Print Friendly and PDF

Gittin Üşüdü De Güvercinlerin Yürekleri Yere Düştü Kanatları

 


ALINTI

Yazan: Zeynep TEKİN

[1999 Düzce Depreminin hatırlattığı anılar ve acılar üzerine]

Kuşlar ağlıyordu.

Ebruli mor çiçekli incecik fidanın üzerine yapışan tozlarla ağırlaşan yaprakları, baş edemeyecekleri şeylerin karşısında boynunu büktü. Bir damla su için toprağı kökleriyle incecik damarlarıyla saran deniz kenarındaki koca çınar, suya doydu. Ciğerleri doldu...

Kuşlar ağlıyordu.

Kuşlar çıldırasıya ağlıyordu. Ne yana gideceklerini bilemeden deli deli sağa sola, yukardan aşağıya dalıyor, sonra göğün göğsüne kanat çırpıyorlardı.

Yatağında uyuyan çocuğun baş ucundaki küçük cam fanustaki pembe Japon Balığı, canhıraş çırpınışlarla kendini cam duvarlara vuruyordu.

Hayatının kaynağı sudan fırlayıp çıkmak istedi, nafile çabalarla.

Küçük küçük dalgalar oluştu. Bir iki damla su sıçradı,  kırmızı beyaz bisikletiyle  rüyasındaki beş yaşındaki Ayşe”nin Murat”ın yanağına.

Kabus gördü. Karanlık bir odada sıkışıp kalmıştı. Oda her yandan hızla daralıyordu. Panik, korku, korkudan öte dehşetle açtı gözlerini. Avazı çıktığı kadar bağırdı.

Anneeee...

Sesi yankılanmadı. Odadan dışarı çıkmadı. Sesi aslında hiç çıkmadı. Uykusuna dönünce yeniden geçecekti, son bulacaktı bu kabus, bu karanlık. Gözlerini yeniden kapatıp, gözleri kör ayısına sarıldı. Sıkı sıkıya.

Doğa insanlaşıyor.

Doğa insan olmayı öğreniyor.

Doğa sevmeyi öğreniyor.

Doğa aşkı, aşkın içinden çıkılmaz karmaşasını, karmaşanın düzenini, hayal kırıklığını, öfkeyi - tutkuyu, doğa kin ve intikamı öğreniyor.

Doğa yok etmeyi öğreniyor. Hiç düşünülmeden midesine kalbine ciğerlerine ekilen nefreti  kusuyor, korkunç böğürtülerle. Sonunu düşünmeden hareket etmeyi öğreniyor.

O iyi bir öğrenci.

Öğreticisi insan.

Zamanın belki de en uzun dersi, en kısa uygulaması.

Tüm zamanların en sabırlı ve en iyi öğrencisi,

Evvel zaman içinde diye başlıyor ders. Ben yokken anam-babam sevdiceğim, çoluğum çocuğum, ceddim dedem yokken. Türkü, İngilizi, Afrikalısı, Moanı, Azteki, yokken.

Adem ve Havva hiç yokken.

Masmavi sular, yemyeşil ormanlar, kızılın her tonuyla çöller, bildiğimiz renkler algılayamadığımız bin bir tonuyla varken, hayvanlarıyla kuşlarıyla börtü böcekleriyle kendi kendine, kendi kurallarıyla devinirken doğa;

An kaplumbağa kadar yavaş, zaman dalan bir kartal, avına saldıran çıngıraklı yılan kadar hızlıyken...

 

Güzeldi, hoştu, düzenliydi kurallar tıkır tıkır işliyordu. Tüm canlılar, cansızlar, nebaat kendisine öğretildiği gibi sadece rabbini zikrediyordu. Her zikrediliş sayısı ve çeşidiyse, varlığının görünen kısmının değişimi, gelişimi olarak gözüküyordu. Mevsimler dönerken birbirine, kuru tohum rüzgarda savrularak uygun toprağa ulaşana kadar yol alıyor, yerini bulduğunda rüzgar üzerini getirdiği toprakla örtüyor, uzun sessiz bir kış uykusunda, içinde adının yazıldığı su damlası can suyu olduğunda, bebeğin ana rahmindeki  dingin korunaklı büyümesi gibi tohumun içindeki nokta uyanıyor, canlanıyor, gelişip büyüyordu. Kışlar bahara, kavurucu sıcaklar rahmet dolu yağmurlu günlere dönerken gökten düşen her damla, yeşerteceği can suyu olacağı tohumu bulurken her an yeni doğumlar yeni yaratılışlar oluyordu sayısı belli. Güneşin yüzünü göstermesiyle toprak milyarca kendisini var edene ana rahmi olup sayısız doğumlar gerçekleştiriyordu. Bağrından çıkanların büyüyüp serpilmesini izlerken, onların şen seslerine karışan, binbir çeşit zikirlerini dinlerken doğumun sıkıntısını, sancıların şiddetini unutuyor ve huşu içinde yaşıyordu.

 

Yıllar, on yıllar, yüzyıllar sonra sonunda huzura ermişti. Mevlana gibi zamanın an olduğu sonsuzluktaki cezm halinde aşkından, bahşettiklerine  hamdından yaradanına dönüyordu.

Gözlemliyordu kendi kendine sayısı belli yaradılışlarında hiç bu kadar mükemmel, hiç bu kadar güzel hiç bu kadar eksiksiz, hiç bu kadar fazlasız olmamıştı. Canlı cansız herkes her şey hiç bu kadar uyum içinde ahenkle tek bir vücud olmamıştı.

Herkesin görev ve sorumlulukları, hem kendi içlerinde, hem türdeşlerinin içinde hem de dünyanın tekliği içinde net kurallarla belirlenmiş ve herkes hakkına razı olmuştu ki hiçbirinin aklına başka türlüsü de oluru gelmiyordu. Yaratılmışlığının bilincinde, yaratılmış her şeyde sadece ona kodlanmış bilgiler, görevler vardı. Herkes her şey bir başkasında olmayan kendisini eşsizleştiren güzelliğinin farkında, ondan keyif alarak sadece hamd ediyordu. Akıl, nefis, ruh yoktu ama hiçbiri de eksikliğini duymuyordu çünkü sadece yardana teslimiyet vardı.

Dünya çok güzeldi. Hatta öyle güzeldi ki gökten melekler inerdi güzelliği görmek için…

Sonra bir gün melekler konuşurlarken bir şeyler duydu. Anlayamadı kulak kabarttı. Duyduklarına inanamadı. Ama onlar olmamış şeyleri olmuş diye anlatmazlardı ki.

 

Başına gelebilecekleri daha önce yaşadıklarını düşündü…

 

Yaradan meleklere;’’Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’’demiş. Onlarda ‘’ Biz seni hamdle tesbih ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz halde, orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?’’ demişler.

Yaradan ‘’ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim’’Buyurmuş.

 

Doğa  ‘’benim her şeyim var’’ , demekten yaradana sığındı.

Yoksa sahip olduğum her şey, bu muhteşem düzen onun için mi? ’’ dedi.

 

Unutmak istediği, çok uzaklarda kalan günleri hatırlayınca sıktı kendini, öyle sıktı ki, tüm canlıların nebatın nefesi kesildi. Öyle derinden Allah deyip nefes aldı ki dağlar yürüyüp yerinden oynadı, denizler coşup kabardı, kabına sığmadı, güvenli bir yer arayan ağlayan korkmuş bir yavru gibi, anasının kokusunu hissetmek için yerin göğsüne vurdu kendini. Nehirler taştı, her gözyaşından yeni irili ufaklı göller oluştu…

 

Bir erkek bir dişiydi.

Gelen iki kişiydi.

Topraktan karıncaya, yapraktan aslana candan cana duyuldu haber. Kimi ah çekip hu dedi, kimi vah deyip Allah dedi…Ama hiçbiri hikmetini anlayamadı. Aradan zaman geçti…Ama sorular hiç cevaplanmadı.

“Bunca yaratılmış varken şu kadarcık dünyada birbirini bile bulmaktan aciz bu iki çıplak mı? Hükmedecekti her şeye yaradan adına. Onlar mıydı yeni efendileri, onlar mı değiştirip güzelleştirecekti her şeyi, en iyi onlar mı tesbih edecekti yaradanı.

Hiçbiri kendine birbirine sordukları sorunun cevabını alamadılar. Tüm soruların cevabı olan asıl soruyu hiçbiri cesaretini toplayıp dillendiremedi. Yaradan, ‘’muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Ondan kaçındılar ve onu yüklenmekten korktular. Onu insan yüklendi, gerçekten o zalim ve cahildir.

 

Canlı cansız her şey biliyordu ki, zamanla kendilerine teklif edilen ve taşıyamayacaklarından korktukları emaneti insan yüklenmişti.

 

Merak ve endişe içinde çaresiz bekleyip, ‘’bizim bilmediklerimizi bilen Allah’tır dediler.

Yaradansa yüklendiği görevin ağırlığından habersiz insana merhamet ederek, o emaneti taşıyabilmesini sağlayacak tek sırrı yani Aşk’ı  insanın kalbine koydu.

 

Yaradan canlı cansız herşeye;

“izle ve öğren, ama sabırlı ol” dedi.

 

Ve ders başladı.

İnsan nereden geldiğini ve nereye döneceğini hatırladığı zamanlar her şey yolundaydı.

Diğer canlılarla, kendi aralarındaki ilişkilerde doğanın düzenine saygı gösterip, yardanın kurallarına uyuyorlardı. Canlı cansız her şeye, özel yetenekler verilmişti. Herkes kendi durumundan memnun hiç kimse diğerinin sahip olduğunu kıskanmadan doğanın olağan üstü çarkının içinde kendisinin eşsiz ve yeri doldurulamaz değerinin farkında kendi yaşam alanında idrak sınırları içinde kalıyorlardı.

Gelenlerse insandı. İnsan olma vasfının tüm özeliklerinin şifrelerini barındıran ve ilk hatasını yaparak cennetten kovulmuş üzgün, hüzünlü ve pişmandı. Çünkü yaratılışta, yaratılan her şeyin can özüne yaradan ‘’bu muhteşem düzeni sen tamamlayacaksın’’  demişti. Yaratmada ne zorlama ne şiddet vardı. Yaratılışta sadece yaratıcının rahmet ve merhameti, yaratılanınsa yaratana aşkı vardı. Aşkta en yüksek nokta ise teslimiyetti. Yaradılışa aracı olan Bu dünyada bizlerin anlayacağı en yüksek teslimiyet, sadece yaratılışa aracı olan vasıta olan anneye çocuğun duyduğu teslimiyetin karşısında her şeyi yaratana teslimiyetin büyüklüğünü kim ölçebilir ki.

Son nefesini hiçbir zaman göremeyeceği ve dünyaya hakim olamayacağını bildiği onları havalandırmak için üç ay yemeden içmeden yumurtalarını bekleyip son nefesini veren ahtapot.

Dünyanın milyarlarca yıllık yaşında bir günlük ömrü bile;  öyle uzun yaşadım ki, güneşin sabah topraktan çıkar gibi çıkışını, öğlen her şey hakim oluşunu, sonrada o muhteşem güneş imparatorluğunun yıkılışını gördüm, anlar sonra, onun gücünden  eser bile kalmamıştı.

 

Sonra yüreğindeki aşkı bulup o teslimiyeti gerçekleştiren, dünyayı sol ayağının altına alanlara, canlı cansız her şey dünya emirlerine verilir. O zaman anlar ve gıptayla bakar yaratılmış her şey Adem olmuş insana.

 

O binlercesinden biri Süleyman olur, bu dünyadaki yaratılmış her şeye hükmeder.

Çok sonraları Yunus gelir, sevgilisine vermek için bir sarı çiçeği dalından kopartamayacak kadar İnsan olur. Onun nezdinde tüm insanlıksa Adem olur.

Eğer insan, yaratılışa aracı olana duyulan teslimiyet ve muhabbeti yaradanını bulmak için duyarsa, dünya tüm servetiyle ayağına halı olur.

 

Kuşlar ağlıyordu…

Çok geçmez, insan yine insanlaşır, nereden geldiğini nereye gideceğini unutuverir.  Dünyanın tüm güzelliklerini, hele de elde edemeyeceklerini gözü kör bir aşkla, dizginlenemeyen bir hırsla, nefes aldırmayan bir tutkuyla sever ve hepsini ister. Hepsi onun sadece onun olmalıdır. Hatta kendi yaşlılığını durduramaz ölümünü engelleyemezken, yaşam ve ölümün bile sahibi olmak ister.

Teslimiyeti hedef değiştirir. İster ki her şey ona teslim olsun, hemde aşkın olmadığı her yolla.

Akın akın su, hava, dağ, taş, kuşlar, böcekler, çiçekler her şey fısıltılarla toprağa şikayet eder insanı, yaradılışına aracı olan anasına.

Kan, gözyaşı oluk oluk toprağa, denize akar. Dünyanın kokusu, rengi, aroması, tadı değişir.

İnsanın kendi türüne bile bunları yaptığını görünce; bu durumda kim sarı çiçeğin veya karıncanın hakkını gözetir ki Allah adına  insan mı? Der ve terk eder oraları, olabildiği kadar uzaklaşır insanlardan.

Bazen bir dağ, azgından kor lavlar  püskürtür, ’’sen insansın insan! Bak benim bile yaratılış ateşim soğumadı halen, sen ne çabuk unuttun aldığın emaneti?’’ der.  Anlayan adem olur.

 

İnsan diğer canlıları, ağaçları, börtü böceği, taşı toprağı hatta kendi türünü çıldırmış gibi yok ederken, bir yandan da hızla çoğalarak diğer hiçbir şey için yaşam alanı bırakmaz.

 

Sınırları yoktu. Kimileri büyük bir hınçla ciğerlerini yok ediyor. Kimileri yüreğini delip, içini dışına çıkartıyordu.

Neden yaptıklarını çoğu zaman onlarda bilmiyordu.

İnsanoğlunun işini kolaylaştırmak için bilmediklerini öğretmek için büyük sancılarla gizli hazinelerini açığa çıkarmak için her şeyi etrafa yaydığı halde  daha fazlasını daha çoğunu istiyorlardı.

Onları anlamak, diğer canlılara, kendisine yaptıklarını anlamak mümkün değildi.

Dışardan bakınca birbirinden ayrı birbirinin aynı iki canlı. Kimi zaman binlercesi tek vücut tek yürekti. Teklerdi. Aynı şeyi isterken. İki av arkadaşı hayvan gibi. Timsahın dişindeki kurtları temizleyen kuşgibi.

Toprak ve su gibiydiler.

 

Birbiri için; canlarını gözlerini kırpmadan ortaya koyanları, birbirinin aşkıyla çöllere düşenleri, dağları delenleri, hiç tanımadıkları tanıyamayacakları  milyonlarca diğeri için hayatını ortaya koyanları. Laboratuvarda sabahlayanları. Elindekini avucundakini  sahip olduğu her şeyi diğerleriyle hesapsız paylaşanıyla garip yaratıklardı.

Bu kadar kutsal ülküleri varken, hiç olmadık anlamsız ufacık nedenlerden dolayı bebeği anasından ayırmalarını, koca çınarları devirmelerini, masmavi sulardan kırmızı kanlar akmasını anlamıyordu.

Para uğruna, din uğruna, toprak uğruna, saltanat uğruna, kadın uğruna...

Hepsinin tek derdi daha çok her şeyin daha çoğu.

…Oysa tek eksikleri bir çiçeği sevmeyi bilmemekti, bir böceğin bu muhteşem düzendeki yerini ve görevini anlayamamaktı. Çoğunluğu ise kendi yerini ve değerini hiçbir zaman anlamadı. Anlamak için doğru soruları bile sormaktan, anlamak için etrafındaki sisteme bakmaktan acizdi. Oysa ihtiyacı olan her şey ya kendi içinde ya içinde bulunduğu doğada aşikardı.  Hırs, bencillik gözlerini körleştirmiş, gönüllerini karartmıştı.

 

Doğa nefes alamıyordu.

Düşünemiyordu,  sevemiyordu, daha fazla sabredemiyordu.

Midesi bulanıyor, vücudunun her bölgesinden kramplar giriyordu. Kasıldı dişlerini sıktı.

Durdu, bir ara kendini toparlamaya çalıştı.

Çiçeksiz çiçekli tüm yeşillikler, mor çiçekli incecik fidan, koca çınar börtü böcek  her türlü kuş, serçe - güvercin – baykuş, Japon balığı insanı yakından tanıyan herkes yalvardı, doğaya

Bir hatırla dediler. Sadece kötülüklerini değil, en sevdiklerini senin koynuna verdiler.

Hatırla,

“yeni yürümeye başlayan çocuğun çıplak ayakla ilk defa toprağına basışındaki heyecanını, minik serçeye yumuk elleriyle ekmek kırıntısı verişini, cıvıltımıza karışan şen kahkahalarını...

‘’Tüm bunları hatırlarken bile titriyorsun.’’

‘’Öfken insanların ki gibi  kör olmasın’’dediler.

 

Doğa durdu, başını yukarı kaldırdı; kararlı gözlerle, ‘’sizinle daha uzun zamandır beraberiz. Sen rengarenk çiçeğinle yeşilin her tonuyla benden aldığın  her şeyinle tekrar bana döndün.

Sizler billur sesinizle eşsiz görüntünüzle  neşenizle şenlendirdiniz beni.

Siz börtü böcek, sizsiz onların pisliğini nasıl temizlerdim.

Bunun karşılığında onlar ne yaptı hepinize, bana.’’

 

‘Onlar aç gözlü’…

Hepsi dağıldı dört bir yana. Uyarmaya çalıştılar. Haber vermeye uyandırmaya çalıştılar insanları, gecenin bir yarısı. İyi kötü ayırt etmeden 7 den 70’e herkesi.

Koca Çınar gölgesinde dinlenen ölü uykusundaki binlerce insana ulaşmaya çalıştı yaprak hışırtılarıyla. Başaramayınca kimseye ulaşamayınca, korkunç uğultularla  bıraktı kendini suların serin koynuna  ve ciğerlerini  suyla  doldurdu.

İncecik ebruli mor çiçekli fidan boynunu büktü, rüzgarın kulağına  fısıldadıklarıyla. ‘’yarın yok, sen yok, ben yok, çünkü onlar yok’’

En güzel dalını korkunç çatırtılarla bedeninden ayırdı ve toprağa bıraktı.

 

Kuşlar; insanı en iyi onlar tanımıştı. En çok onlar sevmişti onlar sevilmişti. Hangisinden kimden başlamak lazımdı. Penceye ekmek kırıntıları koyan Kötürüm Hatice nineden mi? Dilara bebeden mi? Kimden başlamalıydı uyandırmaya?

Ecel kendi peşlerindeymiş gibi oradan oraya deli deli vurdular kendilerini.

Uyandıramadıkça anlatamadıkça, koruyamadıkça, ulaşamadıkça  her bir kanat çırpışta daha uzaktaki daha yakındaki, akıllara geldi.

Atılmamış her çığlık, söylenememiş her söz sorulamamış soruların alınamamış cevapları yankılandı.

Yaşamın olağan üstü sıradan güzelliği şimdi çok uzaklardaydı.

Geri dönüşü yoktu. Onlarsız dünyanın anlamı yoktu.

Doğa kusuyordu. Doğa kin kusuyordu. Korkunç böğürtülerle.

Binlerce insanın feryadı böğürtülere karışırken, 

Güvercinler havadan gülle gibi yere düştüler  teker teker.   

 

“Gittin üşüdü de güvercinlerin yürekleri

 yere düştü kanatlar”

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar