ON DÖRDÜNCÜ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN SEKİZİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ SEKİZİNCİ
BÖLÜM
Fitnenin, Şehvetin Bilinmesi, Gençlerle
ve Kadınlarla Arkadaşlık Etmek, Onlardan Hizmetçi Edinmek ve Müridin Ne
Zaman Kadınlardan Hizmetçi Alabileceğinin Bilinmesi
Genç bile olsan gençle
arkadaşlık etme Veya kadınla; sadece Allah Teâlâ ile ilgilen
Körleştirici
fitneden sakın
Onun
gafil kalp üzerinde bir hükmü vardır
Nefsin
şehvetinden de sakın!
Nice kalbi ‘Rabbinden anlayan’ efendiyi helak etti
Kadından dost bulan
görülmedi Kemale ermiş Allah Teâlâ adamlarından başka
Bilmelisin ki -Allah Teâlâ sana
yardım etsinfime, denemek demektir. Gümüşü saflaştırmak istediğinde, ‘Fetentü
el-fizza bi’n-nar’ (gümüşü ateşle saflaştırdım) denilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Mal ve evlatlarınız fitnedir.’335
Yani onlar vasıtasıyla sizi sınarız: Acaba onlar sizi bizden ve sınırında
durmanız için belirlediğimiz şeylerden perdeler mi, perdelemez mi? Hz. Musa ‘Bu, senin
fitnendir, dilediklerini onunla saptırırsın’336 demişti. Hayrete düşürürsün demektir. ‘Dilediğine
hidayet edersin”37
Allah Teâlâ’nın insanı sınadığı en
büyük fitnelerden biri, onu kendi suretine göre yarattığını insana
bildirmesidir. Böylece Allah Teâlâ şunu görmek ister: İnsan kulluğuyla ve
imkân haliyle kalacak mıdır, yoksa suretinin üstünlüğü nedeniyle gururlanacak
mıdır? İlahi suretten insanın payı, isimlerin hükmüdür. Böylelikle insan
âlemde halife atanmış ve Hakk’ın suretiyle tam anlamıyla bilfiil var olmuş
biri olarak hüküm verir. Bu sınamayı (fitne) destekleyen şeylerden biri de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbinden aktardığı şu (kutsi) ifadedir: ‘Kul
nafile ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ onu sever;
sevdiğinde kendisiyle duyduğu kulağı, gördüğü gözü olur.’ Hadisin devamında el
ve ayak da zikredilmiştir.
Kul bu konumda olduğunu öğrenince
-artık kendisiyle değilHak ile duyar, Hakk ile görür, Hakk ile tutar, Hakk ile
koşar. Bu ilahi niteliklere sahip olmakla birlikte, sırf ve yoksul bir kul olarak
kalır. Bu konumdayken Haktan müşahede ettiği şey, tövbeleriyle sevinmek, evine
gelenle neşelenmek, arzusunu yenmiş gence şaşırmak, kulunun açlığı ve susuzluğuna
vekil olarak acıkmak ve susamak özelliğiyle nitelenmek; kulunun hastalığının
yerine hastalık ile nitelenmek gibi davranışlarda Hakkın kullarına
tenezzülüdür. Bununla beraber, Allah Teâlâ’nın rabliğinin izzeti ve
ulûhiyetindeki büyüklüğünün gereğini bilir. Öyleyse (Hakk’ın kullarına dönük)
bu ilahi tenezzül, O’nun azamedi ceberut’una veya nezih ve kadim büyüklüğüne
etki etmez.
Allah Teâlâ kendisini Rabbe yaraşan
özelliklere vekil olarak yerleştirdiğinde ise kul şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın
beni üzerinde yarattığını bildirdiği (ilahi) suretin kemali, imkân dahilindeki
hiçbir makamın, kulluğumun mertebesinin ve muhtaçlık ve yoksulluğun benden
ayrılmamasını gerektirir. Nitekim benim özelliklerime inerken Hakk büyüklük ve
azametine yine sahipti.’ Hakk ise, bu niteliğe sahip olduğunda ‘Ne güzel kuldur o, tövbe edendir’338 diye kulunu
över. Çünkü Hakkın kendisini görevlendirmesi, onda etki etmemiş, yoksulluk ve
zorunluluğundan çıkartmamıştır. Hakka yaklaşmada haddi aşan kimsede bu aşmanın
zıddı ortaya çıkar. Bu ise, Allah Teâlâ’dan uzaklık ve cezalandırmadır. Artık
kendini sakın! Çünkü genişlikle sınanmak, sıkıntı ve darlık ile sınanmaktan
daha ağırdır.
Şehvete gelirsek, şehvet, şehvet
nesnesinin yüksekliğiyle yükselirken düşüklüğü nedeniyle alçalan nefsin bir
aracıdır. Şehvet, haz almaya elverişli şeylerden haz alma (iltizaz) iradesidir.
Haz ise iki türlüdür: doğal ve ruhanî hazlar. Tikel nefs, doğadan doğmuştur ve
doğa onun annesi, ilahi ruh ise onun babasıdır. Öyleyse ruhanî şehvet, doğada
saf bir halde bulunamaz. Geride kiminle haz alındığını (öğrenmek) kalmıştır. Bu
bağlamda, sadece uygun olanla haz alınır. Bizim ile Hakk arasmda ise, sadece
‘suret’ ilişkisi vardır.
Binaenaleyh insanın kendi kemalinden
haz alması, hazzın en güçlüsü olduğu gibi kendisine benzer birisinden aldığı
haz hazların en güçlüsüdür. Bunun kanıtı, (hemcinsi olan) bir cariyeye veya
oğlana âşık olmanın dışında, (herhangi bir başka durumda) hazzın insanın
bütününe yayılmayışı, herhangi bir şeyi görmek nedeniyle kendinden tümüyle
geçmeyişi ve muhabbet veya aşkın onun ruhanîliğiniri doğasına yayılmayışıdır.
Cariyedeki durum değişikliğinin nedeni ise onun tam benzeri olmasıdır, çünkü o
kendisiyle aynı cinstendir. Alemdeki her bir şey, insanın bir parçasıdır ve
dolayısıyla insan, her; şeye uygun parçasıyla mukabele eder. Bu nedenle de,
benzerinin dışındaki hiçbir şeye, (kendini kaybedecek kadar) âşık olamaz.
İlahi tecelli Âdem’in üzerinde
yaratılmış olduğu surette gerçekleştiğinde, mana manayla örtüşür, bütün ile
haz alma imkânı gerçekleşir, şehvet zâhir ve bâtında insanın tüm parçalarına
yayılır. Bu, varisâriflerin hedeflediği şehvettir. Bakınız! Leyla sevgisi,
Mecnun Kays’ı kendinden nasıl geçirmişti? Bunun nedeni, belirttiğimiz (hemcins
olmakla ilgili) husustur. Allah Teâlâ aşkından kendinden geçenlerin Hakkın
mertebesinden aldıkları hazzın (ilahi aşk), hemcinslerinden (beşeri aşk)
aldıkları hazdan daha çok ve daha güçlü olduğunu görürüz. Bunun nedeni ilahi
suretin insanda hemcinsinin ona olan benzerliğinden daha yetkin bir şekilde
bulunmasıdır. Binaenaleyh hemcinsinin onun duyması ve görmesi olabilmesi
mümkün değildir. Hemcinsinin olabileceği nihai şey, insanın duyduğu ve gördüğü
bir şey olmasıdır. İnsan Hakk vasıtasıyla algıladığında ise daha yetkin bir
haldedir. Öyleyse onun hazzı daha büyük, şehveti daha güçlüdür. Allah Teâlâ
ehlinin şehvetinin böyle olması gerekir!
Gençlerle -ki sakalsızlar (emred)
demektirve dinde Şâri’nin hakkımızda onayladığı iyi adet çıkartan bidatçilerle
arkadaşlığa gelirsek, ârif, sakalsız gençlere, -tıpkı düz taş gibiüzerinde
hiçbir şeyin sabit olmadığı kaygan bir yer olarak bakar. Çünkü emred, üzerinde
bitki olmayan yer demektir. (Aynı kökten türetilen) Arz-ı merda, bitkisiz yer
demektir. Bu müşahede ârife tecrit (soyudanma) makamını ve yaşlıya göre gencin
‘Rabbiyle yeni bir ahdi’ olduğunu hatırlatır. Şâri bu hususu yağmur hakkında
dile getirmiştir (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yağmur yağarken başını
açmış ve ‘Rabbimin katından henüz geliyordur (hadis-i ahd)’ diyerek yağmurun
başına temas etmesini istemiştir). Yaratmaya daha yakın olan bir şey, ondan
daha uzak yaşlıya göre rahmet vesileleri için daha bol, saygın ve daha yakın
bir kanıttır.
Ahdas (gençler, yeniler) olmalarına
gelirsek, onlar Rableriyle yeni sözleşmişlerdir. Onlarla arkadaşlık yaparken, Allah
Teâlâ’nın kadimliğinin ayrışması için bu yenilikleri (ve sonradanlıkları)
hatırlanır. Bu ise, sahih bir yorum ve ulaştırıcı bir yöntemdir. ‘Hades’,
tesnin (adet ortaya çıkartmak) ifadesinden gelebilir. Allah Teâlânın şu
sözleri bunu destekler: ‘Onlara Rablerinden hâdis bir söz
geldiğinde”39 ve ‘Rahman’dan onlara hâdis bir söz gelir.’340 Ardından bu
yeni gelen sözü kabulle karşılamayanları kınamıştır. İşte âriflerin bu meseleye
bakışları böyledir. Müridere ve sûfılere gelirsek, onların gençlerle arkadaşlık
etmesi haramdır. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın aklı zıddı yaptığı hayvani
şehvetin kendilerini etkisi altına almasıdır. Akıl olmasaydı, doğal şehvet
övülen bir şey olurdu.
Kadınlara gelirsek, âriflerin onlara
ve onlardan dost edinmeye bakışları, bütünün parçaya ilgi duymasına benzer. Bu
durum (erkek ile kadının ilişkisi) bir evin hayatının kendisine bağlı olduğu
sakinlerinden boş kalmasına benzer. Kendisinden kadının çıkartıldığı erkekteki
boşluğu Allah Teâlâ kadına arzuyla doldurdu. Bu durumda erkeğin kadına arzusu,
büyüğün küçüğe arzu ve ilgisine benzer. Onlardan hizmetçi edinmeye gelirsek,
ârif onlardan onlar adına hizmetçi alır. Niteldm Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem sadaka vermelerini emrederken onlardan böyle almıştı. Çünkü Peygamber
cehennemdekilerin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüğünde, onları kurtarmaya
gayret etmiştir. Böylece, kendisinden var oldukları için, onlara karşı daha
şefkatliydi. Bu ise, gerçekte insanın kendisine şefkati demektir. Ayrıca
onlar, kemalin ortaya çıkması için yaratma mahallidir. Bu durumda onları
sevmek, Peygambere uymak ve tabi olmak demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, ‘Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve göz
aydınlığım yapılan namaz’ demiştir. Burada kadınları da zikretti. Bakınız! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e kendisini Rabbinden uzaklaştıracak bir şey
sevdirildi mi? Hayır, yemin olsun ki hayır! Aksine ona kendisini Rabbine
yaklaştıracak şeyler sevdirildi.
Müminlerin annesi Hz. Aişe,
kadınların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbinde tuttuğu yeri
anlamıştı. Şöyle ki: Ayet-i kerimede Allah Teâlâ Peygamberin eşlerini serbest
bırakıp onlar da (boşanmak yerine) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile
kalmayı tercih etmişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları taltif etmek, bu
esnada kendilerini tercih ve gözetmek isteyerek Peygamberin arzusuna aykırı
olarak şöyle buyurmuştur: ‘Artık sana başka kadınlar helal olmaz ve güzellikleri hoşuna gitse bile sahip olduklarından başkası sana helal
değildir.,uı Böylece Allah
Teâlâ, kalbinde kadınların sevgisi yer tuttuğu için, ona merhamet ederek sahip
olduklarını bırakmıştır. İşte bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e inen
en çetin ayetlerden biridir. Hz. Aişe şöyle der: ‘Allah Teâlâ Peygamberinin
kalbine azap etmez. Yemin olsun ki, kadınlar kendisine helal oluncaya kadar
Peygamber vefat etmemişti.’
Kadınların değerini ve sırrını bilen
kimse, onları sevmede zahit davranmaz (cimrilik yapmaz). Aksine onları sevmek,
arifin kemâlinin bir parçasıdır. Kadın sevgisi, nebevi bir miras ve ilahi bir
sevgidir. Çünkü Peygamber ‘Bana sevdirildi’ diyerek kadınları sevmesini Allah
Teâlâ’ya nispet etmiştir. Bu bölümü iyice düşün ki, şaşılacak sırları göresin!
Şeyhlerin gözetimi altındaki müridere
gelirsek, onlar, bu konuda şeyhlerin hükmüne göre hareket eder. Şeyhleri gerçek
şeyh ve Allah Teâlâ nezdinden takdim edilmiş İçimseler ise, onlar Allah Teâlâ’nın
kullarına karşı en samimi insanlardır; böyle değillerse, onlar ve uyanları (Allah
Teâlâ’ya karşı) sorumludur. Çünkü Allah Teâlâ, kullarının fiillerinin
kendisiyle ölçüleceği meşru bir ölçüyü âleme yerleştirmiştir. Şeyhler
sorumludur ve belirli fiilleri emretmelerinin dışında davranışlarına uyulmaz. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Zikir ehline sorunuz”*2 Onlar,
Kuran ehlidir. Allah Teâlâ ehli ise O’nun seçkinleridir. Kuran ehli, Kuran’a
göre davranan kimselerdir. Kuran ise, söylediğimiz mizandır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den başka kimsenin davranışına uymak, yakışık
almaz. Çünkü insanların halleri farklı farklıdır, birisi için uygun davranış
kendisini yapan başka birinin bozulmasına yol açabilir.
Allah Teâlâ’dan korkan bilginler ise,
Allah Teâlâ’nın dininin doktorlarıdır. Onlar, dinin hastalık ve marazlarını
gideren ve tedavileri bilenlerdir.
Söz konusu olan Allah Teâlâ’nın
Peygamberinin fiilleri olduğunda ise, insanlar onlar hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür: Bu fiiller zorunlu mudur, değil midir? Peygamberin fiilleri hakkında
hal böyle iken, başkasının fiilleri hakkında nasıl olabilir ki? Halbuki Allah
Teâlâ ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın
peygamberinde güzel örnek vardır™3, ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi
sevsin’344 buyurdu.
Bütün bunlar, peygamberin fiillerine uymanın vacip olduğunu göstermeyen
naslardır. Çünkü Peygamber, kendisine uymamız caiz olmayan bir takım şeylere de
tahsis edilmiştir. Bu konularda kendisine uysaydık, günahkâr ve hatalı
olurduk.
Keşf, vecd ve ilahi hitap ehli
olmayan ve ‘verasının nuru mârifetinin nurunu söndürmemiş’ Allah Teâlâ yolunda
(olduğuyla ilgili bir) iddia sahibi her mümin, kalbini Allah Teâlâ’dan
başkasıyla ilgilenmeye yol açan her davranıştan uzak durmalıdır. Böyle bir şey,
onun hakkında bir fitnedir. Ayrıca aklım şehvetine baskın kılmalıdır, hatta
alışkanlıklarını ve doğasının beğendiği işlerini bırakmalıdır. Kuşkulu
yerlerden ve -Allah Teâlâ izin vermedikçedinde bidat çıkartanlarla arkadaşlık
yapmaktan sakınmalıdır ki kastedilenler gençlerdir. Aynı şekilde, aydınlık
yüzleri olan sakalsızlarla ve kadınlarla oturup kalkmaktan ve onlardan
yardımcı edinmekten uzak durmalıdır. Çünkü kalpler, kendisine güzel
görünenlere akar ve doğa onları arzular. Nefsanî arzuları uzaklaştırmada ilahi
güç ise, burada yoktur ve mârifet bu sınıftaki insanlarda yoksundur.
Hakkın sınamasına ancak saf altın
madeni dayanabilir. O, kemal derecesine ulaşmış ve kendisinde maden toprağından
hiçbir şeyin kalmadiği kişidir. Her teklif bir fitnedir (sınama). Bütün
yaratıklar fitnedir. Amellerin sonuçlarını öğrenmek bir fitnedir. Bu, cennete
kadar insana eşlik edecek bir makamdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
-ki tam bir keşf sahibi ve ötede ne olduğunu bilen biriydikabir fitnesinden,
ateş azabından, ölü ve dirilerin fitnesinden Allah Teâlâ’ya sığınırdı.
Şehvete gelirsek, şehvet, haz veren
şeyleri istemektir. Öyleyse şehvet, bir hazdır ve şehvet duyulan vesilesiyle
haz alınan şeyle haz almaktır. Söz konusu şeyin başka birisine göre haz
vermesi veya onun mizacına uygun ya da doğasına yatkın olması zorunlu
değildir. Şehvet iki türlüdür. Birincisi, dolaylı şehvettir. Bu, uyulması
yasaklanan şehvettir ki, yalancıdır. Belirli bir gün yarar sağlasa bile, akıllı
insanın adet haline gelmemesi için ona uymaması gerekir. Yoksa geçici şeyler,
onu etkilemeye başlar. İkincisi ise, zâtî şehvettir. İnsanın bu şehvete uyması
gerekir, çünkü -doğasına yatkın olduğu içinmizacm sağlığı onda bulunur.
Mizacın sağlıklı olması dinin yaşamasını sağlar, dinin yaşaması ise insanın
muduğunu sağlar. Fakat insan bu şehveti, Şâri’nin koymuş olduğu ilahi teraziye
göre takip etmelidir. Terazi, o şehvet hakkında ortaya konulan şeriat
hükmüdür. Şeriata uyulduğu sürece, söz konusu hükmün ruhsat ya da azimet olması
durumu değiştirmez. Çünkü şeriat, Allah Teâlâ’ya götüren meşru yol demektir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ, muduluk sağlayacak şekilde, kendisine ulaştıran şeyi
şeriat yapmıştır. Bu esnada şehvet duyulan şeye her hal ve vakitte şehvet
duyulması da zorunlu değildir. Bu nedenle bu şehveti insanda meydana getiren
halin ve onu gerektiren vaktin öğrenilmesi gereldr.
Dolaylı ve
geçici şehveder, bazen itaat amelleriyle ilgili olup Allah Teâlâ’dan uzaklığa
yol açabilir. Örnek olarak doğasının beğendiği bir yer görüp orada namaz kılmak
isteyen ya da içinde bulunduğu anda daha üstün olduğunu bildiği bir fazileti
yapmak isteyenin durumunu verebiliriz. Böyle bir davranış, onun Allah Teâlâ
karşısındaki halinde kötü bir sonuç meydana getirir. Bunun ölçüsü, Hakkı
müşahedeyle değil, amelden haz almaktır. Bu ise, gizli aldatmanın bir yönüdür.
Ebu Yezid elBestami’nin bu hususta derin bir tecrübesi vardı. Bir vesileyle
buna dikkat çekmiştir: Annesi soğuk bir gece kendisinden su getirmesini istemiş.
Ebu Yezid annesine iyi davranan birisi iken kalkmak ona ağır gelmiş. O, her
durumda annesine hizmet etmekten haz alan biriydi. Bunun üzerine, bu hazda
nefsini suçlamıştı. Çünkü annesine hizmet etmekle Allah Teâlâ’nın bu konudaki
hakkını yerine getirmenin hazzmı aldığını zannediyordu. Bunun üzerine, daha
önceden haz alarak işlediği bütün ibadederi terk ederek yeniden tövbe etmiştir. '
Binaenaleyh nefsin dehlizlerini
sadece Allah Teâlâ ehlinin büyükleri bilebilir. Öyleyse sûfilerin bu konudaki
ölçüleri olmaksızın, itaaderden haz almakla ve meşakkatin senden kalkmasıyla
sevinme ve haz alma! Bu şehvet Allah Teâlâ yolunda olduğu zannedilen hususlarda
bidat ehliyle -ki onlar gençlerdirtaze parlak delikanlılarla ve kadınlarla
arkadaşlığa bitiştiğinde, bu ilginin ortadan kaldırılışında gizli bir ilahi
tuzak vardır. İnsanın hazzı bu sınıfın dışındakilere iliştiğinde, Allah
Teâlâ’nın tuzağı (müridin kendi başına değerlendireceği) bir teraziyle
öğrenilemez. Başka bir ifadeyle sâlik, Allah Teâlâ için arkadaşlık yapmak ile
doğanın şehveti nedeniyle arkadaşlığı ayırt edemez. Şu var ki sâlik Allah Teâlâ’yı
bilenler ile -Ki onlar vera sahipleridirya da -zevk sahibi iseşeyhiyle
arkadaşlık yaparsa, (bu tuzağı) öğrenebilir.
Sâlikin
genç ve kadınlarla Allah Teâlâ yolunda arkadaşlık yaptığı iddiasında halini
değerlendirebileceği bir ölçütü olmalıdır: Onları kaybettiğinde bir üzüntü ve
yalnızlık hissi buluyorsa ya da onlarla bir araya geldiğinde heyecan ve
kendilerine yöneldiğinde bir sevinç buluyorsa, bu ölçütü kullanır ve o sınıfla
arkadaşlığının malul olduğunu ve Allah Teâlâ için olmadığını öğrenir. Bununla
beraber, arkadaşlık edilen için bundan bir yarar meydana gelebilir. Bu durumda
arkadaşlık yapılan kişi mutlu olurken seven kişi iki şekilde bedbaht olur:
Birincisi sevilenin kaybolması, İkincisi ise bildiğini zannettiği konuda
bilgisizlik ve cehaletidir. Bu cehalet, Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ yolunda
arkadaşlık yaptığını zannetmesidir. '
İnsan sevgisinin bütün yaratıklara
-ki bütün yaratıklar içinde bu sınıflar da vardıriliştiği kimselerden
olduğunda ise, bu durum, nefs kaynaklı bir aldanış olabilir. Bunun ölçütü ise,
onlardan tek tek ayrılırken yalnızlık çekmeyişidir. Çünkü insan herhangi bir
yaratılmışı görmekten uzak kalamaz. Öyleyse sevdiği kişi onunla beraberdir ve
ondan ayrılmamıştır. Çünkü hepsi birdir. Sevilenin organlarından biri kaybolduğunda,
kendisi seninle kalmayı sürdürür ve bundan dolayı üzülmezsin. Bütün
yaratıklar, birbirleri için organlar gibidir.
İnsan, bu sınıfların dışında bütün
yaratılmışları sevdiğiyle ilgili bir bilgiye sahip iken, her şeyi sevebilir.
Sonra bu sınıflar ortaya çıkar ve terazisinde bir artış bulmadan -ki bunun
dayanağı geçerli bir ilkediro ilginin bütününe onları katar. Bu sınıfa karşı
davranışında doğa da kendisine eşlik ederse, -söz gelişionlardan birini
yitirdiğinde bir acı duysa bile, bu, (onları) davet ve nasihat ederken Allah
Teâlâ yolunda kendilerini sevmesinin duruluğuna etki etmez, çünkü ilke
doğrudur. (Daha önce doğal bir sevgiyle severken) İkinci bir halde sevgisi genelleştiğinde
ise, bu sevgiye güvenilmez. Bu, nefsin bir şaşırtmasıdır. Ondan uzak durmak ve
genel olarak onlarla arkadaşlığı bırakmak gerekir.
Sözümüz yol ehlinedir. Sâlikin
onlarla arkadaşlık yaparken ikinci halde bulduğu bu genelleştirmeyi sınamadan
geçirmesi zorunludur. Aynı şekilde, nağmelerle sınırlı sema’ yapan insan,
nağmelerle sınırlı semadan kendisini öğrendikten sonra nağmesiz sema’ yapmaya
başladığında, kendini kontrol etmelidir. Öyleyse sınırlı sema, malul bir
ilkedir. Böyle biri, ikinci halde kazanılan mutlak sema’a itimat etmemelidir,
çünkü bu, sınırlı semai bırakmasın diye nefsin bir kandırmasıdır.
İnsan kendisi hakkında Rabbine insaf
gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf gösterdiğinde, halini
bilir. Hatta halini başkalarından çok daha iyi bilir. Bunun tek istisnası Allah
Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi tanırlar. Çünkü ariflerin
kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar adına bu gözleri
açmıştır. Bu gözler vasıtasıyla senin kendinden bildiğin hususları senden
öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle Cüneyd-i Bağdadi,
‘Ârif, sen susarken senin sırrını söyleyendir’ der. Susmak sözün olmayışıdır.
Bunun anlamı şudur: Ârif senin kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Örnek
olarak, mizacın bozukluğu hakkında sana gizli kalan şeyi sana baktığında
doktorun bilmesini yerebiliriz. Sen ise onu bilmezsin. Ârifler, nefslerin
doktorlarıdır.
Bilmelisiniz ki, şeyhler kadınlardan
hizmetçi edinmekten ve gençlerle arkadaşlıktan sakındırmışlardır. Bunun nedeni
(insanda bulunan) belirttiğimiz doğal meyildir. Öyleyse mürit, kendiliğinde bir
kadına dönünceye kadar, kadınlardan hizmetçi edinmemelidir. Mürit dişileşir,
(edilgin anlamında) siiflî âleme katılarak yüce âlemin (süflî âleme) aşkını görür,
her hal, vakit ve vâridde nefsini sürekli nikâhlanmış kabul eder. Sûri keşfinde
nefsini ve halini -erkek ya da herhangi bir zamanda adam olarak görmeksizinsırf
dişi görür ve söz konusu nikâhtan hamile kalıp doğurduğunda, artık kadınlardan
hizmetçi edinebilir ve onları sevebilir. Ariflerin dost edinmesi ise
kayıtsızdır. Onlar, sadece alış ve verişte kayıtsız olan Allah Teâlâ’nın
mukaddes elini müşahede eder. Her şahıs kendi halini bilir; Hakk müsamaha
gösterse bile, yol tamamen doğrudur ve şaka, alay ve çocuksuluğu kabul etmez!
Şehvet ve İrade Arasındaki Farkın
Bilinmesi. Dünya ve Cennet Şehveti, Haz ve Şehvet Arasındaki Fark, Şehvet Duyan
ve Kendisine Şehvet Duyulanın Makamı, Şehvet Duymayan ve Duyulmayan Kimdir?
Şehvet Duyan Kimdir, Duyulan Kimdir? Şehvet Duyulan ve Şehvet Duymayan Kimdir?
İradenin
rabbi, hüküm sahibi efendidir '
Varlıkların işleri onun
iradesine göre yürür
Şehvetin kaynağı doğadır
Şehvet duyanın boynunu doğa
ele geçirdi
Doğanın kulcağızı hiçbir
zaman sevinemez İki menzilde de kölelikten azat olmayla
Haz almanın hükümleri
bölümlenir Ufkunun çevresiyle her varlıkta
Onu görürsün, varlıklar ise
haklarını talep eder Her birine zorunlu hakkını verir
Bolca verir, başka mülk yok
■
el-Melik ve el-Cevad’ııı verdiğinden başka
İhsan her faziletle ona
gelir
Halkıyla ve ahlâkıyla ona
görünür '
Karışık
ihsanı ise görür ki ,
İhsanın cömertçe verildiği
yerde doğruluğundan
Kulların rızıkları ise
mabudlarıdır Hepsi, eğer incelersen, rızkının kuludur
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Tam temkin sahibi kul, Allah Teâlâ ehli olan kul ve makam
sahibi, şehvet duyar ve kemali nedeniyle
kendisine şehvet duyulur. Böylece o,
her Hakk sahibine hakkını verir, çünkü o kendi toplayıcılığını müşahede
etmiştir. Binaenaleyh böyle birinde her şeyden bir hakikat bulunur.
Hal sahibi -ki fena
sahibidir(herhangi bir şeye) şehvet duymadığı gibi kendisine de şehvet
duyulmaz. Çünkü o, Hakkın gözüyle kendisini görmekten ‘fâni’ iken, Haktan
başkasını göremez ve bu nedenle (herhangi bir şeye) şehvet duymaz, çünkü Hakk.‘şehvet
duyma’ (özelliğiyle) nitelenmez. Ona şehvet de duyulmaz, çünkü o, Rabbinden
başkasının bilmediği meçhuldür. Varlıklar onu tanımadığı gibi kendisi de
kendini tanımaz. Çünkü o, Rabbiyle (ilgilenerek) her şeyden ‘fâni’ olmuştur.
Binaenaleyh o, gayb (halindedir). Çünkü şehvet duyulan şeyi bilmek, bu hükmün
gereklerindendir.
Zahit ise, şehvet duymazken kendisine
şehvet duyulur. Çünkü nimetler onun adına yaratılmıştır, o ise, nimederi
‘konulmuş perdeler’ sayarak onlardan kaçar ve onlara şehvet duymaz. Buna
karşın nimeder onun adına yaratılmış olduklarını bildilderi için, zahide şehvet
duyarlar. Zahit makam sahibi olduğunda ise, kendilerine dönük bir ‘cömerdilc’
ve tercih ile onları kullanır. Nimederiyle Allah Teâlâ’ya karşı asi olan
yalancıkarıştıran kimse ise, şehvet duyar, fakat kendisine şehvet duyulmaz! Böylelikle
doğa kendisine baskın geldiği için şehvet duyar, fakat ona şehvet duyulmaz.
Çünkü nimeder, haklarını yerine getirdiğini gördükleri kimseye şehvet duyar.
Hakkı yerine getirmek ise, verdiği nimet karşılığında nimet verene
şükretmektir.
Bilmelisin Ki, şehvet sınırlı-doğal
bir irade iken irade ilahi-ruhanî ve doğal bir niteliktir. Bu nitelik, her
zaman madum (var olmayan) ile ilgilidir. Öyleyse o, şehvetten daha
kapsamlıdır, çünkü ondan olan her bir hakikat, kendine uygun şeye ilişir. Uygun
olan, esasta kendisine ortak olandır. Dolayısıyla şehvet, doğal bir şeye
ulaşmayla ilgilidir. İnsan doğal olmayan bir duruma karşı kendinde bir meyil
bulabilir. Örnek olarak manaları, yüce ruhları, kemali idrake ve Hakkı görmeyi
ve O’nu bilmeye meyli verebiliriz. Bu meyil esnasında insan, ya sûri bir tahayyülden
haz alarak bütünüyle ona yönelebilir. Bu ise şehvetin suret nedeniyle ilişme
ve meylidir. Çünkü hayalin cesedi olmayan bir şeyi cesedendirmesi, doğanın bir
eylemidir. Meyil, gerçekleşen tahayyülden başka bir şeye ilişebilir, hatta
manaları, ruhları ve kemali, sınırlılıktan ve hayalin kendilerini zabt
etmesinden soyut hallerinde bırakabilir. Böyle bir meyil ise şehvet meyli
değil, irade meylidir, çünkü şehvet soyut anlamlara giremez.
Öyleyse irade, nefsin ve aklın irade
ettiği her şeyle ilgilidir; irade edilen şey, sevilen veya sevilmeyen bir şey
olabilir. Şehvet ise onu elde etmede nefsin özel hazzının bulunduğu şeye
ilişebilir. Şehvetin yeri, hayvani nefs iken iradenin yeri nefs-i natıkadır
(düşünen nefs). Şehvet, şehvet duyulan şeyle haz almayı varlık bakımından
önceler ve tahayyül edilen bir hazzı vardır. Bu tahayyül, şehvet duyulan şeyin
varlığını tasavvura ilişir. Söz konusu haz ise, varlıkta kendisine bitişiktir.
Bu durumda, şehvet duyulan şey gerçekleşmezden önce nefste gerçekleşir. Haz
ise, şehvet duyulan şeyin insanın elinde gerçekleşmesine bitişiktir. Böylelikle
gerçekleşme (için duyulan) şehvet kalkar, geride haz kalır. Öyleyse şehvet, hazzın
kendisi değildir, çünkü şehvet, şehvet duyulanın gerçekleşmesiyle yok olurken
haz geride kalır.
Şu var ki ilahi gaybın gizliliğinden
başka bir şehvet doğa adına gerçekleşebilir ve ortaya çıkabilir. Söz konusu
şehvet, kesilmeksizin, sürekli olarak şehvet duyulanın bekasına ilişir. İşte
bu, hazzı olmayan şehvettir. Çünkü beka, her zaman, mutlak anlamda gerçekleşmez.
Dolayısıyla iş, bir noktada sona ermez ve bu nedenle beka mevcut olmaz. Özel
bir zaman ve belirli bir miktarla sınırlarsa, arzulanan bu beka, varlığıyla
şehvet için bir haz meydana getirir. Öyleyse haz, özel anlamda şehvet duyulan
şeyin gerçekleşmesine bitişiktir. Ondan geri kalmadığı gibi ne dışta ne de
hayalde onu önceler.
Dünyadaki şehvete gelirsek, onun
hazzı, var olan duyulurla gerçekleşir. Cennetteki şehvetin hazzı ise, hem
duyulur hem aldedilirin varlığıyla gerçekleşir. Akledilir olan şeyle gerçekleşen
haz, duyulur şeyle gerçekleştiği şekilde şehvet duyulan şeye ulaşma esnasında
mizacın eserinden ortaya çıkar. ‘Cennet’ derken, bu hükme sahip şehvetin
sıradan insanların bildiği cennetten başka bir yerde olamayacağını kastetmiyorum.
‘Cennet’ derken bu şehvet adına bu hükmün bulunduğu her yeri kastediyorum. İşte
bu, cennet şehvetidir ve onun dünya veya ahirette gerçekleşmesi durumu değiştirmez.
Şehveti cennete izafe ettik, çünkü orada bu şehvet, cenneüiklerden her biri
adına gerçekleşir. Dünyada ise, ariflerden her biri adına gerçekleşir.
Şehvetin mülk âlemine dönük bir bağı
var iken melekût âlemine dönük iki bağı ve nispeti vardır. Onun bir takım
makam ve sırları vardır ki, bunlar derecelerdir. Bu dereceler, marife veya
nekre (belirsiz) gelmesine göre ve bir söze bitişmesine göre, büyük cümleyle
şehvet isminin harflerinin sayısı kadardır. Bu ise ‘eş-Şehvet (marife)’ veya
‘şehvet5 şeklindeki yazımdır. Bir söze bitiştiğinde ise, sekte
(duraklama) he’si te’ye dönüşür. Bu harf, belirlilik ve belirsizlik halinde, te
ve he’nin sayısal değerine sahiptir. Artık sayıları birbiriyle topla! Ortaya
çıkan sayı, bu makam sahibinin elde ettiği şeyin derecelerinin miktarıdır.
Burada Kureyş kabilesinin Arapça şivesi dikkate alınır, çünkü o cennetliklerin
dilidir. İster asıl -ki mebniliktirister fer -irabtırolsun durum aynıdır.
Burada Arapça olmayan veya
Arapçalaşmış kelime dikkate alınmaz. Her makamın hükmünde de böyle hareket
edilir. Burada, ‘Her insanın isminden bir nasibi vardır’ sözü yorumlanır. Bunun
anlamı, her varlığın kendi isminden bir nasibi olduğudur. Bu nedenle
niteliklerin isimleri gelmiştir ve onlar ise ancak sahiplerini talep eder. Kendisine
ait olmadığı halde bir insana isim vermek bir yalandır. İsim konusu, en güç
meselelerden biridir, çünkü ad koymak ilahi bir iştir. Dolayısıyla isimlendirilenin
bu isimden bir payının olması gerekir. Belirli bir isimlendirilenin halinde bu
pay gizlenirken başkasında gözükür. Bunu algılamak güçtür ve iradenin tanımı da
buna göre yapılır.
Öyleyse irade sahibi, ilahi, rabbani
ve rahmanidir. Şehvet duyan ise özel olarak rabbani ve rahmanidir. Müslüman
(el-müslim), ihsan ve iman sahibi ise irade edendir. Şehvet sahibi ise
müslümandır (müslim). Bu ise, mümin ve ihsan sahibinin yarısıdır, çünkü o,
maddeyle karışık iman ile beraber olduğu gibi teşbih ile sınırlı ihsan ile de
beraberdir.
YUZ
ONUNCU BOLÜM
Huşu Makamı Hakkında
Huşu ne zaman
gerçekleşir dersen, deriz ki Kalp kendisine sarkanı gördüğünde
Bir şekilde ona tecelli eder ki Onun
nezdinde böyle bulunmamıştı
Tecelli makamında izzet gösterirse
Hüküm sahibidir, hüküm
altına girmez ,
Huşu (korku), zillet ve küçüklük
makamıdır ve yaratıkların niteliklerinden biridir. Ulûhiyete girmesi söz
konusu değildir. Huşu dünyada övülen bir grup hakkında övülmüş bir makam iken
ahirette dince Hakkın diliyle kınanmış bir grup hakkında övülen bir
niteliktir. Huşu, ahirette müminlerden izzedi ve kibirli zorbalara geçecek bir
niteliktir. Onlar, yeryüzünde büyüklük taslayanlardır -ki kastedilenler
yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. Müminler ise, namazlarında huşu sahibi erkek
ve kadınlardır. ‘Allah Teâlâ, onlara büyük mağfiret ve
sevap hazırlamıştır.’34S Allah Teâlâ
ahiretteki huşu sahiplerini niteleyerek şöyle buyurmuştur: ‘Zilletten korkarlar, gizlice bakarlar.”46 Başka bir
ayette şöyle der: ‘Yüzler vardır, huşu içindedir.
Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur. Kızışmış bir ateşe yaslanırlar. Kızgın bir
kaynaktan sulanırlar. Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur.’347
Huşu gerçekleştiği her yerde kalplere
dönük ilahi tecelliden meydana gelir. Müminde huşu, tazim ve celalden meydana
gelirken kâfirde korkutmadan, ezmeden ve cezalandırmadan meydana gelir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e güneş tutulması sorulunca, ‘Allah Teâlâ bir şeye
tecelli ederse, o şey Allah Teâlâ’ya huşu eder’ demişti. Hadisi Bezzar rivayet
eder. Tecelli gerçekleştiğinde huşu da gerçekleşir ve tecelli bilgiyi, bilgi
de haşyeti meydana getirir. ‘Allah Teâlâ’dan âlim kullar korkar.’348 Haşyet
huşuya, huşu tasaddu’a (parçalanma, titreme) yol açar. Tasaddu’ (parçalanma,
titreme), doğanın huşu nedeniyle edilginleşmesi, organlardaki kırıldık,
tutukluk, onlarda duyulan çatırdamadır. Bunların hepsi, ilahi tecellide
meydana gelen varidin eserini kabul eden doğanın tezahürüdür. Şeriat bunu Peygambere
‘zil sesi’ şeklinde vahiy gelişinde ‘inilti’ diye ifade etmiştir. Bu ise, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelen en şiddetli vahiy tarzıydı. Çünkü bilhassa
Kuran söz konusu olduğunda, vahyin bedene inişi bedene ağır gelir. Allah Teâlâ,
‘Kuran ile dağlar yürütülse ya da yer parçalansaydı’349 der. Bazen
dağdan meyletme özelliğine sahip doğayı tutan bir güç meydana gelebilir. Bu
yeryüzündeki meyl’e benzer. Bazen yerden doğal cisimlerin toprağı meydana
gelir. ‘Ya da ölüler onunla konuşsaydı.’ Ölüm, türlerinden biri de
bilgisizliktir. Allah Teâlâ ‘Ölüyken hayat verdiğimiz”50 der. Kuran
bilgisiyle ölüye hayat verir, yeryüzü onunla katedilir, zorlama ve tehdit
ayetleri nedeniyle de dağlar yürürdü.
‘Kuran’351 kelimesinin
(ayette) belirsiz gelmesi, iki şeyi gösterir: Birincisi onun belli ayetlerini
gösterir. Örnek olarak, ‘Ad ve Semud kavminin çığlığı gibi bir
çığlık’352 ayetinin
tilaveti duyulduğunda, zorbanın korkuya kapılmasını verebiliriz. İkincisi ise,
burada kendisine dilce Kuran adı verilen başka bir şeyin bulunmasıdır. ‘İse
(lev)’ edatı bir imkânsızlığa bağlanmış imkânsızlık bildirir. Acaba o, imkâna
dahil de meydana gelir mi, yoksa bu bir varsayım ve takdirden mi ibarettir?
Bize göre durum şöyledir: iki ya da daha fazla harften bileşerek ‘kelam’ diye Allah
Teâlâ’ya nispet edilen her ilahi söz, dil bakımından Kuran’dır. Söz konusu şey,
Kuran’ın inişiyle etkilenme özelliğine sahip olan bir yere inerken etki yapar.
İndiği yerde bu istidat yoksa, etki şart değildir. İnilen yerin istidadı,
halinin kulluk ve ubudiyet olmasıdır. Eseri ise, ubudiyet halinde ubudet
halinden daha yetkindir. Yer vahyi duyar ya da ilahi kelam, Hakk onun kulağı
iken kendisine inerken, vahiy kendisine inerken üzerinde bir etki ortaya
çıkmaz. Çünkü bu esnada o Haktır ve bu durumda ondan huşu gider.
Bu husus, zillet, yoksunluk, huşu,
havf ve haşyet gibi ulûhiyete giremeyen her nitelikte geçerli bir ilkedir.
Çünkü bu hal sahibi, etkilenir. Kerem, cömerdik, rahmet ve büyüklük gibi ilahi
niteliğe sahip olan kimseye vahyin inişi etki etmez. Çünkü o, Hakkın
niteliğidir. Dolayısıyla bu nitelik, izzet ve engelleme özelliğine sahiptir.
Bu da, her konuya yayılan bir ilkedir. Bize de zevk yoluyla Kuran’dan nazil
oldu ve oradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nasıl indiğini
öğrendik. Böylece harflerinin ezberlenmesiyle ya da anlamlarını düşünmekten
bulamadığımız şeyleri öğrendik. Bize iki halde nazil oldu. Kevni halde nazil
olurken edd etmiş, ilahi halde ise sadece özel bir haz şeklinde etki etmiş -ki
bu kaçınılmazdırhuşu ise meydana getirmemiştir. Bu nedenle, en mukaddes ilahi
mertebeye ‘sevinme’ -haz alma demektirnispet edilir.
Allah Teâlâ buradaki ‘misil’
kelimesini insanlara verilen örnekler yaptı.
‘Bunlar vasıtasıyla
pek çok kimse sapıtırken pek çoğu hidayet bulur. Onlarla sapıtanlar jasıklar
dır.’353 Fasıklar, iki halin dışında kalan ve iki
hükümle bezenmekten yoksun olan kimselerdir. Bu ise, yaratılış sebeplerini ve
üstün olmalarını sağlayan nedeni bilmeyenlerin halidir. Ebu Yezid elBestami,
Kuran’ı ‘iztizhar’ edinceye kadar ölmemişti. İstizhar, Kuran’ı zevk yoluyla
kendine indirmektir. ‘Kim Kuranı ezberlerse, nebilik iki yanının arasına
inmiştir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle buyurdu. İşte bu, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e inişiyle bize inişi arasındaki farktır. Kuran Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine inmiştir. Bize ise, kendi perdemizin
ardından iner. Kuran bizim için ‘zuhur5 halinde değil, ‘zahırda’ (sırtımızda gizlenmiş halde) bulunur.
Böylelikle nebiliğimiz, bizden gizlenmiştir. Bununla beraber biz, onun yeriyiz.
Kim huşu duyarsa, edilgenleşir; kim bilirse, huşu duyar.
YÜZ
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Huşunun Terki
Kendisi nedeniyle tecelli eden nasıl huşu duyar ki?
Gözler O’na O’nun
vasıtasıyla bakar
Güçlerimiz onun
güçleridir, kuşkusuz
Peygamber bana böyle
buyurdu
Kul ilahi bir nitelikte
bulunup.tecelli kendisine geldiğinde ve bu nitelikle onu karşıladığında,
tecelli haz, sevinç, mudüluk ve neşe meydana getirir, o ne korku ne de huşu
duyar. Böylelikle ortaya çıkan sevinç, mazharda -zuhur eden olması bakımından
değilzuhur edene nispet edilir. Bu, kemal nedeniyle sevinmektir. Mazhardaki
etkisi ise, mazhar yönünden gerçekleşir. Öyleyse kul, ayıklık, zuhur, ispat ve
beka esnasında Rabbiyle zâtından perdelenmiştir. Bu Hakk sahip olmayanın
huşuyu terk etmesi kınanmış, bunu yapan kişi kovulmuş tur.
YÜZ
ON İKİNCİ BÖLÜM
Nefse Muhalefet
Arzuna karşı çık,
çünkü bu övülen bir iştir Bil ki sadece sensin
amaçlanan
Hepsi mutludur, onun gibi olmayandan
başka Kulağını bana ver, sen tanıksın
Sen azizsin, tat, niteliklerinin
vebalini Kıyamet gününde canlılar tanıktır
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin Ki, nefse muhalefet kızıl ölümdür. Bu, nefse ağır gelen bir haldir.
Nefs, kendi kendine muhalif olandır. Öyleyse muhalefet eden, edilenin ta
kendisidir. Bu ise şaşılacak işlerdendir. Kastettiğim, burada bir meşakkatin
bulunmasıdır. Muhalefet edilen başka bir nefs olsaydı, buradaki güçlüğe şaşılmazdı.
Biz, Allah Teâlâ’ya hamdolsun, onun muhalefetinden söz ederken karşıta muhalif
olur’ demedik. Bazen muhalefet, mukabil olmaksızın da olabilir. Bu durumda
muhalefetin varlığı ile yardımı uzlaştırmış olduk. Bu konunun açıklanması, bir
sonraki bölümde gelecektir. Nefse muhalefetin yararı büyüktür.
Bilmelisin ki, nefse üç yerde
muhalefet edilir: Mubah, mekruh ve haram. Nefs için belirli bir itaatte veya
(Hakka) yaldaştırıcı bir amelde bir haz gerçekleştiğinde, burada gizli bir
hastalık vardır ve kul başka bir itaat veya yaklaştırıcı amelle nefsine
muhalefet etmelidir. Nefse bütün itaat türleri eşit gelirse, bu özel itaatle
haz almasına imkân verilebilir. Bundan başka bir amelde güçlük bulursa, o
meşakkatli amele yönelmek zorunludur. Çünkü nefs böyle durumlarda insandan
müsamaha görürse bu alışkanlık, haram, mekruh ve mubaha etki eder.
Muhalefet, nefse ağır gelir. Bunun
nedeni, aslmm soylu ve mertebesinin yükseldiğidir. Çünkü âlemde ilahi vekâlet
ona verilmiştir. Bu durumda nefs, kendi kendine şöyle der: ‘İşin sahipliği ve
mülkü elimdedir. Bilhassa Allah Teâlâ beni kendi suretine göre yarattı.
Öyleyse bana muhalefet etmek, Hakka muhalefettir.’ Buradan, nefse muhalefet,
‘kızıl ölüm’ sayılmıştır. Muhalefetle karşılaşmanın ağır geldiği nefs, ilahi genişlikten
perdeli olduğu gibi yaratılış gayesinden ve ilahi suretin -her nefse
değilsadece kâmil nefse ait (bir ayrıcalık) olduğunun bilgisinden
perdelenmiştir.. Söz konusu kâmil nefslere örnek olarak, peygamberlerin ve
insanlardan kâmillerin nefslerini verebiliriz. Nefs kâmil olsaydı, muhalefet
görmek, kendisine ‘kızıl ölüm’ olmazdı. Çünkü mârifet hazzı, ona ölümün
bulunmadığı hayatı kazandırır. O halde varlık ve fetih, muhalefet edilmesi
gereldi her hususta nefse muhalefete bitişmiştir. Anla!
YÜZ
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Amaçlarında Nefse Hoşgörünün (Yardımın)
Bilinmesi
Nefse yardım et, çünkü Hakkın
nef(e)sidir o Ve de niteliğidir, nasıl habersiz kalırsın?
Varlıkta Hakka bak! O’nun aynı olduğunu
görürsün Nefret eden, sevenden başkası değil .
Bilirsen eğer, ben O’ndan başka değilim
Öyleyse O uzak olandır, yakındır O
Beni O’nunla görürse, benden O’nu
görürüm Beni O’na çağırırsa, icabet eden O’dur
Nefse
muhalefet, gerçekte ona yardımın ta kendisidir. Çünkü nefse nefs vasıtasıyla
muhalefet edersin. Bu durumda, ondan ona geçersin ve hiçbir zaman ondan
ayrılmazsın. .
Bilmelisin ki, nefsin iki tür amacı
vardır: Doğrudan ve dolaylı amaç. Nefsin doğrudan amacı, menfaatleri kazanmak
ve zararı kendinden uzaklaştırmaktır. Dolaylı amaç ise şeriat yönünden
kendisine ilişen şeylerdir. Bazen dolaylı amaç, kendi maksadı yönünden
gerçekleşebilirken bazen de doğaya uygunluk bakımından gerçekleşebilir. Bazen
de kemali talep etme bakımından gerçekleşir. Bunların hiç biri, sözünü ettiğimiz
(tasavvufî) yolda muteber değildir. Bu yolda muteber olan, şeriat yönüdür.
Çünkü şeriat, bir takım erdemli fiiller saptamıştır. Söz konusu fiillerden
yapılması emredilenlerin yerine getirilmesi ve yapılması yasaklanan şeylerin
bırakılmasıyla insanın muduluğa ulaşması zorunlu olur ve Hakkın onu sevmesi gerçekleşir,
‘Hakk kulun duyması ve görmesi olur.’
Şâri, razı olduğu veya yapıldığında
kızacağı bütün hususları nefs için ayrıntılı olarak belirlemiştir. Ayrıca övgü
ve kızmanın bulunmadığı hususları da belirlemiştir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu
şeylerden biri, melekî ilhamdır. Bu ilham, peygamberler hakkında melek ve Hakk
kaynaklı ilhamdır (ilahi ilham). İlahi ilham, genel olarak, (nebilere) tabi
velîlerde söz konusu değildir. Burada, helal veya haram kılma hususunda hükümlerden
söz ediyoruz. Allah Teâlâ’nın kızdığı şeylerden biri, şeytan kaynaklı ilhamdır,
burada ateş kaynaklı (narî) olanını kastetmiyorum, çünkü cinlerin bir kısmı,
salih insanların kalplerine iyilik aktarır. Bu insanlar ile cinler arasında
büyük bir karışım, ilişki ve sevgi vardır. Öyleyse şeytanın aktardığı şey, o
anda nefse haz verir ve ona sevimli gelirken aynı zamanda süslü görünür. İşin
sonu ise acıdır. Meleğin ilhamı, o esnada acı gelirken, sonunda haz verir. Her
iki hali de nefs bizatihi gerektirmez.
Akıllı insan, nefsten kendisine
ilişen hususlarda nefsine karşı hoşgörü göstermemelidir. Söz konusu olan,
nefsin dolaylı ya da doğrudan amacının bulunduğu hususlarda insana dayattığı
işlerdir. Mümin ve ârif ise nefse hoşgörü gösterebilir. Mümin, nefse doğrudan
amaçlarında hoşgörü gösterir. Bu alan, bilhassa, yerine getirdiği mubahlar ile
nefsin haz aldığı itaatierdir. Hakkın duyması ve güçleri haline geldiği ârif
ise, bütün amaçlarında nefse hoşgörülüdür. Böyle biri, bütünüyle nurdur ve
‘nurda karanlık bulunmaz.’ Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bir duasında, ‘Beni nur yap’ demiştir. Nefse kötülük, aracını kınanmış işte -ki
karanlık demektirkullandıktan sonra nispet edilir. Bu bağlamda şahıs, söz
gelişi kendisine yasaklanmış gıybeti yapar. Bazen yasaklanmış yalanı söyler
veya yasak şeye bakar. Fiil (nefse ait) araçlarda ortaya çıkmadığında ise, nefs
kınanmaz. Arife gelirsek, ilahi haberler Hakkın ‘onun bütün güçleri olduğunu’
bildirmiştir. Böylelikle kutsi hadiste araçlar zikredilmiştir. Bu nedenle ârif
adına dışındaki ve zâhirindeki korunmuşluk -ki muhafaza edilmek
demektirnedeniyle nefse hoşgörü göstermesini mubah saydık.
YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Haset ve Gıpta
Kalbin hasedi devşirmedir
Nefsin hevası, uzaklaşmadır
Haset hemcinste
ortaya çıkar
O, cömert hükümdardır
Ben kendim gibi olana
haset ederim
Kavim bununla efendi
oldu
Bizim bizden başka
neyimiz var ki?
Kullar Hakka haset
etti
İnsanlar bilseydi ne
söylediğimi
İnat meydana
gelmezdi.
Haset, insan ve cinlerde yaratılıştan
meydana gelen niteliktir. Gazap, öfke, hırs, ihtiras, cimrilik ve korkaklık da
böyledir. Yaratılıştan gelen bir şeyin yok olması mümkün değil iken onunla
nitelenen kimse yok olabilir. Hakk, bu iki niteliğin yaratıklardan silinmesinin
mümkün olmadığını bildiği için, kulları için onlara kullanım yeri belirledi. Bu
nitelikler, Şâri’in vacip ya da mendup olmak üzere emrettiği şekilde kullanıldıklarında
övülen nitelikler haline gelir. Meşru yolun dışında kullanıldıklarında ise,
kötülenirler. Bunu öğrendikten sonra, artık inat ve tartışmaya gerek yok! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ senin hırsını artırsın ve
dönme!’ Başka bir hadiste ise ‘İki kişi doymaz; dünyayı talep eden kimse ve
bilgiyi talep eden kimse’ denildi.
Dünyayı talep kötü olabileceği gibi
iyi de olabilir. Bilgiyi talep ise her balomdan iyidir. Ne var ki, bilinenler
derece derecedir ve bir kısmı diğerinden üstündür. Bunlar niyet farklılığına
göre değişir, çünkü meseleleri öğrenme arzusu, -konuların kendileri yönünden
değilbilgi sahibi yönünden değerlendirilir. Bazı şeyleri tecessüs yoluyla
öğrenmek arzusu kınanmıştır. Gerçekte her iki yönden saf olan bir şey yoktur.
Yoksa ‘Haset ettiğinde haset edenin şerrinden sığınırım’354 ayetiyle ‘İki kimseye haset edilir’
hadisi nasıl uzlaştırılabilirdi? Ya da Allah Teâlâ için öfkelenmek ile insanm
cahiliye böbürlenmesiyle kendi adına öfkelenmesi nasıl uzlaştırılırdı? Öyleyse
nefsin üzerinde yaratıldığı her nitelik, ne mücahede ne de riyazet vasıtasıyla
yok edilebilir. Bunların sadece kullanım yeri değiştirilir. Böylelikle onlara
verilen kınama ya da övgü hükümleriyle, (onlardan söz eden) dil değişir. Kul
bunları bereket (ve sağ yön) yoluyla alıp dininde cimrileşir ve iyilik yapmada
haris olur ve Allah Teâlâ için öfkelenirse övülür; sol yönden alıp cahiliye
hamasetiyle kızar, cömert olması gereken yerde cimrilik yaparsa -örnek olarak
zekât vermek ve bilgi öğretmek gibi hususları verebilirizhem Hakk hem de halk
tarafından kınanır.
Bu konunun öğrenilmesinde insanların
büyük rahatı ve yararı vardır. Onlar ise bundan habersizdir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar