Print Friendly and PDF

OSMANLI HANEDANINA ALTERNATİF ARAYIŞLAR...

 

OSMANLI KLASİK ÇAĞINDA HANEDAN, DEVLET VE TOPLUM
Feridun M. Emecen

1. BASKI
Nisan 2011, İstanbul

OSMANLI HANEDANINA ALTERNATİF ARAYIŞLAR

XV. asrın sonlarına doğru II. Mehmed'in seferlerinin tarihi­ni kaleme alan Tursun Bey, kitabının girişinde "Guftâr der-zikr-i ihtiyâc-ı halk be-vücûd-ı şerîf-i pâdişâh-ı zıllullâh” başlığını atarken Osmanlı hanedanın meşruiyetini o zamana kadarki temayüller­den farklı, fakat klasik Ortadoğu İslâm devlet an'anesine uygun bir kalıp içerisinde izah etme gereği hissetmişti1. Nâsırüddin-i Tûsrden etkilenerek söz konusu görüşleri Osmanlı siyasi yapı­şma uygulayan Tursun Bey, II. Mehmed'in şahsında İslâmî te­mel anlayış çerçevesinde mutlak hükümdar tipini, muhtemelen muhalif olduğu bir devirde, dönemin siyasi muhitine hem mo­del olarak sunmak hem de "devr-i sâbıkı" müdafaa etmek dü­şüncesini taşıyordu. Ancak ona ait orijinal görüşler olmasa da, bunların XVI. asırdan itibaren imparatorluğun üstlenmiş oldu­ğu yeni misyonun etkisiyle ana siyasi anlayışı destekleyeceğini, hanedanın halk nazarındaki meşruiyeti bakımından kuvvetli bir unsur olacağını pek tahmin edemezdi. Her şey "Âl-i Osman"ın asla değişmez vasfını vurgulamak ve bunun temellerini tayin et­mekte düğümlenmişti. Bu durum Osmanlı siyasi yapısı üzerinde duran modem tarihçilerin bazıları tarafından benimsenen ve ge­nel bir kabul gören "Osmanlı rejimi hanedan egemenliğine dayanan, Weberyan anlayışla patrimonyal bir devleti temsil ediyordu; ülke içinde her şey hükümdarın babadan kalma mülkü olarak algılanıyordu"2 şek­lindeki görüşlerle farklı bir mecra da kazanmıştır. Burada devlet hanedanla imtizaç etmiş, aynileşmiş bir tarzda düşünülmüştür.

Osmanlı devlet sistemi üzerinde yapılan tartışmaların gelip dayandığı noktada, hanedanın bu değişmez vasfının daha döne­minde sorgulanıp sorgulanmadığı konusu küçük fakat önemli bir ayrıntı olarak, söz konusu tartışmalarda ya dikkatlerden kaçmış ya da önemsenmemiş gözükmektedir. Şüphesiz genelde mutlak monarşiye dayalı rejimin selâmeti bakımından hanedan temel bir unsurdur ve farklı bir İdarî rejim olmadıkça hakimiyetin hangi hanedana ait olacağı teorik olarak önemli değildir. Nihayet Avru­pa monarşilerinde olduğu gibi yahut irili ufaklı İslâm devletlerin­de görüldüğü gibi alternatif bir aile her zaman ortaya çıkmıştır; asi olan söz konusu rejimin sürekliliğidir. Halbuki Osmanlı ha­nedanın devletle aynileştirilen değişmezliği, çok farklı bir husu­siyeti ortaya koymaktadır ve bu durumda da böylesine sıkı bir koza içine örülmüş hanedana karşı, dönemlerinde öne sürülen arayışların, Osmanlı siyasi sisteminin teoriğini yapanlarca göz­den kaçırılmaması gerektiği açıktır.

Osmanlı tarihinin en dikkat çekici özelliği, adım kurucusun­dan alan tek bir hanedanın, İslâm dünyasında benzeri bulunma­yacak şekilde uzun süre hükümran olmasıdır. Bu tek hanedan yani "Âl-i Osman", altı asır boyunca genel kabul gören bir soy olarak tahtta birbirini takip eden 36 ferdiyle üç kıt'aya yayılan imparatorluğu bir arada tutan yegâne unsur haline gelmiştir. Bazı tarihçiler bunun altında yatan en önemli etkenin "tebaanın hanedana olan kat'i bağlılığı" olduğunu belirtirler. Onlara göre te­baa, idareci, asker ve ilmiye sınıfı hep birlikte mevcut padişahı tahttan indirebilir, hatta idam bile edebilir; hanedanın başka bir üyesini tahta çıkarabilir, yahut hanedana mensup olduğunu ileri süren taht iddiacılarını bile zaman zaman destekleyebilir. Ancak Âl-i Osman'ın mutlak hakimiyet ve iktidarım hiç bir zaman tar­tışıp sorgulamazlar. İmparatorluk tarihi bile hanedan tarihiyle eş anlamlı olarak algılanır. Bu büyük bağlılık ise iki ana kaynaktan beslenir: Biri Orta Asya Türk-Moğol geleneklerine dayanan ege­menliğin İlahî güçlerce seçilmiş bir aileye verilme anlayışı, diğeri ise İslâmî siyaset telakkisidir. Bu iki yönlü İlahî teyid çerçevesin­de hanedan da kendisini çeşitli ritüellerle tebaasına gösterir ve meşruiyetini ortaya koyacak araçları öne sürer. Osmanlı ailesi mutlak iktidarı paylaşır, iktidarın dağılıp tükenmemesi için ha­nedan üyelerini sürekli kontrol altında tutar. Bu da devamlılığı sağlayan en önemli faktördür. Kısaca Osmanlı hanedanının uzun sürmesinin alfanda diğer İslâm devletlerinden farklı bir gelenek ve hükümranlık anlayışı, farklı meşruiyet zeminlerini uzlaştırabilme becerileri yatar3.

Bu görüşler genel ifadeler olarak doğrudur, fakat ayrıntılara girildiğinde hanedanın bu sarsılmaz gibi görünen vasfının, Osmanlı kroniklerinin derin sessizliklerine rağmen, gerek bunlarda yer alan imalar, gerek yabancı elçiler veya seyyahların raporları ve bazı resmi belgelerin ışığında, zaman zaman ciddi bâdirelerden geçtiği anlaşılmaktadır.

Çoğu XV. yüzyılın ikinci yarısında hanedanın teşekkülünden 100-150 yıl sonra kaleme alınmış Osmanlı tarihlerinin kendi za­manlarında artık iyice muayyenleşmiş Osmanlı hanedanını alter­natifsiz görerek, onun meşruiyetini ve daimiliğini vurgulama ve sergilemeye yönelik gayretlerine rağmen bunlardan elde edilen bilgiler, ilk dönemlerde hanedana rakib olabilecek büyük ve kök­lü ailelerin varlığını ortaya koymaktadır. Bunlar Osman Bey'in yaranda bulunmuşlar ve idarede söz sahibi olmuşlar, çeşitli gö­revler üstlenmişler, nüfuzlarını uzun süre korumayı da başarmış­lardır. Bu kabil ailelerle Âl-i Osman arasındaki kopuşun keskin­leşmesinin ilk emâreleri I. Bayezid devrinde olmuş gözükmekte­dir. Ancak hanedanın kendisini tam anlamıyla soyutlaması için II. Mehmed devrini beklemek gerekmektedir. Bununla beraber bu devrelerde söz konusu ailelerin iktidarı ele geçirme teşebbüs­lerine dair kaynaklarda hiç bir karine görülememektedir. tik ciddi tehdidin Fetret devrinde ve sonrasındaki yeniden yapılanma sü­recinde olabileceği akla yakın gelmektedir. Söz konusu kaynak­larda açık ifadelerle belirtilen olay, Şeyh Bedreddin meselesidir. Ancak Şeyh Bedreddin olayında Osmanlı hanedanına karşı olan tavır, şeyhin fetret devri karışıklıklarından istifade ederek çeşitli yerlere gönderdiği müridleri vasıtasıyla padişahlığın ve tahtın kendisine ait olduğu şeklinde propoganda yapması4, benzeri şe­kilde II. Bayezid döneminde Şahkulu'nun padişahlık duyurusu5 veya daha sonraki Celâlî reislerinin aynı yoldaki iddiaları ve sufî muhitinde özellikle XVI. yüzyıl ortalarından itibaren tepkilerin doğrudan saltanata yönelmesi ayrı bir kategoride değerlendiri­lebilecek mevzudur. Ayrıca bunlar dönemin kaynaklarında açık biçimde belirtilmesinde mahzur görülmeyen gayri ciddi tehditler olarak algılanmıştır. Burada ise bu gibi köksüz, gelişigüzel grup­ların saltanat iddiasıyla ortaya çıkan liderleri değil Âl-i Osman'a alternatif olabilecek köklü ailelerin var olup olmadığı veya bunla­rın mevcudiyetinin hangi çevrelerde ne gibi umutlar doğurduğu konusu ele alınmaya çalışılacaktır.

Takdim ettiğimiz modele uygun olarak kaynaklara akseden bu kabil "alternatif aile" kavramım tedai ettirecek ilk bilgi kırıntıları II. Murad zamanına rastlar. Fetret devrinde güçlerini sergileyen uç beylerinin Balkanlar'dan yönelen tehditler karşısında gerile­meye başlayan II. Murad'a karşı tutumları, oğlu Mehmed'in tahta çıkışı ile ilgili meseleler ve oldukça yoğunlaşan iç hesaplaşmalar, doğrudan hanedana yönelik bir mahiyet kazanmış olmalıdır. Bu hususta dikkat çekici bir ipucu Grekçe yazılmış Anonim Osmanlı Tarihi'nde yer alır. Burada saltanatı oğluna bırakan II. Murad'ın gördüğü bir rüyadan söz edilir. Bu rüya Osmanlı hanedanın kesi­leceğine yorulmuş, onun yerini Turhan, Mihal ve Evranosoğulları gibi nüfuzlu ailelerin alacağı kanaati üzerinde durulmuştur. XVI. asırda yaşamış olan bu anonim yazar, bütün bu saydığı ailelerin hükümdarlık etmek ümidinde olduklarım belirtmekten çekinme­miştir6. Bu bilgi, yazarın kendi dönemine mesajlar vermek yahut bulunduğu çevreyi etkilemek amacına yorulup bir tarafa atıla­bilirse de hikâyedeki dikkat çekici unsurlar daha sonra II. Mehmed zamanındaki uygulamalara bakıldığında berraklaşmakta, hanedanın ciddi alternatiflerinin mevcudiyetim ve bu konuda hayli yaygın bir rivayetin varlığım ihsas ettirmektedir. Hatta söz konusu ailelerin Osmanlı tahtı üzerinde hak iddia edebilecekleri keyfiyeti, 1534'te B.Ramberti tarafından da tekrarlanmıştır ki bu da rivayetin yaygınlaşmış olması bakımından önemlidir7.

Yine II. Murad ile ilgili bir başka hikâye, XVII. asır sonlarında Mevkufatî'nin Vâkı'ât-ı Rûzmerre adlı eserinde yer alır. Bu defa II. Murad devletini Âl-i Cengiz'e yani Kırım Hanı'na kaptırmaktan kurtarmıştır. Mevkufatî bu hikâyeyi Muradiye Camii'nin ve yapı­lan mevlevihanenin inşa gerekçesi için anlatmış görünse de, içten içe kendi dönemindeki gelişmeleri ima eder. Yani bir bakıma ile­ride temas edilecek olan 1703 Edirne Vak'ası'na tekaddüm eden devrede, tarihî bir sıçrama ile şahidi olduğu dedikodulara ve ri­vayetlere tercüman olur. Hikâyede Edirne'ye gelen Tatar hanı, II. Murad'a karşı Âl-i Cengiz kadimdir diye "dava-yı saltanat" eder. Kalabalık askerleri karşısında Murad etrafındakilere danışarak savaşın anlamsız olacağını, ikisinin bu meseleyi halletmesi ge­rektiğini, bu maksatla Çukurçayırı denilen yerde askerlerin gözü önünde ikisinin güreş tutmasını ve kim galip gelirse saltanata ona ait olmasını teklif eder. Murad "görünmez olan" Mevlevi dervişlerin de yardımıyla güreşi kazanır ve saltanatını yeniden elde etmiş olur8.

Aktarılan hikâye, Timurlularla yaşanan çekişmenin rolü sonu­cu bir bakıma Âl-i Cengiz ve Âl-i Osman rekabetinin oldukça geç tarihli bir versiyonudur; yazarın kendi dönemi için ise Osmanlı hanedanı karşısında hâlâ bir Âl-i Cengiz'in, yani Kırım Hanlık Sülâlesi'nin mevcut olduğunun bir yansımasıdır. Âl-i Osman'dan ümit kesenlerin tek güçlü dayanak noktaları daima Kırım hanla­rı olmuştur. Astada XV. yüzyıl Osmanlı tarihlerinin Orta Asya Türk hanlıklarına ilgi duymaları ve Osmanoğulları'nın kimlikle­rinin Oğuz Han'a dayandığı, Kayı boyunun "kut" almış bulun­duğu yolunda verdikleri bilgiler, Timurlular'a karşı bir üstünlük sağlama yanında Anadolu Türkmen Beylikleri üzerinde de hak iddia etme vesilesi olarak yorumlanmaktadır. Bu kuvvetli Oğuz geleneği XVI. asırda misyon değişikliği sebebiyle yerini İslâm dünyasının liderliğine bırakacaktır; fakat iddia edildiği gibi de hiç bir zaman unutulmayacaktır. Çünkü Kırım hanları ciddi bir rakib olarak görülüyor ve Timur bâdiresi çok geç dönemlerde bile hâlâ zihinlerde canlılığını muhafaza ediyordu9. Öte yandan Kırım hanlarının Osmanlı hükümdarlarının alternatifi olduğu bilgisinin, XVIII. asırda bir batılı kaynakta: "Osmanlı hükümdar­larının nesli tükendiğinde Tatar hanına Osmanlı tahtına geçme hakkı tanınmıştır" şeklinde kesin ifadelere dönüşmüş gözükmesi de il­ginçtir10.

XVII. yüzyıl Osmanlı verâset sistemi bakımından önemli ge­lişmelerin başlangıcını oluşturmuştur. Osmanlı sisteminde ya­şanan bunalımdan yakman ve kendi dönemlerindeki mühim gelişmelerin farkında olmayan XVII. asrm ıslahat yazarları, Sul­tan Süleyman devrini idealize ederek kendi dönemleri için bir model olarak gösterme eğilimindedirler ve padişahların sefere katılmamalarını tenkit ederler. Fakat bunlar hanedanın mutlak hakimiyetine yönelik eleştiriler boyutunu hiç bir zaman kazan­mamıştır. Bununla beraber hanedanın üyeleri de artık sancaktan gelerek saltanat makamına çıkmıyorlar, seferlere gitmiyorlar ve kendilerini bu "şâhâne yalnızlık" içerisine hapsetmiş bulunuyor­lardı. Aslında bu hadise onların aktif askerî imajlarındaki yeni bir değişimi göstermekteydi. Yani başarısızlık durumunda hanedan için artık oldukça riskli olan askerî liderlik imajının bir meşruiyet aracı olarak kullanılması dönemi bir bakıma sona ermişti. Ancak özellikle ulema çevrelerinde ve onların etkilediği asker ve halk tabanında -büyük isyanlarla kendisini gösterecek raddelerde- bütünüyle unutulmuş da değildi. Genel seyir itibarıyla hanedan açısından artık ihtisaslaşmış bürokrasinin elemanları önem ka­zanmıştı. Kalemiye ricalinin ön plana çıkıp "vekil-i mutlak" du­rumuna gelmesi, hanedanın meşruiyet araçlarını da değiştirdi, bir kısmı sonradan oluşturulmuş çeşitli ritüeller, çoğu vezirlerle evli olan hanedanın kadın üyelerinin zengin vakıfları ve şaşalı binaları, sahilsarayları giderek daha da gösterişli hale geldi11. Bu süreç, vaktiyle sindirilmiş olan köklü vüzera ailelerinin güçlen­mesine, yenilerinin ortaya çıkmasına yol açtı ve ulema aileleri ile birlikte bunların hanedanla olan akrabalık bağlan dikkat çekici bir gelişmeyi de beraberinde getirdi.

Bütün bunlar hanedanın başı olarak padişahın tebaasıyla olan mesafesinde, mesela cuma ve vakit namazlarını cemaatle eda etmek, sık sık tebdile çıkmak, asayiş kontrollerini takip et­mek, yangınların söndürülüşlerine nezarette bulunmak vb. gibi sosyal boyutlu unsurların daha da belirginleşmesine vesile oldu. Askerî imajın terki ve yeni unsurların tebarüzü, dönemin ıslahat yazarlarının söylediklerinin aksine Osmanlı hanedanına yeni bir imaj kazandırmaya yönelikti, böylece tebaanın nazarmda hane­dan erişilmez yüce bir mevkide mutlak itaat edilmesi gereken bir vasfı daha kuvvetli bir şekilde sağlamış olacaktı ve onların bağlı­lığını daha da teyid edecekti. Dikkat çekici olan taraf önemli sos­yal meselelerin yaşandığı, Celâlî isyanlarının patlak verdiği, asi paşaların birbirini izlediği bir dönemde bile belki de bu yeni imaj sayesinde hanedanın bizatihi kendisine müteveccih herhangi bir ciddi tehdit olmamasıdır. İstanbul'a kadar yaklaşan bazı namlı Celâlî reisleri bile hanedanı münezzeh tutarak hedeflerinin padi­şah değil vezir, veziriazam vb. idareciler olduklarım söylemekte idiler. Tek istisna Karayazıcı Abdülhalim örneğidir. Kendisini şah ilan edip "Halim Şah" adıyla tuğra çektirip hüküm yazdırmışsa12 da yukarıda bahsedildiği veçhile kendisinden önceki Şeyh Bed­reddin ve Şahkulu gibi, o ne halk ne de diğer zümreler arasın­da benimsenip hanedana rakib olabilecek pozisyonda idi. Yine sufî çevrelerinde mesela Hamza Bali13 ve mensuplarının hane­dan karşıtı tutumları, Hamzavîler'in tepkilerini saltanat ilanıyla taçlandırma yolundaki hareketleri, ilgili mahkeme kayıtlarında şahitlerin ifadelerine dayalı bir konseptte sunulduğu gibi haddi­zatında sorgulananlar da kendilerine yönelik bu beyanları kabul etmemişlerdi14. Kısaca böyle bir rekabet için ancak Âl-i Osman gibi köklü bir ailenin varlığı benimsenebilir, halk nazarında ön plana çıkarılabilirdi.

XVH. yüzyıldan itibaren merkezde güçlü, nüfuzlu, zengin ve halk tarafından tanınmış ulema ailelerinin var olduğu bilinmek­tedir. Fakat bunlar gerçek mânâda alternatif olabilecek bir alt yapı hazırlığına ve yönelime sahip değillerdi. Buna mukabil özellikle İstanbul'da sivil birtakım zengin, tanınmış aileler dönemin kay­naklarında zikredilmeye başlanmıştır. Bunlar genellikle hanedan ile akrabalığı bulunan vüzera aileleriydi. Bu ailelerin birdenbire dikkat çekmeye başlamış olmalarında XVII. asırda Osmanlı ha­nedanına mensup padişahların durumu rol oynamış olmalıdır. Zira artık daha önce de belirtildiği gibi bu dönemde hanedanın başındaki padişah değil de, bizzat hanedanın kendisi önem ka­zanmıştı. Artık ekberiyet usulü de genel bir kabul gördüğünden eski Türk saltanat geleneğinin güçlü hanedan mensubuna dayalı anlayışı, yerini doğrudan doğruya hanedanın kendisinin değiş­mez hakimiyeti prensibine bırakmıştı. Böylece sanıldığının ak­sine XVII. asım çok yaygın olan ve günümüz tarihçilerinin bir­çoğunun da kendisini kaptırdığı "zayıf karekterli padişah tipi" söylemi, hanedanın zayıflamasına değil güçlenmesine yol açmış­tı ve hanedan mensuplarının Harem de dahil topluca bir tavır sergiledikleri bir anlayış yerleşmişti13. Bu değişme sanıldığından da önemlidir. Söz konusu değişim, padişahın mutlak hakimiye­tinin karşısında artık askeri güçlerle ve bürokrasiyle desteklenen devlet adamlarının varlığıyla yani "idareci zümreler" vasıtasıy­la farklı bir şekle bürünmüştür. Bununla birlikte bu yeni tavır, hanedanın idamesini daha da kolaylaştırmış, güçlendirmiş, hatta daha kolay müdahale edilebilir hale getirmişse de vazgeçilmez­liğini iyice sağlamlaştırmıştır. Nitekim padişahı tahttan indiren, aşağılayan, idam ettiren zümreler için bile bu vazgeçilmezlik tarihî hadiseler incelendiğinde açıklıkla tebellür eder. Yine de böyle karışık zamanlarda, ortaya atılan alternatif aileler, Kırım hanları bir tarafa bırakılacak olursa, bir şekilde hanedan ile ir­tibatı bulunanlar veya bu sayede zenginleşenlerdir. Hanedanın daha da muzaffer çıkmasıyla neticelenen bu kabil arayışlar, belki pek önemsiz gibi kalmış, hatta zamanımızın Osmanlı tarihçilerin­ce hiç önem verilmemiş bulunsa da toplum psikolojisi bakımın­dan önemli bir vazifeyi ifa etmiştir denilebilir. Bu bakımdan bizi bu kabil arayışların bizatihi yarlığı ve sosyolojik olarak niteliği ilgilendirmektedir. Şimdi doğrudan hâdisâta yönelik olarak bu arayışlara şöyle bir göz atalım.

1)    Osmanlı hanedanın karşı karşıya kaldığı en önemli tehdit, III. Mehmed döneminde görülür16. Süre gelen savaşlar (Batıda Onbeş Yıl Savaşları, Doğuda Safevilerle savaş), içeride yaşanan büyük kaos (Celalî isyanları) hanedanın sorgulanmasına vesi­le olmuştu. Özellikle 1600-1601'de ve 1603'te vuku bulan kapı­kulu sipahilerinin işyarımda bu durum Osmanlı kaynaklarına ciddi şekilde yansıyacak derecede açığa çıkmıştı17. Sarayda olu­şan hizipler ve siyasi çekişmeler, bu isyanların alfanda yatan en önemli saikti. Özellikle İÜ. Mehmed'in annesi Safiye Sultan ile Kızlarağası Gazenfer Ağa ekibinin nüfuzunu kırmaya yönelik teşebbüsler, Yemişçi Haşan Paşa'nın devreye girişi ve Şeyhülis­lam Sunullah Efendi'nin bu nüfuz mücadelesindeki rolü isyan­ların perde arkasındaki siyasi hizipleşmeyi belirlemişti. Devrin kronik yazarlarından olup mensup olduğu katip zümresinin ulema karşıtı havasını da belirli ölçüde yansıttığı anlaşılan, İstan­bul'daki iktidar çekişmelerini Haşan Paşa taraftarı olarak nakle­den Hasanbeyzâde, Sunullah Efendi'ye yönelik sert eleştirilerde bulunurken ilginç bir anekdota yer verir. Sunullah Efendi'nin sö­züyle hareket eden sipahi zorbaların III. Mehmed'i ayak divanına davet ederek Kızlarağası Gazenfer Ağa ile Osman Ağa'yı öldürt­tüklerini yazarken bunların asıl gayesinin Sunullah Efendi'yi tah­ta geçirmek olduğunu belirtir: "..az kaldı ki hal'-ı saltanat olayazdı. Hilâfet efdâliyet iledir deyü Mevlânâ Sunullah'ı zümre-i sipâh serîr-i saltanata iclâs edeyazmışlar,... Haşan Paşa padişah-ı memleket-güşâya zümre-i sipâh müfti-i sâbık Sunullah'ı serîr-i hilâfete iclâs kasdın ey­lediklerin bildirip."'13. Bu ifadeler böyle bir oluşumun Haşan Paşa tarafından önlenmiş olduğu argümanı çerçevesinde kaydedilmiş bulunmalıdır. Ayrıca yine siyasi hizipleşmenin de bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber doğrudan bir hane­dan üyesinin adının yerine Âl-i Osman dışında bir ulemanın is­minin saltanat için zikredilmiş olması, önemsiz sayılıp göz sırdı edilebilecek bir husus değildir. Bu en azından Osmanlı siyasî ve askerî çevrelerinde Osmanlı hanedanın tek ve vazgeçilmez olma­dığı düşüncesinin naif de olsa bir yansımasıdır. Üstelik sipahile­rin gizli müşevvik! olarak tanıtılan Sunullah Efendi'nin ciddi bir intisab ağı içinde önemli bir sima olduğu, İngiliz elçisi Lello tara­fından da belirtilmektedir19. Öte yandan bu durum hilafetin ha­nedanın tekelinde olan bir dini-siyasi idare tarzı olmadığı yolun­da hakim bir görüşün varlığım çağrıştırır. Hilafetin "efdaliyet" ile intikali meselesi hiç şüphe yok ki, Hülefa-yı Râşidin ve Emevilere kadar inen hilafetin mahiyeti hakkındaki siyasi tartışmalar zemi­ninde anlam kazanmaktadır. İlk defa ve açık şekilde hanedan karşıtı siyaset teorisinin ortaya atılmış bulunması, XVI. asrın son­larında Osmanlı hanedanının meşruiyeti açısından sorgulanabi­lir fikrî bir tartışmanın mevcudiyetine delalet eder. Bunun devlet yönetim şekline olan yansımalarının, ciddi bir kırılmayı da bera­berinde getirmiş olduğu düşüncesi son zamanlarda bazı araştırı­cılar tarafından benimsenmiş durumdadır20. Bununla beraber söz konusu temayülün hanedanın yönetim şekli üzerinde diğer pek çok faktörü ihmal edici ve aynı zamanda önceki dönemleri dışla­yıcı bir kurguya yol açma tehlikesini göz ardı etmemek gerekir. "Hanedanın önemsizleştirilmesi" keyfiyetinin Osmanlı tarihinde yeni bir idare tarzına yol açtığı yolundaki "medlûliyet", en azın­dan bu dönem için hayli erkendir.

2)    II. Osman'ın tahttan indirilip idam edilmesi, Osmanlı ta­rihinde görülmedik olayların başlangıcı olmuştur. Onun katlin­de müessir rol oynayan Veziriazam Davud Paşa'nın saltanata kasdettiği açık olarak devrin olaylarma şahit olmuş biri ulema, değeri asker menşeli iki tarihçinin kaleminde ifadesini bulmak­tadır. Bunlardan olaylarm bizzat içinde yer alan ulemadan Bostanzade Yahya Efendi, Davud Paşa'nın işlediği cürümlerden ötürü öldürülme korkusuyla Osmanlı soyunun kökünü kazıyıp I. Mustafa'nın başma buyruk kalmasını istediğini, Darüssaade ağalarından biriyle anlaştığım, I. Ahmed'in saraydaki şehzade­lerine komplo kurduğunu, fakat saray halkından bir kısmının olayı haber alıp şehzadelerin katlini önlediklerini yazar21. Diğer kaynak Hüseyin Tugî ise Davud Paşa'nın "silsile-i Âl-i Osman'ı kesmek" istediğini, fakat "silsile-i tâbirin inkırâzını revâ" görme­yen saray halkının suikaste mani olduğunu belirtir—. Saltanata kastettiği söylenen Davud Paşa, III. Mehmed'in kızıyla evliydi; yani Âl-i Osman'ın damadıydı. Suikasti bizzat gerçekleştirecek olan Harem ağası ise Yalıya Efendi'ye göre bir gün kimseye gö­rünmeden padişahın kıyafetlerini giyip kavuğunu takıp saltanat tahtına oturmuştu. Bu hadiseden biraz evvel yine padişah da­madı olan Sadrazam Nasuh Paşa’nın da saltanata kastettiği bazı kaynaklarda ima edilir. Naima'nm kaynağının belirttiğine göre, Nasuh Paşa, Mehmed Giray ve Şahin Giray meselesi dolayısıyla Mehmed Giray'ı Kırım hanı yapmak üzere padişahın haberi ol­maksızın Edirne'ye davet etmiş, bir av partisi sırasında Mehmed Giray'ın adamları birden padişahın karşısına çıkmış, bu durum bazı kimselerce Nasuh Paşa'nın padişahı bir suikast ile ortadan kaldırıp yerine Kırım hanını geçirmek ("murâdı sizi ihlâk ve anı iclâs idi") olarak yorumlanmış, I. Ahmed derhal Mehmed Giray'ı Yedikule'ye hapsettirmişti23.

3)    IV. Murad ölüm döşeğinde iken hanedanın hayatta kalan tek üyesi olan İbrahim'i öldürtmek istemişti. 1643 yılında yazıl­mış bir batılı elçilik raporunda, onun hanedana son vermek iste­diği ve kendi yerine yakın arkadaşı olan Mustafa Paşa'yı getir­mek veya bir başka rivayete göre de Kırım hanım tahta çıkarmak arzusunda olduğu ifade edilir24. Bazı Osmanlı kaynaklarına akse­den karinelerden anlaşıldığına göre hanedan gerçek anlamda en büyük bâdireyi IV. Murad'ın bu çeşitli halisünasyonlar gördüğü ölüm döşeğinde verdiği emirler sırasında yaşamış, Kösem Vali­de Sultan'ın tedbiriyle bu vahim durumun önüne geçilebilmiştir. Bundan dolayı Sultan İbrahim hanedanın gerçek mânâda ikinci müessisi sayılır25. Bu zor yıllarda İbrahim'in bir erkek evladının olmaması tehlikesi, saray çevresinde hanedana bazı alternatifler düşünülmesini gündeme getirmiş olabilir. Buna dair kesin bilgi­ler yoksa da, o sıralarda ortaya çıkan ve asırlar boyu yaygın bir rivayet olarak varlığım sürdüren "hanedanın tuyur yani kuş adı taşıyan biri tarafından sona erdirileceği" kehaneti sanıldığından daha ciddi bir endişeyi mucib olmuştur. Bu kehanet IV. Murad'ın daha önceki niyeti ile bağdaştırılınca, her şeyden habersiz, Rodos'ta ikamet etmekte olan Şahin Giray ansızın idam edildi26. Müneccimler tarafından ortaya atılan bu kehanetin izlerinin iki yüz yıl sonra Cevdet Paşa'nın Faik Efendi Mecmuası'ndan nak­lettiği olayda görülmesi dikkat çekicidir. Faik Efendi her ikisinin adlarının kuş ile ilgisi sebebiyle II. Şahin Giray ile Nizam-ı Cedid aleyhtarı Canikli Tayyar Paşa'nın bu kehanet uyarınca saltanat davasına düştüklerini belirtir. Cevdet Paşa bu bilgiyi yorumla­yarak Tayyar Paşa'nın kat'i fikrinin ne olduğunun bilinmediğini, ancak ona ait bazı evrakı gördüğünü, bu evrakta Nizam-ı Cedid taraftan devlet ricaline, Valide Sultan'a ve hatta III. Selim'e yöne­lik ağır ifadelerin bulunduğunu belirterek bunların "su-i niyyetine istidlal olunabileceği" üzerinde durur27. Dönemin vakanüvisi Şanizâde de Rusların fitnesiyle "hal' u iclâs neticesini ika kasdıyla hurâc ale's-sultan suretine" hareket ettiğini bildirir28.

Yeri gelmişken bu bahiste Tarih-i Gılmanî'nin ilk versiyonun­da yer alan bir bilgiye de temas etmek gerekir. Sarayın iç halkın­dan olan Gılmanî, Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesi ve IV. Mehmed'in tahta geçişinin ilk dönemlerindeki karışıklıklardan bahsederken duruma hâkim olmak isteyen Kösem Sultan hakkın­da başka hiçbir kaynakta yer almayan bir dedikoduya yer verir. Müellifin, saraya gidip gelen helvacı ve aşçılardan ve yine bazı yoldaşlarının ailelerinden duyduğu söylentiler, nüfuzunu sür­dürmeye çalışan ve ipleri elinde tutmak isteyen Kösem Sultan'ın ağalarla birleşip küçük yaştaki padişahı tahttan indirerek sarayın nüfuzlu ağalarından Bektaş Ağa ile evleneceği, böylece tahta ha­kim olacağı, bütün iç halkım da kılıçtan geçirteceği şeklindeydi. Gılmanî, bu saçma sapan sözlerin birbirleriyle ciddi bir rekabetin içine giren iki validenin yani büyük valide Kösem ile padişahın annesi Turhan Sultan arasındaki çekişmeden kaynaklandığının anlaşıldığım da belirtir. İki validenin "tevâbi'leri vâlideyn ortasına adavet ve husûmet ilka, bir mertebe ki birbirini öldürmek ile kanâ'at etmezdi" diyerek durumu açıklar29. Bununla beraber bu tür bil­giler aşağıda da görüleceği gibi, belirli kesimlerin saltanata olan bakışlarındaki değişimin bir habercisi olarak mütalaa edilebilir.

4)    Hanedana karşı aksülamelin belki de en alenî olarak tezâhürünü, 1703'de D. Mustafa'nın hal'i ile sonuçlanan Edirne Vak'ası oluşturur30. 1683'teki Viyana bozgununun ardından ya­şanan sıkıntılar, 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması'na, si­yasi ve askerî çevrelerle ulema çevresinden gelen tepkiler içten içe hanedana ve II. Mustafa'ya karşı bir muhalefetin zuhuruna yol açmıştı. 1656'dan itibaren iktidara gelen ve bir döneme dam­gasını vuran Köprülüler'in bile Venedik hükümetine benzer bir idarenin tesisi düşüncesinde oldukları belirtilir. Dimitri Kantemir de Merzifonlu Mustafa Paşa'nın tahta çıkma düşüncesi olduğu­nu ve Viyana'yı alarak bir Batı İmparatorluğu kurmak istediği gibi uçuk bir bilgiye yer verir31. Aslında daha 1688'de, yeni tahta çıkmış olan H. Süleyman'a karşı asiler onun yerine kardeşlerini (Ahmed ve Mustafa), yahut hepsini katledip Tatar hanım geçir­meyi bile konuşmuşlardı: "..ve ba'zıları Tatar Hanı getürelim âl-i Osman tahtına oturtalım ve cümle şehzadeleri ve Saray halkın kıralım deyü hezâr-gûne sözler söylediler”32.

XVII. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren hanedana karşı olan düşüncelerde önceki dönemlere kıyasla ciddi bir de­ğişimin olduğu söylenebilir. Kroniklere yansıyan bu kabil bilgi­ler bir uç örnek olmak dışında giderek daha ağırlıklı bir yerle­şik düşünce haline gelmeye başlamış olmalıdır. Nitekim ekseri halkın arasındaki türlü dedikodu ve konuşmaları kendisine has üslûbuyla değiştirerek naklettiği bilinen Evliya Çelebi de IV. Mehmed'in saltanatının başlarında 1655-56 olaylarım anlatırken kendilerine kullarım diye seslenen padişaha askerin “kul Allahın­dır sen bir mütevellisin.." dediklerim bildirir33. Gerçekten söylen­sin veya söylenmesin bu çarpıcı ifade Osmanlı entelektüel çev­relerde hanedanın önemsizleştirilmesi yanında "hilafetin/devlet riyasetinin hanedan ile ayrılmaz bir bütün olmadığı" yolunda oluşan kanaatin mevcudiyeti bakımından son derece mühimdir. Öte yandan Köprülü ailesinden önemli bir reformist olan Fazıl Mustafa Paşa'nın da hanedanın tasfiyesini düşündüğü yolunda­ki bilgiler bu minvaldedir. Nitekim Marsigli, Batılı müverrihle­rin Osmanlı sultanının mutlak gücünü çok abarttıklarım, bu tip görüşlerin Kanunî'nin saltanatı döneminden kaynaklanmış ol­duğunu belirtirken, Salankamen'de şehid düşen Köprülü vezirin "Kanunî'den sonra gelen hükümdarların zayıf iradeli olmakla devlet iş­lerini yeterince idare edemeyip halka zulüm yaptıklarını, imparatorluğa eski gücünü kazandırmanın ancak bu sülaleyi ortadan kaldırmak sure­tiyle mümkün olabileceğini'' açıkça söylemekten çekinmediğini ve veraseti kendisinin benimsemekte bulunduğunu yazar34. Bu gibi fikirlerin ne ölçüde yaygın olduğu, gerçekten böyle bir düşünce­nin var olup olmadığı başka kaynaklardan da sorgulanmalıdır. Aynı dönemlere ait biri bir mutasavvıf olan Niyazi-i Mısrî, diğeri İstanbul'da uzun süre hekimlik yapan Girit asıllı bir yabancının hatıraları, bir diğeri ise Edirne Vak'ası'nın elebaşılarından Çalık Ahmed'in tasavvurlarım kendi yorumuyla aktaran Naima'nın kaydı, bu yoldaki fikirlerin Marsigli'ye has olmadığım gösterir.

XVII. asrın son çeyreğinde Karlofça barışı ile sonuçlanacak olan bozgun yıllan, Osmanlı tebaası ve hususiyle ulema ve hatta tasavvuf ehli üzerinde ciddi tepkilere yol açmıştır. Herşeyin toz duman içinde bulunduğu yıllarda manevi bir arayış içine giren Osmanlı hanedan mensupları ve yöneticilerin Kadızadeliler'in etkisi alfana girmesi ve buna karşılık tasavvuf çevrelerinin sert tepkileri, kişilik itibarıyla önemli problemleri bulunan Niyazi-i Mısrî'nin kendisine has görüşlerinde bir bakıma akis bulmuştur denilebilir. IV. Mehmed'in henüz tahtta bulunduğu sırada 1694'te sürgünde yaşadığı Limni'de vefat eden Mısrî, sağlıksız ruh hali­ni de yansıttığı, hatta bundan, kendisinin de farkında olduğunu belirttiği özel notlarında, büyük nefret duyduğu Hamzavîlerin (Bayrami Melamileri)35 etkisi alfandaki Osmanlı hanedanını ken­dince aşağılayıcı ifadelerde bulunur. Bir yerde şunları yazar:

"Şimdi tahtta oturan Şehzade Mustafa'dır, elbette biz padişahımızı görmek isteriz, elbette deyin, eğer Sultan Mehmed size kendisini ayan gösterirse bilin ben bâtılım, hakkımdan gelin, eğer tahtta şehzadeyi bu­lursanız bilin hak peygamberim, peygamber olduğum gerçek olunca tahkik bilin Sultan İbrahim, Sultan Mehmed, Şehzade Mustafa yahudilerdir, padişahınız yahudi olduğundan ma'ada ehlinizi ve iyâlinizi levendlere tasarruf ettirir, razı olursanız tahtında beka edin ve illâ Tatar müslümandır, dîn-i îslâmdandır varın anı getirin tahta oturtun, ben size hakkı beyân etdim siz bilirsiniz, bunlar zâhiren yahudi soyundan olmak ile yahudi gayretin çekerler, ammâ itikadda Hamzaiyyedirler, yanlarında cemi' muharremât mubâhdır, her millette adâlet vardır, Hamzaiyyede yoktur, benim size ahir vasiyetim budur, kabul ve adem-i kabul size mufavvezdir, siz bilirsiniz...."36.

Bir başka yerde şu vasiyeti yapar: "taht Tatarındır, taht Tata­rındır, taht Tatarındır, bunlar ıslah olmakdan kalmışdır cılk olmuş yu­murta gibidir, bunlarda hayır kalmamıştır, taht Tatarındır bilmiş olun, her ne kadar hilâfın etmeye çalışırsanız olmaz, mülk Tatarındır, Tatarın­dır...". Sonra Tatar hanlarında din ve adalet olduğunu, kendileri ile görüştüğünü, İslâm dinine olan bağlılıklarına şahadet ettiğini yazar37. Bu ifadeler onun bozuk halet-i ruhiyyesinin yansımaları, ayrıca İstanbul'dan uzaklaştırılması ve sürgüne yollanmasına bir tepki olarak yorumlanabilir38. Ancak Dimitri Kantemir, 1693'te 3000 kadar müridiyle gazaya katılmak için Edirne'ye gelen Mısrî'nin gerek askerleri gerekse halkı verdiği vaazlarla etkiledi­ğini, sefere katılmak ve şeyhi görmek için birçok kişinin toplandı­ğını, "imparatorluğu yok olmaya sürükleyenlerin vezir, yeniçeri ağası, kaymakam, defterdar ve reis efendi ile diğer bazı devlet adamları olduğu­nu" söyleyip büyük ilgi çektiğini, şeyh tarafından kâfirlikle suç­lanan sadrazam ve diğerlerinin kendilerini kurtarmak için onu uzaklaştırmaya çalıştıklarım, hatta durumu padişaha bildirdik­leri telhiste, şeyhin sadece kendilerini değil padişaha da iğrenç adlar takarak aşağıladığım, onun "Osmanlı Alınanlarının İmpara­torluk Alınanlarına karşı savaş ettiklerini ve bundan dolayı Allah'ın Osmanlı Sarayı üzerinde lütfunun beklenemeyeceğini" ifade ettiğim yazdıklarını belirtir39. Kantemir, saltanat aleyhindeki bu sözlerin suçlanan vezirin ve yandaşlarının bir oyunu olduğunu ima eder­se de, yukarıda Mısrî'nin özel notlarındaki daha ağır ifadeleri, şeyhin açık olarak bu yolda vaazlar verdiğinin bir göstergesidir. Bütün bunlar da yine bu kabil düşüncelerin belirli çevrelerde var­lığını açık şekilde gözler önüne serer.

Öte yandan 1710'dan 1751'e kadar hatıralarını kaleme alan ve uzun süre İstanbul'da bulunduğu anlaşılan Girit orijinli Raguzalı doktor Francesco Dadich, Osmanlı ileri gelenlerinin bir aristok­rasi oluşturma düşüncesi içinde bulunduklarını Venedik tarzı bir meşruti idareyi arzuladıklarım belirtir’0. Açıktır ki hanedana kar­şı olan bu tavır, Dadich'in hatıralarında, doğrudan onun kendine has fikirleri olup ayrıca Venedik'e bir pay çıkarmak yahut Vene­dik idarecilerine bir mesaj vermek amacına matuf olarak anlaşı­labilir. Fakat burada da göz ardı edilemeyecek böyle bir kanaatin var olduğu, belirli zümreler arasında bu kabil fikirlerin dolaş­makta bulunduğu açıktır. Nitekim Osmanlı vak'anüvisi Naima, Edirne Vak'ası sırasında asilerin elebaşılarından Çalık Ahmed'in bir bakıma "ocaklı saltanatı" fikrine sahip olduğunu, kapıkulu ocağı vasıtasıyla yönetimi tıpkı Cezayir ve Tunus ocakları örne­ğinde olduğu gibi "cumhûr cem'iyeti ve tecemmü' devleti" şek­linde ele almak istediğini yazar”. Bu ifadelerden Çalık Ahmed'in Âl-i Osman'ı tasfiye etme niyetinde olduğu çıkarılamazsa da ge­rek yukarıda sözünü ettiğimiz iki örnek gerekse aşağıda temas edeceğimiz Çalık Ahmed'in de dahil bulunduğu asi gurubunun saltanatın geleceğini konuştukları ve birtakım alternatif adlar ile­ri sürdükleri toplantı, söz konusu "cumhûr idare" fikrinin gün­deme getirilmiş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Bu dönemde İstanbul'da sivil bir güç olarak bazı vüzera aile­leri de halkın nazarından uzakta değildi. Özellikle uzun savaşlar döneminde askeri güce duyulan ihtiyaç, gerek taşrada ve gerekse İstanbul'da zengin ailelerin kendi besleyecekleri askerlerle sa­vaşlara katılmaları yolunu açtığından bunlar giderek devlet nezdinde kazandıkları bu konumu mahalli bir güç haline gelmekte kullanmaya başlamışlardı. Taşrada görülen bu kabil zümrelerin İstanbul'da da var olduklarına dair ipuçları yakalanabilmektedir. Bunlar içinde hususiyle Defterdar San Mehmed Paşa'nın kroniğinde zikrettiği ve kendilerinden asker taleb edilen üç aile dikkat çekicidir. Sarı Mehmed Paşa, 1107 Ramazanı (Nisan 1696) olaylarım aktarırken İstanbul'da oturan İbrahimhanzâdeler, Civankapıcıbaşızâdeler ve Köprülüzâdeler'in kendi asker­leriyle sefere katılmalarının emredildiğini, bunun üzerine îbrahimhanzâde Ali Bey'in bütün masrafları kendisi karşılamak üzere 300 piyade, Civankapıcıbaşızâde Mustafa Bey'in 50 neferle, Köprülüzâde Numan Bey'in 150 neferle yola çıktıklarını belirtir42.

Bu üç ailenin zenginlik ve kudretleri dışında ortak olan önem­li bir yanları daha vardı. Bunların her üçü de hanedan ile akra­baydı43. İbrahimhanzâdeler, Sokullu Mehmed Paşa ile İsmihan Sultan'ın oğulları İbrahim Paşa'ya; Civankapıcıbaşızâdeler ise Sultan İbrahim devri veziriazamlarından olup babasının an­nesi, Mihrimah Sultan’ın kızı olduğundan Sultanzâde lakabıy­la da anılan Mehmed Paşa'ya dayanıyordu. Bu aileler İstanbul halkı nazarmda oldukça büyük itibar sahibi idiler. Bunlardan İbrahimhanzâdeler birdenbire 1703'te Osmanlı hanedanına al­ternatif olarak gündeme geldiler. Edirne'ye H. Mustafa'yı de­virmeye giden İstanbul kuvvetlerinin Silivri'de yaptıkları ve bir bakıma hanedanın geleceğini tayin eden mecliste Osmanlı tahtına aday gösterildiler. Osmanlı kroniklerinin Şehzade İbra­him ile II. Mustafa'nın kardeşi Ahmed arasındaki tercihten söz ettikleri bu toplantı sırasındaki tartışmaları, o sırada bu mecliste bulunan bilahire Prut Savaşı sonrası kendisini müdafaa kastıy­la Valide Sultan'a gönderdiği mektupta özetleyen Baltacı Meh­med Paşa, ulema ve askerin bir bölümünün Tatar Hanı'nın veya İbrahimhanzâdelerden birinin tahta çıkarılması teklifinde bulun­duklarım, fakat kendisinin devreye girerek büyük gayretlerle III. Ahmed'in tahta getirilmesini teminde rol oynadığım belirtir44. Bu belgedeki ifadeler şöyledir. "...İstanbul'u Moskof keferesine verme­ye vesile olmak içün Yenikale'yi yapmaya izin veren Şeyhülislâm efen­didir deyü nice türlü turrehât ve bî-ma'nâ kelimât ederek nihâyetinde padişahımızı dahi istemeziz deyüferyâd u vâveyla edüp hâsılı kimi Âl- i Cengiz’den Eyyüb'de olan Sultandan ve kimi İbrahim Hanzâde'den bi'at edelim deyü.... ağızlarından çıkanı kulakları işitmeyüp her birleri hatırlarına geleni söyleyip ve bu güft-i şeni' beynlerinde otuz günden ziyâde istişareden sonra   merhûm Sultan Mehmed Han efendimi­zin silsilelerinden iclâs olunmamak üzere cümle ittifakıyla karâr verilüp Sultan İbrahim'e dahi destres mümkün olmayup, validelerinden bi'at etmeğe ittihâd ile karâr ve üç gün ale't-tevâlî bir biri ardınca yedişer fâtiha okunup mâfi'z- zamirleri ne yüzden olduğu bu abd-i kemlerinizin malûmu olduğu gibi olanca aklım başımdan gidip..." . Burada hemen şu soru hatıra gelebilir: sözü edilen İbrahim Hanzâde ailesi nasıl ortaya çıkmıştır?

Aileye adım veren İbrahim Bey'in hayatı sultanzâdeler ile ilgi­li kanunun hilâfına bir gelişme seyri takip etmiştir. 1565'te doğan, Sokollu Mehmed Paşa ile İsmihan Sultanin oğlu olan, doğumu bir süre saklanan ve daha sonra adı dedesi H. Selim tarafından konulan İbrahim, sarayda babası tarafından iyi bir şekilde yetişti­rilmiş ve bir devlet adamı olmak üzere tahsil görmüştü. Fakat ba­basına karşı olan muhalefet sebebiyle hakkında daima şüphe bes­lenmiş, önemli görevlere getirilmemiş, uzun süre kapıcıbaşılıkta bulunmuştu. Çıkan dedikodular sebebiyle bir ara III. Murad'ın hışmına uğramışsa da I. Ahmed devrinde yeniden devlet hizme­tinde görev almıştı. Bu dönemde Osmanlı tarihinde belki de ilk defa sultanzâdelere beylerbeydik verilmemesi kanunu hilâfına, Bosna Beylerbeyiliği'ne tayin olunmuştu. Bunda babasından inti­kal eden Atmeydanı'ndaki sarayın bahçesini cami yapılmak üze­re padişaha hediye etmiş olmasının rolü üzerinde durulur. Daha sonra bazı beylerbeyiliklerde bulunan İbrahim Paşa 1623'te vefat etti ve ardında zengin vakıfların idaresini üstlenen ve kendi adı­na nisbetle İbrahimhanzâdeler adıyla anılan bir aile bıraktı. Ona "han" sıfatının verilmesi de Osmanlı tarihinde sultanzâdeler ara­sında hiç rastlanmayan bir özelliktir. Döneminin kaynaklarında Sultanzâde, Mehmedpaşaoğlu diye anılan İbrahim Paşa, daha sonraki tarihlerde İbrahim Han diye anılmaktadır45. Bütün bunlar ailenin birden 1703'te alternatif aile olarak öne sürülmesinin pek de tesadüfi olmadığının göstergesidir.

5) Hanedana karşı 1703'te olduğu gibi tepkilerin aleni hale dönüştüğü son olaylar zinciri, III. Selim ve II. Mahmud zamanla­rındaki reform hareketleri dönemine rastlar. Ancak bundan önce Baron de Tott, I. Abdülhamid dönemi için genç şehzade Selim'in, hanedanı tehdit eden kısırlığı ortadan kaldıracak yaşta tahta çı­kacağının ümid edildiğini belirtirken hanedanın geleceği husu­sunda bazı çarpıcı konulara temas eder. Ona göre hanedanın ke­silmesi demek imparatorluğun dağılması anlamına gelir. Kırım hanlarının Osmanlı tahtına vâris olmasına dair hiçbir yasa mev­cut değildir, ancak böyle bir durum olursa ulema Kırım hanları­nı çağırabilir46. Bu görüşler Baron de Tott'a has olup taammüm etmemiştir, ayrıca gelişen olaylar da onun yazdıklarım doğru çı­karmamıştır. Söz konusu yıllar hanedanın farklı bir anlayışa doğ­ru yönelişinin mebdeini oluşturur. Nizam-ı Cedid'e karşı olanlar ile (Tayyar Paşa olayı) ilgili naklettiğimiz anekdotlar yanında özellikle Pazvantoğlu Osman'ın daha önce Nizam-ı cedid uygu­lamalarına karşı çıkıp isyanı sırasında (1795), Mehmed Giray'ı padişah yapmak ve sadrazam olmak, hatta bizzat tahta oturmak düşüncesinde olduğuna dair bilgi bulunur47. Cevdet Paşa'ya göre de adının Osman olması dolayısıyla falcılar ona Osmanlı tahtına oturacağım ve Osmanlı Devleti'nin ikinci müessisi olacağım söy­lemişlerdi48. Bunun dışında Alemdar vak'ası ve II. Mahmud'un tahta çıkışı sırasında da yine hanedana karşı birtakım yeni ara­yışların gündeme getirildiğini görmekteyiz. Nitekim III.Selim'in katli ardından iktidarı elinde tutan Alemdar Mustafa Paşa'nın Çatalca'daki çiftliğinde ikamet etmekte olan Kırım hanedanın­dan Selim Giray'ı Osmanlı tahtına geçirme düşüncesinde olduğu belirtilmektedir. Bunun III.Selim'in katline karşı Alemdar’ın bir tepkisi olduğu muhakkaktır. Fakat II. Mahmud'un reformları ve Yeniçeri Ocağı'na karşı takındığı tavır, hanedanın ilk defa açık olarak yeniçeri gurupları nazarında artık hiçbir öneminin kalma­masına yol açmıştır. Vaktiyle II. Osman'ın ocaklarım tehdidi kar­şısında, Âl-i Osman'a karşı herhangi bir alternatif düşünmeyen bu zümreler, şimdi tamamıyla Osmanlı hanedanın tasfiyesini ale­nen dile getirmişlerdi. IV. Mustafa'nın idamı sırasında ocaklıların biraraya gelerek yaptıkları konuşmaları nakleden yazarı ve tarihi belirsiz bir rapordaki şu çarpıcı ifadeler bu konuda dikkat çekici­dir; "...ol esnalarda Sultan Mahmud efendimizi de istemeyiz diyeferyad edeyorsunuz, kimi padişah edecek idiniz deyu hakir ba'zen sual eder idikde, Esma Sultan olsun ve bazıları Tatar Han gelsün padişah olsun ve bazıları dahi Molla Hünkâr gelsün padişah olsun ve bazıları her kim olursa olsun padişah bir adam değil mi kim olursa olsun, Allah ocağı­mıza zeval vermesin de padişah ne imiş dediler".50 Bu sözler üzerine rapor sahibinin “..vay câhil pezevenkler vay. Güneş olmayınca zerre kande bulunur, mâzallah" ifadesi Osmanlı imparatorluk ailesinin değişmezliğinin açık ve o kadar da âmiyâne bir ifâdesidir. Döne­min şahidi olan Câbî, bu karışık olaylar vesilesiyle askerin sık sık tahtın Konya'daki Molla Hünkar’ın oğluna ait olduğuna vurgu yaptığını belirtir51.

Sonuç olarak 1838 Hünkar İskelesi toplantısı ve Münchengraetz'de Batılı devletlerin Osmanlı hanedanının geleceğini ko­nuşmaları52, Osmanlı İmparatorluğu'nun batılı devletler nezdindeki yeni konumunun tayinini sağlayan siyasi gelişmelerin bir bakıma habercisi olmuş, hanedanın ve imparatorluğun "Düvel-i Muazzama"nın hassas dengelerine daha kuvvetle bağlandığı ve dolayısıyla hanedanın devamının bu dengeler içerisinde sürdü­rülmesinde faydalar mülahaza edildiği bir siyasi anlayışın yer­leşmesine zemin hazırlamış; bu şartlar altında hanedan, Cumhu­riyet döneminde tasfiyesine kadar, aradaki çeşitli problemler ve devlet sistemindeki değişmelere, bazı paşaların hanedan kurma (Âl-i Midhad dedikoduları) hülyalarına rağmen bir bakıma batılı devletler sayesinde varlığını koruyabilmiştir. Bununla beraber bu uzun saltanat yıllarında padişahın idari yetkileri itibarıyla mut­lak hakimiyetinin değişime uğradığı, bunda hanedanın topluca bir siyasi varlık haline gelmesi yarımda bizatihi padişahın mutlak tasarrufuna karşı olan idareci zümrenin rollerinin ilginç ve farkı­na varılmayan yeni merkezi idarenin oluşuma zemin hazırladığı söylenebihr. Binaenaleyh burada tespit edilen alternatif arayış­larla ilgili bilgiler, Osmanlı hanedanını yüceltme ve meşruiyetini takviye etme amaçlı kaleme alman muasır kaynaklara dahi akset­miş ve göz ardı edilmemesi gereken bir temel sağlamıştır.

NOTLAR

1      Tarih-i Ebu'l-Feth, haz. M. Tulum, İstanbul 1977, s. 10-30.

2      H. İnalcık, "Sultanizm Üzerine Yorumlar. Max VVeber'in Osmanlı Siyasal Sistemi Düzenlemesi Tiplemesi" Dünü Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, VII (1994), s. 5-26.

3      Bu tür fikirler için genel olarak bk. L Peirce, Harem-i Humayun. Osmanlı İmparatorluğunda Hükümranlık ve Kadınlar, trc. A. Berktay, İstanbul 1996, s. 17-33, 230, 244,349.

4      Aşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, nşr. Atsız, İstanbul 1949, s. 153-154.

5      F.M. Emecen, "Şahkulu Baba Tekeli", DİA, XXXVIII, s. 284-286.

6      Rüyayı tabir edenlerin "senin soyundan yalnız beş hükümdar gelecek, ondan sonra başka bir soy senin saltanatını alacak" demeleri üzerine Turhan, Mihal ve Evranosoğulları gibi eski ailelerden hiç kimsenin beyler­beyi, vezir, paşa yapılmadığı, bunların sadece akıncılara sancakbeyi olma­larının emredildiği belirtilir (16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi, Haz. Ş. Baştav, Ankara 1973, s. 134.

7      Libri Tre Delle Cose de Turchi, Venedik 1543, s. 131-146 (trc. A.H.Lybyer, Kanuni Sultan Süleyman Döneminde Osmanlı imparatorluğunun Yönetimi, trc. S. Cılızoğlu, İstanbul 1987, s. 283).

8      Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr.2437, III, 9b-11 a.

9      Bk. F. Emecen, ilk OsmanlIlar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001,5.151-174.

10   Onsekizinci Yüzyılın Başında Osmanlı Kıyafetleri: Fransız Büyükelçisi Marquis de Ferriol'un HollandalI Ressam Van Mour'a Yaptırdığı 100 Resim ile Türklere Ait Bazı Törenler ve Açıklamalar, Paris 1714 (haz. Ş.Rado, trc. CYazansoy, İstanbul 1980), s. 25.

11   Özellikle XVIII. asırda hanedanın hanım mensuplarının bu durumları için bk. T. Artan, "Boğaziçinin Çehresini Değiştiren Soylu Kadınlar ve Sultanefendi Sarayları", İstanbul Dergisi, III (1992), 109-119; ayrıca a.mlf., "18. Yüzyıl Başlarında Yönetici Elitin Saltanatın Meşruiyet Arayışına Katılımı", Toplum ve Bilim, sy. 83 (Kış 1999-2000), s. 292-322. Burada men­faat şebekeleri kavramı içerisinde iktidarda bulunanların kendi adamlarını görevlere atamaları anlayışının bu asra has olmadığı Osmanlı tarihinin genelinde daha çarpıcı örneklerinin bulunduğu nazardan kaçırılmamalı­dır. Esas olan husus değişme sürecinde gittikçe karmaşıklaşan bürokrasi ile idari yapının bütünleşmesidir.

12    Mesela bk. Katib Çelebi, Fezleke, İstanbul 1286,1,143.

13   Hamza Bal i için bk. N. Azamat,"Hamza Bal i", DİA, XV, 503-505. A. Handzic-M. Hadzijahic, "O progonu Hamzavija u Bosni 1573. Godine", Prilozi za Orientalnu Filologiju, XX-XXI (Sarajevo 1974), s. 50-70.

14   Hamza Bali'nin kendisini sultan ilan ettiğine dair belgelerde doğrudan bir bilgi bulunmamakla beraber yandaşlarının bilahare kendilerini sultan, vezir, kadı, defterdar ilan etmeleri, böyle bir kanaati çağrıştırmış olmalıdır (T. Okic, "Quelques documents inedits concernant les Hamzavites", Proceedings ofthe Tvventy Second Congress of Orientalists, Leiden 1957, II, 279-286; ondan hareketle A. Y. Ocak, "Din", Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1998, II, 148-149). Bu kanaate yol açan aynı mealdeki iki hükmün tahkiki, söz konusu olayın 1582'de cereyan etmiş olduğunu ve Kanunî dönemiyle ilgisi olmadığını, dolayısıyla "Kanunî'yi padişah tanı­maktan vazgeçip Hamza Bali'yi padişah ilan etmişlerdir"şeklindeki ifade­nin durumu tam olarak yansıtmadığını ortaya koymaktadır. 1 Cemaziyelahir 990 / 23 Haziran 1582 ve 6 Şevval 990 / 4 Aralık 1582 tarih­li hükümlerde, YukarıTuzla'da Hamza Bali'ye bağlı grup içinde Mehmed b. Hasan'ın sultan, Hüseyin Ağa'nın vezir, Ali Hoca'nın İstanbul kadısı, Memi b. İskender'in de defterdar olarak kendilerini tanıttıklarının şahitlerce belirtildiği, ayrıca bu hususta, "...saltanat benimdür deyü da'va eder dedik­leri sual olundukda, mezbûrlar inkâr ile cevâb verüp kasaba-i mezbûreden ba'zı müslümanlar ve Ömer Halife ve Yusuf Halife b. Mehmed nâm kimesneler Mehmed b. Haşan muvâcehesinde: ‘ben Sultan Hamza'nın yerine Sultan Mehmed oldum.’ dediğine şahâdet edüp.d1 ifadeleri dikkat çekicidir. Burada yine sorgulama sırasında şahitlerin saltanat ilan ettikleri yolundaki beyan­larının Hamzavîlertarafından reddedildiği de belirtilmektedir (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri, nr.47, s. 185/435; nr. 48,151/419).

15   Mesela Harem'in bu anlamda rolü için bk. Peirce, Aynı Eser, s. 203 vd.

16   F.M. Emecen, "Mehmed III", DİA, XXVIII, 407-413; Keza F.Emecen, "Osmanlı Kroniklerinde Muhteva Problemi: III. Mehmed Devri Tarihçileri Örneği", Türklük Araştırmaları Dergisi, sy.19 (İstanbul 2008), s. 197-210.

17   G.Börekçi, inkırazın Eşiğinde Bir Hanedan: III. Mehmed, I.Ahmed, I. Mustafa ve 17. Yüzyıl Osmanlı Siyasî Krizi", Dîvân, XIV/26 (2009/1), s. 45-96.

18    Haşan Bey-zâde Tarihi, haz. N. Aykut, III (Ankara 2004), s. 692, 736-742.

19   Sunullah Efendi için bk. M. ipşirli, "Şeyhülislam Sunullah Efendi", Tarih Enstitüsü Dergisi, XIII (1987), s. 209-236. Ayrıca bk. Babıâli Nezdinde İngiliz Elçisi Lello'nun Muhtırası, nşr, ve trc. O. Burian, Ankara 1952, s. 59-62.

20   Bu değişim ile ilgili B.Tezcan'ın kitabının başlığındaki İkinci imparatorluk benzetmesi: The Second OttomanEmpireıPolitical and SocialTransformation in the Early Modern World, New York, Cambridge 2010 (Ne yazık ki bu makalemi yeniden gözden geçirirken muttali olduğum yeni çıkan bu kitabı yeterince inceleme fırsatı bulamadım).

21       "Bostanzade Yahya Efendi, fî Beyân-ı Vak'a-i Sultan Osman", haz. O. Şaik Gökyay, Atsız Armağanı, İstanbul 1976, s. 229-232.

22       Hüseyin Tugi, Musîbetnâme, haz. N. Aykut, Ankara 2010, s. 127.

23       Naima, Tarih, nşr. M. İpşirli, II (Ankara 2007), s. 416.

24       Du Loir, Voyages, Paris 1654, s 110-118; M.Vanel, Abrege nouveau de l'histoire generale des turcs, Paris 1689, III, 545; Knolls, The Turkish History, London 1704, II, 94; Zinkeisen, GOR, Gotha 1856, IV, 526-527.

25       F. Emecen, "İbrahim", DİA, XXI, 274-281.

26       Vecihî, Tarih, Faksimile neşr. B. Atsız, München 1977,19a vd

27       Tarih, İstanbul 1309, VIII, 30-31.

28       Şânî-zâde Tarihi, nşr. Z. Yılmazer, I (İstanbul 2008), s. 60.

29       Gılmanî'nin Viyana nüshasında bulunan bu bilgi için bk. B. Kütükoğlu, "Tarih-i Gılmanî'nin İlk Redaksiyonuna Dair" Vekayinüvis: Makaleler, İstanbul 1994, s. 99.

30       Hadise için bk. Rifa'at Ali Abou el-Haj, The î703RebellionandtheStructure ofOttoman Politics, İstanbul 1984

31       Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Ö.Çobanoğlu, İstanbul 1988,11, 622-623.

32       Silahdar, Tarih, İstanbul 1928, II, 340.

33       Evliya Çelebi Seyahatnamesi, V, s. 9.

34       Graf Marsilli, Osmanlı İmparatorluğunun Zuhur ve Terakkisinden inhitatı Zamanına Kadar Askeri Vaziyeti, trc. Nazmi, Ankara 1934, s. 33. Ayrıca bk. Jorga, Geschichte des Osmanischen Reiches, Gotha 1911, IV, 371.

35       Abdülbaki, Melamilik veMelamiler, İstanbul 1931,167 vd.

36     Niyazi-i Mısrî'nin bu notlarını havi mecmuası Bursa, Orhangazi Ktp., nr. 690'da yer alır. Yukarıdaki alıntı, A.Gölpınarlı, "Niyazi-i Mısrî", Şarkiyat Mecmuası, VII (1972), s. 217 sonundaki mecmuanın 61b yaprağının faksi­milesinden yararlanılarak tarafımdan deşifre edilmişti. Daha sonra bu metin yayımlanmıştır: Niyazi-i Mısrî, Niyazi-i Mısrî'nin Hatıraları, haz. H. Çeçen, İstanbul 2006, s. 99.

37       Niyazi-i Mısrî'nin Hatıraları, s. 35.

38       Onun hakkında ayrıca bk. K. Erdoğan, Niyazi-i Mısri, Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanı, Ankara 1998. M. Aşkar,"Tarikat-Devlet İlişkisi. Kadızadeli ve Meşayih Tartışmaları Açısından Niyazi-i Mısri ve Döneme Etkileri" Tasavvuf, 1/1 (Ağustos 1999), 47-80. A. Gölpınarlı, "Niyazi", İA, IX, 306.

39       Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, II, 771-774

40       Bk. Jorga, IV, 371. Ayrıca bu hatıratın geniş bir tanıtımı ve söz konusu görüşler hakkındaki yorumlar için bk. G. Bellingeri," Su due manoscritti veneto-ragusei e l'lmpero ottomano del XVIII secolo", IX th. International Congress of Economic and Social History of Turkey, (20-23 August 2001), Dubrovnik-Crotia, basılmamış tebliğ.

41        "... akl-ı nakısı muktezâsınca hail u akd-i umûr cümle kendü re'yiyle görülüp giderek tarika-i Bektaşiyye'ye kuvvet-i tâmme geldikten sonra dörtyüz sene­den berü neslen ba'de nesi istiklâl-i mülûk ile mazbût ve muntazam olan Devlet-i Osmaniyye'yi Cezayir ve Tunus ocakları gibi cumhûr cem'iyyeti ve tecemmü' devleti kıyafetine koyup zu'm-ı fasidi üzere ortalığı böyle bâtıl terbîbe komak sa'yinde idi." (Naima, Tarih, VI, 1877).

42        Zübde-i Vekayi'ât, nşr. A. Özcan, Ankara 1999, s. 581

43        Bu dönemde Sagredo, Osmanlı hanedanına alternatif olarak yedi hüküm­dar sülalesinin bulunduğunu, bunların veya sultanzâdelerden birinin seçilebileceğini bildirir (Histoire de l'empire ottoman, Paris 1732, IV, 417).

44        Baltacı Mehmed Paşa'dan Valide Sultan'a 1723 Tarihli Mektub, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Klavuzu, I, vesika nr.10. Bu döneme şahit olan anonim bir kaynak, yapılan toplantıda padişahı ve veziri istemediklerini belirten asilerin "..Sultan Ahmed Sultan Mustafa'nın biraderi ve bu validenin oğludur, Sultan Ahmed oğlu Sultan İbrahim'i cülus ettirelim, Eski Saray’dadır, validesin getirelim anda bi'at edelim.)' şeklinde "güft u gû" ettiklerini yazar (Anonim Osmanlı Tarihi, haz. A. Özcan, Ankara 2000, s. 238-239)

45        Geniş bilgi için bk. F. Emecen,"İbrahim Han", DİA, XXI, 316-317

46        Türkler ve Tatarlar Arasında, trc. Reşat Üzmen, İstanbul 1996, s. 33-34

47        Olivier, Türkiye Seyahatnamesi, trc. O. Gökmen, İstanbul 1977, s. 99-101. Zinkeisen, GOR, VII, 233-234.

48        Cevdet, Tarih, VII, 106. Pazvantoğlu için bak. K.Beydilli, "Pazvantoğlu Osman') DİA, XXXIV, 208-210,

49        Jucherau de Saint-Denys, Revulations de Constantinople en 1807 et 1808, Paris 1819, II, 212; Zinkeisen, GOR, VII, 571.

50        Tahsin Öz, "Selim III. Mustafa IV. ve Mahmud II. Zamanlarına Ait Birkaç Vesika" Tarih Vesikaları, Ankara 1941,1,20-29. Ayrıca bu konuşmalar Câbî Tarihi'nde de bulunmaktadır. Câbî,"... çok kimseler güftugû ve ehl-i fesadın bizlerin sözümüz olmaz ise Tatar Han neslinden padişah ederiz, Mekke Şerifini ve Konya'dan Molla Hunkâr'ın oğlunu padişah ederiz dedikleri istimâım olunmakla kayd olundu..!' (bk. Câbî Tarihi, haz. M. Ali Beyhan, Ankara 2003,1, 305).

51        Câbî Tarihi, 1,316-317: “Asıl taht u saltanat Molla Hünkâroğlu'nundur, bizler de varıp onu getiririz"; keza bir başka yerde: "..padişahın beline Molla Hünkaroğlu kılıç kuşatmayınca padişahlığı sahih olmaz, varır Molla Hünkaroğlu'nu getirip padişah ederiz" (1,693).

52        Bk. K. Beydilli, "Hünkar İskelesi Anlaşması", DİA, XVIII, 489.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar