah bayrakları vardı bu yüzden. Mavi
suydu, siyah topraktı. Doğuyu ve batıyı bir miras olarak çoktan
sahiplenmişlerdi. Güneyse sadece kendileriydi. Kalıyordu geriye bir tek şu,
kendisinden efsaneler söylenen, dünyanın öbür ucundaki kuzey ülkesi. O da ne
kadar zorlu ne kadar efsane olsa, bir savaşla bitirilebilecek bir işti. Gaye
bariz olunca, sıcak çöle ezelden aşina, soğuk denize tümden yabancı olan bu
ordu ulaşabileceği en son yere kadar çıktı, denize dayandı, kıyıya vurdu. Yeri
belirsiz, sınırları tahminsiz, bir koyfun koynundaki kuzey ülkesi böyle
bulundu. Güney, soğuk denizle ve ona ait her şeyle ilk kez bir tepeyi aşınca
karşılaştı. Buz uğultusu. Kuzey de, savaşçı çöl kavimlerinin bu zalim ordusuyla
kendi toprağında tanıştı. İkisi de birbirine yabancıydı.
Ordunun
başında, çöl için çok olan tanrıların ve tek olan güneşin yer yüzündeki
gölgesi, kara parçalarının efendisi hükümdar, muammalı bir manayla
gülümsüyordu.
Manası
şu ki bu muammanın, güneyle kuzey arasında geçerli olacak tek ruhsat, doğu ile
batı arasında geçerli olan ruhsattı ve o da hükümdarın adıydı.
Çölün
bağrından çıkarak kuzeye varması, zamanın takvimlerince sadece altı ayını
almıştı hükümdarın ve onsuz düşünülemeyecek ordularının. Batı ile doğu
arasındaki mesafeleri kısaltmasıyla mağrurlanmış babasınmkilerden de geniş
hayalleriyle, kuzey ile güney arasındaki mesafeyi yok etmeye kalkışmış, gelmiş
kuzeyin kapılarına dayanmıştı, ikiye ayrılmıştı dünya onun için, bir kendi
ülkesi vardı, bir de onun dışı. Oysa gayesi tekti, bilindik dünyayı kendi
ülkesi kılmak. Dünya davetkâr, hükümdar ise talepkârdı. Kuzeyin bu zenginlikli
ülkesini silmeye ahdetmişti zamanın haritalarından. Adı kalmasındı.
Ama
kendi adı geleceğe kalsmdı. Ateşten bir nehir gibi akarak geçtiği her yolun
üzerinde kandan bir iz bırakması, geleceğe bir isim bırakmanın başka yolu
kendisine öğreti lmed iğin dendi. Ateş, önüne geleni yok ediyorsa da kan izi
bir daha silinmiyordu. Bu yüzden arkasında ateşten bir iz bırakarak geldi.
Gelen
varsa karşılayan da var. Ama bu gelen, kuzeyin, görülür biçimlerden görülmez
manalar çıkarmaya yetenekli evvel zaman kâhinlerince, güneyden geleceği çok kez
ifade edilmiş olan kurtarıcı değildi. Gökte beliren âteşin bir ziya toprağa
bereket olup düşmemişti. Tekinsizliği sadece gökte kalan siyah bir yıldız
haberi ya da ne kadar taşkın gelse sonunda yine yatağına dönen bir ırmak da
değillerdi. Göz kamaştırıcı zenginlik ve bitimsiz esenliğe dair haberler dalga
dalga gelirdi kuzeyin kulağına ama işte en büyük tehlike de güneyden gelmişti.
Kan bürümüştü gözlerini, bünyelerini kan tutmuştu. Bir istilâ sadece. Daha önce
hiçbir istilâ bu kadar çetin, hiçbir tehdit bu kadar ağır gelmemişti. Daha önce
hiçbir ordu böyle gelmemişti. Üstelik geliyorum, bile dememişti. Aniden
gelmişti.
Şüphe
yok ki efsanelerin karşılıklı çoğaldığı ve yerin de kulağının var olduğu o
zamanlarda güneye de, donmuş suyun kıyısına oyulmuş ışıklı, zengin dantelin ve
suya bağlı kaderine her zaman boyun eğecek insanların haberleri gelirdi. Ama
onca dağı tırmanıp da en yüksek tepeye varınca aniden karşılaştıkları ve
uzaktan seyrettikleri şeye, yıllardır anlatılanlar hiç yetmedi, anlatılanların
hiçbirisi şu karşılannda serili duran asıila mukayese edilebilir türden
değildi. Anlatılır gibi değildi.
Bitip
tükenmek bilmeyen bir ıssızlık uzaklığının ve yüze çarpan müthiş soğuğun
ortasında, geçit vermeyen yalçın kayalıklardan, ağırlaşmış lâcivert suyun
kıyısına doğru basamak basamak inen bu şehir, içinde yüzdüğü ağır ve oynak
kuzey ışığında, şeffaf ve sessiz duruyordu. Şehrin gölgesi bir ayna yüzeyi
kadar durgun denizin üzerine düşüyor ve derinliğinde sanki ikinci bir şehir
yüzüyordu. İçten gelen bir ışıkla parıldayan göller, sonsuz beyaz gölgelerin
altında kar ve buz adacıkları, lâcivert gökleri kaplayan ve billur damlaları
gibi sarkıveren bulutlar, buzdan yontulmuş yollar, buzdan ağaçlar, sessizlik
tarafından emilmiş ışıklarım karın üzerine titreşimle yayan evler. Sırtını
güneye dönmüş, denize haklın, kente haklın saray. Hepsinin görüntüsü bir kez de
suyun içinde tekrarlanıyordu. Ve suyun derinliğinde her şey kendisinin başkası,
bir o kadar da fazlası gibi görünüyordu. Burada her şey başkaydı, farklıydı,
yabancıydı. Bilinmedik bir dünyaydı burası. Büyüleyici bir cazibesi vardı. Buz
masalıydı. Ve hayret! Güneyde su yoktu, buradaysa her şey suydu.
Bütün
bir ordunun gözleri demek olan gözleriyle, hükümdar da gördü onların
gördüklerini. Alacakaranlığa gözleri alışanların seçmesi gibi kenti, denizi,
limanı seçti.
Soğukkanlılığını
korum a saydı hayranlıkla donakal a çaktı. O kadar güzeldi ki gördüğü şey,
ölümle güzelliğin karşılaştırmasını yapabilseydi, onu nasıl yok edebileceğinin
hesabıyla içi titreyebilir, bu güzelliğe kıyamayabilirdi. Ama onun güzelliği
yaşama tarzı bambaşkaydı. Güzelliğin yaşanması ona sahip olmakla mümkün, bu
yüzden duraksamadı. Alev ateş kitabında kör edici hayranlıklara yer yoktu ve
çölün sıcağına alışkın ordusu için bu ülke kanı donduracak kadar soğuktu.
Uzgürü
sahibiydi yılların savaş yorgunu hükümdar. Her geçen anın tersine işlediğini,
kendisine yüksek bir tepeden baktığı bu kentin hesabının bir an evvel görülmesi
gerektiğini çok geçmeden anladı. Açlığa, yorgunluğa, susuzluğa ve sıkıntıya
katlanacak şekilde eğittiği ordusunun sıcak zaten kendi meskeniydi. Ama belli
ki bu ordunun, alışık olmadığı dondurucu soğuğa tahammülü bir sınırdan öteye
geçmeyecekti. Vakit geçirmeden son darbeyi indirmek lâzımdı. Ne yapılacaksa bir
hamlede ve yıldırım hızıyla yapılmalıydı. Değilse, soğuğun bu savaştan galip
çıkması işten bile değildi. Hükümdar, dinlenmeleri için askerlerine zaman bile
vermedi.
Zor
olacaksa da imkânsız değildi. Değil mi ki tarihçesine bir zulüm söylemi
sığdırmayan kuzey, savaşa alışkın değildi. Savaşın pazarında defalarca pişmiş
sınanmış güçle karşı karşıya geldiğinde, ancak şu dondurucu soğuk kadar güçlü
bir silâhı olabilirdi ve ne kadar yiğit ve özverili olsalar da, askerleri
tüccarlarından, kumandanları sanatkârlarından azdı, zayıftı. Kalpte taşınıp da
hayatın harında sınanmamış sadakat duygusunun ve buz içlerine yerleştirilmiş
düşlerin ise ne ateşten kılıçlara, ne de alevden kalkanlara karşı koyabilirliği
vardı.
Kuzey
ülkesinin, güneyden gelecek istilâlara karşı şu, geçit vermez kayalıklardan
başka korunağı yoktu. Ama o kadar yalçındı ki bu kayalıklar, en usta
mühendislerin ve mimarların zihinlerinde resmi çizilen surlar bile bu kadar
dayanıklı ve aşılmaz olamazdı. Kuzeye gelince. Kuzeyin daha kuzeyi yoktu ki
korunağa gerek olsundu. Bu yüzden şehir, bir denize bir de sırtını yasladığı
sarp kayalıklara güveniyordu ve bu kayalıklardan, güneyin atlarının çektiği şu
meşhur savaş arabalarının geçirilemeyeceğine dair de ümit besliyordu. Arabalar
geniş, kayalıkların geçit verdiği yollar dardı. Savaş arabaları olmazsa,
güneyin ordusu gücünden bir hayli eksilirdi, ve kuzeyin kaderine dair kördüğüm
belli ki bu eksiklikte çözülebilirdi.
Koruyuculuğuna
onca emniyet edilmişken dik kayalıkların geçit vereceği nereden bilinebilir?
Aslında kayalıklar değildi geçit veren, kayalıklar masumdu. Ama eğitimli atlar
neredeyse birer keçi kadar oynaktı, keçi yolları bu yüzden geçmelerine
yetmişti. Arabaların gövdelerine gelince? Hükümdar bu gövdelerin parçalarım,
daracık yolların hemen başında söktürmüş, bitiminde yeniden taktırmıştı.
Fazla
gecikmedi. Denize dost, sırtını kayalıklara vermiş kentin yenilgisi, yay
kullanacak ellerini serbestte bırakmak için dizginleri bellerine bağlamış
askerlerin sürükleyip getirdiği savaş arabalarım karşısında bulunca oldu. Gerisi
neredeyse kendiliğinden oldu. İlk karanlığını toplayıp da dağıtmaya fırsat
bulamayan göğün altında güneyli askerler, denizin yumuşak eteklerine doğru
yayıldılar. Bir seylâbe gibi önlerine ne geldiyse yakıp yok ederek aktılar.
Silâhları karanlık gece indiğinde dahi parlaktı. Sol kolunu kaldırdı güneyli
hükümdar hızla, aynı hızla vur emrini verdi. Sınırı yoktu. Kuzeyin tarihçileri
böyleşini bugüne değin yazmamıştı, ilkti, son oldu.
Bütün
insanlar ölümlü, ümitsiz savaşını daha başlangıçtan kaybeden kuzeyli kralın
ölümü ise daha beklendikti. Suya doğmuş, bütün ömrünü suyla geçirmiş, suyu ve
onun çeşitli huylarını avucunun içi gibi bilmiş yaşlı kral, suyun karayla tam
da buluştuğu yere, savaşta ölen bütün krallar gibi yüzüstü düştüğünde, ölüm
nedeninin, güneyli hükümdarın maharetle fırlattığı ve tam böğrüne isabet eden
mızrak mı yoksa kendisini boğan şu bir karış su mu olduğunu kimse bilmedi.
Kralları
ölünce, şehrin zaten ölgün son umudu da suya düştü. Bir araya toplandılar önce.
Bir noktaya dönüştüler. Sonra o da silindi. Asıl yıkım arkadan geldi. Çocuklar
annelerinin, kadınlar kocalarının gözleri önünde öldürülünce her şey bitti.
Kuzey ile güney arasındaki incecik sınırı çiğnedi geçti hükümdar. Hudut taşını
kar çiçeğinin tam ortasına dikiverdi. Gelecek zamanın haritalarında kimseye ait
olmayacak şehir yitti gitti. Tarihin derinliklerinde yüzyıllarca bir sır gibi
uyuması için bu kadarı yetebilirdi.
Ama
yetmedi.
Yok
edicilik, güneyin ordularınca kutsaldı. Canlıları yok etmekle doymadılar.
Cansızlara saldırdılar. Evleri, yollan, havuzları, kış bahçelerini, sarayları,
çarşıları yıktılar. Taş kalmadı taş üstünde. Buzdan ağaçları bile yaktılar.
Olsaydı,
tapmakları da yıkacaktılar.
Ama
yoktu.
Her
yerdi tapınak çünkü kuzeyde yaşayan bu kavim için, Tanrı tekti ve her yerdeydi.
Oysa
güneyin hükümdarı ve onun orduları buraya en fazla da tanrılar için
gelmişlerdi.
Yaradılışın
neredeyse ilk günü kadar kadar uzak ve vak'a yazıcılar m özenle kaydettikleri
kadar sağlam bilgilere bakılırsa, topraklarının genişlemesi gibi genişlemişti
güneyin tanrılarının da ailesi. Başlangıçtan bu yana, zabtedilen bir ülkeden
geriye götürülecek en kıymetli şey, tanrılar ordusuna katılacak yeni tanrılar
olmuştu ve hiçbir hükümdar bu katılıma ses çıkarmamıştı. Ses çıkarmak şöyle
dursun her savaşın aslan payı gibi bekler olmuştu bu tanrı yağmasını.
Halk
da ufkun arkasından kalkan ilk toz bulutuyla dönüşünü fark ettiği savaş yorgunu
ordunun en nadide ganimet olarak başının üzerinde taşıdığı yeni tanrılara,
tapınaklarının kapısını ardına kadar ve gönüllüce açmıştı. Tapmaklarının ve
kalplerinin kapılarını. Çünkü azlık zafiyetti. Hele teklik: Hiçlik. Oysa çokluk
kuvvet demekti. Ve çok tanrı her zaman için bir tanrıdan daha fazla güç
demekti.
Toprağı,
nimeti, bereketi; ince belli kızları, geniş göğüslü delikanlıları sahiplenir
gibi yeni tanrıları da sahiplenmişlerdi. Tanrıları sahiplenmenin en kestirme
yolu ise adlarını değiştirmekten, onlara yeni bir isim vermekten geçiyordu.
Kendisine yeni isim verilen tanrı yeni dilin evinde varlık bulurken, bir isimle
başlıyordu her şey ve bir ismin unutulmasıyla bitiyordu. Olup bitiyordu
böylece. Tanrının manası ve putu çok uzak iklimlere taşınırken ismi anayurdunda
bırakılsa da ne gam! Nasılsa geriye onu ve ismini hatırlayacak kimse
kalmıyordu.
Bilindik
dünyanın her yerinden güneyin taht şehrine taşma taşma o kadar çoğalmışlardı ki
artık her şeyin tanrısı vardı. Adaletin ve kanunun, yağmurun ve fırtınanın,
suyun ve ateşin, havanın ve toprağın, aşkın ve evliliğin, güneşin ve kadının,
rüzgârın ve erkeğin, buğday başağının, hasat zamanının, doğurmanın ve ötmenin.
Acının ve onanmanın.
Hepsinin
tanrısı vardı ve hepsi diğerlerinden farklıydı. Üstelik bu tanrıların
korkuları, acıları, saadetleri, kavgaları, aşkları vardı. Aşkın tanrısı vardı.
Tanrının ölümü vardı. Sonra tekrar doğuşu vardı. Yani ölümsüzlükleri vardı. Ama
yine de insanların sunularına, adaklarına, kanlarına muhtaçtı bu tanrılar,
canlarına susuzdular. Hepsi de kana susamıştılar, hepsi de acı istiyordular.
O
kadar çoktular ki, tanrıların sadece adları bile bir tapınak avlusunun dört
duvarını dolduruyordu ve yazıcıların uzun papirüs tomarları üzerine
sıralayadurdukları tanrı isimlerini ezberlemek günden güne güçleşiyordu.
Resimlerinin yapılması halinde ise, kimi savaş halinde, kimi hayat halinde,
kimi ölüm halinde ve daha her halde, bitip tükenmek bilmeyen bir tanrı alayı
başlayıveriyordu.
Nasıl
bir alay teşkil ederlerse etsinler, hükümdarm bu alayda yeri vardı ve o yer de
en arka sıradaydı. Ama ne kadar arkada dursa da elinin üzerinde, sırtında ya da
kalbinde mutlaka bir tanrının koruyucu eli bulunurdu ve hükümdarı, kulları
nezdinde dokunulmaz kılan da böyle bir tanrı kalabalığı tarafından el üstünde
tutuluyor oluşuydu, ilâhı bir vasıi katılırdı böylece, aslında sıradan
insanlardan farkı olmayan kişiliğine. Bir alış veriş hasılı. Tanrılar hükümdarı
el üstünde tutar, halkı nezdinde ayrıcalıklı ve üstünlüklü kılarken, ondan
bekledikleri de el üstünde tutulmalarıydı. Ama el, elin üstündeydi ve
tanrılardan her birinin eli arkasında bir rahibin eli vardı. Bu yüzden her savaşın
sonunda ne kadar çok tanrı kazanılırsa, savaşa katılmayan ama devletin tam
ortasında duran rahipler için de hükümdar için de işler o kadar yolunda
sayılırdı.
Savaştan
dönen her hükümdarın yabancı topraklardan ganimet edilmiş yeni tanrılar
getirmesi gibi yeni bir mabet yaptırması da âdettendi. Güney ülkesinde bir kral
ağacının dikili durduğu, ırmağın birçok kollara ayrıldığı yerde kurulu bir tek
saraya mukabil birçok mabetlerin sayısı böyle artmıştı. Saray; mabetler ve
tanrılarla, onların maiyeti rahipler tarafından böyle sarılıp sarmalanmıştı.
Ama
şimdi, rüya ile gerçek arasında kana bulanan bu solgun ışıklar kentinin
tanrıları, diğer savaşların alışıldık tanrı yağmasını tekrara izin vermiyordu.
Çünkü burada tanrılar yoktu, Tanrı vardı. Çok değil tekti. Üstelik o da
ortalıklarda görünmüyordu. Putu yoktu, maddesizdi. Ve katıldığı tanrılar
âlemini çoğaltmak şöyle dursun, ancak birleştirebilir, tekleştirebilirdi.
Peki
şimdi hükümdar, ülkesine ne götürecekti?
Bu
iğne yapraklı, gümüşlenmiş kara ağaçları, bu hayran bırakıcı ve donuk parıltılı
denizi götürmenin imkânı yoktu.
Aradığını
saray koridorlarının en dolambaçlısında, hazine kapısının arkasında buldu.
Bulduğu
şey gerçek bir hâzineydi ve öldürülemeyecek kadar kıymetliydi.
Kabzası
hilâl biçimli hançeriyle parçaladığı kilidin arkasında, hazine odasında
karşılaştı hükümdar, savaşın en kıymetli ganimet payıyla, bir kral kızıyla.
Mavi bir gül. Yabancı ve ürkütücü bir çiçeğin hiç alışılmadık cazibesiyle o
kadar güzeldi ki; hükümdarın, kendi tanrılarına kata ulayacağı için üzüldüğü,
kuzeyin olmayan tanrıları bile neredeyse gölgelenen işti.
Hazine
odasını dolduran her şey, bu göz alıcı ve sakımmlı zenginlik, zahir ki çok
kıymetliydi. Altın, mücevher, abanoz, sedef. Şu siyah tilki, kırmızı kunduz,
bembeyaz ayı kürkleri, balina dişleri baha biçilmezdi. Hepsi götürü lebilirdi.
Fakat götürülecek en kıymetli şey şimdi şurada, fütursuzca kendisine
bakmaktaydı. Gençliğinde bile başının dinginliğini bir kadının göğsünden çok
kazanmanın yorgunluğunda aramış olan hükümdar için vakit bir hayli geçti. Ama
daha kendi sağlığında, hükümdar vasfını taşımasına izin verdiği oğlu için,
soylu kanıyla bu prenses iyi bir kraliçe olabilirdi. Hem şunun şurasında her
şeyi oğlunun değil miydi? Gücünü, mabetlerine kattığı tanrıların sayısıyla
çoğaltmaya alışkın hükümdar, bu kez sarayına bir gelin katarak çoğalacaktı.
Halkının gözlerini bu kez birçok tanrıyla değil bir tanrıçayla kamaştıracaktı.
Ömrü
boyunca oğluna yok etmekten başka bir şey öğütlememiş olan baba, son emri
olduğunu bilmeden çağırdığı ona hayatı böyle bağışladı. Gel, dedi, al onu. Sana
yaraşır. Bu bir kral kızı. Ne bahşettiğin farkında bile değildi.
Hükümdar
oğlu hükümdar geldi, kendisine bahşedilenin önünde durdu.
Buzlanmış
bir camdan ağır ağır süzülen ışık odaya dolarken ve prenses kendi ölümüne bakar
gibi ona bakarken, hükümdar oğlu hükümdar da onun gözlerinde kendi ölümünün
rengini gördü. İçli, lâcivert ve derin. Üstelik soylu ve soğuk, üstelik uzak ve
düşmanca. Her şeyini bir savaşta kaybetmişlerin hepsi gibi keder ve korku dolu
ama sakin ve durgun. İçi acıyla doldu hükümdar oğlunun. Billur yüklü
bulutlardan süzülen ışığın her şeyi maviye boyadığı bu ülkede kan bile
kırmızıdan çok mavi akıyordu ve güzel prensesin göz kapaklarının ve ellerinin
üzerindeki damarcıklar gibi dudakları da morarmıştı.
Şu
dondurucu soğuğun ortasında bile üşümek nedir bilmeyen hükümdar oğlu
hükümdarın, karşılaştığı buz mavisi gözlerde okuduğu mana içini üşüttü ama bu
üşümeyle de başladı yangınların en ateşli en şenliklisi. Çünkü o, ömrü boyunca,
kendisine yok etmekten başka bir şey öğütlenmemiş olsa da, sıcacık ve
merhametli bir kalp taşıyordu ve şefkat hâlâ duyguların en yükseğinde
duruyordu.
An,
o an oldu.
Hava
birdenbire kararıp da, büyük kuşlar huzursuzca havalanıp, küçük kuşlarınsa
bütün yapabildikleriyle yuvalarına saklandığı o anda. Denizin üzerinde gri bir
renk geldi durdu. Suda beyaz dalgacıklar kaynadı evvel. Ufuktan itibaren
muhteşem bir sis kıymetli şey şimdi şurada, fütursuzca kendisine bakmaktaydı.
Gençliğinde bile başının dinginliğini bir kadının göğsünden çok kazanmanın
yorgunluğunda aramış olan hükümdar için vakit bir hayli geçti. Ama daha kendi
sağlığında, hükümdar vasfını taşımasına izin verdiği oğlu için, soylu kanıyla
bu prenses iyi bir kraliçe olabilirdi. Hem şunun şurasında her şeyi oğlunun
değil miydi? Gücünü, mabetlerine kattığı tanrıların sayısıyla çoğaltmaya
alışkın hükümdar, bu kez sarayına bir gelin katarak çoğalacaktı. Halkının
gözlerini bu kez birçok tanrıyla değil bir tanrıçayla kamaştıracaktı.
Ömrü
boyunca oğluna yok etmekten başka bir şey öğütlememiş olan baba, son emri
olduğunu bilmeden çağırdığı ona hayatı böyle bağışladı. Gel, dedi, al onu. Sana
yaraşır. Bu bir kral kızı. Ne bahşettiğin farkında bile değildi.
Hükümdar
oğlu hükümdar geldi, kendisine bahşedilenin önünde durdu.
Buzlanmış
bir camdan ağır ağır süzülen ışık odaya dolarken ve prenses kendi ölümüne bakar
gibi ona bakarken, hükümdar oğlu hükümdar da onun gözlerinde kendi ölümünün
rengini gördü. İçli, lâcivert ve derin. Üstelik soylu ve soğuk, üstelik uzak ve
düşmanca. Her şeyini bir savaşta kaybetmişlerin hepsi gibi keder ve korku dolu
ama sakin ve durgun. İçi acıyla doldu hükümdar oğlunun. Billur yüklü
bulutlardan süzülen ışığın her şeyi maviye boyadığı bu ülkede kan bile
kırmızıdan çok mavi akıyordu ve güzel prensesin göz kapaklarının ve ellerinin
üzerindeki damarcıklar gibi dudakları da morarmıştı.
Şu
dondurucu soğuğun ortasında bile üşümek nedir bilmeyen hükümdar oğlu
hükümdarın, karşılaştığı buz mavisi gözlerde okuduğu mana içini üşüttü ama bu
üşümeyle de başladı yangınların en ateşli en şenliklisi. Çünkü o, ömrü boyunca,
kendisine yok etmekten başka bir şey öğütlenmemiş olsa da, sıcacık ve
merhametli bir kalp taşıyordu ve şefkat hâlâ duyguların en yükseğinde
duruyordu.
An,
o an oldu.
Hava
birdenbire kararıp da, büyük kuşlar huzursuzca havalanıp, küçük kuşlarınsa
bütün yapabildikleriyle yuvalarına saklandığı o anda. Denizin üzerinde gri bir
renk geldi durdu. Suda beyaz dalgacıklar kaynadı evvel. Ufuktan itibaren
muhteşem bir sis bulutu adım adım yaklaştı ve kar, rüzgârın önünde savrula
savrula yağmaya başladı. Hükümdar oğlu hükümdar hiç tanımadığı bu oluş
karşısında bir an, kendi lisanında kelimesi olmayan bir sevinç duydu. Eşya kar
ışığının içinde, ışık prensesin gözlerinde yüzüyor. Rüzgâr hem denizden
prensese doğru, hem prensesten denize doğru. Rüzgârın sesi, prensesin gözleri.
Kar sadece kendi dilinden konuşuyor. Bir kar fırtınası, ellerini kar tanelerine
ilk kez açmış hükümdar oğlu hükümdarı boğuyor.
Ne
kadar kolay bir boğulma olduğuna şaşıracak zamanı bile olmadı hükümdar oğlu
hükümdarın. Su altı bahçeleri, mercanları ve incileriyle gözünün önünde kat kat
açıldıkça, aklı bulanıp gönlü hoşlaştıkça kendisine ne olduğunu bile anlamadı.
Şaşırdı. Neydi ki bu? Yaşanacak neyi vardı?
Elinden
tutmak istedi prensesi ve yerinden kaldın vermek. Gel, demek halinin diliyle,
bağrına bastın vermek, prensesin dilinde müstesna bir kelime bilmek ve ona
onunla seslenmek. Bir isim vermek ona bir isim almak ondan. Yapamadı. Bu ilk
çağrıda hem sahip oluşun bildirgesi hem de koruyuculuğun teminatı bir arada
olacaktı ama prensesin sessizliğiyle benzeşebilecek bir tek denizin uğultusu
vardı. Su üstüne yazı? Buz üstüne yazı? Kum üstüne yazı? E>eğil, taş üstüne,
kaya üstüne yazı. Prenses kaya gibi sessizdi. Kar, camın dışında yağıp duruyordu
hâlâ. Şu kar tanelen çelik kılıçların ayasında sadece eriyebiliyorken ve kar
tanelerinin gücü kendisini sadece tekrara yetebiliyorken, yağmur olup akası
geldi hükümdar oğlu hükümdarın bu sessizliğin üstüne. Uzun zamanda
aşmdırabilirdi yağmur kayaları. Şimdiyse zaman dardı.
Prensesin,
suyla karanın kavuştuğu yerde hâlâ yüzüstü yataduran babası için, hükümdar oğlu
hükümdar tarafından, şanına yaraşır bir tören yaptırıldı. Onca ateş hatırasının
üzerinden prensese uzatılmış bir damla su serpintisi olmaya yetmezdi bu, ancak
içerdiği mana iki erkek, iki kral, iki komutan arasında zuhur edebilecek gizli
bir onur mukavelesi kadar derindi. Diğer yandan bir gönül serinletme. O gönülse
hükümdar oğlu hükümdara lâzımdı. Mezar odasının kapılan kralın, sağ böğründen
mızrakla delinmiş, gelip de geçici bedeninin üzerine sonsuza değin kapanmadan
önce, prenses, İncili kar çiçeklerinden minicik bir çelengi babasının yarasının
üzerine bir veda armağanı olarak bıraktı, çelengin ortasında masmavi bir gül
vardı. Gülün kendisi buz; rengiyse henüz görülmemiş bir ırmağın rengi.
Savaş
arabalarının en güzeli, kadife minderler, tül perdeler, kristal aynalarla
döşenip de bir gelin arabasına çevrilirken, sayısını unutacakları denli sık
değiştirecekleri sağnsı terli, yeleleri rüzgârlı, ağzı köpüklü atları üzerinde
ulaklar, düğün hazırlıklarının başlatılmasını haber vermek üzere çöl ülkesine
doğru çoktan yola çıkmışlardı bile. Ordugâhsa aradaki bunca mesafeyi dönüş
yüküyle ağır ağır alacaktı.
Gelin
alayına dönüştürülmüş bir savaş alayının en kıymetli varlığı olarak prenses,
bir esir gibi değil, bir gelin gibi ağırlandı. Uğurlayanı ise kalmamıştı ki
uğurlansındı. Sarayından son kez çıkıp da kendisi için çizilen yolun
başlangıcında durduğunda, bir kez sahip olunmuşu sonsuza değin kaybetmekte olduğunu
bilenlere özgü iç acısıyla, ama en sıcak anlarda bile nasıl korunacağı
kendisine öğretilmiş bir soğukkanlılıkla dönüp geriye baktı. Denizi son kez
gördü. Kendisini unutturmak istemeyenlerin ancak bürünebileceği bir en
güzellikle güzeldi deniz. Oysa neye sahip olduğunu anlaması için prensesin ona
uzaktan bakması hiç gerekmemişti ki.
Muhafızların
saygılı tahakkümü ve olup da bitmeyeni uzaktan izleyen oğul hükümdarm esirgeyen
bakışları altında kendisi için hazırlanan arabaya doğru yürürken prenses üç şey
aldı yanma:
Bir;
kurşuni gök altında gümüşi denizin hayalini, bu kuzey ülkesinin hatırından hiç
çıkmayacak olan son halini, en güzel halini, yani her halini.
İki;
asla unutmaması gerektiğini adını bilir gibi bildiği anadilini.
Ve
üç; kalbinin tam ortasında taşıdığı, evrenin yaratıcısı, tek ve biricik olan
Tanrı'yı.
Bir
de son bir hamleyle, yolunun üzerinde, sağ tarafında, yapraklarına dallarına
kadar yanmış tutuşmuş ağaçların arasında nasılsa sağlam kalmış bir gövdeden
uzanıp koparıverdiği ve dünya âlem üzerinde sadece kuzeyin şu soğuk toprağında
hayata tutunabilen mavi gülün ayırmalık dalını.
Dalı
gövdesinden koparırken prenses, gövdenin canı öyle yandı.
Anadilini
zihninde, tek ve biricik Tanrı'yı kalbinde, kuzey denizinin en güzel halini
gözlerinin içinde taşıyacaktı prenses yol boyunca. Mavi gül dalını ise hoş
kokulu ağaçlardan oyulmuş çeyiz sandığının içine attı. Siyah bir kürkün
kıvrımları arasına üzenle sakladı. Prenses, çeyiz sandığının içine mavi gül
dalını attığında, onca ağır yükün altında bana mısın, demeyen yük hayvanının
sırtını ter bastı, dizlerindeki derman kesildi bir an, sarsıldı, güç
toparlandı. Yol boyunca taşıdığının mahiyetini bilmese de onu ağır ağır
taşıyacaktı. Yükü hafifti gerçi, kıymeti az; ama manası ağırdı.
Muazzam
kalabalık, geldiği yolu bu kez tam tersi istikamette geçerken yine aylarca yol
aldıysa da, dönüş daha kolay oldu. Az bir zaman evvel var olan neşeli ve yaşam
dolu şehirlerin hepsi kaybolmuş, her şey çünkü yerle bir olmuştu. Bu akış
karşısında hiçbir engebe, tek bir direnç yoktu. O kadar ki dönüş yolculuğuna
hadisesiz de denebilirdi, hükümdar baba aniden ölü vermeseydi.
Sebepler
ve onların sonuçları belli ki bambaşka katlarda yazılıyor. Bir sebep sadece.
Ani ateş yükselmesiyle geliveren bir şey. Hafif bir sancıyı katlanılmaz kılan
onun artacağına dair taşman endişe, yoksa sancı katlanılmaz değil. Arttı
sancısı, gelirken geçtiği her köprüyü yıkan, dönüş yolunda yeniden kuran
hükümdarın, aniden ölüverdi. Sınırın içiyle dışını bir yaptığında, dışarıda
artık bir başka dünya kalmadığında, yani ki dünyayı kendi ülkesi kıldığında,
gitme vaktinin de gelip çattığını anlamış mıydı? Sormadılar ki, gitmem,
diyemeden gitti. Hiç sebep yokken, durup dururken gitti. Savaşta ölen bütün
krallar gibi suya ya da toprağa kapaklanarak değil, sıradan insanlar gibi,
yumuşatılmış bir döşeğin üzerinde gözlerini son kez yumduğunda, varlıklarına
sahip olmak için üzerlerine o kadar ölüm bıraktığı tüm ölenler gibi öldü gitti.
Daraldı ölümle kalım arasındaki mesafe. Perde inceldi. Ölüm geldi, hayatın tam
ortasında durdu. Belli ki ölmek de ancak yaşanırsa ölmek oluyordu. Yavaş yavaş
değil birdenbire söndü, karanlığa karışıverdi. Kendi ölümü gelince gövdesine,
gözlerini yumdu. Kim ölmemiş ki?
Geriye
kalanlarınsa, ölüme göz yummaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu, görkemli
törenler müstesna. Ama hükümdar, ülkesinden ne kadar uzaktaki şu toprağa sessiz
sedasız gömülmek istediğini söyleyecek vakti bulabilmişti. Yanındakiler bu
isteği, toprağı kendisinin kılmak için tutulmuş bir yol olarak yorumladı. Bir
toprağı kendisinin hissetmenin en sağlam yolu ona kendi bedenini vermek değil
mi?
Daha
sağlığında çöl ülkesinde inşa ettirdiği devasa anıtmezara götürülmedi bu yüzden
hükümdar. Haftalarca uzatılmış bir konak zamanında, ölüp gittiği yerde,
görkemine eksiklik gelmesin diye yükseltilen bambaşka bir mezara gömülüverdı.
Ne çıkar! Üzerine dikilen taşların ne kadar yüksek olsa da zamana yenik
düşeceğini, en fazla da o taşlan diken taşçının kendisi biliyordu.
Bilenler
şunu da biliyordu. Kılıç, kargı, kalkan, mızrak, balta, miğfer, zırh. Simsiyah
yeleleri ay ışığında lâcivertleşen güçlü atlar. Gürlemesi de görünüşü gibi
korku salan savaş arabaları. Onca kumandan, onca asker. Çağının bu en güçlü
ordusu, hükümdarı olmazsa bir biç oluyordu. Onun için bıraktığı boşluk ne kadar
büyük olacaksa da ölen ölmüştü, yeni hükümdar yaşa sındı. Hükümdar oğlu
hükümdardı unvanı bir kadem evvel, şimdi sadece hükümdardı.
Ordusu,
yattığı şu topraklardan giderek uzaklaşan hükümdar baba, ateşler içinde yandığı
ölüm döşeğinde, son seferinin veda armağanı olarak oğluna, doğusu ve batısı
gibi; güneyiyle kuzeyi, çölüyle denizi birleştirilmiş, fethedilecek bilindik
yanı kalmamış bir dünya devretmişti. Doğuyla batıyı ve onların arasındaki
mesafeyi babadan oğula geçen bir miras gibi o da kendi babasından devraldığında,
oğlunun şu an bulunduğu yaştan daha fazlasında değildi. Gerçi, oğlunun bu
yekpare dünyayı ne yapacağına dair bir fikri yok İdiyse de rahiplere
güveniyordu en fazla. Gencecik ve tecrübesiz bir adamı atalardan kalan
tanrıların istekleri doğrultusunda çekip çevirmeyi bilirlerdi nasılsa. Gözü
oğlunun gözlerinde, tanrıların adını fısıldayarak ölürken, gözü arkada
kalmamıştı.
Düğün
alayına çevrilmiş savaş alayı neden sonra başladığı yere döndü, her şey bir
deveran hali, çıktığı kapıdan içeri girdi, sefer, başladığı yerde bitti. Gâhi
yol kesen fırtınalarla gâhi yoldan eden sıcaklarla burun buruna gelerek
ülkesine döndüğünde yeni hükümdar, bunca ağır bir tarihçenin tanığı olarak yol
meşakkatinin adını etmezdi gerçi, gerçek bir ağırlık değildi üzerinde hissettiği.
Ama kadife minderler, aynalar, tüller ve cibinliklerle döşeli şu gelin
arabasının yükü yok mu! işte o, öyle ağırdı ki, hükümdar, neredeyse sevincinden
uçacaktı, kalbi kendisine biçilen görevlerin altında kaim a saydı, bir kendine
kalsaydı. Çünkü kalbinde, göreviyle benliğinin arasında cereyan eden büyük bir
çatışma vardı ve işten değildi arada ezilip gitmesi. Yirmi küsur yıllık ömrü
boyunca dinlemişti babasından; savaşmanın hayatta kalmanın tek yolu olduğunu,
zamanının en büyük askeri gücü o İm anınsa, orduları ezmek ve imparatorlukları
devirmekten başka manaya gelmiyor olduğunu. Başarının acımasızlıkla aynı imlâda
yazıldığı bir zamanı yaşadıklarını. İyi yöneticiler olmadıkları için
kazandıklarım kısa zamanda kaybedenlerin ibretlik öykülerini, sıralanabilir
bütün insanı kıymetlerin ülkelerin devamlılığı için şart ama askerlik ve
hâzineden sonra gelir olduğunu.
Ama.
Bütün bunları, çoğu, kavurucu günlerin bol yıldızlı gecelere devrildiği
saatlerde hoş çiçeklerle kokulanmış bahçelerde babasından dinlemiş olsa da,
hükümdara, savaşçı ve zalim olmak zorunda kalan babasından ve onun da savaşçı
ve zalim olmuş olan babasından, sadece bir günah ve zulüm fikri kalmıştı. Bu
genç adamın bütün vücudunda tek bir savaş yarası yoktu haddizatında. Bu kanlı
savaş yoluna, öğretilmiş fakat nefiste tecrübe edilmemiş doğruların
mazgallarından bakarak girerken, serinlerdi çölün havası ama onun içi yanardı.
Susardı, susmanın iç yangınını iki kat artırdığını öğrene öğrene. Söylese
tanrılar gücenirdi, babasının gücenik bakışlarına yüklenmiş alınganlıklar ve
gazaplarla. Sussa, olmazdı, içi içine sığmazdı. Ve her şeyden geriye huzursuz
bir kalp ve güçlü bir mide bulantısı kalırdı.
Şimdiyse
kentin cümle kapısını aşıp da içeri girdiklerinde, başının üzerine akağaç
filizleri ve lotus çiçekleri serpilirken tutulan alkışlarda, kendisinde
görülmek istenenin en fazla da babası olduğunu biliyordu. Bu muhteşem
hükümdarlar çağında oğullar, babalarının oğlu oldukça değerliydi ve bu ülkede
her şey babadan oğula kaldığı gibiydi. Ama babadan oğula kalan büyük zaferin
sahibi olarak karşılanmış olsa da kendi zaferi değildi bu. O sadece eşlikteydi.
Ve
babasından kendisine kalan. Ne kadar da ağır bir şeydi. Zamanın bilindik
dünyasındaki son kapıyı da ardına kadar açtığının hemen ertesindeki ölümüyle o
kadar büyük bir efsane bırakmıştı ki arkasında hükümdar baba, bu efsanenin
gölgesinde kalacaktı yeni hükümdarın saltanatının tacı. Aşılması gereken
korkulu bir hayal gibi kalacaktı üzerinde babasının gölgesi. Onu aşmak,
hayallerinde bile asla mümkün olmayacak. Ne yapsa, yok; olmayacak. Ne katsa
çoğalmayacak. Ne eksiltse azalmayacak.
Öyle
muhkemdi ki kendisine bırakılan şey. Oğul hükümdar hiçbir şey yapmasa bile
bütün bir saltanatı hadisesiz ve refah içinde geçebilirdi. Ama yapacak bir şey
vardı.
Müddet
i saltanatı çok hadiseli geçti.
Babasının
kendisine bıraktıkları arasında tamamlanması gereken yarım kalmış işler yoktu.
Öyleyse tamamlamaktan çok bozdu, çoğaltmaktan çok azalttı. Azaltmakla kalmadı,
tekledi, birledi, bire indirdi.
Çünkü
babasının oğlu değildi.
Prensese
gelince. Bambaşka bir yolculuk hikâyesi ve bambaşka bir varıştı onunkisi.
Kuzeyi
güneye bağlayan yol, mavi akan ırmaklardan ve geçit vermeyen buzul dağlardan
sonra durulmuş ve kavrulmuş çöllere varınca her şey gibi sezişler de değişti.
Öldürücü sıcağı geçerlerken hem prenses hem çeyiz sandığında siyah kürke sarih
mavi gül dalı, bir daha geri dönülemeyeceğini hissetti.
Yol
ve keder yorgunu prenses, sık sık uykunun kollarına düşüvermişti yol boyunca.
Belli ki bu narin beden, yarısı ölüm demek olan uykuya kolay testim oluyordu.
Güney ülkesinin başşehrine varmadan bir konak evvel, nedimeler tarafından
duygulu şarkılar eşliğinde bir gelin gibi süslenip de yeniden yola revan
olduklarında, kendisini taşıyan araba, unutulmuş beyaz mermer bir kentin yakınından
geçerken kadife yastıklara gömüldü, uykunun unutturuculuğuna bir daha
düşüverdi. Oysa uyandığında bir bir hatırlayacaklarını hesaba katarak bu yaman
uykuya dalmayı hiç istemezdi ve eğer perdeyi aralayıp da dışarı bir baksaydı,
muazzam bir kuş sürüsünün bir bulut kümesi halinde kendisiyle aynı yönde,
kuzeyden güneye doğru göç ettiğini ve kül rengi küçük bir kuşun sürünün en
arkasında kanat çırpmaya çalıştığını görebilirdi. Ama görmedi.
Şehrin
cümle kapısından dünyanın kuzeyini ve güneyini, çöl ile denizi, sahiplenilmek
İle iyeliği birbirinden ayıran bir kapıdan geçer gibi geçerlerken, uyandı
prenses, doğruldu. Perdeleri açtı. Güney ülkesinin başşehri, dünyanın merkezi,
güneşin rengi, tende kızgın kum, gözlerinin önüne serildi. Arabası kıymetli
yükünü ehliyetle taşıyıp da menzile vardığında, son kez durup da kapı, altın
sorguçlu, göz kamaştırıcı mücevherler içinde mağrur ve bir taş kadar sessiz
hizmetkârlar tarafından saygıyla açıldığında, daha evvel görmediği bir toprağın
üzerine, boncuk işlemeli terlik içindeki minicik ayağını bastı. Önce sağ, sonra
sol. O, boncuklu terlik içindeki minicik ayağını yere bastığında. Etraf bu
toprağın alışık olduğundan bambaşka bir ışıkla aydınlandı. Ne günler süren
yolculuk ve onun evvelindeki can evinden vuran yıkım, ne de bir konak yeri
evvel nedimelerin bir gelin hazırlamalığı olarak saçma, gözlerine, yüzüne ve
tenine kondurdukları süsler bu güzelliği örtebilmişti.
O
kadar güzel ki, esmer köle kızlar gibi, savaştan dönen erkeklerini karşılamaya
çıkmış soylu ve güzel kadınlarda uyanası kıskançlık bile yerini derin bir
hayranlığın mutluluğuna bırakıverdi. Çünkü saf güzelliğin kaynağı, ta kendisi.
O kadar güzeldi ki ganimetten çıkmayan tanrıların putu ve ismi mi, yoksa
prenses mi; tanrılardan korkmasalardı, karşılamaya çıkanlar, hangisinin daha
kıymetli olduğunu düşüneceklerdi.
Şimdi
her şey san. Çölün kum sarısı. Taşlar, dağlar, gök sarı. Toprak sapsan. Hanlar,
kervansaraylar, tapmaklar sarıydı. Güneş yanığıydı konakların teni. Saraylar
çölün rengini almıştı. Kuleler bile çöl sarısına boyanmıştı. O kadar çok çöl
geçerek sonunda vardıkları güney ülkesi, o, çölden başka bir şey değildi.
Prenses, ilk kez gördüğü bu ülkeyi, ömrünün sonuna kadar en fazla da sarı
olarak tanıyacağını ilk anda anladı. Bu ülke sarı ama yumuşak bir günbatımı
gibi değil, bir yangından arda kalmış gibi alev alev sarıydı ve her şeyde
sarılıktan kalma bir susuzluk saklıydı.
Her
damlası hesapla kullanılacak kadar pahalı bir şey olmalıydı ki su, onu şehre
dağıtmak için kurulmuş kemerler dışında her şey kuruydu. Toprak, tuğla, mermer,
hava. Ağaçlar bile burada neredeyse susuz büyüyordu. Yüzlerce yıl evvelinden
kalan tabletlerde bile suyun adı yoktu. Yağmur, bu insanların dilinde yaşayan
bir kelime değildi. Öğrenilmiş ve öğretilmişti. Kipi yabancı, mastarı yabancı
bir çekimdi. Bir düştü en fazlası, göreni yoktu, özlemdi. Bu yüzden su ile
tanrı aynı manaya geliyordu ve her ikisi de aynı zamanda kadın anlamını taşıyan
kelime ile birleşiyordu.
Oysa
çöl? Kaç kipte, kaç çekimde, kaç manada, kaç lafızda çoğaldıkça çoğalıyor,
lügatine her gün bir yenisi katılıyordu. Aynalara her an yeni bir çehreyle
düşüyordu çöl. Her hali, her görüntüsü yeni bir kelimeydi.
Ama
bunca susuzluğun ortasında prenses, dairesinin saz perdeli kapısını iki yana
açıp da durur gibi göründüğü halde ağır ağır akan büyük, derin ve mavi ırmakla
gerçek manada karşılaştığı o ilk anda bu ülkenin hayata bir ırmakla tutunduğunu
anladı. Yedi kola ayrılan, yedi kolu da farklı isimlerle bambaşka yönlere akan
ırmak olmasa çöl kılavuzları yönlerini yörelerini şaşırırlardı kuşkusuz. Her
şeydi ırmak. O olmazsa yok olurdu bu ülke, bu şehir. Ama ırmak da iki çölün
ortasındaydı ve ortasından mavi bir ırmak aksa da çöl hâlâ sapsarıydı. Bir
yabancılık yeri göğü kapladı.
Her
şey yabancı prensese. O herkese yabancı. Her birini ancak üç adamın
kucaklayabileceği çapta sekiz yivli, nilüfer başlıklı, palmiye kaideli mermer
sütunlar, renkli sütunların taşıdığı tavanlar, kırk direkli hamamlar.
Dudaklarında tebessümlerle heykeller, duvar kabartmaları, resimler. Tanrılaşmış
krallar, krallaşmış tanrılar. Göğün kara demiri. Pembe taşı yerin. İpek
perdeler, altın ve gümüş kandiller. O vakte kadar varlığı bile hayal edilememiş
hoş kokulu çiçekler. Şu acı kahvenin kokusu. Mizacı da siması da yabancı
hayvanlar. Ve hele yabancı topraklar üzerinde yabancı ağaçlar. Limon ve
portakal bahçeleri, akağaç koruları, sedir ormanları. Ölüler kenti, nehrin batı
yakası, deniz feneri. Gökyüzünü hiç kızıllaştırmadan aniden doğuveren güneş.
Batmayan ay.
Her
şeye yabancı kalan prenses, asıl yabancılığı, mavi gül fidanını dairesinin
önündeki bahçe toprağına daldırıp da hayranlıkla göğe baktığında hissetti. Yere
iyice sarkmış yıldızlarla seyyarelerin gümüş topları, ırmağın üzerindeki kandil
toplarına karışıyordu ama kuzey yıldızı, o demir kazık, o kutup yolcusu yerinde
yoktu. Kuzeyin yıldızı belli ki güneyden görünmüyordu. O zaman prenses hiçbir
şeyin eskisi gibi olamayacağını anladı. Kendisi bu göklerde bütün parlaklığına
rağmen yabancı bir yıldız olarak kalacaktı. Burada her şey, buhur esmerliği,
çöl sarısı, ırmak güneşi. Oysa prenses donuk bir kuzey çiçeği, beyaz bir
güzellikti. Peki nasıl olacak? Bu kuzey çiçeğini bu çöl toprağında ne besleyip
ne okşayacak? Ne ayakta tutacak, hayata bağlayacak, onu ne sağlayacak?
İndirdi
bakışlarını gökten yere prenses. Şu yabancı toprakta ona tanıdık gelen tek
sima, yine de, güneşle perdahlanmış tunç renkli teniyle göz alıcı şu genç
hükümdardı ve omuzlarına dökülen kıvırcık saçları da en az gözleri kadar
karaydı. Prenses, geride bıraktıkları ve kalbinde taşıdıkları yerinde durdukça
ona ne kadar uzak kalacağını hissetti. Lâkin hükümdarın şefkati, nezaketi,
babasının zulmüyle bariz bir tezat içindeydi.
Sanki
babasının oğlu değildi.
Ama
olacak iş değil yine de, babasının oğlu değil miydi?
Çoğu
savaşın barış antlaşması bir evlilik akdinden geçerdi ama hükümdarm, prenseste
daha fazlasını görmesi, yıldızı yıldızına, kalbi kalbine yakın bir yerde dursun
diye yaratılmış olanın gelip de karşısına dikildiğini anlaması için, kuzeyle
güney arasına çekilmiş bir yol boyu yetti. Yolun sonunda, "V"
biçiminde katar tutmuş kuşların ve onların da üzerinden geçen bulutların
gölgeleri altında, seviyorum seni, diye kendi kendisine mırıldandığında, aşkını
ona değilse de kendi kendisine ikrar kıldığında, hoşnut oldu varlığından. Var olan
duyguların hepsini nefsinde tecrübe ettiğini zannederdi, oysa daha evvel böyle
bir şey hissetmemişti, bir inci tanesi kadar duruydu prenses, o kadar sade.
Güney ülkesinde alışıldık olmayan bir esinti değdi yüzüne hükümdarm. Yumuşak.
Hatırlatıcı. Yabancıydı prenses, en fazla da bu yabancı tavırlarla büyülenen
hükümdarın kalbine öyle bir ferahlık indi ki. Şaşırdı. Hayranlık hali. Bu
hayret ve hayranlık haliyle kendisini var oluş nedeniyle karşı karşıya buldu.
Prensesi, doğmakta olan yeni ve muhalif bir güç gibi değil, gücü, bir evvel
mühür hükmüyle alnına kazılmış bir yazgıyı sever gibi sevdi. Saf bilgi. Onun
kalbiydi kendi kalbi. Kalbi olmazsa bu kan bu bedende nasıl dolaşmazdı, havasız
nasıl yaşanmazdı, aynen öyle. Kökleri havada bir ağaç gibi savrulmuştu ömrünce.
Tutunacak bir dal bulmuştu şimdi. Toprakta kök salar gibi prenseste kök saldı.
Fazla vakit geçmesine izin vermedi. Hükümdarların alışıldık evlilik
törenlerinin başlangıcı için emrini verdi.
Buyruk,
hükümdarın iki dudağı arasında ama buyruğun da üstünde irade vardı. Yasemen
çiçekleriyle donatılmış gelin yatağı, zamanlarca boş kaldı. Bir tarafta acıya
kesmiş prensesin ismi diğer tarafta âşık bir erkeğin şefkatte boy veren
yalınlığı. Yalın gerçekliğinin adı bir düğünle adının yanına yazılmış olsa da,
genç hükümdardan, prenses, esirgeyebileceği tek şeyi esirgedi; kendisini.
Hükümdarsa, aşkında o kadar şefkatti ki kazanacağı şeyin karşısında
kaybedeceğini göze alamadı, bu esirgeyişe izin verdi. Başka türlüsü zaten
elinden gelmezdi. Bir ganimet payı olarak karşısına çıkan yazgısını incitmekten
korkarak, dokunmaya kıyarak, onun kalbi gelip de kendi kalbine dokununcaya
kadar beklemeye meyletti.
Lâkin,
hükümdardı, üstelik âşıktı, bekleme süresini boş geçirmek niyetindeyse hiç
değildi. Gönderdi ordularını dört bir yandan, ülkesi yağmalanmış prensesin
gönlünün kapılarını zorlamaya başladı. Sağaltıcı, onandırıcı bir kuşatmaydı bu,
babanın yıktığını oğul onaracaktı. Dokunduğu yerde gül bitiyordu, en
görkemlisinden başladı. Evvelâ, prensesin adını sonsuza değin yaşatması için
pembe-beyaz mermerden bir saray yaptırdı. Aşkla çalıştı mühendisleri, yıllar
sürmesi gereken inşaat sadece aylar aldı. Altın, gümüş, necef, tunç, mermer ve
sedir ağacından yapılmış ve bezenmesi için bile yüzlerce nakkaşın geceli
gündüzlü çalıştığı bu saray, tanrılar şah i d olsundu ki hükümdarın gücünü
değil aşkını göstermek içindi. Prenses başını bile çevirmedi. Prensese
verilebilecek en güzel hediye belki de onun kendi suretiydi. Hükümdar bu kez,
ülkesinin en meşhur yontucusuna bir büst yaptırdı, neredeyse prenses kadar
güzeldi. Prensesin umurunda bile olmadı. Gözleri önünde, keder üstüne keder.
Vermekten geçiyordu kazanmanın yolu. Hükümdar, vermenin daha ışıklı yollarını
denedi. Irmakların yataklarından toplanmış altın rengi kumlan cama dönüştürmede
mahir sanatçıları topladı bir buyruğuyla, bana öyle bir şey yapın ki, dedi,
gelmiş geçmiş camların en lekesizi, en berrak olanı olsun. Onların çoğu taklit
elmas meyveleri, yapay zeberced yapraklarıyla oy alana dururken, içlerinden
biri, günlerce uğraştı camdan bir kuş üfledi. Öyle bir camdan kuş ki eşi emsali
yok. Rüzgâr bir ucundan girip bir ucundan çıktığında bazen neşeli, bazen
hüzünlü bir nağme bırakıyor geriye. Görülmüş işitilmiş şey değil. Prenses dönüp
bakmadı bile. Bakmadığı için de camın en görünmez yerinde, en lekesiz
zannedilen yüzünde ufacık bir üfürüm lekesinin kaldığını fark etmedi. Camdan
güzel elmas var, bir yüzük ısmarladı bu kez hükümdar ülkesinin nadide
mücevherler kesmede nam salmış kuyumcularına, ki elması yekpare, ışık kendi
hacmince çoğalıyor, dünyanın tarihinde hiçbir kadın için böyle bir yüzük
yapılmış değil. Al, dedi, hükümdar, bu sana; prenses bana mısın, demedi.
Yapabilecekleri
azalıyordu hükümdarın ama yılmadı. Bir has bahçe yaptırdı, sanki bir su ve ışık
kenti. Labirent yolları mermer, kat kat çağıldayarak dökülen ve basamakları su
ve ışığa boğan Kavuzları mermer, yapısı kapısı mermer. Duvarları su, tavanı
ışık. Yine olmadı. Bu kez âşık hükümdar, prensesi özleminin saçlarından
yakalamaya çalıştı. Kendisinin bile, bir kez görmüş olmakla unutamadığı kuzey
ışıklarını, denizi, gelip de denizin üzerinde duran o buz mavisi bulutu, karı,
fırtınayı, has bahçeye kondurması, elbet ki mümkün değildi. Ama suyu özlediği
muhakkak olan prenses için has bahçenin ortasına kocaman ve yapay bir göl yaptırabildi.
Görenlerin, deniz hakkında bir fikir sahibi olmaları bile mümkündü bu uçsuz
bucaksız su kütlesi karşısında. Her bir dalının ucuna parılcaklı aynalar
asılmış ağaçlar titreşirken, yetinmedi hükümdar, son bir şey yaptı. Suyun
kıyısına, prensesin o güne değin görmediği zürafalar, zebralar, renkli cennet
kuşları, beyaz kaplanlar ve simsiyah panterleri, masum ceylânlarla bir arada
salıverdi. Bundan daha fazlası da olamazdı ki artık, daha fazlasını
göstersindi. Bu kadarım ben, dedi, bir seher vakti ellerini İki yana açarak,
sana gösterecek daha fazla şeyim yok benim. Ben de her erkek kadarım. Ne bir
eksik ne bir fazla. Ey benim anlamsız yaşamımı aşkıyla onurlandıran güzel
sevgilim, artık esirgeme kendini, sev beni. Daha demedi.
Masum
ceylânlar beyaz kaplanlarla aynı sudan tadınca, simsiyah panterler uyku arası,
sırtlarını kuzuların sırtına dayayınca, artık göz gördü, kulak da işitti. Bir
ürperti sardı tepeden tırnağa prensesin tüm bedenini. Reddetmek mecburiyetinde
olduğu şeyin her defasında bir başka güzelliğini fark etmek çoğaltıyordu
acısını ya, her defasında kendisine daha tanıdık gelen bu yüzü hatırlamamak
giderek daha da zorlaştı. Değil mi ki bu bileklerde atan kan babasının
kanındandı ve onun da alnında kendi babasının kanının lekesi vardı. Ama bu çekik
burun, bu abanoz rengi saçlar, olgun dudaklar, sihirli bakışlar. Sonra bu fidan
gibi beden, benzersiz esmer ten. Sırtında bir dağ, içinde bir deniz taşımaya
alışkındı prenses çoktandır da, tenindeki bu lav, nasıl baş edeceğini bilemedi.
Direnmeye çalıştı. Ey beni aşkının kudretiyle onurlandıran hükümdar sevgilim,
diyemedi.
Demek
istediği, taşıdığıydı. Taşıdığını, kimseler bilmedi, içinde sakladı. Ama
saklamak çok yorucu bir şeydi. Taşımaktan daha ağırdı. İçinde bir his olmakla,
bir hissin içinde olmak birbirine zannedildiği kadar yakın haller değildi.
Kimsenin kimseyi tanımadığı ve bu dünyadan olmayan bir kalabalıkta başını
aniden kaldırmış da ışıklı bir yüzle karşılaşmış gibi. Daha evvel bilinmedik
bir çehrede yegâne tanışını bilmiş de içinden o cümle geçermiş gibi: Sen misin?
Evet benim. Ya sen, sen misin? Evet benim ben, dermiş gibi. Yoruldu prenses,
taşıdı da, daha fazla saklayamadı. Ona, artık gel, dedi. Gecelerden bir
geceydi.
O
gece hükümdar bir oyuncak bebeği kırmak için değil, fethedilmesi gereken bir
ülke toprağını çiğner gibi de değil. Ama yine de kendisine yasaların da
üzerindeki bir yasayla kapanmış kapı açılıp da prensesin odasına girince, evvel
ellerini gördü onun. Beyaz, ince, uzun. Solgun. Bütün ışık sanki koyu lâcivert
giysisinin eteği üzerinde hafifçe kendi haline bırakılmış bu iki elde toplanmış
gibi. Ya da sanki bu iki el içten içe yaydığı ışıkla etrafı aydınlatıyor gibi.
Karanlığın ortasında ışığı emen ve yayan bu iki el bir kadın varlığını bütün
toplarmış gibi.
Kopacağı
aşikâr bir fırtınanın evvelinde, savrulmamak için prensesin ellerine kuvvetle
tutunmak istedi hükümdar. O elin, o bedenin, o dupduru beyazlıktaki tenin, o
lâcivert gözlü kadının güzelliğinin ötesine geçip de, baktığım gördüğünde,
kendisini toprağa sımsıkı bağlayan köklerinden koparıp da ayıracak olanın yine
o gördüğü şey olduğunu bildi. Bir sıkıntıyla sıkılacaktı kalbi. Beni ben yapan,
dediği ve atalardan devraldığı her çivinin yerinden kolaylıkla ve gönüllüce
oynayacağını fark ettiği anda, ömrünün bundan sonrasına da el konduğunu anladı.
Ama kendisini köklerinden koparıp da atacak olan o elin tam da düştüğü yerden
tutacağını sezdi. Gülümsedi. Bir dokunuş, bir kanat esintisi kalbinin tam ucuna
dokundu. Yaşanacak nesi varsa derinine düştüğü şu kuyuda duruyordu. Prensesin rüyalarında
böyle savruldu. Bitti zannettiğinde henüz başlamadığına bile dair ince bir
sezgiyle, bundan sonra olacakları bekledi. Öyle emniyette hissetti ki
kendisini.
Prenses
ise şu kadar yakınında duran korun aksız delikanlı heybetinin arkasında acı
çeken, geçmişine güvenmediği gibi geleceğinden de emin olmayan bir insan gördü.
Sade ve süssüz. Güçlü ve gururlu görünüyor olsa da, hükümdar sıfatı onları
birbirine yaklaştırsa da bu genç adam babasının oğlu değildi.
Eli
kolu birbirine dolanıyordu. Bir kadeh nar şerbeti akıp gidiyordu parmaklarının
arasından. Ülkenin en mahir camcısına ısmarlanmış kıymetli sırçalar kırılıp
dökülüyordu bakışları onlara dokundukça. Üstelik gözleri buğulanıyor, omuzları
çöküveriyordu yüzü alev aldıkça. Kendisine dünyanın en berrak ve serin
güzelliğine bakar gibi bakan, bu kendi heybetinde masum kalmış adamın yüzünde,
esenliğin ta kendisinden doğru esen rüzgârı gördü prenses. Orada öylesine
atılmış, dağınık duran ipek örtüsüne bir kaside söyleyip de prensesin sol
omuzunu öptüğünde hükümdar, ilk kez gülümseyen prenses, bir çocuk gördü, bir
olgun erkek gördü bu can evinin içinde. Kimseye açılmamış güzellikler gördü.
Gizli adın benim aşikâr adımın içerisinde. Göz görünce gönül sevdi.
Hükümdarın
gücünü sevdi. Bu gücün, karşısında, tel tel çözülüşünü, sonra bu gücün
karşısında kendisinin tel olup çözülüşünü, toz olup dağılışını sevdi. Bir kadın
ve bir erkek arasında, biteviye yer değiştiren bu gücü ve güçsüzlüğü. Bu
sevgililiği sevdi. Alnındaki hükümdarlık bandım ve sırtındaki tören giysisini
çıkardığında, nihayetti bitişli bu bedeni ve onun içinde saklı canı sevdi.
Hükümdar
geldi, prensesin önünde durdu. İki yıldız m birbirine yaklaşabileceğinden çok
daha yakınında durdu. Hiçbir savaşa benzemeyen bir savaşın sonunda, hükmetmek
için değil hükmedilmek için hasmının ülkesinin önünde diz çöktüğünde ve hasmını
da önünde diz çöktürdüğünde, prensesin de dizlerindeki derman kesildi.
Bırak
kalbini, dedi hükümdar, ne olur daha fazla direnme. Görmüyor musun? Kalbini
saklasa bile prenses, gözlerindeki ışıltıyı saklamasının imkânı yok. Aşkın tek
lisanı, yaşanmak. Bıraktı kendini. Kuru toprağın üzerinde cennet atlarının nal
sesleri. Yeleleri rüzgârlarda savruldu. Kalp kalbe, diz dize, nefes nefese
geldi dayandı. İki nefes. İki kıyamet. Kelimesi yok. Cümlesi yok. Harfi yok.
Hecesi yok. Hali var kelâmı yok. Ortada gizli saklı kalmadı. Açıldı bütün
örtüler. İkilik aradan kalktı. Hiçbir şeye benzemiyordu bu teklik, bambaşkaydı.
Adıyla adı yan yana zaten yazılı duranın, kendisi ona, o kendisine ait olacak
olanın, açtı kapılarını prenses, kervanlarını saldı. Nesi varsa gönderdi, nesi
yoksa gelsindı.
Kuzeyli
prensesti, güneyli kraliçe oldu. Bir saltanatın varisiydi orada, burada ortağı
oldu. Hükmedilmiş gibi duruyordu ilk bakışta ya, gecenin nilüfer kokulu
karanlığında, aslen hükümran oldu.
Suya
bir kez kanmış olmak, bir dahi susamamak anlamına gelmediğinden değil. Suyu
tanıyan pınarı merak etmeyi aklettiğinden ve ten, cana tek başına
yetmediğinden;
hükümdarın
kalbinde bambaşka kıyametler, alâmetler. Arkadan gelen gecelerden birinin
sabaha daha çok var vaktinde, defne, sandal ve mersinler tatlı kokularını,
geniş yapraklı ağaçlar gölgelerini salmamışken daha, kraliçesini elinden tuttu
büyük tapınağın eşiğinden içeri geçirdi. Eğer tanrılara olan inancını
rahiplerin önünde açıkça ikrar etmemiş birisinin kraliçe bile olsa, seher
vaktinde, o kutlu eşiği aşarak büyük tapmağa girdiğini rahiplerden bir gören
olsaydı, hükümdarın başı epeyce ağınrdı. Ama görkemli tapınağın dört bir
yanında, tütsüleri taze tutan ve meşaleleri kollayan kutsanmış kölelerden başka
kimse yoktu. Rahiplerin kasvetli ve karanlık İlâhileri henüz duyulmuyordu.
Kraliçesini
tanrılarının önünden bir bir geçirerek görülmesi gerekeni ona göstermek değil,
kendi tanrılarına bir kez de onunla birlikte bakmak istemişti hükümdar, bu
gözle görülür kalabalığa. Kraliçesinin yanı başında, onun uzaktan bakışıyla
gözlerini açtığında, bakışı keskinleşti, görüşü netleşti. Bilgisi ilerledi.
Kalbinde bir yerin açık bırakıldığını fark etti. Hayret bile etmedi. Hep öyle
değil miydi?
Oysa
sedir ağacıyla kokulandırılmış şu tapınağın merdivenlerine sermişti kaç kez hor
ve hakir gövdesini koca hükümdar. Takdimeler sunmuştu altın tabaklar ve gümüş
tepsiler içinde, incir, hurma, nar ve elma ağaçlarının gölgesinde kendi içine
bakmıştı defalarca. Silip süpürmüştü tapınakların eşiklerini, kapılarını, bir
köle gibi. Birinde işini bitirince içe açılıp dışa kapanan dehlizlerin,
karanlık odaların, kapışma kilit vurup diğerine geçmişti. Başı dönmüştü
mukaddes ocaklarda yakılan esri ti ci otların kokusundan. Sunaklarda kurbanlar
kesmişti, kanlarının sıcağı içine değsin diye. Bıraksalar kendi kanını
dökecekti. Ama bir kez olsun görememişti, olmamıştı. Kalbine tecelli İnmemişti.
Yoktu, demeye dili varmıyordu ama işte yoktu, yoktu. Onlar, yani şu saçları
kazılı, yüzleri hiç gülmeyen imtiyazlı rahipler, gördüklerini söylemişlerse de,
ne düşünde ne de uyanıklığında hiçbir şey hükümdara görünmüyordu. Karanlığı
görmüştü sadece. Rahiplerin tecelli bulduğu en içteki oda, oraya ise hükümdar
bile olsa kimse giremiyordu. Her şey gizli kapaklı kapıların arkasında olup
bitiyordu.
Sadece
ayrıcalıklı olanların girebileceği bu iç odalar ışıktan karanlığa, aşikârdan
esrara açılan kapılarıyla dururdu ayakta. Her kapı, rahipler tarafından anında
özenle kapatılırdı ki erki elinden tutandan gayrisi onun tokmağına el
uzatmasın, önünde durulmasına izin verilenden ötesini zorlamasın. Tapınağın ve
onun tanrılarının sırrı, hiçbir zaman halka ait değildi. Ancak rahiplerin
muammalı diliyle ani atılabilirdi kulluğun sebebi, mahiyeti. Tanrılarla onların
kullan arasındaki yolun rehberleriydi rahipler. Çünkü bu yolun aşılması için
öngörülen törenler ve kurallar o kadar çetrefilliydi ki, bu yol üzerinde kul
kısmının, hükümdar bile olsa, rahiplerden biri olmaksızın adım atmasının imkânı
yoktu. Eh, rahiplerin istediği de zaten buydu.
Her
şey esrar. Ama işte şimdi karanlığın adı aşikâr. Büyülü duman, hoş kokulu yağ
kandilleri, şifalı sular ve tanrıların vaadleri. Yanında sessizce bekleyeduran
kraliçenin varlığında bile hiçbirisi alıp götüremedi hükümdarın karanlığının
içini. Bir türlü aydınlanamadı. Üzerine incelikli ve ürpertil! bir ay doğmadı.
Gölgesi vardı dahası, dili bir türlü çözülmüyordu. Tapınakları, sonsuz gibi
görünen boşluklarda yıldızlara doğru baş kaldırsa da adamakıllı boşluklardaydı
hükümdar. Karanlığın adı bir kez daha aşikâr.
Tapınağın
soğuk dehlizlerinden gelin yatağının sıcaklığına döndükleri aynı gecede, sol
eliyle peçesini kaldırdı kraliçe ve hükümdara gümüşi bir bileklikle ve kara bir
kına iziyle bezenmiş ama teni hâlâ kar beyazı sağ elinden bir tas su sundu,
inandırmak da, aşk kapılan açtıktan sonra. Ve kraliçenin şimdi açacağı kapı ne
kuzeyin yıkılmış kapılarına ne de güneyin görkemli taç kapılarına benziyor.
Suyun tadında, berraklığında ve kıvamında bir şeydi vaad ettiği. Hakikate
varmak için aşktan başka yol mu var? Hükümdar bildiğinin kalbine girdi kraliçe.
Bir egemenlikle iki parmağı, iki bakışı, iki sevdası arasında evirip çevirdi bu
kalbi, bu kaderi. Hükümdar, hakikati bir kadının aşkında fark edecek ve bu bakışla
yaşamı yeni baştan yorumlayacak erkeklerin ne ilki ne de sonuncu suydu.
Kraliçeyse ona boynundaki damar kadar yakındı. Bu kalp kraliçenin o kadar kendi
kalbiydi ki. Kendi kalbindeki inancı bir tohum gibi o kalbe ekiverdi. Dedi,
bırak kendini, ne olur daha fazla direnme, görmüyor musun? O’nun dediği olur,
öyle olsun.
Oldu.
Birdenbire
olmadı. Ama birdenbire de olabilirdi. Çünkü hükümdarm fark ettiği öyle
keskindi. Alıştıra alıştıra değil birdenbire gelen gerçekler gibi. Üstelemedi
yine de. Kendisi gelsindi. Bir aşk duası döküldü sadece dudaklarından: Her şey
sen nasıl istersen öyle olsun. O'nun dediği olur, diyorsun, öyle olsun. Senin
Tanrı'nın istediği gibi oluyorsa her şey, O'nun istediği olsun. Yeter ki al şu
kalbimi, bana ağır geliyor, senin olsun. Ve ey canım, canına, "benim"
anlamına gelen bir kelimeyle isim verdi ki, senin ismin bundan sonra
"benim" olsun.
Bir
kez hissedilince, hakikatin haberi var. Hükümdar, kraliçesinin hem ismine hem
cismine sahip, varlığına yakın manasına aşina, tapmaktan dönüp de uykuya
daldığı gecenin, sabahlar rüyalara yakın durduğu zamanında, kalktı saltanat
yatağından. Pencereden dışarı baktı. Kum tepelerinin üzerinde bütün bir var
oluşu mavi ışığa boğan, yıkayan, kocaman
•
• •
dolunayı
gördü, içi kamaştı. Ürpertiyle ve mutlulukla doldu varlığı. Yatağına döndü bu
sarhoşlukla. Mavi ışığın içinde yüzer gibi, uykuya daldı.
Öyle
güzeldi ki gördüğü şey, dünyanın yorgunluk haliyle ve aşkın her haliyle dolu
ertesi günün ardından, gecenin aynı sabaha karşısında uyandı, aynı şeyi görmek
için aynı pencereden aynı kum tepelerinin üzerine baktı. Ama dolunayla değil,
ufukta asılı kalmış incecik bir hilâlle karşılaştı.
Hayret,
ay, bugünlerde, dolun değil, batan hilâl devrindeydı.
O
zaman ancak anladı bir gece evvel gördüğünün düş olduğunu.
Dolunayın
rüyası hakikatinden makbul, büyük bir katta yeri olduğunu.
Öyle
ferahladı kalbi, öyle genişledi ki içi, sanki içine sığmadı. Kendisine ne
olduğunu sırtından geçip kalbine dolan ürpertiyle anladı. Görmek eylemiyle
yazılıyordu bu cümle. Görüşündeki zaaf, görmesindeki kusur, tül tül, perde
perde, kat kat açıldı. Buhar oldu havaya karıştı, duman oldu dağıldı.
Gerisi
kendiliğinden geldi.
Dolunayın
hilâle karşı rüya durduğu gecenin sabaha karşısında, her an oluş halinde olan
hayata iki şey birlikte tutundu. Omuzlarında erguvan renkli şal, kraliçe,
yüzünde doğan güneşin tanıklığı, yatağına dönerken, bedeninde yepyeni bir
hayatın tohumunun atıldığını bilmiyordu. Ama her şeyin olup da bittiği o
vakitte hükümdar, yabancı toprakların prensesinin, kalbinde, yeni bir hayata
dolduğunu ve yepyeni bir hayat doğurduğunu biliyordu.
Bir
tek mavi gül dalı, o, daldırıldığı yabancı toprağa ölümle kalım arasında bir
bağla bağlanmıştı ama bir türlü hayata tutunamamıştı.
Prenses,
güneyin taht kentine ayak bastığı gün, çeyiz sandığından çıkarıp da toprağa
daldırdığında, yorgundu, hırpalanmıştı mavi gül fidanı. Ama üzerindeki birkaç
mavi goncada hâlâ aslından haber vardı. Bu garip fidan, teni tenlerine,
gözlerinin rengi gözlerine, dili dillerine benzemeyen prenses tarafından toprağa
daldırıldığında hayretle bakakalmıştı sarayın yıllar yılı toprakla uğraşmaya
alışkın bahçıvanları. Yaprağı yabancı, kokusu yabancı, çiçeği meyvesi yabancı
ağaçlarla tanışıklıkları pek az değildi ama bu mavi renkli ve yorgun güllere,
goncalara bir ad koyamamışlardı. Bahçıvanlar bir yana, zamanın her türlü
bilgisine sahiplikleriyle ve çok bildikleriyle övünmeyi seven saray âlimleri de
ellerindeki ağaçlar kitabını ne kadar karıştırıp, yazmaktan yorgun parmaklarını
satırların üzerinde ne kadar gezdirmişlerse de, bu fidana ya da onun bir
A
benzerine
rastlayanlamışlardı. Alimler de bahçıvanlar da, ömürlerinin, ele güne, en fazla
da kendilerine karşı bilmezlik utancıyla dolu böyle bir gecesinde yumuşak
döşeklerine uzandıklarında uykuya hiç de öyle kolay varamamışlardı. Üstelik bu
garip fidanı görmeye koşanlar da güzel prensesi karşılamaya çıkanlar kadar
çoktu, ama cevap vermesi gerekenlerin verecek cevapları olmuyordu.
Mavi
gül fidanına gelince. Onunki içler acısı bir yabancılık hikâyesi. Başkaydı,
farklıydı. Pembe, beyaz, kayısı, mor, hatta siyah, alımlı güllere nazaran rengi
hiç alışılmadıktı. Gövdesinin yanından geçenler hayranlık duyuyordu bu yüzden
ama aynı nedenle küçümseniyordu yine de. Oysa kar dalları, sis bulutlan, buz
ağaçları, kuzey ışıkları onun eviydi.
Rengini
içmişti hepsinin, hepsinin de rengi maviydi. Bir tipiden geriye kalan buzdan
gül, maviden başka ne renk olabilirdi? Orada yıldızlar konardı üzerine
hepsinden korunaklı. Ama işte burada yabancıydı.
Bu
gönül alıcı bahçeyi uyumla dolduran ağaçlara bakmıştı günlerce mavi gül fidanı.
Böylesi bir sıcakta ve susuzlukta yaşayabilmek İçin en uygun şekli alışlarına.
Dayanıklılıklarına. Zor günleri atlatmak için zorluğu hissetmeyi reddederek
neredeyse ölümle eş bir uykuya dalışlarına. Çöl sıcağında en çok ihtiyaç
duydukları şeyi, suyu, maharetle saklayışlarına, yoksa da ondan mahrum yaşamaya
alışık oluşlarına. Sahip olunanı daha az kaybetmek için yaprak sayılarını
azaltımşlıklarına. Çok bunaldıklarında yapraklarından en güçsüz ve yaşlı
olanları gözden çıkarışlarına. Sonra kendilerini güneşe, çöl sıcağına bir
şemsiye gibi açışlarına, muhabbetle kavruluşlarına.
Oysa.
Çöl rüzgârı. Kum fırtınası. Irmak ayazı. Bu sarı toprak. Bu yabancı koku. Bu
yabancı su. Bu yabancı toprağın üzerinde, yabancı göğün, yabancı yıldızların
altında. Bu yakıcı ışık altında. Mavi gül fidanı, imkânı yoktu.
Günler
geldi, suyun dallara yapraklara yürüme zamanı geçti. Mavi gül fidanında sadece
cılız bir yaşam mücadelesi. Bıraksa kendisini ölüp gidecek, bırakmıyor. Ama
ölümle dirim arasında verdiği savaşta kök salamıyor, bir sürgün, bir filiz
veremiyor. Kıyısında asılı kaldığı ölümden yaşama bir türlü geçemiyor. Çünkü
kalbinin içindeki isteksizliği aşamıyor. Geriye kalan, ne ölüm ne dirim. Soğuğa
dayanmıştı da sıcağa dayanamadı. Kar tanelerinin altında dik tutabilmişti
dallarım yapraklarını da, bu güneşin altında başını bile kaldıramadı. Kurumaya
yüz tutmuş köklerinin incecik tellerini toprağın özsuyuna uzatamadı. Kökünden
yaprağına, toprağından dalma, içi hayatla doluvermedi. Kuruyup gitti.
Kendisinden
geriye bir isim kaldı, ismi de kraliçe gibi yabancıydı. Ama âşık hükümdar, o
günden sonra, buyurdu nakkaşlarına, kendisini kraliçesi ile bir arada gösteren
şenlikli ve iyilikli resimlerin bir köşesinde mavi bir gül fidanı daima yer
aldı. Yerine göre ya bir goncaydı ya da olgunluğunun en güzel çağındaydı.
Zaman,
zaman içinde evrilip devrilip de geçedururken, hükümdarın, içinde taşıdığı,
taşınamayacak kadar ağır, gizlenemeyecek kadar büyük olunca, artık eylemsiz
olmayınca, vakti saati geldi Yarın rahiplerini toplayacak ve tartışması yok bir
lisanla anlatacaktı. Hayatının en zor gününün en güzel günü olacağım düşünürken
daldı uykuya. Bir tarafı uyanık kaldı.
Ertesi
gün devletin erkânı alışıldık olmayan bir vakitte, yani vakitsiz tikte,
hükümdarın çağrısı üzerine taht odasında toplandığında bir burgu gibi merak
bütün kalplerin üzerine çökmüştü bile. Savaş zamanı değildi, mııtad toplantının
vaktine iki gün vardı daha. Ve her şey her zamankinden bile daha yolunda akıp
gidiyorken, neden? Ama merakın asıl nedeni, bu toplan tının, vakitsizlikte
yapılacak olması değildi. Şu ki, ilk defa hükümdar tahtının yanma bir başrahip
tahtı koyulmuş değildi.
Aslında
ikinci bir taht vardı hükümdar tahtının yanında. Ama bu, hükümdarın, rahipler
sınıfının kendi saltanatını sınırlayışım simgesel de olsa onaylayışı anlamına
gelen, başrahibin ağır kokulu huş ağacından oyulmuş gösterişli tahtı değildi.
Akasya ağacından arkalığına bir nilüfer çiçeğinin resmedildiği bu taht
kraliçeye aitti. Üstelik başrahibin tahtı her zamanki yerinden çok daha uzağa
kurulduğu halde bu iki taht baş başaydı, başa baştı. Hükümdarın gücüne ortak,
ona eşdeğerde bir kraliçe tahtı. Başrahip salona girip de saygılı
hizmetkârların kendisine, nezaketten çok korkuyla gösterdikleri yere
oturduğunda, anında anladı yerinin bundan sonra hükümdarın ancak ayak ucu
olacağını. Derin bir nefes aldı. Altın düğmelerle ağırlaşmış yakalığı boğazım
hiç bu kadar sıkmamıştı.
Biraz
sonra hükümdar yanında kraliçesiyle geldi.
Size,
dedi, söyleyeceklerim var benim, buyruklarım var. Sesindeki kararlılık gözden
kaçmadı. Sanki babası geri gelmişti. Zorlanmadı, sıkılmadı. Sözü fazla
uzatmadı. Döndü hükümdarlık yazıcısına, yaz, dedi, sözünü tarih etti. Bundan
böyle benim ülkemde, benim ülkemde demekse yerin yüzünde, yalan yok, riya yok,
nankörlük yok, verilen sözden dönmek, ahde vefasızlık yok. Kul hakkı, can alma,
çalma, ait olmayan yatağa uzanma yok. Terazinin taşlarıyla, sütün kıvamıyla
oynamak, ekmeği, yemişi ve eti yanlış tartmak, akması gereken suyu tutup,
yanması gereken ateşi söndürmek, hele yalancı tanıklıkta bulunmak yok. Kehanet
yok, büyü yok, fal yok. Gelecek hakkında hüküm vermek, kul ile onun tanrısı
arasına girmek, gizliden haber vermek yok.
Hükümdar,
emirlerini yazdırırken son cümleye gelince, önce eli, sonra nutku tutuldu
yumuşacık zemin üzerine eğilmiş bekleyen, tığ kalemli yazıcının. Yazılacakları,
yanlış çıkması her zaman için muhtemel bir tahminle değilse de çok kuvvetli bir
sezgiyle önceden bilmek gibi bir ayrıcalığı vardı gerçi hükümdar yazıcılarının.
Ama bu kez olacağı gördü de yazıcı, sonucunu kestiremedi. Fetihle dönen her
hükümdarın yeni bir tapmak yaptırarak şükranını bildirmesi âdettendi. Oysa bu
hükümdar yeni bir tapmak yaptırmadığı gibi eskilerini de yıkıyordu.
Tehlikeliydi yaptığı. Bulutlar ağır ağır süzülürken ufkun üzerinden, kurban
taşında duran kendi başıydı ve başının tam üzerinde ucu keskin bir satır
asılıydı. Hükümdar, yazıcının neler sezdiğini fark etmedi. Etse de bir şey
değişmezdi. Sesi düşmedi, titremedi. Bir çırpıda söyleyiverdi: Bundan sonra mabet
var mabutlar yok.
Sessizlik
öyle bir çöktü ki taht salonuna. Neden sonra, boynundaki yakalığı çekiştirdi,
mabetlerimiz ilâhsız mı kalsın, diye haykırdı başrahip. Hükümdar emreder, halk
ise ona itaat eder, diye cevapladı hükümdar. Ben rahibim, diyecek oldu
başrahip. Bugünden sonra rahip yok rahibe yok, hele başrahip hiç yok, diye
cevap verdi hükümdar. Yazıyı yazan el, benim emrime tabi. Çizdim üzerini bütün
çokluk eklerinin, sildim elimin tersiyle hepsini, Tanrı var, tanrılar yok. Ey
biricik Tanrı, senden başkası yok.
Diyordu
ki hükümdar; bundan böyle gücü sonsuz, kutlu varlığı, kulu ile arasına kimseyi
almayacak denli ortada, tek bir Tanrı'ya tapılacaktı. Rahipler bu tek Tanrı'ya
hizmet edecek, onu anlayacak, onu anlatacaktı.
Siz
hükümdar, dedi başrahip. Bu yabancı kraliçenin, memleketi olan kuzeyden neler
getirdiğini ve babanızın evi, hükümdarın ülkesini dağıttığını ve azalttığını
görmüyor musunuz, diye soruverdi. Sesinde, sorusunda açık olan manadan daha
fazlası gizliydi. Aslolan ülkeydi, her yol ancak ülke ve devlete çıktığı
nisbette muteberdi, hükümdar ve onun kraliçesi ise yoldan çoktan çıkmışlardı.
Saatlerce sürdü rahiplerin saklı öfkesi, ölçülü bir kararlılıkla verdikleri
gözdağı denemesi. Başrahibin ağzından sözcük değil zehir dökülüyordu. Hükümdarınsa
sözü açık ve netti. Hiçbir şey değişmedi.
Bu
ne demekti?
Bunun
bir devrin sonu, yepyeni bir devrin başlangıcı anlamına geldiğini herkes hayret
ve korkuyla anladı. Hükümdar, rahiplerine isyan etmişti.
Rahiplerse,
adaleti en evvel kendi nüfuzlarını halkla bir yani ki yerle bir eden bu
Tanrı'yı kabule asla yanaşmadılar. Bu yüzden eksik kaldı onu tanımaları,
anlamaları. Ama hiçbirisinin öfkesi, başrahibin bastırmayı zor da olsa
başardığı öfke kadar büyük değildi. Bastırılması gerek, çünkü o kral, bu başrahip.
Öfke büyük, çünkü tanrıların desteği olmasa, destek verecek tanrılar olduğuna
kimse inanmazsa, başrahip hükümdarı nasıl idare edebilirdi? Onun üzerindeki
gücünü nasıl gösterebilirdi?
Hükümdar,
evvel emirde büyük tapınağın, duvarları baştan sona tanrı isimleriyle dolu
avlusuna çıktı. Önce isimler yok edilmeliydi. Ne yapacağı anlaşıldığında hiçbir
keskici onun eli olmaya gönül gösteremedi. Zaten o da keskinlerin gönlünün
olmasını beklemedi. Taşın içinde saklı onca tanrı heykelini oradan defalarca
bulup çıkarmış, sonra kendi elinden çıkma heykellerin karşısında secdeye varmış
hükümdar, yontucusunun titreyen elinden, keskiyi, kendi eline aldı. Tanrılar
yontucuyu bir kez yarattıysa o, tanrıları yüzlerce kez yaratmıştı. Hükümdarınsa
ellerinde, tanrılar adına akıtılmış onca kanın babasından miras kalan lekesi.
Keskiyi, tanrı adlarıyla bezenmiş duvar kitabelerinden en önemlisinin hizasına
getirdi. Bileğinin olanca gücü ve kalbinin bilgisiyle adı en büyük yazılmış, en
derin kazılmış olanının üzerine nişan aldı ve çekici öyle bir kuvvetle indirdi
ki. Minicik bir taş parçası fırladı yerinden. Hükümdarın alnını yardı, yıkadı.
Irmağın
kızgın güneşi serin akşama doğru inerken hükümdar, temizlenmiş ve parlatılmış
boş duvara gönül huzuruyla baktı. Duvarın ortasına; harflerin güzelliğinden ve
büyüklüğünden başka hiçbir bezemeye ihtiyaç duymayan sadeliği ile, her yerde ve
her şeyde tanınmak isteyen tek ve biricik Tanrının adını kazdı. Sonra onun bir
adını daha kazdı.
Sonra
bir daha, bir daha. Tanrı birdi ama isimleri çoktu. Aşkın, ölümün, doğumun,
haşatın, bereketin, hastalığın ve sağlığın, bu dünyanın ve öbür dünyanın, yerin
ve göklerin, uçan kuşların ve kalbi gizlice ağlayanların, adaletin, gücün,
güzelliğin, öfkenin ve daha fazlasının, hepsi bir" di.
Pek
çok tanrının isimleriyle kirlenmiş olan duvar tek ve biricik Tanrı'nın çok
güzel adlarıyla doldu. Sonra hükümdar duvarın en altına, bu manzumenin son
satırına, tam da ayak izi hizasına, kendi adını küçük ve ince bir yazıyla
yazdı: "Tek ve biricik Tanrı'nın sadık hizmetçisi", "Senin adın
bir kalpten yol bulup bu hükümdarın kalbine aktı". En son da mühürünü
değiştirdi, bütün hükümdar isimlerinin başında sıralıduran ve onları da tanrı
kılan ayrıcalık isimlerini ve gereksiz bütün sıfatları kendi isminin başından
sildi attı. İsminden ibaret kaldı. Sıfatıysa sadece hükümdardı.
Günler
su gibi gelip su gibi geçerken tapmaklara varan bütün yolları da, tapınakların
insanı ürküten ve ezen duvarları gibi yıktı, yerle bir etti hükümdar. Hele
dehlizlerin derinliğinde, başrahip ve onun tilmizlerinden başka hiç kimsenin
giremediği iç tapmaklara varan yolları, yerle bir etmekten de beter etti. İçten
başladı, dışı sonraya dolu avlusuna çıktı. Önce isimler yok edilmeliydi. Ne
yapacağı anlaşıldığında hiçbir keskici onun eli olmaya gönül gösteremedi. Zaten
o da keskinlerin gönlünün olmasını beklemedi. Taşın içinde saklı onca tanrı
heykelini oradan defalarca bulup çıkarmış, sonra kendi elinden çıkma
heykellerin karşısında secdeye varmış hükümdar, yontucusunun titreyen elinden,
keskiyi, kendi eline aldı. Tanrılar yontucuyu bir kez yarattıysa o, tanrıları
yüzlerce kez yaratmıştı. Hükümdarınsa ellerinde, tanrılar adına akıtılmış onca
kanın babasından miras kalan lekesi. Keskiyi, tanrı adlarıyla bezenmiş duvar
kitabelerinden en önemlisinin hizasına getirdi. Bileğinin olanca gücü ve
kalbinin bilgisiyle adı en büyük yazılmış, en derin kazılmış olanının üzerine
nişan aldı ve çekici öyle bir kuvvetle indirdi ki. Minicik bir taş parçası
fırladı yerinden. Hükümdarm alnını yardı, yıkadı.
Irmağın
kızgın güneşi serin akşama doğru inerken hükümdar, temizlenmiş ve parlatılmış
boş duvara gönül huzuruyla baktı. Duvarın ortasına; harflerin güzelliğinden ve
büyüklüğünden başka hiçbir bezemeye ihtiyaç duymayan sadeliği ile, her yerde ve
her şeyde tanınmak isteyen tek ve biricik Tanrının adını kazdı. Sonra onun bir
adını daha kazdı. Sonra bir daha, bir daha. Tanrı birdi ama isimleri çoktu.
Aşkın, ölümün, doğumun, haşatın, bereketin, hastalığın ve sağlığın, bu dünyanın
ve öbür dünyanın, yerin ve göklerin, uçan kuşların ve kalbi gizlice
ağlayanların, adaletin, gücün, güzelliğin, öfkenin ve daha fazlasının, hepsi
bir" di.
Pek
çok tanrının isimleriyle kirlenmiş olan duvar tek ve biricik Tanrı'nın çok
güzel adlarıyla doldu. Sonra hükümdar duvarın en altına, bu manzumenin son satırına,
tam da ayak izi hizasına, kendi adını küçük ve ince bir yazıyla yazdı:
"Tek ve biricik Tanrı'nın sadık hizmetçisi", "Senin adın bir
kalpten yol bulup bu hükümdarm kalbine aktı". En son da mühürünü
değiştirdi, bütün hükümdar isimlerinin başında sıralıduran ve onları da tanrı
kılan ayrıcalık isimlerini ve gereksiz bütün sıfatları kendi isminin başından
sildi attı. İsminden ibaret kaldı. Sıfatıysa sadece hükümdardı.
Günler
su gibi gelip su gibi geçerken tapmaklara varan bütün yolları da, tapınakların insanı
ürküten ve ezen duvarları gibi yıktı, yerle bir etti hükümdar. Hele dehlizlerin
derinliğinde, başrahip ve onun tilmizlerinden başka hiç kimsenin giremediği iç
tapmaklara varan yolları, yerle bir etmekten de beter etti. İçten başladı, dışı
sonraya bıraktı, ilk darbeyi kalbe indirdi, kalbin karanlığım yok etti.
Hükümdar bu büyük gücü yok etti. Kolay değildi yaptığı ama yaptı. Dehlizlerin
karanlığında gün ışığı gibi halktan da saklanan bu iç tapınakların yerine
kapıları her saat ardına kadar açık, pembe ateş gülleriyle donatılmış
tapınaklar yaptırdı, alınlıklarına da birer mavi gül dah nakşettirdi ki Tanrı
her an her yerdedir.
Bundan
sonra hükümdar hiç sapmaksızın, muhayyel bir çizginin üzerinden geçer gibi
sağlam basışıyla yol alırken, babasından kalan her şeyi yenisiyle değiştirdi.
Resimleri sildi. Putları kırdı, heykelleri devirdi. Birlikte geçirdiler
ellerini yok edilecek her şeyin üzerinden hükümdar ve kraliçesi. Mukavemet eden
rahiplerle uğraşmak çok zor olmadı. Çünkü tanrıları adına kalkan bu başların
arkasında duran tanrılar yok olunca rahipler de bir hiç oluyordu. Hükümdar
uzgörü sahibiydi, başkentinin yerini de değiştirdi. Eski tanrılar tarafından
kirletilmemiş, geçmişe bulaşmamış, el değmemiş bir toprağı yeni başkenti olarak
işaret etti.
Apaçık
bir ihtilâldi bu. İhtilâl, din ve onun ayrılmaz parçası olan yönetim gibi
sanatı da ele geçirdi. Sanattaki değişim en fazla da duvar resimlerinin,
kabartmaların ve heykellerin çehresinde belirdi. Tapmaklar gibi sarayının
duvarlarını da hükümdar, savaş arabaları, mızraklar, yakıcı ve yok edici
silâhlar, dağlanan ve kapanmayan kanlı yaralarla değil; ırmağın kuşlarıyla,
meyve ve çiçek sepetleriyle dolu iyilikli ve şenlikli resimlerle bezetti. Mezar
odalarını bile halkla samimiyet içindeki hükümdarın resimleri süsledi. Her
resmin can alıcı yerinde, mavi gül dalının yanında, kraliçe vardı ve
alışıldığın zıddına kraliçenin sureti hükümdarınkiyle aynı boydaydı.
Bütün
bunların gerçekleşmesi için beş yıl yetti. Kalbi uyanık olanlar bu değişimin
zaten temel taşlarıydılar. Kalbi uyanık olmayanlar ise ilk fırsatta harekete
geçmek üzere dehşet rüyaları görecekleri bir uykunun karanlığında pusuya
yattılar. Her şey uyuyup da o uyumayan hicran hastası gibi değil, bir düşman
gibi, gerçek yüzlerini gecenin karanlığına sakladılar. Günü saati gelinceye
kadar sabretmeyi bilecek denli siyasetin inceliklerine vakıftılar.
Günü
saati? Şenlikli ve iyilikli şu duvar resimlerinin üzerinde hükümdarla
kraliçesinin tam ortasına, mavi gül dalının yanma minicik bir prensin gölgesi
düşmüştü ya. Günü saati, mermer basamakların üzerinde neşeyle boy verip
saçılan, bıraktı, ilk darbeyi kalbe indirdi, kalbin karanlığım yok etti.
Hükümdar bu büyük gücü yok etti. Kolay değildi yaptığı ama yaptı. Dehlizlerin
karanlığında gün ışığı gibi halktan da saklanan bu iç tapınakların yerine
kapıları her saat ardına kadar açık, pembe ateş gülleriyle donatılmış
tapınaklar yaptırdı, alınlıklarına da birer mavi gül dah nakşettirdi ki Tanrı
her an her yerdedir.
Bundan
sonra hükümdar hiç sapmaksızın, muhayyel bir çizginin üzerinden geçer gibi
sağlam basışıyla yol alırken, babasından kalan her şeyi yenisiyle değiştirdi.
Resimleri sildi. Putları kırdı, heykelleri devirdi. Birlikte geçirdiler
ellerini yok edilecek her şeyin üzerinden hükümdar ve kraliçesi. Mukavemet eden
rahiplerle uğraşmak çok zor olmadı. Çünkü tanrıları adına kalkan bu başların
arkasında duran tanrılar yok olunca rahipler de bir hiç oluyordu. Hükümdar
uzgörü sahibiydi, başkentinin yerini de değiştirdi. Eski tanrılar tarafından
kirletilmemiş, geçmişe bulaşmamış, el değmemiş bir toprağı yeni başkenti olarak
işaret etti.
Apaçık
bir ihtilâldi bu. İhtilâl, din ve onun ayrılmaz parçası olan yönetim gibi
sanatı da ele geçirdi. Sanattaki değişim en fazla da duvar resimlerinin,
kabartmaların ve heykellerin çehresinde belirdi. Tapmaklar gibi sarayının
duvarlarını da hükümdar, savaş arabaları, mızraklar, yakıcı ve yok edici
silâhlar, dağlanan ve kapanmayan kanlı yaralarla değil; ırmağın kuşlarıyla,
meyve ve çiçek sepetleriyle dolu iyilikli ve şenlikli resimlerle bezetti. Mezar
odalarını bile halkla samimiyet içindeki hükümdarın resimleri süsledi. Her
resmin can alıcı yerinde, mavi gül dalının yanında, kraliçe vardı ve
alışıldığın zıddına kraliçenin sureti hükümdarınkiyle aynı boydaydı.
Bütün
bunların gerçekleşmesi için beş yıl yetti. Kalbi uyanık olanlar bu değişimin
zaten temel taşlarıydılar. Kalbi uyanık olmayanlar ise ilk fırsatta harekete
geçmek üzere dehşet rüyaları görecekleri bir uykunun karanlığında pusuya
yattılar. Her şey uyuyup da o uyumayan hicran hastası gibi değil, bir düşman
gibi, gerçek yüzlerini gecenin karanlığına sakladılar. Günü saati gelinceye
kadar sabretmeyi bilecek denli siyasetin inceliklerine vakıftılar.
Günü
saati? Şenlikli ve iyilikli şu duvar resimlerinin üzerinde hükümdarla
kraliçesinin tam ortasına, mavi gül dalının yanma minicik bir prensin gölgesi
düşmüştü ya. Günü saati, mermer basamakların üzerinde neşeyle boy verip
saçılan, şakıyıp büyüyen şu küçük prensin nabızlarında vuran zamanla gelecekti
besbelli. Ama hiçbir şey bu, için için kaynayan kazanda kendiliğinden değildi.
Belli ki büyük değişimler kadar geri dönüşümler de emeğe ve sabra muhtaçtı.
Olsun, o da rahiplerde yeteri kadar vardı.
Görenler
prensi, önce, duvar resimlerinde kraliçeyle hükümdarın arasında, mavi gül
dalının tam yanında boy veren bir fidan olarak tanıdılar. Oysa kraliçe, ikisi
arasında bir cennet uykusuna düştüğü sancıların ortasında doğurmuştu bu çocuğu.
Canından can, teninden ten kopar gibi, tek değil çok çığlıkla onu doğurup da,
henüz yaşarken ölümün pencerelerinden bakıp geri dönmüş olmanın sağladığı
ayrıcalıkla tüm yaşayanlardan ayrılınca. İnsan cinsinin öbür tekinden bu
yanıyla üstün kılınınca. Onu birkaç kat ipek kundaklara ve hoş kokulu geniş
yapraklara sarıp da kucağına verdiklerinde göz göze gelmişlerdi, uzun uzun
bakmışlardı birbirlerine. Bebek, altın rengi saçlarıyla lâcivert gözlerini
annesinden almıştı. Teniyse babasınınki kadar karaydı ve onun da sol kaşının
üzerinde bütün bir hanedanın mühürü gibi babadan oğula geçen leke vardı.
Kraliçe, içi titremişti bir an, bu gözlerdeki manadan korkmuştu. Bir
belâ-defterdi bu gözlerin gösterdiği. Ama anne yüreği, gördüğünü çabucak
unutmuştu.
Ben
senin annenim, diye fısıldamıştı kraliçe, dünyaya ait olmayan bir dilin
haliyle. Sevinç gözyaşı yanağından boynuna düşüvermişti. Sütle, acıyla,
basınçla dolan göğsünü bebeğin ağzına dayadığında ve bebek o göğsün ucunu
arayıp bulduğunda, kendi bedeninden sökülüp alınan şey olmuştu hayat. Ama bu,
hayatın, içinde kalsa anneyi öldürecek kadar fazlasıydı. Bu yüzden muhtaçtı
bebek anneye, ama anne de bebeğe. Karşılıklı bir hayat alış verişi.
Zamanın
kaderi geçmek. Zaman ne kadar geçse de daima güzel kalan kraliçe, sarayın
merdivenlerinde bir milât gibi boy atan bu güçlü güzelliğe penceresinden
bakarken. O, mermer zeminlerde, iklimini bulmuş bir fidan, toprağını bulmuş
nazlı bir çiçek gibi mavi siyah güzelliğinde güneşe doğru baş kaldırırken,
bütün bunlar anne doğası için alışıldıktı ya, hükümdar da oğlunu bir başka
seviyordu. Bu nedenle de olan, hükümdara oluyordu.
İlk
kez kucağına alıp da bu lâcivert bakışlı bebekle göz göze geldiğinde hükümdar
oğlunu, sol kaşının üzerinden öpmüştü şefkatle ve nezaketle. Yaradılıştan
zayıflığın bir kız çocuğunu iteceği değersizliklerin bu sarayda sözü edilmezdi
elbet. Ama yine de. Erkek çocuk, her şey gibi hükümdarlığın da babadan oğula
geçtiği bir onurluluk düzeninde, başlı başına bir değerdi. Unvanın taşıyıcısı,
koruyucusu. Şerefin varisi. Değerin sahibi. Soyun sürdürücüsü. Ve üstelik bu
çocuk, değerini sadece erkek olmasından alıyor a benzemeyecek denli de güzeldi.
Bir kez daha tamamlandı hükümdar bu güzellikte. Sırtını bu minicik kundağa
dayadı. Artık dünyalar yıkılsa ona bir şey olmazdı.
Hükümdar,
oğlunu çok sevdi, sevmenin nedeni yok ama her yaptığı gibi bu yaptığıyla da
rahipler tarafından ayıplandı. Kınandı. Bir hükümdar, oğlunu bu kadar sevsin,
dahası hislerini bu kadar aşikâr etsin. Oluyordu işte ama olacak iş değildi.
Geleneklere
aykırı olarak hükümdar, içinde cehennem taşıyarak yanan hasta çocuğun başında
sabahladığında. Uykusuz bekleyip de, onun alnındaki ani serinlemeyle gözündeki
yaş düşüp gönlü serinlediğinde. Kendisini yaşamaya bağlayan bu en kuvvetli
bağın yaşamla arasındaki en zayıf bağ da olduğunu anladı. Ona bir şey olursa
yaşayamazdı.
Ona
bir şey olmadı. Hükümdar, oğlunu, koca delikanlı olduğunda da, şefkatle ve
nezaketle sol kaşının üzerinden öpmeye devam etti. Biri gider biri dönerken,
biri bulur biri kaybederken, biri doğar biri batarken karşılaşan iki şeyden
birinin kıskançlığıyla değil. Şu tek ve biricik Tanrı şahit ki hükümdar baba,
oğlunu, bir hükümdarın, yerini alacağı bir gün muhakkak olan prensini sevdiği
gibi de değil. Bir baba, oğlunu nasıl severse öylece sevmeye devam etti. Oğul,
babada bulacağını gördü ama baba, oğulda kaybettiğini görmedi. Hükümdarın,
prensine sevgisinde hükümdarca bir yan yoktu. Tanrı yine şahit ki oğlunu, güzel
kraliçenin bedeninden kalbine vardığı gece, kalbinde tomurcuklanan katıksız ve
bu dünyadan olmayan hazzın hatırasıyla sevdi. Çünkü prens sadece saltanatının
değil şu tek ve biricik Tanrının da emanetçisiydi.
Görkemli
sarayın mermer basamakları üzerinde tutuşulan bir bilek güreşinin temsili ile
iç içe aktı baba ile oğulun hikâyeleri. Öyle sevimliydi ki bu oyun, en ciddi
hizmetkârların bile bir tebessüm geçerdi mana yansıtması makbul tutulmayan
çehrelerinden. Önce bileklerin nasıl tutulacağı, karşı tarafın gücünün avuç
içine nasıl alınacağı, gözlerinin içine nasıl fütursuzca bakılacağı. Hatta bu
bakışa masum bir sahtekârlıkla nasıl aymazlık katılacağı. Savaşta hile mübah
değil mi? Dirseğin yere nasıl dayanacağı, gücün nereden alınacağı, nereye
boşaltılacağı bir oyunla öğretilirdi küçük erkeğe, içindeki gücün nasıl
uyandırılacağı. Sonra bu gücün hissettirilmesi için kalın bilekliğin altındaki
güçlü hükümdar bileğinin, henüz narin teniyle, boncuklu bileziğiyle, oğulun
bileğine yenik düşmesi. Sevimli ve ayartıcı bir oyun. Büyümeye yürekli bir
teşvik.
Ama
gecikmedi. Her zamankinden daha sıcak bir sabah vaktinde. Güzel kraliçenin,
birine şefkat diğerine aşkla bağlandığı iki erkeğe yönelttiği bakışların
altında. Hükümdar, kavradığı bileğin, bileği altındaki varlığını hissetti ilk
kez. Elde ettiği kolay bir yengiydi yine kolay olmasına. Nihayetinde biri,
erkek gövdesinin gücünü hâlâ koruduğu ikindi evveli, öğle sonrası
yakıcılığında. Öbürü sadece soylu, kibar ve tadı gül üş lü bir çocuk
delikanlılığında. Ama zaman geçtikçe hükümdarın, prensinin bileğini bükmesi
için daha fazla güç harcaması gerekti. Ve gün geldi, dünkü çocuğun delikanlı
bileği hükümdar babasının bileğini önce zorladı, sonra yere yıktı. Hükümdar, sağ
elinin altında ilk kez hissetti mermer zeminin ne kadar sert olduğunu. Ama asıl
yangın hükümdarın tam kalbinin üzerindeydi. Üstelik göstermemesi gerekti.
Göstermedi, geldi geçti.
Hükümdar,
babasının yaptığı gibi, tahtına varis olanı daha sağlığında ortağı kıldı.
Kendisini, oğlunun ortaklığında daha emniyette bildi. Kandillerin aydınlığında
kalbine akıp durdu geleceğe dair bir oğul isminin teminatı. Bu biricik oğulun
mayası temiz, babasının ona harcadığı emek çoktu. Hâlâ kaynayan kara katran
kazanının ortasında sırtını hiç kimseye dönmemek tedbiri, hükümdarlığın
doğasında vardı. Ve böyle bir güvensizlik denizinde hükümdarın odasına gece
gibi sabahın da en tekinsiz vaktinde sorgusuz sualsiz, dursuz duraksız
girebilecek bir tek oğul hükümdar vardı. Karşılıklıydı güven ve korku dağları
bekliyordu. Oğlunun odasına da kendisinden başkasının girmesini aynı
endişelerle yasakladı. Bir yoldu aralarındaki, birbirlerinden başka yolcusu
yoktu. Değil mi ki oğlu kalbinin yekparesiydi.
Kalbinin
yekparesi, yirmi yaşma geldiğinde, bir köşesinden çatlayıverdi. Küçücük bir
tohum düşüverdi gönlüne. Boy verdi. Bir ucu baba, diye ünledi, bir ucu devlet,
dedi. Babanın yanında devletin sözü olmazdı elbet, baba en büyük devletti. Ama
gösterişli yakalıklarının ve altın kösteklerinin dışında saltanatı kalmamış ve
neredeyse unutulmuş olan rahipler işaret etmeseydi, kalbindeki kırığın bir ucu
baba, derken öbür ucunun tanrılara çıktığını göremezdi genç prens. Tanrılarla
babası nasıl da karşı karşıya duruyorlardı böyle? Bu uçurum araya nasıl da
girmişti? Bu neyin ayrılığıydı, bilemedi.
Kaderin
suali yok sadece sonucu var. Sarayın ırmak kapısına bir sepet içinde vurmuş
olmasa da yaşanacak hakikatle ilgisi vardı bu, saçı sarı teni esmer prensin.
Hakikati getirmek için değil geri döndürmek için gelmişti. Onu söylemeye değil
susmaya, açmaya değil kapamaya, yapmaya değil bozmaya, yaymaya değil
kaldırmaya. Hepsinin de arkasında rahipler vardı.
Diyordu
ki rahipler, hükümdar, gözlerini dünyanın bu tarafına değil öbür tarafına
dikmişken devletinin temelleri neredeyse çatırdıyordu. Ülkeleri fethetmek, hiç
değilse babadan miras almak kolaydı. Ama sonsuz gibi görünen toprakları elde
tutmayı bilmek, asıl zor olan buydu. Evet, hâlâ çok güçlüydü güney ülkesi ama
zamanın neler getireceğini kim kestirebilirdi? Bu "hâlâ" sözcüğünün
üzerine öyle bir basılırdı ki genç prens elde edilmiş fakat yöneticileri onları
tutmayı bilmediği için elden çıkarılmış ülkelerin umum hikâyesini bir bir
ezberinden geçirirdi. Susmazdı rahipler. Kötü günlerin başlangıcı da
nihayetinde bir gün, bir saat, bir an değil mi? Kim sonsuz varlığa nasıl
güvenebilirdi? Hiç çökmez zannedilenin aniden çökmesi bu hesapsızlıktan değil
miydi? Güney, dünyanın tamamıydı ama böyle giderse göçmesi kaçınılmazdı. Halk
cahildi nasılsa. Kendi yerine bir bakan ve gören olmasa göremezdi tanrılarının
başına neler geldiğini. Tanrıların yaşadığı yerse şükür ki hâlâ rahiplerin
kalbiydi.
Hiç
zor olmamıştı genç prensin fikrini zikrini, rahiplerin, ellerine geçirmeleri.
Zaman uzunsa da ona sabredecek güç rahiplerde nasılsa varmıştı. Sabır acı,
meyvesi tatlı. Zamanı geldi. Sabır acı meyvesini verdi. Öyle bir üfürdüler ki
prensin kalbine muhabbetdârı kalmamış tanrılara dair bu sevgiyi, genç prensin
kalbinin terazisinde, tanrılara ve onların rahiplerine dayanan devlet, bir baba
devletinden daha ağır geldi. Kolay tartım değildi. Rahipler birbirlerinden
rahipliğin sırlarını öğrenirken, o, hükümdarlığı öğrenebileceği babasından
başkası yok zannediyordu. Ama işte rahipler hükümdarlığı babasından iyi
biliyordu.
Netice
olarak, ürkütücü olan şuydu ki sırtını bu dünyaya tamamen çevirmesinde haklı
görü leb ilse de hükümdar, dünyanın tamamından ibaret ülkesini koruyamadığı
için hükümdarlık görevlerini yerine getiremiyor demekti. Hoş görülemezdi.
Buradan bakması için rahipler böyle boyadılar genç prensin hiç de mahmur
olmayan ve büyükbabasının gözleriyle aynı delici bakışları taşıyan gözlerini.
Böyle tuttular nabzını, böyle tutuşturdular kanının rengini. Böyle geçtiler can
damarının üzerinden.
Tanrılar
şahid olsundu ki prensin kendi adı için değildi hiçbir şey. Her şey tanrıların,
tapınağın temelinden, duvarından silinen adları içindi. Her şey kitabelerden
çok daha geniş ve derin ama çok daha çabuk unutucu halkın kalbinden, atalardan
kalan tanrıların adı silinmesin d İyeydi. Hüküm tanrıların adınaysa hüküm
demekti. Kim ki tanrıların adını tapınakların duvarlarından, kitabelerinden ve
yüreklerden silmeye, kazıtmaya kalkıştıysa karşısında bundan sonra genç prensi
bulacaktı. Bu, babası bile olsaydı.
Suların
öptüğü mermer basamaklarda gerçekleşti baba İle oğulun gerçek manada ilk kez
karşı karşıya durması. Vakit bir yaz sabahı, alacalı sardunyalar çoktan kokuya
durmuşlardı. Bir baba ile oğul gibi bakıştılar önce. Bakışlarında muhabbetin
ürkek derinliği. Sonra her biri karşısında duran erkeğe kendi tanrısının adını
anarak selâm etti. Bir taraf çoğuldu diğeri tekildi. Acılık girdi araya.
Apaçık. Bu ilkti.
Hükümdar?
Hâlâ çıkılmaz dağ, aşılmaz ova, inilmez umman gibi dursa da, çökmelerin en
tehlikeli olanıyla içten içe göçüp duruyordu. Yaşlılık çökertmezdı kuşkusuz bu
dağ gibi gövdeyi. Şu karşısında güçte kuvvette yeşerip duran fidan, gövdesini
gövdesine, ruhunu ruhuna, inancını inancına yaslayıp dursaydı. Baba oğul
dayanışsaydı. Siyaset? Oğulun babaya bakan yanında açılan bir gedikten araya
girmiş olmasaydı.
Bunun
adı da kader oluyordu. Bunca kader arasında en zor olanıydı hükümdarın kaderi.
Gerçeği bir kez bilen, ondan vazgeçebilir mi? iyi de üzerindeki şu oğul
hacmindeki ağırlık, neyin nesi?
Bu
ne zor bir işti.
Eğildi
mermer havuzun sularına hükümdar.
Suyun
üzerinde yansıyan kendi yüzünde babasının yüzünü gördü. Kendi yüzü ise oğlunun
yüzündeydi. Oğlu? Duvar resimlerinin hâlâ en can alıcı yerindeydi.
Genç
prens, kalbinde bir kuş tüyü konsa dengesi bozulacak tarhların hassaslığında,
ama kalbinin üzerine bir hançer dayasalar da yerinden sapmayacak inanan
sağlamlığında başını koymuştu bu yola. Ülkesinin tarihçesine adının nasıl
geçeceğini kestirebiliyordu. O, atalar dininden sapmış babasını yola getiren
bir oğul olarak geçecekti tarihe. Ödeyeceği bedelin büyüklüğü hissinden uzak
değildi, o babasına tapmayan bir evlât değildi. Ama öylesi bir kazanım için
böylesi bir kayıp göze alınmaz mıydı? Ölümcül mukayeselerin sonunda yolundaki
engeli aşikâr gördü. Yoluna çıkanın yok edilmesi gerekti. Ben sağ olduğum
müddetçe, demişti hükümdar, benim kalbim yerinde durdukça, benim kalbim
attıkça. Öyleyse hükümdarın kalbi dur sundu, güneyin başı sağ olsundu. Sonsuzu
tanrılar yaşardı nasılsa, hükümdarlara düşen ölmekti. Ve ki atalar dinine göre,
bir hükümdarın bedenine hükümdarlık kanı taşımayan kimsenin eli değemezdi.
Gelecekse, ölüm hükümdara genç prensin elinden gelecekti.
Her
olacak olanın bir sabahı bir de gecesi var. O gece hükümdar, nedenini bilmedi,
dünya âlemine son kez bakanların ancak yaşayabileceği bir acıyla ta ciğerinden
yandı. Özü hasret olan şu varlık üzerinde adım koyamadığı bir evlât ansıyla
dağlandı da doğruldu uykunun kollarından. Seyrelmiş saçları dağınık, sırtı ter,
sureti telâştı. Bu dünyaya ait olamayacak kadar bambaşka bir acıyla çıktı
hükümdarlık yatağından, kraliçesinin sıcağından. Yana doğru saygıyla çekilen
nöbetçilerin arasından geçerek girdi genç prensin odasına. Oğul orada,
cibinliklerin altında, tıpkı doğduğu günün güzelliğinde uyuyordu. Baba, başını,
onun omuzuyla boynu arasındaki boşluğa bıraktı. Nasıl bir gaflet uykusu ki, bu
ağlayışın sarsıntısından uyanmadı oğul, belli ki bambaşka rüyalardaydı.
Güngörmüş koca hükümdarın içinden geçense, apaçık bir vedaydı da sebebini bir
türlü kestiremedi. Kendisine bir şey olabileceği aklına gelmedi. Şu oğul şurada
dağ gibi uyurken bu babaya hangi el dokunabilirdi? Oğlu için korktu sadece. Ama
bu da olacak iş değildi ki. Kendisinin gölgesi, himayesi altında iken, kim şu
güzel gözlü, güzel boyunlu oğul a kem nazarla bakabilirdi? Öyle emniyetteyken
her ikisi de, bu veda duygusu da neyin nesi?
Odanın
kapısından çıktı. Ama canı. Bir kez daha yandı. Gerisin geri döndü eşikten.
Başım bir kez daha altın saçlı delikanlının başıyla omuzunun arasına sakladı.
Kokusunu aldı onun, kendi kokusunu ona bıraktı. Sabah yakındı. Döndü odasına,
derin bir uykuya daldı. Bilse, hiç uyumazdı.
Çıplak
ayaklan zerrin taneleri serpilmiş zemini sessizlikle çiğneyip de babasının
odasına girdiğinde oğul hükümdar, yer, gök, hava, ateş, su sarsıldı. Kapının
tam önünde bekleyen, bir taş kadar sessiz ve hareketsiz koruyuculardan en sadık
ve en uyanık olanın içi titredi. Bir şey gelmedi elinden, dur girme, diyemedi.
Önü alınmaz bir sel gibi doldu oğul, odasına babasının. Önüne geleni devirdi.
Hükümdar, uykusunda ve sırtı kapıya güvenle dönükken yakalandı. Ama hayata son
bir tutunuş gücüyle açtı gözlerini. Sonra yumdu gözlerini. Olana bitene göz
yummaktan başka çaresi kalmadığını anladı.
Kraliçeye
gelince. Çok uzun yıllardır konuşmadığı anadili de göremediği deniz gibi
uzaklarda kalmıştı ya, kraliçe geldiği günküne denk bir gaflet uykusundaydı.
İki can yangım arasında uyandı. Her şey bir ah çığlığı hacmine sığacak kadar
çabuk olup bitmişti.
Gördü
gerçeği. Görmez olaydı.
Ertesi
gün toplandı sarayın büyük salonunda kurul. Başrahibin tahtı yeni hükümdarın
tahtının yanı başında kurulmuştu. Arkalığı ak nilüfer nakışlı kraliçe tahtı ise
çoktan yok olmuştu. Yeni hükümdar kısa bir konuşma yapıverdi. Benzi sarı,
gözleri karanlıktı. İçindeki acı kimselerin anlayamayacağı kadar derinlere
saklanmıştı. Ne taşırsam kendi başıma taşırım, dedi. Ataların dinine kesinlikle
geri dönüldüğünü, alışıldık tanrılardan uzakta geçen bunca yılın bir kayıp
olduğunu, başkentin eski yerine taşınacağım, kapatılmış bütün tapınakların
açılacağını, yıkılmışların yapılacağını, kutsallık âdetlerinin de bundan böyle
eskisi, en eskisi gibi olacağını açıklayıverdi. Her şeyden evvel de babasının
kendisine verdiği ismi değiştirdi. Ölüm sonrasında da kendisini yaşatacak adın
babası tarafından verilen ad olmasını reddetti.
Her
şey, dedi, eskisi gibi olacak. Öyle bir olacak ki hiçbir şey olmamış gibi
olacak. Başrahibin ve onun da arkasında duran rahiplerin yüzünde, haylaz
babaların yaptıklarını unutturan sağduyulu torunlarını muhabbetle bağrına basan
büyükbabalarınkine benzer bir gülümseme. Ülkeler de insanlar gibiydi şunun
şurasında ve kendini toplaması da kaybetmesi kadar kolaydı.
Yeni
hükümdar söylevini bitirdi. Yıllardır, tanrılara değil tek Tanrıya açılmış
kapılan geçilerek büyük tapmağa girildi. Rahipler, kirli ve karanlık bir şeyden
arda kalan bir şeye bakar gibi baktılar tapınağın zemin taşlarına, duvarlarına.
Başrahip, elinden gelse, tanrılarından mahrum bırakılmış tapınağın mermer
zeminini taş taş sökecek, temel duvarım tümden yıkacaktı. Ama bütün bunlarla
vakit geçirmek için zaman dardı. Yıkmaktansa kurmak daha kolay oluyordu daima
ve her şeyden evvel de tanrıların isimlerini, silindikleri duvarlara yeniden
kazmak gerekiyordu. Hükümdarlık yontucusuna sil, dedi. Yontucunun eli titredi,
emre itaat etmedi. Tanrıların adını iade edecek, sapkınlığın izlerini silecek
el mi yoktu? Başrahip kendi eline aldı sapı kraliyet armalı yontucu keskisini,
yıllar önce silinmiş ve sonra tekrar yazılmış duvarı bir kez daha sildi ve bir
kez daha yazdı. Tanrılardan en büyük olanın adı en başta, diğerleri alt
altaydı. Çok vakit alıyordu bu iş ama bunca zaman sabretmeyi bilmiş olan için
bu kadarcık zamanın da adı mı edilirdi?
Tanrıların
adı eski yerlerine bir bir iade edilince, sıra, eski hükümdarın ve kraliçesinin
adlarının, duvarlardan kazınmasına geldi. Bütün o meyveli çiçekli, kuşlu
böcekli resimlerdeki hükümdar, kraliçe ve hele şu mavi gülden geriye bir
kalmasındı. Sonsuza değin silinsindi adları. Kimse bütün bu olanları
hatırlamasındı. Hele hükümdar. Öyle silinsindi ki adı zamanın kayıtlarından,
böyle birinin yaşadığı, çöl ülkesinin üzerinden böyle bir rûzi garın geçtiği
bile bilinmesindi. En son da, şu duvar resimleri ve kabartmalar yok mu, bir kez
daha aldı keskiyi eline başrahip, kimseye bırakmadı, evvel hükümdarın, sonra
kraliçenin, sonra mavi gül fidanının üzerine bir kuvvetle indiriverdi.
Sakınmaya o kadar özen gösterdiyse de, oğul hükümdarın, nakşın başköşesindeki
sureti bu darbeden kazasız belâsız kurtulamadı. Aldırmadı, içi, azgın bir
mutlulukla dolup taşıyordu başrahibin ve hiç olmadığı kadar gülümsüyordu.
Olsundu. Yeni hükümdara nakış mı yoktu?
Şu
genç hükümdar dokunacak kadar yakındı ama ona da tanrı diye dokunmak yasaktı.
Bu yüzden hiç zor olmadı halkın da dönmesi. Görünür tanrılara hizmet eden bir
tanrı- hükümdar istiyorlardı besbelli. Görünmeyen bir tanrıya ulaşmak, zor bir
yolun sonunda kapalı bir kapı gibi duruyor ve hiç de emniyet hissi vermiyordu.
Bütün
bunlar olunca. Her şey olunca. Güney ülkesine ayak bastığı ilk gün hissettiği
yabancılık bile bunun gibi değildi, kraliçe bir değil iki yerinden vuruldu. Can
evinden vuruldu. İki canıyla vuruldu. Hangisinden kaçsa öbürünün hayali dikildi
karşısına. Ey canım, dedi o koyu mavi güzlerin sahibine. Daha doğduğu gün
göğsünden ilk sütü emerken karşılaştığı belâ-defter gözler bir kez daha dikildi
gözlerinin önüne. Ey canımdan kopan can. Ey yaralı canım. Ey canımın yansı. Ey
benim yarı canım. Cinim. Arkasını getiremedi.
İnsanın,
canının bir yarısı öbür yansını nasıl böyle ederdi? Anlamaya çalıştı kraliçe,
anlayamadı. Aklı almadı. Zorladıkça anlamasını, yaşadığı şey karşısında,
aklının gerçeği tuzla buz oldu, daha fazlasını taşımaya mecal yetiremedi.
Kalpti, aşkla açılmış her yolda çatlaması gereken şey, oysa onun aklı orta
yerinden ikiye ayrıldı. Uzun cümlelerle değil, bütün kimyası, eczası bozulmuşlara
mahsus, giderek kısalan cümlelerle konuşmaya, giderek konuşmamaya başladı.
Küçülttü kendisini, bir dairenin içine kapattı. Geriye bir tek cümle kaldı:
Gördüğümü ve bildiğimi şu an hatırlamıyorsam, ne olduğumu bilmiyorsam, ey saf
bilinç, ben bilmekten vazgeçtim artık, sen bil benim yerime.
Bu
açıklık yetti, daha fazlasını zorlamadı. Dünya âlemin suret gölgeleri üzerinde
kendisine düşen oyunun burada bittiğini fark etti. Kurban istiyordu bu kıyamet.
Aklını feda etti. Saraydan bir hayal, perdenin öbür tarafına süzülür gibi,
çıkıp gitti. Kafesli pencerelerinden, dışarıya, kum tepelerine ve ırmağa bir
daha bakmayacağı, cümle kapısından dışarı asla çıkmayacağı eski sarayın bir
odasına yerleşiverdi. Sessizce acısını çekti. Ses etmedi. Söz de etmedi. Başını
geri çevirse sanki birden taşa dönüşecekti. Her şey berzahta kurulup sonra bir
boşluğa savruldu. Kraliçe unuttu. Bazı geceler nasıl olduğunu fark etmeden
uyandığı yatağının içinde kendisini dizlerinin üzerinde oturur vaziyette buldu.
Yüzü kuzeye sırtı güneye dönük oluyordu.
Öyle
gecelerde kendisine neler olduğunu hatırladı bir an, ama hemen ardından unuttu.
Her
hikâyenin sununda bir şey uluyor ya, muhayyilesi her bir son paragrafına Nuh'un
tufanından arda kalmış bir yağmur yağdırmaktan öteye geçemeyen yazıcı, bu hikâyenin
sonunda da, kavrulmuş anlatıya yağmur serinliği indirmekle iktifa edebilirdi.
Ve dahi yabancı topraklarda bir türlü kök salamamış mavi gül fidanının, aniden
yeşeriveren bir sun dal filizinin ucunda, bir gelecek zaman ağacı olarak can
tuttuğunu, ışıklı ve bereketli gölgesini çöl toprağın m üzerine düşü rü
verdiğini tahayyül edebilirdi. Ya da kraliçenin hiç unutmadığı kuzey
yıldızının, güneyin göklerinde bir an parıldayarak hemen sonrasında hızla değil
yavaş yavaş, ağır ağır, göz göre göre kaydığını yazabilirdi.
Hiçbirisi
olmadı bunların. Bütün bunlar uydum akıllı, uydum gönüllü öykücünün
uydurmaları, ölçüp biçmeleri sadece.
Hükümdar?
O işte gerçek.
Kendi
ülkesinin süregiden tarihçesine, atalar dininin doğru yolundan sapmış bir
hükümdar olarak geçti.
CAM
IRMAĞI TAŞ GEMİ I
İç
yüzüne eremeden anlatamadığım gölge, bir güneş hikâyesini zorunlu kıldığında
bildim ki camın özü kum, kumun aslı taş. Ne camı kırmak ne de taşı horlamaktı
niyetim. Taş ile camı birleştiren kalemin kalbine en evvel ben hamd ettim. Ama
düştüm, camın kırılganlığına, taşın sertliğine. Camın tannanına taşın
sessizliğine. Camın özü ateş, taşın özü su değil ki. Başlayalım; benimki hayli
uzun bir hikâye.
İçinde
taş bir gemi duran ve camdan bir ırmak akan hikâyeyi yazmaya kalkışınca. Bir yandan
onca cümleyle başa çıkmaya çalışan diğer yandan da taşın içinde saklı heykel
gibi günbegün ortaya çıkan şeyi seyreden yazıcı için mekân olarak, her hikâyeyi
bir diğerine eklemleyebileceği kadar uçsuz bucaksız bu çöl ülkesinden daha
uygun neresi olabilir ki?
Varlıkların,
kızgın kumda, kendilerinden önce gölgelerinin geldiği, geriye ise sadece serin
taş üzerinde bir izin kaldığı çölde. Zamanı seçmek içinse gidilebilecek en uzak
yere kadar gitmeli.
Şu
sessiz taşlar tanıklık etmese, yaşadıklarından bile şüphe edeceğiz. Ama
yaşamıştılar. Hükümdarlarının üzerine yığdıkları dağ mezarlar gizlemekten çok
aşikâr eden, saklamaktan çok çağıran, korumaktan çok kışkırtan onlar, güneş
saati ve su saatini bilip de hesapta sıfırı bilmezken. Yıldızları ve
seyyareleri birbirinden ayırıp da, güneş ve ay tutulmalarını kaydetmez iken.
Üstelik güneş tutulması sabah yıldızını, akşam yıldızını, battı zannedersin de
yerinde durur yıldızı, gün gözüyle hiç tanımadık yıldızı, gün ortasında görünür
kılarken. Tarihin ilk kadın hükümdarı, bütün yerlerin hanımefendisi,
saltanatını sürmüş; bahçeleri sakız ağacı kokulu tapınağını kayalara
oydurtmuştu. Ama Asya'ya tam yirmi yedi sefer düzenleyen ve neredeyse yüz
yıllık bir saltanatın sahibi cihangir hükümdar da, gösterişsiz mezarının bitimini
bekleyemeyecek denli aceleci, on sekiz yaşındaki çocuk kral da ölmemişlerdi
daha.
Saba
Melikesi Bel kıs, Süleyman'ı ziyaret etmemiş, kristal gölün yanılgısında
eteklerini toplamamıştı. İskenderiye'nin ırmak ağzı beş kola ayrılmışsa da
meşhur feneri dikilmemiş, kütüphanesi henüz yanmamıştı. Üç bin yıllık tarihin,
bir aşkın mağlûbu son hükümdarı, kendisini imparatorluğunun simgesi yılana
henüz sokturmam işti.
Bunlar
benim göz diktiğim zamana göre o kadar yeni olaylardı ki bu hikâyede yerleri
bile olamazdı. Çok daha eski zamanlardı ki hikâyenin zamanı başladı.
Sanatkârlar
Köyünün tarihçesinde bir yontucunun evini bir hükümdar ilk kez ziyaret
ettiğinde, ırmağın erguvan rengi örtüsü üzerine ağaçlar gölgelerini salmış,
köyde hayat çoktan başlamıştı. Durur gibi görünse de ağır ağır akan mavi,
büyük, güzel ve derin su, toprağın iki yakası gibi hayatla ölümü de ayırırdı
burada birbirinden ve doğu yakası dirilere kalmışken batı yakası ölülere
ayrılmıştı. Bütün ömrünü kraliyet mezarlarının yapımında çalışmakla tüketen
işçilerle sanatkârların köyü de ırmağın batı yakasında kurulmuş ve onlar daha
sağ iken ölülere katılmıştı.
Döşemesi
dallar ve tavanı sazlarla örtülü, derme çatma evlerin her birinin aynı zamanda
bir işlik olduğu bu köyde tuğlacılar, duvarcılar, camcılar, nakışçılar,
ressamlar bir arada yaşardı. Dağı yükseltmeyi tasarlayan mimarlar, aynı dağı
delip yeraltında yol açan mühendisler de oradaydı. Ama ırmağın batı yakasında
ölüm ve ona dair her şey taş olurken, taşa yazılır taştan okunurken, bu köyde
en fazla da taşçılar ve yontucular vardı. Kendilerine zedelenmiş bir bel
kemiği, bozulmuş bir yürüme ve bir daha asla eskisi gibi dik duramayacak bir
sırt armağan edilmiş taşçılarla dolu bu köyde en ağır yük de onların
omuzundaydı. Yontucuların işiyse taşçıların sırtına yüklenmiş dağa kıyasla
ancak hafif sayılabilirdi. Taşı yontmak, dağı iğneyle kazmaktı asıl işleri.
Sonrasında heykelleri ve kabartılmış resimleri boyamak da onların işiydi,
ressamdılar yani. Her şeyin temeli olan ve bir tür resim sayılan yazıyı da taşlara
onlar kazardı. Çok inceydi işleri. Ama onların işi, bambaşka bir nedenle zordu.
Bunca işin altından kalkarken hiç titrememesi gerekirdi ellerinin ki yaptıkları
iş hükümdarın hoşuna gitsin. Böylesi bir istikamet de ancak tanrıların elinin
desteğiyle mümkün olabilirdi, tanrılar yönlendirmeliydi ellerini. Bundan daha
zor ne olabilirdi?
Lâkin,
eskinin de eskisi o dünyada sanatkâr, elinin edip eylediğinden dolayı
önemsenmez, bu eli tanrıların yönlendirdiği hiç düşünülmezdi. Yaptıkları
yapacakları şeyin kalıcı görkemine mukabil silik ve önemsizdi kendileri. Çünkü
sanat, dünyanın gelip geçici bu yanını göstermekten çok sonsuz olan ölüm
evrenini anlatmak, hükümdarı bu yolculuğuna hazırlamak içindi; sanat hayat
değil, ölüm içindi. Yaptıkları söyleyecek ama onlar susacaktı bu yüzden,
yaptıkları kalacak, onlar unutulacaktı. Onlardan geriye kala kala, bir
taşkınıyla çölleri, dayanıklı gemilerin, hafif sandalların seyrettiği denizlere
çeviren ve aynı taşkınıyla bütün sınır taşlarım yerinden oynatan ırmağın
kıyısında kurulmuş bu köyün temel taşları kalacaktı.
Sıradan
insanların ayak basması yasaktı gerçi bu köye. Ama çok uzun tarihçesinde bile
köy bu kadar vasıflı bir ziyaretçinin habersiz gelişine alışkın değildi.
Sanatkârlar Köyünün sakinlerinden hiçbiri, bir hükümdarı bu kadar yakından
görmemişti. Gelişi, yıllarca anlatılacaktı hükümdarın, sıradan bir hadise
değildi.
Güneşin,
üzerinde, bambaşka zamanlara doğup battığı şu batı vadisine, gözlerine
bakılamayacak denli ışıklar saçan hükümdar, bütün şaşaası, bütün şatafatı ama
neticede kendi bedeni, kendi varlığı olarak gelip de durduğunda yontucu,
lâcivert gökte sarı yıldızları boyamak için, sahte altın tozundan karışımlar
denemekteydi. Elleri yıldız kabuğunun üzerinde, öylece kalıverdi. Güneşin
yeryüzündeki gölgesi, kendisinden sadece haberler verilen, adı ağıza bile
alınamayan hükümdarla yüz yüze geldiğinde heyecanını dizginleyemeyecek kadar
genç; ama neden sonra aklını başına toplayarak, dizleri üstüne çökmeyi, yüzü
üzerine kapanmayı kestirebilecek kadar da tecrübeliydi. Sesi soluğu kesilmişti.
Hükümdar,
tanrıları için gerekli devasa tapmaklar yaptırmaya, onları devasa heykeller ve
resimlerle donatmaya meraklıydı. Bir saltanatın gücü ona bakılırsa taşların
görkeminden okunurdu. Vakt-i saltanatında, çökmezliği göçmezliği, mi m arlan ve
mühendisleri tarafından bir açılış müjdesi gibi kendisine verilmiş öyle
tapmaklar yaptırmıştı ki ancak sütunlara dayanarak ayakta durabilen geniş
tavanları vardı. En görkemli zaferlerin tarihi bu tapmaklarda parlak kireç
taşıyla kaplı duvarların üzerine kazınmıştı. En beklenmedik yenilgilerinse bu
yazıtlarda adı olmazdı. Lâkin yere yayılan, göklere uzanan, duvarlarına en
fazla da tanrıların adı kazman bu tapmaklar hükümdardan hükümdara, zamandan
zamana genişler ve güzelleşirken, bir değil birçok hükümdara ait olurdu. Sadece
mezar bütünü bir hükümdarın tek ve biricik mekânı olurdu. Ona ait, onunla
sınırlı.
Hükümdar
şimdi, tamamlandığını gözünün sağlığında görebileceği o muhteşem mezarı
istiyordu. Geç bile kalmıştı bu siparişi vermekte ama ömrü savaşlarla geçmiş ve
o en iyi ustanın yolunu gözleyip durmuştu. Vakti zamanı tamamlanmış olmalı,
yontucunun genç şöhreti, her şeyin en iyisini isteyen hükümdarın kulağına kadar
ancak şimdi gelmişti. Sunulan serin nar şerbetini reddetmediyse de vakit geçirmedi,
isteklerini sırala d L, emirlerini verdi. Değil mi ki ülkesinin en şöhretli
yontucusu karşısında durmaktaydı ve onun, renklerin, taşın ve ışığın dilinden
anladığını duymayan kalmamıştı. Kuluydu, öyleyse tanrısal krallığına en uygun
sanatçı da o olacaktı.
Yontucunun,
bu şöhreti kazanması kolay olmamıştı. Suyun üzerinde suyun rengini seçmeye
alışkın gözlerle, incecik mermerin göğsündeki lekeleri ayırt edebilecek kıvama
gelmesi, taşın içinde saklı bahar dallarını, ak nilüfer yapraklarını, öfkeli
kaplanları, tanrıları, hükümdarları bulup çıkarması vakit almıştı. Sergüzeşti
vardı. Sıradan bir taşçıydı başlangıçta. Ama çocukluğunu taşçı çırağı olarak
geçirmişse de diğerleri taşı taş üzerinde yükseltirken, o, taşı taş olarak
görenlerden, onu kırmakla yetinenlerden başkaydı. Taş kırılmaz değildi, taşçı
da kırarak söylemişti söylediğini, ama taşın tam da kırıldığı yerden gerçek
rengini gösterdiği kaçmamıştı gözünden. Demek ki söylemek için kırmaktan başka
bir yol, yontmak vardı. Bunu fark edince taşı kırmakla yontmak arasındaki
mesafeyi bir çırpıda aşmıştı.
Taş
tarafından kuşatılmasa, ona egemen olmasa bu yolu aşması düşünülemezdi elbet.
Taş zaten kuşatıcıydı, onun üzerinde egemenliği ise ancak çilesini çekmiş biri
kurabilirdi. Keski, çivi, çekiç, balyoz, balta, taşçı kalemi. Bütün bu
gürültülü, ağır ve kaba âletler arasında tanımıştı taşı ve onun her halini. Her
türlü mermeri, lahit yapımında kullanılan kırmızı ve siyah dayanıklı taşlan,
pek kıymetli lâcivert taşını, Suriye'den getirilen kızıl kumtaşma nadiren buralarda
da rastlandığını. Mercan damarlı kayalardan en uygun kütleleri seçmeyi, onları
bozmadan çıkarmayı, kırmadan taşımayı. Hasılı, taştan ağır kayadan sert pek çok
şeyi. Kendisi kıvama böyle gelmiş, taşı yola böyle getirmiş, yumuşatıp ipek bir
örtüye çevirmişti. Birkaç yıl yetmişti. Elindeki çekici ve keskiyi taşa daha
farklı bir niyetin biçiminde indirmeye başladığında, ben, demişti, taşı kırmak
için yaratılmadım ki.
Bedeli
ağırdı. Bu bilgiden sonra, hiçbir taşçının sonuna kadar sakla yamaya cağı
güzellikteki elleri yarıldı, tırnakları çatladı, teni kavruldu. Ama taş kıra
kıra bir günü daha bitirmesi kum saatinin haznesinde gözle görülür bir boşluk
bir aksa da, taşlara kazıdığının işaret ettiği sonsuzlukla ancak avunacak denli
uyanıktı. Taşçı olan sıfatının yontucuya çıkması fazla zaman almadı bu yüzden.
Ömür dediğin ne ki, zaman çabucak geçti, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan
ustalığa yükseldi. Ama ne yonttu, ne kazıdı, ne boyadıysa yine de içinde tam
boşalmayan bir yer kaldı ve o da bir türlü dolmayan yerle yan yanaydı.
Elleriyse bütün yaraları, yarıkları ve çatlaklarıyla gün geçtikçe güzelleşti.
Ancak görmeyi bilenler bu güzelliği görebildi.
Bir
taşçının yontucuya dönüşmesinde korkulacak bir yan yoktu aslında, ikisi de
taşla söylüyordu söyleyeceğini. Lâkin onun söyledikleri daha fazlasını
söylüyordu, korkulacak olan da buydu. Oysa sanatın yüz bile değil binlerce yıl
içinde, bir gelenek ırmağı halinde aktığı Sanatkârlar Köyünde hiçbir yontucu
başlangıçta bağımsız değildi, mutlaka başka bir yontucu tarafından eğitilirdi
ve varsa cevher, eğitmen tarafından fark edilirdi. Bu defa da öyle olmuştu.
Sularında gölgeler dinlendirmeye alışkın ırmağa iyice sokulmuş büyük tapınağın
görkemli planını çizen mimarlardan, inşasını tamamlayan yetenekli
mühendislerden sonra sıra ressamlara, kabartmacı ve yontuculara gelmişti.
Sanatkârlar Köyünün en ehliyetli ustası, ustaların ustası, çıraklarını ve
kalfalarını yanma alarak işliğini tapınağın tam ortasına kurmuştu. Gün değmez,
güneş girmez iç odalarda, meşale aydınlığında, geçtiğini fark bile edemedikleri
günleri geceler, geceleri günler kovalamıştı.
Yaşım
başını almış usta, kayağantaşı ile kaplanmış cilâlı duvarın üzerine tanrıları,
kralları, orduları, hizmetkârları; ırmağın kuşlarını, deniz balıklarından
farklı balıklarını, timsahlarını, kayıklarını; kayıkların soylu efendilerini,
güzel hanımefendilerini istiflerken, kullanıla kullanıla aşınmış kalıplarını
çıkarmış, özenli ama yormayan bir ölçüp biçmeyle yerleştirmişti her şeyi. Böyle
bir usul, bin yıllardır aynı kralların aynı zaferlerini, aynı tanrıların
himayelerini, aynı biçimlerde betimlemeye yarardı. Usta önceden çizilmiş
şekilleri yeni bir düzen içinde dizerken, ancak kalıpların dolduramadığı
boşluklar kalırsa oraya da eskisinden çok farklı olmayan yeni şekiller eklerdi.
Bu
kez de usta, büyük kralın, ölüler tanrısı karşısında kabul gördüğü o önemli
sahneyi tanzim ederken tam da sol alt köşede bir boşluk kalmıştı. Dönmüştü
öğrencisine, taş ile yontu arasındaki mesafeyi bir çırpıda silip atan şu ünlü
tilmizine. Haydi bakalım, demişti, doldur bu boşluğu, görelim hünerini. Yontucu
birkaç saat içinde, kalemini kenar çizgilerinin üzerinde, keskisini parlak
taşın derininde kaydırıp tamamlamıştı yonttuğu şeyi. Bu, kralın ayaklarının
dibinde, sıradan bir kölecikti ve ilk bakışta dikkat çeken bir yanı yoktu. Ama
köleciğin suretindeki yeniliği, bütün bedenine sinmiş alışılmamış hareket
halini, bakışlarında yontucunun kendi dizginlenemez bakışlarının resmedildiğini
görebilmesi için yaşını başını almış ustanın bir bakışı yetmişti. Güngörmüş
adam, bu yetenekli çocuğun, kendisine bırakılan yer henüz dar olduğu için
taşkın kılıp akamadığını, ama alışılmadık azgın bir seli içinde sakladığını,
eğer önü alınmazsa bu taşkının yontu, biçim ve rengi koruyan bütün sınır
taşlarını yerinden oynatacağını yine bir bakışta anlamıştı. Vakit varken önünü
almak gerekti. Ustası, bir taşçıyken yontucu olan, yontuculuktan da fazlasında
gözü olan çırağının önünü böyle kesti. Onu geleneğin kalıpları içine böyle
sıkıştın verdi.
Zihin,
kalıbına bir kere uydurulunca, yontucu, binlerce yıldan bu yana yapılmış
heykelleri, kabartmaları, desenleri, biçimleri, renkleri, boyaları incelemekle
geçirmişti çıraklığının ve kalfalığının güzelim günlerini ve fark etmişti ki
sanatçı olarak itibarı, kalıplara uymasındaki başarısındaydı. Kimsenin ondan
yeni bir şey, başka bir kimse olmasını beklediği yoktu. Tam tersine aynı olması
isteniyordu. Şu işliklerde herkes ter olmuş akarken, nefes olmuş solunurken,
her şey bir şeye uymak zorundaydı. Oysa bu uyumun yontucuyu cendereye alan ne
kadar sıkı kuralları vardı. Oturan kral heykelleri ellerini dizlerine koymak
zorundaydılar söz gelimi. Şayet ayaktaysalar, sırtlan dik, omuzlan gergin
olmalıydı ve bedenlerinden gençlik ve güç fışkır malıydı. Daima bir kaplan
kadar çevik, kurt kadar çekici görünürken, kaç yaşında ölmüş olurlarsa
olsunlar, yaşı belirsiz bir güzellik sarmalıydı kendilerini. Gözlerinde derin
bir bakış, dudaklarının üzerinde muammalı bir gülümseyiş durmalı ve bu muamma
bir diğer heykelin yüzündekine hem benzemeli hem benzememeliydi. Çoğu, şu
cihangir hükümdar kadar savaşçı olmasalar da, dehşet ve zulüm sinmeliydi
hükümdar kabartmalarına. Düşmanların canının alınması, kanının dökülmesi,
tutsak kafilelerinin sürüklenmesi. Korkulu suçlular, acımasız kollayıcılar. Hiç
kazanılmamış savaşların bile üstün geleni olarak resmedilen krallar. Uygun
düşeni böylesiydi ve halkın gözü en fazla da, gölge ve ışık oyununu, renk
değerini hesaplamayı iyi bilen yontucunun elinin hüneriyle boyanmalıydı.
Kraliçeyse hükümdarın daima, sol, yani önemsiz yanında dururdu. Bir elini
saygıyla kralının ya omuzuna ya dizine bırakır, siyah ve parlak saçları
omuzlarının üzerinden akardı. Gözleri, kralın gözleri kadar siyaha, teniyse
onunkinden açık renge boyanır ve bu açıklık, kraliçe gibi bütün kadınların da güneşe
erkeklerden daha az çıktıklarına dair bir ima taşırdı.
Geleneğin
ırmağında, krallar ve kraliçeler gibi, tanrıların da uydurulacağı bir kalıp
muhakkak vardı. Hep aynıydılar, hep tanrıydılar. Hareketsizlikleri en belirgin
özellikleriydi, çünkü kul kısmı tanrısının hareketine dair bir şey bilmezdi. O
kadar bilmezdi ki, tanrılardan birinin sadece bir ayağını, o da her zaman sol
ayağım, birazcık öne doğru atmış olması bile alışılmamış bir hareket demekti. O
zaman rahipler gibi halk da bu adımı atan tanrıdan daha çok onu yontan el
karşısında şaşkınlık ve korkuya kapılırdı. Öyle aşırı bir adım olarak görülürdü
ki bu küçük adım, çare olarak, sanatın sırları gibi sınırlarını da korumakla
yükümlü olan büyük ustalar, çırağın gözünün önüne bir dağ diker, atılan adım
hemen oracıkta geri alınırdı.
Az
zaman değildi bin yıl; binlerce yıl boyunca aynı bir yontucu, aynı
krallaştırılmış tanrıları ve tanrılaştırılmış kralları yontup durduğunda ortaya
çıkan yapıt, bir önceki sanatçının kalıbına uyar, bir sonra gelecek olanın ise
kalıbını hazırlardı. Gençliğin en harlı yıllarının feda edilmesi anlamına gelen
uzun ve meşakkatli bir eğitim sürecinden sonra en fazla da yontucunun kendisi
bu kalıplarda sıkışıp kalırdı. O kadar sıkışıp kalırdı ki, bir gün bu
kalıpların kayıtları üzerinden kaldırılsa, bağımsız iradesiyle bir şey
yapabileceği artık aklının ucundan bile geçmezdi. İşte o zaman usta unvanı,
köyün meydanında düzenlenen büyük bir törenle verilirdi ona. Kendisinden bundan
sonra zarar gelmezdi. Değil mi ki ölümsüz biçimin dışına çıkmak aklına bile
gelmez, o da artık herkeslere benzerdi.
Yontucuyu
ziyaretinin üzerinden hafta geçmemişti ki sabahın ilk ışıkları ırmağın doğu
yakasından yükselirken, batı kıyısında hükümdar, kalabalık bir mimarlar ve
mühendisler ordusuna mezar bütünü için kendisine seçtiği yeri gösterdi, işte,
dedi, tam buraya oymanızı istiyorum benim mezarımı, ve ekledi, elinizi çabuk
tutun. Çünkü hükümdarlar, mezarı bitmeden ölmekten çok korkardı, üstelik onun
tasarladığı şey mezardan çok, neredeyse bir yeraltı sarayıydı. Mimarlarla
mühendislere düşense, hükümdarın içinde çizili resmin arkasına düşerek onu
oradan bulup çıkarmaktı. Tamamlanması en az yirmi yıl sürecek inşaata
başlandığında ancak hükümdarın kalan ömrü kadar zamanlan olurdu ve bu yüzden
zaman, aşılması gerekli en zorlu dağ gibi dikilirdi önlerine. Bir yandan özenli
diğer yandan aceleci çalışırlarken geceyi gündüze katmalarının nedeni zamanın
kum gibi akması ve kum dağları gibi ağır ağır şekilden şekle girmesiydi.
Yontucuların ise daha da az zamanı kalırdı. Çünkü zahmetli ve özenli inşaat
tamamlandıktan sonra ancak açılırdı mezarın kapıları onlara ve duvarların
üzerine suret düşürmeye, taşların içinden ne çıkarabileceklerini yoklamaya o
zaman başlarlardı. Hasılı, yolu bir biçimde bir hükümdar mezarından geçen
herkes zamanla yarışırdı ama yarışı İması gereken aslında hükümdarın zamanıydı.
Bu nedenle bilinmeyen tek şey de ne kadar zamanlarının kaldığıydı.
Bunca
zamansızlık arasında kaybedilecek tek zaman, kendisini okumayı bilenlere
gökyüzünün fısıldadığı güzel saati bekleyerek geçebilirdi. Bu defa da öyle
oldu. Yıl d ızbil imciler, vakti saati seçti. Çok geçmedi, yıldızların en
parlak olanı ufuk çizgisinin üzerinde güneşle aynı hizada durduğunda; büyük,
derin, mavi ve güzel ırmağın bütün kıyıları basacak taşkınının ilk dalga
uğultusu da geldi. Yeni yılın ilk günü, bolluk ve bereket mevsiminin de
başlangıcıydı ki bu, başmühendis kayanın bağrına külüngünü indirdi.
Doymaz
bir benlik ve halkta doyurulması gereken bir tanrısallık duygusuyla anıt
mezarlarını göklere yükseltmeye alışkın hükümdarların tutkularına ses
çıkarmamış toprak, bu kez de bağrının delinmesine sessiz kaldı. Tahta bir
perdeyle, sıradan insanların uygunsuz nazarlarından sakınılmış inşaat günden
güne, hızla ilerledi. Sayılı işçilerden başka kimse bir şey görmedi. Belli ki
hükümdarın daha zamanı vardı, pay biçilen süre daha tükenmemişti ki mezar
bütününün inşaatı bitti. Sıra muhteşem mezar odasının süslenmesine gelince,
gizlilik de geldi, yontucunun yoluna dayandı. Herkes aradan çekilmişti, bundan
sonrasını yontucu tek başına yürüyecekti.
Yolunu
yürümeye başlamadan evvel yontucu saraya çağrıldı, bu davet de en az hükümdarın
kulunu ziyareti kadar alışılmadıktı. Altı düz bir sal değil, yüzünü tan yerine
çevirerek bindiği kraliyet teknesi onu götürüp de sarayın bahçesine açılan
rıhtıma bıraktığında yontucu, sessiz ve kibar köleler ile ıhlamur çiçeği
kokulan tarafından karşılandı. Hükümdarla bu kez onun mekânında karşı karşıya
durduklarında ayaklarını iyice birbirine dolayan teşrifattan ötürü içi önce sıkıldı,
ama hükümdar söylemeye başlayınca sıkıntısını unuttu.
Bak,
dedi hükümdar, meyve tabaklarının biri gelir biri giderken, güzel kokuların
biri tüter öbürü sönerken, mühendislerim ve mimarlarım, içimde saklı resmi
bulup çıkardılar. Ben anlattım onlar kurdular. Sana ise bir şey demeyeceğim,
ellerinin maharetine o denli güvenim var anlayacağın. Neyi nasıl yapacağın
hususunda seni hiçbir bağla bağlamıyorum ama iki kaydın dışına çıkma:
Bir,
elinin eylediği her ne ise ataların yolundan ayrılma.
İki,
yaptığın her ne ise karanlıkta kalmasına göz yum, bu karanlığa başkaldırma.
Hükümdar,
yürüyerek söylemeyi seviyordu, bahçelerde yürümeye başladı, yontucu da ardı
sıra geliyordu. O, karanlıktan bahsetmeye başlamışken, yontucu, ırmağın
aynasından yansıyan saf ışıkta bu çetrefil kitabın ne tür bir bilgi taşıdığını
okumaya çalıştı. Ama okuyamadı, çok karanlıktı.
Hükümdar,
bir zamanlar hükümdar adı altında kullandığı şu ölümlü bedeni keten bir gömlek
gibi sırtından çıkarıp bir tarafa attıktan sonra, yeniden doğuşun mekânı olacak
olan şu mezar odasında yepyeni bir hayata başlayacak; bu yeni hayatta
kullanacağı bedenini ise boy boy heykeller, yontulmuş kabartmalar, boyanmış
resimler temsil edecekti. Onların da biçimi yontucunun elinden çıkacak suretten
öte suretteydi. Hükümdar işte bu bedenlerde, bu suretlerde tanrısallık
istiyordu. Yontucunun zaten bildiğini bir kez daha, çabuk ama öz açıkladı.
Ağır
ve kendinden emin bir sesle, beni, dedi, çiz, öyle bir çiz ki olduğum gibi
değil, olmam gerektiği gibi olayım. Kendimden çok, görülmek istediğim manadan
ibaret kalayım. Tanrısallığımın kusursuz yanlarını çıkart ortaya, insanlığımın
kusurlarını görmezden gel. Yani sana diyorum ki göğsümdeki yara izi gibi sol
kaşımın üzerindeki lekeyi de görmezden gel. Öyle resimler yont ki, onlarda beni
hem atalarıma, hem oğullarıma bağlayan ortak çizgi, tanrısallık olsun. Boyum
tanrılara yakışır uzunlukta, yüzüm ancak onlarınki kadar parlak olsun. Hem kral
hem tanrı kıl beni. Yakaran krallar ve yakarılan tanrılar arasında kendimin
tanrılaştırılmış sureti karşısında durduğumda, sunu veren de ben olayım verilen
de, tapan da tapmç gören de. Kusurlar ayırır güzellik yaklaştırır çünkü güzellik
tamlıktır. Çizdiğin, bu yüzden eksik değil tam olsun, yani güzel olsun.
Güzelliğin bir adı da güçtür bizim dilimizde. Öyleyse tutsaklarımı ayaklarımın
altında çiğnediğimi, mecali tükenmiş buğday başakları gibi saçlarından
yakaladığımı, öylece silkelediğimi, elimdeki gürzü öfkeyle kaldırırken verdiğim
göz d ağlarını, ezip geçtiğim toprağın yüzünde ot bile kalmadığını kazı
duvarlara. Ve hepsinin üzerine de ismimi yaz defalarca çünkü ismim, senin
yazdığın satırdan çıkarılarak bana verildiğinde, yaşamın öbür yüzünde var
olacağım, bu yüzünde ise unutulmayacağım.
Hükümdarın
cümlesine yontucunun buraya kadar bir diyeceği yoktu. Böylesine eğildiği
eğitildiği, taunlarını bile soğukkanlılıkla resmetmeyi öğrendiği bir geleneğin
yollarını ezber ederek gelmiyor muydu zaten? Bir kez olsun bendini aşmamış,
kendini yıkmamış olan için nicedir yürünen yol tekrarlanmaz da değildi. Lâkin
hükümdarın cümlesinin şu "iki" dediği kısmı yok mu, yontucu, cümlenin
bu kısmında ayağına dolanan bağı bir türlü çözemiyordu. Ne kadar zordu nice
uykusuz geceyi, dumanlı ateşin aydınlığında daralan nefesini, kirlenen tenini,
gözünün ışığını, hepsinin önemlisi onu tanrı kılan yanını, yaratıcı elini, yeri
bile unutturulacak bir mezarın ağır karanlığı içinde bırakmak. En güzel
eserlerini terke razı olan eski zaman yontucularından biri olmak. Terk; çünkü
sonsuzluğa uyanacağı uykuda hükümdarın asla rahatsız edilmemesi şarttı ve bu
şart da ancak mezar odasının unutturulmasıyla mümkün olacaktı.
Hükümdar,
onun halinden anlamıştı. Bir sarmaşık dalını gevşediği ağacın gövdesine
sararken, beklenmedik bir ilgiyle, ne düşünüyorsun yontucu, diye sordu.
Şikâyet, kul kısmı için makbul hal değildi, yontucu da bir kuldu şunun
şurasında, sağlığını yüce hükümdar, diye cevapladı ve sustu. Ama hükümdar bütün
teşrifatın ötesine geçen buyurgan bir samimiyetle, saklama, dedi, bana içinden
geçeni söyle. O üsteleyince, karşı çıkmak da yanlış olurdu. Bunun üzerine
yontucu, yaptıklarının görülmeyecek olmasından duyduğu kederi anlattı. Ama uzun
etmedi lafı, başı önüne eğik, sözcüklerin üzerinden kısaca geçti, bir iki
cümleyle açılı ver di. Karanlıkta kalacaklar, dedi, acısı yüzünden belliydi.
Mezar odasının kapıları gürültüyle indirilip de mühürlendikten sora en ufak bir
ışık değişiminin onlara katacağı renk ve anlam zenginliğinden yoksun
kalacaklar. En önemlisi, kimse görmezse şu kanat çırpan mavi kazları,
kanatlarının ucundan sıçrayan su damlasını, ey hükümdar şu seni gösteren güzel
yontuyu, ben nasıl onanacağım, görünmezsem nasıl bilineceğim? Kul kısmı ölümlü,
oysa eserin onu yaratan elden daha uzun ömürlü olması değil mi uygun olan?
Tanrılar bile bir surete girmişken, bir biçimde görünmüşken? Bitirdiğinde,
yontucu, nefes nefeseydi. Bu son cümleyi söylemek, aklından bile geçmemişti.
Hükümdar,
doğru, dedi, düşünceliydi; karanlık mezarım benim şöhretimi artırıp şeninkini
saklayacak. Ama bu karanlığı küçümseme. Ben öldüğüm zaman hakikat bu mezar
odasının karanlığında aydınlanacak çünkü. Sözün sihirli gücü bana yeniden
verildiğinde ağzımdan çıkan ilk sözcükle bu odada başlayacak yeni yaşamım ve
kutsanmış bedenim senin elinden çıkan suretlere bürünerek doğacak yeniden. Onun
için sen hakikatin hizmetkârısın ve başka bir niyetin oimasm. Bu yüzden; sakın
bana, niye karanlıkta kalacaklar, diye sorma.
Yontucu,
muazzam bir öfkeden korktu. Oysa hükümdar azgın bir selden çok durgun bir su
gibi akıyordu. Elini havuzun kenarına sarkmış bir akgünlük dalının sırtında
gezdirirken, suyun üzerinden geçirirken, ama, diye ekledi hükümdar,
söylenenlerin tümünü geçersiz kılmasa da yeni bir kabulü göze alanların
kullandığı edatla, ama; bu dünyada kalacak bir yanımız da var besbelli. Ben
sana, masallar, efsaneler, şaibeli haberler olarak anılacağımız bir zamana isim
olarak kalacağımızı da söylüyorum. Bak şairlerimin mezarımın kitabesine
yazdıklarına: "Sen ey gelecek zamanlarda benim taşlara kazdırdığım bütün
bu yazıları okuyup yaptırdığım resimleri ve yontuları görecek olan". Benim
zamanım her zamanı kapsar ey yontucu, senin de öyle olacak. Ama yarattığın şey
sonsuza değin korunacaksa bugün ile iktifa etme. Bugünü yarın için feda et. Ben
yetinmiyorsam sen de yetinme. Bak, dedi, ışığa ve dışarıya iyi bak. Sonra in
karanlığa.
Üç
gün sonra yontucu karanlığıyla baş başa, ölçümlerini yaparken çizimlerine ise
henüz başlamamışken, hükümdar mezar odasına geldi. Onun, gidişatı gözüyle
görmek istemesi alışıldık bir şeydi ama gidişat henüz başlamamışken bile, bu,
beklenmedik bir ziyaretti. Beklenmedik ziyaret, zahir bu hükümdarın âdetiydi.
Mezar odası boştu. Duvarlar şimdilik beyaz, duru, parlatılmış birer satıhtan ibaretti.
Sadece simsiyah, dayanıklı taştan oyulmuş lahit başköşede, o da bomboş duruyor,
açık kapağı yolcusunu, bir an önce gel, der gibi çağırıyordu. Kendi lahdine
yaslandı hükümdar, elini soğuk, parlak ve simsiyah taşın üzerine dayayarak
ondan kuvvet aldı, yüzü yan karanlık yarı aydınlıktı. Yontucu, dedi, sana öyle
bir haber getirdim ki, ağzını sıkı tutmasını bilirsen eğer sana da yeter, bana
da yeter. Anlatmaya başladı: Hükümdar daha dün gece yarısı, tapınağın en iç, en
karanlık bölmesinde bir kendisi bir de başrahibin hazır bulunduğu tenha
mecliste ömrünün ne zaman değil ama nerede sona ereceğini sormuştu kör kâhine.
Ölüm ne kadar kesinse zamanı ve mekânı o kadar belirsizdi. Ama öyle uzun,
sağlıklı ve ihtişamlı yaşamıştı ki hükümdar, artık yatacağı yer, öleceği
zamandan daha önemliydi. Kâhin, bir an düşünmüştü görmeyen gözlerini boşluğa
dikerek ve hükümdara kendi başkentinin, sonsuza kadar ayakta kalacağı umulan şu
güneş ve ırmak kentinin adını söyleyi vermişti: Sonsuzluk Kenti. Ömrünün son
günlerim ey yüce hükümdar, demişti, ismi Sonsuzluk Kenti olan bir kentte
geçireceksin. Son nefesini orada verip, onun toprağı üzerindeki taş mezarına
gömüleceksin.
Yontucunun
içinde bir hükümdarın tanrısallığıyla yarışan yerin farkında olan hükümdara
göre bu bir emniyet bilgisiydı. İçini serin tut, dedi, ben bu mezar odasında
yattıkça, yaptığın, bugün saklı kalsa da yarın açılacak, içinde ben gibi bir
hükümdarın ölümsüz bedeni saklandıkça senin eserlerin ve ismin de bir gün
mutlaka aydınlığa çıkacak. Hükümdar basamakları tırmanırken, ismini düşündü
yontucu, ilk hecesi bir somun ekmek, son hecesi su dalgası resmindeydi.
Yüzlerce yıl susması karşılığında kendisine, kendi ismi mi bir avunmalık olarak
verilmişti? Bu hesabın altından kalkamayacağını anladığında üzerinde durmaktan
da vazgeçti. Yüzünü, hayat verilmesi gereken boş duvara çevirdi.
Bir
şeye hayat vermeye kalkışan, onun içinde yaşamayı göze almalı. Bu yüzden
yontucu aylarca, ağır ve rutubetli bir sıcakla dolu mezar karanlığında yaşadı.
Oraya kurdu işliğini; onunla temas etti, onun dilini anladı. Ne istediğini ona
anlattı. Kolay değildi katlandığı şey, mezar odasına her girişinde gözü yan
karanlığa alıştı, dışarı her çıkışında, kamaştı. O kadar az ışık giriyordu ki
içeri meşaleler, çıralar olmasa, incecik kenar çizgilerini çekmek, renkleri
birbirinden ayırmak, zemini oymak imkânsız olurdu. Meşaleler ve çıralar vardı
ama onlar da, yağlı kara bir is yayıp duruyordu.
Zaman
geçti. Yontucu, duvar bezeklerini aylar sonra bitirince, bir o kadar daha zaman
alacak heykellere sıra geldi. Kabartmalar incelikliyse heykeller cüsseliydi.
Gecelerce, her zamankinden daha öfkeyle indirdi balyozu taşın üzerine. Saçı
sakalı, tırnaklarının arası, kıymıklar, taş ufantıları, toz toprak içinde
kaldı. Sert ve biçimsiz taş azapla şekle girerken, asıl azap yontucunun içinde
kaldı. Bu yüzden yarı aydınlığa çıkmış, yarı beline kadar doğrulmuş bedenlerin
sert ve katı mermerin içinden tam olarak çıkıp da kurtulması kolay olmadı. Ne
kadar güç işti tek parça taşta saklı şekli görüp de onu ortaya çıkarmak, bazen
günlerce uğraşıp da hiçbir şey bulamamak. Ama yontucunun kendi eserinin
güzelliğinde avunması fazla zaman almadı.
Öyle
heykeller yonttu ki, siyah ve koyu yeşil taşlardan hareketsiz tanrılar, pembe
mermerden, dudaklarında mağrur tebessümlerle güçlü ve eğilmez krallar çıktı
ortaya. Eğer omuz başlarına koruyucu şahinler konmamışsa, kraliçelerini
kondurdu hemen sol yanlarına. Başı dik, gözleri sonsuza çevrili bu heykellerin
hepsinin de yüzü doğuya, hayatın bir zamanlar var olduğu nehrin öbür yakasına
dönüktü ve kaç vücutta beliriyor olsalar da görünen hep o cihangir hükümdardı.
Sonra sütunlu, kemerli mezar yolunun iki yanma dizilecek güçlü aslanlar, tek
boynuzlu atlar, benekli kaplanlar yaptı yontucu. Hepsinin de sırtında geniş
kanatlar açılmıştı ve onların da yüzünde hükümdarın yüzü vardı. Sonraki
yaşamında hükümdarın hizmetine koşacak taştan hizmetkârları yontmak da, minicik
atları, arabaları, koku kaplarını, tahtları, yatakları, akla gelecek türlü
eşyayı yontmak gibi yontucunun sırtına kaldı. Ölüme devredilecek olsa da bu
muhteşem resmigeçit bütünüyle hayattı.
Bitirdiği
her heykelin karşısında hissettiği, yontucuya öyle geldi ki, tanrıların yaratış
gününde hissettiğine eşdeğerdi. Bu esrime hali içinde, kimi mezar karanlığında
kimi işliğinin uyuyakaldığı odasında hep aynı güzel rüyayı gördü. Nasıl
oluyorsa, güneşin parlak ışıkları altında görüyordu resimlerini, kabartmalarını
ve heykellerini. Gün ışığında yıkanı yortarken, isli karalı çıraların zayıf
ışığında görülenden bambaşka türlü oluyorlardı ve yontucu bile ilk kez
görüyordu bu pırıl pırıl, capcanlı renkleri. Gelen geçen hayranlıkla
seyrediyor, yontucununsa içi içine sığmıyordu. Rüyaydı. Her defasında,
sıkıntıyla uyandı. Sıkıntısı, rüyadan uyandığı için değil, böyle bir rüya
gördüğü içindi. Çünkü hükümdarın orduları neredeyse gecelerine çekilenlerin
rüyalarına dahi hükmedecek gibiydi. Yontucu bu rüyadan her uyanışında, hiçbir
şey değişmedi, aynı karanlıkta buldu kendisini. Sadece içinden, ey hükümdar
sana, diyebildi, bir rüya armağan ettim, rüya senin ama ilk göreni benim.
Rüya,
su gibi akan zaman içinde tamamlandı. Kâhinin bilgisini aldığı günden sonra
hükümdar, her seferinin dönüşü olacağına dair taşıdığı emniyetle çıkmıştı
başşehrinin kapılarından. Her gidişin nasılsa bir dönüşü olacağım bilmek güzel
şeydi. Bu güvenle, son seferi olduğunu bilmeden son seferinin kapısına geldi
dayandı. Esmer tenli ulaklarıyla, yontucuya haber saldı. Dedi ki; az zaman
kaldı, güneş bir hasat mevsimi boyunca doğup battıktan sonra büyük seferim
olacak. Sefer bu, belli mi olur, mezar odam tamam olsun. Ülkesinin tarihçesinin
en kanlı ve en cihangir hükümdarı ne de olsa kendi mezarına muhtaçtı. Sayılı
gün çabuk geçti, hasat mevsimi bitti. Irmak taştı. Bitmesi, nefes tutumuyla
beklenen mezar odası tamamlandı. Hükümdar kendi mezarını ziyarete geldi. Vakit
öğle üzeri, ışık, taşmış ve yayılmış ırmağın sularından yansıyarak salkım
söğüt, döküldüğü devirdeydi.
Parlak
güneşi dışarıda bırakarak hayatla ölümü ayıran kapıdan birlikte geçtiler. Biri
onu yapan diğeri onda yatacak olan iki kişi, mezar odasının derinliğine doğru
indiler. İki erkeğin önünde iki yol açıldı, biri ölüme bakıyordu biri hayattı.
Gün aydınlığı önce hafifledi sonra yarıya indi. Yontucu bir meşale yakarak
yukarı doğru kaldırdı. Işık duvarda dalgalanırken, büyüleyici bir an içinde
bambaşka bir âlemin perdeleri açıldı, her şey aydınlandı. Hükümdar kendi
lahdınin etrafına yerleştirilmiş dört heykeli fark etti önce.
Dört
heykel yan yana, sükûnet içinde, dördü de kendisiydi. Hiçbirinin yüzündeki
ifade, duruşundaki heybet diğerlerinden farklı değildi. Sonra duvarlarda
gezdirdi gözlerini. Resimler, kabartmalar belli belirsiz göründü önce. Sonra,
kuşlar, ırmağın balıkları, palmiye, servi, ılgın, hurma ağaçları, sepet sepet
meyveler, buketlenmiş çiçekler, azgın su aygır lan, can götüren sırtlanlar,
gündüz uykulu gece uyanık sadık köpekler, bir gözü yan aralık uykucu kediler,
munis köleler, acılı tutsaklar, tanrılar, hükümdarın kendisi sonra pek çok
bedende, hepsi, gölgelerin arasından sıyrıldı bir bir, karanlıktan çıktı,
kendilerini gösterdi. Her şey bir nabız vuruşunda gülümsedi. Ölümün sofrasını
anlatsa da bütün bunlar hayatın bahçesinden toplıanmıştı. Balık sanki suyun
üzerine sıçradı, avcılar ağ attı, bir kuş havalandı, tüyleri uçuştu rüzgârda;
rüzgâr buğday başaklarının üzerinde uğuldadı. Asya seferinden dönen tekneler
büyük velvele içindeydi. Sonra bir hükümdar gemisi büyük ırmağın üzerinde
süzüldü, içinde hükümdarın ölmüş bedeninin sureti.
Hükümdar
ilk kez görüyordu bu harika şeyleri, büyük ihtimalle dünya gözüyle bir daha da görmeyecekti.
Her şey istediği gibi olmuştu, insanlığının güzelliği, tanrısallığının
görkemiyle, kusursuz yontulup kusursuz boyanmıştı. Öldükten ve dirildikten
sonra sürdüreceği hayatı, bu hayattaki kendisini ve refakatçilerini, daha
ölmeden hayranlıkla seyrederken heyecandan nefesini tuttu. O kadar güzeldi ki
her şey, ama, niye karanlıkta kalacaklar, sorusu ilk kez kalbinden geçip de,
hep karanlıkta kalmalılar, cevabı da aklına düştüğünde, iki âlem, iki dünya
hükümdarın nefes tutuşu hatminle birbirine yaklaştı sonra çarpıştı. Tutulmuş
nefesi kalbini o kadar yordu ki kalp yetmezliğine düşmemek için aradığı çare,
bir kan tutması fısıldadı kulağına hükümdarın, bir anda kalbinin ucunda bir
burgu dönmeye başladı. Yontucuysa daha dün bitirmişti eserini ve güzellik
duygusunun kışkırttığı esrime hali içinde, dünya gözüyle görülmeyecek bütün
bunların neden var olduklarını düşünerek dertlenmeyi bile bir yana itmişti,
başına hiç beklenmedik bir şey, hükümdarın kalbine değil de aklına düşen şey
gelmeseydi.
Hükümdar,
hayranlık içindeydi, heyecanını saklamak hükümdarlığın âdetinden di ama o, daha
evvel bu kadar güzel bir şey görmediğini gizlemedi, açık yüreklilikle söyledi.
Beğenisinin karşılığını bollukla ihsan etti. Armağanı, hükümdarlığının şanına
yakışacak, öyle ki yontucunun, olsaydı, torunlarına dahi yetecek denli cömertçe
verilmişti. Ama şu tutulmuş nefesin fısıldadığı korku yok mu, o rahat bırakmadı
içini Gerçi zulüm, hükümdarlığın şanından değildi. Hükmetmekti hükümdarlığın
şanından olan. Ama bu, zalim bir hükümdardı. Vermekle yetinmedi, istedi.
Yontucuya
baktı gölgesi dört duvarda şulelenirken. Yüzü yine yarı aydınlık yan
karanlıktı. Söylemeye başladı. Yontucu, dedi, mühendislerim ve mimarlarıma asla
çökmeyecek ve yeri binlerce yıl bulunamayacak bir mezar yaptırdım. Ömrümün
tasvirini ise senin ellerine bıraktım, asim manası olan sureti senden edindim.
Düşlerde bile görülemeyecek incelikte kabartmalar, hayal edilemeyecek
güzellikte renkler, düşünülemeyecek görkemde heykeller verdin sen bana.
Donattığın şu mezar odasında, geçmişim gibi geleceğimin de, yaşamım gibi
ölümsüzlüğümün de senin ellerinde durduğunu ikimiz de biliyoruz artık. Hükümdar
bir adım attı, dip duvara oyulmuş ak nilüfer istiflerinin üzerine düşen
gölgesiyse yontucunun gölgesine üç adım yanaştı. Yontucunun sağ elini tuttu
gölgesinden ayrı düşen hükümdar, ama sol eline baktı; bu elleri tanıyordu ve
dalgınlaşıyordu. Hangi hükümdara dokundursan şu parmaklarını, dedi, onu ölümsüz
kılarsın. Yontucu, sıradan bir insanın parmağının ucunu bile dokunduramayacağı hükümdarın
avucundan elini çekemedi. Sıcaklık içine işledi.
Hükümdar,
varlığını bağıran d ağırı görkemi, gücümün görünür yanıdır benim, diye devam
etti. Ama bak, niye karanlıkta kalacaklarını ilk kez uğursuz bir merakla merak
ettiğim, hiç kimsenin göremeyeceği zenginliklerim var şimdi. Karşılığında bir
büyük suskunluğa tahammül etmeyi öğrendim. Oysa muhteşem bir eseri yapmış olan
kadar, korkarım daha fazla, onu yaptırmış olan da görülmek, bu şöhretle anılmak
ister. Hiç ışık almayacak, karanlıkta kalıp kalacak bir mezar odasını en güzel
resimlerle, en ihtişamlı heykellerle donatmak hangi hükümdarın gücünün
dairesinde durabilir? Buna kim tahammül edebilir? Hangi güzelliğin sahibi ona
sahip olduğunu sadece bilmekle yetinebilir? Bu tahammüldür benim asıl zenginliğim.
Ben bu fedakârlığa dayanacağım. Avuntum ise sahip olduğuma bir daha hiç
kimsenin sahip olamayacağına duyacağım inançtır.
Devam
etti, sesi eskisi kadar sakin değildi, yontucu, dedi, sen gibi bir sanatkârım
var benim. İçinden tanrıların yaratın eli akıyor ve bu tanrısallık benim
tanrılığımla boy ölçüşüyor. Saklı kalmaya tahammül edemeyeceksin ve İlk
fırsatta görünüp bilinmek isteyeceksin. Benim mezar odamı senin kılan
güzellikleri tekrar edeceksin. Oysa ben, bu mükemmelliğin tekrarına tahammül
edemeyecek kadar ben'im. Hükümdar, yontucunun sağ elini bıraktı, sol elini
tuttu, sen akıllı adamsın, dedi, yorma beni, anla ne olursun. Seni paylaşamam,
ben isteyiciyim. Sonra geldi, sol elin küçük parmağında, gümüş yüzüğün, yılan
biçimli dövmenin üzerinde durdu. Sol elinden yontucunun sanki canı çıkıyordu.
Hükümdar,
yontucunun ellerini değilse de, elinin dengesini, eksikliğini kimselerin fark
etmeyeceği mükemmeliyetini istiyordu. En ufak bir fazlalık yoktu oysa yontucuya
göre, tanrıların, kendi ellerinin biçiminde yaratıp durdukları insan elinde;
insan eli tanrının yaratıcı elinin bir modeliydi ve onun yarattığındaki
mükemmellik de dengesinde gizliydi. Hükümdarın istediği şu ki yontucu
eserlerini yine eskisi gibi yapsındı ama elinden çıkan hiçbir şey eskisi kadar
mükemmel olmasmdı. Yontucunun bundan sonra elinden çıkacak her şeye bulaşacak
belli belirsiz bir parıltı eksikliği, hükümdara yetecekti. Kimseler bilmesin,
fark etmezdi, bir hükümdar, bir de yontucu bilse yeterdi.
Hükümdardı.
Dur durak yoktu ki içinde, gücünün önünde bir engel olsundu. Her istediği iki
dudağının arasından emir hükmünde dökülüyordu, istese elini bileğinden, canım
teninden koparıp alırdı da sorgusu suali olmazdı. 13u isteği küçük bile
kalıyordu. Kaldırdı başını yontucu, siyah, derin ve içli gözleriyle uzun uzun
hükümdarın gözlerine baktı. Vereceği karşısında bu kadar alacak fazla mıydı?
Kanı dondu damarlarında. Evvel yazılmış bir hikâyeyi okur gibi okudu hükümdarın
gözlerinde az sonra başına gelecekleri, parmağının ucundan su olup akacak, kan
olup saçılacak çileyi. Bir şey demek istemedi. İstese de diyemezdi. Başını
önüne eğdi. Bir adım daha attı hükümdar, gölgesi yerinde değildi.
O
gün yontucu, hükümdarın bedenini ebedi kılmak için kendisini vererek donattığı
mezar odasına, bu kez bambaşka bir şey bıraktı. Gümüş yüzük yuvarlandı, kapağı
açık boş lahde çarptı. İncecik sırça, taşlık yola düştüğünde gerçekleşen her ne
ise o oldu, bir tannândır yükseldi. Umulandan daha az kan aktı mezar toprağının
üzerine. Umduğundan daha az oldu acısı. Ama kanı umulmayacak kadar siyahtı.
Yontucu kendi kanının renginden korktu. Acısını unuttu.
Küçüktü
elbet, yara kapanırdı. Acı siner, kan dinerdi.
Ama
ne garip, daha evvel fark etmemişti yontucu, dünya sanki şu küçük parmağının
yılan dövmeli ilk boğumunun üzerindeydi ve hükümdar en fazla da, tanrıların
yazgısı böyleymiş, deyip de eylemini yazgıya yüklediği anda zalimdi.
Yontucunun
yazgısı varsa hükümdarın da yazgısı var ve ölüm böyle anlarda elle tutulacak
gözle görülecek denli yaklaşır. Çok şey demek olan yıldız her defasında aynı
yerden doğsa da, her şey demek olan güneş, ışığını belli zamanlarda aynı
noktalarda parlatsa da, denize nerede kavuştuğunu herkesin bildiği ama nerede
doğduğunu kimselerin görmediği ırmak aynı gölgeleri koynunda sakla s a da zaman
geçti, kader gerçekleşti.
Kendi
mezar bütününün tamamlandığını göremeden, aceleye getirilmiş bir hikâyenin son
cümlesine düşer gibi öten, öldüğü an mezarının yapımı aniden duran
hükümdarların sayısı az değildi bu ülkenin tarihçesinde. Ölümün en kötü yanı,
beklenmedik olmasa geriye hep yapacak bir yığın şey kalması.
Lâkın
tamamlandığını gördüğü benzersiz mezarına gömülemeyen ilk hükümdar o oldu.
Üstelik
o, batıyla doğunun sahibi olmakla gönenirken, kuzeyle güneyi birleştirmek, yani
ki dünyayı kendisinin kılmak için çıktığı ve bambaşka bir ganimet kazandığı
kuzey seferinin dönüşünde, hiç sebep yokken, aniden ve ateşler içinde yığılı
verdiği döşekte ölen o hükümdardı. "Mavi Gül Dalı".
Yumuşak
döşekte ve geriye ismi bile kalmayan şu yabanıl kuzey ülkesinde ölümle hayat
arasında düştüğü yarı uyku yarı uyanıklık halinde son günlerini geçirirken,
burada ölüp gideceğini anladı, tapınağın güvenilir karanlığında dinlediği kör
kâhinin görüsüne inancı sarsıldı. O, ölüm döşeğindeyken, algıyı bambaşka
aynalarda evirip çeviren, uzatıp kısaltan cehennem ağzı ateş nöbetleri
arasında, daha sağlığında hükümdarlığına ortak ettiği oğlunu çağırdı yanma.
Neredeyiz, diye sorabildi, bu kentin adı ne, diyebildi. O zaman oğul hükümdar,
ölüm döşeğinde olduğu apaçık babasına, burası önemsiz bir kent, dedi, bu kentin
ismi bile kalmadı geriye, çünkü o ismi hatırlayan kalmadı, hatırlayan yok çünkü
bir hafıza taşıyanların hepsi kılıçtan geçirildi.
Oğul
hükümdarın sesinde acılık, kalbindeyse mavi gül dalı bir hafiflik vardı ama
şurada ölen babasıydı. Baba, kaçınılmaz hayatın kapılarını açacak titreyişler
arasında bir kez daha, bu kentin adı ne, diye sorunca, oğul bu sefer, onun
yanan bağrına bir ırmak serinliği olsun diye, bugünden sonra Sonsuzluk Kenti
koydum bu kentin adını, ey hükümdar baba, diye bir çırpıda cevap verdi. Yarı
hükümdardı, her sözünü kanun kılan, her zamankinden daha kılıçtan keskin, daha
kıldan ince kullandığı yetkiyle, senin başkentinin bir eşi de sana yaraşır
namda burada kurulacak, dedi. Başkentinin bir yansıması da onun bu kadar uzağında
ışıldayacak.
O
zaman, Sonsuzluk Kenti adını duyunca, hükümdar öyle bir gülümsedi ki manasını
ancak başrahip, yontucu, bir de görebilseydi kör kâhin çözebilirdi. Oğul, bu
tebessümü, kendisine bırakılmış son bir veda armağanı olarak alıp kabul
ederken, unutulmayacak acı bir hatıra olarak zihninin bir köşesine
yerleştirirken, hükümdar orada gömülmek İstediğini kesin bir buyruk olarak
söyleyebildi. Kaderin, kuşkusuz, gerçekleştiğini öğrenmişlere özgü güvence ve
ona söz geçirmeyi aklından bile geçirmeyecek razılık halindeydi. Bu istek,
erkânı ve ordusu tarafından, cihangir hükümdarın, toprağı kendisinin kılmak
için başvurduğu ölümcül bir yol olarak değerlendirildi. Onun, mecalsiz bir
sesle ve kendi kendisine, ben öbür Sonsuzluk Kenti zannettimdi, diye mırıldandığını
ise kimse fark etmedi. Zaten fark etse de ne fark ederdi?
II
Ömür
beş günlük. Baba o babaydı, oğul bu hükümdardı.
Hiçbir
hükümdar, babası bile olsa başkası adına yapılmış bir mezara gömülmek
istemediği için, baba hükümdarın mezarı, görkemli kapısı ölümü tatmış bir
bedenin üzerine mühürlenmemiş tek mezar odası, lahdi de açık kapağı hiç
kapanamayan tek lahit olarak kaldı. Sakladığı sadece, kendilerine gün ışığı
değmeyen yontular, resimler ve kabartmalardı, onlardan da kimsenin haberi
olmadı.
Ama
tarih kendisini hem ezber hem şerh hem de tekrar ederken, yontucunun
Sanatkârlar Köyündeki evini ikinci kez bir hükümdar ziyaret etti, ilk hikâyenin
üzerinden yakıcı bir yaz ateşi, serin sularıyla bir taşkın mevsimi geçmiş, acı
dinmiş, yara sinmişti. Hükümdar geldiğinde yontucu kumtaşıyla uğraşıyordu.
Dünyayı tanır, insanın binbir türlü ahvalini bilir olmuştu, biri zulmetten
nişane bırakan şu iki hükümdar ziyareti arasında. O ihtişamlı bedenle yüz yüze
durduğunda, toprağın yüzüne kapanmayı hemen akıl edecek kadar heyecanını
zaptetmeyi, kanının soğukluğunu korumayı öğrenmişti.
Hükümdarsa,
tavanı nilüfer başlıklı sütunlara dayanarak ayakta durabilen büyük tapmakta taç
giyen her hükümdarın, hemen ertesi gün yaptığı şeyi yapıyor, kendisine bir
mezar bütünü sipariş ediyordu. Lâkin karşısında duran sanatkârdan, içindeki
resmin arkasına düşmesini isteyen hükümdarın istekliliğindeki eksik yan
yontucunun gözünden kaçmadı. İhtişamın içine saklı güzel bir delikanlıya
benzeyen oğul hükümdar, konuşurken, ölüme ve sonsuzluğa dair kelimelerin
ağırlığı altında ezilmiyor, henüz çok zamanı olduğuna inananların tamamı gibi,
belki daha önemli bir haleti varmış gibi, onların üzerinden dağınık bir
dikkatle geçip gidiyordu. Belli ki aklı hayatın ötesinden çok bu tarafmdaydı ve
o, ölümünden çok yaşamıyla ilgiliydi. Sundurmanın gölgesine kurulan hafif
koltuğun üzerinde, bir ayağını öne uzatarak oturan hükümdar, incecik sırça
içindeki buğulu çöl şerbetinin sonuna henüz gelmişti ki, yontucu yanılmadığını
anladı. Hükümdar ondan ikinci bir şey daha istiyordu. Üstelik bu şey,
isteklerin dile getirilmesinde ikinci sıraya konulmuş olsa da, hükümdarın öbür
dünyasından çok bu dünyasına bakıyor ve onurlandırıcı ziyaretinin asıl nedeni
gibi görünüyordu. Aşık hükümdar, yontucudan, kuzeyli prensesinin bir büstünü
istiyordu. Mezarım için acele etme, dedi, korkarım onun için henüz vaktim var,
büste ise hemen yarın başla, bekleyecek kadar zamanım yok benim.
Dili,
bilindik kelimelerden çok farklı olsa da aşk, doğası icabı gizli kalamayan bir
şeydi. Genç hükümdarın, bir savaş ganimeti gibi bahtına vuran ama kraliçesi
kılmak istediği kuzeyli prensese duyduğu karşılıksız aşkı yontucu da duymuştu
ve bu hikâye, tam da, prensesinin gönül ülkesini fethetmek için hükümdarın
beyaz mermer saraylar, sun'i göller yaptırdığı, has bahçeye beyaz kaplanlar ve
simsiyah panterleri masum ceylânlarla bir arada salıverdiği zamanda
demleniyordu. Hükümdar, işlikten çıkarken bir an durdu, yarı belinden geri
döndü, bu bakış, babasının bakışına, bu dönüş, babasının dönüşüne benziyordu ilk
bakışta. Ama, dedi, yontucuya, suretini yontacağın prensesi bir gör önce, onun
huzuruna çık, vakit geçirme, yarın güneş ilk ışıklarını salarken saraya gel.
Kölelerinden birisini yontucunun eşliğine bıraktı, görkemsiz gösterişsiz
alayıyla gözden uzaklaştı. Yontucu, onun son cümlesinin görünmeyen yüzünde,
kalbini yumuşatacağın kalbin sahibini bir gör önce, manasım okumakta hiç
zorlanmadı. Fethetmek istediği ülke için yontucunun yardımına başvururken, öyle
masum ve açıktı ki kalbi, yontucu, bu delikanlının, babasına benzemeyen
yanlarının benzeyen yanlarından daha fazla olduğunu çok geçmeden anladı.
Hükümdar
gider gitmez yontucu yerinden kalktı, şimdiye değin rastladığı taşların en
değerlisini, onu sakladığı yerden çıkardı. Taş aramak için uzaklara gidip de bazen
bulamadığı, bazen de bulmuş bir gönlün sevinciyle kanatlandığı günlerin
birinde, vadiyle çölün kamaştığı yerdeki mermer yataklarında rastlamıştı ona.
Yüzlerin en soylusunu ve en güzelini bir gün, onun içinden bulup çıkartmak
niyetiyle, yumuşak keten bezlerine sararak işliğinin en kullanılmaz tarafına
kaldırmıştı. Duru, sessiz bir kütle, neredeyse mavi ırmağın renginde bir su
mermeri. Yontucu şimdi bu yarı saydam kütleye bakarken, gövdesine dağılmış
zarif damarları ile güzellik ve sağlamlık duygusunu aynı anda uyandıran
mermerin, insandaki kalıcılık ihtiyacına cevap verebilecek en uygun nesne
olduğuna bir kez daha karar verdi. Su mermeri değil miydi taşların en güzeli?
Büyüleyici ve dayanıklı. Kalıcı ve görkemli. İnce ve zarif. En kalıcı eserler
en sert taşlara işlenerek bırakılıyordu geriye ve şu sert, katı görünümlü taş,
eğer kabuğu soyulup da özüne ulaşılırsa, akasya tahtası uysallığına
geliveriyordu. Seçiminden bir kez daha hoşnut kaldı. Asıl maharetin taşta değil
taşçının elinde olduğu herkesçe bilinse de elin yüklediğini de her taş
çekemezdi. Yabancı güzelliği dillere destan kuzeyli prensesin yontusu ancak
böyle nadide bir taştan çıkartılabilirdi ve bir kalp adına bir başka kalp ancak
onunla fethedilebilirdi.
Taşların
en güzelini, ışığı kuzeyden alan pencerenin önüne çekip kaidesinin üzerine
yerleştirdi yontucu, derininde parıltılı bir yıldız nehri akıyordu. Baktı,
bakmaya doyamadı. Kusurluydu ilk bakışta ama bir kusursuzluk vaadi taşıyordu.
Asi görünüyordu ama boyun eğdirmesini bilene soylulukla itaat edeceği aşikârdı.
Dokundu henüz biçime girmemiş bu dağınık şeye. Soğuktu. Avuçlarının içiyle
okşadı, parmaklarının ucuyla yokladı. Bu pürüzlü tenin, içinde ne sakladığım,
ona ne vereceğini merak etti. Bu merakla, çok büyük bir huzursuzluk, sefere
kalkmış bir hırçınlık hissetmesi gecikmedi. Kalbinin çarpmasında, nefesinin
daralmasında tanıdı yontu evveli huzursuzluğunu. Bütün gece sol elinin
eksiğiyle boğuştu durdu. Bir kez daha başkasının rüyasını kendi rüyasında
yorumlayacaktı ama bu bambaşka bir rüyaydı. Nasıl olduysa, sabah erken oldu.
Yontucu, çıplak ayaklan halhallı suskun köleciğin arkasına takıldı, sarayın
yolunu tuttu. Sırtım güneşin battığı yöne çevirince tan yerine döndü yüzünü bir
kez daha, kraliyet sandallarından biri rıhtıma bağlanırken aynı ıhlamur çiçeği
kokuları karşıladı yontucuyu, saray aynı saraydı, su aynı, ışık aynı.
Prensesi
sadece iki kez görmesine izin verildi, ilkinde sabah vaktiydi İkincisinde akşam
üzeri, ilkinde yontucu, sisler arasında yüzen hurma bahçesinde, bir ışık seli
içinde gezinen prensesi uzaktan seyretti, ikinci ve sonuncusunda onunla yüz
yüze geldi. İki gün vardı arasında bu görmelerin, fazlası gerekmedi; yontucuya
sadece prensesin sayısız güzel halini görmesi için değil, gittikçe derinleşecek
ağzıyla bir hükümdar uçurumuna düşmesi için de yetti. İlkinde yontucu, ona bir
yontu için yeterli olacak bakışla değil de kendisi için baktığını anladığında,
kendisiyle sanat diye bildiği şey arasına ilk kez mesafe girdi. Dikilip durduğu
havuzun kıyısında, ne suyu delip de ışığa çıkmaya hevesli su çiçeklerini ne de
gövdesinin bütün ağırlığıyla suya eğilmeye meyilli ağaçları fark edebildi.
İkinci karşılaşmalarında ise bu mavi ve yabancı kuzey çiçeği, ırmağa bakan
dairesinin perdeleri yarı çekili kabul odasındaydı. Yontucu ilk anda ellerini
fark etti onun ve resmetmek için önce ezber etmesi gerekenlere mahsus o keskin
bakışla, lâcivert kumaş üzerinde kendi ışığını yayan o iki parça aydınlığı
görüp de bir iç titremesine tutulduğunda, bu elleri bir görenin bir daha
unutamayacağını anladı. Neden sonra başını kaldırıp onun yüzüne baktı, tanrılar
yaratmaya alışkındı ya yontucu şimdi karşısında duran bir tanrıçaydı.
Sendeledi.
Bu anın uzamasını istedi. Bakışlarını ışığa doğru kaldıran ey ince güzellik,
diye geçirdi içinden. Hangi dünyanın habercisi sin sen ki haberin yollarda
böyle gecikti? Prensesin bir halinde her halini seyretti, sonra her halinde bir
halini. Ellerini, gözlerini, başını kaldırmasını, başım eğmesini; boynuna
dökülen saçlarını, ille de saçlarını. Arkadan bağlanmış ve tek örgü halinde
toplanmış saçlarım. Bazen dalga dalga salınmış saçlarını. Her halinde de
mutlaka alnının üzerinden geçirilmiş bir taçla taçlanmış saçlarım. Prensesin
yüzüne çok dikkatli bakmaması hususunda nedimeler tarafından uyarılmıştı ama
yontucu daha fazlasını, prensesin, elini çenesine, yanağına, şakağına, alnına,
burnuyla dudağı arasına götüreceği anı bekledi. Taşın kalbine dökecekti
gördüklerini; tekrarı olmayacak şu yüzleşmede her şeyi hafızasına yerleştirmek,
güzelin tanımsız olduğuna dair şaşmaz bilgiyle onun çizgilerini seçmek, bir de
sesini duymak istedi. Bir efsane olmaya yazgılı kahramanın sımsıkı örtülü,
bıçak sırtı dudakları arasından bir sözcük çıktığı hangi masalda yazılıydı? Ama
konuştu prenses. Söylediği, gelip geçen hizmetkârlardan birine, önemsiz bir
cümleydi, ama serin sular, akıntılı denizler gibiydi sesi. Bu ses ruhuna
çarparken yontucu sustu, konuşsaydı çölün yanık sesiyle konuşurdu.
Söyleyeceğini söyledikten sonra prenses lâcivert gözlerini kaldırdı, yontucunun
yüzüne baktı. İlgisiz ve kederliydi bu bakış;
yontucuysa
ırmağın sırtından geçmesine alışık olduğu binbir türlü lâcivert arasında
böylesine daha önce rastlamamıştı. Şu, karşısında var, var, var olan güzelliğin
hayatına ne zaman katıldığını işaret edebileceği bir dönüm noktası hatırlayamadı,
sanki hep vardı. Öyle bir kazındı ki bu yüz yüzüne, unutmasının imkânı
olmayacaktı. Nereye dönse yüzünü karşısına çıkacaktı. Hükümdarın rüyasını kendi
rüyasında yorumlayacağını zannederek düşmüştü hurma bahçesinin sisli ışıklı,
seli i söğütlü yollarına. Oysa görüp de unutulmuş kendi rüyasını başkasının
rüyasında yorumlayacağını anladı.
Bilenler
bilir, rüyanın yolları kazalı belâlı. Ressamdı, güzelliği sadece görmekle
kavrayabilir, o kadarıyla yetinebilirdi. Ama bir yanı da yontucuydu onun, taşı
dokunarak kavramaya, öylece anlamaya alışkındı. Bir andı; güzelliği görmekle
yetinen yanma, yetinemeyen yanı karşı durunca, en dokunulmaz olana dokunmak
istediğini fark etti. Her defasında dokundukça kaybettiği şeyi bu defa
dokundukça artıracağım anladı. Şaşırdı. Soğukkanlılığını yitirdi. Sarsıldı. Bu
ne haldi? Hali şuydu ki gözle görülür elle tutulur güzelliğin yontucunun
gözünden kaçması söz konusu bile değildi ama güzellikte ustalık her defasında
acıda çıraklık gerektiriyor. Çünkü aşktı güzelliğin eşlikçisi ve aşkın
kendisini ne kadar güzel kıldığını, ona ne kadar yakıştığını fark ettiği anda
ve aklında hiç olmayan şeyi içinde aniden hazır bulunca, yontucunun korkmadığı
başına geldi. Korkmadığı, çünkü böyle bir şeyi ondan korkacak kadar
düşünmemişti bile. Ama sel işte, sormadan çıkageldi. Öyleyse nedensiz olamazdı
böyle bir oluş, belli ki evveli vardı. Ama prenses onun yüzüne, aramızda
yaşanmış bunca şeyi nasıl hatırlamazsın, der gibi bakmadı ki. Çünkü içinde
yaşanılan ırmaklı, saraylı, kullu, hükümdarlı, pek çok tanrılı bu dünyada, bazı
yazgılar gerçekleşmek için değildi.
Dışarıya
çıktığında, yontucuya; büyük, derin, mavi ve güzel ırmak akış yönünü aniden
değiştirmiş gibi geldi, oysa eskisi gibi akıyordu ırmak. Peki kaç zaman, kaç
saat, kaç dakika geçmişti? O, huzura kabul edilirken güneş, ırmağın bir mızrak
mesafe üzerindeydi. Ne kadar kısa zaman içinde olup bitmişti ki her şey güneş
ırmağın koynunda kaybolmamıştı bile. Akşamki köle saygıyla önüne geçip de
kraliyet sandalının yolunu gösterdiğinde, ölümün bu kadar evcilleştirildiği ama
yine de ağlayıcı kadınların figanına ihtiyaç duyulacak denli ağır olduğu bu
dünyada bile, oracıkta ölse gam yemeyeceğini hissetti yontucu. Diğer yandan,
ilk kez ölmekten korktu, ey tanrılarım, bugün değil, ne zaman olursa, ama ne
olur bugün değil, diyebildi. Yaman bir aşka düştüğü besbelliydi.
Dünyanın
ipliğinin siyah mı beyaz mı olduğunu kestiremediği, âdeti her şeyi olduğundan
daha büyük göstermek olan yavuz gecenin sabahında yontucu, bambaşka bir dünyaya
uyandığını sandı. Gece ile gündüzü, varlık ile yokluğu, neşe ile kederi, ay ile
güneşi içinde bir arada bulduğunda anladı aşkın tatlı, dünyanınsa sert
olduğunu. Saklı bir sevdaydı bu, histen düşünceye dönüşmesi bile tehlikeyken,
bilgiden eyleme çıkması tahayyülün sınırları içinde değildi. Bu olumsuzlukla,
bilgi ile eylem ihtimali gelip de birbirine çarptığında eksik kaldı bir tarafı
yontucunun, nefesi ciğerine dokunamadı, çokken bir kılınamadı, eğriyken
doğrulamadı, yitikti bulunamadı. İstilâya uğradı. Nasıl olup da girmişti rüyalarına
hiç düşünmediği o birisi? Belli ki kalpten de hayattan da bir adım önde olan bu
rüyayı, keşke hiç görmeseydi. Ama kalbe dolan şu tamlık duygusu, şu kendi
karanlığım aydınlatan ışık? Olur gibi değildi.
Bütün
bunların içinden çıkamayınca, hesap yapmayı bir tarafa bıraktı. Kuzey ışığının,
su damlası mermerin, o soğuk taş kütlesinin karşısına geçip kendisini işine
vermek istedi, prensesin büstünü yontmakla yetinmeye niyet etti. Taşçı
kalemiyle yüzün iki yanını mermerin üzerinde işaretledi, derinliğini belirledi.
İşık sabah vakti, akşam üzeri, öğle zenginliğinde odasını doldurdu. Yontucu,
aklında kalan her haliyle prensesin resmini taşın üzerine geçirdi. Eline aldı
keskiyi. İlk vuruşu indirdi. Kalem ağır tokmağın darbeleri altında taşın
derinliğine doğru ağır ağır ilerledi. O gün orada çıraklık yıllarından sonra,
serçe kokuşlu parmağının ilk boğumunu kaybettiği günlerde bile olmayan bir şey
olup da yontucu, keskiyi prensesin üst dudağıyla burnunun arasındaki nehiri
yontarken kaydırınca, kul yapısı, dedi kendi kendisine, avundu. Ama ertesi gün
çıraklık yıllarında bile olmayan o şey olup da çekici sağ elinin işaret eden
parmağına hızla indirdiğinde prensesin büstünü yontmakla yetinemeyeceğini
anladı. Karadut renkli, günlerce geçmeyen lekeyi, acemilik yıllarında olsa
göstermek istemez, giysisinin kıvrımları arasına saklardı. Bu kez saklamadı.
Yarı bitmiş şu suretin bile gözlerine doya doya baka m ayınca, geriye yontucu
diye bir şey kalmadığını anladı.
Bir
ırmak suyundaki yaprak gibi yaşadığı arkadan gelip de geçen günler içinde
yontucu aşkın binbir türlü halinden geçti. Her kim ki prensesten bahsetti ona
muhabbet etti, her kim ki prensesten bahsetti ona düşman kesildi. Hep ondan
bahsetmek istedi, oysa adının ağza alınması bile yasaktı prensesin. Vehimler
sökün etti. Prenses kilitli bir kapı kadar kapalıydı, hem prenses kilitlendiği
halde anahtarı üzerinde bırakılmış bir kapı kadar da davetkârdı, oysa cürmünden
habersiz bütün mücrimler gibi, prenses mazurdu. Hepsini de yontucu düşündü
bunların. O kadar güzeldi ki prenses, yontucu baştan başa sevdaydı, o kadar çok
saadet ülkesinin dışında kalmaya mahkûmdu ki baştan başa kara sevdaydı.
Dayanırım zannetti. Tahammül de tıpkı sessizlik ve sabır gibi öğrenilebilir
değil miydi? Dayanılır gibi değildi. Önce yamaçlara vurdu kendisini. Olmadı.
Dağlara da sığmadı. Kumsala indi. Suya yürüdü. Su boğazına kadar yükseldi. Ne
çare! Ölüm bile çözüm değildi. Zannettiği gibi değildi. Hayat ölmek değildi.
Gerisin geri döndü. Acının, yaşanmaktan başka çaresi olmadığını çok geçmeden
anladı; kendisini, susulacak aşkına böyle teslim etti. Öyle üzgündü ki. Çekilen
bunca acının karşılığı, bir kez olsun başını onun dizlerinin üzerine bırakarak
uyumayacak mı?
Bir
hükümdar sevgilisi, tanrılar emri gibi yasaklanmış olanın, üstelik kendisinden
haberi bile olmayanın habersizliğinde, sadece taşın ve keskinin sesinin
duyulduğu gecelerde suskunluk doldurdu yontucunun içini. Her şeyi içine attı,
görünen tutamadığıydı. Ama sustuğu aşk öyle ağırlaştı ki aşkından çok, onu
saklamaktan yoruldu. Sustukça hesaplarına kendi ölümü dahil oldu. Göğsünü
çatlatacak şu nefesin yansını salıverebil şeydi hava boşluğuna, ondan
bahsedebilseydi, tek kelime edebilseydi, bir adını söyleyebilseydi bir
insanoğluna. Tek kelime edemedi, vadilere bile bağıramadı onun ismini. Dili yoktu
yontucunun, olsa, bir kalbi bir başka kalp adına fethetmek için sınırlarına
düştüğü şu ülkede hükümdar için değil kendisi için söylerdi. Ama taşlar kadar
sessizdi. İyi ama böyle bir ateşin dumansız kalması nasıl mümkün olabilir?
Olmadı zaten. Prensesin büstünü bitirip de karşısına yontucu gördü ki yonttuğu
büst hükümdar için değil kendisi için olmuştur ve taşlar onun yerine
konuşmuştur.
Yontucu,
prensesi üçüncü kez, büstü tamamlayıp da saraya götürdüğü gün gördü. Görmek
sevincinin yine görmek acısıyla ölesiye boy ölçüştüğü sırada canından can
ayrılırken alındığı huzurda, prensesin sol yanında ve ayakta hükümdar
duruyordu. Prensesin, konuşan taşlara dönüp bakmadığı, bana mısın, bile
demediği gündü o gün. Hükümdarsa bir prensesin yüzüne baktı, bir de su damlası
mavi mermer yontunun çizgilerinde gizli olan özneye. Taşların ne konuştuğunu
anladı o an. Elini dokundursa, yanacaktı. Bu el kalbini kavradı yontucunun.
Biraz sıksa yontucu değil de hükümdar boğulacaktı. En büyük gailesi susulmak
olan bu aşkın tek bilgisi hükümdarın kalbinin üzerine kaldı böylece, onun
bildiğini yontucu bilmedi, hükümdarsa bildiğini konuşmadı. Ama sustuğunda
hükümdar susmadı ki, onu susturan bambaşkasıydı. Çünkü prensese duyulan bu
ikili aşka rağmen yürünecek asıl yol, yontucuyla hükümdarın arasındaydı.
Sarayın
basamaklarını kaçarcasına inerken ağır ağır çıkan iki kişiyle yüz yüze geldi
yontucu. Sanatkârlar Köyünün meşhur cam ustasını tanıyabildi. Ustanın elinde
prensesin kalbini fethetmek için hükümdarın ısmarladığı, şöhreti dört bir yanı
tutmuş camdan kuş vardı, öbür elineyse küçük bir kız çocuğu sarılmıştı. Öyle
kendinde değildi ki yontucu, selâmlamayı unuttuğu gibi, az kalsın ustaya da
çarpayazdı. Önüne baksana, diye haykırdı küçük kız, camdan kuşu kıracaksın.
Sesi dört bir yanda çınladı. Çocuktu ne de olsa, sessiz saray duvarlarının
alışık olmadığı bu bağırtıya kimse sesini çıkarmadı.
Gün
o gün oldu. Ölülere, batan güneşe, gelmeyen haberlere, kabul olunmayan dualara,
çözülmeyen düğümlere alışkın ırmağın daima ölüme bakan batı kıyısında,
işliğinin karanlığına gömüldü yontucu. Bulmuşken, saklamayı öğrenmek
mecburiyetinde kalması, üstelik saklamayı başardığı halde ölüp gitmemesi, ancak
can alıcı bir haykırışla bir parça durulabilecekken susabilmesi, öyle çok
ağrına gitti ki, aşkın âşığa verdiği o gerekçesiz hakla prensese bile değil,
kendi kendisine kınlı verdi. Kabil olsaydı kalbini şu koca taş parçasının
üzerine koyacak, sonra var gücüyle indirecekti balyozu üzerine. Ama ateşi
soğutan, alevi söndüren, çığlığı bastıran, kalbi susturan, su kadar meşhur
olmasa da yine şefkatli taştı. Bağrına taş basması gerektiğini, el yordamıyla
bildi. Kendisini onun serinliğine, içindeki kara sevdayı taşa verdi. Her acı,
bir öz armağan etmiyor imana; asıl a ulaşmak değildi onunkisi, yaşarken surete
döndü, kendisini geçti. Daha çok yol vardı önünde, üstelik zamanı istemediği
kadar da fazlaydı.
O
kadar uzundu ki zaman, yontucu, neredeyse bildiği kelimeleri unutacaktı ve onun
da adı silinecekti hafızalardan. Ta ki unutucu olmayan hükümdar, sedir
ağacından, beyaz yelkenli gemisiyle, habercilerini salıp da, mezar odamın
resimlerini, yontularını hazırlamaya başlasın, mimarlarım ve mühendislerim
işlerini bitirdi, sıra ona geldi, buyuruncaya kadar. Nehrin karşı kıyısından
değil çok daha uzaktan geliyordu haberciler bu defa ve kıymetli yüklerini
aldıktan sonra ırmak yukarı günler sürecek bir dönüş yolculuğu vardı önlerinde.
Aradan geçen çok zaman, aşkını ölümsüzlüğüne önceleyen hükümdarın evvelâ o
aşkı, sonra o aşkta tek ve biricik Tanrı'yı bulmasına yetmişti. Güçlü rahipleri
karşısına almış, karanlık tapınakları aydınlatmış, eski tanrıların isimlerini
duvarlardan sildirmiş, sildiremediklerini, duvarlarıyla birlikte yerle bir
etmişti. Geçmişi olmayan yepyeni bir hayata başlamak içinse başkentinin yerini
değiştirmişti. Yeğindi yapmaya kalkıştığı şey ama kalkmıştı altından. Yontucu,
zihninin derinlerinde sendeleyerek beş yıl üzerine işliğinden çıktığında,
uykularında dahi kendisini terk etmeyen kederli bir mana gelmiş, yüzünün
üzerine yerleşmişti. Üzerine taş bastırdığı ırmak öyle derinlere akmıştı ki,
kraliçeyi silmediği bu resmin başköşesinde, hükümdarla baş başa kaldığını
yontucunun kendisi bile anladı.
Kuru
dalların ucundan hayat fışkırtan o güzel mevsimde, firuze rengine durmuş gökler
altında, oğul hükümdar da tıpkı babası gibi, ölümünden sonrasını emanet edeceği
kişiyi ırmağın, bu yeni başkenti bölen vadisinde, kayalıkların bağrına oyulmuş
mezar odasının girişine götürüverdi. Sessizlik ve tenhalık vardı ortalıkta,
daha birkaç gün evvel burada hummalı bir inşaatın sürüyor olduğuna kimseler
inanmazdı. Kölelerin elinde meşaleler, basamakları indiler, mezar odasının yan
karanlığına girdiler. Aynı rutubetli sıcak yontucunun yüzüne çarptı, zaten hiç
unutmamıştı.
Hükümdar,
dinç ve gergin sırtını, dayanacak başka yer yoktu, siyah, parlak lahdin
soğukluğuna yasladı. O da elini dayadı, kendi mezarının soğuk taşından kuvvet
aldı. Parmaklarının çoğunda altın yüzükler vardı ama yontucu, altının onda,
kendisine esir olunmuş bir dünya saltanatı gibi değil, boyun eğdirilmiş, ezilmiş,
terbiye edilmiş bir şey gibi durduğunu görebildi. Altın bile onda sevimliydi.
Söze başlamadan evvel kendi I ah dinin açık kapağına, gel diyen boşluğuna
bakarak tebessüm etti hükümdar, bu tebessüm ne kadar manidar, nazik ve inceydi.
Bakışlarını yontucunun yüzüne kaldırdı. Nefesi hissedilecek denli yakın,
anlayışlı, kibar fakat kararlıydı. Yakındı ve bu yakınlıkta sırtım yaslayacağı
kendi mezarının dışında bir arayışın daveti apaçıktı.
Ama
değil mi ki hükümdar, ölüm sonrasına kendisini bırakacak olan yontucuya, nasıl
görünmek istediğini bir bir ezberletecekti şimdi ve bu şereflenme belli ki bir
kez daha yontucunun omuzlarına çökecekti. Her şey tamam, diye başladı âşık ve
kraliçesine kavuşmuş, gönlünüyse sağlam bilginin arık suyunda yıkamış hükümdar,
şimdi yontucu kalemi senin elinde. Sesi yumuşak ve diğer insanların sesi
gibiydi. Hayatı emniyete almışların ölüm sonrasına duyduğu güven içinde,
sözcükler ağzından su gibi dökülüverdi. Sona kalması gerekeni, bu güvenle, en
başta söyleyiverdi.
Bak,
dedi, hayal edilebilir tanrıların yüzünü, yüzüme nakşetmekten vazgeç. Yeteri
kadar ağırım zaten, daha fazlasını da sen yükleme. Olanın hikâyesini anlat
sadece, beni görünmezliklere gizleme. Her şeyi, şu güzelim gün ışığının altında
göründükleri kadar yont. Sadece ışık ve gerçekle iktifa et. Beni de istisna
etme bu halden, en fazla beni dahil et. Kusurlarımı, gizleme benim, görünür
kıl. Gizleme, sol kaşımın üzerindeki lekeyi. Acı çekiyorsa çehremi,
gösterebilirsen eğer sırtımdaki şu dağı, içimdeki denizi. Yüzümdeki sükûtu,
içimdeki mahşeri, genişlerse bedenimi, çökerse belimi, kırışırsa tenimi.
Değiştirmekten, mükemmelleştirmekten vazgeç. Tanrı kılma beni, bir insan olarak
resmet. Hükümdar, bir an durdu, sonra devam etti. Hepsi, dedi, muammalı
gülümsediler atalarımın, tanrı kılındılar bu gülümsemeyle, benden ağlamayı
esirgeme. Yont, öyle bir yont ki yonttuğun tanrı değil, ölümlü bedeniyle bir
kul olsun. Öyle ki ne başkaları ne de kendisi bu ölümlü bedene bir tanrılık
vasfı yüklüyor olsun.
Hükümdar,
yüzü pembeleşmişti, bak, dedi, sadece beni değil, şu ırmak boyunca akan yaşamı
da olduğu gibi tesbit et. Her anı bambaşka bir isimle lisana girecek kadar
güzel ve önemli olan güneşi, ırmakta süzülen gemileri, onları yönlendiren
dümencileri, sepetteki san, turuncu, parlak ve lezzetli meyveleri, harman
zamanını, savrulan tohumu, damlayan teri anlat.
Yontucu
duyduklarına inanamadı. Beş yıllık yalnızlığında, onun bile kulağına gelmişti
hükümdarın kabulleri redleri, bir ihtilâl hükmünde edip eyledikleri, rahiplerle
arasına giren zıtlık, sırtını kimi dayayabildiği kimi ondan bile mahrum kaldığı
halk ile arasındaki dalgalanma. Ama bu kadarını tahmin bile etmemişti. Her
hükümdarın bir diğerine, hepsinin de tanrılara benzemesinin muteber tutulduğu
bir suretler aynasında, kendisini kusursuz bütünden ayıran özellikleri silmenin
alışıldık olduğu bir düzende, bu hükümdar o özellikleri tam tersine vurgulamak,
abartmak istiyordu. Bir olarak, tek olarak, kendisi olarak tanınmak istiyordu.
Lâkin bu tanınış, birbirine dayana dayana yükselen bir bütünün ortasında en
fazla da yalnız kalmak demek olmuyor muydu? Ama razıydı hükümdar çünkü
kendisini biliyordu ve kendisini bilmek, o tek ve biricik Tanrısını bilmek
oluyordu.
Neydi
bu ki, hükümdara bütün bir geçmişi, kendisinden adım sapılmayan atalar dinini, ataların
ta kendisini karşısına alma cesaretini vermişti? O atalar ve onların dini ki bu
ülke onlara yaslanarak ayakta dururdu, bir an yekinseler yerlerinden, bütün
ülke batıp giderdi. Yontucuda hükümdarın Tanrısına dair merak bu hayretle
başladı. Hayretti hayranlığın başlangıcı, o zaman yontucu hükümdarı tepeden
tırnağa boyayan ışığıyla, kraliçede gördüğünün, çok daha fazlası olduğunu
anladı. Zoraki susturduğu kalp, aşkı bambaşka bir güzelliğin hayranlığıyla
seyretti. Başını kaldırıp hükümdarın yüzüne baktı. O da güzelliğin kaynağına
kraliçe kadar yakındı. Yanılmıştı yontucu. Kimseler çalmamıştı kendi rüyasını;
iki kişi aynı rüyayı görüyorlardı sadece, üstelik birinin rüyası henüz yarımdı.
Hükümdar,
basamakları çıkıp aydınlığa karışırken yontucu, zenginliğin, onu gizlemeye
tahammül demek olduğunu bir zamanlar kralların en zengin, en güçlü olanından
öğrendiği günü düşündü. Şimdiyse öyle tatlı bir esinti kalmıştı ki hükümdarın
arkasında, karanlığa mahkûm eserlerinin gün ışığında seyredildiği mezar
rüyasından ve kendisini prensese gösteremediği bedeli fazlasıyla ödenmiş o
yasak rüyadan sonra böyle ferahlatıcı bir esinti geçmemişti üzerinden. Beş
yıldan beri ilk kez dünya ona gülümserken, o da dünyaya muhabbetle karşılık
verdi, beş yıldan beri ilk kez elinden doğru dürüst bir şey gelsin istedi.
Ellerini hissetti.
Hünerin
iltifata tabi olduğunu bilecek denli insan ruhuna tanıdık olan hükümdar
yontucuya bir sınır çizgisi çekmemişti. Yaptıkları, bir mezar karanlığına
gizlenmeyecekti, görülecekti gözünün görürlüğünde, yontucu canının sağlığında
bilindiğini bilecekti. Bu artık yontucu için önemini yitirmiş bir bilinmek
müjdesiydi. Ama içinde heykele, resime, renge dair sindirilmiş isteklerin
hepsine cevap vermekteydi hükümdar, cevap vermek şöyle dursun, yontucunun söylemek
istediğinin ta kendisiydi hükümdarın ondan istediği. Yıllarca susmuş olan, bu
söylemeyi önemsemeden edemedi.
Ağır
ağır gezdi mezar odasını, enine boyuna inceledi. Ondan sonra günlerini bu mezar
odasında geçirdi. İşe önce kabartmalardan başladı. Seyyar merdivenlere
tırmanarak, bitki liflerinden sarılmış, düğümlü iplerle eşit parçalara ayırdı
parlatılmış kireçtaşı zemini, ardından daha da küçük parçalara ayırdı. Bu
oranların her birinin insan ruhunun sıcak ahenginde karşılığı vardı, ezici
değillerdi, ürkütmekten çok yaklaşıyorlardı. Böyle bir orantıyı daha evvel hiç
kullanmamıştı, yaptığından hoşnut kaldı. Sonra, böldüğü zeminin üzerine hiçbiri
daha evvelki kalıplara uymayan yepyeni şekillerini yerleştirmeye başladı.
Hazırlık çizimlerini, öncü biçimlerini taşa aktardı. Elinin çektiği her
çizgide, hayalı karşısına dikilen ustasını hatırladıkça kendi kendisine
gülümsedi. Hükümdarı düşündü, yanında olsaydı herhalde o da gülümserdi, iki
gülümseme birden bıraktı suretlerinin yüzüne. Yılların alışkanlığını atması,
önündeki bendin yıkılması için birkaç deneme yetti. Suydu her şeyin ilâcı,
içindeki tortuyu, elindeki bağı suya verdi. Kalbinin sızısı? Yerinde ama galiba
başka bir biçimdeydi.
Öyle
hevesle işe koyuldu ki yontucu, sanki kendi mezar odasını donatıyordu. Biçimlerini
çizmeyi tamamladı neden sonra, keskisini kenar çizgilerinin üzerinden geçirdi.
Resimlerini, kimi zemini yonttu dışarı kabarttı; kimi çökertti, duvarın içinde
aradı. Her iki halde de birer gölge sahibi kıldı onları. Taşın içindeydi mana,
ama ışığın kardeşi olan gölgeyle açığa çıkıyordu ancak; gölgelere ve ışığa
türlü manaların oyunlarını emanet etti. Sarmaşıklar, suda yaşayan ve bir o yana
bir bu yana salınan bitkiler, asma dallan, göğün boşluğunda zarafetle süzülen
turnalar, tembel tembel dolanan tavuklar, bıçağını hazırlamış kasaplar, gaflet
içinde otlayan koyunlar, kurtlar, sevinçle zıplayan oğlaklar. Hepsini de aslına
benzer biçimlerde yonttu. Akşam bastınp da yuvasının yolunu bulamamış yavru
kırlangıcın şaşkınlığını, yavru kırlangıca pençesini birazdan geçirecek san
kedinin sinsi adımlarını da olduğu gibi resmetti. Ölüm halindeki dişi ceylânı
da, ceylânı parçalayan dişi aslan ve inlerinde aç susuz, annelerini bekleyen
yavru aslanlar gibi, hayatta nasıllarsa öylece gösterdi. Ceylânın yavrularını
çizmeye ise eli varmadı. Ay ışığında yıkanan tapmaklar, ırmağın sularında
dinlenen saraylar, kıyıda mor ve beyaz zambaklardan esans çıkarmaya alışkın
güzel kadınlarla donattı hayatın safhalarını. Rüzgârın letafetle savurduğu
yapraklar üzerinde dili çözülen şairin kendine tapmanı, bembeyaz keten
çarşaflar üzerinde dağılan siyah mürekkep damlasını. Duası tıkanmış rahiplerin
öfkesini. Harman zamanını, fırınların ekmek sıcağını, sucuların şarkısını. Genç
kızlarla oğlanların ay ışığı kaçamaklarını. Hayatta olup biten her şeyi
duvarlara yansıtırken, yontucu, elinden gelse gecenin sessizliğinde, günün
rehavetti vaktinde daima duyulan keski sesini de çizecekti, düşlerini de
dökecekti. Ama bunları geçti. Sıra hükümdarın doğrudan kendisine, bedenine,
tenine, suretine dokunan resimlere geldi.
işe,
onun oturduğu tahttan başladı. Üzerinde oturan kraldan daha uzun ömürlü olacağı
belli, sadelikli tahtı açık yüreklilikle resmetti. Krala pay biçtiği
ölümsüzlük, bedenin değil ruhun ölümsüzlüğüydü. En önemlisi, hükümdarı dokunulmazlığın
yalnızlığı içinde değil, kraliçesinin yanında, onunla baş başa, göz göze, diz
dize resmetti. Nefes nefeseliklerin elbet burada yeri olmazdı ama gün geldi,
mavi bir gül dalının daima boy verdiği bu resimlere anne ve babasının
kucağında, bir altın top gibi el üstünde tutulan, küçük ve güzel bir prensin
görüntüsü yerleşiverdi. Yontucu, onun da sol kaşının üzerindeki lekeyi, bir
hükümdarlık mühürü gibi babadan oğula geçen bu işareti ihmal etmedi. Bir aileye
dönüştükleri bu resimlerde kraliçe kocasının, sağ, önemli yanında duruyordu,
elinde bir koku kabı oluyordu genellikle ve şefkatle okşuyordu hükümdarının
omuzlarını ve bazen sadece elini değil başını da onun dizlerine bırakıyordu.
Resimlerin
kabartı iması bitince her bir çizgisi kutsal addedilen resimle gösterilen
yazıyı da yontucu yazdı. Güzeldi hükümdarın ismi, bu ismi sık sık tekrarladı.
Âdet üzre, beyzi bir çerçeve İçinde bir dokunulmazlık alanına çekilmesi gereken
adlardı bunlar. Ama yontucu, çerçevenin bir ucunu açık bıraktı. Hükümdardan
halkına, hükümdarın Tanrısından kuluna yol vardı çünkü. Bu nedenle tek ve
biricik Tanrının isimlerinin çerçevesini de kırıverdi. Hükümdarın çok söyler
şairleri gelecek asırlara sesleniyorlardı ama mezar odasının duvarları en fazla
da tek ve biricik Tanrı'nın çok ve güzel isimleriyle doldu. Yontucu bu
isimlerin üzerinden teker teker geçirdi avucunun içini. Elinden bir hafiflik
geçti. Şu, karşısında dilinin tutulduğu hükümdar, bu tek ve biricik Tanrı'nın
eseri değil miydi? Öyle güzel ve iyiydi ki.
Taşın
boyanmasıydı âdet olan. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu.
Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere
dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi bir çömlek
parçasının içinde karıştırdı renkleri. İstese, sonsuz sayıda renk elde
edebilirdi. İstemedi. Kimi iç açıcı, kimi kasvet verici, ama hepsi de canlı ve
kalıcı renklerle yetindi. Gözlerini karla hiç ovmamış kadınların ülkesinde buz
mavisi, yağmur grisi gibi, kar beyazının da adı olmazdı elbet ama renklerin en
zor olanı, kendisinden başka bütün renkleri yutanı, renksizlik kılanı, göz
yakıcı çiğ beyaz bile onun duvar resimlerinde yumuşadı, uysallaştı. Hacmini
buldu, boyun eğdi, renklerden bir renk oldu. En çok da bir yıldız ırmağının
üzerinde akan lâcivert gökyüzünün altında güzel durdu. Çünkü kraliçe her
defasında yıldızlı gök altında beyaz bir elbise giyiyor oluyordu.
Yontucu
her şeyi üstün bir gerçekçilik duygusuyla tamamladı. Tasvirleri arasında bu
gerçekçilikle bağdaşmayan tek sahne, lâcivert ırmağın burgaçlı dalgaları
arasına saldığı, batacağı ya da yol alacağı zamanın tek anlık aynasından belli
olmayan taş geminin üzerine kaldı. Onun da tek yolcusu vardı.
Derin
bir hayranlıkla seyredilebilecek bütün bu güzel ve alışılmamış şeylerden sonra
yontucu heykellere başladı. Kaymaktaşı, kireçtaşı, kumtaşı. Pembe mermer, siyah
mermer, ak mermer. Siyah dayanıklı taş, billur taşı. İşi ağırdı yontucunun,
gündüze geceyi kattı. Yonttuğu heykeller, daha evvel bu ülkede yapılmış
hükümdar heykellerinin hiçbirine benzemiyordu. Her defasında sağlamca oturttu
koca gövdeyi zemine. Bildi ki dengesi bozulsa, kırılacak, geriye hiçbir şey
kalmayacak. Resimdi heykelin de özü, yontmak istediği biçimin resmini kütlenin
dört bir yüzüne, dört bir yönden resmetti; sonra keski ve çekiçle belirginleştirdi.
Bakırdandı yontucunun keskisi, göklerin dayanıklı cevheri demir o zamanlarda
henüz yeryüzüne düşmemişti.
Kütle
küçüldükçe yontucu, resmi her defasında tekrarladı. Keskisinin her vuruşuyla
taş gövdeden bir parça eksildi, her eksilmede aradığı biçim bütünlendi. Bir
tanrı güzelliğinde değil ancak ve sadece kendi güzelliğinde resmetmeye
kalkıştığı hükümdarı heykellerinde kendisine böyle benzetti. Ama ne kadar
yüreklendirilmiş olsa da, hükümdarın; sol kaşının üzerindeki leke gibi
alnındaki yara izini taşa geçirirken de, göğsündeki çekilmeyi, belindeki
genişlemeyi, saçlarındaki seyrelmeyi yontarken de, eli titredi. Eli tam da sol
kaş üzerindeki lekedeydi ki hükümdar ansızın çıkageldi. Yont, dedi, korkma.
Sanki yontucu taştı da hükümdar taşçı kalemiydi.
Hakikati
korkusuzca söyleyebildiği için hayatı da değiştirmeye cesaret yetiren hükümdar
kalplerdeki değişikliklerin ancak sanatla kalıcı olacağının bilgisine sahipti
yeterince. Derin sezgisiyle sanata el attığında, şu, yontucu diye tanınmış
adamın, kendi gönlünde yatan aslan olduğunu anlamıştı en baştan. Sırtını
yaslayabileceği en çevik dağın karşısında durduğunu fark eden her saltanat
sahibinin yapacağı gibi o da, sanatın altın anahtarını onun sultanının ellerine
kendi elleriyle teslim etti. Yontucuydu unvanı şimdiye kadar, başına bir
kraliyet ismi geldi, kraliyet yontuculuğuna yükseltildi. Yontucu emre itaat
etti, zorunlu bir itaat değildi bu üstelik, hükümdarın gönlünde coşan denizin,
kendi gönlünün ırmağı ile aynı derin sudan olduğunu da çoktan fark etmişti.
Eski
başkentin batı yakasında, üzerinde uçan kuşlarından, akan bulutlarından manalar
çıkarılan ölüler kentinde kurulu işliğini tümden terk etmek için, beyaz
yelkenli, sedir ağacı tekneye bir kez daha bindi yontucu; vardığı kenti hemen o
gün, aynı tekneyle terk etti. Yakıcı ve tüketici bir yazın ateşinden
çıktıklarında oldu bu. Gemiye binmek için rıhtım basamaklarının suyun içinde
kalanına adımını attığında ıslandı elbisesinin etekleri. Hayranlıkla
seyredilmeye alışkın kente son kez döndüğünde en fazla da büyük hükümdarın
mezarının oyulduğu vadiye ve kayalıklara baktı. Sonra sonsuza değin güneye
çevirdi yüzünü. Damarlarına yürüyen yepyeni hayatı, zamanın yıprattığı bir
kabartmanın üzerinden onarıcı bir elin geçişi gibi hissetti. Hayatın mucizesine
bir kez daha iman ettiğinde ırmak yolu yarılanmıştı bile. Güneyde yaşayan,
geniş kanatlarını açmış beyaz kuşlar kendisine öyle tanıdık geldi ki yabancı
birisi onun yıllarca yaşadığı bir kenti terk ettiğini değil, yıllarca ayrı
kaldığı sıla kentine döndüğünü zannedebilirdi.
Rahiplerin
karanlık tapınakları tarafından kuşatılamamış olan bu yeni başkentte
sanatçıların şenlikli ve aydınlık işlikleri her taraftaydı. Kendisine sadakatle
bağlı kalfalarla, hepsi de yürekli ve istekli ustalarla yontucu, mezar
karanlığında bulduğunu aydınlığa çıkardı. Yeni üslûp, tapmak ve saray
duvarlarına, çarşıya pazara, dağa taşa yayıldı, önüne çıkan her şeye sirayet
etti, sıradan insanların bile hayatına sızdı. Bileğin gücü kalpten gelen istek
ve hevesle hürleşince, tonlarca ağırlıktaki taşlar yontucunun elinde birer tüy
kadar hafifledi, sanat da inanç gibi tümden değişti.
Sadece
din ve sanat değil, her şeyin aynası ve anası olan dil de değişti. Yepyeni bir
hayattı çünkü bu, kendi kelimelerini de beraberinde getirmezse olmazdı. Dil
âlimlerinden çok, yetenekli şairler yeni kelimeleri bulup da koy masaydılar
yerine, şüphe yok ki eski kelimeler kifayet etmeyecekti. Yepyeni kelimelerle
yepyeni şarkıları en evvel hükümdarın kendisi söyledi. Hepsinde de ırmağın
serin esintisi, kraliçe, tek ve biricik Tanrının adı, her okunuşunda kendisinde
yepyeni şeyler bulunan evren kitabından nişaneler vardı. Her şeyin tamamlanması
için bir beş yıl daha gerekti. Büyük hükümdarın kuzey seferi üzerinden on yıl
geçmişti.
Sanattaki
değişim de hayattaki kadar derin olduğu için, yontucunun on yıl arayla yonttuğu
heykeller, çizdiği resimler arasında, söz gelimi oğul hükümdarla baba
hükümdarın yontuları arasında, hatta hükümdarın iki yontusu arasında dağlar
kadar fark oldu. Tek istisnası oldu bu durumun, o da kraliçenin yontusu.
Hükümdar, kraliçesinin büstünü yontucuya ikinci kez yaptırdı, ilkinde yontucu,
prensesi iki kez görüp de onunla bir kez yüz yüze geldiğinde, geleneğin
cenderesine sıkışıp kalmıştı, bu mükemmelleştirme alışkanlığıyla, kraliçenin
yüzüne bir tanrıçanın yüzünü kondurduğunu sanmıştı. Ama işte şimdi, onun
yontusunu ikinci kez çıkarmaya kalkıştığında, gerçeği olduğu gibi, ışıklar
nasıl gösteriyorsa öylece göstermesinin yolu önünde açıldıktan sonra da,
kraliçenin iki yontusu arasında hiçbir fark olamayacağını anladı. Kraliçeyi,
gerçeğine ne kadar uygun olarak resmetse de bu gerçeğin güzellikten başka adı
olmadı. Çünkü ikisi de kendisiydi. O kadar güzeldi ki kraliçe, gerçeklik bile
onun yontusunda gerçeküstü bir güzellik olarak tezahür etti.
Hâlâ
hatırladığı gibiydi kraliçe, o kadar ki her şeyi bastırmış ama hiçbir şeyi
unutmamış olan yontucunun hatırasına bu son görüşten, sadece kraliçenin giydiği
büklümlü ipek elbisenin rengi katıldı. Siyah. Elleriyse hâlâ çehresi kadar
beyazdı ve gözlerinden aynı ırmak akıyordu. Yontucu o zaman, taşlara kazınmış
bir tanrıça hikâyesini okur gibi değilse de, kaderinin güzel olmak olduğunu
kestirebildi kraliçenin, belli ki güzel olarak yaşayacak güzel olarak ölecekti.
Bastırılmış bir aşkın renklerine boyadığı güzelliği, gerçekte kendisi olarak
istese de göremeyeceğinin ise farkında bile değildi.
Hükümdarın
suretleri gibi kraliçenin yüzüne dair daire de beş yıl arayla tamamlanıp,
büstün saraya yollandığı günün akşamında yontucu, sükûneti derininde taşıyan
deniz gibi yorgundu. Bu sükûtla baş edemeyeceğini anladı. Taşın, keskinin,
çekicin sesini duymazsa sabaha çıkamazdı. O telâşla, kendi kendisiyle
yüzleşmenin kıyısına vuracağım bilmeden, suretler denizine bir haber sırçası
attı. Siyah, dayanıklı taşın içinde kendi suretini aramaya başladı. Genel
heybeti yonttu, ayrıntılara yüzden başladı. Gözlerini, burnunu, dudaklarını
işledi. İki kaşının ortasına gelip de yerleşen çizgiyi, yontusunun alnına
yerleştirmesi için tek keski darbesi yetti. Gerçek gibiydi. A a gülümsedi. Yüzü
bıraktı, ellere geçti. Küçük parmağının kusurunu gizlemeyen, aşikâr eden sol
eline bir çiçek verdi. Çiçeklerin en zarifi, su üzerinde bir o yana, bir bu
yana salınsa da, en soylusu bir ak nilüferdi bu. Baştan başa kraliçeydi.
Bastırdı göğsüne nilüferi yontucu, taştan göğsü ses verdi.
Kurdun
çobanı, ağacın oduncuyu, balığın avcıyı görebileceği kadar aydınlık ama yan
uyku yan uyanıklık halinde geçen gecenin sabahında, ışık, taşın gölgelerini
çıkaracağı kadar çoğaldığında yontusunu tamamladı. Geçti karşısına, çevresinde
dolandı, yarattığı kendisine baktı, hayretler içinde kaldı. Gördüğü;
tanımadığı, bambaşka bir yüzdü çünkü. Uzun zamandan bu yana taştan çiçeklerinde
neyin değiştiğini sezse de bilemeyen, hissetse de göremeyen yontucu, taştan
fışkıran bu yeni hayata, taşın içinden sükûnetle ve güzellikle bakan bu yeni
yüzüne hayranlıkla ve korkuyla baktı. Çok yüzle karşı karşıya durmuştu ya,
sonunda kendi kendisiyle yüz yüze geldi. O yüzde okudu kendi hikâyesini.
Hikâyesi
basitti: Irmak suyu gibi gırdaplı, çağlayanlı akan zamanın önünde kendisini de
derin bir suyun aydınlığına katacak denizi beklemişti yıllarca. O denize
kavuşma halini en fazla da elinin yaratın gücünü gerçekleştirdiğinde
hissetmişti. Taş kırmak için yaratılmadığını fark ettiğinde başlamıştı kendi
yarattığı eserin önünde secdeye kapanmaya.
Sanatkârlığı
tanrı kılmıştı onu, hu tanrılıkla kendinden geçmiş, onun verdiği heyecanla esri
m işti. Ama her defasında kavuşulacak büyük denizin, somuz hazzın bilgisine
açılan kapının önünde kalmış ve her kanmanın arkasından eskisinden daha çok
susamıştı. Defalarca yaratmıştı kendi elleriyle şu tanrıları. Hepsine birer
birer suret vermişti. Oysa tanrıların çok olmasına da ihtiyacı yoktu bir
bedende suret bulmalarına da. Şimdi kırık kanatlarıyla yüzüne gölge salan şu
yeni yüz, elinin altında, kalbinin üzerinde daimi ışığını saldığında, yaradılış
gayesinin ne olduğunu sezdi, yaratmak için değil, yaratılmış olarak
yaratıldığını bildi, ilk kez, yaratılmış olmanın sade bilgisi, yaratmanın
geçici sevincinin önüne geçti. Tanrı değil kuldu, kulluğunu bildi. Öyle bir
ferahlık indi ki kalbine şimdiki zamanın üzerinde geçmiş zamanın izini
sürmekten vazgeçti. Aşkın sıcaklığı bambaşka ve uyarıcı bir kimliğe
büründüğünde, hakikatin hizmetkârı olarak eğitilmiş olanın önünde bambaşka bir
hakikatin yolu açıldı.. Bir çift ak güvercin kanadının aydınlığında verdiği
bütün sözleri hatırladı. Hükümdarın kalbindeki umman, geldi, kendi kalbine
dayandı. Kalbi, hükümdarının kalbinin tam yanındaydı ve o da tek ve biricik
Tanrı’ya açılmıştı. Artık sana inanıyorum, demek, an meselesi. O an gelip de
yılların yorgunluğu üzerinden kalktığında dayanamadı, vaktin bütün
uygunsuzluğuna rağmen, her şeyi göze alarak hükümdarın kapısını çaldı.
Bekleniyordu.
Söylenmesi an meselesi olan o anda söylendikten sonra, hükümdarla yontucu
muhabbetle gülümsediler birbirlerine. Birinin yazdığını o biri imzaladı; biri
söyledi, gördün mü, diye sordu sonra, öbürü inandım, diye cevapladı. Bunu bir
hükümdar, bir yontucu, bir de tek ve biricik Tanrı değil, herkes bildi.
Yontucunun kalbi tek ve biricik Tanrı'ya açıldığında, duvar resimlerinin taş
gemisi ırmağın üzerinde usul usul yüzmeye başladı. Hâlâ tek yolcusu vardı.
Beklendik
bir sonuçtu bu ama bütün varlığını önce kraliçesinin varlığına, sonra prensinin
gelecek ümidine bağlamış olan hükümdar, canının sağlığında, gözünün
görürlüğünde son bir şey daha istedi. Rahiplere göre, bu da, her yaptığı gibi,
adı bilinip de manası bilinmeyen tarih boyunca görülmüş işitilmiş şey değildi.
Yaşayan isim, konman beden ve uzun bir yolculuktu ölüm. Kraliçesinin bir anlık
ayrılığına tahammül edesi olmayan hükümdar ölüm sonrasında dahi onu koynunda,
bağrında, yanı başında istiyordu. Mimarları, kendi mezar bütününe kraliçenin
mezar odasını eklemlemek için planlarını çizmişlerdi bile, mühendisleri ise hazırlıklara
çoktan başlamışlardı. Bu mezar odasının girişi, kraliçenin biricik varlığına,
yüce kadınlığına yaraşır bir cümle kapısı İle ayrı olacaktı. Fakat iki mezar
odası içten içe birbirine açılacak, bu iki sevgili gövde ölümden sonra da
birbirine kapanacaktı. Hükümdar emirlerini verdi, inşaat başladı. Zamanı şimdi
artık her hükümdarınki gibi azdı. Ellerini çabuk tutmalarını bu işte eli olan
herkese emretti. Bu emre en fazla da yontucu dahildi.
Hükümdarın
mezarını bezerken, alışkanlıklarını bulaşıp kaldığı yerden söküp atması zor
olmamıştı yontucunun ama kimseler fark etmese de bu yeni sanatın henüz
kalfalığını yaşadığını kendisi fark etmişti. Şimdiyse susturmayı başardığı aşk,
kalbine dökülen umman, elinin geri gelen esnekliği. Daha fazla ne istenebilirdi?
Kraliçenin mezar odasının, ustalığının başyapıtı olacağını anladı. Gülümseyen
başyapıtının, önüne dikilip de beklediğini hisseden her sanatçı gibi, onu
bitiremeden ölmekten çok korktu. İlk kez zamanın kendisine yetmeyeceğini
zannetti. Bir kez daha, ne zaman olursa o zaman ama şimdi değil, ne olursun,
dedi, eserini tamamlayacak kadar yaşamayı tek ve biricik Tanrıdan istedi.
Kraliçenin
mezar odasını bezemeye hemen yarın başlardı, fakat şu kılı kırk yaran
mühendislerle çok düşünür zor beğenir mimarlar, zamanın kendilerine ayrılan
kısmını bunca uzatıp durmasalardı. Yontucu zamanı boş geçirmeye niyetli
değildi, işliğine kapandı yeniden. Nefti gölgeli, yeşil hareli yumruk
büyüklüğünde bir mermer parçasını aldı bir eline. Diğerine de keskilerin en
sertini, taşa en fazla söz geçirenini. Yontmaya, taşın ortasından başladı, bir
parça kopardı, bir parça daha. Güç ilerliyordu ama yılmadı. Güzelim elleri hiç
bu kadar yarılmamıştı, aldırmadı. Bilek gücü, göz nizamı, gönül sızısı.
Yonttukça yonttu. İncelttikçe inceltti. Çıkarıp attığı, geri kalandan daha
fazlaydı. Yumruk kadar taşın yontulması için bir heykel zamanı harcadı. Neden
sonra yaptığını pencerenin önüne koydu. Işığın, zar gibi inceltilmiş taştan
ağır ağır süzüldüğünü gördü. Bir düşse yere, dağılıp kırılacak, tuzla buz
olacak. Buna artık taş denmezdi. Cam kırılganlığında, sırça şeffaflığında, taş
sertliğinde bir koku şişesi yapmıştı yontucu. Bütün zamanların hanımefendisi,
güneyin ve kuzeyin nilüfer çiçeği, yontucunun şu zavallı kalbinin, gerçek
saltanatının farkında değil kraliçesi ve onun mezar odası için bambaşka bir
şey, taşın kendi lisanı dışına çıkacağı bir açılış cümlesi söylemek istemişti.
III
Kıh
kırk yaran mühendislerle çok düşünür, zor beğenir mimarların işi nihayet bitti,
yontucu, güzel kraliçenin ölümlü bedenini sonsuzluğa saklayacak olan mezar
odasını mesken tuttu, kendisini neredeyse diri diri gömdü bu mezara, vaktinin
çoğunu orada geçirdi. Demek kaderi güzellik olan kraliçe de ölecekti ve o
öldüğünde mevsim çiçeklerinin en tazelerinden örülmüş bir tac bırakılacaktı
göğsüne. Kendisi de ölecekti yontucunun, bu ölüm yakınlığını düşünmek bile
içini bir hoş etti: Sen ölürsen ben artık ölümden korkmam. Ama bu hoşluğa
rağmen ortada çok büyük ve daha dünyevi bir sorun vardı. Araziye söz geçirmekte
mahir mimarlar, hükümdarın mezar odasına açılan ilâve kraliçe odasına
ulaşabilmek için, sert dönemeçlerle tam yedi kez yön değiştiren dik ve uzun bir
merdivenden başka çıkar yol bulamamışlardı. Bu merdivenin yontucu için bir tek
anlamı vardı: Işık da sert dönemeçlerde tam yedi kez yön değiştiriyor ve daha
yarı yola varmadan tümüyle yok oluyordu. Neticede, kraliçenin odası, karanlık
değil kapkaranlıktı. Bu kadar karanlık bir odada büyük hükümdarın mezarını
hazırlarken bile çalışmamış olan yontucunun yedi kat daha fazla meşale yakması
gerekecekti şimdi duvarları bezerken. Oysa yedi kat fazla ışık, yedi kat fazla
is demekti. Bunca is'e resimler, heykeller, kabartmalar nasıl dayanacaktı?
Hasılı sorun devasaydı.
Meşale,
yağ kandili, çıra; hepsi de aydınlatıyordu gerçi, ama ışığını bir yanmaya
borçlu olan her şey gibi bedelini pahalı ödetiyor, yağlı isli bir karayı,
geriye bırakıp duruyorlardı. Eğer şu mezar odasını bambaşka bir usulle
aydınlatmayı başaramazsa, en koyu deminden yağlı isli bir kara, başyapıtına
bulaşıp kalacaktı, yontucunun içi karardı. Bunun bir yolu olmalıydı.
Üzerlerinde taş taş yükseltilmiş dağların altında uyuyan en eski zaman
hükümdarlarım düşündü. Kalfalığına denk düşen bir onarım esnasında, çıra
ışığında birkaçını görebilmişti o mezar odalarının. O dağların derinliği de
zifiri geceydi. Ama renkler ve biçimler tertemiz parıldamıştılar göz göze
geldiklerinde. Işıkla hiç mi buluşmamıştılar ya da en eski zaman sanatkârları
isi yok etmenin bir yolunu mu biliyordular? is vermeyen çıra? Dumansız ateş?
Hayır olamazdı. Öyleyse eskilerin bilip de kendisinin bilemediği bambaşka bir
yol vardı. Sorduğunda, bilinmiyor ki, demişti ustası, eski zamanların ustaları
kendileriyle birlikte alıp götürdüler bu sırrı, ve susmuştu.
Günlerce
uğraşan yontucu, farklı kandil yağları, çeşitli meşale odunları denedi. Olmadı.
Ne yapsa faydası yok, önünü alamadı. İsi az susam yağma batırılmış sedir
odunuyla iktifa ettiyse de yaktığı her meşale, aydınlatmaya başladığı şeyi bir
yandan da karartmakta kararlıydı. Öyleyse ışığı tasarrufla kullanmalıydı.
Yontucunun sıkıntısı; isli, nemli ve vadinin bütün sıcaklığını soğurmuş havayı
solumasıyla arttı. Bu sıkıntıyla bunaldı, başını kraliçenin pembe mermer lahdi
ne dayayıp uykuya daldı. Göğsünün üzerinde çöreklenmiş bu sıkıntıyla uyandı.
Nihayetinde öyle bir zaman geldi ki artık hiç uyu yamadı. Kendisini, yedi
keskin dönemeci geçerek
IV
dışarı,
açık havaya attı. Ah, dedi, bu aydınlık, bu ışık. Işıktı her şey. Bir mucize
lâzımdı şimdi ama onun da olum yoktu. Önü tümden kapatılmış mucizeler
dünyasının masum beklentisi ve mümkünler dünyasının kaba yalınlığı ile baş başa
kaldı. Ama aradığını hiç beklemediği bir yerde buldu.
Can
havliyle hayata saeılan bedenin bulması gibi olmadı ışığın yolunu bulması, ona
da yol gösteren biri oldu. Üstelik bu yol gösterici o kadar basit bir yöntemi
fısıldıyordu ki yontucu nasıl olup da akıl edemediğine şaşırmayı bile bir
tarafa bıraktı. Ustaydı, her şey, aramadığı bir çırağı bulmasıyla başladı.
Yontucu onu iki kez reddetti, böyle birini beklemiyordu çünkü, ama gelen de beklendiği
için gelmiyor ki, üçüncüsünde kabul etti.
Her
şey taş gibi ağır, bıçak gibi keskin, yontucu kalemi gibi sert, onun sırtında
büyür, onun içinde ağırlaşırken; kraliçenin mezar odasına d ökeme d iği ışık,
karşısına aysız gece gibi dikilir, yontucunun hayatındaki hiçbir şey
kendisinden hoşnut bir ırmağın suyu gibi akmazken. Sıcak mevsiminin tam
ortasında bir akşamdı. Yanıyordu dört bir yan. Tam da rüzgârın yıprattığı
yerden kopacaktı ki kapının saz perdesi yavaşça aralandı. Elinde rengârenk
camlardan kesilmiş kandiliyle geldi gelen. Hiç beklemeden söze girdi. Belli ki
sözünü esirgemez biriydi. Yontucuya çırak olmak istiyordu.
Çekik
gözleri, sırtına salınmış sık örgülü saçları, incecik bedeni ile bu gelen öyle
hafifti ki ağır taş kütlelerinin ve onlardan da ağır düşüncelerinin arasında
yontucu, neredeyse kendisini tutamayıp gülecekti. Başını kaldırdı, sesine
sinmiş hayretle, sen mi, dedi, bir kadın? Öyle gençti ki gelen, hem neredeyse
çocuk bir kadın, diyecekti, demedi. Sadece, olmaz, senden bana çırak olmaz,
diyebildi. Görünürde fildişinden oyulmuş bir madalyon kadar sakin ve inceydi
genç kadının çehresi, içindeki direnci yontucu hemen fark edemedi. Ama biri
reddedip öbürü diretince, biri olmaz, deyip de öbürü nedenini merak edince;
kadın, dedi yontucu, bana çırak olmayı göze aldığına bakılırsa bu işte bir
geçmişin, elinde bir alışkanlığın olmalı. Söyle bana, hangi işliklerde
çalıştın, hangi taşçıların, hangi yontucuların yanında tav buldu senin hamurun?
Kadın,
yontucunun gözlerinin içine esirgemez gözlerle baktı. Taşçı ya da yontucu
değilim ki ben, dedi, cam ustasıyım, sırçalar üflerim, hamurumsa babamın
ikliminde tav buldu, ey yontucu, beni hatırlamadın mı? Sesi işliğin boşluğunda
yükseldiğinde, yontucu, vaad bile edilmemiş bir aşkın mağlûbu olarak saray merdivenlerinden
inerken karşılaştığı cam ustasını ve yanındaki küçük kızı hatırladı. Hayal
meyal bir hatırlamaydı bu, kader çizen hatırlamalar cinsinden değildi ve demek
ki aradan bir çocuğu kadın kılacak kadar çok zaman geçmişti. Yine de sıkıntıyla
baktı genç kadının yüzüne yontucu, öyle kararlıydı ki bu yüz, ısrarının
nedenini merak etti, neden, diye soruverdi.
Duydum
ki, dedi, camcı, daha evvel kimselerin görmediği güzellikte resimler, heykeller
yontuyor ve bunların en güzellerini şimdi kraliçenin mezarı için tasarlıyor
muşsun. Kimselerin hayal bile edemeyeceği şeyler geçiyormuş zihninin
resimlerinden. Bunları görmeye geldim. Yapılışlarına, tanrıların senin elinden
tutmasına, emrin kalbe dokunuş ânına tanık olmaya geldim. Dahası, camın
hünerini tamamlamak için taşın bilgisine talibim. Peki ama, dedi, yontucu, hep
benden dört bir yan. Tam da rüzgârın yıprattığı yerden kopacaktı ki kapının saz
perdesi yavaşça aralandı. Elinde rengârenk camlardan kesilmiş kandiliyle geldi
gelen. Hiç beklemeden söze girdi. Belli ki sözünü esirgemez biriydi. Yontucuya
çırak olmak istiyordu.
Çekik
gözleri, sırtına salınmış sık örgülü saçları, incecik bedeni ile bu gelen öyle
hafifti ki ağır taş kütlelerinin ve onlardan da ağır düşüncelerinin arasında
yontucu, neredeyse kendisini tutamayıp gülecekti. Başını kaldırdı, sesine
sinmiş hayretle, sen mi, dedi, bir kadın? Öyle gençti ki gelen, hem neredeyse
çocuk bir kadın, diyecekti, demedi. Sadece, olmaz, senden bana çırak olmaz,
diyebildi. Görünürde fildişinden oyulmuş bir madalyon kadar sakin ve inceydi
genç kadının çehresi, içindeki direnci yontucu hemen fark edemedi. Ama biri
reddedip öbürü diretince, biri olmaz, deyip de öbürü nedenini merak edince;
kadın, dedi yontucu, bana çırak olmayı göze aldığına bakılırsa bu işte bir
geçmişin, elinde bir alışkanlığın olmalı. Söyle bana, hangi işliklerde
çalıştın, hangi taşçıların, hangi yontucuların yanında tav buldu senin hamurun?
Kadın,
yontucunun gözlerinin içine esirgemez gözlerle baktı. Taşçı ya da yontucu
değilim ki ben, dedi, cam ustasıyım, sırçalar üflerim, hamurumsa babamın
ikliminde tav buldu, ey yontucu, beni hatırlamadın mı? Sesi işliğin boşluğunda
yükseldiğinde, yontucu, vaad bile edilmemiş bir aşkın mağlûbu olarak saray
merdivenlerinden inerken karşılaştığı cam ustasını ve yanındaki küçük kızı
hatırladı. Hayal meyal bir hatırlamaydı bu, kader çizen hatırlamalar cinsinden
değildi ve demek ki aradan bir çocuğu kadın kılacak kadar çok zaman geçmişti.
Yine de sıkıntıyla baktı genç kadının yüzüne yontucu, öyle kararlıydı ki bu
yüz, ısrarının nedenini merak etti, neden, diye soruverdi.
Duydum
ki, dedi, camcı, daha evvel kimselerin görmediği güzellikte resimler, heykeller
yontuyor ve bunların en güzellerini şimdi kraliçenin mezarı için tasarlıyor
muşsun. Kimselerin hayal bile edemeyeceği şeyler geçiyormuş zihninin
resimlerinden. Bunları görmeye geldim. Yapılışlarına, tanrıların senin elinden
tutmasına, emrin kalbe dokunuş ânına tanık olmaya geldim. Dahası, camın
hünerini tamamlamak için taşın bilgisine talibim. Peki ama, dedi, yontucu, hep benden
öğreneceksin. İyi çırak, ustasına da öğretir oysa, sadece yük değildir, ona
hafiflik de verir. Taş hakkında hiçbir şey bilmeyen sen, bana ne verebilir, ne
öğretebilirsin? Camcı, sözünü esirgemedi. Yontucu, dedi, bitmiş heykelin
üzerinden geçen son kumtaşı cilâsını bilirsin elbet, ben de bilirim. Bu cilânm
eksikliğini yontucusundan başka kimse fark etmez, olmasa da olur ama olsa
mükemmel olur. Bitirdiğin her eserde eksikliğinin acısını çekmiyor musun? Bir
yanın eksik senin, o eksiğin bütünü olmaya geldim. Gel inad etme, tamamlayıp da
tam edemediğin demde ihtiyacın olan şey benim. Görmüyor musun, ben senin serçe
parmağınım.
Görmüyorum,
diye diklendi yontucu, hakkında bu kadar fazla bilinmesinden ve bilinenin
fütursuzca söylenmesinden incinmişti. Öbürüyse, daha fazlasını biliyorum, diye
ısrar etti. Güzel kraliçenin yedi kat merdivenle inilen mezar odasmda meşale
isinden korktuğun için ışığı tasarrufla kullanıyormuşsun. Işığı tasarrufla
kullanmak zorunda kalan bir sanatçı! Ne gaflet, ne eziyet! Ve ne garabet! Oysa,
diye devam etti, seni bu çileden kurtaracak çareyi de biliyorum ben. Gülümsedi.
Yontucu onun beyaz bir elbise giymiş olduğunu neden sonra fark etti. Bir an
düşündü, sonra, ne yani, dedi, iyice hırçınlaşmış bir sesle, sen şimdi mezar
odasını aydınlatabileceğini mi ima ediyorsun? ikinci kez yaralanmıştı. İma
etmiyorum ki, diye cevapladı kadın, öyle olduğunu açıkça söylüyorum sana. Ben
camcıyım unuttun mu, ışığın bilgisi bende ve sen ışığın en küçük zerresine bile
talipsin.
Yontucu
fazla düşünmedi. Her şeye yapışan iğrenç isin tehdidi olmadan aydınlatılmış bir
dip duvarını düşünmek bile onu kışkırtmaya yetebilirdi ama şu kadının, bu
bilgiye sahip olabileceğine dair inancı yoktu. Küçük parmağının yerini ise onun
kendisinden başka hiçbir şey tutamazdı. En önemlisi de, gökyüzündeki en uzak
yıldızlar kadar uzaktılar birbirlerine, camcıdan taşçıya çırak olduğunu hangi
tarihler yazmıştı?
Yontucu
haşinken camcının sakindi çehresi. Başıyla, tezgâhın üzerindeki koku şişesini
gösterirken, vazgeçme benden, dedi, bu kadar küçümseyici olma. O kadar
inceltmişsin ki yeşil su taşını, bir düşse cam gibi kırılacak, içine nefti
renkli servi yağı koyulsa, ışığı sızdıracak.
Görüyorum
ki cam kadar inceltilmiş taşın merakındasm. Bense sırçaların kırılganlıkları
arasında taş kadar sağlam ve ağır olan camı dökmeye meraklandım. Döktüğüm camı,
yonttuğun şişenin üzerine hızla indir sem, bir düşün bakalım ne olur?
Anlayacağın, birlikteliğimiz, dünyanın üzerindeki en zıt birliktelik gibi
görünse de yaptığımız iş aslında birbirinin aynı. Yetmez, dedi yontucu son kez,
tatsızlık olmuştu; benim aradığım çırak sen değilsin, senin düşlerinle
oyalanamam ve cam gibi kırılgan bileklerin sahibiyle zaman har cay amam;
tezgâhına, işinin başına döndü. O zaman, bir çocuğa benzeyen kadın, yan yatmış,
sessiz sakin duru veren yontucu baltasını göz açıp kapaması arasında kaldırıp
aynı hızla, diğer tezgâhın üzerindeki mermer kütlesinin bağrına öyle bir
indirdi ki, yontucu sese döndü, mermerin ikiye yarıldığım neden sonra fark
etti. Bir sessizlik oldu önce, sonra, tamam, dedi.
Ayrıntıları
konuşmanın gereksiz olduğu bir güzergâhta yolları böyle birleşti.
Hemen
o gün camcı, yan taraftaki işliğe taşınmaya başladı. Yalnızdı. Her şeyi
kendisinden öğrendiği babası öleli çok olmuş, annesi ise hatıralarından bile silinmişti.
Öyle küçük ve inceydi ki taşıdığı bir yığın şey, yontucuya, bu iş hiç
bitmeyecekmiş gibi geldi. Ama sonunda bitti ve ertesi sabah camın ustası,
taşların dilinden anlayanın kapısındaki saz perdeyi bir kez daha araladı.
Elinde nar, ekmek ve incir vardı.
Neden
sonra söze başladı. Önünde yapılması gereken bir "şey" vardı;
kraliçenin odasını ancak o şey bittiği zaman aydınlatacaktı. Sakin bir çocuktu
görünürde ama güvenilir bir kaya gibi durduğunu yontucunun anlaması için fazla
zaman gerekmedi. Öfkelenmedi taşın ustası, sabrı elbet bilirdi, merak da
etmedi. Kraliçe odasının duvar bezemelerini sona bıraktı, işe heykellerden
başladı, içindeki şekli bulup çıkarmak için, işliğinde, balyozunu taşın üzerine
var gücüyle her indirdiğinde, yan taraftaki işlikte, raflara sıra sıra dizili
sırçalar titredi. Hepsi de içlerinde kokulu yağları, şifa sularını, nadir yağan
yağmurun damlalarını ya da gözyaşlarını saklayacaklardı. Gök mavisi, erguvan
rengi, ırmak yeşili. Akşam lâciverdi, çöl sarısı. Çiğ kırmızı. Ateş kırmızısı.
Aralarında lal rengi bir sırçanın yokluğu yontucunun gözünden kaçmadı.
Ağır
taşın önünde bükülen belini, ağrıyan sırtını dinlendirmek aklına bile gelmezdi
yontucunun, şu genç kadın her defasında elinde hoş kokulu bitkilerden
çıkartılmış sıcak çaylarla ya da serinletici içeceklerle kapısını ar a lam a
saydı, taş tezgâhının bir köşesine su, hurma, zeytin bırakmasaydı. O nadir
dinlenme zamanlarında genellikle camcı anlattı, yontucu dinledi. Camın
tarihçesini, mahiyetini, halini dinledikçe yontucu, daha fazla dinlemek
istediğini fark etti. Öyle kuvvetliydi ki anlatıcı, dinlenme zamanlan uzadıkça
uzadı; yontucu, sırrına eremese de camın dilini söktü, alfabesine erdi, metnini
öğrendi. Camın özü kumdu, kumun da özü taştı, üzerinden zaman, rüzgâr ve su
geçmişti sadece. O halde cam taştı. Şaşıyordu bu ince hesaba yontucu, sonra
gülümsüyorlardı birlikte.
Kumun,
başlı başına bir zaman macerası olan tarihçesini anlatıyordu camcı. Denizlerin
ve ırmakların yaratımından sonra yaratılmıştı kum. Irmağın önce derûnunda, sonra
kıyısmdaymıştı. Güneşle doymuştu gündüzleri, gecenin güneşin dense sabrı ve
sükûtu öğrenmişti. İrmak taşmıştı üzerine yüzyıllarca, sonra geri çekilmişti.
Kum yıkanmıştı, hırpalanmıştı, canı acım işti iyice; başlangıçta siyah olan
rengi kehribara dönerken kıvam bulmuştu.
Su,
iyi bir kıvam vericiydi ama asıl hadise kumun ateşle terbiyesin deydi. Ancak
ateşe düşünce kum, sırçaya dönüşüyordu çünkü. Cam hamuru sadece yanarken
biçimleniyor, soğuyup katılaştıktan sonra en harlı nefes bile ona kâr
etmiyordu. Ama, diyordu cam ustası hemen arkasından, cam, sert ve kırılgan da
olmalıydı, biri olmazsa camın camlığı eksik kalırdı. Kırılıyordu, demek kalbi
vardı ama bir kez kırılınca bir daha toplanmıyordu. Toplansa bile bir daha asla
eskisi gibi olmuyordu ve kalp bu yüzden en fazla da cama benziyordu. Denk
geliyordu, şeffaflığın, camın en önemli özelliği olduğu çıkıyordu ortaya. O
kadar şeffaftı ki cam, içi ile dışı birdi, karanlığı, gizlisi saklısı yoktu,
samimiyetin ta kendisiydi. Ama onu var eden saydamlığı, hacmini boşlukta
görünmez kılıyor, yokluğuna da neden oluyordu aynı zamanda. Çünkü ışığı
çekiyor, sonra o ışıkta kendisi yok oluyordu ve öyle sadıktı ki eğer ışıkta yok
olmuyorsa bu kez ışığı çoğaltarak yeni yüklerle geri gönderiyordu.
Cam,
ışık gibi, suyun da içinde yok oladururken ve yontucu bir çıraktan değil ancak
bir başka ustadan edinilecek bunca bilgiyi edinirken, camın ustasına üstün bir
ilgiyle bağlanıp duruyordu. Burnunun üzerinde masum bir kırışık, ağzının
yanlarında sevimli birer gamze. Yüzünde, işini kalbi edinenlerin hepsine mahsus
o gülümseme ve bakışı ceylân, endamı rüzgârken, bunca incelikli hesabın
arasında dolaşır ama ayaklan birbirine dolanmazken, yontucu onun yüzüne
bakıyordu ve cam kadar ince ve kırılgan bir kalbi olmadığım fark ediyordu, hiç
de. Katı değildi gerçi bu kalp, ama taş kadar sağlam ve dayanıklıydı. Lâkin
taşların ustasının kalbi cam kadar kırılgan, yüzüyse kalbinden geçen her neyse,
okunacak kadar ince ve şeffaf oluyordu böyle zamanlarda.
Kalpten
surete yol var, cam ustasına sadece bir okumak kalıyordu.
Yontucunun,
heykelleri işliğinde, öğrendikleri zihninde çoğalıp dururken, ırmağın
serinlediği, hilâlin doğduğu sulardı, gecelerden bir gece camcı da suretinden
kalbine kapalı yolu açtı. Dallara asılı cam kandillerden saçılan ışık yüzünü
yalayıp geçerken, yontucu, dedi, hükümdar sadece âşık bir delikanlı, henüz
acemi bir kralken, sevgilisinin kalbini fethetmek için başka ellerin hünerine
muhtaçken sarayın mermer basamaklarında karşılaştığımız günü, o gün babamın
elindeki camdan kuşu hatırladın mı? Yontucu o günkü can havlini unutmazdı elbet
camdan kuşu ise silik soluk hatırladı. Dahası, eserin kendisinden çok,
Sanatkârlar Köyünde etrafında oluşan hayranlık halesi aklında kalmıştı. O
kuşta, dedi, camcı, vasat gözlere görünmese de bir kusur, bir üfürüm lekesi
vardı. Şİmdİ onu yok etmem gerek.
Öyle
bir baktı öyle anlattı kİ, onun içinde tutkuya dönüşmüş niyet ağacını yontucu,
ilk birkaç cümlede fark etti. O kadar derindeydi ki kökleri, bu tutku ağacı
sulanmadıkça, bu zarif bedenin yeni bir işe başlaması mümkün değildi. Camdan,
öyle duru bir kuş üflemeliydi ki, prensese tannân edenin bir eşi olsun, onun da
rüzgâr bir ucundan girsin öbür ucundan çıksın. İncecik, ürküntülü, korkulu. Bir
dokunulsa bin kırılacak, bir sorulsa bin anlatacak. Ama o küçük üfürüm lekesi
yok mu, kuşun tam kalbindeki, bir babasının bir kendisinin bildiği, işte o yok
olsun. Bir de, türlü tonda kırmızı arasında lâl rengini tutturamamıştı bir
türlü camcı, rengini ırmağın kan rengi şafağından alsın, içine aşk, ölüm ve gül
damlasın, yani lâl rengi camdan bir kuş olsun. O, bunları anlatırken, başı sol
tarafına, kalbinin üzerine eğik dinleyen yontucu ürperdi. Camcının istediği,
mükemmelin sınırlarının da ötesinde bir şeydi. Hiç kimsenin görmediği rengi var
kılmanın, hiç kimsenin göremediği lekeyi ise yok etmenin peşindeydi. Cama lâl
rengini vermesi zordu camcının ama üfürüm lekesini kaldırması daha da zor
olacaktı besbelli.
O
günden sonra camcı evvelden berkitilmiş, babadan devşirilmiş hünerin, sınanmış
bilginin zenginliğinde, yontucunun gözlerinin önünde camın bütün hallerinden
geçti.
Cam
ile ne yapılmışsa, camda ne varsa hepsini kendi nefsinde tecrübe etti. Üç
mevsimi olan ülkede çölü denize çeviren taşkın boyunca da, arkadan gelen ekim
ve hasat zamanlarında da, geceler ve günlerce kızgın bir cehennem ağzına
benzeyen fırının karşısında, bambaşka kum bileşimlerini bambaşka ısılarda
eritti, bambaşka nefeslerle üfledi. Durmadan dinlenmeden çalıştı, çalışmanın
böylesine kimseler tanık olmamıştı, onun kadar çatışan bir de yontucu vardı.
Keskinin taş üzerinde çıkardığı tekdüze sese camcının nefesi eşlik ederken,
taşın bağrından kopan ses vadilerde çın tadıysa da, camcının nefesini duyan
olmadı. Taşı yontmak ne kadar ağır işliyorsa camdan bir şey çıkartmak da o
kadar çabuk oluyordu. Biri zamanla yarışıyordu da öbürü zamanı tüketiyordu. Bu
yüzden camcı, yontucunun işliğine her gelişinde taşın içinden ağır ağır
kurtulan bir şeyle karşılaşırken, yontucu, cam ustasına her uğrayışında rafa
yerleştirilmiş pek çok yeni şişeyle tanıştı.
O
zamana değin kimselerin görmediği harikulade şeyler çıkardı ortaya camcı,
görenler hayranlıkla kendinden geçti. Bulmak aramaktaydı, ama o ararken,
aramadıklarını da buldu, uğrunda sefere çıkmadıklarını da fethetti. Sarımtırak
ya da yeşilimtırak şeffaf camlar elde etti. Düz bir satıh halinde yaydı,
silindir biçiminde yuvarladı onları. Üzerine hangi asitleri dökerse, camın
hareleneceğini ve bunlarla nasıl nakışlar yapabileceğini öğrendi. Yivler, bir
astar tabakası çekerek katlar, desenler, yumuşak menevişler yaptı. Bir taraftan
bakınca başka, öbür taraftan bakınca başka görünen iki yüzlü camları,
donuklaştırılmış kalpsiz camları, arka tarafını söyleyen ama göstermeyen buzlu
camları, içindekinin mahiyetini değiştiren ve göz boyayan yanar döner camları,
kendisini olduğundan başka türlü gösteren astarlı camları buldu. Camın kimi
taraflarını kalın kimi taraflarını ince bırakarak ışığın az ya da çok
yoğunlukta süzülmesini sağladı. Işığı olduğundan fazla veren adeseleri, ya da
olduğundan az verenleri, arkasındaki manzarayı hayal meyal gösteren karanlık
camlan, bu tür yalancıları buldu. Işıktı camı gösteren, hem yok eden, sonuna
kadar kullandı bu oyuncuyu. Cam, ateşin sıcaklığım henüz içmişken üzerine serin
su döküp yol yol çatlattıktan hemen sonra tekrar ateşin koynuna bıraktı, ortaya
çıkan ürkütücü ve yabancı buz güzelliğini seyretti. Sonra alttaki tabakayı
kumlu ve sert bir taşla oyarak bu güzelliği hayale benzetti. Ateşin
çıkabileceği son ısıda erittiği hamuru aniden ve çok düşük bir soğuklukla burun
buruna getirdi. Billûr! Dondurulmuş zaman gibi cam. Gül pencerede zaman yoktu,
camdaki zamansızlığı elde etti.
Sırrı,
kendisinden sonraki yüzyıllarda şaşaayla kullanılıp sonra umarsızca unutulacak
bu usullerden ötesi yoktu. Burada durdu cam ustası, renklere geçti. Ruha sükûnet
veren mavi camı, başka bir âlemi anlatan moru, aynı anda çok şeyin rengi olan
kırmızıyı, bedeli daima pahalı ödenen sarıyı ve hiçbir bedel istemeyen yeşili
zaten biliyordu; ara renkleri buldu. Taş rengi, kum rengi, toprak rengi. Kül
rengi, mermer beyazı, saz rengi. Rengârengin yolu bir kez açılınca, lal rengi
kendiliğinden geldi ama o leke hâlâ üflediği kuşun kalbinde, camcı, bulduğu
renge bile sevinemedi.
Yine
de bütün bu usullerle kadehler, kandiller, kâseler, vazolar, buhurdanlar,
şamdanlar, koku ve tütsü kapları, gözyaşı şişeleri yaptı. Nisan yağmuru,
gülsuyu ve çiçek özü sırçaları. Irmağın güzel gözlü kadınları için boya ve
sürme kaplan, çölün güçlü ve özlemli erkekleri için alışılmadık karışımların
muhafazaları. Ne yaptıysa eşsizdi, incecikti, aydınlıktı. Soylu, ışıltılı ve
kırılgandı. Ahenkti, güzellikti dahası. Başardığı her ne idiyse kalbini gururla
doldurdu camcının lâkin aradığı, bu küçük gururla yetinmesine yetmedi. Bir de
baktı ki hepsi süstü, hünerdi, fazlalıktı. Kaç kez daha denedi kaç kez daha
yanıldı. Kaç kez buldum zannetti de bulduğu aradığına yakın ama o olmayan bir
şey çıktı. Defalarca yaptı, defalarca yaptığını kendi elleriyle kırdı. Ne kadar
küçüldüyse de camın kalbinde hâlâ o leke, çıldıracaktı.
Aşmak
da çıldırmak gibi, bir sınırlık mesafede an meselesi, aradığını tam vazgeçeceği
anda buldu. Yanıp, geriye külü bile kalmadığında ancak; kum ona lâl renkli
lekesiz camdan bir kuş verdi. Mevsimlerin en harlı, en alevlisinde öyle bir
ateş yaktı ki cam ustası, bundan daha fazlası olamazdı. Alnından akan ter,
içinden kopan ateş. Ateşin karşısına geçti, biraz daha yaklaşsaydı tutuşacaktı,
aldırmadı. Değil mi ki camın kıvamı ateş. Teninin yangını, saçlarının alazı;
yaratamayan tanrıların yangınına benzeyen şu iç yangınının yanında hiç kalırdı.
Bir kez daha aldı eline üfleme çubuğunu, bir kez daha sıcak hamura daldırdı.
Kalıp lâzımdı, koydu kalbini orta yere. Nefes lâzımdı, tuttu bir an nefesini.
Tuttuğu nefes, mevsimlerdir fokur fokur kaynayan ruhunu terbiye ederken, o,
ateşten çıkan camı döndürmeyi ilk kez akıl etti. Üfleme çubuğunun ucundaki
hamuru öyle bir döndürdü ki, dönmek evrenin sırrı, bu dönüşe ancak donen ve
yanan her şey; güneş, yer ve gökler eşlik edebildi. Cam ustası bu alev dönüşe
bakarken bildiği her şeyi önce unuttu, sonra hatırladı. Bu son olsun, dedi,
kalbinin en lekesiz yerinde tuttuğu nefesini salıverdi. Ah etti. Bir alev topu,
göğe yükseldi. Kaldırdı tek nefeste üflediği iâl kuşunu, ışığa tuttu. Güçlü
ışığın hiçbir tortuya takılmadan, hiçbir lekeye bulaşmadan süzül düğünü gördü.
Dünyanın birden fazla zamana yayılan yaratımı henüz bitmişti sanki, ırmaklar
kendilerine ayrılan o ilk yataklarda akıp duruyorlardı. Cam ustası, kalkıp
dönse kendi etrafında, gökler de onun etrafında dönecek; elinde, kanadına
tutunduğu dupduru, lekesiz lal kuşu, olduğu yere yığıldı.
Günler
sonra kendisine geldiğinde, lâl rengi camdan kuşun başköşede ışıldayıp
durduğunu gören cam ustası, yontucuya, vakit tamamdır artık, dedi, yarın güneş
ırmağın üzerinde yükselmeye başladığında kraliçenin mezar odasına götür beni,
karanlığı aydınlatacağımdan kuşkun olmasın. Yontucu baş uçundaydı, yanında asık
yüzlü hekim ve hekimin elinde de sağaltıcı bitkilerden hazırlanmış bir ilâç
vardı. Haddini aşanların ya zıddına döndüğü ya aslına vardığı döngü
kıyametinden sağ salim çıkmış olan cam ustası hiç olmadığı kadar iyiydi, ilâcın
acılığna bile aldırmadı. Bütün yollar önünde açılmıştı.
Sabahın
ilk ışıklarıyla çıktılar açılmış yola. Koruları, bahçeleri, ovaları, vadileri,
geçerek mezar odasının girişine vardıklarında meşaleyi yontucu tutuşturdu. Yere
sağlam basan, ceylân gibi sağa sola koşturan camcı ise girişten ölü odasına
kadar bütün dönemeçleri, basamakları, köşebaşlarım bir bir saydı, açıları
hesapladı titizlikle. Sonra geri döndü, yukarı çıktı. Irmağın bıraktığı sarı
kumun, esintisiz bir suyun yüzü kadar düz sathına elindeki ince dalla pek sade
birkaç şekil çizdi. Neredeyse tepeyi bulmuş olan güneşe bakarken kıstı
gözlerini, mezar odasının girişine baktı birkaç defa daha. Sonunda, ölümsüz
güneşin daimi ışıklarını şu kapıdan, karanlıklara gömülmüş ölü odasına kadar
yansıtabilmek için tam yedi adet büyük aynaya ihtiyacı olduğunu söyleyiverdi,
hepsi bu kadardı, başka da bir şey istemiyordu. Ne kadar kolaymıştı! Yontucu
bunu nasıl düşünemediğine hayret ettiyse de, bir kıskançlık geçmedi içinden,
öfke de duymadı. Bağı açılmış ve yüzüne dökülmüş saçlarını geriye doğru atmaya
çalışan camcıya baktı. Kumların üzerine oturmuştu ve neredeyse sevimli bir
çocuktu.
En
nadide ve görülmemiş büyüklükteki aynaların kraliyet işliğine ısmarlanması,
günlerin sayılması, günü gelince taşınması uzun zaman alırken sabırsızlık da
yontucunun neredeyse canına dayandı. Ama gelmez zannedilen gün sonunda geldi ve
aynalar yerlerine yerleştirildi. En doğru açılar yukarıdan aşağıya, aydınlıktan
karanlığa, yaşamdan ölüme doğru birçok denemeden sonra bulundu. Bu ne kadar
yorucu bir işti böyle ama sonunda tamamlandı. Geriye sadece, altı ayna içinde
toplanan ışığı mezar odasına yansıtacak son aynanın diklenmesi kaldı. Girişte,
ilk aynanın yanında duran camcı, haydi, diye bağırınca, yontucu son aynayı
düzeltti ve mezar odası birden bire aydınlığa boğuldu. Bir mezar odasını
aynaların içinde yunmuş yıkanmış bambaşka bir ışığın altında, bir su ışığı
zamanın aynasında gün gözüyle görünce yontucunun önce gözleri kamaştı sonra
nutku tutuldu. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti. Demek en eski zaman
yontucularının unutturduğu meslek sırrı buydu. O, ancak bir mucizeye tanıklık
edenlerin yaşayabileceği seçilmişlik duygusuyla, çıplak duvarlara bakmaya
doyamazken, sağa sola koştururken, diğer yandan hafif ayak sesleri geldi; cam
ustası, elinde lâl renkli kuş, duvara yaslanmış aynanın içine bir görüntü
olarak düşüverdi önce, sonra da kendisi geldi. Bakındı etrafına. Yılan
başlıklı, gövdesi derin yivli, yekpare sütunları, koridorları, basamakları, boş
duvarları, tavanı, zemini, ve kraliçenin boş, pembe mermer lahdini birer birer
gözden geçirdi. Döndü yontucuya, lâl kuşunu işaret ederek, bu, dedi, benden
kraliçeye. Kraliçe, dediğinde bedeninden ürperti, gözlerinden ışık geçti. Kendi
elleriyle sunu hücresine koydu armağanını, yontucu sesini çıkarmadı. Bundan
kıymetli sunu daha ne olabilirdi, onunla açılsmdı kraliçenin kapısı, onunla kap
ansındı.
İkisinin
de dizlerinde derman kalmadığında oldukları yere, taş ufakları, toz toprak ile kaplı
zemine oturdular. Son aynanın tam karşısmdaydılar. Çok büyük bir sıkıntıyı
üzerinden atmışlara mahsus soluklanmayla yontucunun gözleri boydan boya aynaya
kaydığında, ikisinin de sırtlarını kraliçeye dayadığım ve ikisinin arasında
kraliçenin pembe mermer lahdi, şu ölüm yatağının durduğunu görebildi. O kadar
güzeldi ki gördüğü şey, kendisine bir başkası, cam ustasına kendisi gibi
bakarken, camcının da kalbi kamaştı. Bir şey hiçbir şeye dönüp bakmazken ama
iki şey aynı şeye bakarken, onlar, bir mezar aynasının derinliğinde baktılar
birbirlerine. Her ikisi de birbirinin yüzünde o aynı şeyi gördü. Bunun üzerine
biri başladı, diğeri başlamak için sarf ettiği kelimeyle onun sözünü kesti.
Birlikte sustular bir anda sonra aynı anda yeniden birlikte başladılar. O kadar
aynıydı ki sarf ettikleri kelime ve o kadar benzer nedenlerle sarf edilmişti
ki, asıl cümle şimdi söylenmezse bir daha da söylenemezdi. O zaman yontucu
ömrühayatmda hiç kimsenin yanında duymadığı bir sığınmayla, güvenle, ferahla,
hepsi bir anda, başını cam ustasının dizlerine bırakınca, yıllardan bu yana
sustuğu ummanı önce sızdırıp sonra taşırınca, ömrünün kördüğüm olmuş bağını şu,
çocuk kadının dizleri üzerinde çözüverdi. Yoluna çıkan bütün kuş tüylerini
topladığını, bütün kekik dallarını kokladığını anlatır gibi ona, kraliçeden
bahsetti. O söylemeden cümleler kendiliğinden geldi, mecali kesilmiş damlanın
buluttan düşmesi gibi ya da şu, kanadından ayrı düşen tüy gibi. Yıllarca bir
taş katmanının altına bastırılmış ırmak öyle bir akıverdi ki, çöllere düşmeyen
yağmurlar yontucunun içine iniverdi.
Ağır
perde kalkınca adı geçse de geçmese de, hep ondan konuştular. Hiç, dedikleri
gibi hep, dedikleri de oydu; ben, dedikleri kraliçeye çıktı, sen, dediler, yine
kraliçe oldu. Irmaktan yükselen buğu, dünyanın üzerindeki ter gelip toprağın
üzerinde durduğunda başını daha fazla tutamadı cam ustası, bu kez o, yontucunun
omuzuna dayandı. Nefesin bir âh alevi olduğunu öğreneli çok olmamıştı şunun
şurasında ama mezar aynası sözünün sıcaklığıyla buğulandı. Buğulanan aynanın
derinliğinde sıyrıldı kimlikler tenlerinden, birbirine karıştı, suretler
bozuldu. Her güzelliğin yanında bir aşk duruyordu bu karışıklıkta. Ama
güzelliğin varabileceği o en saf kaynakta beyaz iplik ak iplikten önce ayrılıp
sonra ona katışınca, ne sevenin ne sevilenin kimliği kaldı; cam ustası, yontucu
ve kraliçe diye bir ayrılık kalmadı, onları birbirinden ayıracak bir tek aşk
kaldı. Kraliçenin suretini çıkarmaya niyetlendiğinde ortaya çıkanın cam
ustasının aslı olmasına hiç şaşırmadı yontucu, neden şaşırsındı? Aşk vardı.
Yaşanma
ihtimali sonsuz kere tıkanmış ama bir kez söze dökülünce de önü tümden açılmış
bir akışa kendilerini bıraktıklarında, düşünmek gibi bahsetmek de suç olmaktan
çıktı. Her ikisinin de anlattıkları, ancak yaşamadıkları kadar çoktu. Yaşanan,
yaşanmamışlığının tanığını yekdiğerinde bulunca baş başa vermiş iki suretten
biri diğerine aşkın kelimesini sordu; diğeri gülümsedi ve ona aşkın, bu
dünyadan olmayan bir zamanda, bütün ruhların toplandığı mekânda, ruhun,
sözleştiği ve seviştiği tanışım bu dünyada hatırlaması olduğunu anlattı. Ama,
dedi biri, hesapta ruhun, tanışını bu dünyada hiç bulamaması, ona
rastlayamaması var. Diğeri, buldum zannedip de yanılmak var, diye ekledi. Bulup
da tanıyamamak var, dedi biri. Ve ki bulup da onun tarafından hatırlanmamak
var, diye tamamladı diğeri. O gün orada, biri aşkın ne olduğunu anlatıp da
öbürü ne olmadığıyla tamamlayınca, taşların ustası, kendisi konuşamadığında
taşlar onun yerine konuşmuş yılların yorgunu, kraliyet yontucusu, dünya âlem
üzerinde öğrenebileceği son şeyi, bütün bilgilerinin en değerlisi olduğunu bile
bile, şu çocuk kadından öğrendi: Ezel yazgısının bazen ancak ebede
sığabildiğim, şu dünyanın bazen onu içine alamayacak kadar küçük kaldığını.
Binlerce yıl sonra yaşayacak insanların kullanacağı ezel ve ebed sözcükleri
kullanılarak kurulmamıştı cümle, cam ustası bu kelimeleri elbet bilmiyordu. Ama
manasının ırmağı bilinen ve bilinmeyen bütün kelimelerin denizine akan bambaşka
kelimelerle söyledi. Tıpkı yerin yüzünü yararak ayrı ayrı akarmış gibi görünen
ırmakların, yerin altında birleşerek o büyük ve tek denizi oluşturması gibi.
Güneşin
batmasına bir hayli zaman vardı ve kavurucu çölün dur durak dinlemeden estiği,
kumun fırtınaya dönüştüğü, hayatın bile yandığı demlerdi. Fakat yerin yedi kat
dibinde, mezar odasında, serin bir rüzgâr esti aniden. Güneş, gün ortasında önü
kapansa ve alevler saçan siyah bir güneşe dönüşse, neftileşse gölgeler, hava
ancak bu kadar soğuyabilirdı. Öyle üşüdüler ki bir köşede duruveren ağır, kaba
örtüyü aldılar üzerlerine, kıvrıldılar oldukları yere, taş döşeğin üzerine. Bir
çocuk uykusuna daldılar ki, gördükleri masum rüyanın, uyandıklarında, anlatması
yok, hatırası yok. Hatası yok, sevabı yok. Hesabı, defteri, kaydı, kitabı yok.
Önce
yontucu uyandı. Örtüyü çekti cam ustası diye tanınmış bu çocuk kadının açılmış
omuzunun üzerine. Eline kalemini, keskisini aldı, ana duvarın karşısına geçti.
İlk olarak bir kendisinin, bir de cam ustasının suretlerini çizdi. Yontucunun
mesleği elindeki keskiden, camcınınki ise önündeki büyük ateşten belliydi.
İkisinin de kalbi, sol göğüslerinin üzerinde, apaçık, görünürdeydi. Cam kadar
ince, kırılgan ve şeffaftı bu kalpler ve ikisinde de aynı asıl saklıydı. Aslı
aşikâr etti yontucu, kraliçenin en güzel suretini çizmeye geçti. O, kraliçenin
suretini çizerken cam ustası uyandı aniden, gülümsedi. Yazıcının kalemi burada
kırıldı.
Bir
kadının ağırlığını devralıp, kendi ağırlığının da yarısını ona devrettikten
sonra yontucu, kalbinin bir yanında aşikâr edilmiş sırların hafifliği, diğer yanında
sır edilmiş yüklerin ağırlığı, gâhi çalkantılı bir deniz, gâhi durgun bir
suydu. Susulmuşu söylemeye başlamışların tamamını kuşatan yarı acı yan tatla,
ama çoğu zaman hoşnutlukla, çalıştı durdu. İsli karalı meşalelerin zahmetli
aydınlığında görmeye alışkın olduğu onca resimden, kabartmadan, heykelden sonra
bir mezar odasında ama gün ışığında ilk kez seyretti kendi elinden çıkmış
gümüşi sulardan balık kapan kuşları, ak nilüferlerin yapraklarını, ille de
sazlıklardan havalanan kuşlan. Bütün zamanların ve mekânların hanımefendisi
sevgili kraliçeyi, onun tanrılaştırılmamış kocası kralı. Mavi gül dalını, daim
hemen yanı başında boy atan genç prensi. Prensin; ne kadar büyüse de annesinin
hayalinde daima kalacak olan resmini, çocukluğunu; babasının ümit beslediği,
bel bağladığı gençliğini; alnının tam ortasından geçen hükümdarlık bandını,
ensesinde topladığı saçlarını. Bu hikâyenin bir mezar karanlığındaki aynayı
buğulandıracak kadar yanan ama susan asıl kahramanlarını, kraliçenin aşkıyla
dolu kalplerini göğüslerinin üzerinde taşıyan yontucu ve cam ustasını.
Hepsinden çok da tek ve biricik Tanrının, resmini değil ama sayısı pek çok olan
güzel adlarını.
Kemâldi
yontucunun istediği, her şey o kadar mükemmeldi ki, aylar yetmedi kraliçenin
mezar bütününün donatılması için, yıllar gerekti ama yılların her biri de
rüzgâra binmiş gün gibi geldi geçti. Bu zaman içinde yontucu hayatın
resimlerini de, bezeyip durduğu ölümün duvarının üzerinde seyretti. Her şey
ışık, ayna, gölge ve cisimdi. Tıyneti, yaprağı önce okşamak sonra dalından
koparmak olan rüzgârın gölgesi yoktu ama defnenin titreyişleri aynadan aynaya
yansıyıp, duvar bezemelerinin üzerine düşüverdi. Gölge gölge üzerinden geçip de
resim resim üzerine düşerken yontucu da hayatının en şaşırtıcı, en hayran edici
hallerini yaşadı. Kiminin gölgesi ağır, kimininki neredeyse şeffaftı ve bunca
gölgenin tek tanığı dizlerinin üzerinde oturduğu yerden yontucuyu seyredip
duran cam ustasıydı. Kim bilebilir ki yontucu, mezarın cümle kapısı önünden
süzülerek geçen göçmen kuşların yorgunluğunu, sürüler halinde su içmeye inen
yelesi terli tayları da karşı duvara resmedebilir, sevimli cam ustasının tek ve
biricik Tanrı'nm isimlerini ezberlemeye başladığını da gösterebilirdi. Zahmetle
geçen ömrünün şunca cık soluklanmasında, kalbinin ağrısı öyle bir ışığa
durmuştu ki küçük parmağının sızısına bile aldırmayabilir, hatta yıllar
evveline, büyük hükümdarın devrine bu hislerle geri dönülse, resimlerinin,
yontularının karanlıklara karışacağı gerçeğiyle bile o kadar dertlenmeyebil
irdi. Şayet bir sabah vakti, aynalardan yansımalı gölgelerin biri; hükümdarın,
dayandığı duvarın altında kaldığını, kralıçeninse sınırları artık bu dünyanın
taşlarıyla işaret edilemeyecek bambaşka bir ülkeye sığındığını göster meşeydi.
Duvara kan düşmeseydı.
Uzun
anlatmak gereksiz artık.
Tamamı,
sıra sıra, dizi dizi taşa işlenmiş resimlerden de okunabilecek bu hikâyenin
sonunda mavi gül dalının refakatçisi, renklerin som altın dokunuşu genç prens,
durup dururken değil, incecik hesapların sonucunda, bir hayli sabırla ve pek
çok göze alışla ellerini kana buladığı günün sabahında, çocukluğunun bir masalı
olarak bile hatırlamak istemediği tek ve biricik Tanrı'yı inkâr etti, te'yi
büyük yazmaktan vazgeçti. Ünlü söylevini verdi, daha da ünlü buyrukna meşini
gönderdi dört bir tarafa. İrmağın akış yönünü değiştiremedi ama, babasının yok
ettiği bütün güçleri, onları kaybetmişlere bir bir iade etti. Tanrıların bütün
heykellerinin eski yerlerine yeniden dikileceğini, eski tapınakların yeniden
açılacağını, şu yenilerin ise kapanacağını söyledi. Her şey eski ile yeni
arasında gidip gelirken, yeni'den eski'ye döndürülürken, sonrası dizginsiz bir
sel halinde geldi. Kayıp güçlerini geri kazananların azgın mutluluğunda bütün
kıymetler kıymetsiz kaldığında, değerin ölçüleri bir kez yıkılıp hepsi yeniden
kurulduğunda yok edildi hükümdarın sapkın ilân edilen bedeni. Yakıldı, külü
havaya, manası suya savruldu. Yaptığı her şey gibi mezarı da yerle bir
edilirken, heykelleri parçalandı, resimleri silindi, kabartmaları kırıldı.
Kendisinden geriye bir mezar bile kalmadı, nerede yattığını kimse bilmedi. Bu
daha başlangıç; ölen hükümdardı ama kraliçenin mezarının yapımı da aniden
durdu. Duvarları sapkın bir inancın resimleri ve isimleriyle dolu bir mezar
odası mı yeni hükümdarın annesine mezar olacaktı? Hiç olur muydu? Ona eski
tanrıları hoşnut edecek yeni bir mezar odası mı yoktu?
Azgın
kalabalık yayından boşalmış oklar gibi dört bir yana savrulduğunda, onun da
güzergâhına, yedi kat yerin altındaki mezar odasına inmek düştü. O, ismini
kimselerin bilmeyeceği merak bile etmeyeceği sıradan bir askercikti. İçeri
girdiğinde, daha ilk adımında, kraliçe odasının büyüleyici güzelliğini
anlamlandıramasa da aydınlığı karşısında şaşırdı. Bir an duraklayarak etrafına
bakındı, köşedeki yontucuyu gördü. Bir çömlek parçasının içinde boya
parçalarını yağla ezen, bâlâ en güzel beyazı boyayan yontucu, askerin önce
yüzüne sonra ellerine baktı sakince. Gül desenli diken süslü kabza askerin sağ
elinde sıkıldı. Kılıcını dört bir yana savuracak, parçalayacak ve yok edecekti
askercik, bunun için gönderilmişti ama yok etmenin en kestirme yolunun
karanlığa gömmek olduğunu anında sezdi. Bir taş parçası aldı yerden, savurdu.
Lâl rengi camdan, lekesiz kuş taşlık zemine düştü, düştüğü yerden, incecik,
tannân etti, tuzla buz oluverdi. Bitmedi. Asker çok daba büyük bir taş
parçasını yerden alırken aynaların ışığı, yontucuya her şeyi son bir kez
gösterdi. Büyük ayna kırıldı, rüya dağıldı, her şey karanlığa karıştı. Neden
kırdığını kıran bilmedi, neden kırıldığım cam bilmedi. İçinde taş bir gemi
duran ve camdan bir ırmak akan hikâye bitişinde her halde bir kırılma içermek
mecburiyetinde olduğundan böyle oldu. Sabahtı. Lâle bahçesinden bir kuş
havalandı, bir tomurcuk patladı, o hengâme arasında rengini kimse görmedi ama
bahçıvanın tanzimine göre siyah olması lâzımdı. Asker? Hepi topu on altı
yaşındaydı. Irmağı hiç görmemiş uzak mı uzak köyünde, ellerini öpmeyi sevdiği
bir annesi ve geriye bir şan götürdüğünde evlenmeyi düşlediği, kendisinden de
çocuk bir sevgilisi vardı.
Yeni
başkent terk edildi çok geçmeden. Yıkılması için neden yoktu, böyle bir emir de
verilmedi. Evinde yaşayan, yolunda yürüyen, çarşısında çalışan kalmayınca,
olduğu gibi rüzgâra, kuma ve yağmura bırakılınca, nasılsa kendiliğinden
yıkılırdı. Yağmacılarınsa vakit geçirmek, âdetleri değildi. Ama zalim bir
sevinçle coşan ve zamanın nasıl işlediğini iyi bilen rahipler, söze egemen
olanın, sözün sihirli gücüne de egemen olacağının bilgisiyle, kentten
ayrılmadan önce şu tek ve biricik Tanrının adını tapınak duvarlarından silmeyi ihmal
etmediler. Bu öyle önemli bir işti ki, yolcuları taşıyacak dizi dizi gemiler,
ırmakta akıntıya karşı bekletildi. Bir zaman tanrıların adını büyük tapınağın
duvarlarından hükümdar, kendi elleriyle silmişti. Şimdiyse hükümdar yoktu ama
yıllar boyunca hükümdarın eli olmuş olanın o adlan yerli yerine ladesiydi uygun
düşeni. Dört bir yana, taşıdıkları haber kadar karanlık ulaklar salındı.
Aynı
yolun gerisin geri yürünmesi, hiç yürünmemiş gibi olmasına yetebilirdi. İstenen
de zaten her şeyin hiç olmamış gibi olması değil miydi?
Yaprakların,
gövdelerinden sarsılarak koptuğu vakitte, en iç odalarına kadar ışık seline
boğulmuş büyük tapınağın avlusunda, ana duvarın karşısında toplanıldı. Atalar
dininin geçmişinde bile hiçbir ayin bugünkü kadar görkemli olmuş olamazdı.
Yontucu ilk adımlarını attı, toprağa gölgeleriyle birlikte düşmüş yaprakların
üzerinde bağcıkları çözülmüş sandaletlerini sürüye sürüye dolaştı. Yüzünden
okunan sakinlik değil yorgunluktu. Atacak adımı kalmamıştı, yolun sonuna
gelindiğini anladı.
Keskiyi
yontucuya uzatırken, sil, dedi başrahip. Bilmez değildi ki yontucunun kalbinin
kimin kalbinin yanında durduğunu, bu yaptığı zulüm değilse neydi? Oysa
görebilseydi, yontucunun gözlerinde, kocaman aynaları yerle bir eden siyah
taşın görüntüsünden başka bir şey kalmadığını seçebilirdi. Susmak
zorunluluğunun kalbe yüklediği iç sıkıntısına bile dayanması mümkün değildi
artık yontucunun. Bir titreme geçti ki üzerinden, birkaç damla kanını eski bir
mezar odasına bıraktığında dahi karanlıkla bağlıydı gözleri, böyle üşümemiş
böyle titrem e m İşti.
Sil,
dedi başrahip bir kez daha. Nasıl silsindi? Tek ve biricik Tanrının adı
üzerinden bir inkâr, bir muhalefet çizgisi nasıl geçirsindi? Ey biricik ve tek
Tanrım, dedi, kaldırdı başını ne gelirse göklerden geleceğinin emniyetiyle,
daha da bir şey diyemedi. Hem kelâmı kendisine yetmedi, hem canı bu kadar
konuşurken kelâma gerek hissetmedi. Canını dişine takmışların son nefeste
topladıkları o hayata tutunuş gücüyle değil, sonsuz bir karanlığa
yuvarlananların kendini bırakmışhğma düşmemek için de değil ama bu kadarı
yeterli. İsyan etmedi. Sitem etmedi. Teslim etti ki; yokluk da bir ol'uş hali,
demek ki ol dedi, ol'mayıverdi. Ama geri dönmek? Mümkün değil. Gidecek yer mi?
Nereye? Başrahip keskiyi uzattı. Yontucu keskiyi aldı sol eline, sağ eli
titredi; sağ eline geçirdi, sol eli titredi. Bütün vücudu ter içindeyken, benim
elim kalkmaz, diyebildi, böyle bir eyleme. Başrahip üsteledi, gözlerinden öfke
ağzından tehdit döküldü. Bir kez daha tekrar etmeyeceği belliydi ve aksi halde
ne olacağını herkes bilirdi.
O
zaman. Dağa yaslanıp denize bakan incir ağacı sarsıldığında, derinliğinde kaç
kâbusu, kılını kıpırdatmaksızın uyutan ırmak, tahammülsüzlük ile sarsıldığında,
üzerinden en ufak bir esinti geçmediği halde köpürüp savrulduğunda. O zaman
yontucu, sağ elinde sımsıkı kavradığı ağır keskiyi kaldırdı. Hiç düşünmedi,
titremedi, tereddüt etmedi. Bütün keskilerin eğer aşk ve şevkle değilse,
öfkeyle kalkıp hınçla indiği bu hikâyede, hiç şaşmaması gereken yere son
hızıyla indirdi. Sol elinden vazgeçti. O kadar kendinden emindi ki sağ elinin,
sol eline eylediğinden bir an bile pişmanlık duyup duymadığını, onu yazan
öykücü bile merak etmedi. Karanlık, deliksiz, kesintisiz bir uykuya yattı.
Uyandığında hatırladığı, bütün kıyamet rüyalarını unutmuşlara mahsus o rüyaydı.
Haydi
taşçı, vaktidir zamanıdır, ellerinle bitirelim bu hikâyeyi.
Ellerini,
derdi annesi, en fazla ellerini öperdi.
Avuç
içleri ateş, parmakları kalem, teni su; yontucu birini diğerinin üzerine
bıraktığında elleri her şeyiydi.
Taşın
serinliğini avucunda, ateşini parmak uçlarında duyduğundan bu yana, elleri
çırılçıplaktı. Sadece, sol elinin serçe parmağında gümüş bir yüzük, onun da
üzerinde yılan biçimli dövme; her iki bileğinde üzeri kakmalı birer bileklik;
olmasa, yontucunun bilekleri yerlerinden oynardı. Bir de bileğiyle
başparmağının tam birleştiği yerde, ipek rengi, kuş bakışı bir gamze, gören bir
daha unutmazdı.
Ellerinden
akardı hayat. Onun için yontucu, bir mezar karanlığına terk etmeden önce,
bitirdiği her yontunun ellerini şefkatle öperdi, onun soğuk ellerinin üzerinden
kendi ellerini geçirirdi. Kendi avucunun içini dayardı onun avuçlarına. Son bir
ölüm alırdı ondan, son bir hayat bırakırdı.
Ama
yontucu en fazla da ellerinden yara alırdı.
Kendi
ellerine bakardı, birinin diğerinden daha zayıf yaratıldığım bilerek.
Biçimi
taştan, güzeli renkten çıkarmak adına nesi varsa sol elinde toplanmıştı. Sağ
eli ancak sol eline yardımcıydı. Ona bağlı, ona mecbur. O varsa vardı, o yoksa
bir anlamı kalmazdı.
Ey
benim sağ elim, derdi, yontucu kendi ellerini muhabbetle seyrederken, sen neden
böylesln?
Sağ
elinden bir şey gelmezdi. Gelse belâ bile, kendisine belli ki şu sol elinden
gelecekti ve yontucu, bir gün mutlaka gelecek ölüm, mutlaka sol elinden gelecek
zannederdi. Solak yontucu, sağ elinin sadakatini nereden bilsindi?
Ben?
Irmağın kenarında, ismini bilmediğim ama taşlara kazılı resimlerinden
hatırladığım san çiçekli ağacın altında, eğildiğim ve avuç içlerimi suya
gösterdiğim zamanlarda gördüm onun da ellerindeki kuş bakışı gamzeyi. Bir
görenin bir daha unutması mümkün değildi. Ve, Cam Irmağı Taş Gemi koydum bu
kitabın adım bütün itirazlara kulaklanmı tıkayarak. Değil mi ki kimi taş gemi
oldum cam ırmakların üzerinde yüzmeye kalkıştım; kimi cam ırmak oldum taş
gemilerin bağrımda yüzmesine alıştım. Ama her halde de sadece cam ırmağın değil
taş geminin de kınldığma tanığım.
Netice:
Cam ırmağında taş gemi yüzdürmeyi bir türlü başaramadım.
ZEYL: NİHADE'NİN BEŞİNCİ
DEFTERİ
Zeyli
kendisinden ayrı düşmüş bir hikâye, bitmiş bir romanın üzerinden geçirilen bir
tekrir denemesi olmamalıydı Nihade'ninki. Ama Nihade. Gelmiş geçmiş roman
kahramanlarının en tekinsizi. En güvenilmezi.
Şimdi,
evrilip çevrilen ve sonunda Numan'a döndürülmeyen kalbimin emniyetinde. Koyu
renkli gölgeleri olan buhur baharat dükkânının derinliğinde. Büyük derdimin
yaşanmış ve yaşanmamış bütün hikâyesiyle baş başa, ve yalnızca ben'den ibaret
kaldığımda, bana verilen dayanıklılıktan hoşnut, gülümsüyorum karanlık bir
tebessümle. Tebessümüm karanlıkları yırtan yangından kalma, dizginsiz akıyorum
hikâyeden hikâyeye. Mürekkebine sim katılmamış kalemimle başlıyorum yazmaya.
Haydi,
bir kez de benim defterimden, benim için okuyun bütün bu olanları. Siz ki bu
hikâyenin en iyi okurusunuz. Bir kez de benim için ateşe atın benden geriye kalanı.
Defterim, ben Yedikule'nin kumsalındaydım, bir yeniçerinin idamı gecesinde
başladı.
Evvel,
üdabaşınm emriyle ayağına demir vuruldu. Suçu, hükmü, mahkemesi. Öyle kopmuştu
ki inciler bağından, katline ferman verildi. Neticesi: ismi defterden silindi.
Mahbesinden
alındı sonra, Yemiş İskelesine indirildi. Geceydi. Çok karanlıktı. Şehir kendi
karanlığına çekilmiş, sağda solda kör fenerlerle dolaşan bir İki kişi.
O,
yolları geçerken birçok muhafızın arasında, limandaki gemiler birer hayalet,
içlerinden biri ağır ağır hareket etti. Zaman yoktu ya, hayat akıyordu yine de.
Kahve kokusu, yemiş kokusu, kına kokusu. Tarçın, karanfil, zencefil. Keşmir
kumaşları, ipek şallar, pahalı esans şişeleri. Hepsi de sonsuz hareketlilik ve
neş'eyi beklemek üzere ağır kepenklerin arkasında duruyordu.
Güneşin
doğuşu o kadar yakındı ki. O kadar yakınken hayat, bu gidiş? Nasıl olurdu?
Bir
kayığa bindirildi. Padişahının sarayı usul usul uzaklaştı menzilinden. Yağmur
damlası. Martı çığlığı. Sonra Fatih Mehmed'in, Süleyman'ın camii silindi.
Hepsini son kez gürdü, son kez gördüğünü bile bile. Bu yüzden yaman oldu bu
gidiş. Gidilecek yer oysa hiç uzak değildi. Yedikule'nin surlarına, cümle
kapısına dayandı kafile. Yük ağırdı. Emanet, eminine teslim, ağır yükünden
kurtulan emanetçiler, gerisin geri döndüler. Giden gitti, kalan kaldı.
Gece
yarısı. İstanbul uykuda. Muhafızlar çok, o bir başınaydı. Bir başına olmasa da
zaten fark etmezdi. Emir büyük yerden gelmişti. Kutlu Cuma gecesi olduğuna
kimse bakmadı. Akşamla yatsı arasında olması gerekirdi üstelik olacak olanın.
Ama yatsı çoktan kılınmıştı. Vakit o vakit, saat o saatti. İstanbul'un bütün
müneccimleri uykuda, bütün İstanbul rüyalardaydı. Bir o, bir cellâtlar
uyanıktı. Bir de ben uyanıktım. Uyanık olan başkası yoktu.
Tam
karşımda duruyordu Yedıkule. Ben kıyıdaydım. Durgundu İstanbul'un suları.
Dalgaları saymak için inmiş değildim kumsala. İç içe açılan, açıldıkça
derinleşen uçurumlardan yuvarlana yuvarlana düşmüştüm Yedikule'nin yoluna. Tam
oradaydım, binbir güçlükle ve düşe kalka, gözyaşı, çamur, humma arasında,
dilenerek, sürünerek, yalvararak, ne halim varsa onunla, ulaşabildiğim yeniçeri
zabiti efendinin işaret ettiği noktadaydım. Yedikule'nin kıyısında, onun bütün
kulelerini görebileceğim yerde duruyordum. Hangi ev, hangi yapı alırdı ki beni
içine böyle bir gecede, ben kendi içime bile sığamıyordum.
Bir
top patlayacak demişti yeniçeri zabiti efendi, tek pare, diye üstelemişti. Bir
ölümün gerçekleştiğini nasıl anlayacağımı, bir dersi öğretir gibi, yol yolak
belletir gibi belletmİşti. Bak şimdi, dinle, demişti: Yedi kule'den,
karanlıkta. Eylem eylendiğinde. Künyesine şerh verilir. Gizlidir şimdiye kadar
yapılan iş. Aşikâr etmenin vakti gelince. Tek parça top sesi. Ardından siyah
bir kandil suya verilir.
Ayaklarımın
altında çakılın sertliğini kumun serinliğini duyuyordum. Orada heyula gibi
Yedikule'nin surları. Bütün bunları bana anlatırken yeniçeri zabiti efendinin,
alnına düşen bir tutam saçı sakinlikle kaldırdığını hayal meyal hatırlıyordum.
Çok
geçmedi. Bir kıvılcım önce. Sonra tek parelik bir top sesi. Yedikule'nin
surlarını aştı, İstanbul'un gecesine halka halka dağıldı. Uzaklaştı. Hafifledi.
Ve bitti.
Bir
ürperti geçti bütün İstanbul'un üzerinden, yeri, gökleri, suları ve ateşi, yedi
tepesi birden sarsıldı. Sonra her şey duruldu, sustu.
İsmi
Mansur'du, bir yeniçeri.
Gece.
Yeâikule surları içinde.
İsminin
üzerinden bir iptal serüveni geçti Siyahtı yeniçeri kâtibinin kullandığı
mürekkebin rengi."
Ne
kadar zaman yetti Mansur'un bedeninin, Mansur'un bedeni ki benim yurdum, dışarı
çıkartılmasına? İstanbul'un bütün camilerinde okunan sabah ezanlarının gelip de
beni bulduğu o vakitte. Et siyah, kan kırmızı. Her zamanki gibi bir gece olsa
idi, yurdumdan uyanıp da bir bardak buğulu kiraz şerbetini yudumlayacağım o
saatte. Meyyit kapısından çıkan muhafızların, daha da ağırlaşmış yükleriyle bir
sandala atladıklarını, kıyıdan, çok değil, sadece biraz açıldıklarını,
sonrasında yüklerini suyun koynuna usulca bıraktıklarını, seçebildiğim saatte.
Her şey olup bitiyordu ve ben sadece bakıyordum. Sağ yanım deniz. Karşımda
Yedikule. Yedikule'nin yedisi birden yıkıldı üzerime. Sonrası bir büyük
sessizlik ki dışı sükût, içi kıyamet. Gözlerimi yumdum. Kendi cesedimin
taşınmasına tanık tutuldum.
İstanbul'un
yedi tepesi. Gecenin cellâdı, yeniçeri zabiti, bu uykulu sandal, şimdi bütün
renkler gri. El yordamı. Kurşuni. Rüzgârın uğultusu. Bütün İstanbul barut
kokusu.
Çığlığımı
tuttum önce, damarlarımda kezzap dolaşıyor sanıyordum. Çığlık, nefes. Boğulacak
Nibade. Tuttuğum çığlığı öyle saldım ki sonunda, ama gecenin boşluğuna değil,
kendi içime. Öyle bir aktım ki toprağın üzerine değil, yine kendi kendime. Çok
ağır geldim kendime. Yeşil bir buhar kapladı içimi, acı yeşil keskin bir kezzap
kokusu sardı genzimi. Bir daha da terk etmedi. Her duygunun, her oluşun, her tadın
refakatinde. Nefes alıyorken ve veriyorken. Uyanıkken ve uyuyorken. En fazla da
uyuyamıyorken. Şimdi bana her şey acı yeşil keskin kezzap kokusu. Önce gülün
kokusu kayboldu. Sonra limon çiçeğinin, beyaz karanfilin. Birer birer hafifledi
içimde tuttukları yer. Hepsi birer hatıraya dönüştü. Koku uzmanı. Itırların
büyücüsü Nihade bir daha hiçbir çiçeğin güzel kokusunu alamadı. Şimdi
anlatıyorum ya size, bir yanımın bir yanımdan kopması, kokulan kaybetmemle
başladı.
Bilmek,
her defasında yeniden ölmek. Göğüs kafesimin içinde yakılan ateş: Kurban. Bir
ölümün bilinen haberine bir daha uyanmamak için, bir daha ölmemek için
uyumadığım o bitmeyen gecede. Yedikule'nin kumsalında. Olanlar olmuş da, bana
olana bir türü akıl er diremeyince. O kadar büyüdü ki benim dışımda dönen dünya
ben içinde küçücük kaldım. Ruhuma, kalbime, zihnime, bedenime, ne kadarsam o
kadarıma üşüştü benim taşıyamadığını şey. Bunca ağırlık altında. Düşüp bayılıp
da sonra hiçbir şey olmamış gibi uyanamayınca. Ve söyleyemeyince, üstelik
susamayınca. Kanım hacmini, nabzım haddini, zihnim tahammülünü aştı. Akla
sığması gerekiyordu olan şeyin. Aklım almadı. Halim bu dünyanın hallerine
sığmadı.
Sırça
fanus taşlık yol; tek cümle! Oluş tek anlık. Böyle hissedince, gerçeği
yüzeyinde yorumladığım ayna, derininden, zahirinden, çok değil tek yerinden,
ama tam orta yerinden çatladı. Bir yılan dilinde çatallandı yolum. Herkesin
yürüdüğü yoldan orada ayrıldım. Kapandı dünyanın kapılan bana, kendi içime
kapandım. Kimselerin bilmediği, sadece: Beni. Bana. Benim. Bambaşka bir
dünyanın kapılarını açtım. O kadar zor yollardan geçerek geldim ki bu
kapanıklığa, ne artık ben dünyayı olduğu gibi görebildim, ne dünyanın üzerinde
yaşayanlar benim gördüklerimi ve gittiğim yeri görebildi.
Olmazsa
öleceğim şey yok olduğunda, bu yok oluşu aklım almadığında, aklımın almadığını
reddettiğimde çekilmiş olmalıyım yarattığım şeyin içine. Şey, dediğim karanlık,
şey, dediysem bir dünya. Yoluyla yordamıyla, olayları ve şahıslarıyla, zamanı
ve mekânıyla, bütün inandırıcılığı ve beni inandırmasıyla. Önce dışımdaki mekân
inceldi. Birkaç çizgiye indi. Sonra silindi. İstanbul'dan geri kalan: İçinde
ben olmayan İstanbul'un gecesi, içine çekildiğim dünya, dışımda bıraktığım
dünyadan öyle güzel, öyle gerçek ki. B öylesi ne kaybol muşken, İstanbul'u
göreme m. Böyle başladım görmediklerimi görmeye, duymadıklarımı duymaya.
Olmayan şeylere dokunmaya. Önce biraz korktum. Sonra. Kayıtsız şartsız bir
kabullenişle teslim oldum. Önce biraz ürkek, sonra istekliydim. Bu halim. Bu
gidişim. Bu çekilişim. Şu dünya âlemin adına yaşamak diyerek bana dayattığı
kabul etmediğim yaşamayı reddedişim. Canım acımasın. Olanı yok sayışım. Her şey
bir inkâr düğümü. Öyle sıkı bağladım ki istesem ben bile açamazdım.
Böyle
itirazsız gittim o en uzak ülkeye. Bir daha dönüş olmasın diye yolları tahıib
ettim, tahrib edemediğimi de bilerek İsteyerek unuttum, zihnimden siliverdim.
Bir lügat ihlâliyle attım bütün köprüleri. Artık konuştuğum kelimelerin genel
geçer lisanlarda karşılığı yok. Saçma? Saçma gibi görünen şeyin bütün karşılığı
Nihade'de geçerli. Karanlıklara böyle karıştım. Derin denizlerin dibine böyle
indim. Okyanusun zeminine dokundu ayaklarım. Sisin arkasına böyle sığındım.
Buzdağının arkası. Görünür yanımdan daha büyük olan görünmez yanımı suyun
altında böyle sakladım.
Daha
evvel vardı elbet, ilk değildi. Lâkin bu, vurup da bırakmayanı, alıp götüreni.
Sessizce vuruyordu. Aniden oluyordu. Hiç beklenmedik zamanlarda, bazen
geliyorum, diyordu. Ama çok defa haber bile vermiyordu. Ben şimdi okyanusun
dibinde kavkısı kırık deniz kabuğu. Derin akıntılarla bir o yana bir bu yana
yalpalayan su yosunu. Yorumu, yaşamamış kimselere mümkün değil, kelimesi
lisanlarda muhtelif. Orada ben şimdi bambaşka bir haldeyim. Canımın acımadığı
yerdeyim. Bambaşka bir Nihade'yim.
Şimdi
ben, aynam kırık, iki Nihade. Ama bir yanım öbür yanımın yarımı değil. Biri
diğerinin ne tamamlayıcısı ne aynası. İkisi de birbirine benzemez. İkisi de
Nihade. Bir yanım minyatür sathı İstanbul, derinliksiz, gölgesiz, renksiz ve
sessiz. Bir yanım gerçek. Tıkandı şuurum, bir yanım ergin öbür yanım çocuk. Bir
yanım şimdi, bir yanım zamansız. Bir yanımda korumam gereken ne idiyse öbür
yanımda savurdum, bir yanımda konuşmam gerekeni öbür yanımda sustum. Anladım,
bir benden bir ben daha çıkartan dünyanın bir yarısı yangın, bir yansı su
değil. Bir yarısı hatıra, öbürü unu tuş değil. Dairenin hem merkezi hem
çemberiyim. Bir yanım Mansur bir yanım Numan olacak değil.
Halimin
özeti, taşıyamadığımdan kaçışım dır benim. Şimdensonra bir rüyadayım ben. Rüya
gerçeğin sılası. Başka türlü nasıl tahammül edilir gerçeğe, bilmiyorum ki ben.
Her
şey anlamını yitirip de kavramlar lügat karşılığını kaybedince ve ben gerçeği
reddedince ölüm de yok oluyordu o zaman ve Mansur var oluyordu. Fatih'in büyük
ve güzel camiinden çıkıp da başıboş ve dağınık dolaştığım yolların sonunda
sanki hep oradaymış gibi duruveren ev aniden alıyordu beni içeri. Kurtuluş
oluyordu. Üzerime gelmiyordu taşı, toprağı. Kamaşıyordu gözlerim. İçim ışıyordu
ani bir aydınlanmayla. Her şey bitiyordu aniden, her şey yeni başlıyordu.
"AnidenMdi büyülü sözcük. Hayat buluşum. Coşuşum. Yeniden kendimi buluşum.
Aniden oluyordu. Mantıksız hiçbir anlamı yoktu bunun çünkü böyle bir uzak
ülkede, mantık yoktu kıyas yoktu. Ben, ol, deyince her şey oluyordu.
Her
şeyini böyle yaptım evimin. Çatısını çattım. Sofasını, merdivenini kurdum. Bir
kere kurduktan sonra kendi kurduğumu taş taş öyle sağlam oturttum ki,
temellerini zorlayacak, yine onun kendi sağlamlığıydı. Öylesine tehlike yoktu.
En son, kapısının önüne bir nisan dalı, bahçesine bir gül ağacı, penceresinin
önüne sarı sardunya ve mangal kenarına bir sarman kedi kondurdum. Gelecekti
Mansur. Yedikule'nin gecesinden de evveline dönmüş değil miydim?
Defalarca
gittim dar aralık sokaktaki karanlık eve. Sadece bendeki anahtarla açtım
kapısını. Bir evin anahtarından daha çok ceviz bir sandığın anahtarına
benziyordu. Olsun, açılıyordu ya kapı. Her defasında anahtarı kilide soktuğum
anda yer ile gökler sarsıldı, her defasında kimseler görmedi duymadı ama yer
yerinden oynadı. Her defasında süzüldü camlardan sızım sızım yağmur. Her
defasında başım sükûta dönmüş, içim doygun, bütün ırmaklarım durulmuş. Mangal
üzerinde usulca kaynayan bir demlik, limon çiçeği kokusu, her defasında bir
bahar ikindisi ya da bir kış öğleden sonrası. Her defasında ben, tek bir
Nihade. Yekpare. Her defasında ben tamam. Her yanım acısız.
O,
her defasında yüksekçe bir sedirin üzerinde oturuyordu. Çehresi dört camlı
pencereden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Başı hafifçe sol omuzuna, kalbine doğru
eğik. Kalbinin üzerinde bir yara kanayıp duruyordu. Her defasında ben yerde,
dizlerinin dibinde oluyordum. Kollarımı dizlerinin arkasından geçirerek
sarıyordum, kavuşturuyordum. Başımı dizlerinin üzerine bırakıyordum. Elini
hissediyordum saçlarımın üzerinde, avuç içinin temasım. Yorgundum.
Konuşmuyordum. Konuşsam yok olacaktı. Tül yırtılacaktı. Ben yok olacaktım.
Dağılacaktı şu ev, şu kış öğleden sonrası, şu bahar ikindisi. Saatler geçiyordu
tek kelâm dökülmüyordu dilimizden. Sadece ondan bana her defasında, sayfalarca
yazılmış mektuplar kalıyordu. Her defasında sadece kartuş kalemin sarı kâğıt
üzerindeki cızırtısı duyuluyordu. Ben seyrediyordum o yazıyordu. Her defasında
ağır yükümle dönüyordum geri. Sayfalarca yazı, onun yazısı, yazdıkları. Bir
karanlık tebessüm bırakıyordum geriye. Ondan karanlık bir bakış alıyordum.
Suç
gibi, günah gibi değil, bir sır gibi sakladım Mansur'un yazdıklarım.
Sayfalarını, satırlarını, cümlelerini, kelimelerini, harflerini. Çekmecelerin,
dolapların değil, servi ağacından sandığımın en derininde, kimselerin bulup
ulaşamayacağı yerde, üst üste yığdım. Onun da üzerine sırma işli havlular, gül
desenli ipek mendiller koydum.
Bende
bitmiş tükenmiş ne varsa, ne kaybolduysa, neyin yeri dolmuyorsa, neyin eksiği
kapanmıyorsa; tamamlanmayan, yarım kalan, ne'm varsa, hepsini bu mektuplarla
tamamladım. Bütün o harflerin bana, ruhuma, tenime, canıma teması, ne kadarsam
o kadarıma, bütün boşluklarıma dolması. Beni yüz yüze getirmesi benimle. Hepsi
beni. Hepsi bana. Benim için. Bana ilgili. Hepsi ben. Ruhum nefes aldı, ölecekti
yoksa. Nasıl tamamlandığımı ben bile anlamadım. Anladığım tek şey, aşkın yazısı
beni derleyip toparlıyordu. O zaman kendimi iyi hissediyordum. Cümlenin kısası;
o suhuf olmasa ben yarımdım. Yarım değil, paramparçaydım. Mansur'un harfleri,
onları istiflemesi, satır satır yazdıklarıydı mananın manası bence. Her harfini
benim kalbim beklerdi. Her harfinin kâğıt üzerine düşerken aldığı biçim
zannımca bir hadiseydi. Kimsenin yazısı onunki gibi değil, kimsenin cümleleri o
değildi. Onun cümleleriyle kırılırdı dünyanın sınırları, demem o ki her şey
onun cümleleriyle biter yine orada başlardı. Neredeyse Mansur'dan fazlasıydı
Mansur'un yazdıkları. Ve ki yazdığından fazlasıydı yazısı. Dünya var oldukça
hiçbir okuyanın hiçbir yazana veremeyeceği bir değerbilişle bağlandım suhufta
kara birer nokta, leke, münhani, yazdıklarına. Onun harflerine, kelimelerine,
cümlelerine, olmayan bir değeri yüklemedim ben. Sadece onların değerini bildim,
onlarda saklı olanı gördüm ben. Her biri ona meçhul bana ayan. Ona sır bana
serencam. Onun için onun yazdıklarıyla varım. Onlarsız hiçim ben. Onlar
olmasaydı ben olmayacaktım, iki satır yazmasaydı yok olacaktım. Oyle kurdum
onun mektuplarından oluşan tapmağımı. Kâğıda, mürekkebe, harfe, cümleye, yazıya
öyle taptım. Öyle taptım ki, bir tek harfinin biçimi, vişneçürüğü renkli
mürekkebinin kâğıda bıraktığı iz uğruna yakabilirdim bütün bir İstanbul
şehrini. Sonra da o yangında kendim yanabilirdim.
Ama
bir Nihade değil ki iki Nihade'yim ben! Zekâmın ve aklımın, duygumun ve ruhumun
hasılı benliğimin burada kalan yanıyla, kaçan, giden, geri çekilen, reddeden,
terk eden yanı; buhur baharat dükkânı ile Fatih'teki ev, ben ile öbür ben
arasındaki uçurum açılmaya başlayınca başladı bana da olan olmaya. Tamam. Uzak
ülkedeymişim. Sakinmişim. Sessizmişim. Su altı bahçelerindeymişim. Bir
yosunmuşum bir o yana bir bu yana. Dünyalar kopsa kimin umurunda? Ama bir de şu
beni bana gösteren gözüm, burada kalan yanım olmasa. Yani bir ben, bir beni
gözetleyip durmasa, kınamasa. Bir ben, bir beni hükmetmese de rahat boraksa.
Demek istediğim, varlığından bugün bile şüphe etmediğim Fatih'teki evi
yalanlayan bir yanı olmasaydı keşke şu ben'in. Ama. Bir yanımla bu dünyadan
kaçarken bir yanımla kalmışım. Yarımla eksilmişim de yarımla tamamlanmamışım.
Sisin arkasında kocaman bir dağ, benden sonra bir ben var.
Öyle
bir bahçeye çıkmış yolum ki cennetin öbür yüzü cehennem. Arada bir tül perde
sadece. Birinden baksam öbürü görünecek. Gidilmeyene gitmenin ağır bedeliyle
ödedim görülmeyeni görmenin bedelini* Ne zaman Fatih'teki evi görüp
gösteremesem, görünmeyen yanımla görünen yanımdan kaçtım. Sessiz sedasız çekti
bana olan şeyi. Karanlığımı böyle taşıdım. Böyle sığındım buhur baharat
dükkânın gölgeleri arasına, Numan'ı bana kader olan şeye bir kazayla böyle
karıştırdı: Numan? Asıl hikâye! Yazılması bana rastlamasıyla başladı.
Bir
hevesle düşmedim onun hikâyesine ben. Tekinsiz karanlığımın kazası oh Numan.
Şunun şurasında karanlığım güvenilmezdi ama bana da aşikâr değildi. Beni giden
yanım güçsüz, kalan yanım acımasız. Bu tarafta kalan yanıma rastladı* Ayak
kalmanın sırrına vakıf olanların hepsi kadar bencildim bu dünyada kalan yanımla
haksızlığa uğramış olmanın verdiği güçle güçlüydüm, incinmemi gerektirecek
varsa giden yanıma yükleyip götürmüştüm. Denize düşenin yılana değil, kendisi
kurtarmak için uzanan ele sarılmaktan başka yol bulamadığı bir gerçek]
manzumesinde lügatini yalnızca benim tanzim ettiğim yabanıl bir dildi
konuştuğu] Sadakat, ahde vefa. Kaip kırma korkusu. Kendini bir başkasının
yerine koyma. Om azalarıyla hareket, onun hissiyle hissetme, fikriyle fıkretme.
Yoktu. Yoktu huni benim lügatimde, hayatın o kadar ortasında kalmıştım.
Genzimde tükenmeyen < yeşil keskin kezzap kokusu, kendimi yerine
koyabileceğim, yine kendimdim en faz Ölmemek için öldürmem gerektiğini biliyordum*
Bu yüzden beni tutanın üstü yığılıyordum* Acımıyordu canım. Bir canım vardı. O
da bana lâzımdı*
Yedikule'nin
gecesi Mansur'u alalıberi bir güz bir de kışın yarısı geçmişti. Akşa üzeriydi.
Dün gibi aklımda, hiç unutmadım ki, İstanbul üşümüştü. Ufkun üzerind kar
dökülmeye başladı. Burada kalan yanımla açtım çalınan kapıyı. Bİr kurşunilik!
doldu içeri. Esame taciri. Karanlık bir adamdı, ocaktan geliyorum, dedi. Mansur
ağa: diye başladı, hesabı çıkarıldı, onda biri ocakta taksim olundu, kalanı
senin, di devam etti. Masanın üzerine yaydı bana kalanları. Birkaç kâğıt, bir
cüz kesesi, I mendil, bir çift kundura, bir tarak, birkaç düğme* Aralarında
Mansur'un mühü yoktu* Hayatta kalan yanım hayattan alacaklı* Bana kalan, yok
denecek kadar azdı. Ne dediğini anlayacak ve ne diyeceğimi anlatacak kadar
karanlık yanımla baktım esrar tacirine. Bu kadar mukaddime yetti.
Belli
ki ocağın cümle kapısı, birkaç aslanlı altın uğruna bana bile açılacak kadar
zayıflamıştı. Kapının aralığından baktım içeri, kasvetli çeşme, kırık nişan
testileri, hatırası hazin Orta Camii. Yolsuzluğun, alanla satan arasında nasıl
yol olduğunu gördüm. Yol, ocağın ağasına kadar ulaştı. Yolsuzluk o kadardı. Bir
isim. Bir hüviyet. Esame. Satıldı. Satan varsa alan da vardı. Bedeli vardı bu
saltanatın. Üstelik tek başıma ödeyemeyeceğim kadar ağırdı.
Yolun
sonunda, nefti gölgeleri olan buhur baharat dükkânında. Çok değil sadece birkaç
gün sonra. Kardan geriye keskin bir ayaz kalmıştı. Dükkânın kuytusundaydım.
Bugün geleceğini adımı bilir gibi biliyordum. Kapı açıldı. Girdi içeri. Elinde,
satın aldığı bir hayat: Esame. Yan gelirine ortak olmazsam ayakta duramayacağım
buhur baharat dükkânının ve Mansur isminin yeni sahibi. Narin gövdesi. Güzel ve
ince yüzü. Yüzünü çevreleyen kumral sakalı. Bal rengi gözleri. Saz benizi.
Orada öyle munis ve incelikli. Utançla tebessüm arasında dururken. Gerçek
ismini hiç merak etmedim. Sadece bu zorlu ocağın içindeki uyumsuz varlığının
nedenini düşünerek hayret ettim.
Ne
Nur ne de Nur'un annesi. En savunmalı kalelerinin bir bir düşeceğinden haberi
yoktu gölgeler arasında beni ilk gördüğünde. Oysa esamenin eksik parçası bende,
ben biliyordum. Hiçbir hazırlığını yapmadığım ama gidişatını bildiğim hikâyenin
kaçınılmaz sonu, nikâh bizi birbirimize bağlayıp da ben Numan'a dünya, Numansa
bana ihtiyat akçesi hükmünde katıldıktan sonra. Kar, sabahlara kadar ağır ağır
bahçedeki ağaçların derinliğine döküldüğünde, yağmur sicim gibi gökten yere
indiğinde, pembe şeftali çiçeklerinin yapraklan rüzgârın önünde ağır ağır
uçuştuğunda. Kıyamet yaklaşıp gökler yarıldığında, canım onun tenine
katıldığında, onun ismi değildi boşluğa fısıldadığım isim. Ona en yakın olduğum
zamanda bile onun yanında değildim. Ben ben değildim ve genzimi yakıyordu hep o
bildik koku. En küstah haklılık cümlesini o zaman sık sık tekrarlıyordum: Ama
ne yapabilirim? Gözlerimde bakışların en soğukkanlısı en haini, geceyle
güzelleştim.
Gece
benim güzelliğimi artırırken gördüm tekinsizliğimi. Kendisinden başka her şeyi
yalanlayan ham bir dirençle katıldım onun hayatına. Günlerce onu Mansur diye
bildim. Mamur diye yaşadım. Utanmadım. Biricik, kıyas unsuruydu Mansur. Nereye
baksam karşıma çıkıyordu. Üstelik eksik çıkıyordu. Herkes orta benzediği
nisbette muteber ondan uzaklaştığı ölçüde eksik kalıyordu. Bu yüzden Mansur
coşkun bir denizken Numan ince bir su oluyordu. Bazen yeşil bir elmanın
sertliğinde gece vurup da uyandığım anlarda, ağır ağır yanan bir kandilin zayıf
sarı ışığında, ben uyanık o yorgun. Genzimde acı yeşil keskin kezzap kokusu.
Zihnimin üzerinde farkında bile olmadığım silinti. Bakardım ona. Öyle ince,
öyle güzel ki. Öyle uzak öyle aykırı ki içinde savrulduğu hikâyeye. Şimdi size
şu hikâyeyi anlattığım buhur baharat dükkânının gölgeleri arasında, dönüp de
yaşanmışa bakabilecek hatırayı toparlayabildiğim, kendimi hükmedebildiğim,
kınadığım ve bildiğim şu zihin emniyetinde. Biliyorum ki yaradılışı ve bütün
bir varlığı onun kadar muhabbet ve razı oluşla kucaklayan bir kişi daha
görmedim ben. Belirgin vasfıydı hayranlık. Güle. Çiçeğe. Var olan her şeye. Ve
hepsinde Nihade'ye. Her şeyi kelâma çevirmeden yapamadığı halinin, kendi
farkında bile olmadan olu verdiği şairliğinin arasında kaybolup giderken, bir
büyük yangın kavurup dururdu o ince bedeni. Bense en acımasız yanımla ezip
geçerdim onu. Ben bile ne yaptığımı bilmezdim.
Yangınım
bir durulup bir harlandıkça sürmüş olmalıyım Numan'ı da o büyük yangının
ortasına. Durup sükûn buldukça bir daha bir daha açılıyordu ya bana alevli
kapanın kapısı. Düşüyordum da bir daha çıkamıyordum ya. Çoğalmak gibi
göründükçe yok oluyordum ya. En büyük acıyı da, bütün bunlar olup biterken,
gözümün önünden perde kısacık bir an için kalktığında. Bir teki bile bunların
büyük zulümken, ona neler yaptığımı anladığımda. Kınayan yanımın kınamasına
uğradığımda. Ama sadece bir an, hemen ardından gözümün önünde yine perde, her
şeyi unutup da geriye sadece bir tortu bir yorgunluktur kaldığında, yine ülkeme
çekilip de bir büyük unutuşa gömülüp hiçbir şey olmadığında çektim. Böyle ittim
karanlık kuyulara Numanh. Onu böyle yok ettim.
Ay
gibiydim. Ona hep aynı yüzümü gösteriyordum. Başka bir yüzümün olduğunu ben
bile bilmiyordum. Doğruydu bakışlarımın Numan'ın üzerinden kayıp ötelere
aktığı. Ancak önümü görebilecek kadar bakıyordum Numan'dan yana. Bu yüzden
görmüyordum bana gelen ve giden yollarda kandiller yaktığını, yastığıma gül
yağ, yorganıma bir sap gül, tenime ipek bir örtü bıraktığını. Benim için
bembeyaz bir lâleyi suya attığını. Bense dalından kırıp da bir bardağa
daldırdığım filbahriye su vermeyi de, filbahri buhurunu imal etmek gibi, hep
böyle akşamlarda unutuyordum.
Ara
sıra bir rüzgâr vurup da sis kenara doğru çekilir gibi olmasa, bana ne olduğunu
hayal meyal savrularak anlamasam, görünmezim çıkmayacaktı açığa. Ama hem gören
hem görülen olan yanımla ben, bende saklı kalan kısmımla ben. Bana ne olduğunu
anEayamasam da bir şey olduğunu anlıyordum bir türlü. Derinleşiyordu mana,
çıldırmış olmayı idrak etmeyi imkânsız kılan o sert sarmal eşikte: Şüphe! Ama
uzun sürmüyordu, suyun üzerindeki akiste bulanıyordu her şey. Kelimeler tuz
buz. Dağ, gürültüyle suyun altına bırakıyordu büyük kısmını. Ve ben yine uzak
ülkede kendisini emniyete almış Nihade.
Ama
yine de. Dolduracağımı hiç söylemediğim dört defteri ona okumadığımda. Onun
doldurduğu defterleri merak etmediğimde. O önce susup sonra susamayınca. Yanıp dayanamayınca.
Merak, fark ile mümkün, varlığını fark ettiği karanlığı merak etmeye
başladığında. Kilitler parçalanıp da bir bir. Ne defterler. Ne filbahri buhuru.
Genzimde acı yeşil keskin kezzap kokusu. Neden sonra nihayet tahayyülünün
sınırları kırılıp da olmaz zannettiklerinin olduğunu anladığında, bütün bir
oluş ta temelinden sarsılıp da yerine bir daha oturamaymca, bana sormaya, beni
yormaya başladığında. Bu tarafta kalmış yanımın en ikna edici yanıyla ikna
ediyordum Numanü. Kestirme cümlelerle kapatıyordum onun bütün kapılarını. Öyle
söylüyordum ki söylediklerime ben bile inanıyordum. Çünkü o aşka duyduğu
inançla bana inanmaya razıydı, hazırdı çoktan. Öyle acı bir tebessüm ki ne
aynalara sığar ne başka bir şeye. Numan aşktı ve her aşk gibi kalbinde yetmezlik,
görmesinde kusur vardı. Bense ismin gücüne inanmıyordum.
İsmin
gücüne filân iman etmiyordum ben, kelimelerin hikmetleri üzerinde
yorulmuyordum. İhanetse eğer bu, evet, isme ihanet edenlerdendim. O her şeye
bir isim koymadan yapamayan kâğıtların ve kalemlerin zarif efendisi, benim gül
çehreli saz benizli sevemediğim sevdiceğim, aşkı kelimelerin mizanında
tartarken ben gövdemde sarsıla sarsıla hissediyordum ve gövdemin bir yanıyla
Mansur'u koynuna alan denizin derininde duruyordum. O hayatı kelâma vurarak
tüketirken şiir gibi, ben hayat kadar sahici. Hayatı bir kez kaybetmişlerin
bilgisiyle biliyordum, hayattı sadece güçlü olan. Benim için kelimeler eğer içi
hayatla doluyorsa muteber oluyordu. Kelimelerin içini çünkü, sadece hayat
doldurabiliyordu. Yoksa kelimeler iğreti, acemi ve utangaç kalıyordu. Kelimeler
vuramazdı beni soyutluklarında. Ve ben kelimelerle vuramazdım hiç kimseyi. Ben
kan'sam Nihade kan olurdu. Revansam Nihade revan demek olurdu. Bendim mana.
Bendim kendi manamı kendi ismime sığdıran. Ben doğrudan doğruya hayattım. O ise
isimlerle kuruyor ve yıkıyordu ayrıntıları. Bu yüzden Numanı bilerek ve
isteyerek anlamıyordum. Belki de bu yüzden Numan7 m baktığı lügatlerde anlamı
olmayan bir isme sahiptim ben. Ve yine de o ismin içini Numan için kan olan bir
hayatla dolduruyordum ben.
Büyük
bir yangının haberini taşıyan son gün, kapıyı çekip çıktığım ana kadar onun
iman ettiği şeyi inkâr etmek benim silâhım oldu. Bilgi olarak söylediğim ve
düşündüğümde benim kalbimde beni küçülten her şey bu yüzden doğru göründü bana
ama Numan'a sadece bir büyük bilmezlik armağan etti. Bilmezlikte bunaldı.
Defalarca sınandı benim aşksızlığımda aşka güven adına. Defalarca o kaybetti
ben kazandım, kazanmayı bile düşünmediğim bu sınavda.
Ne
desem doğru görünüyordu aşka dair. Doğru görünüyordu da aşka dair kelâm,
Numan7m hayatına bir kurtuluş getirmiyordu. Mabedin, yerinden oynayan, sonra
rüzgârın önünde savrulan koca taş parçaları bir türlü birleşip de, her şey
yekpare, eski yerine oturmuyordu. Oysa biliyordum. Bir adım. Tek bir hamle.
Benim kalbimden benim gövdemden gelecek. Ama saikası kalp, mahiyeti samimiyet
olsun. Her şey ilk günkü gibi olacaktı. Numan o kadar aşktı ki her şey hiçbir
şey olmamış gibi olacaktı.
Ama
olmuyordu. Fatih'teki ev yok oluyordu. Nihade ateş oluyordu. Ve Numan, Fatih'in
her biri kendinden başlayan ve biten daracık sokaklarının labirentinde
kayboluyordu. O zaman yalan düşüyordu Numan7m aynasına bana baktığında. İhtimal
veremiyordu her şeyin bir yalan olmasına. Çıkış yolu kalmayınca deniyordu kendisini
yalanlamayı. Sonra avcısının menzilinde dizlerindeki derman kesilen karaca gibi
yığılıp kalıyordu olduğu yere. Ne bir adım ileri ne bir adım geri. Ölümü
bekliyordu. Sonra sabah olunca, benden başka yolu yok, yine bana uyanıyordu.
O
öyle incelikli ve bir çocuk kadar korumasız, bir hatanın süreğinde hata hata
üzerine, hatanın yorumu kader, kaderin sırrı gayret. Gayreti bana meçhul. Bir
Nur bir de Nur'un annesini feda etmişken. İstanbul'un sabaha karşısı ateş
olurdu.
Nihade
ateş. Sultan ateş. Kulu ateş. Bu zaman ateş. Geçmişim ateş. Geleceğim külliyen
ateş. Numan bir gelincik sadece. İçi ateş dolu zahiri ateş.
Böyle
bir karanlık ancak daha büyük bir karanlığın eseri olabilirdi ve ancak bütün
İstanbul'u tutuşturan bir yangınla yok edilebilirdi. Hazirandın on beşi böyle
geldi çattı. Oysa kiraz yaprakları ilkyaz rüzgârının önünde uçuşuyor, hava
letafetle sıcaktı. Böyle bir havada koptu yangınların en görkemlisi, en
muazzamı. Yangınların en görülmemişi bir kıvılcımla başladı. Kul kıyama
başlayınca devlet kamete kalktı. Bir çizginin üzerinde böyle birleşti akıp
gelen yangınların tümü. Numan'ın, Nıhade'nin, Sultan Mahmud'un ve kapı kul
unun. Kalbi ateş olanın gövdesi de ateşe böyle dönüştü. Kalplerin taşıyamadığı
yangın kentin üzerinde parladı. İstanbul dört bir yanından önce alev alev
tutuştu. Sonrasında bir duman çöktü ki üzerine, İstanbul yok oldu.
Orta
Caminin önünden geçerken gördüm gözün görmediğini. Kimsenin kimseyi
tanımadığını. Ananın oğula sahip çıkamadığını. Ağaçların, kuşların, balıkların
tutuştuğunu. Kışlanın yandığını, alevlerin her yanı sardığını. Mermer cümle
kapısının gelip de önüne dayananların üzerine devrildiğini. Çatıların birer
alev topu halinde ve gürültüyle düştüğünü. Her çöküşte bir alev sütununun göğe
yükseldiğini. Mahşer dediğin göz kirpimi bir zaman parçası. Boğum boğum duman.
Kızgın kül yağmuru. Genzimdeki acı yeşil keskin kezzap kokusu hiç bu kadar
keskin olmamıştı.
Ne
esamenin ateşe düştüğü an. Ne Nur'un babasına son cümlesi. Hatta ne de Numan'm,
o güzelim çehrenin, o kumral sakalın, o saz benizin, o bal yeşili gözlerin, o
zarif endamın, o İnce bedenin önce suya, sonra toprağa en son da ateşe
kapandığı an. Neden bütün bedenimin alev almadığını düşünmedim hiç. Çünkü bütün
bedenimden sadece bir zemherir ürpertisi geçiyordu ve ateşin manası ile boy
ölçüşebilecek tek mana Numan'ın dört defterinin yangını oluyordu.
Kırmızı
bir gül kurutulduğunda rengi siyaha dönüyor. Gelinciğin ortasında bir yangın
hatırası. Ve varlığın, ateşi söndürecek unsuru, su değil kan gibi duruyor. Bu
duruşla tamam oldu Numan'a dair kader. Onun kaderi bana rastlaması, benimse
yazılacak daha yazım vardı.
Acı,
bilmenin hengâmesi. Bu acıyla, içinde inci saklı istiridyenin açılması gibi
açılmaya başladı Nihade'nin siyah gözleri önünde yine Nihade'nin seyri,
mahiyeti, karanlığı, muamması. Sisin dağılması vaktin girmesiyle başladı.
Karanlık, bir anda değil, perde perde kalktı gözlerimin önünden. Önce bir
kamaşma. Sonra ağır ağır çöken mana. Ona uğrayan yanımla, siyahlar giymiş
tekinsiz bir gece yolcusu gibi hayatından geçtiğimi. Uğradığımı., kalmadığımı,
sadece uyanıklık ve acımasızlıkla baktığımı. Onun esemesi ateşe düşerken fark
edebildim ben.
Onun
kanlı bir gelincik gibi ateşe düştüğü an. Gördüğümün dumanı yok alevi yok. Öyle
bir yandı ki külü hiç yok.
Sadece
tek kelime edebildim.
Numan,
dedim.
Sustum.
Kimseler duymadı, ben duydum.
Zihnimin.
Benliğimin. Ben neysem o ben'in. Keskinleşen dikkatinde. Olması gerektiği yere
dönüşünde. Uzaklığı, kırılmayı, aldanmayı, bölünerek çoğalmayı ve her çoğalmak
gibi azalmayı düzelten doğrultan yanımla. Bütün insanlarla ve Numan'la aynı bir
insan olan yanımla. Sisin dağ önünden usulca yana kaydığı. Berraklaşan suyun
derinliğinde dağın geri kalanının ayan beyan seçilebildiği bir anda. Nasıl bir
alaz yalamış olmalı ki beni, nasıl bir yangının arıtmasına düşmüş olmalıyım ki
ne soracağımı bilmesem de soru sormayı akıl ettim. Hangi perde açılmış olmalı
ki, merak ettim. Bir soru, cevabını kaldırmak yürek istiyor. Oyle bir soru ki.
Aklın yetmezliğini kabul edecek olan yine akıl. Akıl kendisinden başlayıp kendi
üzerine kıvrılıyor. Bunu kavradığı anda Nihade kendisini yalanlamazsa bu
hikâyede bir daha yalan olmaz. Nihade kendisini yalanlamadı ama Mansur'u,
Yedikule'nin heyulâ gecesinden sonra kendisinden başka kimsenin görüp
görmediğini hatırlamaya çalıştı: Bütün bunlar gerçekten yaşandı mı yoksa
hepsini ben mi vehmetmişim? Yok muydular yoksa? Kendi felâket ihtimalimle yüz
yüze geldim.
Kanım
damarlarımdan çekildi usulca. Sonra öyle bir taştı ki. Gözyaşını bilmiş
olsaydım kan ağlayacaktım. Koştum. Koşacak kimsem yoktu. Sordum, soracak kimsem
yoktu. Bu yoksullukla düştüm buhur baharat dükkânının üst katma. Hah, sedir,
yüklük. Çekmeceleri, dolapları karıştırdım. Arıyordum ya aradığımın nerede
olduğunu düşünemeyecek kadar şuursuzdum. Burada değildi. Aslında fazla bir şey
de hatırlamıyordum. Sonunda servi ağacından sandığımı hatırlayabildim. Kilidi
açtım. Bedeninden ayrılmış da sonra gerisin geri dönüp yine bedenine girmiş bir
ruh ancak bu kadar rahatlayabilirdi. Mansur’un mektupları. Acı yeşil keskin
kezzap kokusu. Hepsi oradaydı. Demek ki Mansur vardı. Yazdıkları olmasaydı,
onun Yedikule'nin heyulâsı gece içinde yoklara karıştığına inanacaktım. Ama
işte. Vardı, yazdıkları varsa o da vardı. Yazdıkları yoksa yok oluyordu Mansur.
Mektuplarının, kâğıt parçalarının varlığına indirgenmişti varlığı. Ama ısrarla,
inatla, inançla, güvenle: Vardı.
Çıkardım
hepsini servi kokulu sandığımdan. Oturdum yere, dizlerimin üzerine. Pas rengi
İran halısının kıvrım kıvrım dalları, yeşil yaprakları, şakayık gülleri, mor
kıvırcık sümbülleri. İlkyaz ikindisinin güneşine bırakmadım kendimi. Adı Mansur
olan hüküm sahibi efendimin, hükmü sahibini geçen hatlarını, harflerini,
çizgilerini, yazılarını, yazdıklarını. Hepsini yere halının üzerine yaydım.
Tomar tomar, dizi dizi, deste deste. Başka sıfat yoktu, olsaydı bu çokluğu
onunla da tanımlayacaktım. Onlarca, değil, yüzlerce mektup. Hepsi kalem. Hepsi
kâğıt. Hepsi ruh. Hepsi koku. Hepsi ten. Hepsi dokunuş. Hepsi emek. Hepsi
kıymet. Hepsinin başında bir beduh. Bunların bazıları katından, zarfından hiç
açılmamış, demek ki okunmamıştı. Bir kısmının hitap satırı, sernamesi yoktu.
Bir kısmınınsa isim yeri boştu. Tarih atılmıştı her birinin başına, sonuna, ya
da kıyı köşesine. Bu tarihlerin bir kısmı bu hikâyenin çok evveline, bir kısmı
ise ahirine aitti. Zamanı uyumsuzdu, zaman dizimi yoktu hasılı. Bir kısmı da bu
mektupların, birbirinin aynıydı. Bazıları ise mektup değil birer boş kâğıttı.
Birini
çektim içlerinden, rastgele, öylesine. Açtım. Halının üzerinde pembe bahar
dalları. Kâğıt sararmıştı. Ama mürekkep solmamıştı daha. Şunun şurasında ne
kadar olmuş Mansur İstanbul' un gecesine karışalı? İlk satıra, kâğıdın en
başına, ser name sine baktım.
Nahl-i
Meryem, Nar ağan. Nihade.
Bir
başkasını açtım.
Güz
yaprağım. Bahar dalı. Kırağı.
Bir
başkasını aldım. Okuyamadım. Kelimeler, harfler, kıvrımlar çizgiler, incecik,
alt alta, üst üste, iç içe. Kargacık burgacık. Yığılmış. Kâğıt dolu. O kadar
dulu ki satır aralarında, yanlarda, altta ve üstte hiç buşluk kalmamış. Daha
bir başkası. Satırlar başlangıçta düzgün. Giderek sıklaşmış ve sonra hizasından
kaymış. 13ir hiza kaybıyla mürekkebin titrediğini gördüm. Kelimelerin kâğıttan
dışarı çıktığını. Yazının giderek bozulduğunu, harflerin kırıldığını. Birbiri
üzerine düştüğünü, yıkıldığını. Sanki bir büyük rüzgâr esiyor da bütün harfleri
önüne katıyor, bütün yazıları ürküntülü bir dalgalanmayla dalgalandırıyor.
Sanki suya bir büyük taş atılmış da su kendi içinde açılıyor. Sanki harfler bir
girdap ağzında, sırtlarına konanı taşıyamıyor. Harfler kelimelerinden, noktalar
kürsü erinden, keşideler gövdelerinden kopuyor. Mim kendi kuyruğunda, Be kendi
noktasında boğuluyor. Nun noktasız, Ayn gövdesiz kalıyor.
Harflerin
bu dünya ile bütün bağlantılarının koptuğunu gördükten sonra gördüm bu
yazılardaki kelimelerin, delalet ettiği manalara bakan yanıyla da karşılıksız
kaldığını. Manaların lafızlarından koptuğunu. Manasızlaştığını. Birbirini
tutmadığını. Çağrışım çağrışım açılıp ama kapı kapı kapanmadığını. Dağıldığını.
Buhar olduğunu. Havaya karıştığını. Başladığını ama bitmediğini. Her şeyin her
şeyden ayrıldığını, doğru dürüst bir şey anlatmadığını, sadece sayıkladığını.
Bütün
bunları gördüm. Görüşümün ne kadar süreceğinden habersizdim. Arada derin bir
uçurum, ipek köprü koptu kopacak. Ha düştüm ha düşeceğim. Büyüdü harfler
gözümün önünde. Gördüğüm şey bir hücumla üzerime geldi ki. Ben bu harfleri
tanıdım. Hepsi aşina aşkım, bana. Ne olmuş sana bana? Bütün vücudumu öyle bir
ateş bastı, içime öyle bir dehşet doldu ki. Aklı bir an için başına gelenin
yapacağı tek şeyi yaptım. Bir kâğıt çektim önüme, boş, bomboş bir kâğıt
parçası. Bir de kalem aldım elime. Kalemi hokkaya batırdım. Pas rengi halının
üzerine mürekkep damlattım. Mektuplardan birini çektim yanıma. İki büklümdüm.
Baktım yazdım. Baktım yazdım. Zaman su gibi aktı, güneş ufka dayandı.
Nahl-i
Meryem, Nar ağacı. Nihade. Güz yaprağım. Bahar dalı. Kırağı.
Evvel
selâm. Ahır selâm.
Bütün
bir sayfayı doldurdum unun kelimeleriyle. Boş yer kalmadığında kalemi elimden
bıraktım. Doğruldum. Arkama yaslandım. Melekler inmedi gökyüzünden, konmadılar
harflerin üzerine. Ter içinde. Nefes nefese. Derin bir korkuyla ve dehşetle.
Bir kendi yazdıklarıma bir de Mansur'un yazdıklarına baktım. Mimlerin
kuyruklarından, Keflerin keşidelerinden, Se'lerin peltekliğinden. Şın'ların
dişi dokülmüşlüğünden tanıdım kendi yazımı. Bir ben çekebilirdim ancak bu
hatları böyle ürkek böyle acemice. Ben yazmıştım bütün bu mektupları.
Kar
tanesinin, gök semanın en yüksek bulutundan yeryüzüne düşmesi kadar hızlı, bir
o kadar da sakin oldu gerçeği fark edişim. Anladım her şeyi. Yedikule'nin
gecesine karıştıktan sonra Mansur'un bana tek satır yazmadığını, bana bütün
bunları Mansur'un yazmadığını, dahası Yedikule'nin gecesinden sonra benim
hayatımda Mansur diye birinin hiç var olmadığını anladım. Kâğıtların sathına
dökülmüş gördüm iç yüzümü. Kendimle yüz yüze geldim. Bir ayna tutuldu, kendi
gözümle gördüm benimle bir arada yaşamayan ama ben olan benimi. Öteki benimi.
Seyreden de ben, seyredilen de. Sername de ben imza da. Yazan da ben yazılan
da. Acıyla gitmiştim acıyla döndüm gittiğim yerden geri. Hayret! Nerelere gidip
de dönmüşüm ben? Bir yangının hararetinde çözüldü bütün büyüler. Üzerimden
siyah bir perde kalktı. Sis çekildi. Dağ göründü. Nihade hastaydı,
"iyileşti". Bir yanı öbür yarımına katıldı, tamamlandı. Gittiği
yerden geri döndü.
Varlığını
fark ettiğim anda yok oldu. Onu yok etmem için varlığını görmem gerekmiş. Bir
Nihade bir Nıhade'yi gördüğü anda ikisi bir resmin üzerinde birleşti.
Gördüm
kendi serencamımı. Encam ile serencam arasında bir sır farkı, gördüm kendi
esrarımı.
Hiç
itiraz etmedim. Kayıtsız şartsız boyun eğdim anladığım gerçeğime.
Razıyım
artık her şeyden razıyım.
Geçtim.
Her şeyden geçtim. Bir Numan'dan geçemedim.
yük
çünkü. Aşkın başlangıcı kader kitabında tek cümle, o da tek kelime: Ust üste
yığılınca isimler ve hiçbiri diğerini yok etmeyince. Gönlün bir aynası iki
görüntüyü üst üste getirince. Anlardım aslolanın isim değil ateş olduğunu.
İsimler gelip geçerken aslolanın sadece aşk olduğunu. Evveli ahiri külliyen
yalan olduğunu! Ama olmadı. Keşke olsaydı. Keşke isminin telâffuzunu kalbimde
tutsaydım. Bir ismi sevmekle başlıyorsa her şey, ismini sevseydim ey ismini
sevdiğim, diyebilseydim. Numan, deseydim ne kaldıysa benden geriye, Numan,
diyebilseydim, ey ömrümün hasılatı. Ey benim ismim. Ey südde-i saadetim. Bana
gelmeyecek misin? Senin için giydim en güzel elbiselerimi. Senin için taşıdım
kalbin mucizesini. Senin için saçlarıma gülyağı damlattım.
Diyemedim;
aşkın başladığı, kalbin kıpırdadığı anı hayranlığın şiddetiyle fark etmedim
ben. Aşkın kalbimde nasıl geliştiğini anbean seyretmedim. Büyülü bir dokunuş
nikahımı sermedi. Bir yağmur uykusuna düşmedim, uyandığımda bütün yaralarım
sağalmadı. İstanbul'un pembe çiçek açmış bütün badem ağaçları ben değilim
şimdi. Ben sarmadım bütün servi ağaçlarını evvel baharda, güya gül sarmaşık
değilmişim. Öyle kamaşmadı gözlerim, öyle ışımadı içim. Etime bıçakla kazılı
yazıyı silebilirdim yerinden. Yapamadım. Sadece hicap üstüne hicap, azap üstüne
azaptım.
Oysa
olabilirdi. Her defasında yeniden olabilirliği, aşkın en büyük suçu ama en
büyük mucizesi. Her defasında, bir daha olmaz, demlenin üzerine gelmesi. Çünkü,
mahiyeti, değişmek olan kalp, bir daha tekrarlanmaz zannedileni tekrarlıyor.
Oysa benim kalbim orada bir taş gibi duruyor.
Sadece
geçmişe bakabildim. Öyle fark ettim Numan'ın hoyrat bir gece yolcusu değil
emniyetli bir liman olduğunu. Bütün bir geçmişi yeniden okuyarak yaslandım
Numan'a. ilk kez gördüm o ince ve zarif bedeni. O da ilk kez gördü karanlık
gölgeleri olan dükkânda beni. Bir çift lâl küpeyi yastığımın altında, mendilimi
köşe minderinin üzerinde unutuşumu. Saçlarımın örgülerini çözüşümü. Altında bir
fincan kahve içtiğimiz nar ağacım. Kendi gövdemi, kendi güzelliğimi hatırladım.
Bir kez daha; hicap üstüne hicap, azap üstüne azaptım.
Bu
azapla ben, filbahri çiçeklerini tutan el oldum sadece. İstanbul'un semasında
kurşuni bulut. Her şey yerli yerinde. Böyle geçtim koku kazanlarının başına.
Böyle topladım arda kalanları. Kırılmaktan ve yanmaktan kendisini kurtarabilmiş
olanları, ipinden kurtulmuş buhur habbeleri, sırçası tuzla buz olmuş fanuslar.
Kavanoz kırıkları. Amber topları, misk çubukları. Haziran gülünün yaprakları.
Bahçede zamanı geçmeye durmuş filbahri çiçeklerini öyle kopardım kavrulmuş
dallarından. Öyle kaynattım. Öyle damıttım. Terim dumanıma, isim gözyaşıma
karıştı. Nur'u hatırladım sonra. Sonra Nurhın annesini. Elimi kaynar kazana
daldırsam yanmayacaktım. Çiçeklerin dili var. Mavi, mutluluk için. Sarı: Neş'e.
Huzur: Mor. Hepsini beyaza çevirdim. Macunu, Arap zamkım öyle hazırladım. Sabaha
yakın, kuruttuğum buhur tanelerinden birisini avuçlarımın arasına aldım.
Ellerimde son kınanın lekesi. Bileğimde gümüş bilezik. Ufaladım. Ateşe attım.
Sonrası tanıdık cümle, ben hatırlıyorum artık, siz de biliyorsunuz:
"Buhurlandı,
saldı kokusunu. Ben dayandım."
Akşam
çöktü İstanbul'un üzerine. Kışlanın, sarayın, celi âti a nn, hükümdarın,
kuytudaki buhur baharat dükkânının üzerine. Bir romanın son cümlesini okuyan
okuyucu kadar yorgun ama onu yaşayan da olan benim üzerime. Geriye dumanı tüten
bir yangın, kül yığınları, bir de karanlık kaldı.
Şimdi.
Özerimdeki simsiyah örtünün ağırlığı altında. Bir hilâl ufku olmayan bu kentin
sokaklarında süzülüp dururken ben. Bu vaktin Istanbullannda yaşamıyorum ki bir
bilinçteyim sadece ben.
Beni
bilincinde saklayan, şu uydum akıllı, uydum gönüllü yazıcı, gerçeğin bir değil
çok cepheli olduğunu hesaba katarak geldi, benim karanlığımın kapısına dayandı
sonunda. Gördüğü, içini aydınlatmıştır umarım, sorulan cevaplanmış, aklı ikna
olmuştur. Ama şimdi, bir "Be" hikâyesinin nihayetinde, bu defterin
kapağını, onu sonsuza değin kapatmak için açıp da baktığını söylüyor, öyle mi?
Gülerim ona. Kendi defterini nasıl kapatabilir ki? Ve hafızası, hiçbir şeyi
unutamayacağı kadar kuvvetli. Ne kötü!
Ve
dahi siz ona mı güveneceksiniz? Büyük denizin kıyısında, bir gülibrişim
ağacının gölgesine yığıldığından bu yana öyle darmadağınık ki o da en az benim
kadar güvenilmez. O da farkında üstelik, o da biliyor bunu.
Son
aylarda, dağınıklıktan ödü kopuyor. Belâ dediği aklının ürettiği teorilerin
sarmalına kapanmış; ilim de sanat da bir terkiptir, deyip duruyor. Terkip:
Dağınık unsurlardan tutarlı bir bütün çıkarma hali, ona göre.
Zannmca,
cümle söylenmez, his de hissedilmez değil. Cümleyi herkes söyleyebilir, hissi
herkes hissedebilir. Ama dağınık kalırsa bunların bir kıymeti yok. Parça
güzelliği herkese göredir. Kıymet, dağınıklığı aşıp tutarlı bütünü kurabilme
yeteneğinde. Bilimi bilim, sanatı sanat, düşünceyi düşünce kılan temel ilke,
bir bütün kurabilmekte. Öyle söylüyor.
Öyle
dağınık ki. Doğrudur; küçücük kâğıtlara, peçetelere, kendisine gönderilmiş
mektupların boşluklarına, zarflarına, daha pek çok yere yazıp da, çekmecelere
dolaplara kapattığı, yastığının yorganının altında unuttuğu, ceplerine koyduğu,
masaların üzerinde bıraktığı cümleler arasında kaldığı. Onları unutmaktan da,
öylece kalmalarından korktuğu kadar korkuyor. Çünkü her cümlenin, bir diğeriyle
arasında bir uçurum. Hepsini birleştirip de ortaya bir terkip çıkaramazsa kendi
bütünlüğünden endişe ediyor, cümlesinin dağınıklığında o da dağılıp gidiyor.
Terkip: Aklın onayı. Akh kendisini terkip yeteneği üzerinden okutuyor. Ve o
aklım seviyor.
Hiçbir
şey için değil, sadece aklının kendisini terk etmediğini bilmek için muhtaç
yazıya. Ama bu yüzden en fazla da takılıp kaldığı cümlede kaybediyor.
Farkımız
zannedildiği kadar çok değil aslında. “Normal, iyi, doğru, güzel, uyumlu,
hoş" yazıcıyla birlikte kaçıyoruz o en uzak ülkeye. Birlikte iniyoruz o
büyük denizin derinine. Bir büyük meraka yenilerek giriyor bizimle aynı
cehenneme. Birlikte görüyoruz kimselerin göremediklerini, görmeye yürek yetir
eme diklerini. Aynı sesleri duyuyor, aynı acı yeşil keskin kezzap kokusunu
hissediyoruz genzimizde.
Ama
biz kalıyoruz o dönüyor, en derine indiğinde bile onun akh suyun yüzünde. Biz
vurgun yeyip de öylece boğulurken, hoşça bir tebessümle geri dönmezken, o
vazgeçiyor. Biz kalacak kadar yürekliyken o korkuyor ve kaçıyor. Biz içeri
giriyoruz, o, kapılardan pencerelerden bakıyor. Biz başkalarını hesaba
katmayacak kadar kendimizken onun aklı, sürekli hesap yapmasını emrediyor. Biz
açıyoruz o bağlıyor.
Biz
aşıyoruz o bağlanıyor. Bizim düştüğümüzü o çıkıyor. Bizim dağıldığımızı o
topluyor. Biz geçiyoruz o takılıyor. Biz küçümsüyoruz o önemsiyor. Bizim
alevlendirdiğimizi o söndürüyor. Biz yanıyoruz o sönüyor. Biz karıştırıyoruz o
birleştiriyor.
Aramızdaki
fark yalnızca bu. Hepsi bu. Üstelik o, gördüklerini ceplerine doldurup öyle
dönüyor gerisin geriye, sermaye kılıyor, yangın alıp gül satıyor. Biz terkip
yapmıyoruz, o yapıyor. Biz çiziyoruz üzerini bütün yazılmışların, o, inadına
inadına yazıyor. Kendisini yazının bütünlediğini zannediyor. Zan! Yalan! Yazan
yazıcı oluyor da kalan Numan, Nihade ya da Mansur oluyor.
Yazsın
bakalım. Birazcık da o dayansın. O oyalansın.
Bu
yüzden, bütün isimlerin birbirine karışarak kamaştığı bu vasatta, tahlil edip
de terkip edemediği, ayrıştırıp da birleştiremediği yani ki, yıkıp da
kuramadığı her şeyin altında kaldı. Açmak için söylediği kapadı, söylemek için
söylediği susmasına yaradı.
Çünkü
vasattı, hatta vasatın altındaydı. Ama heveskârdı. Bizimle aynı yolculuğa
çıkmaya kalkıştı her defasında. İndi derine. Ama vurgun ihtimali belirince gözü
korktu. Korktuğu için de her defasında geri döndü. Üstelik her dönüşünde, kendi
farkında değil, bir parçasını orada bıraktı.
Ne
yapsın! Biz razıydık dağılıp parçalanmaya onunsa tek isteği bütün halinde
kalmaktı. Ne de çok bağ koydu önüne, hepsi de akıl ötürü. Sonra tuttu hepsini
kutsadı, hepsine taptı.
Ne
çok güldürüyor beni şu öykücü. O görmedi, âmâlar çoktan gördü.
Birkaç
alkış. Yetti.
Yetti
mi? Yetmedi.
Büyük
ve engin denizin kıyısında, acı kokulu zeytin ağaçlarının yakınında, gül
ibrişim ağacının gölgesine yığıldığından bu yana darmadağınık.
“Gizli
özne" taşıyan şu garip lisanla tekellüm edilmiş bu kitap, apaçık bir ben
tazarrusu ile sona ersin şimdi. Yakarış? Kuşkunuz olmasın göklerin kapısı
açılsa önünde ve ona ne istediği sorulsa, ne istemesi gerektiğini fark
etmeyecek, bir cümle, ondan vazgeçecek, bir kelime, bir harf isteyecek.
Yazı?
Yazı dediğiniz birkaç satır, birkaç harf kırığı. Bir kamış kalem, biraz
mürekkep artığı.
Korkarım
bu yüzden hep kaybedecek. Cümlesini ne yapacağını bilmiyor çünkü. Bu gidişle
hiç de bilmeyecek.
GÜLİBRİŞİM TAZARRUSU
Bütün
yaz'ı bir gül ibrişim ağacının altında oturarak geçirdim. Göğsümün üzerinde
alışık olmadığım sancı. Hayır, acının bereketinden yana nasibim yoktu. Tepemde
her şeyi tüketen kızgın güneş, dayanılır gibi değildi. Zaten dayanamadım.
Gülibrişim
ağacının kuzey toprağına yabancılığmdandır besbelli. O gün bugün toz duman,
darmadağınım.
Ama
ben dayanamazken, az uzağımda inşaat işçileri, elleri paramparça, aynı kızgın
güneşin altında, geldi de geçer dünyaya dair umursamaz bir şarkıya
başladıklarında, anladım kalp de o kadar güvenilir şey değilmiş.
Elimde,
ne yapacağımı bilmediğim, hiçbir kapıya uymaz anahtarlar, şimdi size aşka,
hayata ve ölüme dair pek bilindik cümleler söyleyeceğim.
Pek
bilindik, çünkü ne söylesem bir evvel söylediğimin ya şerhi ya ezberi çıkıyor.
Söylemediğim bir tek söz kalmadı sizlere, hissettiğim bunca şeyden. Bu yüzden
şimdi sadece susabilsem ve dinleyebilsem.
Durgun
bir suyun yüzüne eğilir gibi dönüp kendi yüzüme baktığımda sonu gelmezmiş gibi
görünüyor dilimden döküleceklerin. Ama evet, size bundan sonra ne
söyleyebilirim?
Başka
kelimelerim yok benim, ay m kelimelerle dönüşmek mecburiyetindeyim. En fazla,
mürekkebin rengini değiştirmek olası. Tekrir de diyebilirsiniz zarifâne, tekrar
da diyebilirsiniz, arifane. Hepsi de kabulümdür efendim.
Bak,
şimdi ben; dünyanın hây-u hûyuna bir gönül huzuruyla hoşça tebessüm
edebileceğim kadar ölümün bana yakıştığı yerdeyim. Herkesi affedebilecek kadar
yunmuş yıkanmış, her şeyi anlayabilecek kadar gadre uğramış. Kalkışına t
olduğum her gece otobüsüne bir yüreklilikle Allah kavuştursun, diyebilirim. Çt
dilenecek bir tek helâllik kaldı. Dünya beni hiç terk etmeyecek bir korku
bırakmış bu dağlara, keşke o dünyanın gelip geçiciliğine dair iki kelâm da ben
edebilseyı Veya daha iyisi, sözü küçümseyebilseydim.
Ama
adamakıllı eskimiş bir lisanla tekellüm ediyorum hâlâ, inkâra muhalif bir k
sözcüğünün yer almadığı bu lisanda telâş içinde değilim üstelik. Oysa gülibr
ağacının gölgesine yığıldığımdan bu yana, toplanmam gerek, gün gibi ortada
yüzden söylemeliyim.
Her
gün biraz daha artıyor küçücük kâğıtlara yazıp da çekmecelerde, ceplerir
yastığımın yorganımın altında, defterimin kitabımın arasında darmadağın
bıraktığım cümlelerin sayısı. Kendisini fedaya asla yanaşmadığım belâ¬yı akıl,
bı dağınık cümleden bir bütün çıkarmayı başarmamı emrediyor ki aklımın yer
durduğundan emin olabileyim. Hâlâ terkip yapabildiğimi bilmeliyim. Aİ<
kendisini terkip yeteneğim üzerinden okutuyor, yoksa çekip gidiyor, Doğrudur
cümlemi ne yapacağımı bilmediğim. Ardı ardına dizildiklerine ki kanmasın. Her
biriyle diğerinin arasında devasa bir boşluk. Bir uçurum. Oı uçurum derininden
topluyorum. İndiğim yerde, benim gördüğümden daha parla! ışığa muhatap, aşina
birkaç yüz. Her defasında geri dönememekten korkuyorum. ± ben dönüyorum
sonunda. Onlar kalıyor. Ben ceplerime dolduruyorum gördü; görülmemesi
gerekenleri, onlar kaybediyor. Ben yukarı taşıyorum, onlar bırak Ben hâlâ
başkalarını hesaba katıyorum, onlar yok sayıyor. Ben önemsiyorum, c küçümsüyor.
Aramızdaki fark sadece bu. Ben terkip yapabiliyorum, onlar yapamaz.
Bu
yüzden, bir bütün olduğumun. O uzak ülkeye gidip de döndüğümün. O kalmadığımın,
dağıtıp da topladığımın emniyeti İki cümle arasındaki yekparelik yüzden
muhtacım bunca dağınık cümleden bir bütün çıkarmaya, Cüz'ü kül yapmaz.
Küçümsemek
istediğim sözün berkitilmiş duvarının altında ne kadar açık ki dursam da.
Anlamıyor musunuz, bambaşka bir şey bu. Dağılıp gitme korkuyorum, Bu yüzden
hâlâ söylüyorum.
Yabancı
bahçelerde büyümeye bırakılmış bir fidanın hikâyesini söylemeye kalkışmışken,
nasıl da unutuyoruz bizi bir bahçeye bırakanın ansızın geri çağırabileceğim. Bu
mezbelede ne kadar da gafilim. Üstelik bize sonsuzluğu en kuvvetle hissettiren
duygunun kendisi de gelip geçici. Ne acı! Yekpareliği en fazla hissettirenin
kendisi binbir pare.
Aşktan
söz ediyorum. Kendisini doğru okumayı bilenler için bir kaza belâ içermese de
yanlış okuma sahipleri için bu akıl çeldirici, gönül kırıcı şeyden. Ama doğru
okuması da yok ki.
Sakin,
durgun ve masum bir gölün sathına bir taş düşercesine, düştüğünü biliyorum
artık ilk taşm. Denge kırılması. Ne oluyor da hiçbir şey ilk anın aydınlığında
kalmıyor? Ne olur hayat bir kez de beni haklı çıkartmasın.
Hem,
ben kendi ağzımla söylüyorum bütün bunları. Taşı karanlığa ben atıyor, ben
geçip gidiyorum üzerinden kendi adımlarımla kırık taşların. Kimsenin benim
yerime taş attığını ve konuştuğunu iddia edecek halde değilim. Gör ne haldeyim.
Tanrım,
nasıl bir çölüm şimdi ben ki her yağmur damlasını, daha bağrıma düşmeden,
kurutuyorum.
Elimin
üzerindeki damarlarda ömrüm düğümleniyor. Şunun şurasında kaderler de iki
parmak arasında. Tanrım, bu sayrılığı ben saldım onu hiç hak etmeyenlerin
başına. Konuşmaya cesaret verince, gece. Söz, hiç dokunmaması gereken yere
nasıl da dokununca, gündüz değil. Bu bir aldatmaca.
Benim
bu işin üstesinden gelmeyi başarmam gerek. Feda edilmesi gerekeni feda etmekten
söz ediyorum. Üstelik bunu, gönül huzuru, ağız tadı, can sağlığıyla feda
ettiğimde feda etmek de olmuyor adı. Benim bu İşin üstesinden can ansıyla,
gönül kırıklığıyla, ağız acılığıyla gelmem gerek.
Varlığım
inkâr ederek baş edemem tehlikeyle. Var olduğunu bile bile, göz göre göre
görülmeli bu hesaplaşma.
Ey
rüzgâr! Hatırlıyor musun, bir keresinde yemenimin rengini merak ettindi. Senin
estiğin yerdir diyerek düştümdü bu okyanus kıyısına. Oysa sen eserken
bendindimdi. Bu yüzden en kalınası zamanında dönüp vazgeçiyorum kumsalın
ışığından. Çünkü çok usandım kendi aşkımda değil başkalarının aşkında
sınanmaktan.
Şimdi
sen acıyı öğrendin. Yepyeni gözlerle bak şimdi bana. Çünkü ben hiçbir acıyı
yenileyemesem de ve ağzımdan alışıldık sözcüklerden başka kristaller dökülmese
de kalbimin şu kırığı yok mu, işte o.
Çok
büyük bir şeyin arkasından düşülen tehlikeli sessizlikteyim ben şimdi. Tehlike
o ki, tehlikenin ta kendisinin farkında bile değilim. Hem kaybeden bir şey
olduğumdan böyledir bu, hem kayıp bir şey olduğumdan.
Susmuş
bir yanardağ. Dinmiş bir rüzgâr. Sönmüş bir yıldız. Bir ırmak, yatağından
sessizce nasıl kayabilir?
Bir
hayat kendisinin neresinde durur? Sorulması abes bir soru bu hâlâ. Bir ateş
topu gelip de çarpınca, tek bir soru kalıyor geriye: Bir hayat bir hayatın
neresinde durur?
Masumiyetin
tam ortasına bir damla kan düşmesi, hayatın bilindik cilvesi. Şimdi ben, bütün
bir hikâyesini yüklendiğim insan oluşumla. Kulak vermiş, ayak seslerini
dinlemekteyim. Nasıl taşıyabilir, üstesinden nasıl gelebilirim? Üstelik ben
gibi bir kalp taşıyorken. Üstelik ben kalbin sebebinden değilse de sonucundan
sorumluyken. Hem söyledim ya, kalbin de güvenilir şey olmadığı yepyeni bir
bilgi olarak bana sunulmuşken.
Ne,
cennetten düştüğü gibi kalmış ki? Bu da geçer, diyelim mi? Bu da geçer, diyelim.
Ama
Tanrım, yine de: Ne kadar yabancı bir yer burası. Ve nereden düştüm ben bu
fenâya? Öyle sert düştüm ki bu fenâya, dizlerimin sıyrılmadık yeri, tenimin
acımadık yanı kalmadı. Yitirdiğim cennetten çoktan vazgeçtim amma, vaad ettiğin
cennet, azıyla yetmemem, çok çok güzel olmalı.
En
son, yağmurlu bir gecenin sapağında karşılaştım kendimle. İyice kirlenmiş
kötülenmiş şu çehremle, bu ben değilim, desem de, kuşku yok, bu benim. Çoktan
geçmedim ki; ben neyim! Ben neyim, diye gelmedimse de dünyaya, belli; ben
neyim, diye diye gideceğim.
Kader
maddesini okumadığım kitap kalmadı, altından kalkamadım. Ne kadar kolaymış
oysa; sonunda bıraktım kendimi kadere. Amennâ. Her yanım kaza belâ. Her belâda
bir beli. Amentü billahi.
Görklü
Tanrı m, hû Sultanım. Gül ibrişim ağacının gölgesindeyim hâlâ. Kendisinden
başka herkeslerin unuttuğu bir anadilin sahibi olmakla gönenirken ben, benden
başka hiç kimsenin anlayamayacağı gün gibi ortada bir lisanın karşısında lâl ü
ebkem kesildim.
Tanrım,
kanatlanmaya kalktıkça düşüşümden şikâyet etmeyeceğim artık sana. Ama tek bir
kelime ver bana. Öyle bir kelime ki onunla bütün manaları konuşmak mümkün
olsun. Ya da tek bir harf, tek bir cümle. Çok şey istiyorum biliyorum. Zan
sahipleri, bir harfin, bir cümlenin peşinde zannediyor beni. Ama sen
biliyorsun.
Nazan
BEKİROĞLU
3
Mayıs 1957 tarihinde Trabzon’da doğdu. İlk ve orta tahsilini aynı kentte
yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nü bitirdi (1979). Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. KTÜ Fatih Eğitim
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak
girdi. (1985). Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü Halide Edib Adıvar’ın
Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını tamamladı (1987). Aynı
bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Şair Nigâr Hanım konulu
çalışmasıyla doçent oldu (1995). 1998'den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe
eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan BEKİROĞLU 4
mayıs 2001'de profesör olmuştur
Şehirli
bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olan Nazan Bekiroğlu; kendi ifadesiyle
“ehl-i kalem ve kelam” bir baba ile titiz ve oldukça eğitimli bir annenin,iki
de ağabeyin ikliminde epey nazlanarak,korunarak,esirgenerek büyümüştür.
Çocukluğunda Türkçesi bozulur diye sokak yasaklanmış ve arkadaşları
seçilmiştir,bunun için konuşurken Karadenizliliği hiç hissedilmez. Bekiroğlu,
Türk Edebiyatı dergisi röportaj yazarı Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na verdiği
bilgilerle,kendini ve (birbirini andıran) hikayeleriyle şiirlerini şöyle
anlatmıştır.
Doğduğu
ay (3 Mayıs), ruh dünyası ve ardından şiir ve hikayelerinde hep yer almıştır.
Altı yaşına kadar oturdukları, konak yavrusu denilebilecek büyük evde
yaşadıkları, hikayelerinin şuur altı malzemesini hazırlamıştır; “Çini dolap
tutamakları, billur kapı kolları, vitraylardan süzülen efsunlu hava, kapı
yanında açan filbahri çiçekleri, taş duvarlardan fışkıran yabani incir dalı,
kocaman halının göbeğine düşen sarı ikindi güneşi, geceleri yatağa uzanan dalga
sesleri ve bu seslerle karışan martı çığlıkları.” Bütün bunların izdüşümleri
daha çocukluk yıllarında sanatkar ruhunu yoğuran dünyanın temelini teşkil
etmişlerdir.
On
dört yaşında babasının vefatıyla beraber ailenin ekonomik ve sosyal rengi
değişir. Konaktan apartman dairesine geçiş yazarın içe dönük ruh yapısının
teşekkülünde ve duyarlılığının şekillenmesinde etkili olmuştur. Daha sonra
yüksek tahsil için aileden uzaklaşması bakışlarını dış dünyaya çevirmesini
Anadolu’yu ve insanını tanıtmasını sağladı. Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı
ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ölçüde ilk hikâyelerine de
yansıttı. (Hava Hanım Öldü) . Gerek sanatkâr, gerekse akademik kişiliğinin
gelişmesinde hocası Orhan Okay’dan teşvik ve destek gördü.
Kendi
ifadesiyle, kendini asıl buluşu mezuniyet sonrası yıllara rastlar. 1979 yılında
apartmandan tekrar eski, müstakil ve bahçeli bir eve taşınırlar. Böylece
sanatkârımız, ruhunu harekete geçiren atmosfere yeniden kavuşur. Daha sonra bir
İstanbul seyahatinde hayatına Osmanlı ve Topkapı girer ve bu saray giderek,
adeta bir tutkuya dönüşür. Ama onu çeken Osmanlı’nın zaferleri ya da
yenilikleri değildir. “Saray”ı özellikle insanî yanı ile yakalamaya çalışır.
Bekiroğlu,
edebiyata ve özellikle şiire meraklı bir aileden geliyor. Baba ve anne şiiri
duyan ve duyuran insanlar. Babası “Hedef” adlı bir mahallî bir gazetenin
sahibiydi. Basılmamış roman denemeleri ve pek çok şiirleri bulunan, tarihe ve
bilhassa Osmanlı tarihine meraklı bir zattı. Bekiroğlu “güzele ilgi duymayı”
babasından öğrenmiştir. Okumayı, kendisine sevdiren babasıdır. “İçinde Bir Sızı
Var” hikayesinde kahraman da babasıdır.
Bir
zamanlar Tanpınar’ın etkisinde kaldığını şu anda bu etki üzerinden attığını
söyler. Hayran olduğu Dostoyevski’den insan ruhunun labirentlerini vermesi
bakımından etkilenir. Oscar Wilde’ın insan ruhunun evrensel prensipler
doğrultusunda ve çok sade çizgilerle hikayeler yazmasından etkilenir. Nun
Masalları döneminde Oscar Wilde gibi hikayeler yazmak ister. Nun Masalları’nın
sade görünümünde onun etkisinin olduğunu söyler. Mustafa Kutlu’dan teknik
anlamda geleneğe yaslanması yönünden etkilenir. Sezai Karakoç’tan geleneğin
dönüştürülerek bugün nasıl kullanılabileceğini öğrendiğini söyler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar