ABBASİ DÖNEMİ EDEBİYATINDA NÜKTEYE GENEL BİR BAKIŞ
Hazırlayan:
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kâzım Ürün*
Kelime anlamı "ancak iyice
düşünüldüğünde algılanabilen ince mânâ” olarak ifade edilen nükte, edebi
sanatın bir tezahürü olarak, daha çok üstün zekalı veya kültür seviyesi ve
kavrama gücü yüksek kişiler tarafından yapılır. Sürekli ciddiyet, kimi zaman
akılda durgunluk ve donukluk oluşturabilir. Arada sırada yapılan bir espri veya
nüktenin, insanın psikolojik ve sosyal yapısının gelişiminde önemli yeri
vardır. Klâsik Arap edebiyatının ünlü siması olan, daha sonra gelen pek çok
yazar tarafından taklit edilen ve aynı zamanda nüktenin piri kabul edilen
el-Câhiz(ölm.255/859)[1] [2] de,
insanın yaratılışı gereği, ciddi konularla ilgisinin sınırlı olduğunu, kimi
zaman nükteleri konuya motive etmenin son derece yararlı olacağını
söylemektedir. "Yerinde gülmek, yerinde ağlamak gibidir" sözünün
sahibi Câhiz’in bu ifadesi[3] pek çok
Arap edibi tarafından kabul görmüştür.
Günümüzde
politik, edebi, sosyal v.b. mahfillerde çokça rastladığımız nükteli sözler,
insan oğlu tarafından geçmiş asırlarda sık sık başvurulan bir sanat olmuştur.
Cahiliye döneminde çokça rastlanılan nükteli ifadelere, İslâmî devirde dönemin
siyasî ve sosyal anlayışından hareketle pek rastlanılmayacağı zannedilir, ancak
kaynaklara baktığımızda; kadılar,fakihler, muhaddisler, cami imamları ve
vaizlerin de bu tür esprili ifadelere başvurduklarını veya muhatap olduklarını
görürüz.
Emeviler döneminde, genelde Emevilerle Abbasiler arasında ortaya
çıkan siyasî çekişmeler, nüktelere konu olmaktaydı. Bilindiği gibi daha çok
serbest ortamlarda insanlar daha rahat düşüncelerini ifade edebilirler ve
birbirlerine nükteli sözler sarfedebilirler. Bu bakımdan nükte sanatının en
şanslı olduğu dönem, sanat ve edebiyatın zirveye çıkmış olduğu Abbasî Devri
olmuştur. .
Şüphesiz edebiyatın altın
çağını yaşadığı Abbasi Dönemi şiiri ve nesri, sayısız nükte örnekleriyle
doludur. Ancak biz burada, Arap dili ve edebiyatında, nükte olarak karşılığını
bulabildiğimiz "fukâhe” kelimesinin kullanımına ve eş anlamlarına ayrıca
bu konuda yazılmış eserlere değindikten sonra daha çok günlük yaşamda söz
konusu olan nüktelerden bir kısmını sunacağız ve bu konudaki o günkü genel
anlayışa temas edeceğiz.
Arap dilinde
fukâhe kelimesi, mizah, hoş ve tatlı söz, anlamına gelir. Bu tür sözleri
kullananlara da “fukâhî" denir.[4] [5] [6] Bu
kelimenin yanısıra aynı anlamda başka kelimeler de kullanılır. Bunlar ve
içerdikleri anlamlar şöyledir:^ ed-du‘âbe: mizah, oyun, gülme; el-mezh ve
el-mizâh: mizâh, şaka; el-hezl ve el-hezâlet: nükte; et-tehekküm: küçümsemek,
alay etmek; es- sühriyye: gülmek, alay etmek.
Arap dili ve
edebiyatında, nükte konusunda müstakil eser pek az olmasına rağmen,5 bir kısmı
ansiklopedik mahiyetteki kaynak ve müracaat eserlerde, bu konuda oldukça fazla
bilgiye rastlanabilmektedir. Bunlardan en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
el-Beyân
ve’t-Tebyîn (el-Câhiz), Kitâbu’l-Buhelâ
(el-Câhiz), Kitâbu’l- Hayevân (el-Câhiz), el-‘lkdu'l-Ferîd (Ibn
‘Abd Rabbihi), el-Mustadraf min Külli Fennin Mustazraf (el-Ebşihî), Hâssu’l±Lâss
(es-Se‘âlibî, Ebû Mansûr), Yetîmetu’d-Dehr (es-Şe‘âlibî, Ebû Mansûr), Makâmât
(Bedî'u’z-Zemân el- Hemedânî), Târih Bağdadî (el-tLatîb el-Bagdâdî), el-lmtâ'
ve’l-Mu’ânese (Ebû Hayyân et-Tevhîdî), Kitâbu’l-Egânî (Ebu’l-Ferec
el-lsfehânî), Muhâdarâtu’l-Udebâ’i (er-Râgıb el-lsfehânî), Vefeyâtu’l-A'yân
(Ibn Hallikân), Nihâyetu’l-Ereb (en-Nüveyrî), Ahbâru’l-Ezkiyâ
(Ibnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec), Ahbâru’l-Hamkâ ve’l-Mugaffalîn
(Ibnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec)
Gerek manzum gerekse mensur pek
çok eserin verildiği Abbasi dönemine genel olarak bakıldığında nükte için
oldukça zengin bir malzemeyle karşılaşılır. Bu tür malzemeler, o dönemin siyasî
ve sosyal yapısını ve anlayışını yansıtması açısından son derece önemlidir. Biz
burada daha geniş bir çalışmayı gerektirdiği için şiirlerde yer alan nüktelere
değinmedik. Sadece sözlü anlatımla dilden dile aktarılan çok yaygın bazı
nüktelerden kesitler vererek dönemin nükte anlayışını ifade etmeye çalışacağız.
Bu tür nüktelerin söylenmesi ve
yazılmasında, daha çok dönemin devlet adamlarını ve toplumun önde gelenlerini
eğlendirme gayesi ön plândaydı.
Söz konusu dönemde bu espriler,
çoğunlukla dini konularda söz sahibi olan kadı ve muhaddisler tarafından
yapılıyor ya da onlar espirilere konu oluyorlardı. Bunlardan cahil olanları İslâmî
usûllerden habersiz Kuranla Şiiri ayırdedemiyorlardı. Aşağıdaki rivayette de
görüleceği gibi o günün hâkimlerinin yanısıra halk da Kuran’ı bilmiyor ve
bilmediğini itiraf etmeyip bir başka sözü Kuran olarak göstermeye ve muhatabını
yanıltmaya çalışıyordu. Nükte şöy ledir
Adamın biri
çocuğunu mahkemeye getirir ve kadıya “efendim bu oğlum, içki içiyor ve namaz
kılmıyor" der. Oğlu bu iddiayı kabul etmez. Babası “Efendim herhangi bir
şey okumadan namaz olur mu" der. Hâkim çocuğa” Oku bakalım” der. [7]
Kalb gençlik ve ihtiyarlıktan sonra rebâba takıldı
Allah’ın dini hak ve onda hiçbir şüphe yoktur.
Babası
(oğlunun okuduğu şiirin Kuran’dan bir ayet olduğunu zannederek) “O bunu
bilmiyordu. Dün komşunun Kuran’ını almış ondan ezberlemiş” der. Hâkim de
"Ben de başka bir ayeti ezbere biliyorum” der:
(Sevgiliye hitaben) Üzüntülü geçmişimden dolayı bana acı!
Ayrılıkta azap vardır. ,
Bütün bu konuşmalar karşısında hakim (söylenilenlerin Kur’an'dan
ayetler olduğunu düşünerek): "Allah iyiliğinizi versin Kuran’ı biliyor, fakat
onu uygulamıyorsunuz.”[8]
Nüktenin çok
kullanıldığı bir başka alan, eğitim alanıdır. "Ketâtib[9] [10]" veya ‘'Sıbyân"
olarak adlandırılan dönemin ilkokullarında okuyan çocukların öğretmenleriyle
olan ilişkilerinde ortaya çıkan espri konuları da dikkate değerdir.
Öğretmenlere, emeklerinin karşılığı olarak günümüzdeki gibi belli bir maaş
değil çeşitli yiyecek ve içecekler sunulmaktaydı. Bu yiyecek ve içeceklerinin
temininde bazan çok komik manzaralarla karşılaşabiliyordu.
Bu
öğretmenlerin büyük bir kısmı, seviyeleri yüksek Kutrub, el-Kisâ'î vb. gibi
ünlü bilgin, dilci ve nahivcilerden oluşmaktadır. Daha çok yukarıda ifade
ettiğimiz ilkokullardaki öğrencileri okutan öğretmenler için nükteler
söylenmiştir. Hatta dönemin ünlü yazarı el-Câhiz, "Ahmak min muallim Kuttâb”
(Kuttab öğretmeninden daha ahmak) şeklinde bir atasözünün de söylendiğini ifade
etmektedir.® Eserlerinde nükteli üslûba sık sık başvuran el- Câhiz'in hayatı da
mizah tablolarıyla doludur.
Dar gelirli
bir aileye mensup yazar, geçimini Basra’daki Seyhan Nehri kıyısında ekmek ve
balık satarak sağlamaktadır. Ancak daha çok ilim meclislerine devam ettiği
için, bazan evinde yiyecek sıkıntısı çekilir. Böyle bir "Abbasi Dönemi
Edebiyatında Nükteye Bir Bakış"97 günde annesi, akşam eve gelen
Cahiz’in sofrasına yemesi için kitap koyar ve mutfakta kitap dışında bir şeyin
bulunmadığını söyler. Kendisini çalışmaya teşvik eden annesinin bu tavrı
karşısında mahçup olan el-Câhiz, ders okudukları merkeze gider. Varlıklı
arkadaşlarından biri ona neden üzgün olduğunu sorduğunda, konuyu ona aktarır.
Arkadaşı, kendisine elli dinar verir. el-Câhiz bununla un alır, annesine
gönderir. Daha sonra annesi neyle aldığını sorunca “sofrada bana sunduğun
kitaplarla" diye nükteli bir cevap verir
Eserlerinde o günün Basra’sını
oradaki bütün meslek gruplarını en ince detayına kadar anlatan el-Câhiz,
Öğretmenleri de unutmamıştır. Özellikle ilkokul öğretmenlerinin sürekli
çocuklarla ilgilendikleri için onların bazı özelliklerini aldıklarını ve
dolayısıyla pek çok espri malzemesinin ortaya çıktığını söylemektedir. Cahiz’in
bir öğretmenle olan hikâyesi şu şekildedir:
Câhiz, bir gün bir şehre uğrar.
Orada bir öğretmenle karşılaşır. Onun kültürlü ve aydın görüntüsünden hoşlanır.
Kendisini çok iyi bir şekilde ağırlayan öğretmenle çeşitli konularda görüş
alışverişinde bulunur. Onun din, dil ve edebiyatta çok bilgili olduğunu anlar.
O günden itibaren onunla sürekli görüşür. Ancak bir gün öğretmenin ders verdiği
yere geldiğinde, rahlesinde kitabının kapalı olduğunu görür ve oradakilere ona
ne olduğunu sorar. Oradakiler, öğretmenin bir yakının vefat ettiğini ve bundan
dolayı evine kapanıp yas tuttuğunu söylerler. Bunun üzerine öğretmen evine
gider, kapıyı bir cariye açar. Cariye, öğretmenin evde olduğunu söyleyip onu
içeriye davet eder. Câhiz, herkesin er veya geç ölümü tadacağını söyleyerek
öğretmeni teskin etmeye çalışır, ona sabır tavsiyesinde bulunur. Sonra
aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Ölen oğlun muydu?
-Hayır
-Yoksa baban mıydı?
-Hayır
-Kardeşin miydi?
-Hayır
-Eşin miydi?
-Hayır
-Neyindi?
-Sevgilimdi.
Câhız, çok şaşırarak
-Dünyada pek çok kadın var. Üzülme! Bir başkasını bulursun.
-Onu gördüğümü mü sanıyorsun?
Câhız bir kez daha şaşırarak
-Görmediğin halde nasıl aşık oldun?
-Ben, burada oturup pencereden dışarıya bakarken birden üzerinde
hırka olan bir adamı gördüm, şöyle diyordu:
Ümm 'Amr! Allah iyiliğini versin!
Neredeysen kalbimi bana geri getir!
(Artık) kalbimle oynamaktan vazgeç.
İnsan bir başkasının kalbiyle nasıl oynar?
Öğretmen, içinden“Dünyada
Ümm Amr'dan daha güzel birisi olsaydı bu şiir söylenmezdi.’’ diyerek Ümm 'Amr’a
aşık olduğunu söyler. İki gün öncesinde, bu adamın bizzat kendisine gelerek
"Eşek, Ümmü ‘Amr'ı götürdü. Ne Ümmü 'Amr
döndü ne de eşek.” dediğini ve bu sözden de kızın öldüğünü anlayıp üzülerek eve
kapandığını söyler. Câhiz ise:
"Siz öğretmenler hakkında bir eser telif etmiştim, artık bu konuda
yazmayacaktım; ancak seninle tanıştıktan sonra bu konuda bir eser daha yazmaya
karar verdim, ve bu eserimde de ilk olarak senden bahsedeceğim.” der.[11]
Bu tür pek çok nükteli sözü nakleden el-Câhiz’in anlattığı diğer
bir nükte şöyledir:
"Bir gün şehrin kenar mahallelerinde dolaşıyordum. Bir de
baktım bir öğretmen köpek gibi havlıyor. Durup seyretmeye başladım. Köpeğin havlamasını
işiten çocuk evden çıktı, öğretmen de onu yakaladı ve onu azarlamaya başladı.
Gidip niye böyle yaptığını sordum. Bana: “Haşarı bir çocuk, okumayı sevmediği
için eve kapanıp çıkmıyor. Devamlı oynadığı bir köpeği var. Köpek gibi
havladığım zaman, beni kendi köpeği zannederek dışarı çıkıyor ben de onu
yakalıyorum.” dedi.[12]
Gramercilerle
ilgili nükteler de pek çoktur. İçinde yaşadıkları ortamı, konuşmalarını,
sürekli meşgul oldukları dil konularıyla irtibatlandırırlardı. Bir gün fakir
bir dilenci, para istemek üzere bir gramercinin kapısını çalar. Dilenciyle
gramerci arasında şu konuşma geçer:
-Kapıda kim var?
-Dilenci
-(li-)yansarif ("Çekilsin gitsin)[13]
-(Dilenci) adım Ahmed (yani ben munsarif değilim)
(Gramerci) hizmetçisine:
-Sibeveyhi’ye bir ekmek parçası verin der.[14]
Bu nükte de
gösteriyor ki o günlerde dilenciler dahi kelimenin munsarif ya da gayri
munsarif olması gibi gramer kaidelerini bilmekteler ve bunları yerinde
kullanabilme maharetini göstermektedirler.
Kimi dilciler,
meclislerde kendilerini öne çıkarmak için, konuşurken herkesçe anlaşılmayan,
garib kelimeler seçmekteydiler. Ve tabiî, sonuçta ortaya çok komik bir tablo
çıkmaktaydı. Bir örneğini el-Câhiz vermektedir:
Ebû ‘Alkame[15] bir gün
Basra’da bir yerden geçerken, bir grup insan kendisine saldırıp eziyet etmeye
başlar. Onların eziyetlerine mani olurken Arapça söylenmesi çok zor ve anlamı
herkesçe bilinmeyen şu ifadeyi kullanır:
"Mâ lekum
teteke'ke’ûne ‘aleyye kemâ teteke’ke’ûne ‘ala z\ cinnetin ifranka'û
‘annî"
"Niçin
cinli birinin üzerine çullandığınız gibi üzerime çullandınız? Dağılın!
Anlamını
çıkaramadıkları bu söze şaşırırlar ve "dağılın, onun Şeytanı Hintçe
konuşuyor. ” derler.[16] [17] [18]
Malik b.
Enes’ten rivayet edilen bir hikâyeye göre; bir imam, arkasında eşkıyalar namaza
durunca, korkusundan ne okuyacağını şaşırır. Sürekli “Euzu billahi
mine’ş-Şeytânir-Racîm -Lanetlenmiş Şeytan’ın şerrinden Allah’a sığınırım."
der. Arkasındaki eşkiyadan biri de, “Şeytanın bir suçu yok, sen iyi
okuyamıyorsun!” derJ?
Yine aynı
konuda diğer bir nükte ise şöyledir:
Mûsâ adında biri, içinde para bulunan bir cüzdanı çalar. Daha
sonra namaz kılmak için bir mescide girer. İmam, namazda tesadüfen “ Musâ,
sağında bulanan şey nedir?” mealindeki ayetiokur. Bu sorunun "Abbasi
Dönemi Edebiyatında Nükteye Bir Bakış"
muhatabının kendisi olduğunu sanan hırsız, "Vallahi sen
büyücüsün" diyerek, sağ yanına koyduğu çalıntı cüzdanı atıp kaçar,[19]
Adamın biri,
bir eşek almak üzere çarşıya gider. Yolda bir arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı
onun nereye gittiğini sorduğunda "Çarşıya bir eşek satın almaya" der.
Arkadaşı kendisine "Inşaallah” demesini söyler. O da “Şimdi inşaallâh
demeye gerek yok! Paralar cebimde, eşek de çarşıda.” diye cevap verir. Daha
sonra çarşıda uygun bir eşek ararken parasını çaldırır, Eliboş evine dönerken
aynı arkadaşına rastlar. Arkadaşı: “Ne yaptın?” dediğinde, "İnşaallâh
paramı çaldırdım!” diye cevap verir. O da, onun sözünü tekrar ederek “Şimdi
inşaallâh demeye gerek yok!” der.[20]
Bu üç örnekten
de anlaşıldığı üzere, o günün toplumunda dini değerler öylesine yaygın ki
eşkiya ve hırsızlar da dini ortamlarda görünmek istemekteydiler.
Ekmek ve silâh, insan için
hemen hemen her dönem en önemli iki unsur olmuştur. Biri yaşamak için, diğeri
ise kişinin kendisini korumak ve savunmak için gereklidir. Silâhın türü
yaşanılan döneme göre değişkenlik arzetmiştir. Abbâsi Devrinde en etkili silah
kılıçtır. Ekmek ve kılıç, para ve güç günümüzde olduğu gibi o dönemlerde de
üzerinde çok konuşulan iki kavram olmuştur. Aşağıdaki olay, bu iki kavramın
nükteli bir şekilde ele alındığına dair bir örnektir:
Elinde ekmek olan adamın biri,
elinde kılıç olan bir adamla karşılaşır. Ona “Bu ekmekle o kılıcı
değiştirelim"diye teklifte bulunur. Adam: “Deli misin sen?” dediğinde,
"Sana kötü bir şey mi söyledim; niye böyle diyorsun? Bak hangisinin
karnındaki izi daha güzeldir?” diye cevap verir.[21]
Cimriliklerle
ilgili de pek çok nükte söylenmiştir, ibn Kuteybe’nin Di'bel b. 'Alî
el-Huzâ’î’den rivayet ettiği şu nüktede, o dönem insanlarının hoşlanmadıkları
bir şeyi, nasıl nükte ve akıl çerçevesine oturtarak eleştirdiklerini
görmekteyiz:
Di'bel, bir
gün Sehl b. Hârûn’un misafiridir. Sohbet uzayınca hizmetçisinden yemek için bir
şeyler getirmesini ister. Hizmetçi, eski bir tabakta, yaşlı horoz eti ve
suyundan oluşan bir yemek getirir. Et öylesine serttiki, ne diş kesebilir, ne
de bıçak. Sehl, aldığı bir parça ekmekle tabağın içerisini karıştırıp uzun bir
süre horozun başını arar, bulamadığında hizmetçisine kızarak şöyle der: •
-Başı nerede?
Hizmetçisi:
-Attım!
-Niçin? ..
.
-Senin yiyeceğini veya
soracağını tahmin etmedim.
-Nasıl böyle düşünebilirsin?
Ben ayakların atılmasını hoş görmezken, başının atılmasını nasıl hoş
görebilirim? Baş, her şeyin başıdır. Bütün duyu organları orada toplanmıştır.
Horoz, o baş sayesinde öter. Beyni, böbrek ağrısı için bire birdir. Başındaki
kemiklerin yumuşaklığını hiç bir kemikte bulamazsın.
-Bak da, neredeyse bul şu başı!
-Attım. Vallahi nerde olduğunu
bilmiyorum.
-Fakat ben onu karnına attığını
biliyorum, Allah seni ıslah etsin.[22]
Oburlukla
meşhur Eş'ab hakkında da pek çok nükte mevcuttur. Eş'ab, bir gün yemek
tabakları yapan bir kadına uğrar. Ona tabakları geniş yapmasını söyler. Niçin
diye sorduğunda “Belki onunla bana bir şey ikram edilir. Çok şeyi alabilecek
kadar büyük olması, küçük olmasından daha iyidir.” der. [23]
Aynı kişi hakkında diğer bir
örnek de şöyledir:
Kadının biri Eş'ab'a “Bana
yüzüğünü hediye et." der. Niçin diye sorduğunda: “ Onunla seni
hatırlayayım” der. Eş‘ab, reddederek cevaben "Beni, yüzüğü sana vermeyi
reddetmekle hatırla” nükteli sözünü söyler.[24]
Hiçbir iş yapmayıp asalak bir
yaşantı süren Tufeyliler için de pek çok şey söylenmiştir. Tufeylî’nin birine
“Bize biraz et al." dendiğinde “Et almasını beceremem.”, "Ateş yak.”
sözüne “Bu konuda maharetli değilim.” .“Yemeği pişir.” dendiğinde
"Pişirmesini bilmem." diye cevap verir. Yemek piştikten sonra, yemeğe
çağırıldığında “Daha fazla tekliflerinizi geri çevirmek istemiyorum!” diye
cevap verir.2®
Bu arada
Fîrûzâbâdî’nin, Emevilerin son yıllarıyla Abbâsi Devrinin başlarında yaşamış
olan Ebu’l-Gusn Düceyn b. Sâbit’in lakabı olarak ifade ettiği;
Ebu’l-Atâhiyye’nin ise, divanında bu tarihten daha önce yaşadığını söylediği,
ancak daha sonraki yıllarda kimi Doğulu ve Batılı araştırmacılarca bazan
Nasreddin Hoca, bazan da hayalî bir kahraman olarak ifade edilen “Cuhâ”
kavramına kısaca değinmekte fayda vardır. Tartışmalı “Cuhâ”ya nisbet edilen,
güldüren ve kimi zaman güldürürken düşündüren pek çok nükte vardır. Ancak şu
iyi bilinmelidir ki, günümüz Arap dünyasında, Nasreddin Hoca'ya izafe edilen
saf ve ahmaklara ait fıkralar doğru değildir. Çünkü Nasreddin Hoca, daima
hikmetli sözler söyleyen, âlim, çok zeki ve hazır cevap bir kişidir.2®
[2] Daha çok el-Câhız diye tanınan ve 150-160/767-777 yıllan arasında
Basra'da doğduğu tahmin edilen 'Amr b. Bahr el-Câhız, Arap edebiyatının en
tanınmış şahsiyetlerinden Diridir. Halîl b. Ahmed, Sibeveyhi, Ahfeş, Asma'î
gibi devrin pek çok âliminden ders alan ve birbirinden farklı kitaplar okuyan
ünlü edip, değişik alanlarda ıkiyüze yakın eser vermiştir. En önemli eserleri;
Kitâbu'l-Hayevân (hayvanlar antolojisi), el-Beyân ve't-Tebyîn (şiir ve
edebiyat) ve Kitâbu'l-Buhelâ (cimrilerin iıayatı)’dır.
[3]Şevk1 Dayf, el-'Asru'l'Abbâsî
es^Sânî, Dâru'l-Ma'ârif, Kahire 1973, s.593.
[4]lbn Manzûr, Lisânu'l-'Arab,
‘Fekehe” Mad., Dâr Sâdır, Beyrut (tarihsiz), XIII , 523.
[5]Aynı eser, "ed-Du'âbe”
1/376, “el-Mezh" 11/593, "el-Hezl" XI/696,
"et-Tehekküm" Xll/617, "es-Sühriyye" IV/353, Maddeleri.
[6]Şevkî Dayf nükte konusunda müstakil bir
eser yazmıştır, ancak burada daha çok son dönem Mısır'da nükteyi işlemiştir.
Bkz. Şevki Dayf, el-Fukâhe fî Mısr, Dâru'l-Ma'ârif, Kahire 1985.
^el-Ebşihî, Şihâbu’d-Dîn Ahmed, el-Mustadraf min Külli Fennin
Mustazraf, el-Mektebetu't- Ticâriyye, Mısır 1935, II, 239.
[9]es-Se'âlibî, Ebû Mansûr, Ü.âssu'1-Hâss,
Kahire 1908. s.51; Vedî’a Tâhâ en-Necm, el- Câhız ve'l-Hâdıratu'l-’Abbâsiyye,
Matba'atu’l-lrşâd, Bagdâd 1965, s.83-86.
[10]el-Câhız, ‘Amr b. Bahr, el-Beyân
ve't-Tebyîn, Tahkik: 'Abdu’s-Selâm Hârûn, Matba’at Lecneti’t-Te'lîf
ve't-Terceme ve'n-Neşr, Kahire 1948, I, 248.
[11]el-Ebşihî, a.g.e., 11,242-243.
[12]Hasan Muganniye, Nevâdiru'l-'Arab,
Müessesetu Izzi'd-Dîn, Beyrut (tarihsiz), s.44.
[13]Burada "çekilip gitmek” anlamında
kullanılan "insarife” fiili, aynı zamanda dilbilgisinde "munsarif
olmak" anlamına gelir. Dilenci, adının Ahmed olduğunu söylemekle bu emri
yerine getiremeyeceğini hoş bir espriyle ifade eder. Çünkü Ahmed sözcüğü gayri
munsarittir ve sarf olmaz.
1^lbn Hucceti’l-Hamevî, Takiyu'd-Dîn b.
Ebî Bekr, Semerâtu'l-Evrâk fi'l-Muhâdârât ‘alâ Hamiş Kitâbi’l-Mustadraf,
el-Mektebetu't-Ticâriyye, Mısır 1935, s. 39-40.
[16]el-Câhız, a.g.e., I, 379-380.
[17]lbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, Ahbâru'l-Ezkiyâ,
Tahkik: Muhammed Mursî el-Hûlî, Kahire 1970, s. 148.
[18]Tâhâ Suresi, 17. ayet.
[19]el-Ebşihî, a.g.e., II. 213.
[20]lbnu'l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, Ahbâru'l-Hamkâ
ve'l-Mugaffalîn, Dâru’l-Kutubi’l-’Arabî, Beyrut 1985, s. 146.
[21]en-Nüveyrî, Nihâyetu'l-Ereb,
l-XXX, Mısır Kültür Bakanlığı Yay., Kahire (tarihsiz), IV, 91.
[22]lbn Kuteybe, ‘Uyûnul-Ahbâr,
Beyrut 1985, III, 259.
[23]Ebu'l-Ferec el-lsfehânî, Kitâbu'l-Egânî,
l-XXV, Tahkik: ‘Alî en-Necdî Nâsif, el-Hey’etu’l- Mısriyye el-'Amme li’l-Kitâb,
Kahire 1972, XVII, 90.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar