FERNANDO PESSOA ...HUZURSUZLUĞUN KİTABI
Livro do desassossego, Fernando Pessoa
1. basım: 2006
10. basım: Aralık 2013, İstanbul
HUZURSUZLUĞUN KİTABI
ANLATI
Çeviri
Saadet Özen
Fernando
Pessoa'nın Can Yayınları'ndaki diğer kitapları:
Uzaklıklar,
Eski Denizler, 2009
Anarşist
Banker-Şeytanın Saati, 2013
FERNANDO PESSOA, l888'de Lizbon'da
doğdu. 1896-1905 yılları arasında Güney Afrika'da yaşadı ve orada tam bir
İngiliz eğitimi gördü. Portekiz modernizminin öncülerinden olan Pessoa, ilk
şiirlerini 1912'de Portekiz Rönesans hareketinin yayın organı Aguia
dergisinde yayımladı. Aynı yıllarda, düzyazı metinler, eleştiri ve denemeler
yazdı. 1913'te futurist harekette yer aldı ve Sa-Carneiro ile birlikte Portekiz
öncü edebiyatını başlatarak, Paulismo akımını yarattı. Pessoa'nın farklı yazar
kimliklerinin yansıması olan bu kökteş şair ve yazarlar Alberto Caeiro, Alvaro
de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve Fernando Pessoa' nın kendisidir.
Pessoa 1 935'te Lizbon'da ardında yayımlanmış sadece dört kitap bıraktı.
Portekizce olarak yayımlanan tek eseri Mensagem'dir. Ardında bıraktığı
elyazması fragman sayısı 25-27 bin arasındadır.
SAADET ÖZEN, 1972 yılında İstanbul'da
doğdu. Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni, ardından İstanbul Üniversitesi
Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü'nü bitirdi. Profesyonel turist rehberliği
yaptı, ayrıca uzunca bir süre Can Yayınları'nın Fransızca editörlüği.Jnü
yürüttü. Halen belgesel sinema alanında çalışmalarına devam ediyor. Jorge
Amado, Jose Saramago, Yves Simon, Luis Sepulveda, Paulo Coelho, Andrey Makine,
Romain Gary, Nancy Huston, Amin Maalouf gibi yazarların yapıtlarını dilimize
kazandırdı.
"Var olan tek sır,
bir sır olduğunu düşünen insanların olmasıdır," demişti Alvaro de Campos
ya da ardında saklanan Pessoa, "Sürülerin Bekçisi"nde. Ölümünden epey
sonra, yirminci yüzyılın ortalarına doğru keşfedilen Pessoa'yı düşünürken,
özellikle etrafını saran efsane halesini aşmak zorlaştığında bu sözü
hatırlamak, onun gerçek özüne yaklaşmak için yararlı olabilir. Bugün dünya
edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Fernando Antonio Nogueira
Pessoa'nın yaşamöyküsü, Octavio Paz'ın "Şairlerin yaşamöyküsü yoktur;
onların yaşamöyküsü, yapıtlarıdır," sözünü doğrularcasına birkaç cümleyle
özetlenebilecek kadar yalın ve durgun: 1888'de Lizbon' da doğdu. Babası o
küçükken öldü. Üvey babası Portekiz'in Güney Afrika konsolosu olduğu için okula
Durban'da başladı, 17 yaşında da Lizbon'a döndü.
Lizbon'da birtakım
başarısız iş kurma girişimlerinden sonra ithalat-ihracat firmalarının İngilizce
ve Fransızca yazışmalarını yaparak hayatını kazanan Pessoa, ömrünü Tejo
Nehri'ne bakarak, Portekiz halkının okyanuslara, eski imparatorluklara duyduğu
büyük özlemi seyrederek geçirdi. Terreiro do Paço' da, Martinho da Arcada
Kahvesi'nde ya da Bairro Alto'daki Brasileira'da dostlarıyla edebiyat konuştu.
Sağlığında yayımlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra,
yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı; yaklaşık 27 bin sayfaya
yayılan, farklı türlerde eserler vermişti Pessoa ve bunların büyük bir kısmını
kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla
donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dış kimliğin adıyla imzalamıştı.
Pessoa'nın yarattığı
yazarların en ünlüleri kötü bir Portekizceyle, ilkel doğa şiirleri yazan
Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, "içinde bir Yunan
şairi barındıran Whitman" diye tarif edilen Alvaro de Campos'tur. Pessoa
Alberto Caeiro'nun ortaya çıkışını "İçimde ustam doğdu," diye
anlatır. Meşhur sandıktaki öbür yazarlar arasında Fransızca ya da İngilizce
yazanlar, kadınlar, yarım kalmış karakterler vardır. Tek bir insanın ruhunda
yaşayan, bu tüyler ürpertici yazarlar kalabalığının bir efsaneye dönüşmesi
doğal olsa da, genellikle göz ardı edilen, Pessoa'nın yarattıklarını sağlığında
bir sır olarak saklamadığıdır. Yakın arkadaşları olan Mario de Sa-Carneiro,
Jose de Almada- Neigreiros, Luis de Montalvor gibi yazarlarla onları paylaşır,
dergilerde onların imzasıyla şiirler, makaleler yayımlatırdı.
Her ne kadar Pessoa,
başta Kafka olmak üzere ölümünden sonra keşfedilen pek çok yazar gibi
yalnızlığın sıkıntısıyla adeta bilinçli bir çabadan çok bir içgüdüyle yazan bir
yazar görüntüsü verse de, öncelikle kendinden önceki yazar kuşaklarının
yapıtlarını tanıyan, edebiyat arenasında boy gösteren, tartışmalara giren bir
edebiyatçıydı. 1915'te iki sayı çıkabilen Orpheu dergisinde, eleştirmenlerin
kıyasıya eleştirdiği yenilikçi sözler sarf etmişti. 1921 'de birkaç arkadaşıyla
birlikte Olisipo adında bir yayınevi-kitabevi kurmuştu. 1922'den
itibaren Contempordnea edebiyat dergisine katkıda bulunmuş, 1924'te ise Athena
dergisinin kurucuları arasında yer almıştı. Ölümünden bir yıl önce
yayımlanan, sağlığında çıkan tek kitabı olarak kalan Mensagem'le Antero
de Quental Ödülü'nü almış, Salazar'ın başkanlık ettiği ödül törenine
katılmamıştı. 1935'te ise, sansürden dolayı Portekiz'de bir daha hiçbir şey
yayımlatmamaya karar vermişti.
Pessoa'nın efsanesinde en
dokunaklı ve büyüleyici olan kendini kimliklerle çoğaltmasından ziyade, bu
kimlikleri yaratmaya onu iten "başlı başına edebiyat, bütün edebiyat"
olma isteği, apayrı renklere büründürmeyi bildiği diliyle, ifade gücüyle
yapıtının kendisidir. Farklı yazarları var ederken, yalnızlığın ve varoluş
sıkıntısının ne olduğunu kendine, kendi üzerinden de onlara göstermek ister
gibidir. Bu haliyle, Anatole France'ın 1887 yılında yayımlanan Les Fous Dans
la Litterature (Edebiyatta Deliler) makalesinde verdiği örneği hatırlatır:
Anatole France'ın çocukluğundaki bir komşunun hikayesidir bu. Yaşlı adam oğlunu
kaybetmiş, o andan itibaren de sırtına bir döşek yüzü geçirip öyle dolaşmaya
başlamıştır. Bir de, oğlu sanki hiç var olmamış gibi davranmakta, ne ölümünden
ne yaşadığı günlerden, anılarından hiç bahsetmemektedir. Bir ev ortamına girip
de sırtındakini çıkarması gerektiğinde bastonunu bir omurga gibi örtünün içine
koyar, başındaki topuza da şapkasını takar. Sonra bir süre bu biçimsiz cesedi
seyreder.
Pessoa'nın Anatole
France'ın anısındaki seyirci mi, yoksa boş ceset mi olduğunu anlamak kolay
değil elbette, hele Bernardo Soares gibi, Pessoa'nın "yarı-dış
kimlik" olarak nitelediği, Pessoa'ya çok yakın bir karakter söz konusu
olduğunda. Soares, Huzursuzluğun Kitabı'nın yazarı olarak yaratılmıştı. Huzursuzluğun
Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak
görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa'nın
hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip
çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa
bu kitap üzerinde 1913'ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça
yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya
getirilmeye başlandı ve 1982'de Portekiz'de yapıt ilk kez olarak basıldı, daha
sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesiyle, elyazmalarında yanlış okunmuş
yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı. Dünyayı seyretmekle yetinmek
isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa
için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun
Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kağıda
dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir
sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar
ve bütün çeviriler gibi.
Bu kitap, Le livre de
I'intranquillite başlıklı Fransızca çeviriden (yay. Christian Bourgois,
1999) Portekizce orijinaliyle karşılaştırılarak Türkçeye çevrilmiştir.
(Portekizce baskısı: Liv- ro do desassossego; ed. Richard Zenith,
Assirio & Alvim, 2001)
Dipnotlar, aksi
belirtilmedikçe kitabın Portekizce ve Fransızca baskılarına yayınevlerinin,
metinleri derleyenlerin ve çevirmenlerin koyduğu notlardır. Türkçeye çevirenin
notları "Ç.N." kısaltmasıyla belirtilmiştir. Orijinal elyazması
metinlerde okunamamış olan yerler ya da cümlelerdeki eksiklikler çeviride [ ...
] işaretiyle gösterilmiş, ana metinlerde birkaç farklı şekline rastlanan
ifadeler dipnotlarda belirtilmiştir.
SAADET ÖZEN
Öyleyse kim kurtaracak beni var olmaktan?
Hayatımı toprağa veriyorum.
F.P.
Mario de Sa-Carneiro'ya mektup 1
14 Mayıs 1916
Bugün size bu satırları
duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle karşılıklı konuşabilmek için yanıp
tutuştuğum için yazıyorum. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, söyleyecek
hiçbir şeyim yok. Dipsiz bir bunalımdayım bugün - hepsi bu. Sözlerimin
saçmalığı halime tercüman olsun.
Asla bir geleceğe
sahip olmamış olduğum
günlerden birindeyim. Karşımda yalnızca, bir sıkıntı duvarıyla kuşatılmış, taş
kesilmiş bir şimdi var. Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu
taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. Nice limanlara
yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana
varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman
geçti bunların, ama benim hüznüm hepsinden eski.
Ruhum bu haldeyken, hayatın
hırpaladığı dertli bir çocuk olduğumu bedenimin tüm bilinciyle hissediyorum.
Bir köşeye atılmışım, oyunlar oynayan başka çocukların seslerini duyuyorum.
Dalga geçer gibi verdikleri kırık, teneke oyuncağı sımsıki kavrıyorum. Bugün,
14 Mayıs, saat akşam dokuzu on geçe, hayatımın bütün tadı, bütün değeri işte
bundan ibaret.
Tutsaklığımın sessiz
pencerelerinden gördüğüm bahçede bütün salıncaklar dalların üzerinden
aşırtılmış, şimdi öylece sarkıyor; en tepeye dolanmışlar; yani, firar ettiğimi
düşleyecek olsam, zamanı aşmak için güvenebileceğim salıncaklarını bile yok.
Şu an, edebiyatı bir
kenara bırakacak olursak, ruh halim aşağı yukarı böyle işte. Denizci' deki 2
karakterlerden biri gibiyim, gözlerim ağlamayı düşünmekten yanıyor. Hayat fısır
fısır, yudum yudum, dura dura canımı yakıyor. Tüm bunlar, cildi şimdiden
dağılmaya yüz tutmuş bir kitaba küçücük harflerle basılmış.
Bu satırları size değil
de bir başkasına yazıyor olsaydım, dostum, mektubumun samimiyetine, aralarında
isterikçe bir bağ olan bunca şeyin, hayatım olarak hissettiğim şeyden bir anda,
kendiliğinden fışkırıverdiğine yemin etsem zor inanırlardı. Ama siz, bu
sahnelenmesi imkânsız trajedinin burası ve şimdi ile ağzına kadar dolu, elle
tutulur bir gerçeklik olduğunu, yapraklar nasıl yeşerirse, bunun da benim
ruhumda öyle cereyan ettiğini anlayabilirsiniz.
Prens, işte bu yüzden hiç
saltanat süremedi. Saçma sapan bir cümle bu. Ne var ki saçma cümleler, insanda
hüngür hüngür ağlama isteği uyandırabilirmiş meğer.
Mektubu yarın postaya
vermezsem muhtemelen bir daha okurum ve içinden bazı yerleri ve bazı ifadeleri
benim Huzursuzluğun Kitabı'na almak için daktiloya çekerek oyalanırım.
Ama bunu düşünmek, şu an mektubu yazarkenki samimiyetimi de, samimiyeti acı
verici, kaçınılmaz bir duygu olarak hissetmemi de zedelemiyor.
Son havadisler bunlar.
Almanya ile savaş çıkabilir bir de, ama acı denen illet, zaten çoktan musallat
olmuştu insanlara. Hayatın öbür yakasında, bir karikatürün altyazısı gibi kalır
herhalde savaş.
Tam olarak delilik
sayılmaz bu halim, ama delirenler herhalde kendilerine acı veren şeye teslim
oluyordur, ruhundaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniyordur -
hissettiklerim de buna pek uzak sayılmaz doğrusu.
Hissetmek - ne renktir
acaba?
Sizi binlerce kez
kucaklıyorum, kalbim sizinle, daima sizinle.
FERNANDO PESSOA
Not: Mektubu bir solukta
yazdım. Şimdi yeniden okurken görüyorum ki, yarın size göndermeden önce bir
kopyasını almam şart. İçdünyamı bu kadar eksiksiz olarak; bütün duygusal ve
zihinsel yönlerini, temelinde yatan isteri-nevrasteniyi, en çarpıcı özellikleri
olan, özbilincinin içindeki kavşaklarını, kesişme noktalarını ortaya koyarak
tasvir edebildiğim pek nadirdir..
Bana hak veriyorsunuz,
değil mi?
1. Pessoa bu
mektubu Huzursuzluğun Kitabı’na almak istiyordu. Pessoa’nın yakın
dostu olan Mario de Sa-Carneiro, Portekiz’in en önemli modernist şairlerinden
biriydi; bu mektubun yazılmasından altı hafta sonra yirmi altı yaşında,
Paris’te intihar etti.
2. Pessoa, O Marinheiro
adlı oyununa göndermede bulunuyor. Bu yapıtta, bir ölünün başında bekleyen üç
karakter, hayalî bir denizci yaratırlar, bir de "tam hissedecek gibi
olduklarında" araya giren beşinci bir karakter vardır. (Ç.N.)
OLAYSIZ BİR
ÖZYAŞAM ÖYKÜSÜ
1-lK.
Lizbon 'da3 bazı küçük lokantalarda ve bistrolarda, giriş
katında eli yüzü düzgün bir salon, onun üstünde de bir asmakat bulunur.
Asmakatlann, demiryolunun geçmediği küçük şehirlerdeki lokantalan anımsatan,
ağır, ev havasında bir rahatlığı vardır. Pazar günleri dışında pek kimsenin
uğramadığı bu yerlerde çoğu zaman epeyce tuhaf tiplere, hayatın bir köşeye
ittiği, hiçbir ilginç tarafı olmayan insanlara rastlanır.
Hayatımın bir döneminde, hem huzurlu
bir yer aradığımdan, hem de fiyatlan makul olduğu için, ben de böyle bir
asmakatın müdavimi olmuştum. Orada, akşam saat yedi sulannda yemeğimi yerken
hemen hep rastladığım biri vardı; ilk başta pek gözüm tutmadıysa da,
sonradanyavaş yavaş içimde bir ilgi, uyandı.
Otuz yaşlannda, oldukça iri bir
adamdı bu; oturduğunda aşın kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu;
üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi.
Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlanna herhangi, bir özellik
katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını
anlamak kolay değildi - birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet,
bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten aşın acı çekmekten
olur.
Akşam yemeğini hep hafif
geçiştiriyor, kendi eliyle sardığı sigaralan içiyordu. Çevresindeki insanlara
karşı olağanüstü dikkatliydi; kuşkuyla değil, özel bir ilgiyle inceliyordu
anlan; inceden inceye süzmeksizin onlarla ilgileniyor, gözünü yüzlerine dikip
bakmaktan ya da kişiliklerini okumaya çalışmaktan kaçınıyordu. Ona karşı ilgimi
uyandıran da bu tuhaf hali oldu.
Giderek gözümde netleşmeye başladı.
Belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zeka panltısı yakalamıştım. Ne
var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ilerigelen öyle buz
gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu.
Günün birinde tesadüfen, garsonlardan
birinden, lokantaya yakın bir büroda muhasebecilik yaptığını öğrendim.
Bir keresinde sokakta, tam pencerenin
önünde bir olay oldu; iki adam kavgaya tutuştu. Ben dahil, asmakatta kim varsa
herkes pencerelere koştu; tabii sözünü ettiğim adam da. Ona öylesine bir laf
attım; o da bana aynı perdeden yanıt verdi. Sesi, umutlann artık kar etmediği,
bunun için de her şeyden umudunu kesmiş insanlannki gibi donuk, pütürlüydü. Ama
akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla belki de saçmalamış
oluyordum.
Bilmem neden, o günden sonra onunla
selamladır olduk. Derken, belki de saçma bir tesadüf sonucu, ikimizin de saat
dokuz buçukta lokantada bulunduğumuz bir akşam, ağır aksak bir sohbete
başladık. Bir ara bana, yazıp yazmadığımı sordu. Evet, dedim. Ona yeni çıkan Orpheu 4 dergisinden
söz ettim. Dergiye övgüler yağdırdı, hatta göklere çıkardı ki, cidden hayret
ettim buna. Şaşırdığımı ona söylemekten de çekinmedim, çünkü Orpheu'da yazanlann
sanatı, aslında topu topu üç beş okura hitap eden cinstendi. Belki bu
okurlardan biri de benimdir, dedi. Hem zaten o sanatın önünde yeni bir kapı
açmadığını da ekledi; ve sonra utana sıkıla, yapacak daha iyi bir şeyi, gidecek
bir yeri, görüşeceği dostlan olmadığı, okumaktan da fazla zevk almadığı için,
kaldığı pansiyonda, akşamlan yazı yazarak vakit geçirdiğini söyledi.
Yaşadığı iki odayı -ister istemez
bazı temel ihtiyaçlardan vazgeçmek pahasına- pek ahım şahım olmasa da, gene de
lüks döşemişti. Üzerine oturulan eşyalara -derin ve yumuşak koltuklar almıştı-,
perdelere ve halılara ayn bir düşkünlüğü vardı. Böylelikle "çektiği acıya
saygınlık katacak" bir iç mekan yarattığını söylüyordu. Modem tarzda
döşenmiş bir oda da olsa, sıkıntı insanın rahatını kaçınr, fiziksel bir acıya
dönüşürmüş.
O güne dek, mecburiyetleri olmamıştı.
Çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. Ne bir gruba katılmış, ne de okula
gitmişti anlaşılan.' Asla sürüye dahil olmamıştı. Onun başına, başkalannın da
(belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: Hayatındaki beklenmedik olaylar,
içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti - hiç
kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.
Devletin ya da toplumun dayattığı
zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. içgüdüsel ihtiyaçlannı bile
gönnezden gelmişti. Sevgi,li ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle
yakınlık duyamamıştı. Onun içdünyasına bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek
varlık oldum. Bununla birlikte -baştan beri ödünç bir kişiliğin; onun
kişiliğinin ardına gizlenerek yaşamış olmam bir yana, dostluğunun
samimiyetinden de şüphe duymama rağmen-, günün birinde, kitabını emanet etmek
üzere birine ihtiyaç duyacağını sezmiştim, nitekim böyle oldu. Ilk başta, onun
belli bir niyetle, kitabı yayımlansın diye bana yanaşmış olduğunu fark edince
biraz kmldım doğrusu; gene de bir psikoloğa yaraşan biricik kıstasın
penceresinden baktığımda, ilk baştaki umudunu boşa çıkarmadığımı ve hep onun
dostu olarak kaldığımı düşününce keyif alıyorum şimdi.
ilginçtir; tesadüfler de denk gelmiş
tam da derdine deva olabilecek, benim gibi bir insanı karşısına çıkarmıştı.
H.K.
29 Mart 1930
Gençlerin çoğunun Tanrı inancını
yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı'ya inandığı gibi, yani niye
olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu düşünmek yerine
hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu
gençlerin çoğu Tanrı'nın yerine İnsanlığı koydu. Ben ne olursa olsun ait olduğu
ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil,
aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu
nedenle Tanrı'yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama İnsanlık düşüncesini de
kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var
olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan
denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye
gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu
tapınılmayı. İnsanlık kültü, Özgürlük ve Eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların
tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş
hali gibi gelmiştir bana hep.
Tanrı'ya inanmadığımı biliyordum,
fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar
gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her
şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir,
çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.
Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere
(benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı,
dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu
bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın
bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye
koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin
gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, dünyaların cafcaflı
görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak,
kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir
Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.
Bilimin yalnızca temel ilkesini, yani
her şeyin, bağımsız olarak tepki veremeyeceğimiz katı yasaların hükmünde
olduğunu aklımızda tuttuk, ki tepki versek bile bu da ister istemez bu
yasaların çerçevesinde gerçekleşirdi ve bunun, varlıkların ilahi bir
yazgısının olduğunu söyleyen daha eski ilkeyle harfiyen uyuştuğunu fark ettik;
böylece çabalamaktan, didinmekten vazgeçtik, tıpkı çelimsizlerin atletlerle
aynı tempoda çalışmaktan vazgeçmesi gibi; ve hissedilenlerin yazıldığı kitaba
eğilerek ona, yaşanmış derin bilginin tedirginliğini kattık.
Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın,
duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı
aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık
duyguları, içlerinde bir sığınak aradık. Yalnızca estetiğin titiz seyircisi
olmakla yetinmeyip seyrettiklerimizin hallerini ve sonuçlarını ifade etmek için
çabaladık gerçi, ama kimselerin aklını çelmeye ya da iradesini etkilemeye
niyetlenmeden kaleme aldığımız yazılar ya da dizeler, alt tarafı yüksek sesle,
kendi kendimize okuduğumuz yazılar olarak görülebilir, amacımız okumanın
verdiği öznel zevki tam olarak nesnel hale getirebilmekti.
Her yapıt kusurlu olmaya mahkûmdur,
bunu çok iyi biliyoruz ve estetik açıdan, en az kendi yazdıklarımızı gönül
rahatlığıyla seyredebiliriz. Ne var ki her şey kusurludur ve en güzel
günbatımının daha güzeli, bize uykuyu getiren hafif yelin daha huzurlusu hep
vardır. Dolayısıyla, dağları ve heykelleri aynı dinginlikle seyredeceğiz; geçen
günlerin ve kitapların tadını çıkaracak, en önemlisi de her şeyi düşleyerek,
hepsini en mahrem özümüzün bir parçası haline getirmeye çalışacağız. Bir yandan
da tasvirler ve tahliller yapacağız; daha gerçekleştikleri anda bize
yabancılaşacaklar; böylece, sanki günbatımının bize bir armağanıymış gibi keyif
alabileceğiz onlardan.
Karamsarlar, meseleye bu gözle
bakmazlar, sözgelimi şu Vigny hayatı, vakit doldurmak için boş işlerle
uğraştığı bir hapishane gibi görürdü. Karamsar olmak olayları en kötü ve acıklı
tarafından almak demektir ve böyle bir tutum hem aşırı, hem rahatsız edicidir.
Elimizde, ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette.
Tek derdimiz kendimizi oyalamak, bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş
işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı
işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.
Hayatı bir han olarak tahayyül
ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada kalacakmışım. Araba beni nereye
götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında
beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim,
çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak
da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp
gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma
hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de
ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın
renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca
kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.
Gece çökecek, o posta arabası kapıya
dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgârın ve onun tadını
çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne
soruyor ne kurcalıyorum. Handaki anı defterine yazıp bıraktığım şeyleri günün
birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol boyu oyalanabilirse, ne âlâ.
Kimse okumazsa ya da zevk almazsa, o da kabulüm.
2
H.K.
Nefret ettiğim iki şey arasında seçim
yapmak zorundayım - ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı
dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da
şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş.
Sonuç olarak her ikisinden de nefret
ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme
geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum.
Ağır ilerleyen yaz akşamlarında,
Aşağı Şehir' in dinginliğini, özellikle de gündüzleri kıpır kıpır olan,
akşamları da bu nedenle sessizliğin iyice yoğun hissedildiği semtleri severim.
Rua do Arsenal, Rua do Alfândega, doğuya doğru uzayıp giden o hüzünlü sokaklar
ve dümdüz uzanan ıssız rıhtımlar - o uzun akşamlarda yalnızlık kokan bu
labirentler, hüzünleriyle içimi ferahlatır. O an, içinde bulunduğum çağdan daha
eski çağları yaşarım; büyük bir keyifle Cesario Verde'nin6 çağdaşı
olduğumu farz ederim, içimde onunkilere benzeyen yeni dizeler değil, o dizeleri
doğuran maya kıpırdanır. Karanlık bastırana kadar sokaklarda dolaşır, onlara
benzeyen bir hayat duygusunu peşim sıra sürüklerim. Gün boyunca, hiçbir anlamı
olmayan bir keşmekeşin pençesindedir sokaklar; gece olduğunda ise, yine
anlamsız bir ıssızlığın. Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. Limandaki
sokaklarla aramızda hiçbir fark yok; gerçi onlar sokak, ben bir insanım, fakat
bütün varlıkların aynı özden vücuda geldiğini düşününce, aramızdaki fark belki
de üzerinde durulmayacak kadar küçük. İnsanlarla nesnelerin soyut ve bu nedenle
ortak bir yazgısı var - sırların cebri içinde anlamsız bir tanım daha.
Ama başka bir şey daha var... Bu
ağır, bu boş saatlerde, ruhumun derinliğinden zihnime doğru her varlığa vergi
bir hüzün, her şeye sinmiş olan ıstırap yükselir ve bir de tamamen bana ait
olan, ama aynı zamanda da dışarıdan gelen, değiştirmeye gücümün yetmediği bir
duygu. Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma;
gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçekliğe ne kadar benzediğini
bana anlatmaktır dertleri; çünkü onları da reddetmekteyimdir, çünkü onlar
ansızın dışarıdaki dünyadan fırlayıvermiştir, sokağın öbür başından birden
çıkıveren tren gibi ya da gece vakti kim bilir ne anlatan, ansızın patlayıver-
miş bir fıskiye, bir Arap yalellisini hatırlatan, biten günün tekdüzeliğinden
koparak yükselen çığırtkanın sesi gibi. 7
Müstakbel çiftler geçiyor, ikişer
ikişer küçük terzi kızlar geçiyor, haz peşinde koşan gençler geçiyor; her
şeyden emekli olmuşlar uzadıkça uzayan kaldırımlarda sigara içiyor, dükkân
sahibi denen bir yere demir atmış o serseriler de kapı önlerinde avarelik
ediyor. Ağırı, irisi, cılızıyla acemi erler kâh gürültücü, kâh gürültücüden de
beter gruplar halinde uyurgeziyor. Ara sıra normal bir insan teşrif ediyor. Bu
saatte, bu semtte pek otomobil görünmüyor; olanlar müzikli. Kalbimde sıkıntılı
bir huzur var ve dinginliğim tamamen kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.
Bütün bunlar gelip geçiyor ve hiçbiri
bana hiçbir şey ifade etmiyor, hepsi yazgıma yabancı - hatta kendi yazgılarına
bile yabancı: bilinçdışına ait şeylerden, insanın başına tuğla düşünce rasgele
salladığı küfürlerden, bilinmeyen seslerin uzaklardaki yankılarından oluşan bir
karışım - kolektif varoluş salatası.
4
H.K.
.. .ve kurduğum bütün o hayallerin
doruklarından bakıyorum da, Lizbon kentinde bir yardımcı muhasebeciymişim.
Ama bu çelişki beni ezmiyor -
özgürleştiriyor; hatta bana can veren bunun içindeki ironi. Karşısında
alçalacağım bir şey varsa, o da kendi açtığım bayraktır; kendi yüzüme karşı
attığım kahkaha duyunca selam durduğum boru sesi, kendimi doğurduğum şafağın
yaratıcısıdır.
Hiçbir şey olmaksızın yücelmek,
geceleri kazandığım ne muhteşem bir zafer bu’. Bilinmeyen bir güzelliğin
görkemi, nasıl da karanlık bir görkemdir... Birden, İsa'nın özünün, taşlarda ve
dünyadan el etek çekip sığındığı mağarada bulunduğunu bilen çöldeki rahibin,
yalnızlığıyla baş başa kalmış keşişin gönlündeki yüceliğe eriyorum.
Ve bu saçma, içler acısı odada
masamın başına oturmuş - ben, sıradan büro çalışanı, belki de ruhumu selamete
erdirecek birtakım sözcükler yazıyorum. Kendimi yüksek, uzak dağlardaki
imkânsız bir günbatımının yaldızına boyuyorum, kendi heykelimin [...] ve kutsal
parmağımda taşıdığım reddediş yüzüğünün yaldızına; başımı döndüren kendimi
beğenmişliğimi simgeleyen, hiç çıkarmadığım bir mücevherdir o yüzük.
H.K.
İki koca sayfayı kaplayan upuzun bir
liste karşımda duruyor; yorgun gözlerle eski yazı masasına eğilmiş, sayfalara,
gözlerimden daha bitkin olan ruhumu bırakıyorum. Hepsi boş bunların. Boşluğun
ötesinde, mağazanın düzenli tezgâhları, bir o kadar tertipli tezgâhtarları,
insanoğlunun düzeni ve sıradanlığın huzuru Rua dos Douradores'e8
kadar sıra sıra dizilmiş. Farklı bir dünyanın gürültüsü cama vuruyor, fakat
farklı gürültü de bayağı; tıpkı tezgâhların yanı başında dikilen huzur gibi.
Tazelenmiş gözlerimi ak sayfalara
indiriyorum; özenle yazdığım rakamlar işlerin sonucunu kaydetmiş bile. Ve
kendime sakladığım bir gülümsemeyle, beyaz boşluklarla, cetvelle çizilmiş
çizgilerle, süslü yazılarla, rakamlarla, kumaş markalarıyla doldurulmuş bu
sayfaları barındıran hayattan, bir yandan da her çağda büyük denizcilerin,
büyük azizlerin ve şairlerin de gelip geçtiğini düşünüyorum; dünyaya değer
kazandıran her şeyin dışına sürülmüş bu büyük kalabalığı, tek bir satırla olsun
anan yok.
Üzeri rasgele bir kumaşla kaplanmış
bu sicil defterinde, önümde Hindistan'ın ve Semerkant'ın kapıları açılıyor ve
aslında hiçbir ülkeye ait olmayan İran şiiri, üçüncü dizesi uyaksız
rubaileriyle, sıkıntıma uzaktan destek oluyor. Ben ise, hiç hatasız yazıyor,
topluyorum; ve bu dünyada yaşayan bir büro çalışanının uysal elinden çıkan
yazılar, satır satır diziliyor.
(Soluçao
Editora dergisinde
yayımlanmıştır;
sayı 4, yıl 1929)
Hayattan çok az şey istedim - ama o,
o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek bir
lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne
kimseye muhtaç olayım ne el âlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi
benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya
üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.
Huzurlu odamda, kederler içinde
yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızım.
Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin
özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı
içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi
binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.
Böyle anlarda, onunla aynı hamurdan
olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum, çünkü daha
büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç, bir tür dua, hatta bir çığlık
hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan, zihnimden geliyor.. . Kendimi Rua
dos Douradores'te, dördüncü kattaki dairemde, uykudan ağırlaşmış ben'i izlerken
görüyorum; önümde duran yarı dolu kâğıttaki güzellikten yoksun, boş varlığıma,
ucuz sigaraya - eskimiş sümenin üzerinde uzun uzadıya anlattığım bütün bu
şeylere bakıyorum. Yukarıda, dördüncü katın tepesinden, yaşamı sorgulayan
ben’. Başkalarının ruhlarının ne hissettiğini açıklayan beni Dâhiler ve ünlüler
gibi nesirler yazan ben’ Buradaki benim, ne eksik, ne fazla’..
Bugün, sık sık yaptığım gibi düş
kurdum, hayatımın tinsel tarafı büyük oranda bu amaçsız ve değersiz düşlerden
oluşur. Rua dos Douradores'ten, patronum Vasques' ten, muhasebeci Moreira'dan,
jilet gibi takımlar giyen şirket çalışanlarından, ayak işlerine bakan
çocuktan, üniformalı uşaktan ve kediden bir daha geri dönmemek üzere
ayrıldığımı tahayyül ettim. Adeta zincirlerimi kırmıştım, sanki bütün güney
denizleri keşfedilmek üzere büyülü adalarını sermişti önüme. Bundan böyle gönül
rahatlığıyla kendimi sanata verebilir, varlığımı zihinsel açıdan tamama
erdirebilirdim.
Ama birden, hatta daha düşüncelerimde
yüzerken -kısacık öğle tatilinde, bir kafede oluyordu bu-, bir rahatsızlık
duygusu düşüme saldırıverdi: Acı çekerdim, diye düşündüm. Evet, fazla söze gerek
yok: Acı çekerdim. Patron Vasques, muhasebeci Moreira, veznedar Borges,
çevremdeki tüm o namuslu insanlar, mektupları postaya götüren neşe küpü çocuk,
maharetli ortacı ve o dünya tatlısı kedi - hepsi hayatımın bir parçası haline
gelmiş meğer; onlardan ayrılacak olsam gözyaşlarıma hâkim olamaz, o küçük
dünyanın, gözüme ne kadar kötü görünmüş olursa olsun, benim de bir parçam
olduğunu, bu parçanın da hep onlarla kalacağını düşünürmüşüm; kendimi onlardan
koparmanın, yarı ölmekten, ölümün yüzünü görmekten farksız olduğunu anlarmışım.
Hem zaten, diyelim ki yarın onlardan
ayrılıp Rua dos Douradores'in üniformasını sırtımdan attım; başka neye
tutunurum (çünkü bir şeylere tutunacağım kesin), hangi üniformayı giyerim
(çünkü mutlaka bir başka üniforma giyeceğim)?
Kimi görünür, kimi görünmez ama,
hepimizin bir patron Vasques'i vardır. Benimkinin adı sahiden de Vasques;
sağlıklı, hoş, kimi zaman kabalaşsa da art niyet düşünmeyen, çıkarını bilen
ama sonuçta dürüst, insanoğlunun yetiştirdiği, sağcısıyla, solcusuyla nice
büyük dehalarda ve harika çocuklarda bulunmayan adalet duygusuna sahip bir
adam. Zenginliğe, başarıya doymayan, ölümsüzlük peşinde koşan, kendini beğenmiş
Vasques'ler de olabilir... Ben ise, bizim nispeten insancıl, zor zamanlarda
dert dinlemesini bilen Vasques'i, dünyadaki bütün soyut patronlara yeğlerim.
Devlete iş yaparak küpünü doldurmuş
bir şirkette çalışan bir arkadaşım, kazandığım parayı beğenmeyerek geçen gün
şöyle dedi bana: "Sömürülüyorsunuz, dostum." Bunun üzerine düşündüm
de, sahiden de öyle; ne var ki, madem hayatta sömürülmekten kaçmanın yolu yok,
kendini beğenmişlerin, şöhret budalalarının, üzüntünün ya da imkânsızlığın
peşinden koşanların yerine, kumaş tüccarı Vasques'e kendimi sömürtsem daha iyi
değil mi, diye de sormadan edemiyorum kendime.
Bizzat Tanrı'nın sömürdükleri de var
ki, bunlar bu dünyanın uçsuz bucaksız boşluğuna yuvarlanmış peygamberler ve
azizlerdir.
Başkaları yuvalarına nasıl sığınırsa,
ben de Rua dos Douradores'teki o büyük büroya öyle sığınıyorum. Hayat
karşısında bir sipere çekilircesine, masamın ardına siniyorum. Benim olmadığı
halde sahibi olduğum, içine kayıtlar düştüğüm o ticari defterlere duyduğum
sevgiden gözlerim yaşarıyor neredeyse, mürekkep hokkasını ve biraz ötemde
bordroları hazırlayan Sergio'nun sırtını seviyorum. Belki sevecek başka bir şey
bulamadığımdan böyle oluyor, ama belki de insan sevgisine değer hiçbir şey
olmadığından; duygusallığa kapılıp sevgimizi birine vakfetmeye niye- tlendiysek
- yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası
yeğdir.
H.K.
Patronum Vasques. Nedendir bilinmez,
patronum Vasques'in karşısında, sık sık nutkum tutuluyor. Bu adam benim için,
hayatımın gündüz saatlerine hükmeden, rasgele bir ayak bağından başka ne ki?
Bana kibar davranıyor, nedense birdenbire kabalaşıp herkese kök söktürdüğü
anların dışında yumuşak bir sesle konuşuyor. İyi, güzel de niye bir türlü
aklımdan çıkmıyor? Bir simge mi bu adam? Akıl mı, sağduyu mu? Ne?
Patron Vasques. Daha şimdiden gelecek
zamanda, o gün duyacağımı bildiğim üzüntüyle hatırlıyorum onu. Ben, herhangi
bir yerin yakınlarındaki küçük bir evde, bugün yaratmadığım eseri o gün de
yaratmayarak, yaratmamayı sürdürebilmek için de bugünkülere benzemeyen
gerekçeler bulmaya çalışarak huzur içinde yaşıyor olacağım. Ya da berduşların
kapatıldığı bir yerde, dibe vurmanın hazzıyla yuvarlanıp gidiyor olacağım,
kendilerini vaktiyle deha sanmış, oysa düş gücünden yoksun birer dilenci
olmaktan öteye gidememiş döküntülerin arasına karışacak, hayatta ne başarıya
ulaşabilmiş, ne de her şeyi elinin tersiyle itmeyi becerip öbür türlü başarı
kazanabilmiş o isimsiz kalabalıkta eriyeceğim. Nerede olursam olayım, patron
Vasques'i ve Rua dos Douradores'i büyük özlemlerle anacağım ve günlük hayatın
tekdüzeliğini, yaşanmamış aşkların ya da kazanmamaya yazgılı olduğum zaferlerin
anısı gibi yaşayacağım.
Patron Vasques. Bugün gelecekten
bakarak görüyorum onu, hiç değişmemiş -mta boylu, tıknaz, kaba ama ölçülü,
şefkatli, dobra ya da kurnaz, sert ve tatlı dilli olabilen biri-, o bir şef,
sadece parası olduğundan değil; ağır hareket eden, renkli küçük kaslara
benzeyen şişkin damarlı kıllı elleriyle de şef, kalın ama yağlı olmayan
boynuyla, koyu ama hep sinekkaydı tıraşlı sakallarıyla, altından görünen
kırmızı, sıkı etli yanaklarıyla da şef. Görüyorum onu, dinlenirken bile enerji
saçan hareketlerini, dış dünyaya ait şeyleri sakız gibi çiğneyip duran
gözlerini görüyorum, onu sinirlendirdiğim anın şokunu tekrar yaşıyorum ve
gülümsediğini görünce içim ısınıyor - geniş, insanca bir gülümseme bu, bir
kalabalıktan yükselen candan alkışlara benziyor.
Bu sıradan, hatta kaba saba insan,
belki de etrafımda onun kadar renkli başka kimse olmadığı için meşgul ediyor
zihnimi, bana kendimi unutturuyor. Öyle sanıyorum ki bu bir işaret. Öyle
sanıyorum -ya da sanıyor gibiyim ki- bir yerlerde, uzak bir hayatta, bu adamın
benim için daha önemli bir rolü olmuş.
H.K.
Ah, evet, anladım! Patron Vasques
Hayat'ın ta kendisi! Bize hükmeden ve hakkında neredeyse hiçbir şey
bilmediğimiz, tekdüze ve gerekli Hayat'ın. Bu sıradan adam, Hayat'ın
sıradanlığını temsil ediyor. O, benim için her şey ve dışımda, çünkü Hayat da
benim için her şey ve dışımda.
Rua dos Douradores'teki bürom gözümde
Hayat'ı temsil ediyorsa, yine Rua dos Douradores'te, ikinci kattaki [7] evim de
Sanat'ı simgeliyor. Evet, Hayat'la aynı sokakta ama bir başka yerde ikamet
eden, hayatın yükünü hafifleten, buna karşılık yaşamanın yükünü hafifletmeyen
ve hayat kadar tekdüze olan, tek farkı başka bir yerde oturmak olan Sanat'ı.
Evet, benim gözümde var olan her şeyin anlamı, bütün muammaların çözümü Rua
dos Douradores'tedir - bir tek muammaların varlığını hariç tutalım, çünkü
çözümsüz bir şey varsa, o da muammanın kendisidir.
H.K.
Ben böyleyim işte, işe yaramaz ve
duyarlıyım, ister iyi olsun ister kötü, soylusundan ya da bayağısından bütün
coşkulara olanca varlığımla kaptırabilirim kendimi - ne var ki asla kalıcı bir
duygu, asla ruhun özüne nüfuz eden, kalıcı bir heyecan duyamam. Bende ne varsa,
bir başka şeyi izleyerek varlık kazanır; ruh kendine karşı, yaramaz bir çocukla
uğraşırcasına sabırsız; giderek büyüyen ve hep aynı kalan bir sıkıntı var. Her
şey ilgimi çeker, ama hiçbir şey beni avucunda tutamaz. Durmaksızın düş
kurarak, yapılmadık iş bırakmam; karşımda konuşan kişinin yüzündeki mimikleri
en ince ayrıntısına kadar yakalarım, cümlelerindeki milimetrik sapmaları fark
ederim; ne var ki, duyduğum halde aslında onu dinlemez, bambaşka şeyler
düşünürüm ve aramızda geçen konuşmadan en az anımsadığım, o sırada sarf edilen
sözler olur - hem onunkiler, hem benimkiler. İşte bu yüzden, bir ettiğim lafı
bir daha eder, cevabını aldığım soruyu tekrar sorarım sık sık; buna karşılık,
sonradan aklımdan uçup giden bir şeyi söylediği sırada karşım- dakinin yüz
hatlarının gerilişini ya da daha önce anlattığımı unuttuğum bir hikâyeyi anlatırken,
beni yalnızca gözleriyle dinleyişini, fotoğrafını çekmiş gibi, üç dört sözcükle
tarif edebilirim. İki kişiyim ben - ikisi de ortalarındaki mesafeyi koruyor,
aralarında hiçbir bağ olmayan Siyam ikizleri bunlar.
H.K.
Asla gerçekleşmiyoruz.
Karşı karşıya duran iki
uçurumuz biz - Cennet'i hayranlıkla izleyen bir kuyu.
H.K.
Yaşamöyküsü yazılabilenlere ya da
oturup kendi yazabilenlere gıpta ediyorum, aslında gıpta mı ediyorum,
bilmeksizin. Ben bu dağınık, ilintisiz duygularla (zaten başka türlüsünü de
istemiyorum) olaysız yaşamöykümü, hayatsız hikâyemi anlatıyorum. Bunlar benim
İtiraflar' ım; ve bu itiraflarda hiçbir şey söylemiyorsam bu, söyleyecek bir
şeyim olmadığındandır.
İnsan, ilginç ya da yararlı ne
anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da
yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda
da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin
ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü
hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı
tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey var
olduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez
akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflar da benim
fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi
yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda,
kâğıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengârenk bir yumak gibi
kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da
elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey,
başparmağın altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum
ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum.
Yaşamak, başkalarının niyetleriyle
örgü örmektir. Bununla birlikte, ömür süresince zihnimiz özgürdür ve bütün
beyaz atlı prensler, ucu kancalı fildişi tığla iki ilmek atımı süresince, kendi
büyülü bahçelerinde gezinebilir. Varlıklarla yapılan tığ işi...
Aralıklar... Hiçbir şey..
Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne
anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın
sapına kadar bilincinde olduğumu.. Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin
zekâmı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı
yavrusu gibi kollarında sallayan düşünce gücümü. Tığ işi, evet..
Kaderden ve düşüncelerden örülü
kitabımı yavaş yavaş bir şekle sokmak için art arda dizdiğim bu kelimeler,
içler acısı halime hiç kâr etmiyor. Kurduğum bütün cümlelerin derinliklerinde,
suyu içilmiş bardağın dibinde erimeden kalan bir toz gibi, bir hiç olarak
varlığımı sürdürüyorum. Muhasebe hesaplarımı nasıl kaydediyorsam, edebiyatımı
da öyle, titizlik ve kayıtsızlıkla yazıya geçiriyorum. Yıldızlı, engin
gökyüzünün ve sayısız ruhun gizemi karşısında, bilinmez bir uçurumdan dokunmuş
gecenin karşısında, hiçbir şeyi anlayamayan ruhumdaki kaosun karşısında - bütün
bunların karşısında yardımcı muhasebeci olarak yazdıklarım da, ruhumun kâğıdına
döktüklerim de şu sefil Rua dos Douradores'in içinde dönüp duruyor, evrenin
zengin uzamlarıyla ilişkileri pek zayıf.
Gördüklerimin hepsi düşten ve göz
aldanmasından ibaret; düşün içinde muhasebe kayıtlarının ya da doğru dürüst
metinlerin olmasının pek bir önemi yok. Çalıştığım büronun giriş kapısı yerine,
prensesler hayal etmenin nesi daha anlamlı? Bildiğimiz her şeyin ucu sahip
olduğumuz duygulardan birine, bizi biz yapan şeyler ise kendi varlığımıza
yabancı bir duyuma çıkar - buysa, bizim hem oyuncusu, hem etkin izleyicisi,
hatta belediye meclisinin özel izniyle tanrıları olduğumuz bir melodramdır.
Asla gerçekleştirmeyeceğimiz eserin
kötü olacağını biliriz. Gerçekleştirmeyi hiçbir zaman istemeyeceğimiz eser
ondan da kötü olurdu. Gerçekleştirdiğimiz eser ise, en azından var olmakla
ödüllendirilmiştir. Pek bir değeri yoktur, ama varlığını sürdürür, tıpkı sakat
komşumun biricik saksısında büyüyen cılız bitki gibi. Bu bitki onun neşe kaynağı,
bazen benim bile içimi açıyor. Kötü olduğunu bile bile yazdıklarım da üzgünleri
ya da talihsizleri karınca kararınca, biraz olsun oyalayabilir, daha kötü
şeyler yapmalarına engel olabilir. Beni tatmin etse de etmese de bu hep
yararlı bir şeydir, bütün bir hayat için de aynı şey söylenebilir.
Daha fazla sıkıntı doğurmaktan başka
derdi olmayan bir sıkıntı; bugün çektiğiniz acının acısını yarın çekeceğinizi
şimdiden size muştulayan acı - ne büyük bir açmaz bu, hem yararsız, hem bir o
kadar sahte, ne büyük bir açmaz..
... perişanlığımdan yapılma uzun
kaputuna sıkıca sarınmış, garda bir bankta kıvrılmış uyuyor kendimi
beğenmişliğim..
..... düşlenmiş imgeler dünyasından,
eşit paylar alarak doğmuş bilgeliğim ve hayatım..
İçinde yaşadığım anın kaygısı vız
geliyor, uzun da sürmüyor. Zamanın enginliğine açım ben; ve koşulsuz olarak
ben olmak istiyorum.
Doğuştan bana ait olan içimdeki
toprağı, adım adım fethettim. İçinde bir hiç olarak kaldığım bataklığı, azar
azar ele geçirdim. Sonsuz varlığımı doğurdum, ama kendimi kendimden forsepsle
koparmak zorunda kaldım.
3. Fernando
Pessoa’nın Bernardo Soares’i takdimidir.
4. Pessoa’nın
191S’te kurduğu, yalnızca iki sayı çıkan, kısa ömrüne rağmen büyük önem taşıyan
dergi.
5. Bu bilgi Pessoa
açısından doğru değil: Pessoa on altı yaşında Durban’da bir İngiliz okuluna
gidiyordu ve hatta okul birincisiydi. Daha sonra, Durban Üniversitesi’ne,
ardından Lizbon Üniversitesi’ne devam etti.
6. On dokuzuncu
yüzyıl sonunda yaşamış, Lizbon’un sözcüsü olmuş gerçekçi ve Parnasçı şair.
7. Bu metnin ilk
iki paragrafı, 1929 Şubatı’nda, So/uçöo Editora dergisinin 2. sayısında
yayımlandı.
8. Varakçılar
Sokağı; Lizbon’da, Aşağı Şehir’de, Tejo Nehri kıyısında uzanan dar tüccarlar
sokağı. Bernardo Soares orada çalışıyor ve yaşıyor.
H.K.
Cascais9 ile Lizbon arasında
hayaller. Patronum Vasques'in Estoril'deki mağazasının bir vergisini ödemek
için Cascais'e gittim. Daha yola koyulmadan, yolculuğun tadını çıkarmaya
başlamıştım bile, bir saatte gidecek, bir saatte gelecek ve büyük nehrin
sürekli yenilenen manzaralarıyla okyanusa döküldüğü yeri seyredecektim. Sonuç
olarak gidiş yolunda, doya doya seyredeceğim diye sevindiğim deniz
manzaralarına görmeyen gözlerle bakarak soyut düşüncelere daldım, dönüşte de
edindiğim izlenimleri kafamın içine dizmekle uğraştım. Bu yolculuğun en küçük
bir ayrıntısını, gözle görülen gerçekliğinin en küçük bir parçasını bile tarif
edebilmekten âcizim. Unutkanlığım ve her şeye ters gitme huyum yüzünden
yolculuktan kazancım şu birkaç satırdan ibaret kaldı. Aksi olsa daha mı iyi
olurdu, daha mı kötü, hatta olacak olan neydi, bilemiyorum.
Tren yavaşlayıp Cais do Sodre Garı'na
giriyor. Hiçbir sonuca ulaşamadan Lizbon'a vardım.
Belki de bir gayret gösterip şu
biricik, benzersiz işe girişmenin zamanı gelmiştir: hayatımı gözden geçirmek.
Uçsuz bucaksız bir çölün tam göbeğindeymişim. Edebi bir dille bir vakitler ne
olduğumu, bu noktaya nasıl geldiğimi açıklamaya çalışıyormuşum.
Büyük bir dinginlik içinde, ebediyen
Rua dos Douradores'e, bu yazıhaneye, bu iklime, şu insanlara mahkûm olmuş hayatımı
gözden geçiriyorum, ruhumda bir tebessüm suretinden başka bir şey yok. Karnım
doyuyor, başımı sokacak bir yerim, hayal kurmak, yazmak, uyumak için biraz
vaktim var - Tanrılardan daha başka ne isteyebilir, Yazgı' dan ne
bekleyebilirim?
Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim
oldu - ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya
hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek
gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup
olmamasıdır.
Düşlerimde ben de çıraklar, terzi
kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım, elimin kalem tutması. Evet, onlardan bir
edimle, bütünüyle bana ait bir gerçeklikle ayrılıyorum. Ruhumda ise onlara
benziyorum.
Uzaklarda, Güney' e doğru adalar ve
büyük, kozmopolit tutkular olduğunu çok iyi biliyorum [...]
Dünya avucumda olsaydı, gözümü
kırpmadan bir Rua dos Douradores biletine değişirdim onu.
Belki de sonsuza kadar muhasebeci
olarak kalmak benim kaderimdir; şiir ve edebiyat ise alnıma konmuş bir
kelebektir belki; parlak güzelliğiyle gülünecek halimi iyice ortaya çıkaran bir
kelebek.
Moreira'yı özlemle anacağım ama göğe
yükselmenin karşısında özlemlerin lafı mı olur?
Vasques ve Şürekâsı şirketinde
muhasebe şefliğine yükseltileceğim günün, yaşamımın sayılı günlerinden biri
olacağını çok iyi biliyorum. Bunu acı, ironik bir öngörü söylüyor bana, aynı
zamanda bu kesin bir gerçeklik olduğu için, zihinsel yönden de avantajlıyım.
22 Mart 1929
Kumsalın, deniz kıyısında, ormanlar
ve çayırlar boyunca çizdiği eğriye dipsiz derinlikten gelip vuran dalgadan
yakıcı bir arzunun kararsızlığı yükseliyordu. Göz, buğdaylarla [7]'leri
birbirinden ayıramıyor, arazi servilerin arasından uzayıp gidiyordu.
Bir başına kalmış ya da ses uyumuna,
iç titreşimlere ve daha benzeştikleri anda farklılaşan anlamlarına göre bir
araya gelmiş sözcüklerin saygınlığı; başka deyimlerin anlamlarına sızmış
deyimlerin şatafatı, izlerin muzipliği, ormanların iyimserliği - ve sonra,
kaçamaklar yaptığım çocukluk bahçelerinde, havuzlardan yayılan huzur... İşte bu
şekilde, saçma bir cüretten yapılmış surların ardında, dizi dizi ağaçların ve
solup giden şeylerin ürpertilerinin arasında, benim yerimde bir başkası olsa,
üzgün dudakların daha yüksek mahkemelerde reddedilmiş bir itirafı
mırıldandığını duyabilirdi. Son Şövalyelerin Şatosu, bilinmez bir avludaki
mızrak şakırtılarının arasında, bir daha asla huzur yüzü görmeyecekti, üstelik
şövalyeler duvarın tepesinden görünen yoldan bir gün geri dönse bile, yolun bu
tarafında ise akşamları Mağrip masallarıyla ölmüş çocuğu avutan, onu hayatla,
mucizelerle coşturan kadının anısı kalacaktı.
Yitip gitmiş son şövalyeler
kafilesinin sesleri, gelecek zamanların bir anısı gibi uzun uzun
yankılanıyordu, otların arasındaki saban izlerini takip eden kuş gibi hafif
adımları, kıpır kıpır yeşillikleri aralamıyordu bile. İlerde bir gün gelecek
olanlar daha şimdiden yaşlıydı; sadece hiç gelmeyecek olanlar gençti. Yolun
kenarına davullar dizilmişti, trompetler ise, herhangi bir şeyi bırakmaya hâlâ
güçleri olsa, onları bir kenara bırakacak olan bitkin ellerden cansızca
sarkıyordu.
Ne var ki, büyülü [geçit alayı]nın
yürüdüğü toprakta, sönmüş seslerin yeniden yüksek perdeden yankılandığı
işitilmiş ve köpekler gözle görülebilen yollarda ayaklarını sürümüştü. Her
şeyde bir cenaze töreninin saçmalığı vardı ve başkalarının düşlerindeki
prensesler hiçbir dehlizde kaybolmaksızın, hiç durmadan geçiyor, tekrar
geçiyordu.
Ömrüm boyunca, hayatımı ezen
koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka
koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz
örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki,
beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin,
beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini fark ediyorum. İpi boynumdan
dikkatle çıkarıyorum, ama bu kez de kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak
kalıyor.
24Mart 1929
İster var olsunlar ister var
olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz.
Aynalarda gördüğüm suretim, hep
ruhumun kollarına sığınırdı. Düşüncelerimde bile olduğum gibi var olabilirdim
ancak: zayıf ve beli bükük biri.
Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun
eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini
anımsatıyor.
Beni sevmek, bana acımak demek.
Gelecek zamanın sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir yazacak,
ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığım' da hüküm sürmeye başlayacağım.
Tanrı; biz varız ve her şey bundan
ibaret değil, demek.
H.K.
Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek,
hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer
sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata
ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak. Tanrısallık,
saçmalık demektir.
Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek
teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak -edimlerimizi,
onları mahkûm eden kuramlarla doğrula- sak-, hayatta kendimize bir yol çizsek,
sonra da o yolun tam tersine gitsek. Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız,
olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de
istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak.
Okumamak için kitaplar alsak;
konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak;
yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak,
sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.
Bugün, kimi zaman kabına sığmayan o
çok bildik iç sıkıntısının beni nasıl boğduğunu bedenimle bile algılarken -
asmakatı sayesinde varlığımı sürdürebildiğim o lokantada ya da basit aşevinde
pek bir şey yiyemedim, her zamankinden de az içtim. Tam çıkarken, garson
şişenin yarısının hâlâ dolu olduğunu fark etti ve dönüp dedi ki: "Görüşmek
üzere Bay Soares; geçmiş olsun."
Bu basit cümle kulağımda bir boru sesi
gibi çınladı: Ruhum, rüzgâr değer değmez gökyüzündeki bulutların hemen
dağılması gibi, anında aydınlanıverdi. O zamana kadar açık seçik göremediğim
bir şeyin farkına vardım: Kahvelerdeki ya da lokantalardaki garsonlarda,
berberlerde ya da sokak başlarında dikilen, ayak işleri yapan çocuklarda içten
gelen, doğal bir sevecenlik var, deyim yerindeyse daha büyük bir samimiyetle
yaklaştığım insanlarda buna rastladığımı söyleyemem doğrusu.
Kardeşliğin böyle incelikleri var
işte.
Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de
yönetilen o dünyanın ta kendisidir. Servetini İsviçre'de ya da İngiltere'de
saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında
nitelik bakımından hiçbir fark yoktur; fark nicelikten kaynaklanır yalnızca.
Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazarı
William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün
alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki
şarap şişesinin yarısını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest
yapan garson.
İflah olmaz, renkli bir gravür bu.
Gözlerimi dikmiş bakıyorum, görüp görmediğimi pek bilemeden. Camın ardında
başka taşbasmaları var, bir de bu. Girişte, merdivenin altındaki boşluğa
yerleştirilmiş camekânın ortasında azametle duruyor.
Genç kız, baharı göğsünün üzerine
bastırmış, hüzünlü gözleriyle gözlerimin içine bakıyor. Kâğıdın bütün
parlaklığı gülümsemesine yansımış, yanakları da en güzel kırmızıya boyanmış.
Arkasındaki gökyüzü pamuk mavisi. Küçük sayılabilecek ağzı iyi çizilmiş.
Kartpostallık tasvirinin üzerinden, gözlerini gözlerime derin bir acıyla
dikmiş, öylece duruyor. Çiçekleri tutan kolu bana birinin kolunu anımsatıyor.
Entarisinin ya da bluzunun yakası epey açık, işlemeli. Gözlerinde sahici bir
hüzün var: Gravür gerçeğinin derinliğinden, dürüstçe gözlerimin içine bakıyor.
İlkbaharla birlikte gelmiş bu kız. îri, hüzünlü gözleri var, ama beni çarpan bu
değil. Camekânın önünden ayrılırken ayaklarıma zor laf geçiriyorum. Yolun
karşısına geçiyorum, cılız bir isyanla geri dönüyorum. Bahar kucağında hâlâ ve
gözlerinde, benim hayatta sahip olamadığım her şeyin hüznü okunuyor. Gravür
uzaktan daha renkli görünüyor. Saçları tepeden, koyuca pembe bir kurdeleyle
sıkıca bağlanmış, bunu fark etmemiştim. Basit bir gravürde bile olsa,
insanoğlunun gözlerinde korkunç bir şey var: görmezden gelinemeyecek bir
bilinç, o bedende bir ruh olduğunu kanıtlayan gizli bir haykırış. Her yerimi
kan terlere batıran uykudan güçbela uyanıp sisli karanlıkların ıslak kalıntılarını
köpek gibi silkinerek üzerimden atıyorum. Ve uzaktan seyrettiğimiz bu metafizik
taşbasmasının, bütün bir ömrün hüzünlü gözleri, alelade bir şeye veda
edercesine inancımı yitirdiğimi görmezden gelerek, sanki Tanrı hakkında bir
bildiğim varmış gibi sabit bakışlarla süzüyor beni. Altında bir takvim olan
gravür, alttan ve üstten yassı, dışa doğru kıvrılan, gelişigüzel siyaha
boyanmış iki silmeyle sınırlandırılmış. Bu kesin alt ile üst arasında,
kaçınılmaz 1 Ocak'ı saklayan, modası geçmiş motiflerle süslenmiş 1929'un
üzerinden, hüzünlü gözler muzipçe gülümsüyor bana.
Bu yüzü başka bir yerden tanıyorum
ben, hem de tuhaf bir yerden: Bizim yazıhanede bir köşede, bunun tıpatıp
aynısı, gözümün aşina olduğu bir takvim var. Ne var ki belki gravür sanatından,
belki benim bakışlarımdan kaynaklanan bir esrarla, bizim bürodaki kardeş takvim
hüzünlü gözlerden yoksun kalmış. O, solak Alves'in tepesinde silik varlığıyla
uyuyan, parlak kâğıttan bir gravürden başka bir şey değil.
Keşke gülüp geçebilsem bütün bunlara,
ama içimde derin bir rahatsızlık esiyor. Yüreğimde, beni gafil avlamış bir
hastalığın soğukluğunu hissediyorum. Bu saçmalığa baş kaldıramayacak kadar
güçsüzüm. İstemeden hangi pencereye, Tanrının hangi sırrına yaklaştım acaba?
Bir merdiven altında duran bu camekân nereye bakıyor olabilir? Gravürde
gözlerimin içine bakan gözler kimindir? Titremem geliyor. İşyerinde gözüm hep
gerçek gravürün olduğu uzak köşeye kayıyor artık. Ona bakmadan edemez oldum.
H.K.
Her heyecana bir kişilik,
ruhun her haline bir ruh kazandırmak.
Dönemeçte belirdiler; bir sürü genç
kızdılar. Şarkı söylüyorlardı yürürken; sesleri de çok neşeliydi. Kim
olduklarını bilmiyordum. Onları, özel bir şey hissetmeden, uzaktan uzun süre
dinledim. Yüreğim burkuldu.
Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri
mi? Belki doğrudan onlar değildi - ama kim bilir? Belki de yalnız kendimdim
acıdığım.
Tl
[Buradaki metin, konuları bir sonuca
bağladığı ve bunun huzuru yansıttığı için kitabın sonunda yer alan 482 no.ya
aktarıldı.]
H.K.
Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu,
ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne
olursa olsun, yeter ki düşünmekten bizi alıkoysun.
29
H.K.
25 Aralık 1929
Çatılara vuran son yağmur damlaları
hız kesip de, parke taşlarına gökyüzünün ağır maviliğini yansıtmaya
başladığında, araba sesleri daha güçlü, daha neşeli yeni bir şarkı tutturdu,
pencerelerin de Üzerlerine yağan güneşe karşı açıldığı duyuldu. O sırada, dar
sokağın en yakın köşesinde ilk piyangocunun aşina sesi çınladı ve karşı
dükkânda kasalara çakılmakta olan çivilerin sesi berrak havada yankılandı.
Aslında resmî tatil olmasına rağmen
kimsenin buna aldırış etmediği, iki arada bir derede bir gündü. Çalışma ve
dinlence yan yanaydı, benim de yapacak hiçbir işim yoktu. Erken kalkmıştım,
aylaklık ederek var olmaya hazırlanıyordum. Odamda bir aşağı, bir yukarı
yürüyor, yüksek sesle birbirinden kopuk, kopuk olduğu kadar da olmayacak şeyler
düşlüyordum - bir türlü başlayamadığım işler, tesadüfen gerçekleşmiş imkânsız
tutkular, vaktiyle yapılsaydı uzun ve doyurucu olacak sohbetler. Ne huzurdan ne
yücelikten nasiplenmiş bu dalgınlıkla, amaçsızca, umutsuzca gezindikçe
adımlarım bu özgürlük sabahını yıpratıyor, alçak sesle, bağıra bağıra telaffuz
ettiğim cümlelerim, yalnızlığımın yalın dehlizlerinde çoğalarak
yankılanıyordu.
İnsan kişiliğim, dışarıdan su
katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan
her şey gibi. Yarım kalan uykumda giydiğim alelade giysilerin üzerine, böyle
erken kalktığım sabahlarda kullandığım eski yağmurluğu geçirmiştim. Emektar
terliklerimin sağı solu delinmişti; özellikle sol tekinin. Ve ellerimi ölümden
sonraya ait o yağmurluğun ceplerine sokmuş, yararsız düşlerimi bölüp duran iri
adımlarla küçücük odamdaki bulvarı arşınlıyordum, ki düşlerim, bütün ölümlülerinkine
benzeyen bir hayalin nihai haliydi.
Odamın biricik penceresinin yarı
aralık serinliğinde, son sağanaktan geriye kalmış ağır su damlalarının
çatılardan hâlâ damladığını duyuyordum. Biten yağmurun getirdiği serinlikler,
belli belirsiz de olsa hissediliyordu. Bununla birlikte gökyüzü gönül çelen bir
mavilikteydi ve yorgun düşmüş ya da yere serilmiş sağanaktan artan bulutlar,
Sao Jorge Kalesine10 doğru çekilerek gökyüzünün bilinen yollarını
olduğu gibi göz önüne seriyordu.
Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Ne
var ki içime bir ağırlık çökmüştü - bilinmeyen bir arzu, tarifsiz, ama
yakışıksız bile olmayan bir heves. Belki de canlı
37/506 olma
duygusu kendini göstermekte gecikiyordu. Ve görmeden baktığım sokağa hâkim
penceremden dışarı sarktığımda, kendimi birden, kurusun diye pencerelere
asılan, sonra orada unutulup yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri
kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.
9. Lizbon’un otuz
kilometre kadar batısında yer alan küçük, pitoresk liman.
10. Arap işgalinden
kalan (X-Xll. yüzyıllar), Lizbon’un doğu kesimine tepeden bakan kale.
Taşyüreklinin teki olduğumu (biraz
üzülerek de olsa) kabul ediyorum. Benim için bir sıfat, ruhtan kopup gelen
içtenlikli gözyaşlarından daha değerlidir. Ustam Vieira11 [...]
Öte yandan farklı biri haline
geldiğim, gözyaşlarıyla tanıştığım, anasızlar, anası hiç olmamışlar gibi yakıcı
gözyaşları döktüğüm de oluyor; ölü yaşlar gözlerimi yakıyorsa da yüreğimin en
gizli yerinde ağlıyorum aslında.
Annemi anımsamıyorum. Öldüğünde bir
yaşındaydım. 12 Duygularımın nasırlaşmasının, derbederliklerimin
tek sebebi, o sıcaklığın olmayışı, hatırlayamadığım öpücükleri yok yere, deli
gibi özlemem. Uyduruk biriyim ben. Uyandığımda kendimi hep yabancı kucaklarda,
adeta yanlışlıkla avutulurken buldum.
Ah ki ah! Beni darmadağın eden ve
bunalımlara sürükleyen, olabileceğim o öteki kişiye duyduğum bu özlem işte! Ana
bağrının en derin yerinden kopup gelen, küçücük bir yüze kondurulan öpücüklere
kadar sızan o sevgiden nasiplenmiş olaydım, bugün acaba nasıl bir insan olurdum?
Duygular dendiğinde kayıtsız
kalmamda, belki de vaktiyle [sevilmiş] bir çocuk olamamanın üzüntüsünün içime
işlemiş olmasının da payı var. Çocukluğumda yüzümü yüzüne bastıran kadın beni
bağrına basabilmekten âcizdi. Bunu yapabilecek olan - Yazgı uygun görseydi
bana ait olacak kadın çok uzaklarda, bir mezarın içindeydi.
Sonradan annemin güzel olduğunu
anlattılar bana, dediklerine göre buna hiçbir karşılık vermemişim. Daha o
zamandan bedensel ve ruhsal olarak dibe vurmuş, her türlü duyguya kapılarımı
kapatmıştım ve söylenenlerin hayallere sığmaz başka sayfaların öncü işareti
olduğunu anlayamıyordum.
Uzakta bir yerde yaşayan babam ben üç
yaşındayken canına kıydı; onu hiç tanımadım. 13 Neden bizden uzak
yaşardı, bunu hâlâ bilmem, hiç de merak etmedim. Tek hatırladığım, ölüm
haberini aldıktan sonra sofralara ağır bir havanın çöktüğü. Masadakiler ara
sıra gözucuyla bana bakardı, bu dün gibi aklımdadır. Ben de aptal gibi
anlayarak bakışlarına karşılık verirdim. Sonra, belki sezdirmeden hâlâ
bakıyorlardır, diye, hareketlerine dikkat ederek yemeğime dönerdim.
Yazgının damgasını yemiş duygusal
dünyamın karanlık köşelerinde, istemesem de bunların hepsi benliğimin bir
parçasıdır.
H.K.
Herkes uykuya daldığı için ıssız
kalmış evin öbür ucundaki duvar saati, vaktin gecenin dördü olduğunu haber
veren dört berrak notayı ağır ağır çalıyor. Henüz uyuyamadım, uyuyacağım da
yok. Kafamı meşgul ederek uykumu kaçıran ya da bedenimi rahatsız ederek
dinlenmemi engelleyen hiçbir şey olmadığı halde, karanlıkta uzanmış yatıyorum,
sokak lambalarının ay ışığına benzeyen belirsiz aydınlığı karanlıktaki
yalnızlığı iyice koyulaştırıyor; yabancılaşmış bedenimin uyuşuk sessizliğini
uzatıyorum boylu boyunca. O kadar uykum var ki, artık düşünemiyorum; uyku
benden o kadar kaçıyor ki, artık bir şey hissedemiyorum.
Dört bir yanım olduğu gibi, gecenin
inkârlarından örülü çıplak, soyut evrenle sarılı. Biri yorgun, biri kaygılı iki
parçaya bölünmüşüm ve bedenimin duyuları sayesinde, varlıkların gizemine dair
fizikötesi bilgiye dokunabiliyorum. Zihnim kimi zaman gevşiyor, o anlarda
günlük yaşantımın belirsiz ayrıntıları bilincimin yüzeyine üşüşüyor ve
uykusuzluk hattında, sütunlar dolusu rakamı alt alta dizerken buluyorum
kendimi. Ya da içinde çürümekte olduğum o yarı uykudan uyanıyorum ve bomboş zihnimde
belirsiz görüntüler, şiirsel renklere boyanmış istemsiz gösterilerini sessizce,
sırayla sergiliyor. Gözlerim büsbütün kapalı değil. Gözümün önündeki bulanık
görüntüler, uzaklardan gelen ölgün bir ışıkla çevrilmiş; en altta, sokağın
ıssız sınırlarında yanan sokak lambalarının ışığı bu.
Vazgeçsem, uyusam, arafta kalmış bu
bilincin yerine daha iyi, beni tanımayan birine gizlice fısıldanmış hüzünlü
şeyler koysam! .. Vazgeçsem, gerçekten uyuyabileceğim, geceleyin görülen
kıyılar boyunca kıvraklıkla, yağ gibi aksam, engin bir denizle karaya yürüsem
ve geri gitsem!.. Vazgeçsem, farkında olmadan, dışarıda var olsam, kıyıda
kalmış ağaçlı bir yolun dallarındaki hareket, hafif yaprakların fark edilmekten
çok, sezilen düşüşü, uzaklardaki açık deniz ve sularını püskürten ince bir
fıskiye olsam ve gecenin içinde uzanan parklarda, karanlıkların doğal
labirentlerinde, sonsuz arabeskler içinde yitip gitmiş belirsiz her ne varsa o
olsam!.. Bağlarımı koparsam, var olmaktan vazgeçsem nihayet, ama mecazi anlamda
hayata tutunsam, bir kitabın sayfası, rüzgârda uçuşan bir saç perçemi, yarı
açık duran bir pencerenin pervazına tırmanan bir bitkinin titreyişi, yola
serilmiş ince çakıllı kumun üzerindeki önemsiz adımlar, uykuya dalmış köyden
yükselen son duman, arabacının, sabah bir keçiyolunun kenarında unuttuğu kırbaç
olsam.. Saçmalık, karışıklık, hatta yok oluş - herhangi bir şey, yaşamın
dışında..
Varsayımlardan oluşan bitkisel
hayatımda ben de kendi tarzımda uyuyorum, gözümü kırpmadan, soluklanmadan;
huzursuz gözkapaklarımın altında, lekeli bir denizin huzur dolu köpüklerine
benzeyen, sessiz sokak lambalarının uzak yansıması yüzüyor.
Uyumak ve uyku bozmak.
Benliğimin öteki yanında, yattığım
yerin çok gerisinde, çok uzağında, evin sessizliği sonsuza dokunuyor. Zamanın
damla damla yağmasını dinliyorum, damlaların yere vuruşu duyulmuyor. Kalbimin
bir uzuv olarak, var olmuş olan her şeyin ya da şimdiye kadarki varlığımın
anısıyla ezildiğini, hiçe indirgendiğini hissediyorum. Başımın cismen yastığa
gömüldüğünü, orada küçük bir vadi oluşturduğunu hissediyorum. Yastık kılıfının
yüzü, loş ışıkta tenimle bir beden gibi temas ediyor. Üzerine yattığım kulağım
bile beynime matematiksel olarak kazınıyor. Gözkapaklarım yorgunluktan
seğiriyor ve kirpiklerimin, kabarık yastığın hissedilebilir beyazlığına
değmesiyle incecik, zor duyulan bir ses çıkıyor. İçimi çekerek soluk alıyorum,
soluğum kendiliğinden oluşup üreyen bir şey - ben değil. Düşünmeden,
hissetmeden acı çekiyorum. Evde, varlıkların sabit merkezi 14 olan
duvar saati, hiçlik dolu, kupkuru bir tınıyla buçuğu vuruyor. Her şey çok
engin, her şey çok derin, her şey çok karanlık ve soğuk’.
Zamanların akışını geçiyorum,
sessizlikleri geçiyorum, şekilsiz dünyalar yanımdan akıp gidiyor.
Birden, bir horoz, geceyi yok sayarak
Sır'ın bir çocuğu gibi ötmeye başlıyor. Artık uyuyabilirim, çünkü içimin
derinliğinde sabah oldu. Ve dudaklarımın, yüzümün etrafını kuşatan yastık
kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak gülümsediğini hissediyorum.
Kendimi yaşama teslim edebilirim, uyuyabilirim, kendimi unutabilirim... Ve beni
karanlığa boğan bu yepyeni uykuda ya az önce öten horozu anımsıyorum ya da
horoz gerçekten ikinci kez ötüyor.
H.K.
Sıkıntılı bir gecenin senfonisi
Her şey uyuyordu, evren baştan sona,
engin bir hataydı sanki; ve havada salınan belli belirsiz rüzgâr, var olmayan
bir kışlanın üzerinde açılmış biçimsiz bir bayraktı.
Yükseklerde, havanın sesleri arasında
hiçbir şeyin tarazlandığı hissediliyor, pencere kanatları, pervazların
titrediği iyice duyulsun diye camları sarsıyordu. Sessiz gece, her şeyin en
derinindeydi, Tanrının mezarıydı 15 (ruhun içi yanıyordu O'na).
Ve birden evrendeki yeni bir düzen
şehrin üzerinde, faaliyete geçti, rüzgâr, esmeye ara verip ıslık çaldı.
Yükseklerde meydana gelen gürültülü hareketler insanın aklında uykulu bir
izlenim bırakıyordu. Sonra, gece bir kapan gibi kendi üzerine kapanıyor ve
duyduğunuz büyük huzur size, bütün bu süre boyunca uyumuş olsam keşke,
dedirtiyordu.
H.K.
Birdenbire bastıran sonbaharın şu ilk
günlerinde gece erken çöküyor ve insan, günlük işlerine yetişemediğini sanıyor,
oysa ben, her zamanki işlerimle haşır neşirken bile, karanlığın getireceği
tembelliğin tadını peşinen çıkarıyorum, çünkü karanlık gece demek, gece ise
uyku, yuva, özgürlük. Geniş salonda lambalar yanıp karanlığı kovduğunda, bütün
gün uğraşılıp iş bitirildiği halde biz fazla mesai yaparken ben saçma bir huzur
duyuyorum, sanki başka birinden hatırladığım bir huzur; ve yatma vakti gelene
kadar vakit geçsin diye kitap okur gibi, huzur içinde yazacağımı yazıyorum.
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların
tutsağıyız: Güneşli, güzel bir gün, küçük bir semt lokantasının bir köşesinde,
kırların kapılarını ardına kadar açar önümüzde; kırlara düşen geçici bir gölge
bizi içimize çekilmeye zorlar ve kapısız, basit bir ev olan kendi özümüze
sığınırız; günlük koşturmacaların üstüne de gelse bir şafak, tıpkı ağır ağır
açılan bir yelpaze gibi, dinlenmeye duyduğumuz mahrem ihtiyacı adım adım
bilince çıkarır.
Ne var ki bu hal, işimizi
savsaklamamıza yol açmaz; aksine, hevesimizi yerine getirir. Doğruyu söylemek
gerekirse, artık çalışmıyoruz: Yapmaya mahkûm olduğumuz işle dalga geçiyoruz.
Nitekim, muhasebeleştirilebilir yazgımın dört dörtlük düzenlenmiş büyük, beyaz
sayfası üzerine, o zamanlar bile yaşlı olan teyzelerimin dış dünyaya sıkıca
kapalı, eski evi gelip oturuyor, uyuşuk gece çayını himayesine alıyor ve kayıp
çocukluğumdan eski masa örtüsünü aydınlatan petrol lambası, zifiri karanlık bir
elektriğin aydınlattığı iş arkadaşım Moreira'yı, ötelerdeki sonsuzluklara
taşıyıp benden saklıyor. Çay geliyor; getiren, teyzelerimden bile yaşlı
hizmetçi kadın, bir uyku kalıntısı var üzerinde ve sabırlı bir huysuzluk,
öteden beri köle olmaktan kaynaklanan bir şefaat de karışmış buna - ve ben, ölü
geçmişimin içinden geçerek hesaplarımı hatasız yapıyor, faturalarımı düzenliyorum.
Kendimi yeniden eritiyor, kendi içimde kayboluyor, kendimi dünya işleriyle
henüz kirlenmediğim, her gizeme, her geleceğe açık olduğum o uzak gecelerde
unutuyorum.
Beni borçlardan ve alacaklardan
uzaklaştıran duygu öyle tatlı ki, o an bir şey sorsalar, aynı tatlılıkla cevap
veririm, sanki içim tamamen boşalmış, sanki her yere yanımda götürdüğüm
daktilodan - ardına kadar açık varlığımı taşıyan o portatif makineden ibaret
hale gelmişim. Düşlerimin yarıda kalmasına üzülmüyorum: O kadar tatlı düşler ki
bunlar, konuşmayı, yazmayı, yanıt vermeyi, hatta gevezelik etmeyi bile
kesmeksizin sürdürebilirim onları. Ve bütün bunlar olup biterken,
çocukluğumdaki çay tükenecek, işyeri kapanacak... Defteri usulca kapatıp
başından kalkıyorum, gözlerim akmamış yaşlardan yanarak, karmaşık duygular
içinde, yazıhaneyi kapatırlarken hayallerimi de kapatmalarına üzülüyorum; acı
çekiyorum, çünkü kayıt defterimi kapadığımda, dirilmesi imkânsız bir geçmiş de
kapanmış oluyor; ve hayatın uykusuz, insansız ve huzursuz yatağına, duyduğum
özlemle hüznün -yazgılarının son durağına gelmiş, kara gecenin bağrındaki iki
gelgit gibi- birbirine karıştığı bilincimin iniş çıkışlarına dönmek canımı
yakıyor.
Kimi zaman Rua dos
Douradores'ten başka yere asla gidemem, diye düşünüyorum. Ve kâğıda dökünce, bu
süre bana sonsuzluk gibi geliyor.
Ne zevk, ne ün, ne
iktidar: özgürlük, yalnız özgürlük.
İnancın hayaletlerini
bırakıp aklın hortlaklarıyla haşır neşir olmak, sadece ve sadece yeni bir
hapishaneye geçmek demektir. Sanat bizi eskimiş, resmi putlardan olduğu gibi,
gene alelade birer put olan yüce gönüllülükten ve toplumsal meselelerden de
kurtarır.
Kişiliğini, onu yitirerek
bulmak - inancın kendisi de, yazgımızın bu yönünü doğrular.
... ve derin bir
küçümseme, insanlık için çalışan, vatan için savaşan ve hayatlarını uygarlığın
sürmesi için feda eden tüm insanlara karşı bir tiksinti, bir küçümseme..
... her biri için tek
gerçekliğin kendi ruhları olduğunu, geriye kalanın ise -dış dünya ve ötekiler-
zihinsel hazımsızlığın düşlerdeki sonuçlarından farksız, estetikten yoksun bir
karabasandan başka şey olmadığını bilmeyen insanlara duyulan, tiksintiyle
iyice büyüyen küçümseme.
Çaba harcamaya karşı
duyduğum tiksinti giderek büyüyor, o kadar ki, her tür şiddetli çabanın karşısında
elime ayağıma sahip olamaz oluyorum neredeyse - ve savaş, enerjik ve üretici
çalışma, başkalarına yardım etme vb., hepsi bence bir tür utanmazlık [...]
Ve ruhumun en yüce
gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımda, yararlı olan her şey, dışımda olan her
şey, en sık kurduğum düşlere egemen olan saf yüceliğe kıyasla, bana uçarı ve
kaba geliyor. Benim gözümde en gerçek olanlar işte bu düşlerdir.
H.K.
5 Şubat 1930
Ne sıradan bir odanın dökülen
duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların
Aşağı Şehir'inde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir
edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı,
yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı yaratan bunların
hiçbiri değil. Sebep her zaman çevremde bulunan insanlar, beni tanımayan ya da
ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar -
ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol
açanlar onlar. Hayatlarının, benim hayatımın en dıştaki katmanına paralel
iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları - sırtıma
forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir
varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar.
Öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın
her ayrıntısı, yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık seçik
okuyabilme derdine düşüyorum. Böyle durumlarda -Vieira'nın, Sousa'nın 16
tasvirleri hakkında söylediği gibi- sıradan olandaki benzersizliği görüyorum
ve bu ruhla şair oluyorum; Yunanlılarda şiirin zihinsel aşaması, bu ruhun
eleştirilmesiyle başlamıştı. Ama öyle anlar da var ki -şu an üzerime baskı
yapan an gibileri- dışımdaki şeylerden çok kendim oluyorum ve yağmurlu, çamurlu
bir gecede, gardaki bir peronun yalnızlığı içinde, üçüncü mevki iki tren
arasında hangara uzanan rayların üzerinde, benim için her şey değişiyor.
Evet, bu benim gizli erdemim:
Genellikle tetikte bekleyen, kendimi düşünmemi engelleyen nesnellik, bütün
diğer erdemler gibi (aynı zamanda bütün diğer kusurlar gibi) bazen kendini her
zamanki gibi ifade edemez oluyor. Böyle durumlarda, kendime karşı nasıl canımı
koruyabildiğimi, bu insanların arasında, onlara tıpatıp benzeyerek,
yapılarındaki hayali pisliklere gerçekten uyum sağlayarak burada kalmak gibi
bir alçaklığı nasıl yapabildiğimi soruyorum kendime. Hayal gücünün dişi
olduğunu gösteren tüm çözümlerin -intihar, kaçış, vazgeçiş, bireysellik,
aristokrasisinin gösterişli tavırları, en küçük bir tiyatro balkonundan bile
yoksun hayatların yazdığı şövalye romanları- uzaktaki bir deniz fenerinin
parlak ışığı gibi belirdiğini görüyorum.
Ne var ki, bundan daha iyi bir
gerçekliğin ideal Juliette'i, edebi sohbetin yüksek penceresini soyumdan gelen
uydurma Romeo'nun yüzüne erken kapattı. Juliette kendi babasının sözünü
dinliyor; Romeo da kendi babasının. Montaigulerle Capuletler arasındaki savaş
sürüyor; perde1 olmamış olayların üzerine iniyor; ve ben, büroda çalışanlara
özgü yakamı dikleştirerek (o yakanın içinde pek tabii olarak bir şair boynu
var), hep aynı mağazadan alınmış botlarımı sürüyerek, soğuk yağmur
birikintilerinden farkında olmadan sakınarak, buna karşılık, hem şemsiyemi hem
de ruhumun onurunu 17 gene unutmuş olmanın utancını duyarak eve
dönüyorum - orada olmayan ev sahibemin, ender olarak gördüğüm çocukların, ancak
yarın göreceğim iş arkadaşlarımın iğrenç varlığını hissettiğim o möbleli
daireye.
H.K.
Bir köşeye atılmış bir şey, sokağa
düşmüş bir bez parçası olan iğrenç varlığım hayatı görünce kılık değiştiriyor.
H.K.
Ben olmadığı için bütün dünyaya
imreniyorum. Olmayacak şeyler arasında her zaman en olanaksızı bu gibi
gelmiştir bana ve bu nedenle de alışılmış, aşırı, çılgın bir isteğe, bütün
sıkıntılı saatlerimde yaşadığım bir umutsuzluğa dönüşmüştür.
İç karartıcı, donuk bir güneş
sağanağı, gözlerimdeki etkin görme duyusunu yaktı. Sıcaklığın sarısı, ağaçların
yeşil-siyahında çürüdü. Uyuşukluk [...]
H.K.
21 Şubat 1930
Birden, başımı isimsiz
varlığımdan kaldırıp, varoluş biçimimi açıkça biliverdim, sanki büyücü bir
yazgı bendeki eski bir körlüğü ameliyat etmiş, bu ameliyat hemen sonuç vermiş
gibi. Ve şimdiye kadar yapmış, düşünmüş, olmuş olduğum her şeyin bir tür
aldatmaca ve çılgınlık olduğunu gördüm. Görmemeyi başardığım şeylerin
karşısında dehşete kapıldım. Olmuş olduğum ve gayet açıkça görüyorum ki aslında
olmadığım her şey beni yoldan çıkarmış.
Birdenbire bulutları
delip geniş bir toprak parçasını aydınlatan bir güneş ışını gibi, geçmiş
yaşamıma ışık tutuyorum; ve akla en uygun edimlerimin, en berrak
düşüncelerimin, en mantıklı tasarılarımın, sonuçta doğuştan gelen bir sarhoşluktan,
doğal bir çılgınlıktan, tam bir cehaletten başka bir şey olmadığını fi.zikötesi
bir şaşkınlıkla gözlüyorum. Bir rol bile üstlenmişliğim yok: O rolü benim için
başkaları oynamış. Oyuncu bile değilmişim: O oyuncunun hareketleriymişim
yalnızca.
Yaptığım, düşündüğüm,
olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya
ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa
doğru hareket etmişim; ya da soluduğum havayla bir tuttuğum koşulların
ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız
kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir
varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.
Bu durumda, hayatın
karşısında alaycı bir dehşete, bir birey olarak bilincimin sınırlarını aşan bir
şaşkınlığa kapılıyorum. Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey
olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum
ölçüde var olduğumu biliyorum. Ve kendimi, gerçek düşlerle dolu bir uykudan
uyanmış bir adam ya da bir deprem sayesinde, yaşadığı hücrenin aşina
karanlığından kurtulmuş biri gibi hissediyorum.
Ve kendime ağırlık
yaptığımı hissediyorum, evet, bilinçlenmeye mahkûm olmaya benzeyen bir ağırlık
veriyorum üzerime, ansızın ortaya çıkan, vaktini hisseden ile görenin arasında,
uyuklayarak gidip gelmekle geçirmiş, gerçek bireyselliğin kavramı bu.
İnsanın, gerçekten var
olduğunu ve ruhumuzun gerçek bir kendilik olduğunu hissettiği zaman içinden
geçenleri tarif etmesi çok zor - o kadar zor ki, bunu insanlara ait hangi
sözcüklerle yapabilirim, bilemiyorum. Hissettiğim gibi ateşim mi yükseldi,
yoksa bir hayat uyuru olmaktan gelen ateşin etkisi birdenbire üzerimden mi
kalktı, bilemiyorum. Evet, yineliyorum, kendini birden, tanımadığı, nasıl
geldiğini bilmediği bir şehirde bulan bir yolcu gibiyim; ve belleğini yitiren,
uzun süre bir başkası olarak yaşayan insanları düşünüyorum. Ben de çok uzun
süreden beri -doğduğumdan, bilinçlendiğimden beri- bir başkasıydım ve bugün bir
köprünün tam ortasında, ırmağa eğilmiş olarak uyanıyorum, şimdiye kadar olmuş
olduğum her şeyden daha sağlam biçimde var olduğumu biliyorum. Ne var ki şehir
bana yabancı, sokakları tanımıyorum, çektiğim acının ilacı yok. Dolayısıyla,
ırmağa eğilmiş, gerçeğin beni terk etmesini, beni yeniden bir hiçlik ve bir
yalan olarak, akıllı ve doğal olarak bırakmasını bekliyorum.
Bu bir an sürüp hemen geçti.
Çevremdeki mobilyaları, eskimiş duvar kâğıdının desenlerini, tozlu camlardan
içeri vuran güneşi yeniden görüyorum şimdi. Bir an gerçeği gördüm. Bir an,
bilinçli olarak, büyük insanların hayatta oldukları şey oldum. Onların
sözlerini ve edimlerini anıyorum ve kendime, Gerçeklik Şeytanının bir an için
bile olsa, onları da utkuyla sınayıp sınamadığını soruyorum. Kendini bilmemek,
yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir. Ama o aydınlanma anında
olduğu gibi kendini birdenbire tanımak, insanın, içindeki ruhun bölünmez özünü,
ruhun büyülü sözünü birdenbire kavramasıdır. Ne var ki, birden beliren bir ışık
her şeyi yakar, kavurur. Bizi çıplak bırakır, kendi varlığımızdan bile
soyundurur.
Bir an sürdü bu ve ben kendimi
gördüm. Sonrasında, o zamana kadar ne olmuş olduğumu bile söyleyemeyecek
haldeydim. Sonuçta uykum geldi, çünkü, bilmem nedendir, bana öyle geliyor ki
bütün bunların vardığı nokta, uyumak.
H.K.
Neden bilmem, bazen öleceğim içime
doğar.. . İster ağrılarla somutlaşmayan, bu yüzden ruhsal boyutta başlı başına
bir sonuca dönüşen bir hastalık deyin buna, ister uyumakla kanmayacak kadar
derin bir uyku isteyen bir yorgunluk - kesin olan şu ki, parmaklarında
duyumsadığı yorganı cılız ellerinin bırakmasına isyan etmeden, pişmanlık
duymadan razı olan, sonu yaklaşmış bir hasta gibi hissederim kendimi.
Böyle anlarda, ölüm adını verdiğimiz
şeyin ne olduğunu sorarım kendime. Ölümün eremeyeceğim sırrından değil, yaşamın
sona ermesinin getirdiği fiziksel duygudan söz ediyorum. İnsanoğlu ölümden
korkar, ama kof bir korku bu; normal bir insan bu korkuya başarıyla göğüs gerer
ve yaşlısıyla, hastasıyla normal insanların hiçliğin uçurumunu izlerken
dehşete kapıldığı nadir görülür, ki zaten hiçliğin ne olduğunu uçuruma bakarken
anlar. Bütün bunlar hayal gücü eksikliğinden kaynaklanıyor. Ölümün uyku hali
olduğunu sanmak da düşünen bir varlığa hiç yakışmıyor. Uykuya hiç benzemediğine
göre neden öyle olsun? Uykuyu uyku yapan, sonunda insanın uyanmasıdır, oysa,
bilindiği üzere, şimdiye kadar ölümden uyanana rastlanmadı. Ölüm uykuya
benziyorsa, ölümden uyanacağımızı varsaymamız gerekirdi. Her şey bir yana,
normal insanın düşündüğü bu değildir: O, ölümü, uyanılmayan bir uyku olarak
tahayyül eder, bununsa hiçbir anlamı yok. Söylediğim gibi, ölüm uykuya
benzemez, çünkü insan uykuda canlıdır ve uyur haldedir; insanın nasıl olup da
uykuyu şuna ya da buna benzetebildiğini çok merak ediyorum, çünkü ne ölüm
tecrübe edilebilir, ne de ona benzeyen herhangi bir şey.
Bana gelince; bir ölü gördüğümde,
ölümü, bir gidiş anına benzetirim. Ceset ise, üzerimizden çıkardığımız
giysileri hatırlatır. İçimizden biri çekip gitmiş, hem de o benzersiz, biricik
giysisini yanına almadan.
H.K.
14 Mart 1930
Yağmurun sesinden doğan sessizlik,
seyre daldığım daracık sokakta, griye çalan, giderek yoğunlaşan tekdüzeliğin
içinde dağılıyor. Yaslandığım camın ve her şeyin yanında durmuş, gözüm açık,
ayakta uyuyorum. Binaların kirli cephelerinden, özellikle ardına kadar açık
pencerelerden kopan, ışıl ışıl, karanlık suyun iplik iplik dökülmesinin içimde
hangi duyguları uyandırdığını bulmaya çalışıyorum. Ve ne ne hissettiğimi ne
neyi hissetmek istediğimi biliyorum, ne de ne düşündüğümü ya da kim olduğumu.
Hayatımda kıyıda köşede kalmış ne
kadar acı varsa hepsi günlük hayatın hiç bitmeyen, beklenmedik fırsatlarından
yararlanarak sırtlarına geçirdiği neşe kisvesinden, her tür duygudan arınarak
gözlerimin önünde soyunuyor. Genellikle halinden memnun, genellikle mutlu biri
olarak, içimde bitmeyen bir hüzün olduğunu fark ediyorum. Ve içimde bu tespiti
yapan kişi, aslında hemen arkamda, pencereye yaslanan gövdeme eğilmiş; hafifçe
dalgalanarak ağır ağır yağan, loş ve kötü havayı çizgi çizgi bölen yağmuru
omzumun ya da başımın üzerinden, benimkilerden daha samimi gözlerle
seyrediyor.
Tüm görevleri, kimsenin zorla
vermediği görevleri bile savsaklasam, tüm yuvalardan, şimdiye kadar hiç sahip
olmadıklarımdan bile vazgeçsem, ağır, kırmızı delilik örtüleriyle yalancı
dantellerden büyüklük düşlerine sarınıp, buğularla ve harabelerle yaşasam...
Dışarıdaki yağmurun hüznünü de, içindeki boşluğun acısını da duymayan bir
varlık olsam... Dağları kuşatan yollarda, dik yamaçların arasına sıkışmış
vadilerde ruhsuzca, düşüncesizce, kendinden arınmış bir duyguyla dolaşsam ve
bunalmış bir halde, uğursuzca uzaklara gitsem... Tablolara benzer manzaraların
içinde kaybolsam. Uzaklarla, renklerle hafifletilmiş bir yok-varlık...
Penceremin ardından hissedemediğim
hafif bir rüzgâr, havada yükselip alçalarak diklemesine inen yağmuru
parçalıyor. Gökyüzünün görmediğim bir köşesi ağarıyor. Bunu karşı pencerenin
oldukça pis camının ardında, içerde, duvarda asılı duran bir takvimi belli
belirsiz seçebilmemden anlıyorum.
Her şeyi unutuyorum; öylece
kalıyorum, görmeden ve düşünmeden.
Yağmur kesiliyor, bir an, elmas
zerreciklerden oluşan bir toz bulutu havada asılı kalıyor; sanki birileri
yukarıdan, gök mavisi, büyük bir örtünün üzerindeki kırıntıları silkelemiş.
Gökyüzünün bir bölümü artık iyice açılmış olmalı. Karşıda, camın ardındaki
takvim şimdi daha iyi seçiliyor. Üzerinde bir kadın yüzü var, kalanını anlamak
kolay, çünkü biliyorum, çok ünlü bir diş macunuyla ilgili bu.
Gözlerim dışarıya dalmadan önce ne
düşünüyordum? Bilmiyorum... İrade mi? Çaba mı? Yaşamak mı? Etrafı saran yoğun
ışık seline bakılırsa, gökyüzü hemen tamamen maviye kesmiş olmalı. Ama içimde
hiç huzur yok -ah, huzur nedir bilemeyeceğim, asla!-, yüreğimin derininde, bir
vakitler sattığımız o evin bir köşesindeki ihtiyar kuyu, yabancılaşmış bir
evin tozlu tavan arasına tutsak kalmış çocukluğumun anısı var. İçimde huzurdan
eser yok, hayır, ama -ne yazık!- huzuru tatmak için istek de yok.
42
H.K.
Hiç değişmeyen, her anı aynı
yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik
kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak
değerlendirebilirim ancak.
Bedenimizi nasıl yıkıyorsak,
yazgımızı da öyle yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat
değiştirebilmeliydik - yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi
varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup
ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.
Pisliği bir irade sorunu gibi değil,
aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise,
özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı
oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için,
bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.
Kendi pisliğinden iğrenen ama o
pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına
neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. Yazgısının domuza çevirdiği,
kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının
sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi. Olmayan yılandan
büyülenen kuşlardır onlar; dünyayı gözü görmeden bir ağaç gövdesine tutunup
bekleyen, en sonunda bukalemunun iğrenç diline yapışan sinekler.
Ben de bilinçli bilinçsizliğimi,
sıradan hayat ağacımın gövdesinde ağır ağır gezdiriyorum. Yazgımı yerinden
oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım
gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben
değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa
yorumlar. Tek avuntum, hücremin parmaklıklarının arkasında bir cam olması -
her gün, ölümle hesaplaştıktan sonra, cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük
harflerle yazarak imzamı atıyorum.
Ölümle mi atıyorum imzamı? Hayır,
ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel
hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak
görülmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi
barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını
bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin
olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki
camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı' nın torunları,
Tanrının evlatlıklarıyız, Tanrı sonsuz Gece'yle evlidir ve o da hepimizi
doğurmuş olan Kaos'un duludur.
Rua dos Douradores'ten İmkânsız'a
doğru çekip gitsem.. . Şu büroda, Bilinmeyenin karşısına dikilsem... Ama
bunların Akıl ile - bizim var olmuş olduğumuzu anlatan Büyük Kitap ile yolu
kesişse.
H.K.
23 Mart 1930
Soyut akla musallat olan bir
yorgunluk var ki, en korkuncu o. Fiziksel yorgunluk gibi insana ağırlık
yapmaz, duyguların öğrettiklerinin verdiği yorgunluk gibi kafa karıştırmaz.
Sahip olduğumuz dünya bilincinin üzerimize çöken ağırlığıdır o, kendi ruhumuzla
soluk alamaz oluşumuz.
O zaman, hayatımızın temelindeki
bütün düşünceler, tutkular ve hayatın sürmesi umudunu üzerine inşa ettiğimiz
bütün soylu amaçlar, rüzgârın önüne kattığı bulutlar gibi yırtılır, yarılır ve
silikleşir, küle ve pusa, hiç var olmamış, var olamayacak olanın enkazına
dönüşür. Ve bu bozgunun ardından, yıldızlı, ıssız gökyüzünün kapkara, amansız
yalnızlığı olanca berraklığıyla kendini gösterir.
Hayatın sırrının bizi incitmesinin,
korkutmasının bin türlü yolu var. Kimi zaman esrarlı bir hayalet gibi üstümüze
gelir, ruhumuz korkuların en korkuncuyla; yok-varlığın bir canavar olarak
canlanması korkusuyla titrer. Kimi zaman da arkamızda durur o saf gerçek, onu
ancak arkamıza dönmezsek görebiliriz - sırra asla eremeyeceğimiz gerçeğini,
sırrın sırrına erilmez dehşetini serer ortaya.
Ama bugün boğazımı sıkıştıran dehşet
o kadar soylu anlamları olan cinsten değil ve içimi daha çok kemiriyor. 18
Düşünmeyi bile istememe isteği, hiçbir şey olmamış olma isteği, bedenin [ve]
ruhun tüm hücrelerinin bilinçli umutsuzluğu var bunun altında. İnsan kendini,
sınırsız bir hücrenin içine kapatılmış bulduğunda ansızın bastıran duygu.
Nereye kaçılabilir, hücre başlı başına her şey iken?
Birden bir arzu sarıyor içimi,
taşkını saçma bir arzu buı Şeytan'dan önceye ait bir şeytanlık; zamandan ve
tözden yoksun bir gün, Tanrı'nın dışına kaçmak için bir yol açılsın istiyorum,
nasıl olacağını bilmiyorum ama, en derin yerimiz varlığın ya da yok-varlığın
bir parçası olmaktan çıksın. 19
44
H.K.
23 Mart 1930
İnsanın iradesine bağlı dikkat,
açıklayamayacağım bir şekilde yorulur bazen, bunun belirtilerini sık sık
kendimde de görüp şaşırmışımdır; tabii bendeki kadar silikleşmiş bir şey insanı
ne kadar şaşırtabilirse. Sokakta, sanki bir yerde oturuyor- muş gibi yürüyorum;
uyanık olan dikkatimse, dinlenme halindeyken bütün bedenimin olduğu kadar
cansızlaşıyor. Karşı taraftan bana doğru gelmekte olan birinden o anda bilinçli
bir hareketle kaçamayabilirim. Aynı şekilde, beklemediğim bir anda rastladığım
biri, birbirimize yaklaşırken bir an durup bana bir soru soracak olsa, ona bir
cümleyle - hatta içimden düşünerek bile cevap veremeyebilirim. Ne bir arzu, ne
bir duygu ya da hareket etmeyi gerektirecek herhangi bir şeye istek yok
içimde, bütün varlığımla istemekten de bahsetmiyorum, sadece, deyim yerindeyse
bölünebileceğim her bir öğenin kısmi, özel istekleri diyebiliriz. Böyle
anlarda düşünmeyi, hissetmeyi, istemeyi beceremiyorum. Ve rasgele gidiyor,
ilerliyor, yürüyorum. Yaptığım hareketlerin hiçbiri, içinde bulunduğum
durgunluk halini (başkaları hiç fark etmese de ben kendimi biliyorum) gözle
görülür hale getirmiyor. Uzanmış ya da rahatça oturmuş bir insana gayet iyi
gidebilecek bu ruhsuzluk, sokakta yürümekte olan bir insan olarak bana apayrı
bir rahatsızlık, hatta ıstırap veriyor.
Hareketsizlikten kaynaklanan, ne
kendinde, ne de kaynağında neşe olan bir sarhoşluk bu. Nekahet umudu olmayan
bir hastalık. Neşeli bir ölüm.
11. XVll. yüzyılda
yaşamış, zengin ve klasik üslubuyla ün kazanmış hatip ve tarihçi.
12. Taparcasına
sevdiği annesi öldüğünde Fernando Pessoa aslında otuz yedi yaşındaydı. Ne var
ki, o daha küçücük bir çocukken dul kalan annesi yeniden evlenmişti. Bu da
Pessoa’nın onu belki de duygusal açıdan "ölmüş" kabul etmesine yol
açmıştı.
13. Pessoa,
Lizbon’da ailesiyle birlikte yaşayan babası öldüğünde aslında beş yaşındaydı.
14. Ya da: sonsuzluğun
bağrındaki sabit merkez.
16. Frei Luis de
Sousa (1555-1632), eserlerinde edebî bir üslup kullanan tarihçi.
17. Ya da: ve
ruhumun tanrısallığını.
18. Ya da: o kadar
soylu değil ve daha geceye özgü.
H.K.
Okuyarak, düşlere dalarak, yazmayı
düşünerek, düşüncelerin kaprisli rüzgârına göre akan, tutkulardan arınmış,
kültürlü bir hayat sürsem, sıkıntının kıyılarında dolaşacak kadar yavaş,
sıkıntıya hiç düşmeyecek kadar iyi kurulmuş bir hayat. Heyecanlardan ve
düşüncelerden uzak o hayatı, heyecanların düşüncesiyle ve düşüncelerin heyecanıyla
yaşasam. Çiçeklerle çevrili, karanlık bir göl gibi güneşin altına uzansam,
altın rengine boyansam. Gölgelerin içindeyken, bireyciliğin yaşamdan hiç ama
hiçbir şey beklememek anlamına gelen soyluluğuna erişsem. Dünyalar dönüp
dururken, çiçeklerden bir toz bulutu gibi olsam, bilinmedik bir rüzgârın gün
biterken havalandırdığı, alacakaranlığın uyuşukluğunun rasgele yere bıraktığı,
daha geniş şekillerin içinde seçilmez olan bir bulut. Ve bunu sevinmeden ve
üzülmeden, ama güneşin parlaklığından, yıldızların uzaklığından çıkardığım,
kesin bir bilgiyle yapsam. Bunların dışında hiçbir şey olmasam, hiçbir şeye
sahip olmasam, hiçbir şey istemesem... Karnı aç dilencinin ezgisi, kör insanın
şarkısı, bilinmeyen bir gezginin bıraktığı bir nesne, çölde yüksüz ve amaçsız
yürüyen birkaç devenin bıraktığı izler..
H.K.
24 Mart 1930
Caeiro'nun, köyünün ne kadar küçük
olduğunu ve bunun nelere yol açtığını olanca doğallığıyla anlattığı yalın
cümlelerini ilgisizce okuyorum, bunlar ilham veriyor, rahatlatıyor beni. Köyü
küçücük olduğu için insan oradan evrenin, şehirde görülenden daha büyük bir
parçasını görebilirmiş; işte bu yüzden köy kentten daha büyükmüş:
"Çünkü,
gördüğüm şeylerin boyundayım ben, Kendi boyumda değil."20
Herhangi bir gücün zorlaması
olmaksızın, kendiliğinden doğuvermiş gibi görünen cümleler, hayata farkında
olmadan eklediğim tüm metafizikten arındırır beni. Şiiri okuduktan sonra, dar
bir sokağa bakan pencereme gidip engin gökyüzüne, gökyüzündeki yıldız
kalabalığına bakıyorum. Kendimi özgür hissediyorum, kanatlı, görkemli bir şey
beni taşıyor adeta, titreyişi tepeden tırnağa bütün bedenimi sarıyor.
"Gördüğüm şeylerin
boyundayım.'" Sinirlerimdeki olanca dikkati toplayarak bu cümleyi her
okuduğumda, evreni yıldızlarıyla yeni baştan kurmak için yazıldığını daha iyi
hissediyorum. "Gördüğüm şeylerin boyundayım.'" En derin heyecanlarımızın
kuyularından çıkıp en uzak yıldızlara kadar yükselen ve yıldızlardan yansıyarak
bir şekilde onlarda da var olan güç, nasıl da sınırsız bir zihin gücüdür.
Böylece, görmeyi öğrenmiş olmanın
bilinciyle, sonsuz gökyüzünün nesnel metafiziğini, içimde şarkı söyleyerek ölme
isteği uyandıran bir güven duygusuyla, hayranlıkla izlemeye koyuluyorum.
"Gördüğüm şeylerin boyundayım." Ve ayın, bütünüyle bana ait olan,
bulanık aydınlığı, kararsız ışığıyla ufkun siyahımsı maviliğini eskitmeye
başlıyor.
İçimden duyulmamış vahşilikte şeyler
haykırarak kollarımı havaya kaldırmak, yücelerdeki gizeme cümleler fırlatmak,
boş maddeyle dolu büyük uzaylara karşı yeni, büyük bir şahsiyet ortaya koymak
geliyor.
Ne var ki kendime geliyor,
yatışıyorum. "Gördüğüm şeylerin boyundayım beni" Bu cümle bütün ruhum
oluyor, bütün heyecanlarımı ona yaslıyorum ve derken üzerime, içime, sert
parıltılı bir ay ışığının geceyle birlikte genişleyen, çözülemez huzuru çöküyor,
dışarıya, şehrin üzerine çöktüğü gibi.
H.K.
... karmaşık duygularımdan oluşan bu
hüzünlü yığının içinde..
Bezginliklerle, sahte özverilerle
dokunmuş bir akşam hüznü, en ufak bir duygulanmada hemen kendini gösteren bir
can sıkıntısı, tutulmuş bir hıçkırığa ya da ansızın ortaya çıkmış bir gerçeğe
benzeyen bir acı. Dikkatsiz ruhum, vazgeçişlerimden ibaret bu manzarayı
izliyor -yarıda kalmış hareketlerle örülü uzun yollar, doğru dürüst kurmadığım
hayallerden oluşan yüce dağlar, ıssız yolları ayıran çalıları hatırlatan
savrukluklar, dilsiz fıskiyeleri olan eski havuzlardan farksız varsayımlar-,
karmaşık duygularımla dolu 21 bu hüzünlü yığında her şey birbirine karışıyor,
her şey sıradan bir görüntü haline geliyor.
H.K.
Anlamak için, kendimi yok ettim.
Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak anladıktan
sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bundan daha yanlış, aynı zamanda da
daha manalı bir söz bilmiyorum.
Yalnızlık umudumu kırıyor; yanımda
birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor. Başkalarının varlığı düşüncelerimi
dağıtıyor; o mevcudiyeti, bütün analitik dikkatimi kullansam da tanımlamakta
âciz kaldığım, apayrı bir dalgınlıkla tahayyül ediyorum.
Yalnızlığım beni kendine göre
biçimlendirdi, kendine benzetti. Bir başkasının varlığı -bir tek kişi bile
olsa- düşünmemi hemen engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki
kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, aynı
ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor - bu çok zorlama deyiş dilde kabul
görürse tabii. Kendimle baş başayken sayısız kişilik özelliği hayal edebiliyor,
şimdiye kadar kimsenin kurmadığı cümleleri hemen, şıp diye söyleyebiliyorum,
etrafta kimse olmadığı halde akıl yoluyla sosyalleşmenin parıltılı sonuçları
bunlar; ne var ki, birinin fiziksel olarak yanıma gelmesiyle bunların uçup
gitmesi bir oluyor; aptallaşıyorum, ağzımdan tek sözcük çıkmıyor ve aradan bir
saat geçmeden uykudan ölecek hale geliyorum. Evet, insanlarla konuşmak uykumu
getiriyor. Benim için, yalnızca düşler dünyasında yaşayan düş dostlarım, yalnızca
düşlerdeki sohbetlerim sahiden gerçek ve belirgin ve aynadaki suret gibi birer
ruhları da var.
Zaten, başkalarıyla temas etmek
zorunda olduğumu düşünmek bile midemi bulandırıyor. Bir dostum alt tarafı beni
akşam yemeğine davet etmeyegörsün; tarifi güç bunalımlara giriyorum derhal. Ne
türden olursa olsun, toplumsal zorunlulukları yerine getirmeyi --cenazeye
gitmek, biriyle işyerindeki bir sorunu konuşmak, tanıdık ya da tanımadık birini
garda beklemek- düşününce, yalnızca düşününce aklım allak bullak oluyor (hatta
kimi zaman bir gün öncesinden başlıyor bu), doğru dürüst uyuyamıyorum ve
gerçek olay olup bittiğinde eften püften bir şey olduğu, korkumun boş olduğu
ortaya çıkıyor, ne var ki bu hikâye aynen sürüp gidiyor ve ben bundan ders
çıkarmayı bir türlü öğrenemiyorum.
"Benim törelerim yalnızlığın
töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle"; bunu kimin söylediğini
bilmiyorum, Rousseau ya da Senancour olabilir. Ama benimkiyle aynı türden bir
zihin olduğu açık - belki tek farkı, aynı ırktan olmamasıdır.
H.K.
Fosforlu bir kurt, mavi-beyaz yanıp
sönerek ilerliyor. Etrafta, karanlığın içinde kırlar, neredeyse güzel bir koku
yayan, geniş bir gürültüsüzlük. Her şeyin huzur içinde olması beni kötü ediyor,
ağır geliyor. Muğlak bir sıkıntı nefesimi kesiyor.
Zaten seyrek giderim kırlara, bütün
bir gün, hele üst üste iki gün geçirdiğim daha da nadirdir. Ne var ki bu sefer,
şu an evinde bulunduğum bir dostum, davetini geri çevirmeme izin vermedi ve
içimde bir sıkıntıyla, görkemli bir kutlamaya davet edilmiş çekingen bir adam
gibi geldim ben de; sonuçta geldim ve çok memnunum, açık havayı, uçsuz
bucaksız manzarayı sevdim, hoş bir öğle yemeği, akşam yemeği yedim; şimdi,
karanlık gecede, ışıksız odamda, bu belirsiz yer içime sıkıntılar veriyor.
Kaldığım odanın penceresi, bütün
kırlar gibi belirsiz kırlara, gökyüzünde tek tük yıldızın parladığı, sesi
duyulmayan, ama hissedilen bir rüzgârın yarıp geçtiği engin geceye bakıyor.
Pencerenin kenarına oturmuş, dışarıda var olan evrensel hayat denen hiçliği
seyrediyorum. Zaman nesnelerin görülebilir görülmezliğinden sol elimin yanında
uzanan beyazımsı pervazın, kabuk kabuk kalkmış boyanın altında belli belirsiz
pütürlü tahtasına dek her şeye, hafifbir kaygı olarak sindi.
Kibarca ve kolayca yapabilecek olsam,
şimdi neredeyse kaçmak istediğim bu dinginliğin gözlerimin önünde uzanmasını
kim bilir kaç kez istemişimdir! Orada, yüksek cephelerin arasında uzanan dar
sokaklarıyla Aşağı Şehir'imde, huzuru, yazıyı, kesinliği; medenileşmiş masa
örtüsünün altındaki güzelce cilalanmış çam tahtasını unutturduğu o yerden çok,
doğal şeyler arasında bulabileceğimi kaç kez düşünmüşümdür.' Ve şimdi buradayım
işte, huzurlu ve sağlıklı bir yorgunlukla dopdoluyken huzursuzum, hapsedilmiş
gibiyim, evet, özlediğimi hissediyorum.
Bu yalnızca benim başıma mı geliyor,
yoksa uygarlık sayesinde ikinci bir hayata kavuşmuş bütün insanlara olur mu,
bilmiyorum. Ama bana öyle geliyor ki, ben ve benim gibi hisseden herkes için,
yapaylık doğallığın yerini aldı, doğallık ise tuhaflaştı. İyi ifade edemedim:
Yapaylık doğal hale gelmedi; doğallık değişti. Günümüze özgü araçları iğrenç,
yararsız buluyorum; bilimin ortaya koyduğu, hayatımızı kolaylaştıran ürünleri
-telefon, telgraf gibi- ya da kaprislere hitap eden yan ürünleri -gramofonlar,
hertz alıcıları-, bunlardan keyif alan insanlar için hayatı daha eğlenceli
kılan bütün bu şeyleri iğrenç, yararsız buluyorum.
Bunların hiçbiri beni
ilgilendirmiyor, hiçbiri içimde istek uyandırmıyor. Oysa kıyılarında o büyük
kenti barındırdığı için Tejo Nehrini çok seviyorum. Aşağı Şehir' deki dar bir
sokakta, dördüncü kattaki bir evden görebildiğim için, gökyüzünü çok seviyorum.
Ne kırlar, ne doğa, ne de herhangi bir şey, ay ışığı ile yıkanmış dingin
şehrin, Graça'dan ya da Sao Pedro de Alcântara'dan hayranlıkla izlediğim
karmaşık görkemini bana sunabilir. Benim için hiçbir çiçek buketinin, Lizbon'un
güneşin altında parlayan renk demeti kadar değeri yoktur.
Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece
giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır. Utanma duygusu, tensellik için, enerjinin
önüne çıkan bir engel gibidir.
Yapaylık, doğal olandan tat almanın
bir yoludur. O uçsuz bucaksız tarlalardan, burada yaşamadığım için zevk aldım.
İnsan baskı altında yaşamamışsa, özgürlüğün değerini ölçemez.
Uygarlık doğaya bizi öğretir.
Yapaylık; doğal olana yaklaşmanın yolu budur.
Bu arada, yapayı doğal sanmaktan
kaçınmalıyız.
Üstün insanlarda doğallığın özünü
oluşturan şey, doğalla yapay arasındaki uyumdur.
4 Nisan 1930
Tejo'nun güneyindeki kara gökyüzünde,
telaşla uçan martıların kanatlarındaki beyaz parıltıları renk farkından dolayı
belirginleştiren, uğursuz bir koyuluk vardı. Oysa doğan günde henüz fırtına
kokusu yoktu. Tehditkâr yağmur kütlesi olduğu gibi öbür kıyının üzerine
yığılmıştı. Hâlâ hafif bir yağmurun ıslaklığını taşıyan, Aşağı Şehir kuzeyde,
ak lekelerle rengi açılmaya başlamış gökyüzüne yerden gülümsüyordu. İlkbaharın
tazeliğinde insanı ısıran hafifbir serinlik vardı.
Böyle boş, kendini açıkça
ele vermeyen anlarda zihnimi, bilerek belirsiz bir düşünceye yoğunlaştırmayı
severim, içinin boşluğundan gelen duruluğunda, bu berrak günün soğuk
yalnızlığından bir şeyleri, şu uzaktaki kara fonu ve tıpkı martılar gibi,
renginin zıtlığıyla derin karanlıkta şekillenerek, her şeyin gizini ortaya
seren birtakım sezgileri barındırır bu düşünce.
Ne var ki, bu tamamen
edebi, samimi niyetimin tersine, Güney göğünün karanlık fonu bana bir başka
gökyüzünü, belki de bir başka hayatta, kenarlarında hüzünlü kamışların
bulunduğu bir nehrin suladığı, en ufak bir şehrin bulunmadığı bir Kuzey'de
gördüğüm gökyüzünü -ama doğru, ama yanlış bir anıyı- hatırlatıyor. Nasıl
olduğunu bilmiyorum fakat, hayal gücümde açılıp kanatlanan vahşi ördeklere
layık bir manzara bu ve tuhaf bir düşün içindeymişim gibi, hayal ettiğim düzlüğe
açıkça, alabildiğine yakın hissediyorum kendimi.
Irmakların kıyısında,
kamışlarla dolu uçsuz bucaksız bir ülke bu, avcıların ve bunalımların ülkesi:
Girintili çıkıntılı kıyıları, karanın pis uzantıları gibi kurşun sarısı suların
içine giriyor, oyularak minyatür tekneler için çamurlu koylar, derecikler
oluşturuyor; dereciklerin suyu, kamışların koyu yeşil saplarının arasına saklanmış,
yürümeyi engelleyen çamurun yüzeyinde ayna gibi parlıyor.
Hüzün, yer yer kendinden
daha koyu bulutlarla kırışmış, kurşuni, ölü bir gökyüzünün hüznü. Rüzgârı
hissetmiyorum ama esiyor; ve karşı kıyı, aslında -ne büyük ve ıssız bir
ırmak.’- bir ada, arkasında öbür kıyının varlığı seziliyor, uzaklara doğru
dümdüz uzanan karşı kıyı, gerçek kıyı.
Oraya kimse ulaşamıyor,
ulaşamayacak da. Zamanın ve mekânın akışının tersine kaçsam, şu dünyadan o
manzaraya firar etsem bile, kimse, aslı yanıma gelemeyecek. Ne olduğunu
bilmeden, boşuna bir şeyleri beklemiş olacağım ve sonunda gece ağır ağır
çökecek sadece; bütün uzay usulca, yavaş yavaş yıkılmış göğe gömülen en kara
bulutların rengine dönecek.
Ve birden, oranın
soğuğunu hissediyorum. Ta kemiklerimden geliyor, bedenime giriyor. Kuvvetle
soluk alarak toparlanıyorum. Borsa'nın orada, Kemer'in altında karşıma çıkan
adam, merak dolu, kuşkucu gözleriyle bakıyor. Kara, yoğun gökyüzü, güney
kıyısına doğru iyice alçaldı.
Rüzgâr başladı... Önce, boş bir
mekânın sesi gibiydi... Boşluğun bir delikten üfeyişi ya da havanın sessizliği
içinde bir çatlak. Sonra bir hıçkırık yükseldi, dünyanın öbür ucundan gelen bir
hıçkırık ve camların titrediği, bunun aslında rüzgâr olduğu fark edildi. Derken
daha uzaklarda yankılandı bu, boğuk bir ulumaydı artık, büyüyen geceye karşı
mevcudiyetten yoksun gözyaşları, farklı şeylerin gıcırtısı, küçük parçacıkların
yağışı, dünyanın sonuna ait bir atom.
H.K.
Preface22
Ne zaman ki Hıristiyanlık, yerini
günün alacağı fırtınalı bir gece gibi ruhlara baskı yapmaktan vazgeçti, yol
açtığı gözle görülmez yıkımlar da görülür oldu; nasıl bir felakete sebep
olduğu, ancak kendisi ortadan kalktıktan sonra anlaşılab- ildi. Kimileri
felaketin kesinlikle bu kayboluştan kaynaklandığını sandı: Ne var ki bu neden
değildi, yalnızca olanları gözler önüne sermişti.
Bunun üzerine, insanlar âleminde
rahatça görülebilen felaket kaldı sadece, günahların bağışlandığı sahte
gecelerin artık gizleyemez olduğu gerçek mutsuzluk. İnsanlar, kendilerini bütün
çıplaklıklarıyla gördüler.
Böylece, henüz tazeliğini koruyan
ruhlarda romantizm adı verilen hastalık doğdu, hayallerden yoksun, mitlerden
yoksun bir Hıristiyanlıktı bu, bu durum, romantizmin özünde nasıl hastalıklı
bir kuraklık olduğunu yansıtıyordu zaten.
Romantizmin bütün kötülüğü, bize
gerekli olan şey ile arzuladığımız şeyi birbirine karıştırmasıdır. Hepimiz
hayatta, hayatın korunması ve sürdürülmesi için kaçınılmaz olan şeylere gerek
duyarız; öte yandan hepimiz daha iyi bir hayat, eksiksiz mutluluk,
hayallerimizin gerçekleşmesini vb. isteriz.
İhtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz
insanca bir davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil, arzulanır bulduğumuz
şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan, gerekli olan ile arzulanır
olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden, ekmeksiz kalmış
gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte: sanki sahip olmanın bir
yolu varmış gibi Ay'a göz dikmek.
"Parayoksa ekmek de yok."
Politikanın alt kademelerinde de,
içimizdeki en derin yerde de - aynı hastalık.
Çoktanrılı çağın insanı, gerçek
dünyadaki, varlıklardaki ve hatta kendindeki bu hastalıklı tarafı bilmiyordu.
İnsan olduğu için, o da olanaksız olanı istiyordu; ne var ki bunda o kadar da
diretmiyordu. Onun dini [...] ve ruhlara dünyanın boşluğunu dolduran dinlerdeki
aşkın şeyler sadece o yola baş koyanlara, en derin gizemler olarak insanlardan
uzakta öğretilirdi.
H.K.
Romantiklerin iyi bir örneği olduğu,
şu çok bireyselleşmiş, etkileyici insanı, ben de kendi hesabıma birçok kez
düşlerimde yaşamayı denedim; ve her seferinde, sırf böyle bir kişiyi yaşamayı
düşününce bile gülmekten karnıma ağrılar girdi. Sonuçta her sıradan insan, talihin
yüzüne gülmesini düşler; romantizm de her birimizin günlük yaşam alanından
başka bir şey değildir; ne var ki çevrilmiş, baş aşağı edilmiş haliyle. Hemen
herkes, kalbinin en gizli yerinde tamamen kendine ait büyük bir imparatorluk
hayal eder, bütün erkekler kölesi olacak, bütün kadınlar önünde eğilecek,
bütün zamanların en soylu halkları ona tapacaktır... Bununla birlikte, benim
kadar hayal kurmaya alışkın çok az insan var; dolayısıyla pek az insan böylesi
hayallerin sırf estetik açıdan mümkün olduğunu görüp, gülüp geçecek kadar
akıllıdır.
Romantizme karşı esas iddianame henüz
mahkemeye sunulmuş değil: Güya romantizm, insan doğasının iç gerçeğini temsil
etmekteymiş. Aşırılıkları, gülünç tarafları, bizi heyecanlandırabilmesi,
cezbedebilmesi - bütün bunlar romantizmin insanın içindeki gerçeğin dışarıdaki
ifadesi olmasından kaynaklanıyormuş; ama olabildiği kadar görünür hale
getirilmiş, somutlaştırılmış bir ifadeymiş bu; tabii olabilirliğin sınırlarını
Yazgı'dan başka şeyler de belirleyebiliyorsa.
Kafamızı karıştırmaktan başka işe
yaramayan bu kandırmacalara gülüp geçen biri olarak ben bile kendimi kaç kez,
ünlü olmanın ne kadar hoş, pohpohlanmanın ne kadar güzel, bir başarı elde
etmenin ne kadar heyecan verici olacağını düşlerken yakalamışımdır! Ne var ki
kendimi o doruklara gerçekten tünemiş olarak göremiyorum bir türlü, Aşağı
Şehir' in sokakları gibi hep yanı başımda olan öteki ben'in kahkahası
kulaklarımda çınlayıveriyor hemen. Şöhrete mi kavuşmuşum? Evet, muhasebeci
yardımcısı olarak. Ünün doruklarına mı yükselmişim? Meğer bu da ola ola Rua
dos Douradores'te olmuş, bürodakiler görüntüyü bozuyormuş. Dünya âlem beni mi
alkışlıyormuş? Alkışlar dördüncü kata kadar yükselip benim zavallı möbleli
odanın kaba saba eşyasına, mutfaktan başlayıp düşlere kadar, dört bir yanımı
saran, beni alçaltan tüm o iğrençliklere çarpıyormuş. Bütün düşleri süsleyen o
İspanyol Büyükleri gibi, İspanya' da bir şato bile kurmuş değilim. Benim
şatolarını iskambil kâğıdındandı - kirli, yıpranmış, oynanıp takımı bozulmuş,
bir daha kimsenin kullanamayacağı kâğıtlardan; üstelik kendiliklerinden
yıkılmayı bile beceremediler; birinin - ihtiyar hizmetçinin sabırsızca elinin
tersiyle vuruvermesiyle olabildi ancak; kadıncağız örtüyü masanın bir kenarına
atmış, iyice yaymaya çalışıyordu, çünkü ilahi bir lanet gibi çay saati
çalmıştı. Ne var ki bu bile arkası gelmeyen bir görüntü, çünkü dünyanın hiçbir
yerinde ne bir kır evim var, ne de ailece geçirilmiş bir akşamın sonunda, tatlı
bir huzur içinde, koca bir fincan çay getirecek yaşlı teyzelerim. Kurduğum
hayal, metaforlarıyla, kahramanlarıyla çuvallamış durumda. Sahip olduğum
imparatorluk, eski bir iskambil oyunu kadar bile olamadı. Onca şan, şöhret,
bana bir çaydanlık ya da yılların yükünü sırtlamış bir kedi23 bile
bahşemeden söndü gitti. Nasıl yaşadıysam öyle öleceğim, kenar mahallenin
birinde, bir eskicide, alıcısı bulunamamış mektuplara düşülmüş notların
arasında kiloyla satılacağım.
Hiç olmazsa, düş kırıklıklarımın
zaferini büyük bir düşün zaferiymiş gibi götürebilsem her şeyin belki de o
sonsuz çöküşüne, hiçbir şeye inanmamanın görkeminiyse bir bozgun sancağı gibi
taşıyabilseydim - ne yazık ki çok narin eller tutacak bu sancağı, ama daha
zayıfların kanında ve çamurda sürüklenecek... Her şeye rağmen, biz kımıldayan
kumlara batarken gene de yücelerde dalgalanacak bu sancak - ve kimse bunun bir
protesto mu, bir meydan okuma mı ya da umutsuzluk mu olduğunu bilmeyecek.. .
Kimse bilmeyecek, çünkü bu ölümlü dünyada kimse bir şey bilmez ve kumlar hiç
sancağı olmayanlar gibi, sancak dikenleri de yutar.
Ve kumlar her şeyi örtecek -
yaşamımı, yazılarımı, sonsuzluğumu.
Bozguna uğramamın
bilincini götürüyorum yanımda, bir zafer sancağı gibi.
5 Nisan 1930
Gönlüm romantiklerden yana olsa da,
ancak klasikleri okuduğumda huzur bulabiliyorum. Hatta sahip oldukları birikimi
ortaya koyan sınırlılıkları bile bana adını koyamadığım bir avuntu veriyor. O
yapıtlar, sonsuz bir hayat düşündürüyor bana neşeyle, engin boşlukları kat
etmeksizin seyreden bir hayat. Pagan tanrılar bile orada gizemlerinin yorgunluğunu
atarlar.
Duygularımızın (hatta bazen sahip
olduğumuzu sandıklarımızın) müthiş bir merakla tahlil edilmesi, yüreğin
manzarayla özdeşleştirilmesi, bedenimizdeki tüm sinirlerin anatomisinin ortaya
konması, arzunun irade, özlemlerin düşünce haline getirilmesi - fazlasıyla içli
dışlı olduğum bir sürü şey, o kadar ki başkalarında gördüğümde bir yenilikle
karşılaşmanın zevkine varamıyor ya da kendime bir huzur payı çıkaramıyorum. Bu
duygular içime dolar dolmaz, sırf bu yüzden, başka şey hissetmek istiyorum. Ve
bir klasik yapıt okuduğumda, o başka şeye kavuşmuş oluyorum işte.
Lafı hiç dolandırmadan, hiç utanmadan
itiraf ediyorum bunu. Ne Chateaubri- and'ın bir sayfası, ne Lamartine'in bir
şiiri -adeta düşüncelerimin sesi olan o satırlar, bildiklerime bilgi katmak
için söylenmiş o şiirler-, hayır, hiçbiri bana, Vie- ira'nın sıradan bir metni
kadar ya da, klasiklerimiz arasında Horatius'un çizgisini devam ettiren nadir
şairlerden birinin yazdığı bir od kadar zevk vermez, ayaklarımı yerden kesmez.
Okuyorum ve işte özgürüm. Nesnelliğe
ulaşmışım. Ben olmaktan, o dağınık varlık olmaktan çıkmışım. Okuduğum şey,
üzerimde pek hissetmediğim, sadece bazen ağırlık yapan bir giysiye benzemiyor;
dış dünyanın, her haliyle hayranlık uyandıran engin aydınlığına dönüşüyor o ya
da hepimizi gören güneşe, huzurlu toprağa gölgelerini saçan aya, denize açılan
geniş topraklara, ta tepede yeşil başlarını sallayan ağaçların oluşturduğu o
kara kütleye, bahçelerdeki havuzların donmuş sessizliğine, asma tünellerinin
altından vadilerin dar yamaçlarına inen üstü kapalı yollara.
Tahtından feragat eden bir kral
gibiyim okurken. Nasıl ki kralın asasıyla tacı en yüksek değerine, kral
giderken onları yere bıraktığında ulaşırsa; ben de sıkıntının, düşün bütün
madalyalarını giriş odalarındaki taşlara bırakıyor, sadece bakışımdaki
soyluluğu kuşanmış olarak merdivenleri tırmanıyorum.
Ölürcesine okuyorum. Ve klasiklerin,
sakinlerin, acı çekseler bile bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal
bir yolcu gibi hissettirenlerin dünyasında - işte onların dünyasında kendimi
kutsanmış bir had, amaçsız dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken,
hüznünün son sadakasını son dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi
hissediyorum.
5 Nisan 1930
Şirketin her zaman bir yerleri
ağrıyan en büyük hissedarı, bilmem hangi hastalığı ona biraz soluk aldırır
aldırmaz, nereden aklına estiyse, büro çalışanlarının topluca fotoğraf
çektirmesini istedi. Böylece önceki gün, güler yüzlü bir fotoğrafçının
direktifleri doğrultusunda, büyük salonu patron Vasques'in küçük odasından
ayıran kirli beyaz tahtalardan eğreti korkuluğun önünde hepimiz sıraya
dizildik. Ortada Vasques'in kendisi; iki yanında da, mevkilerine göre önce
düzenli, sonra rasgele dizilen, etiyle kemiğiyle her gün büroda boy gösteren ve
nihai anlamını yalnızca Tanrıların bildiği, birtakım küçük amaçlar peşinde
koşan âdem babalar.
Bugün büroya biraz gecikmeyle,
doğrusunu söylemek gerekirse, o iki fotoğraf uğruna kaskatı durduğumuzu unutmuş
olarak gittiğimde, her zamankinden erken gelmiş Moreira'yı ve pazarlamacılardan
birini öne eğilmiş, siyahımsı bir şeyleri keyifle incelerken buldum, bunların,
çekilen fotoğrafların ilk örnekleri olduğunu hemen anladım, ne yalan
söyleyeyim, heyecanlanmadım da değil. Aslında aynı fotoğrafın, en iyi çıkmış
olanın iki kopyasıydı gördüklerim.
Fotoğrafta haliyle önce kendimi
aradım, gördüğümde de gerçek, beni şoka uğrattı. Dış görünüşüm hakkında hiçbir
zaman iddialı olmamışımdır, ama kendimi, hele de her zamanki halleriyle yan
yana dizilmiş varlıkların ezbere bildiğim yüzleriyle kıyasladığımda yüzümü, hiç
bu fotoğraftaki kadar berbat görmemiştim. Kaba saba bir Cizvit papazından
farkım yok. Etsiz ve ifadesiz suratımda, beni, öteki yüzlerin durgun sularının
üzerine çıkartacak hiçbir zekâ,
canlılık ya da adını
koyamadığım bir şeyin belirtisi yok. Durgun sular mı dedim - yo! Aralarında
gerçekten ifade taşıyan yüzler var. Patron Vasques örneğin, ebleh, neşeli ve
sert yüzüyle canlı gibi, kusursuz bir resim vermiş, fırça bıyıkları da tabloyu
tamamlıyor. İnsanoğlunun -.sonuçta çok sıradan bir şey olan, dünya yüzünde her
saniye binlerce örneği görülen- kurnazlığı, enerjisi bu fotoğrafa kaydedilmiş
yine de, insan psikolojisini aktaran bir pasaporta kaydedilircesine. îki
pazarlamacı çok sevimli; kasiyer de iyi çıkmış ama Moreira'nın omzu onu yarı
yarıya örtmüş. Ve o, Moreira! Şefim Moreira, tekdüzeliğin, değişmezliğin özeti
olan o adam, benden bin kat daha hayat dolu! Büroda ayak işleri yapan çocuğun
bile -bunu söylerken hissettiğim duygunun kıskançlık olmadığına kendimi ikna
edebilsem keşke- belirgin hatları, içten gülüşüyle anlamsızlığıma, hediyelik
sfenk- slerinkinden geri kalmayan değersizliğime fark atıyor.
Bütün bunların anlamı ne? Basit bir
fotoğraf kâğıdının sıfır hata payıyla ortaya serdiği gerçek, nedir? Soğuk bir
objektifin tanıklık edebildiği bu gerçek, hangi gerçek? Ben kimim ki böyleyim?
Oysa.. . Ama herkesi böyle aşağı görmek de ne oluyor!
"Çok iyi çıkmışsınız," dedi
birden, Moreira. Ve pazarlamacıya dönerek ekledi: "Sevgili dostumuz tam
kendi gibi çıkmış, öyle değil mi?" Öteki de dostça bir iyi niyetle onu
onayladı, beni kaldırıp çöpe atsa daha iyiydi.
5 Nisan 1930
Ve bugün, şimdiye kadar nasıl bir
hayat yaşadığımı düşünürken, kendimi sepet içinde, banliyö trenlerinde taşınan
bir hayvan gibi hissediyorum. Saçma bir imge bu, ne var ki tanımladığı hayat
daha da saçma. O sepetlerin genellikle, hayvan içeride kıpırdanacak olursa
rahatça açılan iki oval kapağı vardır. Fakat sepeti taşıyan kişi kapakların
ortasına koluyla hafifçe bastırınca, o zayıf yaratığın elinden ayaklarını,
güçten düşmüş bir kelebeğin kanatları gibi, beceriksizce ileri uzatmaktan
başka şey gelmez.
Sepeti tarif etmeye daldım, aslında
kendimden söz etmekte olduğumu unuttum. Sepet de, onu taşıyan hizmetçi kadının
aslında akça pakça olan güneş yanığı, tombul kolu da gözümün önünde. Hizmetçi
kadının kolundan ve kolunu saran yumuşak tüylerden daha fazlasını göremiyorum.
Birden bu serinliğin, küçük bir hayvan olarak kıpırdanıp durduğum, istasyonlar
arasında gittiğim, kamışlardan, beyaz şeritlerden örülmüş sepetlerin dışında
rahat edemez oluyorum. Duraklarda, sıraya benzeyen bir şeyin üzerinde
dinleniyorum ve onların sepetin dışında konuştuğunu duyuyorum. Sakinleşiyorum,
beni tekrar yerimden kaldıracakları bir sonraki istasyona kadar gözümü
kapatıyorum.
6 Nisan 1930
Çevremizi saran ortam, eşyanın
ruhudur. Her şeyin kendine özgü bir dışavurumu vardır ve bu dışavurum ona
kendi dışından gelir. Her şey, üç eksenin kesişmesinin bir sonucudur, o şeyi o
kesişme yaratır: kararınca madde, bizim onu yorumlama biçimimiz ve içinde
bulunduğu ortam. Üzerinde yazı yazdığım bu masa bir tahta parçasıdır, ama aynı
zamanda masadır, bu odadaki mobilyalardan biri. Masanın bende uyandırdığı
izlenimi aktarmak istesem, yapacağım tarifte onun ağaçtan yapıldığı, benim bu
nesneye masa dediğim, ona birtakım amaçlar, belli kullanım şekilleri
yakıştırdığım, yakınında ve üstünde yer alan nesnelerin ona kendi dışında bir
ruh kazandırdığı, onu dönüştürerek onda yansıdığı, içine sızdığı düşünceleri
yer alacaktır. Masaya verilmiş olan, bugün solmuş renk bile, üzerindeki
lekelere ve çiziklere varıncaya kadar - bütün bunlar, bunu bir kenara yazalım,
masaya dışarıdan gelen şeylerdir ve ona bir ruh kazandıran da özünü oluşturan
tahta parçasından çok bunlardır. Ve bu ruhun en özel yanı: Bir masa oluşunu,
yani kişiliğini de ona kazandıran gene dışarısıdır.
Dolayısıyla, cansız olduğunu
düşündüğümüz şeylere bir ruh mal etmek -hem insani, hem de edebi açıdan- bir
hata sayılmaz. Bir şey olmak, üzerine bir şeylerin mal edilmesi demektir. Bir
ağacın hissettiğini, bir ırmağın "aktığını'', bir günbatımının acı
verdiğini ya da dingin denizin (gökyüzünün onda olmayan maviliği) güler yüzlü
(kendi dışında yer alan güneş sayesinde) olduğunu söylemek belki yanlıştır. Ama
herhangi bir şeye güzellik mal etmek de o ölçüde yanlıştır. Aynı şekilde,
şeylere renk, biçim, belki varlık mal etmek de hatadır. Şu deniz, tuzlu sudur.
Şu gurup, güneş ışınlarının şu boylama ve şu enleme eğik düşmeye başladığı
andır. Karşımda oyun oynayan şu çocuk, hücrelerin entelektüel boyutta
yığışmasıdır - daha doğrusu, atom altı hareketlerle ilgili belli çarklardan
oluşan bir kümedir, milyonlarca minyatür güneş sisteminden oluşan, elektrikli,
tuhaf bir yığışımdır.
Her şey dışarıdan gelir; belki insan
ruhu da, bir gübre yığınından başka bir şey olmayan bedenimizi topraktan
ayıran, parlayan bir güneş ışığıdır sadece.
Bu düşüncelerden koca bir felsefe
çıkarılabilir; bunlardan yola çıkarak birtakım sonuçlara ulaşacak güce sahip
olmak koşuluyla elbette. O bende hiç yok; mantıklı olasılıklar üzerinde,
dikkatli, bulanık düşüncelerin yükseldiğini görüyorum, ama bir gübre yığınına
vuran güneş ışınının görüntüsü her şeyi bozuyor, tıpkı kaba taştan yapılma bir
duvarın dibinde iyice ezilip kararmış toprağa dağılmış ıslak samanlar gibi.
Ben böyleyim işte. Düşünmek istediğim
zaman, görüyorum. Ruhumun derinliğine inmeye niyetlensem, kısa süre sonra,
aklım başka yere kayarak, upuzun merdivenin ilk sarmalında duruyorum ve son
katın penceresinden, karmakarışık çatı yığınını paslı tonlarla ıslatarak veda
eden güneşi seyrediyorum.
H.K.
Düşlerimin verdiği hevesle, ne zaman
günlük hayatımın seviyesini aşan büyük niyetler edinsem ve bir an için,
salıncakla en tepeye çıkmış bir çocuk gibi kendimi yükseklerde hissetsem - her
defasında o çocuk gibi parkın zeminine inmek, savaş sancağını dikmeden,
kılıcımı kınından çıkarmaya derman bulamadan bozgunu kabul etmek zorunda
kalmışımdır.
Sokaklarda rastladığım insanların
çoğunun da -.sessiz dudak hareketlerinden, gözlerindeki huzursuz kararsızlıktan
ya da kalabalık içinde yüksek sesle okudukları dualardan seziyorum bunu-
sancaksız bir ordunun verdiği bu yararsız savaşa atıldığını hissediyorum. Ve
bütün o insanlar, -arkama dönüp o zavallı, o yenik düşmüş sırtlarını
seyrediyorum- hepsi, tıpkı benim gibi tanıyor olmalılar o büyük, o iğrenç
bozgunu, çamurun ve sazların içinde kaybolmuş, ama göllerin şiirini bilmeyen,
kıyıları yıkayacak ayışığından yoksun bozgunu - içler acısı, küçük adamların
bozgununu.
Hepsinin aynı benim gibi, coşkulu ve
hüzünlü bir ruhu var. Öyle iyi tanıyorum ki onları! Mağazalarda çalışanlar,
bürolarda ayak işlerini yapanlar ya da küçük tüccarlar; onların dışında, benben
diye konuşurken kendilerinden geçen, bencil sessizlikleriyle doyan, saklayacak
hazinesi olmadığı halde cimri, kafe kuşları var. Ama hepsi birer şair
-zavallılar!- ve gözümün önünde, benim de onların karşısında yaptığım gibi,
ortak densizlik yükümüzü sürüklüyorlar. Hepsinin geleceği, benimki gibi,
geride kalmış.
Bürodaki herkes öğle yemeğine çıktı.
Ben ise, donuk camın arkasından, karşı kaldırımda sendeleyerek yürüyen yaşlı
adama gözlerimi dikmiş, öylece, kıpırdamadan duruyorum. Sarhoş olduğu için
değil, düşlere daldığı için sendeliyor. Dikkatini var olmayana vermiş; hâlâ
bir umudu var belki. Adalet nedir bilmez Tanrılar adaletli görünmek
istiyorlarsa, gerçekleşmesi imkânsız da olsa düşlerimize dokunmasınlar,
sıradan da olsa, bize iyi düşler versinler. Şimdi, yaşım henüz gençken, Güney
Adaları'nı hayal edebilirim; ya da ulaşılmaz Hindistan'ları; yarın, aynı Tanrılar
öylesine bir tütüncü dükkânı almayı ya da civardaki kutu gibi bir evde
emeklililğin tadını çıkarmayı hayal ettirebilir bana. Tek tek bütün
hayallerimiz hep aynı hayaldir, çünkü hepsi sadece hayaldir. Tanrılar
hayallerimi değiştirsin; ama hayal kurma yeteneğime el sürmesin.
Aklımdan bunları geçirirken, yaşlı
adam dikkatimin alanının dışına çıkmış. Gözden uzaklaşmış. Pencereyi açıp
etrafı kolaçan ediyorum, ama boşuna. Kaybolmuş. Benim açımdan, görsel bir
simge olarak görevini tamamladı: îşi bitti, sokağın köşesini döndü. Biri çıkıp
bana onun mutlak bir köşeyi döndüğünü ve zaten asla burada bulunmadığını
söylese, pencereyi kapamak için yaptığım hareketle kabul ederim bunu.
Başarmak?..
Kendilerine güzel cümlelerle ve soylu
niyetlerle imparatorluklar kuran, ama bunu yaşamak için başını sokacak bir
yeri, karnını doyuracak ekmeği olmayan, dükkân arkalarında kalmış zavallı
yarı-tanrılar! Komutanlarının zafer sarhoşluğuna kapılarak ortada bıraktığı bir
ordunun birliklerine benzer bu insanlar; ve durgun sularda, bataklıklarda
kaybolurlar; hayallerinden geriye, büyüklük kavramından, o orduya ait olmanın
anısından ve -yüzünü zaten hiç görmedikleri- generallerinin ne yaptığını bile
bilmemelerinden doğan boşluktan başka bir şey kalmaz.
İşte böyle, bir gün gelir herkes, alt
tarafı asker kaçağı olduğu halde, kendini general olarak hayal eder. O gün
hepimiz, derelerin çamuruyla boğuşarak, kimsenin kazanamayacağı bir zaferi
kutlarız, zaferden geriye bir tek biz kalmışızdır, silkelenmesi unutulmuş bir
masa örtüsüne yapışmış bir ekmek kırıntısı gibi.
O insanlar, baştan savma temizlenmiş
mobilyaların çatlaklarını dolduran tozlar gibi, günlük hayatın boşluklarını
doldurur. Sıradan günlerin alelade ışığında, pas rengine çalan maun ağacında,
grimsi kurtçuklar gibi parlarlar. Birileri eski bir çiviyle çıkarıp atar onları
oradan. Ama kimse bu işi gönüllü yapmaz.
Büyük hayaller kuran zavallı
yoldaşlarım benim; sizlere o kadar özeniyor, siz- leri o kadar hor görüyorum
ki! Kendimi ötekilere daha yakın hissediyorum -en yoksul olanlara,
kendilerinden başka hayallerini anlatacak, yazıyor olsalar adına dizeler
yazacak kimsesi olmayanlara-, kendi ruhlarından başka edebiyat ya da [...]
kitap bilmeden, kişiyi yaşama yetkisi veren o bilinmez, aşkın sınavdan
geçmeksizin, sırf var olmaktan boğularak ölen o zavallılara.
İçlerinde, bir eski zaman sokağının
köşesinde, bir vuruşta beş kişiyi yere yıkan kahramanlar var. Var olmayan
kadınların bile direnmeye cüret edemediği Don Juan'lara da rastlayabilirsiniz.
Kendi söylediklerine, söyledikleri anda inanır onlar, hatta belki de
kendilerini inandırmak için söylerler. Evet [...], bu büyük kahramanlar, başka
nasıl bilinirse bilinsinler, birer insandır.
Bir kazanda kaynayan yılanbalıkları
gibi kıvrılıp bükülerek üst üste yığıldıklarını görüyorum. Ama, içinde
kaynadıkları kazanın tutsağı olmuşlar. Gazeteler onlardan söz ediyor, ara
sıra... ama kazandıkları zaferden, asla.
Mutlu insanlar onlar, çünkü
salaklığın büyüleyici hayal gücü bahşedilmiş. Ama ya benim gibi, yanılsamasız
düşleri olanlar [...]
20. Pessoa’nın dış
kimliklerinden Caeiro’nun bir şiiri.
21. Ya da, karmaşık heyecanlarımın.
22. Orijinal metinde
Fransızca: Önsöz. (Ç.N.)
23. Ya da: uykusuz
gecelerin ölümsüz kedisini.
Ey okurlar, mutlu olup olmadığımı
soruyorsanız, cevabım hayırdır.
H.K.
Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını
bilememek övünülesi, yaşama becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir
özelliktir.
Can Sıkıntısı denen uzaklaşma ve
Sanat denen küçümseme, bizim ... [yaşamımıza] doyuma benzer bir şeyin
parlaklığını verirken..
Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf
pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır.
Sadece acı bizi büyütür, acının
göğsünde bekleyen sıkıntı, tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye
benzer.
Ben, genellikle kendi derinliklerimde
bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile
getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin
kuyusuyum.
Ben, tam inşası sürerken inşa edenin
düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir
yapının yıkıntısıyım.
Yalnızca zevk aldıkları için zevk
alanlardan nefret etmeyi, neşelerini paylaşmayı beceremediğimiz için neşeli
insanları hor görmeyi ihmal etmeyelim sakın... Bu sahte küçümseme, bu bayağı
kin altındaki toprakla kirlenmiş, kaba saba bir kaideden başka bir şey
değildir; üzerinde Sıkıntımızın benzersiz, kibirli heykeli yükselir, yüzü
sırrına erilmez bir gülümsemeyle kuşatılmış, karanlık bir figürdür o.
Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet
etmeyenlere.
H.K.
10 Nisan 1930
Sıradan insanlığa karşı fiziksel bir
tiksinti duyuyorum; zaten olan tek insanlık bu. Bazen de, tiksintiyi iyice
çoğaltmaya heveslenirim, kusma isteğimizi zorla kusarak yatıştırdığımız gibi.
En sevdiğim şeylerden biri -başlayan
günün sıradanlığından, hapse düşecekmiş gibi ürktüğüm sabahlarda- mağazalar ve
dükkânlar açılmadan önce, sokaklarda ağır ağır yürümek, delikanlıların ya da
genç kızların (ya da her iki takımın) ağzından, kafamın içindeki görünmez,
özgür düşünce okuluna alaycı sadakalar gibi dökülen bölük pörçük cümlelere
kulak vermektir.
Ve hep aynı cümleler, aynı sırayla
birbirini izler: "Ondan sonra bana dedi ki. .. " sırf ses tonundan
bile entrikayı ne kadar sevdiği anlaşılmaktadır. "Mademki o değil, öyleyse
sen..." ve karşılık veren seste benim duymaz olduğum bir protesto vardır.
"Söylemişsin, tamam, söylemişsin işte...", oysa terzi kız, tiz bir
sesle itiraf etmektedir: "Annem... istemiyormuş..." "Kimi, beni
mi?" ve yağlıkâğıda sarılmış Zunch’ını24 koltuğunun altında
taşıyan delikanlının şaşkınlığı beni kandıramadığı gibi, o donuk sarı saçlı,
pasaklı kızı da kandıramamaktadır muhtemelen. "Anlaşılan o ki..." ve
yanımdan geçen üç genç kızın kıkırdaşması müstehcen bir şeyleri [gizler].
"Bunun üzerine, herifin karşısına dikilip suratının tam ortasına - tam ortasına,
ha, Jose!" ve zavallıcık yalan söylemektedir, çünkü, servis şefi (ses
tonuna bakılırsa, rakibi servis şefinden başkası olamaz) o gladyatörün,
işyerinin tam ortasında ve sekreterlerin önünde kendisine el kaldırmasına izin
vermiş olamaz. "Ben de gidip tuvalette sigara içtim..." ve velet
gülmekten pis donuna edecektir neredeyse.
Tek başlarına ya da gruplar halinde
çıt çıkarmadan geçenler de var ya da duyamayacağım şekilde konuşuyorlar, ama
sözcükleri benim için apaçık, sezgilerin saydamlaştırdığı, bayatlamış şeyler. O
şaşırtıcı, kaçamak bakışlarda, istemsizce kaçırılan, mide bulandırıcı
bakışlarda ne gördüğümü söylemeye cüret edemiyorum - yazarak kendime söylemeye
bile cüret edemiyorum, niyetlensem bile yazmamla üstünü çizmem bir olur. Cüret
edemiyorum, çünkü bilerek kusacaksan, bunu sadece bir kez yapacaksın.
"Herifte öyle bir göbek vardı
ki, merdiveni bile göremedi!" Başımı kaldırıyorum. Bu genç adam, hiç
olmazsa birini tarif ediyor ve bu tiplerin tarif etmeleri, hissettiklerini
söylemelerinden daha iyidir, tarif ederken insan kendini unutur. İğrenmem
geçiyor. Bahsi geçen adamı görüyorum. Onu adeta bir fotoğrafta seyrediyorum.
Kullanılan argonun masumiyeti bile beni rahatlatıyor. Alnımı okşayan kutsal bir
esinti bu -önündeki merdivenin basamaklarını fark edemeyecek kadar göbekli bir
adam- belki de merdivenden iyi kötü, düşe kalka tırmanan, arka avluya açılan,
sahte ışıklarla donatılmış yokuşta itişip kakışan, insanlıktır.
Entrikalar, dedikodu, yapılması
akıldan bile geçmemiş şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler
giyinmiş, zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip
çıkardıkları doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları
hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını
bilmeyişleri... Bütün bunlar, düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak
kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç,
korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.
H.K.
10 Nisan 1930
İnsan ruhunun bütün ömrü, loş
ışıktaki kıpırdanmakla geçer. Bilincin yarı karanlığında, olduğumuz ya da
olduğumuzu varsaydığımız şeye asla uyum sağlayamadan yaşarız. En iyilerimiz
bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz
bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi
zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere
gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya, gecenin içinde kaybolan sesler gibi
karmakarışık.
Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar
için var olan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları
yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. Bütün bunlar nedir, neye yarar?
Bir şeyler hissettiğim zaman kimim ben? Var iken, ölmekte olan hangi şeyim?
Bir vadide yaşayan varlıkları çok
yüksekten ayırt etmeye çalışan bir insan gibi, bir doruktan kendimi izliyorum.
Her şeye rağmen, karmakarışık, bulanık bir manzarayım ben.
Ruhumda bir uçurumun açıldığı bu
saatlerde, en küçük bir ayrıntı, bir veda mektubu gibi bunaltır beni. Hep
uyanacak gibi olurum, kendi kendimin zarfıyım- dır adeta, imzalar beni
boğmaktadır. Haykırdığımı duyan olsa, haykıracağım. Ne var ki kimi duygulardan
daha başka duygulara bir bulut kafilesi gibi ilerleyen, derin bir uykudayım -
gölgeli geniş çayırlara yeşiller, güneşler serpen bulutlardan bir kafile.
Gören de der ki, el yordamıyla saklı
bir nesneyi aramaktayım, ne nerede olduğunu biliyorum, ne de biri çıkıp ne
olduğunu söylemiş. Hiçkimse ile saklambaç oynuyormuşuz. Bir yerlerde bizi aşan
bir oyun varmış, yalnızca sesini duyduğumuz, şekilsiz bir tanrı.
Evet, sefillik içinde yaşanmış
saatleri, rahatladığım kısacık anları, yanılsamaları, manzaraya doğru yön
değiştirmiş büyük umutları, hiç girilmeyen odaları andıran hüzünleri, bazı
sesleri, müthiş bir yorgunluğu tasvir eden bu sayfaları okuyorum tekrar - yazılmayı
bekleyen İncil bu.
Hepimizde kendini beğenmişlik var ve
bu, başkalarının da var olduğunu, onların da bizimkine benzer bir ruha sahip
olduğunu unutturuyor bize. Benim kendimi beğenmişliğim ise, şu üç beş sayfadan,
bazı pasajlardan, bazı sorulardan ibaret..
Kendimi yeniden mi okudum? Yanlış!
Buna cesaretim yok. Neye yarar ki? Bu sayfalarda mevcut olan bir başkası. Ben
daha şimdiden, hiçbir şey anlayamaz haldeyim..
Bu kusurlu sayfalar için ağlıyorum,
ama olur da gelecek kuşaklar bunları okursa, sayfaların kusursuzluğundan çok
-tabii başarabilseydim- gözyaşlarıma içlenecek, çünkü kusursuzluk ağlamaktan,
dolayısıyla yazmaktan bile alıkoyardı beni. Kusursuz olan, kendini belli etmez.
Aziz ağlar, çünkü insandır. Tanrı susar. İşte bu yüzden azizi sevebiliriz biz,
Tanrı'yı değil.
Ruhun hâzinelerinin ve
şölenlerinin bekçisi olan o tanrısal, o şanlı çekingenlik.
Ah, nasıl da isterdim hiç olmazsa bir
ruha biraz zehir, huzursuzluk, şaşkınlık katmayı. İçinde yaşadığım keşmekeşin
boşluğuna karşı bir teselli olurdu bana. İnsanları yoldan çıkarmayı hayatımın
amacı olarak benimseyebilirim. Ama sözlerimin karşısında titreyen tek bir ruh
var mı? Beni duyabilecek tek bir varlık var mı, benden başka?
H.K.
Bilinmezlik hakkındaki
düşüncelerimize genellikle, bilinenler hakkında kafamızda olan kavramların
rengini yakıştırırız: Ölümü uyku hali olarak adlandırıy- orsak bu, onun
dışarıdan bakıldığında uykuya benzemesinden kaynaklanır; ölüme yeni bir hayat
dememizin nedeniyse, hayattan farklı bir şey gibi görünmesidir. İnançlarımızı,
umutlarımızı gerçekle aramızdaki bu küçük yanlış anlamalar sayesinde kurarız -
ve mutluluk oyunu oynayan yoksul çocuklar gibi, ekmek kırıntılarına pasta
diyerek yaşarız.
Ve bu, ömür boyu böyle sürer: en
azından, halk arasında uygarlık denen özel hayat biçimi için. Uygarlık, bir
şeye uymayan bir ad vermekten, sonra da oturup bunun sonuçları üzerinde hayal
kurmaktan ibarettir. Ve yanlış olan ad ile doğru olan hayal, sahiden de yeni
bir gerçeklik yaratır. O şey, sahiden farklı bir biçime bürünür, çünkü biz onu
farklı kılmışızdır. Gerçeklikler üretip dururuz. Hammadde hep aynıdır, ama
sanatın yarattığı biçim, o şeyin aynı kalmasına engel olur. Çam ağacından
yapılmış bir masa, gerçekten de çamdır, ama aynı zamanda masadır. Başına
oturduğumuz şey de bir masadır, çam kütüğü değil. Aşk cinsel bir içgüdüdür; ama
sonuç olarak cinsel içgüdümüzle değil, bir başka duygunun var olduğunu
varsayarak severiz. Ve bu varsayım da hakikaten başlı başına, başka bir
duygudur.
Sokakta öylesine yürürken, birdenbire
bir kahveye oturup bu saçma sözleri telaşsızca, dalgınca yazmaya beni iten
ince bir ışık oyunu mudur, belirsiz bir gürültü müdür, bir kokunun anısı mı ya
da dışarıdan bir etkiyle çınlayan bir müzik mi, bilemiyorum. Bu düşünceleri
nereye vardırsaydım ya da ne tarafa yöneltseydim hoşuma giderdi, onu da pek
bilemiyorum. Gün hafif, nemli ve ılık bir pustan ibaret, tehditler taşımayan,
ama hüzünlü ve her nedense tekdüze bir pus. İçimde canımı yakan, adını
bilemediğim bir duygu var; kim bilir ne hakkında bir fikir lazım bana;
sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm. Bu satırları yazmamın, daha
doğrusu karalamamın nedeni bunlardan bahsetmek değil, hatta herhangi bir şey
söylemek de değil; tek amaç, dikkatsizliğimi meşgul etmek. Bu kahvede sandviçleri
sardıkları beyaz kâğıdı -daha iyi bir kâğıt olmasa da olur, hepsi işimi görür,
yeter ki beyaz olsun- yavaş yavaş, ucu kütleşmiş bir kurşunkalemle (kalemi
açacak duygusallık yok bende), ağır ve yumuşak çizgilerle dolduruyorum.
Kanaatime göre, doymuş durumdayım. Rahatça arkama yaslanıyorum. Gün, hırçın ve
belirsiz bir ışığın içinde batıyor, tekdüze ve yağmursuz olarak. .. Yazmayı
bırakıyorum, çünkü yazmayı bırakıyorum, hepsi bu.
H.K.
10 Nisan 1930
Sık sık yüzeyselliğin ve büyülerin
oyuncağı olur, kendimi gerçekten insan gibi hissederim. Böyle durumlarda sevinç
içinde benzerlerimle görüşür, apaçık var olurum. Su yüzünde kalırım. Maaşımı
aldığıma, evime döndüğüme sevinirim. Zamanı görmeden hissederim ve organik her
olay benim için bir zevk kaynağıdır. Tefekküre daldığımda hiçbir şey düşünmem.
Böyle günlerde parklara da bayılırım.
Bilmem bu şehir bahçelerinin özünde
ne gibi bir tuhaflık, yoksulluk vardır ki, ancak kendimi iyi algılayamadığımda
iyi algılarım onları. Bir park, uygarlığın özeti - doğanın ismi bilinmeyen
birileri tarafından değiştirilmesidir. Bitkiler basbayağı mevcuttur, ama
yollarla kuşatılmışlardır. Parkta da ağaç yetişir, ne var ki gövdelerinin
dibine banklar konmuştur. Şehrin dört bir yanına -burada küçük bir meydandan
ibarettir şehir- doğru uzayıp giden dizilere bakıldığında, banklar daha büyük
görünür ve hemen hiç boş kalmazlar.
Çiçek öbeklerinin düzeni bana hiç
batmaz. Benim nefret ettiğim, bu düzenin herkese açık olması. Bu öbekler,
etrafı duvarlarla çevrili parkların içinde bulunsaydı, yeşil dalların arasında
feodal yapılar yükselseydi, o bankların üzerine kimse oturmasaydı, o bahçeleri
yararsızca seyretmekte bir teselli bulabilirdim. Ama burada, şehrin göbeğine
tespih gibi dizilmiş, ne yazık ki bir işlevi olan bu halk bahçeleri bana göre
birer kafestir; içinde ağaçlardan ve çiçeklerden doğan renkli düşlemlerin
yalnızca düşlemleri özleyecek, hapsolacak kadar yere, ruhsuz bir güzelliğe
sahip olduğu birer kafes.
Ama bazı günler tam da bu manzara
bana uyuyor, hatta trajikomedi oynayan bir figüran gibi ben de içine dahil
oluyorum. Kendimi aldatmış oluyorum tabii, ama hiç olmazsa öyle ya da böyle,
daha mutlu hissediyorum. Bir an dalgınlığıma gelip gerçekten bir eve, beni
bekleyen bir yuvaya sahip olduğumu hayal edebilirim. Bir unutuş anında,
kendimi tepeden tırnağa normal bulabilirim, gayet belirli bir yazgım varmış,
bir başka elbiseyi fırçalayabilir ve bir gazeteyi baştan sona okuyabilirmişim
gibi hissedebilirim.
Ama bu yanılsama uzun sürmez, çünkü
kendiliğinden sürüp gidemez, hem zaten akşam da çöküverir. Çiçeklerin rengi,
ağaçların gölgesi, yolların ve çiçek öbeklerinin dizilişi, hepsi solar ve
büzülür. Bu aldatmacanın ve benim insanlık durumumun üzerinde birden
yıldızların engin dekoru açılır, sanki gün ışığı, benim için kaldırılan bir
tiyatro perdesiymiş gibi. Böylece, gözlerim orkestranın isimsiz sıralarını
unutur ve sirke gitmiş bir çocuk heyecanıyla, ilk aktörlerin sahneye gelmesini
beklemeye koyulurum.
İşte özgürüm, yitip gitmişim.
Hissediyorum. Ateşten titriyorum.
Ben, benim.
Bütün yanılsamaların ve
yanılsamaların taşıdığı her şeyin verdiği yorgunluk - aynı yanılsamaların
yitirilmesi, onlara sahip olmanın gereksizliği, onlara önce sahip olup sonra
kaybetmenin peşin bezginliği, sahip olmuş olmanın ıstırabı, sonlarının böyle
olacağını bile bile onlara sahip olmuş olmanın entelektüel utancı.
Yaşamın bir bilinci olmadığının
bilincinde olmak, aklın en eski yükümlülüğüdür. Bilinçsiz akıllar vardır -elle
tutulmaz zekâ parıltıları, düşünce akımları, gizemler ve felsefeler-, bunlar,
refleksler ya da böbreklerin pislikleri dışarı atması gibi kendi kendine işler.
H.K.
Yağmur yağdıkça yağıyor, durmaksızın
şiddetleniyor. Kendini karanlıkların dışına atan bir [...] gibi..
Dağlık, dağınık şehir kütlesi bugün
bir ova gibi görünüyor gözüme, bir yağmur ovası. Bakışlarımı nereye çevirsem,
her şey yağmur renginde, soluk siyah. Tuhaf duygular sarıyor içimi, hepsi
soğuk. Bazen asıl manzara tamamen pustan ibaretmiş, evler ise onu perdeleyen
bu pusmuş gibi geliyor.
Var olmazken ne olacağımı anlatan bir
tür ön nevroz, bedenimi ve ruhumu üşütüyor; gelecekteki ölümümün bir anısı bu
adeta, beni kendi içimde diken üstünde tutuyor. Bir sezgi bulutunun içinde,
kendimi ölü madde gibi hissediyorum, yağmur altında uzanmışım, rüzgâr bana
ağlıyormuş. Ve hissetmeyeceğim şeyin soğukluğu, şimdiki yüreğimi sıkıştırıyor.
H.K.
Başka bir erdemim yoksa da, hiç
olmazsa özgür bırakılan duyguların getirdiği sürekli yenilenme hali var.
Bugün Rua Nova do Almada'dan aşağı
iniyordum ki gözüm birden, tam önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı.
Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele
gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski
bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir
şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.
Birden, o adama karşı içimde sevgiye
benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan
niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük
yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü
zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça
yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen
hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.
Gözümü adamın sırtına, aralığından
içeri göz atarak, yarım yamalak da olsa düşüncelerini seçebildiğim o pencereye
diktim.
Uyuyan bir adamın karşısında ne
hissedilirse, bende onu uyandırıyordu. Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki
de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye
kötülük de yapamayız - en gözü dönmüş cani, kendinden başkasını gözü görmeyen
en bencil insan bile, ne olursa olsun uyuduğu sürece doğanın büyüsüyle kutsal
bir varlığa dönüşür. Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında
büyük bir fark görmüyorum.
Bu adamın sırtı da uyuyor işte.
Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış.
Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O
da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse
bilmiyor. Yazgı'nın büyümeyen çocukları olarak, hayatı uyuyoruz. İşte bu
yüzden, bu duyguyla düşündüğümde, çocuksu insanlığa, uyuyup kalmış toplumsal
yaşama, hepimize ve her şeye karşı içimde sonsuz, şekilsiz bir sevgi uyanıyor.
Şu an içimi saran, sonuçları ve
amaçları olmayan, çıplak bir insan sevgisi. Acılı bir şefkat duyuyorum, bizi
seyreden bir Tanrının duyabileceği cinsten. İnsan denen şu zavallılara,
insanlık denen şu zavallı, tuhaf yaratığa yegâne bilinçli varlığın şefkatiyle
bakıyorum. Ne yapıyor bu kadar insan?
Ciğerlerdeki basit nefesten başlayıp
şehirlerin kurulmasına, imparatorlukların sınırlarını surlarla çevirmesine dek
hayata dahil olan tüm koşturmacayı, tüm niyetleri, bir gerçeklikle bir başka
gerçeklik arasında, Mutlaklığın bir günü ile bir başka günü arasında var olan,
kendinden menkul bir uyuklama hali, düşe ya da uykuya benzeyen şeyler olarak
tahayyül ediyorum. Ve soyut bir anaç varlık olarak, o uykunun içinde toplanarak
bana ait olmuş çocukların üzerine eğiliyorum geceleyin; iyi, kötü ayırt
etmeden. İçim sızlıyor, sonsuz bir varlık gibi büyüyorum.
Gözümü önümdekinden ayırıp oradan, o
sokaktan geçmekte olan herkesin üzerinde dolaştırıyor, hepsini, peşinden gittiğim
o bilinçsiz insanın sırtının bana verdiği soğuk ve saçma sevgiyle, sıkıca
kucaklıyorum. Hepsi aynı bunların; atölye den söz eden genç kızlar,
işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen
iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan
çocuklar - hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri,
aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan
farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir
şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında
değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal - aslında hepsinde aynı aptallık.
Kimileri daha yaşlı, kimileri daha genç - aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri
erkek, kimileri kadın - aslında hepsinin cinsiyeti aynı; var olmayan bir
cinsiyet bu.
H.K.
13 Nisan 1930
Öteki insanlarla aramda daimi, derin
bir uyuşmazlık olduğunu hissetmemin nedeni, sanırım onların çoğunun
duyarlıklarıyla düşünmesi, benimse düşüncelerimle hissetmem.
Sıradan insan için, hissetmek
yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek
ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz.
Tuhaf olan şu ki, büyük heyecanlar
duymaya yatkın değilsem de, kendiliğinden bende en çok heyecan uyandıran
insanlar, ruhen benimle aynı yapıda olanlardan çok, mizacı benimkine taban
tabana zıt olanlar. Edebiyatta klasik yazarların üstüne tanımam, oysa en az
benzediklerim de onlardır. Tek bir kitap okuyacak olsam, Vieira ile
Chateaubriand arasında, uzun boylu düşünmeden Vieira'yı seçerdim.
Bir insan benden ne kadar farklıysa,
o kadar gerçek geliyor bana, çünkü öznelliğimle bağı daha zayıf oluyor. İşte
bu yüzden dikkatle, daima incelemek için, beni çok iğrendiren, kendimi çok uzak
hissettiğim o sıradan insanları tercih ediyorum. Onları seviyorum, çünkü nefret
ediyorum onlardan. Onları görmekten hoşlanıyorum, çünkü hissetmekten nefret
ediyorum. Bir tabloda hayranlıkla seyrettiği manzaraların içine girince,
genellikle hiç rahat edemez insan.
Tl
Amiel 25, her manzaranın bir ruh hali
olduğunu söylemiş; ne var ki, sıradan bir hayalcinin bayağı bir keşfi olmaktan
öteye geçmiyor bu cümle. Manzara, manzara olduğu anda bir ruh hali olmaktan
çıkar. Nesnelleştirmek yaratmak demektir ve kimse, yazılmış bir şiirin, bir ruh
hali yaratma niyetiyle yola çıkmış birinin ruh hali olduğunu iddia edemez.
Görmek belki de düşlemektir ama buna görmek yerine düşlemek diyorsak, görme
edimi ile düşleme edimi arasında fark gözettiğimizden yapıyoruz bunu.
Hem zaten, söz psikolojisi üzerine
böyle spekülasyonlara girişmek neye yarar ki? Kişiliğimden bağımsız olarak
biter otlar, biten otun üstüne yağmur yağar ve güneş, bitmiş ya da bitecek olan
çayıra altın ışıklar saçar; dağlar nice zamandır dimdik durmaktadır ve rüzgâr,
(hiç var olmadıysa bile) Homeros'un vaktiyle duyduğu gibi esmektedir hâlâ.
Daha ziyade, her ruh halinin bir manzara olduğunu söyleyebiliriz; o zaman
cümlenin bir kuramın yalanının yerine, bir metaforun gerçekliğini taşımak gibi
bir üstünlüğü olurdu.
Öylesine karaladığım şu birkaç söz,
güneşin Sao Pedro de Alcântara düzlüğünden başlayarak her yeri kucaklayan ışığı
altında şehrin manzarasına bakarken geldi aklıma. Ne zaman bu kadar büyük bir
alanı kucaklasam ve bedensel kimliğimi oluşturan bir yetmiş boyumdan ve yetmiş
bir kilodan kurtul- sam, düşün düş olduğunu düşleyenler için alabildiğine
metafizik bir tebessüm belirir dudaklarımda, ruhumdaki yücelik, mutlak dış
dünyanın gerçekliğini bana sevdirir.
Tejo Nehrinin en ucu gök mavisi bir
göldür ve güney kıyılarındaki tepeler, düz bir İsviçre'yi getirir akla. Küçük
bir gemi (kara bir buharlı yük gemisi) Poço do Bispo tarafında limandan ayrılıp
durduğum yerden göremediğim nehrin ağzına yöneliyor. Şu anki görünüşümün,
apaçık, güneşe boğulmuş dış gerçeklik kavramının, önemsiz olduğumu söyleyen
içgüdünün, küçücük olup da mutlu olmayı düşünebilmenin tesellisinin silinip
gideceği ana dek, tüm tanrılar beni korusun.
(1932
Haziranı'nda Revoluçâo dergisinde yayımlanmıştır.)
H.K.
Doğadaki dağların ıssız doruklarına
ulaştığımızda kendimizde bir üstünlük hissederiz. Bütün varlığımızla, en yüksek
zirveye bile tepeden bakmaktayızdır artık. Doğanın en azından böyle yerlerde
bize sunabildiği en büyük şey, ayaklarımızın altındadır. Durduğumuz yerden
ötürü, gözle görülür dünyanın kral- larıyızdır şimdi. Etrafımızı saran ne varsa
bizden aşağıdadır: Hayat alçalan bir yokuş, bütün heybetiyle yükselen o
varlığın, o doruğun, yani bizim önümüze serilmiş bir ovadır.
İçimizde kazalardan, kötülükten başka
bir şey yok ve birdenbire edindiğimiz bu heybet de bizim değil aslında:
Yukarıdayken bütün heybetimiz, boyumuzla sınırlıdır; oraya kadar çıktıysak,
ayaklarımızla çiğnediklerimiz sayesinde olmuştur bu ve o kadar yükseğe
çıkmamızı da, sadece aştığımızı sandıklarımız sağlamıştır.
İnsan zenginse daha rahat soluk alır;
ünlüyse daha özgürdür; bir asalet unvanınız varsa, küçük dağları yaratmışsınız
demektir. Her şey oyun, ama o oyun bile bizim eserimiz değil. Ya kendimiz
tırmanmışızdır onun yanına, ya başkaları bizi çıkarmıştır ya da zaten dağın
doruğundaki evde doğmuşuzdur.
Bunun tam tersine, vadiyle doruğun
göğe uzaklığı arasındaki farkı hiç önemsemeyen biri ne büyük bir insandır.
Tufan suları etrafımızı sarmış olsa, bir dağ tepesinde daha rahat ederiz
elbette. Ama Tanrı'nın laneti, Jüpiter'in öfkesi gibi yıldırımlarla ya da
Eolos'un kızgınlığı gibi fırtınalarla inmişse yere, yukarıya hiç çıkmamış olmak
daha iyi olur, kendimizi de en iyi yere yapışarak koruruz.
Gerçek bilge, kasları yükseklere
çıkmaya yatkın olan, buna karşılık, dünyaya dair bildiklerinden dolayı, çıkmayı
reddeden kişidir. Gönlünde bütün dağlar onun- dur; durduğu yerden bütün
vadilerin sahibidir. Güneşin altın rengi ışığa boğduğu dorukları, en yüksekte
durup ışığı oradan alan insandan çok daha iyi görür o; ormanların üzerinde
yükselen bir şato, vadinin dibinden hayranlıkla bakan biri için, şatonun
salonlarında kendini esir gibi hisseden, yerini kanıksamış bir başkasına göre
çok daha güzeldir.
Böyle düşüncelerle kendimi avutuyorum
işte, çünkü hayatta başka teselli bulamıyorum. Ve Aşağı Şehir'in Tejo'ya inen
sokaklarından bedenimle, ruhumla sıradan bir insan olarak geçerken, şehrin
ışıklı tepelerinin adeta emanet bir görkemle tekrar parlayışını, çoktan batmış
güneşin oynaşan ışıklarını gördüğümde, simge ile gerçeklik birbirine karışıyor.
Bir türlü dağılmayan bulutların
arasında, saydam bir ağartı göğün mavisini kirletiyordu. [127]
[128] [129]
Getir götür işlerine bakan çocuğun,
büronun dibinde ezeli ve ebedi paketine doladığı ip bir an donup kalıyor..
"Fırtınanın böylesini, ömrümde
bir tek kez gördüm," diye yorumda bulunuyor çocuk, iyi bir istatistikçi
olarak.
Soğuk bir sessizlik. Sokaktan gelen
gürültüler bıçakla kesilmiş adeta. Bütün varlıkların tedirginliğini hissettik
sonu gelmezcesine, kozmos soluğunu tutmuştu sanki. Evren bütünüyle donmuştu.
Bir an, sonra başka bir an - ardından bir an daha. Kömür karası bir sessizlikle
iyice koyulaşmış karanlıklar.
Birdenbire, canlı bir bıçakla [...]
Tramvayların madeni gıcırtısı insan
sesine ne çok benziyor! Ne kadar neşe veriyor uçurumlara düşüp de dirilmiş
sokağa yağan şu basit sağanağın manzarası!
Ey Lizbonum, yuvam benim!
H.K.
Hızın zevkini ve dehşetini tatmak
için hızlı arabalara ve ekspres trenlere hiç gerek yok. Bana bir tramvay, bir
de giderek geliştirdiğim, şaşkınlık verici soyutlama yeteneğim yetiyor.
Bir tramvayın içindeyken, hiç paydos
etmeyen, anında harekete geçen tahlil yeteneğim sayesinde, tramvay fikriyle hız
fikrini birbirinden ayırabiliyorum; hem de öyle bir ayırıyorum ki, birbirinden
farklı gerçek şeyler haline geliyorlar sonunda. Bunun ardından, kendimi artık
tramvayın içinde değil, onun Saf Hız'ı içinde farz edebiliyorum. Bundan da
sıkılıp sınırsız bir hız coşkusu yaşamak istersem, aynı fikri bu kez Saf Hız
Taklidi'ne taşıyabilir, keyfime göre hızı artırıp düşürebilir ya da dünyada var
olan tüm arabaların erişebileceği hızın üstüne çıkabilirim.
Gerçek tehlikelerle karşı karşıya
kalmaktan korkarım elbette, ne var ki o durumda aşırı heyecandan çok, bütün
dikkatimi duygularıma vermek beni rahatsız eder, kendim olmaktan çıkarır.
Tehlike gördüğüm yere adımımı atmam.
Tehlikelerden bile bıkmaktan korkarım.
Güneş zihinde batar.
H.K.
Kimi zaman, gelecekte özbilincimizin
coğrafyasını çıkarabileceğimizi düşünüyorum (üstelik zevk duyarak). Kanımca,
kendi duyumları üzerine çalışacak olan geleceğin tarihçisi, ruhunun
bilincindeki yansımasına kendi yaklaşımını matematiksel bir bilime
dönüştürebilir. Bugün için, bu zor sanatın henüz emekleme çağındayız - işte
size bir sanat daha; henüz simya aşamasındaki duyular kimyası. Uzak geleceğin o
bilgini kendi iç hayatına ayrı bir önem verecektir. Kendinden yola çıkarak, iç
hayatını çözümleyebilecek, şaşmaz bir aygıt yaratacaktır. Kişinin kendini
çözümlemesine yönelik duyarlı bir alet yaratmakta ve bunu, yalnızca düşüncenin
çeliklerini ve bronzlarını kullanarak imal etmekte pek zorlanacağını
zannetmiyorum. Kastettiklerim gerçek bronz ve çelikler, ama akılda
üretilenlerden. Belki gerçekten böyle tasarlanacak bu. Duygu tahlilinden kesin
sonuç alabilmek için, o duyarlı aygıtı aklımızda somut olarak canlandırmamız,
böylece bu hassaslık aygıtı fikrini yaratmamız gerekebilir. Ayrıca, aklı da
doğal olarak, aygıtı barındırabilecek boş bir yeri olan, gerçek bir maddeye
dönüştürmemiz elzem hale gelecek. Bunların gerçekleşmesi, içimizdeki duyular
hakkında edineceğimiz bilginin kesinliğine bağlıdır; duyular azami noktasına
vardırılınca hiç kuşkusuz somutlaşacak ya da içimizde gerçek bir uzam yaratacaktır;
somut varlıkların durduğu yerdeki uzama özdeş olacaktır bu; öte yandan, somut
varlıkların uzamı da, bir varlık olarak düşünüldüğünde gerçekdışıdır.
Hepsi bir yana,
içimizdeki uzamın, alt tarafı öteki uzamın yeni bir boyutu olmayacağından da
emin değilim. Gelecekteki bilimsel araştırmalar belki de tüm gerçeklerin aynı
uzamın farklı boyutları olduğunu ortaya koyacak; dolayısıyla somut ya da tinsel
gerçeklerden bahsedilemeyecek. Boyutlardan birinde bedenimizi yaşıyoruz belki,
bir başkasında ise ruhumuzu. Belki başka boyutlar da var ki, onlarda da
kendimizin öbürleri kadar gerçek, başka yönlerini yaşıyoruz. Arada bir,
dayanağım olmasa bile, bu araştırmaların bizi nihai olarak ne noktaya
götüreceğini düşünmek hoşuma gidiyor.
Belki de, mantık
düzleminin ya da uzamsal ve zamansal gerçekliğin dışında yer aldığı çok açık
olan, Tanrı adını verdiğimiz şeyin, aslında insan varlığının bir hali, var
oluşun bir başka boyutunda kendimizi algılayışımız olduğunu keşfedeceğiz. Hiç
olanaksız gelmiyor bu bana. Belki düşlerin de içinde var olduğumuzun dışında
bir boyut ya da iki boyutun kesişme noktası olduğu ortaya çıkacak; bir cisim
nasıl boy, en ve yükseklikle ifade ediliyorsa, düşlerimiz de belki idealde,
benlikte ve boşlukta yaşıyordur. Görsel oldukları için boşlukta; bize madde
gibi görünmedikleri için idealde; ve son olarak da bize ait olmalarından
kaynaklanan özel boyut nedeniyle de benlikte. Her birimizde olan Ben bile,
belki de ilahi bir boyuttur. Çok karmaşık meseleler bunlar ve zamanı gelince
mutlaka açıklığa kavuşturulacak hepsi. Bugünün hayalcileri, geleceğin nihai
biliminin birer öncüsü olabilir. Bu arada, gelecekte nihai bilim diye bir şey
olacağına inanmıyorum elbette. Ama bunun konumuzla hiç ilgisi yok.
Kimi zaman, gerçekten
çalışan, bilimle uğraşan bir insan gibi kılı kırk yararak, özenle buna benzer
metafizik düşünceler ürettiğim oluyor. Daha önce de söyledim, ileride gerçek
olabilir bu. Önemli olan, bundan kendime fazla bir gurur payı çıkarmamam, çünkü
gurur, tarafsız doğruluğa ve bilimsel şaşmazlığa zarar verir.
H.K.
Oyalanmak için -çünkü insanı, yarar
gözetmeksizin bilimle ya da bilimsel görünen konularla uğraşmak kadar oyalamaz
hiçbir şey- sık sık, titizlikle, ruh- sallığımı başkalarının nasıl
kavrayabileceğini anlamaya çalışırım. Bu yararsız taktiğin verdiği zevke kimi
zaman acı karışsa da, melankoli nadiren bulaşıyor.
Kabaca başkaları üzerinde bıraktığım
izlenimi anlamaya çalışır, sonra kendimce sonuçlara varırım. Genellikle
başkalarının yakınlık duyduğu, hatta tuhaftır, belli belirsiz saygı emareleri
de gösterdiği biriyim ben. Ne var ki kesinlikle coşku karışmıyor bu yakınlığa.
Kimse bana ateşli bir dostluk beslemeyecek. Pek çok insanın bana olan
saygısının nedeni belki de budur.
H.K.
21 Nisan 1930
Öyle duyumlar vardır ki aslında birer
uykudurlar; bir sis tabakası gibi aklımızı tamamen işgal eder, düşünmemize de,
hareket etmemize de engel olur, varlığımızı açıkça sürdürmemize izin vermezler.
Gece uyumamışız gibi, düşten kalma bir şeyler içimizde yaşamayı sürdürür ve
gündüz güneşinin verdiği bir uyuşukluk, duyuların durgun düzeyini ısıtır.
Hiçbir şey olmamanın esrikliğidir bu; irademizin ise, avludan geçerken
ayağımızla öylesine devirdiğimiz bir su kovasından farkı yoktur.
Bakar ama görmeyiz. Uzayıp giden ve
insan denen hayvanlarla canlanan sokak, üzerindeki harflerin hareket ettiği,
hiçbir anlamı olmayan, yere yatırılmış bir tabela gibidir. Evler sadece evdir.
İnsan, gördüğü şeye anlam verme yetisini yitirmiş, ama var olanları kusursuzca
görüyor, evet, orası öyle.
Marangozun kapısından yükselen çekiç
sesleri, yanı başımızdaki bir tuhaflıktan geliyor sanki. Geniş aralıklarla
çınlayan darbelerin her biri, yararsız bir yankı uyandırıyor. At arabalarının
gürültüsü, fırtınalı bir günün gümbürtüsünü andırıyor. Sesler havanın içinden
çıkıyor, gırtlaklardan değil. Nehir uzakta, yorgun, küllü sarı sularıyla
sürünüyor.
Duyulan şey, can sıkıntısı değil. Acı
da değil. Başka bir kişilikle uykuya dalıp - bir de maaş zammı alıp unutmak
arzusu bu. Hiçbir şey hissedilmiyor, bedenin en alt bölümünde, bize ait
bacakları kaldırımda yürüten, ayakkabılarımızın içinde algıladığımız ayakları
irademizin dışında yürüterek ilerleten, bedenin en alt bölümünde, kendiliğinden
işleyen bir mekanizma dışında. Belki bu bile hissedilmiyor. Kafamızın içini,
gözlerimizin hizasını çepeçevre cendereye alan, sanki kulaklarımıza
parmaklarıyla bastıran bir çember var.
İnsanın ruhunun nezleye yakalanması
gibi bir durum bu. Ve birden, hastalığın edebiyattaki imgesinden dolayı, hayat,
yürümeye hiç ihtiyaç duyulmayan bir tür nekahet dönemi olsun istiyor insan,
nekahet fikri de şehrin dış mahallelerindeki evleri akla getiriyor, ama evlerin
tam göbeğinde, ocağın yanı başında, sokaktan ve tekerlek seslerinden uzakta
olmayı. Hayır, hiçbir şey hissetmiyoruz. Bile bile, uy- urcasına, bedenimize
laf geçiremiyormuşuz gibi, girilecek kapıyı ıskalayıp duruyoruz. Her şeyi
ıskalıyoruz. Nerede senin küçük davulun, sen, mum gibi duran ayıcık?
H.K.
21 Nisan 1930
Esintinin iğrenç kokusu, yeni doğmuş
şeylere özgü o hafiflikle Tejo'dan başlayıp ilerleyerek Aşağı Şehir'in ilk
sokaklarına kirini yaydı. Giderek ısınan denizden yayılan soğuk uyuşukluğun
içinde, serinliğiyle mide bulandırıyordu. Hayatı midemin içinde hissettim ve
koku gözlerimin ardına sindi. Yalancı bir beyazlığa kayan, kül rengi,
darmadağın, yumaklaşmış bulutlar en yüksekte, hiçlikte yüzüyordu. Atmosfer
göğü ürküten bir tehditti adeta, tıpkı havadan ibaret, duyulmaz bir gök
gürültüsü gibi.
Durgunluk, martıların uçuşunda bile
hissediliyordu: Gökyüzüne birileri tarafından bırakılmış, havadan hafif şeylere
benziyordu martılar. Havada boğuculuktan eser yoktu. Gün batıyordu ve
huzursuzluk yalnızca içimizdeydi; hava ara ara tazeleniyordu.
Yaşamaya mecbur edildiğim hayattan
doğmuş zavallı umutlarım benim! Şu yaşadığımız saate, şu havaya benzer onlar,
sissiz sislere, sahte fırtınalardan sarkan tarazlanmış yara izlerine. İçimden
bağırmak, manzaradan ve düşüncelerimden kurtulmak geliyor. Ne var ki
niyetlendiğim şey de çamur kokuyor, üstelik içimdeki sular alçalınca, şu sırf
kokusunu gördüğüm, karaya çalan çamur yayılıverdi dışarı.
Kendime yetmek istemem ne büyük bir
tutarsızlık! Farazi duyuların yarattığı bilinç ne kadar da alaycı! Ruh
duyularla, düşünceler havayla ve ırmakla ne biçim iç içe geçmiş! Koku alma
duyumda ve bilincimde hayat canımı yakıyor, bütün bunları söylerken tek derdim
bunu anlatmak - Eyüp'ün kitabındaki şu çok yalın, çok engin cümleye dilim dönmediğinden:
"Ruhum hayatımdan yoruldu!"
Her şey beni yoruyor, yormayan şeyler
bile. Neşeyle acının tadı, benim için bir.
Ne kadar da isterdim bir bahçedeki
havuzda, kâğıttan gemilerini yüzdüren bir çocuk olmayı, bir de asma kameriyesi olsun
üzerimde, kameriyenin kafesi sığ sulardaki koyu yansımaların arasında, ışıktan
ve yeşil gölgelerden bir dama tahtası çizsin.
Hayatla aramda ince bir cam var.
Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata.
Hüznümü akıl çerçevesine sığdırmak
mı? Akıl yürütmek çaba harcamak anlamına geliyorsa, bu neye yarar ki? Hem
zaten, insan üzgünken elini bile oynatamaz. Sıradan hayatın vazgeçmeyi çok
istediğim o hareketlerinden bile vazgeçemiyorum. Vazgeçmek çaba istiyor çünkü,
bende ise cesaret verecek küçücük bir ruh bile kalmamış.
Sık sık, şu arabanın sürücüsü
olmadığıma, şu faytonda arabacılık yapmadığıma, herhangi hayalî bir Başkası
olmadığıma yanıyorum acı acı, tabii benimkinden başka olan hayatı sırf arzumdan
güç alarak, zevk vererek girsin içime ve bunu da başkası olması sayesinde
yapabilsin!
Bu gerçekleşseydi, rasgele bir şey
gibi dehşete düşürmezdi beni hayat. Hayat fikri bir bütün gibi, zihnimin
omuzlarını çökertmezdi.
Düşlerim saçma birer sığınak,
yıldırıma karşı şemsiye açmaktan farkı yok.
Öylesine cansız, öylesine acınacak
durumdayım; hareketlerden, çaba harcamaktan öylesine uzağım.
Kendi benliğimin ne kadar derinine
dalarsam dalayım, düşlerdeki tüm yollar beni kaygı dolu düzlüklere çıkarıyor.
O kadar sık düş kurduğum halde, ben
bile düşleri elimden kaçırdığım boşluklara düşüyorum. O zaman açık seçik
görüyorum varlıkları. Sarındığım sis tabakası dağılıyor. Ve gözle görülen tüm
sivri köşeler ruhumun etini örseliyor, baktıkça tüm sert şeyler beni yaralıyor,
ki sert olduklarını böyle anlıyorum. Nesnelerin görülen bütün ağırlığı, ruhumun
içine çöküyor.
Hayatım dayak yemekle geçiyor sanki.
Sokakta at arabaları tıngırdayıp
duruyor - ayrık ve ağır sesler; miskinliğime yakışıyorlar, diyesi geliyor
insanın. Öğle yemeği saati ama ben büroda kaldım. Biraz kapalı, ılık bir gün. O
seslerde, günün özelliklerini buluyorum, belki sırf uyuşukluğumdandır.
H.K.
Günün bittiği bu saatte, gerçek bir
okşayış olmadığı için iyice yumuşamış bu hafif okşayışı, bu belirsiz meltemi
alnıma, zihnime kim kondurdu, bilemiyorum. Tek bildiğim, çektiğim sıkıntının
şimdi varlığıma daha iyi oturduğu, insanın giysisinin bir yaraya sürtünmesinin
kesilmesi gibi.
Havanın hafif bir esintisiyle, bir an
için de olsa huzura erebilen bir duyarlık, ne bahtsız bir duyarlıktır! Ne var ki,
herkesin duyarlığı bu halde; örneğin durup dururken para kazanmanın ya da
beklenmedik bir gülümsemenin, insanların dengesine fazladan bir yük
bindireceğini sanmam; bunlar, bir an gelip geçiveren esinti benim için neyse
odur başkaları için.
Uyumayı düşleyebilirim. Düş kurmayı
düşleyebilirim. Her şeyin ne kadar öznellikten uzak olduğunu daha iyi
görüyorum. Dışıma ait hayat duygusundan daha rahatça yararlanıyorum. Ve aslında
bunca şeyin nedeni, sokağın köşesine kadar giden serin esintinin, birden yön değiştirip
tenimi okşamış olması.
Bütün sevdiklerimiz, bütün
yitirdiklerimiz -nesneler, varlıklar, anlamlar- işte böyle sürtünür tenimize,
oradan da ruhumuza sızar; Tanrının kucağında yaşanmış şu kısacık sahne, tam
zamanında hayalimde beni yatıştırmaktan ve bana her şeyi kalenderce, bilgece
kaybedebilmeyi öğretmekten başka yararı dokunmamış, azıcık esintiden ibaret
değildir asla.
H.K.
25 Nisan 1930
Hayatın şekilden şekile giren
kofluğunda anaforlar, hortumlar! Şehir merkezindeki büyük meydanda27
kalabalık denen koyu, rengârenk akarsu akıyor, kıvrılarak ilerliyor,
birikintiler oluşturuyor, derelere ayrılıyor, ırmaklar halinde birleşiyor.
Gözlerim dalgınca görüyor, biraz yağmur yağacak diye düşünmemin de etkisiyle,
bu karışık kargaşaya bütün imgelerden daha iyi oturan, suyu barındıran bu
imgeyi kuruyorum kafamda.
Bence tarif etmeleri beklenen her
şeyi kusursuzca ifade eden bu son kelimeleri yazdıktan sonra, yayımlattığım
zaman bu kitabın sonuna, "Yanlışlar" listesinin ardına, bir de
"Yanlış olmayanlar" listesi koymak ve şunu belirtmek geldi aklıma:
Filanca sayfada yer alan "karışık kargaşa" ifadesi, iki kelimenin de
aşağı yukarı aynı anlama gelmesine rağmen doğrudur. İyi ama bunun kafamdan
geçenlerle ne ilgisi var şimdi? Hiç ilgisi yok, ama zaten bu yüzden daldım
gittim bu düşüncelere.
Meydanın odak noktalarının etrafında,
yürüyen kibrit kutularına benzeyen tramvaylar şangırdıyor, homurdanıyor, sanki
dev, sarı kibrit kutuları bunlar, sanki çocuklar yelken niyetine bir kibriti
eğik olarak Üzerlerine oturtuvermişler; madeni bir gıcırtı çıkıyor yola
koyulurlarken. Tam ortadaki heykelin çevresinde, rüzgârın birden savuruverdiği
kara ekmek kırıntıları gibi güvercinler uçuşuyor. Tombul bedenleri, kısacık
ayaklarıyla, minik adımlarla yürüyorlar.
Ve hepsi gölge bunların, gölgeler..
Yakından bakıldığında insanlar
değişken bir tekdüzelik içinde yaşıyor. Bizim Vieira, Frei Luis de Sousa'nın,
"sıradanlığı çok özgün bir biçimde" yazdığını söylüyordu. Bu insanlar
ise, "Başpiskoposun Yaşamındaki28 üslubun tersine,
sıradanlıkları içinde benzersizler. Hiç umurumda olmadığı halde üzülüyorum
buna. Hayattaki her şey gibi, ben de olduğum yerde boşuna duruyorum.
Hayal meyal seçilebilen doğu tarafta
şehir neredeyse dimdik yükseliyor ve hiç istifini bozmadan Kale'ye saldırıyor.
Solgun güneş, ansızın ortaya çıkarak, kendisini gözümüzden saklayan ev öbeğini
belirsiz bir haleyle ıslatıyor. Gökyüzünün mavisi nemden ağarmış. Dünkü yağmur
belki yeniden bastıracak, ama daha hafif yağacak. Rüzgâr doğudan esiyor gibi
geliyor; belki de, iki adım ötedeki pazardan taze ve olgun yeşilliklerin hafif
kokusunu ansızın bize taşıdığı için. Meydanın doğu tarafında, öbür tarafa
kıyasla yabancılar daha fazla. Dükkânların demir kepenkleri, zayıflayan silah
sesleri gürültüsüyle yukarı iniyor; o ses niye böyle bir cümle fısıldadı bana,
bilemiyorum. Belki de kepenkler daha ziyade aşağı inerken öyle ses çıkarıyordur
da ondan, ama şimdilik yukarı çıkıyorlar. Her şeyin bir açıklaması var.
Birden, yapayalnız kalıyorum dünyada.
Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım.
Görmek, uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek,
yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan
başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle
aramdaki boşluğu bile algılıyorum. Çocukluğuma dönüyorum, sırtımda gecelik,
elimde doğru dürüst yanmayan bir kandil, kocaman, ıssız bir evde yürüyorum.
Canlı gölgelerle kuşatılmışım - yalnızca gölge bunlar, donup kalmış
mobilyaların, yanımdan yürüyen ışığın kızları. Aynı gölgeler burada, güneşin
altında da sarıyor dört bir yanımı, ne var ki sapına kadar gerçek insanlar bu
seferkiler.
H.K.
25 Nisan 1930
Bugün -duygularımın mola verdiği bir
sırada- yazdıklarımın türü üzerine düşündüm. Yani ben nasıl yazıyorum? Daha
niceleri gibi ben de, istencimin bir yöntem ve ölçütler yaratmak uğruna yoldan
çıktığını gördüm. Böyle şeylere sahip değilken de yazıyordum elbette; ama bu
bakımdan da ötekilerden hiç farkım yok.
Bugün öğleden sonra kendimi tahlil
ederken, üslup yöntemimin temel olarak iki ilkeye dayandığını fark ettim, hemen
ardından da bu iki ilkeyi, değerli klasik yazarlarımızın o eski, doğru tavrına
uyarak, yazı yazma sanatının temel kuralları olarak tayin ettim: Hissedileni
nasılsa öyle dile getirmek - açıksa açık, kapalıysa kapalı, karmaşıksa,
karmaşık olarak; ve dilbilgisinin yalnızca bir araç olduğunu, bir yasa
olmadığını akıldan çıkarmamak.
Diyelim ki karşımda, erkeksi
tavırları olan bir genç kız duruyor. Sıradan bir insan yalnızca şunu
söyleyecektir: "Bu genç kızda erkek havası var." Gene sıradan, ama
konuşmanın söylemek olduğunu daha iyi anlamış başka biri ise şöyle diyecektir:
"Bu kız erkek." Anlatım olanaklarının kendisine yüklediği görevin
bilincinde olan, ama özlü sözler kullanmaktan daha çok hoşlanan bir başkası,
onun için "Bu delikanlı,” diyecektir. Ben olsam, adla sıfatın
erillik/dişillik ve tekillik/çoğulluk bakımından birbirine uymasına dair en
temel dilbilgisi kuralını çiğneyerek ona, "Bu hanım oğlan," derdim.
Ve çok doğru bir şey söylemiş olurdum; sığlıktan, ölçütlerden, günlük
ifadelerden uzaklaşmış, o genç kızın dışındaki koşulları hesaba katmadan, bütün
ayrıntıları vererek konuşmuş olurdum. Ayrıca, konuşmazdım: Söylerdim.
Dilin nasıl kullanılacağını
tanımlayan dilbilgisi, dili tutarlı, ama yanlış bir şekilde sınıflara böler.
Örneğin geçişli ve geçişsiz fiilleri birbirinden ayırır, bununla birlikte,
konuşmayı bilen her insan sık sık geçişli bir fiili geçişsiz fiile dönüştürmek
zorunda kalır; hissettiği bir şeyin fotoğrafını çekmek için yapar bunu;
hayvan-in- sanların çoğu gibi o hissi karanlığın içinde, yarım yamalak görmekle
yetinmez. Var olduğumu söylemek istersem, "Varım," derim. Bireyleşmiş
bir insan olarak var olduğumu söylemek istersem, "Ben benim," derim.
Ama kendini yöneten ve oluşturan, kendini yaratmak gibi tanrısal bir işlevi en
dolaysız yoldan uygulayan bir zatiyet olarak var olduğumu ifade etmeye
niyetliysem, var olmak fiilini, değiştirmeksizin kullanmam mümkün müdür?
Bu durumda, azametle dilbilgisi karşıtı, üstün bir varlık mertebesine
yükselerek, "Kendimi varım," derim. Böylelikle, koskoca bir
felsefeyi altı üstü dört beş kelimede anlatmış olurum. Hiçbir şey anlatmayan
kırk cümleden daha iyi değil midir bu? Felsefeden ve sözlü ifade yetisinden
daha fazla ne beklenebilir?
Hissettiklerini düşünmeyi
bilmeyenler, bırakalım dilbilgisine uysunlar. İfadelerine hâkim olanlar ise
tam tersine, dilbilgisinden kendi bildikleri gibi yararlansınlar. Derler ki,
Roma-Germen İmparatoru Sigismond, halka nutuk çekerken bir dilbilgisi hatası yapmış.
Biri kendisini uyarınca da şu cevabı vermiş: "Ben Roma imparatoruyum,
dilbilgisine de hükmederim." Ve tarihte anlatıldığına göre, super
grammaticam sanı Sigismond'a buradan kalmış. Harika bir simge! Ne olduğunu
söyleyebilen her insan, kendi çapında Roma imparatorudur. Fena unvan değil
doğrusu; insan olmak, kendini var etmesini bilmektir.
H.K.
Tanıdığım ya da ismen bildiğim onca
insanın ürettiklerini ya da en azından bitmiş, belli bir hacme ulaşmış
yazılarını düşündüğümde, belli belirsiz bir kıskançlık uyanıyor içimde,
küçümsemeyle karışık bir hayranlık, karmaşık duyguların yarattığı tutarsız bir
melankoli.
Herhangi bir şeyi gerçekleştirip
bitirmek, bir sonuca ulaştırmak (ister iyi, ister kötü - hem zaten sonuçlar
hiçbir zaman tamamen iyi değilse de, genellikle salt kötü de olmaz), evet,
tamamlanmış bir şey ortaya koymak denince en yoğun hissettiğim duygu,
kıskançlık. Bir çocuğa benzetebiliriz bunu: Bu şey her insan gibi kusurlu, ama
bize ait, tıpkı çocuklarımız gibi.
Üzerimden hiç ayırmadığım eleştirel
bakış yüzünden eksikliklerinden, kusurlarından başkasını göremeyen;
çiziktirmeye cüret ettiği parça buçuk yazılardan, pasajlardan, var olmayandan
alıntılardan öteye geçmeyen biri olarak, kaleme aldığım üç satırlık şeyle, ben
de kendi hesabıma kusurluyum. Dolayısıyla, kötü de olsa, yapıt yapıttır deyip
ortaya bitirilmiş bir iş koysam ya da tek kelime etmesem, ruh da âcizliğini
kabul ederek derin bir sessizliğe gömülse iyi olur.
Merak ediyorum, acaba hayattaki her
şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Var olmak bir yaklaşıklılık hali,
bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır?
Hıristiyanlık nasıl değeri düşürülmüş
Yeni Platonculuğun soysuzlaşarak yozlaşmasından, Roma dünyası tarafından
Yahudileştirilmiş haliyle Helenizmden başka bir şey değilse, bizim kocamış,
insanı kanser eden çağımız da, birbirini tamamlayan ya da dışlayan tüm büyük
tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların
başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.
'$
Orkestra eşliğinde bir perde arası
yaşıyoruz.
İyi ama, dördüncü kattaki şu yerimde,
bu karmakarışık sosyoloji yığınıyla işim ne? Hepsi bir düştü, tıpkı Babil
prensesleri gibi ve insanlık üzerine kafa yormak o kadar, ama o kadar yararsız
ki - sadece şimdiki zamanın arkeolojisi.
Tüm evrene yabancı bir insan gibi,
deniz düşünden kopmuş bir insan-ada gibi, fazlasıyla varlık yüklenmiş, her
şeyin sathında giden gemi gibi sislerin içine dalacağım.
6 Mayıs 1930
Metafiziği oldum olası, gizli deliliğimizin
bir uzantısı olarak görmüşümdür. Gerçeği bilseydik zaten görürdük, kalanı da
birtakım sistemlerden ve dolgu malzemesinden başka şey değil. Şöyle bir
düşünecek olursak, evrenin an- laşılamazlığını tespit etmiş olmak bize yetmeli;
onu kavramaya çalışmak bir insandan daha azı olmak demektir, çünkü insan
olmak, zaten evrenin anlaşılamay- acağını bilmek anlamına gelir.
İnancı, hiçbir yerden düşmemiş bir
tepsinin içinde, sıkıca bağlı bir paket gibi veriyorlar. Paketi almam
isteniyor, ama açmaksızın . Bilim, bomboş bir kitabın sayfalarını açmam için
tabak içinde uzattıkları bir bıçak. Kuşkuyu bir kutunun dibindeki toz gibi
uzatıyorlar; iyi ama, içinde tozdan başka bir şey yoksa o kutuyu neden önüme
sürüyorlar ki?
Bilemediğim için yazıyorum ve tamamen
yabancısı olduğum, Gerçekliği anlatan o büyük lafları, duyduğum heyecanın
ihtiyaçlarına göre kullanıyorum. Rengi belli, karşı konulmaz bir heyecan
içindeysem, su içercesine Tanrılar derim, böylelikle heyecanımı çok boyutlu
bir dünya bilinciyle bütünleştirmiş olurum. Heyecanım daha derinse, doğal
olarak Tanrı'dan söz eder, bu kez de onu tekil bir bilincin içine saklamış
olurum. Eğer söz konusu heyecan bir düşünceyse, o durumda doğal olarak
Yazgı'dan dem vurur ve onu çıkış yolu bırakmaksızın köşeye sıkıştırmış olurum. 30
Bazen, sırf cümlenin ritmi bozulmasın
diye Tanrılar değil de "Tanrı" demek gerekir; kimi zaman da
"Tanrıların" sözcüğünün dört hecesini kullanmak kaçınılmazdır, bu
durumda başka bir söz âlemine geçmiş olurum; kimi zaman da tam tersine, içimizdeki
bir uyağın kaprisleri, ritimdeki bir bozukluk, ani bir coşku kendini zorla
kabul ettirir - kaçınılmaz olarak ya çoktanrıcılık ya da tektanrıcılık gelir
bunun ardından, ben de kâh birini, kâh ötekini tercih ederim. Tanrıların
varlığını üslup belirler.
H.K.
Yoksa bile, nerede Tanrı? Dua edip
ağlamak, işlemediğim suçlara tövbe etmek, bir anneninkinin yerini tutmasa da,
bağışlanmanın bir okşayışa benzeyen tadını duymak istiyorum.
Herhangi bir ocağın başında, insanın
sokulup ağlayacağı bir göğüs, ama sonsuz, şekilsiz, bir yaz gecesi kadar
sınırsız bir boşluk çizen, aynı zamanda da yakıncacık, sıcacık, kadınsı bir
göğüs... Düşünülemeyecek şeyler için, tam bilmediğim başarısızlıklar için, var
olmayan şeylere duyduğum sevgiler için ağlayabilsem orada ve bilmem hangi
geleceği düşünerek, korkudan tir tir titreyebilsem..
Yeni bir çocukluk çağı, yeniden yaşlı
bir dadı olsa, yatakta dikkatim giderek dağılarak, bir çocuğun buğday sarısı
saçlarına süzülen tehlikelerle dolu, huzur verici masallar dinleyerek uyusam
tekrar... Hepsi çok büyük, alabildiğine sonsuz, kesin ve Tanrı'nın benzersiz
heybetinde, varlıkların nihai gerçekliğinin hüzünlü, yarı uykulu derinliğinde
[...]
Bir göğüs, bir beşik ya da boynumu
saran ılık bir kol ... Usulca şarkı söyleyen bir ses - beni ağlatmak
istercesine.. . Şöminede yanan ateşin çıtırtısı... Kışın bağrındaki o
sıcaklık... Bilincimin ılık, başıboş akışı... Sonra, sessizce, uçsuz bucaksız
bir boşlukta, yıldızların arasında süzülen ay misali bir uyku..
Hilelerimi bir kenara koyup oyuncaklarımı
da -sözcükler, imgeler yada cümleler- sevgiyle, neredeyse tek tek öperek bir
köşeye kaldırdıktan sonra, kocaman bir odada kaybolmuş, küçücük, savunmasız,
yapayalnız kalmış hissediyorum kendimi, hüzün çöküyor içime, alabildiğine derin
bir hüzün.
Asıl meseleye dönecek olursak,
oyunumu oynamadığım zaman ben kimim? Duyular sokağına bırakılmış, Gerçeklik'in
rüzgârlı köşelerinde dişleri soğuktan birbirine vuran, Hüzün'ün basamakları
üzerinde uyumaya, ekmeğini Düşlem'den dilenmeye mecbur, zavallı bir yetim.
Babama gelince, adından ötesini bilmiyorum; dediklerine göre Tanrı'ymış adı;
ama bu hiçbir anlam ifade etmiyor. Bazı geceler, kendimi çok yalnız
hissettiğimde onu çağırıp ağlarım, onu sevmemi sağlayacak bir fikir yaratmaya
çalışırım... Ama sonra, babamı tanımadığım gelir aklıma, belki düşlediğim gibi
değildir, derim, belki de ruhumun gerçek babası asla o olmayacak.
Ne zaman son bulacak bütün bunlar,
sefaletimi sürüklediğim sokaklar, soğuktan titreyerek büzülüp kaldığım,
gecenin ellerini sırtımdaki paçavraların altında hissettiğim o merdivenler? Ne
olurdu Tanrı bir kerecik çıkıp gelse, beni evine götürse, sıcaklık, sevgi verse
. .. Bazen bunu düşündüğümde, sadece düşünebilmek bile sevinçten ağlatır
beni... Ne var ki rüzgâr sokaklarda kol geziyor, yapraklar kaldırımlara
dökülüyor.. . Gözlerimi kaldırdığımda yıldızları görürüm, hiçbir anlamı
olmayan yıldızları... Ve tüm bunların ortasında bir ben kalırım, hiçbir
Sevgi'nin evlat edinmediği, hiçbir Dostluk'un oyunlarına almadığı, yüzüstü
bırakılmış, zavallı bir çocuk.
Öyle üşüyorum ki. Yalnızlıktan çok
yoruldum, çok bitkinim. Ey rüzgâr, gidip Anne'mi bul. Gece vakti beni,
bilmediğim o eve götür ... Ey Sessizlik, sütannemi, beşiğimi, tatlı tatlı
uyutan o ninniyi geri ver bana.
Üstün bir insana yakışan yegâne
tavır, yararsız olduğunu bildiği bir işi inatla sürdürmek, sonuç vermeyeceğinin
farkında olmasına rağmen disipline ayak uydurmak ve zerre kadar önem vermediği
felsefi ve metafizik düşünce kıstaslarına sıkı sıkıya sarılmaktır.
27. Burada sözü
edilen meydan, -bugün de hiç değişmemiş olan- Aşağı Şehir’ deki Figueira
Meydanı olmalıdır.
28. Portekizli rahip
ve yazar Frei Luıs de Sousa’nın (1555-1632) bir başpiskoposun yaşamını anlattığı
eseri. Kitap, dikkat çekici bir dille, güçlü tasvirlerle yazılmış olmakla birlikte,
manastır yazınının ayrıntıları güzelleştirmek, kötü yönleri törpülemek ya da
tamamen atlamak gibi özelliklerine sahiptir. (Ç.N.)
29. Ya da: kendimizi
ifade etmemizi sağlayan olumsuzlamaların tümünü ortaya çıkaran da, bu
tasarıların...
30. Ya da: böylece
onu bir nehir gibi yatağında akmaya bırakıyorum.
H.K.
14 Mayıs 1 930
Gerçekliği yanılsamanın bir biçimi,
yanılsamayı da gerçekliğin bir hali olarak görmek, aynı ölçüde hem gereklidir
hem de yararsız. Düşlerle geçen bir hayat, eğer var olmak niyetindeyse, kendisinin
dışında gelişen olayları, varamayacağı bir sonucun dağınık öncülleri olarak
görmek zorundadır; ama bir yandan da düşün barındırdığı olasılıkların da, belli
bir ölçüde dikkatimizi hak ettiklerini de kabul etmelidir, zaten düşler
sayesinde kendi iç dünyamıza dalarız.
Her bir şey, şaşkınlık ya da sıkıntı
yaratan her konu; bir bütün ya da hiçlik, bir yol ya da bir kaygı kaynağı
olarak tahayyül edilebilir. Her defasında farklı biçimde ele almakla onu
yenilemiş, kendiyle çarpıp çoğaltmış oluruz. Ömrü düşlerle geçen, köyünden
dışarı adım atmamış birinin koca evrene hükmedebilmesini sağlayan da budur. 3İ
Sonsuzluk, bir çölde olduğu gibi, bir hücrenin içinde de var olabilir. İnsan,
başını bir taşa dayayarak da kozmik bir uyku uyuyabilir.
Bununla birlikte, düşüncelere
daldığımızda -az buçuk düşünen herkesin başına geldiği gibi- her şey bize
yaşlı, eski, defalarca görülmüş gibi gelebilir, biz onları daha önce hiç
görmemiş olsak bile. Mesele şu ki, bir şey üzerinde ne kadar yoğun düşünürsek
düşünelim, düşünce gücümüzle onu ne kadar dönüştürürsek dönüştürelim, bütün
çabalarımıza rağmen o gene de bir düşünce nesnesi olarak kalacaktır. O durumda,
şiddetle hayatı arzularız, bilgi dışında bir yolla anlamayı, sadece
duyularımızla düşünebilmeyi, söz konusu nesnenin içinden bir bakışla,
dokunmayr, hissetmeyi içeren bir yöntemle düşünebilmeyi isteriz, sanki biz su,
o da süngermişçesine. Böylelikle biz de kendi gecemizle yüzleşiriz;
heyecanların verdiği yorgunluk iyice derinleşir, hatta zaten kendiliğinden bir
derinliği olan, düşüncenin yarattığı heyecanları geçer bile. Ne var ki,
uykusuz, aysız ve yıldızsız, sanki her şeyin tersine döndüğü bir gecedir bu -
sonsuzluk içeri, daracık bir yere sıkıştırılmış, gün ise bilinmeyen bir
giysinin kara astarına dönüşmüştür.
En iyisi, evet en iyisi, seven ve
bilmeyen salyangoz insan ya da iticiliğinin farkında olmayan sülük olmak ve
öyle kalmak. Bilmemek hayatımız olsun’. Hissettikçe unutalım'. Ne çok
yaşanmışlık kayboldu kaçan karavelaların yeşil-beyaz dümen sularında, ihtiyar
kamaraların gözlerinin altına burun niyetine dikilmiş mağrur dümenin tükürdüğü
soğuk bir balgama benzeyen o sularda.
Şehrin hemen dışındaki bir duvarın
üzerinden kırlara şöylece bir bakınca, bir başkasının upuzun bir yolculukla
erişebileceğinden çok daha eksiksiz bir özgürlüğe kavuşuyorum. Her bakış açısı,
baş aşağı duran, tarife sığmaz bir tabanı olan bir piramidin tepe noktasıdır.
Bugün beni gülümseten şeylere müthiş
öfkelendiğim bir dönem oldu. Her seferinde beni bir kez daha şaşırtan, aktif
insanların, gündelik hayatın içinden olanların şairlere ve sanatçılara ısrarla
gülümseyip geçmesi, bunlardan biri. Bizim gazete filozoflarının sandığı gibi,
kendilerine üstünlük payı çıkarmak için yapmıyorlar bunu. Tavırlarında
genellikle bir tür sevgi oluyor. Ama bir çocuğu, hayatın şaşmaz, dakik
işleyişini bilmeyen birini şımartır gibi davranıyorlar.
Bunlar vaktiyle sinirlendirirdi beni,
çünkü her naif insan gibi (o zamanlar ben de naiftim), düşler ve sözler peşinde
koşan şairlere yönelen bu gülümsemede, alttan alta bir müstehzilik sezerdim.
Aslında bunu ele veren tek şey, gülümserken dilin hafifçe şaklatılması. Eskiden
şairlere karşı bir üstünlük duygusunu açığa vuran bir hakaret olarak gördüğüm
gülümsemeyi, şimdi bilinçsiz bir soru olarak kabul ediyorum: Yetişkinlerin
çoğunlukla onlardan daha keskin zekâlı olduğunu kabul etmesi gibi, bazı
insanlar da düş kurup dillendirmeyi bilenler olarak bizim karşımızda
çözemedikleri, bundan dolayı korktukları, farklı bir duyguya kapılıyorlar.
İçlerinden en akıllıları, zaman zaman bizim üstünlüğümüzü anlar gibi oluyor
galiba: İşte o zaman o küçümseyen havayla gülümsüyorlar, üstünlüğümüzü
sezdiklerini saklamak için.
Ne var ki, sanatçı ve şair olarak
bizi üstün kılan, pek çok hayalcinin kendilerindeki temel özellik olarak kabul
ettiği şey değildir. hayalcinin eylem insanına olan üstünlüğü, düşün
gerçeklikten üstün olmasından kaynaklanmıyor. Mesele düşlemenin yaşamaktan
katbekat daha rahat ve kolay olması; dolayısıyla, hayalci, eylem insanına
kıyasla hayattan çok daha büyük, çok daha zengin bir zevk alır. Lafı
dolandırmadan, daha açık konuşacak olursak, asıl eylem insanı, hayalcidir.
Hayatın temel olarak zihindeki bir
durum olduğunu, edimlerimizin ya da düşüncelerimizin de takdir ettiğimiz kadar
değere sahip olduğunu göz önüne alacak olursak, bir şeyin değerlenmesi sadece
bize bağlıdır. Aslına bakacak olursak, hayalci vaktini para basarak geçirir,
üstelik piyasaya sürdüğü paralar hem kendi akıl diyarında, hem de gerçekliğin
memleketlerinde geçerlidir. Ruhumun banknotlarının altın karşısında değeri
yoktur, ama bunu pek umursamıyorum, çünkü hayatın hayali simyasında altın asla
bulunamayacaktır. Bizden sonra tufan - ama "bizden sonra"nın altını
çiziyorum. Her şeyin koca bir yalan olduğunu görüp başkalarının onları
yazmasına fırsat bırakmadan romanlar kaleme alanlar, gizli gizli, daha rahat
yazmak için Machiavelli gibi sırtına Saray kıyafetini geçirenler daha uyanık,
daha mutlu insanlardır.
H.K.
(A child hand's playing with
cotton-reels, etc.)32
Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın
anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç hayatımın33 dışındaki hiçbir
şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük üzüntüler, gönlüme34 bakan
pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla
eriyip gitti.
Baştan beri sadece hayalci olmayı
istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana,
asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak
kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik'i sevdim. Düşünü
bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini
hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim,
uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçekdışı olan gönlümdeki manzaralarda
bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su
kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte
bu dinginliğin hatırına sevdim onları.
Kendime bir düş dünyası kurma
saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin
dibine rengârenk makaralar ya da -içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar
büyük bir atın ya da filin de olduğu- satranç taşları dizmiyorum artık, ama
özlüyorum... bugün düş evrenime, kışın şöminenin köşesinde ısınırcasına, iç
dünyamda yaşayan capcanlı yaratıkları diziyorum key- fimce. İçimin derinlerinde
yığınla dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi
çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.
Kimi zorluklarla boğuşur
bunların, kimi kendi köşesinde, renkli bohem hayatlar sürer. Ticari temsilci
olanlar da var içlerinde. (Kendimi ticari temsilci olarak düşleyebilmek baştan
beri en büyük tutkularımdan biridir, ama ne yazık ki imkânsızdı bu’) Daha
başkaları, Portekiz'in ta içindeki köylerde ve kasabalarda yaşar; şehre inerler
bazen; bir gün tesadüfen karşıma çıkarlar ve kanım kaynayarak, coşkuyla bağrıma
basarım onları. Ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek
sesle konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken - derin bir sevinç dolar
içime, tamama ererim, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman
açarım kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.
Hayır, hiçbir hüzün var
olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine’ Gerçek zamanda yaşanmış
geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken
hissettiklerim... Bu bile düşlerimdeki o mütevazı yaratıkların gerçek
olmadığını düşününce bastıran coşkun acıya, ağlarken kapıldığım heyecana
yetişemez; hatta figüranlara, sahte-varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe
başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir
kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar.
Bu yaratıklara can
vermenin, ayağa kaldırmanın imkânsızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın,
bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten var olabilecekleri bir
uzama ait olmadıklarını düşününce, işte en çok o zaman Tanrı'ya karşı hınca
dönüşür; kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarla, hayali kafelerde ne
parlak sohbetler etmişizdir.
Benim dışımda zerrece var
olmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım'. Yalnızca gönlümde
gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikte sebze
bahçeleri, meyve bahçeleri, çam ormanları' Düşsel yazlıklar, hiçbir yerde var
olmamış kırlarda gezinmeler' Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıltaşları,
gelip geçen köylüler.. . Baştan beri birer düştü hepsi, belleğime kazınmış
bunca şey sahte bir acı doğuruyor - ben ise, saatlerimi düşlere verdikten
sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek,
melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle,
tabutta yatan ölü bir gerçek hayatı seyrediyorum.
Tamamen iç dünyama ait
olmayan hayatlar ve manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat
değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taşbaskıların gerçeğin ötesine
geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha
yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda
bulunamadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum bir odada asılı duran
o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür
olarak çizselermiş beni! Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının
altında (acemice çizgilerle de olsa) durduğumu, gözlerden ırakta, bir söğüdün
eğik dallarının altından kayığıyla süzülen adama baktığımı düşleyebilsey- dim!
O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka
olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıv-
randıran imkânsızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiçbirinin ne
Tanrı katında bir anlamı vardı, ne de arzularımızın mantığına uygun bir
şekilde gerçekleşme olasılığı - bilmediğim bir yerde, üzüntülerimi ve düşlerimi
yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde! Demek benim için
bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet! Düşlediğim dostlarıma,
yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy
evinde, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdaklamaları
arasında uyanamay- acaktım... üstelik her şeyin Tanrı'nın eliyle kusursuzca
ayarlanmış, hepsinin var olması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına,
onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen - oysa kendi
düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak, bu zavallı gerçeklikleri
barındıran içimdeki uzamın var olmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.
Şu yazdığım kâğıttan
başımı kaldırıyorum.. . Vakit henüz erken. Daha yeni öğle olmuş, günlerden
pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli olma hastalığı bedenimin tüm
zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz ruhlar için adacıklar, herkesin
keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara özel, kocamış ağaçlarla çevrili
yollar olsa! Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa kıpırdanmaya mecbur olduğumu
bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek başka insanların olduğu gerçeğinin
üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca
şeyi yazıyorum - ve bunu bile yalnızca düşlemekle, kelimelere, bilince
başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben yaratarak ifade etmekle
yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten dillendirdiğimi hissedebilsem
gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından usulca, büyülü bir ırmak gibi
akardım, bil- inçdışına, Tanrı dışında hiçbir anlamı olmayan uzaklara doğru.
H.K.
Baştan beri, duygulara sahip olma
bilincim, duyguların kendisinden daha yoğun olmuştur bende. 55
Bilincinde olduğum acılardan çok, acının bilincimdeki yansıması canımı yakmıştır.
Heyecanlarımın hayatı, ilk başta
düşüncenin salonlarına yerleşmeyi tercih etmişti, ben de hayata dair
duygularımla öğrendiğim şeyleri, en iyi o mekânlarda yaşadım.
Buna karşılık düşünce heyecanı
misafir ederken, ondan daha kaprisli davrandığından, hissettiklerimi yaşamak
üzere seçtiğim bilinç rejimi hissediş tarzımı gündelik hayata daha uygun, daha
etkili ve yüzeysel hale getirdi.
Düşünerek yankı ve uçurum yarattım
kendime. Derinleşerek kendimi çoğalttım. En ufak bir sahne -ışığın yarattığı
bir değişim, bir yaprağın döne döne yere düşüşü, solmuş taçyaprağın çiçekten
kopuşu, duvarın öte yanındaki bir ses ya da herhalde dinleme halindeki birinin
yanında konuşan bir insanın ayak sesleri, eski bahçeye doğru aralanmış giriş
kapısı, ay ışığında, yay biçimli ev öbeğine açılan avlu- bana ait olmayan bütün
bu şeyler, yankıların, özlemin içinde düşüncelerimin duyarlığını ayakta
tutuyor. Her duyguda başka biriyim ben, tanımlanmamış her izlenimde azap
çekerek yenileniyorum.
Bana ait olmayan izlenimlerle yaşıyorum,
reddedişlerle tüketiyorum kendimi. Kendim olma tarzımla bile bir başkasıyım.
H.K.
Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve
insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır: Dün
hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün
anımsamaktır yalnızca, artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi
olmaktır.
Akşamdan sabaha karatahtada ne varsa
silmek, her an dirilen bir heyecanla, her şafakta yenilenmiş olarak kalkmak -
olmayı ya da sahip olmayı, şu kusurlu halimizle var olmayı ya da sahip olmayı
bilmeye bir tek bunun için değer.
Bu şafak, dünyanın ilk şafağıdır.
Hafifçe sarıya, ardından sıcak beyaza dönen şu pembelik, batı yakasındaki
evlerin taze ışıkla gelen sessizliğe sunduğu, binlerce cam gözü olan yüzlere
hiç böyle değmedi. Ne böyle bir saat var oldu daha önce, ne bu ışık, ne de bana
ait şu varlık. Yarınki de bir başkası olacak ve yepyeni bakışlarla donanmış,
yeniden biçimlenmiş gözler görecek göreceklerimi.
Şehrin dik yamaçları! Yalçın
kanatlarıyla iyice genişleyen koca binalar, ışığın altında gölgelerle, yanmış
lekelerle örülen, farklı biçimlerde yığılmış katman katman binalar - bugün
sadece sizleri gördüğüm için varsınız, bensiniz, yarın (ben ne olacaksam,
sizler de o) olacaksınız, seviyorum sizi, hani bir gemi açık denizde bir
başkasıyla karşılaşıp ardında bilinmedik üzüntüler bırakırken küpeşteden sarkan
yolcu gibi.
H.K.
Bir keresinde, gece vakti ıssız bir
deniz kıyısında gezinirken, bilmediğim saatler, art arda dizilmiş, bağlantısız
anlar yaşadım. Deniz kıyısında, böyle yürüyerek tefekküre daldığımda, insanları
yaşatmış olan tüm düşünceler, insanların yaşamayı bıraktığı tüm heyecanlar,
tarihin karanlık bir özeti gibi aklımdan geçti.
İçimin derinliklerinde, gelip geçmiş
tüm devirlerin özlemlerini yaşadım kendimle, tüm zamanların bunalımları benimle
birlikte okyanusun seslerle dolu kıyısında yürüdü. İnsanların isteyip de
gerçekleştiremedikleri, gerçekleştirirken öldürdükleri, kimsenin dile
dökmediği, kişilerin olduğu o varlık - işte bütün bunları taşıyordu kıyıda yan
yana yürüdüğüm hissedebilen bilinç. Âşıkta öbür âşığı şaşırtan şeydi bu,
kadının ait olduğu kocasından hep sakladığı, annenin hiç doğmamış çocuğu için
düşündüğü, yalnızca bir gülümsemede ya da bir fırsat çıkınca, şimdikinden başka
bir anda vücut bulan bir şey - deniz kıyısında dolaşırken yanı başımdaydı
hepsi, benimle birlikte ayıldılar ve dalgalar bir dev gibi, bana bütün bunların
uykusunu uyutan refakatçiyi sarıyordu.
Biz, olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve
hazin. Gecenin içinde dalgaların sesi, gecenin kendi sesidir; ve kim bilir kaç
insan ruhunun derinlerinde duymuştur onun, derinlerde çoğalan boğuk köpük
sesleriyle yankılandığını, karanlıkta paramparça olan umut gibi! Elde edenler
ne çok gözyaşı döktü, başaranlar ne çok gözyaşı yitirdi! Deniz kıyısında
gezinirken gecenin sırrını, uçurumun içyüzünü gördüm bütün bunlarda. Ne çok
insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran'. Bu varoluş gecesinde, heyecanını
algıladığımız şu kıyılarda, hangi denizlerdir içimizde yankılanan' Yitirilmiş
olan, istenmiş olması gereken, yanlışlıkla elde edilen ve kazanılan şey; sevip
yitirdiğimiz, yitirdikten ve sırf bunun için sevdikten sonra ilk başta
sevmediğimizi fark ettiğimiz şey; düşündüğümüzü sanırken hissettiğimiz şey; bir
anı olduğu halde heyecan sandığımız şey; deniz kıyısındaki gece gezintim
sürmekteyken gecenin en derin yerinden olanca heybetiyle, gürültüyle gelen,
kumsala narin köpükler saçan taze okyanus..
Ne düşündüğünü ya da ne de istediğini
bilen biri var mı? Benliğinin kendisi için ne olduğunu kim biliyor? Müziğin
bizde uyandırdığı, sırf var olamadıkları için gönlümüzü çelen ne çok şey var!
Gece, hiç var olmadığı halde arkasından ağladığımız nice şeyleri anımsatır.
Üzerine serilmiş huzurun içinden bir ses gibi yükselerek kıyıda patlayıp
sönüyor dalgalar ve görülmeyen kıyıdan bir salya sesi geliyor kulağımıza.
Her şey için ayrı ayrı hissetmeye
kalktığımda ne çok ölüyorum' Ve böyle, bedensiz bir insan olarak, tıpkı kıyı
gibi kıpırtısız yüreğimle başıboş yürürken ne çok duyguyla doluyorum - ve her
şeyi içine alan bütün okyanus, yaşadığımız bu gecenin içinde gezintim
sırasında, ebedi gece gezintim sırasında, yüksek dalgalarını kıyıya vurup hafif
alaycı bir edayla söndürüyor..
(Presença dergisinin Haziran 1930 tarihli
sayısında yayımlanmıştır, cilt I, no.
27)
H.K.
Düşlediğim manzaraları gerçek
manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin üzerine eğildiğimde, gayet gerçek
bir şeylerin üzerine eğilmiş oluyorum. Geçip giden hayata baksam, aynı anda düş
görüyorum.
Bir keresinde birisi için,
düşlerindeki kişilerin gerçek hayattakiler kadar belirgin ve canlı olduğunu
söylemişlerdi. Benim hakkımda böyle konuşulsa yadırgamazdım, ama söyleneni
üzerime almazdım. Düşlediğim kişiler, bana göre gerçek hayattakilere
benzemiyor. Her iki hayat -düşteki ve dünyadaki hayatlar- kendine özgü, sahici,
fakat farklı birer gerçeklik. Yakın ve uzak nesneler için de geçerli bu:
Düşlerimdeki insanlar bana daha yakın ama [...]
Gerçek bir bilge içinden öyle tavır
benimser ki, dışarıdaki olayların üzerindeki etkisi kesin olarak en aza iner.
Bunun için olaylara kıyasla ona daha yakın duran gerçeklikleri üzerine
kuşanarak zırhlanması gerekir, aynı gerçeklikler, olayları daha ona ulaşmadan
süzüp kendileriyle uyumlu hale getirirler.
H.K.
Bugün çok erken bir saatte sıçrayarak
uyandım ve kederler içinde, boğazımda anlaşılmaz bir tiksintiyle hemen yataktan
fırladım. Bir düş değildi buna sebep; herhangi bir gerçeklik de yol açmış
olamazdı. Belli bir şeyden kaynaklandığı açık olan, kusursuz, mutlak bir
tiksintiydi bu. Ruhumun en derinindeki karanlıklarda, gözle görülmez, bilinmez
güçler savaşmaktaydı, savaş alanları ise varlığımdı ve ben bu tarifsiz keşmekeş
yüzünden, tir tir titriyordum. Bütün hayata karşı bir mide bulantısıyla
uyandım. Yaşamak zorunda olmanın dehşeti yataktan benimle birlikte kalktı. Her
şey gözüme boş göründü bir an ve içimden buz gibi bir ses, hiçbir derdin çaresi
yoktur, dedi.
Üzerime çöken inanılmaz bir bunalım,
en küçük hareketlerime bile titremeler katıyordu. Delirmekten korktum;
delilikten değil, sadece orada olmaktan korktum. Bedenim gizli bir çığlıktı
artık. Kalbim konuşurcasına çarpıyordu.
Toparlamaya çalıştımsa da
başaramadığım titrek, iri adımlarla önce yatak odamı bir baştan bir başa
arşınladım, sonra da bir köşesi koridora açılan küçük odanın çapraz iki köşesi arasındaki
boş hattı. Mantıksız, tutarsız hareketlerle, komodinimin üzerindeki fırçaları
toparladım, bir sandalyenin yerini değiştirdim, hatta, bir an sarkaç gibi
sallanarak, yatağımın köşe başlarındaki pürtüklü metal dikmelere çarptım. Bir
sigara yaktım, bilinçsizce içtim ve sigaranın külü ancak başucumdaki sehpaya
düştüğünde -iyi ama o tarafa eğilmediğime göre, bu nasıl olmuştu7-,
beni cin çarptı ya da adı başka da olsa bu türden bir derde tutuldum sandım ve
özbilincimin derin bir boşluğa yuvarlandığımı kavradım.
Şafağın söktüğü haberini, -nazlanarak
yüzünü gösteren ufku belirsiz, mavimsi bir beyazlığa boyayan o zayıf ve soğuk
ışığı- varlıkların minnet dolu bir öpücüğü gibi hissettim. Çünkü bu ışık, bu
gerçek gün beni kurtarıyordu; bilmediğim bir şeyden kurtarıyordu, farkında
olmadığım ihtiyarlığıma koluyla destek oluyor, yapay çocukluğumu okşuyor,
kabına sığmayan hissetme yetimin dilencilere özgü huzurunu koruyordu.
Ah! Ne sabahtı o, beni hayatın hem
aptallığına, hem de sonsuz sevgisine uyandıran! Dar kaldırımlı o bildik
sokağımın gözümün önünde aydınlanışını görünce yaşlar dizildi gözüme; ve
sokağın köşesindeki bakkalın, yavaş yavaş yayılan ışık altında seçilmeye
başlanan, koyu renk, kirli, ahşap kepenklerini fark ettiğimde, kalbim, gerçek
bir peri masalındaymış gibi rahatladı, kendini kendi gibi hissetmemenin
güvenine kavuştu tekrar.
Ne sıkıntılı bir sabahtı! Ya şu
benden uzaklaşıp giden gölgeler, neyin göl- gesiydi? Hangi sırlar tamama erdi?
Hayır, hiçbiri değil: îlk tramvayın, ruhumun karanlığını aydınlatan bir kibrit
alevi gibi yükselen gürültüsü, sokaktan geçen ilk insanımın ayak sesleri;
bunlar, somut gerçeklikler, dostça bir sesle, olduğun gibi olmaktan artık
vazgeç, diyor bana.
H.K.
12 Haziran 1 930
Bazen her şey yorar insanı,
dinlendirici olanlar bile. Yorucu olduğu için yoranlar; bir de dinlendirmesi
gerekirken, sırf bunun için uğraşmayı düşünmek bile yorucu olduğu için
yoranlar. Her türlü bunalımın, her türlü acının daha altına yuvalanan ruhsal
bitkinlikler vardır; bunlardan sadece insana özgü bunalımlardan ve acılardan
kendilerini gizleyebilenlerin haberi olmaz, kendilerine karşı, sıkıntıyı bile
başlarından ustaca savacak kadar diplomatça davranmayı bilenlerdir bunlar.
Böyle küçülmelerine, dünyaya karşı zırh kuşanmalarına bakarak, kendi kendilerinin
bilincine vardıkları bazı anlarda zırhın birdenbire, bütün ağırlığıyla
Üzerlerine çöküvermesine de şaşmamalı, ne de hayatın tersine bir sıkıntıya,
yitirilmiş bir acıya dönüşmesine.
İşte o anlardan birini yaşıyorum
şimdi ve bu satırları yazıyorsam, en azından hâlâ hayatta olduğumu kendime
kanıtlamaya ihtiyaç duyduğumdandır. Şu ana kadar gün boyunca uyurgezer gibi
çalıştım, hesaplarla uğraşırken bir düşteydim adeta, yazarken de uyuşukluğumu
atamadım üzerimden. Hayatın ağırlığını bütün gün gözkapaklarımda, şakaklarımda
hissettim - gözlerimde uyku, şakaklarımda basınç, hepsinin mideme vuran
bilinci, bulantı, halsizlik.
Yaşamak bana, maddenin metafizik bir
hatası gibi geliyor, eylemsizlikten kaynaklanan bir dalgınlık. Gün içinde
oyalanacak bir şey, ben onu tarif ederken, kendimi reddedişimi barındıran boş
fincanı benden saklayacak bir şey aramıyorum bile. Hayır, güne bakmıyorum,
çökmüş omuzlarımla dışarıda, hüznüme boğulmuş sokakta, insan seslerinin
geçtiğini duyduğum ıssız sokakta güneşin parlayıp parlamadığını bilmek
istemiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum, göğsüm sıkışıyor. Çalışmayı bıraktım ve
yerimden kıpırdamak istemiyorum. Eğimli çalışma masasının kocamışlığına, dört
yanından tutturulmuş kirli beyaz kurutma kâğıdına bakıp duruyorum.
Düşüncelerin ya da can sıkıntısının izdüşümü olan karalamaları seyrediyorum
dikkatle. Birçok yerinde imzam var, yanlamasına ya da tersten atılmış. Şurada
burada rakamlar, dalgınlığımın ürünü birtakım anlamsız desenler. Dangalak bir
köylü gibi bakıyorum bunlara, büyük icatlar yapmış bir adamın yoğun dikkatiyle
süzüyorum hepsini ve görme duyusuna komuta eden sinir merkezlerinin ardında,
beynimde hâlâ hiçbir kıpırtı yok.
İçimi, taşıyamayacağım kadar büyük
bir uyku sardı. Hiçbir isteğim yok, hiçbir tercihim yok, kaçmam gereken hiçbir
şey yok.
H.K.
13 Haziran 1 930
Ben hep şimdiki zamanda yaşarım.
Geleceği bilmem. Artık geçmişim de yok. Biri, her şeyin mümkün olmasıyla
çöküyor üzerime, öteki, barındırdığı hiçbir şeyin gerçek olmamasıyla. Ne
umutlarım var, ne de pişmanlıklarım. Hayatımın bugüne kadarki halini -yani
çoğunlukla, istediğimin tam tersi şekilde aktığını- bildikten sonra ne
söyleyebilirim ki geleceğim hakkında, beklemediğim, dilemediğim bir şey
olacağından, benim dışımdan bir yerden, hatta bazen kendi irademin bir oyunu
olarak başıma geleceğinden başka? Geçmişimde ise, hatırlayıp da gereksiz yere
yeniden yaşamayı arzulayabileceğim hiçbir şey yok. Kendi benliğimin izinden,
onun bir benzerinden başka bir şey değildim ben. Geçmişim, olmayı
başaramadığım her ne varsa onlarla dolu. Uçup gitmiş anlardaki duyguları bile
özlediğim yok: Duygu şimdiki zamana muhtaçtır; o an geçtikten sonra sayfa
kapanır ve hikâye sürer, öykü ise biter.
Şehirli bir ağacın bir görünüp bir
kaybolan kopkoyu gölgesi, üzgün bir havuza damlayan suyun hafif şıpırtısı,
muntazam çimenlerin yeşili -alacakaranlıkta bir park-, şu an benim için tüm
evrensiniz, çünkü bendeki şu bilinçli hissetme yetisinin içi tamamen, tıka
basa sizinle dolu. Hayattan, böylesi beklenmedik akşamlarda, bahçelerde
oynayan yabancı, gürültücü çocukların arasında kaybolduğunu hissetmekten başka
dileğim yok, etraftaki sokakların melankolisine komşudur o bahçeler, ağaç
dallarından ötede, yıldız faslının tekrar başladığı ihtiyar gök kubbe örter
Üzerlerini.
H.K.
Ömrümüzü sonsuza kadar bir pencerenin
önünde geçirebilseydik ve kımıltısız bir duman kümesi gibi öylece
kalabilseydik, sonsuza kadar tepelerin kamburunu sızlatan aynı anı, o
alacakaranlık anını yaşayabilseydik... Sonsuzluğun ötesine dek öylece
durabilseydik'. Bu imkânsızlığın hiç olmazsa bir adım gerisinde, tek bir
harekette bulunmaksızın, günahlardan solmuş dudaklarımızdan tek bir kelime
dökülmesine izin vermeksizin, öylece kalabilseydik'.
Gör her şeyin nasıl karardığını.. .
Dünyanın elle tutulur huzuru öfkemi kabartıyor, arzunun lezzetini berbat eden,
gecikmiş bir tat bırakıyor ağzımda.. Ruhum canımı yakıyor... Uzakta bir duman
çizgisi yükselip dağılıyor... Kaygılı bir sıkıntı, düşüncelerimi senden başka
yöne saptırıyor..
Her şey ne kadar boş! Biz, dünya ve
her ikisinin kendi sırları.
H.K.
27 Haziran 1 930
Hayat tahayyül edebildiğimiz
kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir
imparatorluktur. Caesar'ın gözünde ise azımsadığı imparatorluğu topu topu bir
tarla kadardır. Fakir insanın bir imparatorluğu var, güçlü olanın ise altı üstü
bir tarlası. Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir;
dolayısıyla, hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız,
algıladıkları şeylerin değil.
(Böyle düşünmemin özel bir nedeni
yok.)
Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş
olmaktan yorgunum, ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle.
Kimse yorulmaz düşten, çünkü düş unutmaktır ve unutmak üstümüzde ağırlık
yapmaz; uyanık uyuduğumuz, rüyasız bir uykudur unutmak. Düşlerimde her şeye
sahip oldum. Uyandığım zamanlar da oldu, ama bunun ne önemi var? Kaç kez
imparator oldum kim bilir! Hem de en anlı şanlılarından; ama ne bayağı
insanlardı' Bir korsanın mertliği sayesinde ölümden kurtulan, uzun süre arayıp
taradıktan sonra bulur bulmaz aynı korsanı çarmıha gerdiren Caesar.
Sainte-Helene Adası'nda vasiyetnamesini yazan, Wellington'u öldürmeye kalkışan
bir korsana mirasından pay veren Napoleon. Ey yüce düşünceler, ne kadar da
benzersiniz tek gözlü komşu kadının ruhundaki yüceliklere' Ey yüce insanlar,
öte dünyada bir aşçı kadın eden insanlar'. Kaç Caesar oldum, hâlâ da olmayı
düşlüyorum?
Evet, çok Caesar'lar oldum, ama geri
dönüş kapısını hep açık kapı bırakarak. İmparatorluğum yalnızca düşlerde
geçerliydi ve işte bu yüzden gerçekte hiçbir şey olamadım. Ordularım bozguna
uğradı elbette ama bu, gönüllü, tatlı bir bozgundu, kimsenin canına zarar
gelmedi. O bozgunlarda tek bir sancak yitirmedim; ordularımı bayraklarını
gözümde canlandırabilecek kadar derinden düşlemedim, çünkü her düşün kırılıp
döküldüğü bir dönemeç vardır... Kaç Caesar oldum ben, burada, Rua dos
Douradores'te bile. O imparatorlar imgelemimde hep yaşıyor; ne var ki gerçekten
yaşamış imparatorların hepsi bugün ölü; ve Rua dos Douradores, başka bir
deyişle Gerçeklik, onları tanıyamaz artık.
Boşalan kibrit kutumu, önü balkonsuz
penceremden öteye, sokağın uçurumuna fırlatıyorum. İskemlemde doğrulup kulak
kabartıyorum. Boş kibrit kutusu, sanki bir anlamı varmış gibi açık seçik
yankılanıyor yerde, böylelikle sokağın ıssızlığını anlatıyor bana. Onun dışında
çıt yok, koca kentin gürültüsü sayılmazsa. Evet, koca bir pazar gününde şehir
gürültüleri, ayrı telden çalan, ayrı ayrı seçilebilen sayısız ses.
Gerçek dünyada en derin
düşüncelerimizin temeli ne kadar az şeyle atılır: öğle yemeğime geç kalmak,
kibrit kutumun boşaldığını görmek, kendi kendime onu sokağa fırlatmış olmak,
uygunsuz bir saatte yemek yediğim için keyfimin kaçması; ve günlerden pazar
olması, kaçırılmış bir günbatımının havadaki vaatleri ve bu aşağılık dünyada
hiçbir şey olmamak - ve sonra, bütün metafizik.
Ama ne Caesar'lar oldum!
H.K.
Edimde bulunmaya duyduğum kini,
fanusta bir çiçek gibi büyütüyorum içimde. Hayata baş kaldırdığım için
kendimle övünüyorum.
Hiçbir parlak düşünce içine birtakım
ahmaklıklar katılmadan piyasaya sürülemez. Kolektif düşünce ahmaklıktır, çünkü
kolektiftir: İçindeki zekice tarafın büyük kısmını zorunlu bir vergi gibi feda
etmeden kolektifin sınırlarını aşabilen yoktur.
Gençken varlığımızda
ikilik vardır: Aklımızla (çok akıllı da olabiliriz) deneyimsizliğimizin
getirdiği ahmaklık (buysa, alt düzeyde ikinci bir akıldır), benliğimizde yan
yana varlığını sürdürür. Bu ikisi, ancak ileri yaşlarda birleşir. Nitekim,
gençlerin hep kaba saba işler yapması da deneyimsizlikten değil, bu iki unsurun
henüz bir bütün haline gelememiş olmasından kaynaklanır.
Üstün zekâlı bir insan
için, günümüzde reddedişten başka çıkar yol kalmamıştır.
31. Yazar burada, gene kendi
yarattığı kimliklerden lirik ve pagan şair, B. Soares’in ustası Caeiro’nun
bilgeliğine gönderme yapıyor.
32.0rijinal metinde lngilizce: Pamuk
makaralarıyla oynayan küçük bir çocuğun elleri, vb. (Y.N.)
35. Ya da: duygulara
sahip olma duygum...
Razı olmak boyun eğmeyi ifade eder;
öte yandan yenmek razı olmak demektir, dolayısıyla ucu yenilmeye çıkar. İşte bu
yüzden her zaferle insan biraz daha bayağılaşır. Galipler, onları savaşmaya,
zafere götürmüş olan yorulabilme yetisini, bugünün karşısında yitiriverirler.
Hallerinden memnundurlar artık, oysa insan ancak bir şeye razı olursa,
galiplerin zihniyetine sahip değilse memnuniyet duyabilir. Yenmeyi bilenler,
hiç yenmemiş olanlardır. Güçlü olan, kendi cesaretini durmadan kırabilendir.
En iyisi, en soylusu vazgeçmektir. En yüce imparatorluk, normal hayattan,
başkalarıyla görüşmekten vazgeçen, üstünlük kaygısını sırtında bir mücevher
sandığı gibi hissetmeyen, altında ezilmeyen bir imparatorun hükmünde olandır.
H.K.
Kimi zaman -başımı, başkalarına ait
hesapları, kendi hesabıma ise bana has herhangi bir hayatın yokluğunu
kaydettiğim defterlerden iyice sersemlemiş vaziyette kaldırdığımda-, belki
eğik durmaktan kaynaklanan, ama rakamları, bendeki başarısızlık duygusunu da
içine alan bir bulantı duyarım. Hayat, gereksiz bir ilaç gibi midemi
bulandırır. İşte o zaman, yalnızca gerçekten isteyecek gücüm olsa, bu sıkıntıyı
üzerimden ne kadar kolayca atabileceğimi açık seçik görürüz.
Edimle varız, yani istençle.
İçimizden istemesini bilmeyenler (ister deha olsun, isterse dilenci, fark etmez),
güçsüzlükte birleşen kardeşlerdir. Bir muhasebeci yardımcısı olduğumu bilirken,
kendimi deha ilan etsem neye yarar? Cesario Verde, doktorundan kendisine mağaza
çalışanı Cesario Verde değil, şair Cesario Verde olarak hitap etmesini talep
ederken, gereksiz bir gururdan kaynaklanan, buram buram kendini beğenmişlik
kokan içi boş bir laf etmiş oluyordu. Zavallı adam, baştan beri mağaza çalışanı
Bay Verde'ydi o. Şair o öldükten sonra doğdu, çünkü insanlar onu, ancak
ölümünden sonra şair olarak kabul ettiler.
Hayata etkin olarak katılmak - doğru
akıl budur işte. Kim olmak istiyorsam o olacağım. Ama olacağım kişiyi istemem
gerek bunun için. Başarı, başarmaktır, başaracak durumda olmak değil. Biraz
genişçe olmak koşuluyla her arsaya saray inşa edilebilir, ama inşa etmedikten
sonra saray mı kalır?
Gururumu körler taşa tutmuş, düş
kırıklığım dilencilerin ayaklarının altında ezilmiş.
Hiçbir şey söylemeye cesaret
edemeyenler, hiç göndermedikleri dizelerde, "Seni yalnızca düşümde
istiyorum," der sevdikleri kadına. "Seni yalnızca düşümde istiyorum/'
çok uzun zaman önce yazdığım bir şiirin bir dizesi. Aklıma gelince gülümsetti
beni, ama bu gülümsemenin nedeni hakkında bile hiçbir yorum yapmıyorum.
H.K.
Ben, kadınların sevdiklerini
söyledikleri, ama karşı karşıya geldiklerinde kesinlikle tanımadıkları
insanlardanım; tanısalar bile tanımadıkları cinsten biriyim. Duygularımın
zarafetine, küçümsemeyle karışık bir ilgiyle katlanıyorum. Romantik şairlerin
herkesin bayıldığı bütün özelliklerine sahibim; hatta o özelliklerin olmayışına
bile, ki bir insanı gerçek bir romantik şair yapan budur. Farklı romanların
içinde, çeşitli entrikaların başoyuncusu yaptılar beni (kısmen); ne var ki,
ruhumun olduğu gibi hayatımın da özü, asla başoyuncu olmamaktır.
Kendimle ilgili net bir fikrim yok;
hatta, fikir sahibi olmama fikrinden bile yoksunum. Kendime dair bilincimin bir
göçebesiyim. Uykudan ilk uyandığım gün, içimdeki servetin bir parçası olan
sürüler dağılıp gitti.
Tek trajedi, insanın kendindeki
trajikliği görememesidir. Ben, dünya ile yan yana yaşadığımı hep bilmişimdir.
Onunla yan yana yaşamaya ihtiyacım olduğunu ise tam olarak anlayamadım; normal
bir varlık olmayışımın nedeni budur.
Etkin olmak, dinlenmeyi bilmektir.
Çözülebilir sorun yoktur. Bir sorunun
varlığı, özünde, bir çözümün yokluğunu taşır. Bir olguyu aramak, olgunun var
olmadığı anlamına gelir. Düşünmek, var olmayı bilmemektir.
Terreiro do Paço Meydanı'nda, nehir
kıyısında, saatler boyunca düşüncelere daldığım oluyor, ama sonuç yok.
Sabırsızlığım durmadan beni bu dinginlikten söküp almaya çalışıyor, cansızlığım
ise sürekli o halde tutmaya çabalıyor. Bedensel varlığımı saran bir uyuşukluk
içinde düşüncelere gömülüyorum, şehvet olabilir bu uyuşukluğun adı; rüzgârın
mırıltısının, muğlak özlemlerimin dinmezliğinin, imkânsız arzularımın
doyurulamayışının sesi olabileceği gibi. En çok acı çekebilme hastalığı
yüzünden acı çekiyorum. Arzulamadığım bir şeyin eksikliğini duyuyorum ve acı
çekiyorum, çünkü bu gerçek bir acı çekmek değil.
Nehirdeki rıhtım, günün batışı, suyun
kokusu - üzerime çöken bunalımın tertibine bir de bunlar ekleniyor. İmkânsız
çobanların kavallarının en hoş tarafı var olmayışlarıdır ve bir de var
olmamalarının sayesinde, bu gerçekdışı kavalların adının anılması. 36
Dere kıyılarındaki uzak sevdalar
kendi içimde, gene bu saatlerde yaralıyor beni [...]
H.K.
16 Temmuz 1930
Hayatı bir mide bulantısı, ruhumuzun
varlığını da kaslarımızı bütünüyle saran bir rahatsızlık gibi hissedebiliriz.
Ruhumuzdaki hüzün yoğunlaşınca, uzaktan uzağa tüm bedenimizde gelgitler yaratır,
bedeni kullanarak acı çektirir bize.
Bilinçli olmanın ıstırabının, şairin
dediği gibi,
ölgünlük, bulantı
ve acı veren bir arzu 37
haline geldiği günlerden birinde,
kendi kendimin bilincindeyim.
H.K.
(Storm)38
Kurşuni mor, sınırsız bir sessizlik
hiç belli etmeden çöküyor. Üç beş at arabasının koşturmacası arasında bir
kamyon, buraya çok yakın bir yerde, kendine özgü sesiyle gürlüyor - elini
uzatsan tutacağın kadar uzak gökyüzünde olup bitenlerin gülünç, mekanik bir
yankısı olarak.
Manyetik bir ışık hiç uyarmadan,
ansızın göz kırpmaya başlayıveriyor. Kalp çırpınıyor, içine azıcık hava
çekiyor. Ta tepede bir cam fanus kırılarak, kocaman, yuvarlak parçalar halinde
saçılıyor. Hain bir yağmur örtüsü, bir kez daha dünyanın gürültüsünü
tırmalıyor.
Patron Vasques'in solmuş, yeşile
dönmüş yüzü, afallamış, yapmacıklı görünüyor. Bunu (göğsümü zar zor havayla
doldururken) görünce ona yakınlık duyuyorum birden, çünkü o an ondan farksız
olduğumdan adım gibi eminim.
H.K.
Bol düşlerle uyuduğum zamanlarda, fal
taşı gibi açılmış gözlerle sokağa çıkarım, ama düşlerin izinde,
gerçekliklerinde gezinmeye devam etmekteyimdir aslında. Başkalarının ben
yokmuşum gibi davranmalarını sağlayan otomatizmime şaşarım. Çünkü, astral
dadımın elini hiç bırakmadan kat ederim günlük hayatı, sokaklarda attığım
adımlar, yarı uykulu imgelemimin belirsiz amaçlarına uygundur, uyumludur.
Bununla birlikte gayet normal yürürüm; ne tökezlediğimi gören olur, ne de
sorulara yanlış yanıtlar verdiğimi; varımdır.
Ne var ki soluklanmak için durduğum
ilk anda, arabalardan kaçmak ya da yayaları rahatsız etmemek için ayaklarıma
sahip olmak, önüme gelenle konuşmak ya da en yakın kapıyı çalmak gibi korkunç
mecburiyetlerden kurtulduğumda - işte o an, kendimi yeniden, sivri uçlu
kâğıttan bir gemi gibi düşün sularına bırakırım ve gün doğarken, öylece
bekleyen arabaların sesinde, belli belirsiz sabahın bilincine varırken
kaygılarımı gidermiş olan o baygın yanılsamaya dalarım tekrar.
Derken düş, hayatın orta yerine o
koca sinemalarını seriverir. Aşağı Şehir'in düşsel bir sokağından aşağı inerim,
var olmayan yaşamların gerçekliği alnıma, akılda kalmış sahte anılardan
dokunmuş beyaz bir kumaş sarar usulca. Kendimdeki bilmediğim bir denizde yol
alan denizciyimdir artık. Hiç gitmediğim her yerde, hep zaferler kazanmışımdır.
Başımı öne eğip imkânsıza doğru içinde ilerleyebileceğim bu uyuşukluk, yepyeni
bir rüzgârdır.
Her birimizin kendine özgü bir içkisi
var. Kendi payıma, var olma olgusunda kendime yetecek kadar alkol buluyorum.
Varlığımı hissetmenin sarhoşluğuyla rasgele geziniyor, dimdik yürüyorum. Vakit
gelmişse, herkes gibi işyerime dönüyorum. Henüz vakti değilse, herkes gibi
nehre kadar yürüyüp nehre bakıyorum. Onlarla aynıyım. Ve bütün bunların
arkasında, gizlice yıldızlarla donandığını, içinde kendi sonsuzluğuma sahip
olduğum, bana ait gökyüzü var.
H.K.
Günümüzde bir insan birini seviyorsa,
ahlak anlayışında, entelektüel çapında da cücelik ya da hödüklük yoksa,
karşısındakini romantik bir aşkla seviyor demektir. Romantik aşk,
Hıristiyanlığın insanlar üzerindeki etkisinin yüzyıllar sonra ortaya çıkan en
son ürünü; ve cahil bir adama bu aşkın doğasını kavratmak gerekirse, gerek özü,
gerekse geçtiği aşamalar bakımından bir elbiseye, bir kıyafete benzetebiliriz
onu; ruhun ya da imgelemin diktiği, karşısına çıkan insanoğullarından yakışır
diye düşündüklerine giydiriverdiği bir kıyafet.
Ne var ki kıyafetler ölümsüz
olmadığından, ömürleri yettiği kadar varlıklarını korur; nitekim diktiğimiz
İdeal kıyafet çok geçmeden lime lime olur, altından da giydirdiğimiz insanın
gerçek bedeni görünür.
Sonuç olarak romantik aşk insanı
hayal kırıklığına götüren bir yoldur; tabii bu baştan göze alınırsa, hayal
kırıklığı da hiç durmadan farklı idealler edinmeye ve ruhumuzdaki
terzihanelerde gene hiç durmadan yeni kıyafetler dikmeye karar verirse o başka,
bu takdirde, kıyafetleri giyenin görünüşünü sürekli olarak yenileyebilecektir.
H.K.
25 Temmuz 1930
Biz aslında insanları sevmeyiz.
Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir. Kısacası kendi
uydurduğumuz bir kavramı - ve sonuç olarak kendimizi sevmekteyizdir.
Bu dediğim aşkın her kademesinde
geçerlidir. Tensel aşkta yabancı bir bedenin aracılığıyla kendi hazzımızın
peşinden koşarız. Tensel boyutu olmayan aşkta, yarattığımız bir düşüncenin
aracılığıyla kendi zevkimizin peşinden koşarız. Otuzbir çekmeden yapamayanlar
iğrenç insanlardır, ama iyi düşünüldüğünde, aşkın mantığını kusursuzca ortaya
koymaktadırlar. Ne bir başkasını, ne kendini; hiç kimseyi aldatmayan bir onlar
vardır.
Bir ruhla bir başkası arasında,
harcıâlem kelimeler ya da edimlerimiz gibi belirsiz, benzeşmez şeyler
üzerinden kurulan ilişkiler meselesinde, tuhaf bir karmaşa sezilir. Tanışma
şeklimiz yüzünden bile yanlış tanırız birbirimizi. İki insan "Seni
seviyorum," der ya da bunu düşünür, karşılıklı olarak hisseder ve ruhun
faaliyet alanını oluşturan soyut duygular kalabalığında, her ikisi de farklı
bir düşünceyi, farklı bir hayatı, hatta belki farklı bir rengi ya da kokuyu
dile getirmek derdindedir.
Bugün kendimi, var olmasaydım
olacağım kadar bilinçli hissediyorum. Düşüncelerim, herhangi bir şeyi ifade
etmenin mümkün olduğuna yalan yere bizi inandıran etten paçavralardan arınmış
bir iskelet kadar net. Vazgeçmek üzere geliştirdiğim bu düşüncelerin belli bir
kaynağı yok - en azından bilinç sahnemde bir şey görülmüyor. Belki de bunların
altında yatan, bizim pazarlamacının sevgilisi yüzünden kalbinin kırılmasıdır ya
da gazetelerin yabancı gazetelere dayanarak aktardığı aşk hikâyelerinde geçen
bir cümle, hatta belki de fiziksel olarak açıklayamadığım, bir türlü
kurtulamadığım şu hafif bulantılar.
Yanılıyordu Vergilius denen şârih. En
çok anlamak yoruyor bizi. Yaşamak, düşünmemektir.
H.K.
Yeni filizlenen bir aşka benzer bir
şeyle geçen iki, üç gün..
Böyle meselelerde bir esteti
çekebilecek yegâne taraf, bunların onun içinde doğurduğu duyumlardır. Bundan
daha öteye gitmek, kıskançlığın, acının, tahrikin başladığı alana girmek olur.
Heyecana açılan odada, derinliğinden arınmış bir aşkın ne kadar hoş olduğunu
görürüz - yani hafif bir zevkle, arzuların belli belirsiz kokusuyla tanışırız;
aşk trajedisinin özündeki yücelikten yoksun kalmış oluruz gerçi, ama şunu
unutmayalım ki trajediler bir estet için gözlemlenmesi gayet ilginç, ama
sınanması gayet can sıkıcı şeylerdir. İnsan hayata özen gösterdikçe, düş
dünyasıyla ilgilenemez olur. İktidar sahibi olmak isteyen, bayağılığın ötesine
geçmelidir.
Doğruyu söylemek gerekirse, altında
başka bir şeyin yattığına kendimi ikna edebilsem, bu teoriyle seve seve
yetinebilirdim; yani aslında bütün meselenin benim ürkekliğimden, yaşamak
konusundaki yeteneksizliğimden kaynaklandığını an- layamasın diye, aklımın
kulağının dibinde davul çalmakta olduğuma inanabilsem.
H.K.
Hayat, hayatın dile getirilmesine
engel olur. Büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım.
Bu dolambaçlı sayfalarda size karşı
sergilediğim ben gerçekten var mı, yoksa kendi uydurduğum sahte ve estetik bir
kavram mı, bunu kendim de bilemiyorum. Doğru bildiniz, estetik olarak bir
başkasında kendimi yaşıyorum. Kendi hayatımı, varlığıma yabancı bir maddeden
bir heykel gibi yonttum. O kadar kendimin dışına çıkardım ki kendimi,
özbilincimi sırf bir sanat malzemesine öyle çok indirgedim ki, kendimi
tanıyamadığım oluyor. Bu gerçekdışılığın ardında, kimim ben? Bilmiyorum. Biri
olmalıyım mutlaka. Ve yaşamaya, hareket etmeye, hissetmeye çabalamıyorsam,
-samimi söylüyorum bunu- farazi kişiliğimin belirlenmiş sınırlarını altüst
etmemek içindir. Olmayı istemiş olduğum ve olmadığım kişi olmak istiyorum. Pes
edersem çökerim. Bir sanat yapıtı olmak istiyorum, bedenimle olamadığıma göre
en azından ruhumla. İşte bunun için sakin ve ilgisiz bir pozda yonttum
heykelimi, sahteliğimin anlamsız bir çiçek gibi, uzak bir güzellik olarak
açılıp serpilebileceği bir yerde, yani fazla serin meltemlerin, fazla gerçek
ışıkların giremediği bir serada duran bir heykel bu.
Bazen düşünüyorum da, düşlerimi
birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş
olurdu, günlerimi düşsel konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını
da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat. Öyle bir dünyada başıma felaketler
gelir, büyük sevinçler üzerimde erirdi. Ve bana dair hiçbir şey gerçek olmazdı.
Ama her şeyin kendine has, muhteşem bir mantığı olurdu, her şey haz verici bir
yalanın ritmiyle akıp giderdi, her şey ruhumdan yapılmış bir şehirde olup
biterdi, ruhum ise sakin bir trenle içimde çok uzaklara, çok uzaklardaki bir
perona gidip kaybolurdu... ve bütün bunlar hem dış hayattaki gibi, hem de
Güneşin Ölümü'ndeki estetik gibi açık, kaçınılmaz olurdu.
H.K.
Varlığımızı öyle bir hale getirelim
ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların
ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup da bizi çözememeleri olsun. Ben
hayatımı böyle şekillendirdim, hemen hiç düşünmeden yaptım bunu, ama sanatı ve
içgüdüleri o kadar çok kullandım ki, kendi gözümde ayrı bir kişilik haline
geldim, kuşkusuz bana ait olan, ama ne açıkça ne de tam olarak tanımlanmış bir
kişilik.
H.K.
Yazmak, unutmaktır. Bunun yanı sıra
edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yoludur. Müzik bizi yatıştırır,
görsel sanatlar uyarır, canlı sanatlar (dans ya da gösteri gibi) avutur. Ne var
ki bunlardan birincisi hayattan uzaklaşır giderek, çünkü onu bir uykuya
dönüştürür; ikinci sırada gelenlerse hayattan kopmaz - bir bölümü görsel,
dolayısıyla hayati yöntemler üzerine kurulu olduğundan, geri kalanlar ise,
bizzat insan hayatından beslendiklerinden.
Edebiyatın durumu bambaşkadır, o
hayatlık taslar. Bir roman, asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir dram ise
öyküleme tekniği kullanılmamış bir romandır. Bir şiir, dizeler halinde
konuşmadığımıza göre, aslında kimsenin kullanmadığı bir dile dökülmüş düşünce
ya da duyguların ifadesidir.
H.K.
27 Temmuz 1930
İnsanların büyük bir kısmı,
gördüklerini ya da düşündüklerini nasıl dile getireceklerini bilememekten
mustarip. Derler ki, dünyadaki en zor şey bir sarmalı kelimelere dökmekmiş:
Yayların ya da bazı merdivenlerin soyut görüntüsünü gözümüzün önüne getiren,
düzgün bir şekilde yukarıya doğru devam eden o hareketi insan sözle değil,
ancak elle havada çizerek anlatabilirmiş, iddiaya göre. Ama bir şeyi
dillendirmenin o şeyi baştan yaratmak anlamına geldiğini hatırlarsak, sarmalı
kolayca tarif ederiz: asla tamamlanmaksızın yükselen bir çember. Biliyorum,
çoğu insan bu tarifi, cüretkâr bulacaktır, çünkü onlar bir şeyi tanımlamanın,
tanım için gerekenleri değil, başkaları ne istiyorsa onu söylemek olduğunu
sanırlar. Dahası var: Bir sarmal, asla gerçekleşmeksizin sürekli yükselen,
ikiye ayrılmış potansiyel bir çemberdir. Yok, olmadı, bu da gene soyut bir
tanım. Somut konuşacağım şimdi ve böylece neyi kastettiğim hemen anlaşılacak:
Bir sarmal, hiçbir şeyin etrafına yukarıya doğru dolanan, yılansız bir
yılandır.
Edebiyat denen şey, hayatı mümkün
olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır. Hepimizin bildiği
gibi, farkında olmadan edimlerde bulunduğumuzda bile, hayatın doğrudan
algılanabilen gerçekliği kesinlikle gerçekdışıdır: Tarlalar, şehirler,
düşünceler kendi kendimizi hissedişimizden, bu karmaşık duyumdan doğan,
tamamen kurgusal şeylerdir. Edebiyatını yapmadığımız takdirde, izlenimler
başkalarına iletilebilme özelliğinden yoksundur. Çocuklar, hissettikleri gibi
konuştukları için müthiş edebiyatçılar sayılırlar, hem ayrıca hissettikleri,
başkalarının ne diyeceği hesaba katılarak hissedilenler cinsinden değildir...
Bir keresinde bir çocuğun ağlamak üzere olduğunu anlatmak için yetişkinler,
yani aptal insanlar gibi "Canım ağlamak istiyor/' yerine, "Canım
gözyaşı istiyor/' dediğini duydum. (Eğer böyle bir tane bulup da yazabilse)
ünlü bir şairde gayet dokunaklı bulacağımız kadar edebi olan bu cümle, dosdoğru
gözkapaklarının altından fışkıran sıcacık yaşlardan doğmuştur ve gözkapakları
yaşamakta olduğu sıvı ıstırabın bilincindedir. "Canım gözyaşı istiyor!” O
küçücük çocuk, ne de güzel tarif etmişti kendi sarmalını.
Söylemek! Söylemeyi bilmek! Varlığı
yazıya dökülmüş sesin, zihindeki görüntülerin üzerine kurabilmek! Hayat daha
fazlasına değmez: Ondan ötesi, erkeklerden ve kadınlardan, farazi aşklardan ve
sahte gerçekliklerden; birbirimizi sindirmek ve unutmak için kurnazca
oyunlardan, adına gökyüzü denen duygudan yoksun, soyut, koca mavi kayanın
altında -bir taşı kaldırınca kaçışıveren böcekler gibi- dört bir yana koşturup
duran varlıklardan ibaret.
Yazdıklarımı kimsenin okumamasına
üzülüyor muyum? Bunları ^9 yaşamaktan kopmak için yazıyorum;
yayımlatıyorum da, çünkü oyunun kuralı bu. Eğer bir sabah kalksam ve bütün
yazılarım kaybolmuş olsa üzülürüm elbette, ama öyle sanıyorum ki, onlara bütün
hayatımı verdiğim göz önüne alındığında beklenebileceği kadar derin ve
çılgınca bir acı olmaz bu. Oğlunu kaybeden bir anne de başka türlü davranmaz, o
da aylar sonra tekrar kendi olur. 40 Ölüleri bağrına basan uçsuz
bucaksız toprak (o kadar anaç bir tavırla olmasa da) bu kâğıt parçalarını da
bağrına basabilir. Hiçbir şeyin önemi yok; kanımca çoğu insan hayatı çekilmez
bir çocuk gibi görmüştür, kafalarını dinlemek için dört gözle yatmasını
bekledikleri bir çocuk.
H.K.
Amiel'in günlüğünde, kitaplarını
yayımlattığını anlattığı yerleri okurken yüreğim yanar. Heykel bir anda
parçalanıverir. Asıl büyüklük yazılanlara hiç dokunmamaktaydı!
Amiel'in günlüğü oldum olası içimi
sızlatmıştır - kendi hatam yüzünden.
Scherer'in 41 zihnin
ürettiği şeyi Amiel'in "bilincin bilinci" olarak tarif ettiğini
anlattığı bölümde, dosdoğru ruhumdan bahsettiğini hissettim.
36.
Bu satırlar bizi doğrudan, Pessoa’nın kimliklerinden
olan Ricardo Reis’in şiirlerine götürüyor.
37.
Metinde İspanyolca: /anguidez, mareo I y
angustioso afân.
38.
Orijinal metinde İngilizce: Fırtına. (Ç.N.)
39.
Ya da: kendimi, yaşamaktan.
40.
Orijinal metinde bu cümle tam olarak okunamamıştır.
41.
Edmond Scherer (1815-1889), Amiel’in “Günlük”üne bir
önsöz yazmıştı.
H.K.
Herhangi bir insana başkalarının
acıları, benzerlerinin sıkıntıları karşısında neşe vereni tarifi zor,
anlaşılmaz bir acı türü vardır. Kendi acılarımı incelerken bu yöntemden
yararlanırım ben de; ve işi o kadar ileriye götürürüm ki, kendimi perişan ya da
gülünç hissettiğimde, sanki karşımda bir başkası varmış gibi kendime bakıp
keyiflenirim. Buna karşılık, duygularım öyle tuhaf, öyle olağanüstü bir
dönüşüme uğruyor ki, bu fazlasıyla insani, alaycı neşe, başkalarının gülünç
halleriyle ya da acılarıyla karşılaştığımda sönüp gidiyor. Hatta karşımdakinin
küçük düşmesi acı değilse de, estetik açıdan rahatsızlık veriyor, içimde
çözülmesi güç bir öfke uyandırıyor. Gösterdiğim bu tepkiye iyilik denemez;
temelinde yatan fikir şu ki, eğer birisi alay konusu olduysa, sadece benim için
değil herkes için olmuştur, kızdığım da bu zaten; insan türüne dahil herhangi
bir hayvanın hiç hakkı olmadığı halde, bir başkasıyla alay edebilmesine
üzülüyorum. Ama başkaları benimle dalga geçse umurumda bile olmaz; çünkü dış
dünyaya giderek büyüyen, katı bir küçümseme duygusuyla bakıyorum.
Varlığımın bahçesinin çevresine,
değme sur duvarından daha ürkütücü, neredeyse göğü tutan parmaklıklar diktim,
bu sayede başkalarını rahatça hem görüp hem dışlayabiliyor, birer yabancı
olarak kalmalarını sağlıyorum.
Hayatımı büyük bir titizlik ve
özenle, nasıl hareket etmeyeceğimi arayarak geçirdim.
Ne Devlet'e boyun eğerim ne
insanlara, tek yaptığım kıpırdamaksızın direnmektir. Devletin, ancak
edimlerimden dolayı benimle derdi olabilir. Herhangi bir edimde bulunmadığım
sürece, benden hiçbir şey elde edemez. Günümüzde insanları öldürmüyorlar
zaten, Devlet benim de olsa olsa canımı sıkabilir; bu takdirde zihnimin zırhımı
iyice kalınlaştırmak, düşlerimde daha uzaklarda, daha ötelerde yaşamak zorunda
kalırım. Ama bu hiç başıma gelmedi. Devlet benimle hır çıkarmaya kalkışmadı.
Bunda kaderin bir parmağı olduğuna bütün kalbimle inanıyorum.
Zihni durmaksızın çalışan bir varlık
olarak değişmezliğe karşı fiziksel, yazgısal bir sevgi besliyorum. Yeni
alışkanlıklardan ve bilinmeyen yerlerden nefret ederim.
H.K.
Seyahat fikri midemi bulandırıyor.
Hiç görmemiş olduğum her şeyi göreli
çok oldu.
Henüz görmemiş olduğum her şeyi
göreli çok oldu.
Sürekli yenilenmenin sıkıntısı,
varlıklar ve fikirler arasındaki aldatıcı42 farkların altında her
şeyin hep aynı olduğunu keşfetmenin sıkıntısı, caminin, tapınağın ve kilisenin
aynı olması, yoksul bir kulübeyle sarayın bir olması, aynı yapısal bütünün
kıyafetli bir kral ya da anadan doğma bir vahşi rolü oynayabilmesi, hayatın
kendi kendiyle ezeli uyumu, 43 yaşadığım her şeyin durgunluğu - ilk
edimde, hepsi silinip gider.
Manzaralar, birtakım tekrarlardan
ibarettir. Trenle rasgele giderken, manzaraya olan ilgisizliğimle, farklı biri
olsam oyalanmamı sağlayacak elimdeki kitaba olan ilgisizliğim arasında boşu
boşuna, sıkıntılara gark olarak bölünürüm. Belli belirsiz midem bulanır
hayattan ve her hareket bulantıyı iyice artırır.
Yalnızca var olmayan manzaralar, asla
okumayacağım kitaplar dağıtıyor sıkıntımı. Hayat benim için, beynime kadar
ulaşmayan bir dalgınlık hali. Beynimi ise, tam aksine özgür bırakıyorum ki,
hüzünleri yaşayabileceğim bir yerim olsun.
Ah, düşsünler yollara var
olmayanlar.' Tıpkı nehirler gibi hiçbir şey olmayanlar için de akış, hayatın ta
kendisi olmalı. Ama düşünenler ve hissedenler, hayata karşı uyanık olanlar;
trenlerin, arabaların ve gemilerin korkunç isterisi yüzünden, ne uyuyabilir,
ne de uyanık kalabilirler.
Çok kısa bile sürse her yolculuğun
dönüşünde, düşlerle bölünmüş bir uykudan uyanır gibi oluyorum - duyularım
birbirine yapışmış halde, karmaşık bir uyuşuklukla, gördüklerimin sarhoşluğunu
duyuyorum.
Huzura erebilmek için
bana ruh sağlığı gerek. Hareket içinse, ruhla beden arasında bulunan bir şey
eksik bende; bir türlü ulaşamadığım şey jestler değil, onları yapma isteği.
Sık sık gelmiştir içimden
nehri, Terreiro do Paço ile Cacilhas arasındaki şu on dakikalık mesafeyi aşmak.
Ve hemen her seferinde insan kalabalığından, kendimden ve tasarladığım şeyden
ürkmüşümdür. Birkaç kez oraya gittimse de her seferinde göğsüm sıkıştı, geri
dönüp sağlam toprağa varana dek ayağımı yere basmadım neredeyse.
İnsan çok derinden
hissederse, Tejo sayısız bir Atlantik'tir, karşı kıyı ise bir başka kıta, hatta
bir başka evren.
Vazgeçmek, kendimizi
özgür kılmamız demek. Hiçbir şey istememek ise, güç sahibi olmak anlamına
gelir.
Ruhumun bugüne dek
vermediği neyi verebilir bana Çin? Hem ruhum veremediyse bir şeyi, Çin nasıl
versin, günün birinde Çin'i görürsem de ruhumla göreceğime göre? Servet peşinde
Doğu'ya gidebilirim, ama kesinlikle ruh zenginliği aramam orada, çünkü bana
ait bir zenginliktir o ve ben de neredeysem oradayımdır, Doğu'yla ya da
Doğu'suz.
Anladım ki hissetme
yetisine sahip olmayanlar çıkıyor yolculuklara. İşte bu nedenle seyahat
kitapları, deneyimleri aktaran yapıtlar olarak değerlendirildiğinde pek
zayıftır, çünkü yazarlarının düşleminden yoksundurlar. Yazarları, eğer hayal
güçleri varsa, gördüklerini iddia ettikleri manzaraları, ister istemez
gelişigüzel aktarmak yerine, hayallerinden fırlamış bayrakları, manzaraları
bütün ayrıntılarıyla, kılı kırk yararak aktarırlarsa çok daha fazla büyülerler
bizi. Hepimizde miyopluk var, bir tek kendi içimize bakarken kurtuluruz bundan.
Sadece düş, bakarak görebilir.
Aslında, yeryüzünde iki
şeyi tecrübe ederiz sadece: evrensel olanı ve özel olanı. Evrenseli tarif
etmek, bütün insanların ruhunda, herkesin deneyiminde ortak olan şeyi tarif
etmektir - derin gökyüzünü ve yanı sıra ondan doğan, onda gerçekleşen gündüzü
ve geceyi; hepsi aynı serinlikte, kardeş sulardan olma nehirlerin akışını;
yüceliklerin görkemini derinliklerin esrarında koruyan, uzaklarda, titreşen
diyarlardaki denizleri, dağları; mevsimleri, tarlaları, evleri, ellerin
oynayışını ve yüzleri; kıyafetleri ve gülümsemeleri; aşkı ve savaşları; sonlu
ve sonsuz tanrıları; dünyanın kökeninin anası olan, şekilsiz Gece'yi; her şey demek
olan, zihnin yarattığı o canavarı, yani Kader'i... Bunları ya da bunlar kadar
evrensel daha başkalarını tarif ederken, ruhumla bütün insanların anladığı
Adem'in diliyle, ilkel ve tanrısal lisanla konuşurum. Ama ya Santa Justa
asansörünü, Reims Katedrali'ni, zuhaf askerlerinin pantolonlarını,
Tras-os-Montes'de *4 Portekizceyi nasıl telaffuz ettiklerini
anlatmaya kalksam, nasıl paramparça bir dil, nasıl bir Babil dili konuşmak
zorunda kalacağımı düşünebiliyor musunuz? Bu saydıklarımın hepsi yüzeydeki iniş-
çıkışlardır; insan bunları yürüyerek hissedebilir, hissetme yetisiyle değil.
Santa Justa'da evrensel olan şey, dünyayı döndüren mekanizmasıdır. Reims Katedralindeki
gerçeklik ise, ne katedraldir ne de Reims şehri; insan ruhunun derinliklerini
tanımaya adanmış dinsel yapılara özgü görkemidir. Zuhafların pantolonlarının
ölümsüz tarafı, kıyafetlerde renk kurgusudur, kendince toplumsal alanda bir
yalınlaşma, yeni bir çıplaklık yaratan insani bir dildir bu. Her yörenin
kendine has bir şivesinin olmasındaki evrensel yön, hayatı gelişine göre
yaşayan insanların teklifsiz konuşmalarıdır, birbirine benzeyen varlıkların
çeşitliliği, hayat tarzlarının karman çorman, art arda dizilişi, halklar
arasındaki farklar, ulusların zenginliğidir.
Kendi kendimizin ebedi yolcuları
olarak, bizim için olduğumuz şeyden başka manzara yoktur. Hiçbir şeye sahip
değiliz, çünkü kendi kendimize sahip değiliz. Hiçbir şeyimiz yok, çünkü hiçbir
şey değiliz. Hangi ellerimi uzatayım, hem hangi evrene doğru? Çünkü evren, bana
ait değil: Ben, evrenim.
H.K.
Kendine saygısı olan her ruh hayatı
En Uç'ta yaşamak ister. Size verilenlerle yetindiğiniz takdirde, köleden
farkınız kalmaz. Olanın fazlasını isteyince çocuk gibi davranmış olursunuz.
Biraz daha fazlasını elde etmek ise deliliktir, çünkü her fetih [...]
En Uç'taki hayatı yaşamak, hayatın
sınırlarını zorlamak anlamına gelir, ama bunu yapmanın üç yolu vardır ve belli
bir seviyeye gelmiş her ruh, kendi yolunu bulmalıdır. Yaşanmış bütün duygular,
dışa vurulmuş bütün enerjiler boyunca Odysseus gibi upuzun bir yolculuğa
çıkarak, hayata azami ölçüde sahip olabilir, en üst seviyede yaşayabiliriz. Ne
var ki, dünya dünya olalı, insanlar arasında her şekilde her şeye sahip olmuş
olup da, bütün yorgunlukları içine alan bir yorgunluğa teslim olarak gözlerini
kapatabilmiş olanlar çok nadirdir. 45
Hayatın bedenen ve ruhen kendilerine
teslim olmasını isteyip de buna erişebi- lenler, onu dolu dolu sevdikleri halde
kıskanmamayı başaranlar da nadirdir. Ama hiç kuşkusuz, belli bir seviyeye
gelmiş, her güçlü insan bunu arzulamalıdır. Böyle biri bu dileği
gerçekleştirmenin kolay olmadığını, gücünün Her Şey'in tamamını fethetmeye
yetmeyeceğini fark ettiğinde ise, önünde iki yol daha açılır: Bunlardan biri,
eylem ve enerjinin dünyasında tam olarak ele geçirilemeyen şeyi duygular
dünyasında kesin olarak reddetmek, defterden silmek, ondan vazgeçmektir. İnsan-
oğullarının aptal, beş para etmez, ezici çoğunluğunun yaptığı gibi hayatta boş
yere, bölük pörçük, yarım yamalak koşturmaktansa, hiç koşturmamak yeğdir. Öteki
yol ise kusursuz dengeyi, Mutlak Oran'ın içindeki Sınır'ı aramaktır, bu
arayışın sonucunda, ateşli Aşırılık arzusu istençten ve heyecandan koparak
Akıl'a taşınacaktır: En büyük amaç, bütün hayatı yaşamak, bütün hayatı sınamak
yerine düzenlemek, Uyum'la ve akıllıca bir Düzenleme'yle tamamlamak olacaktır.
Çoğu soylu insanda, hayatın içinde
edimde bulunma arzusunun yerine geçen anlama arzusu, duyarlılığın alanına
girer. Maddi hayatın içindeki eylemlerle bütün ilişkiyi kesmek, böylece
enerjinin yerine aklı koymak ve istençle heyecan arasındaki bağı koparmak -
ulaşabilen için hayatın kendisinden daha değerlidir bu mertebe, çünkü tamamen
bu hale gelmek zor, kısmen yaşamaksa son derece acıdır.
Argonotlar, mühim olan yaşamak değil,
denizlere açılmak, derlermiş. Marazi bir duyarlığı olan Argonotlar olarak, biz
de diyelim ki hissetmektir mühim olan, yaşamak değil.
Karavelalarınızın çıktığı hiçbir
yolculuk, Haşmetmeap 46 zihnimin bu kitap felaketiyle nihayet
tamamına erdirdiği yolculuk kadar esaslı değildir. Kara- velalarınız ne
tehlikeli burunların etrafını dolaştı, ne de daha gerilerde - cesurların
cesaretinin de, düşsel cesurların düşsel güçlerinin de ulaşamayacağı yerlerde-
koylar keşfetti, hayır, derin düşüncelere dalarak dolaştığım burunlarla
kıyaslanacak hiçbir şey yok, ne de çabalarımla [...] aştırdığım koylarla.
Gerçek Dünya, sizin başlattığınız
atılımla keşfedildi Haşmetmeap; Zihinsel Dünya ise, benim sayemde keşfedilecek.
Demek canavarlar, korkular çıktı
Argonotlarınızın karşısına. Düşüncemin bu yolculuğunda, ben de nice
canavarlara, nice korkulara göğüs germek zorunda kaldım. Varlıkların
derinliğindeki soyut uçuruma giden yolda, böylesi sırların acemilerinin hayal
bile edemeyeceği zulümlere katlanmak, insanoğlunun bilmediği korkularla
sınanmak gerekir; yeri belirsiz ortak okyanusa giden yol, dünyanın hiçliğine
varan soyut yoldan daha insanidir belki de.
Adamlarınız evsiz barksız kalmış,
geri dönüş yolları kapatılmış, kıpırtısız bir hayatın huzurundan sonsuza dek
mahrum edilmiş olarak yetiştiklerinde, siz Yeryüzü' nün okyanuslu ucunda çoktan
ölmüştünüz. Maddi âlemde, yeni bir gökle, yepyeni bir toprakla karşılaştı
onlar.
Ben ise, kendimdeki yollardan uzakta,
sevdiğim hayatı görebilmekten mahrum kalmış bir kör olarak; ben de ulaştım
sonunda şeylerin sınırsız boşluğuna, varlıkların sınırının elle tutulmaz
kıyısındaydı bu, Dünya'nın soyut uçurumunun bilinmeyen bir yerdeki kapısında.
O kapıdan girdim, Haşmetmeap. O
denizlerde başıboş gezindim, Haşmetmeap. O gözle görülmez uçurumu seyrettim,
Haşmetmeap.
Bu nihai Keşifler kitabını, bize
Argonotlar yaratan şahsınıza, Portekizce adınıza ithaf ediyorum. *7
H.K.
Büyük durgunluklar bilirim. (Pek çok
insanın yaptığı gibi) acil bir mektuba alt tarafı bir kartla cevap vermek için
günler ve günler boyunca oyalanmamdan bahsetmiyorum. Bana faydası dokunacak
kolay bir edimi ya da keyif verecek yararlı bir edimi (zaten kimsenin yapmadığı
gibi) sürekli olarak reddetmem de değil kastettiğim. Kendi kendimle
geçimsizliğimin içinde daha ne incelikler var. Ben, kendi ruhumda durgunlaşıyorum.
İstenç, heyecan, düşünce içimde durup kalır ve bu durgunluk günlerce geçmek
bilmez; beni başkalarına ve onlar üzerinden de
kendime ruhun bitkisel
hayatı -konuşma, hareket, görünüş- ifade eder böyle zamanlarda.
Bu loş zamanlarda ne düşünebilirim,
ne hissedebilirim, ne de bir istek duyabilirim. Sadece rakamlar yazar ya da
anlamsız şeyler çiziktiririm. Hiçbir şey hissetmem, sevdiğim biri ölse yabancı
bir dilde olup bitmiş gibi algılarım. Yapamam; hep uykudayım gibi gelir, en
akıllıca hareketlerim, sözlerim, edimlerim, dışımda bir yerde alınan nefesler,
herhangi bir organizmanın ritmik olarak çalışan içgüdüsü gibi görünür gözüme.
Günler, günleri kovalar, şöyle bir
hesabı yapılsa hayatımın kim bilir ne kadarı böyle geçmiştir. Bazen, bu
durgunluktan ayıldığımı düşlüyorum, ama sandığım gibi çırılçıplak
kalıvermemişim, gerçek ruhumun sonsuz yokluğunu örten elle tutulmaz tüller
yerindeymiş hâlâ; bazen de daha samimi bir düşünme biçiminin, daha bir bana ait
bir hissetme tarzının, gerçekte beni oluşturan labirentin bir yerlerinde
kaybolmuş bir istencin karşısında, düşünmenin, hissetmenin, istemenin de birer
durgunluk anlamına gelebileceğini kuruyorum kafamda.
Nasıl isterse öyle olsun: Her şeyi
kendi haline bırakıyorum. Ve kaderin emriyle, unutulmuş üç beş yemine sadık
kalarak tesadüflerin tamamladığı ben, varlığımı tanrıya ya da belki de var olan
tanrılara terk ediyorum.
Kendime kızmam, çünkü kızgınlık güçlü
insanların harcıdır; kendime boyun eğmem, çünkü boyun eğmek soyluların
harcıdır; susmam da, çünkü sessizlik yüce varlıkların harcıdır. Oysa ben ne
güçlüyüm, ne soylu, ne de yüce. Acı çekerim ve hayal kurarım. Zayıflığım
sızlanan biri yapar beni ve sanatçı olduğum için gizlice şikâyetler besler,
düşlerimi, güzellikleri hakkındaki fikrime en uygun şekilde düzenleyerek
oyalanırım.
Bir tek çocuk olmadığıma hayıflanırım
(düşlerime inanabilirdim o zaman) ya da bir deli (beni kuşatan her şeyi
ruhumdan uzaklaştırabilirdim).
Düşü gerçek yerine koymaktan, kendi
düşlerimi fazlasıyla derin yaşamaktan ötürü, en sonunda düşsel hayatımın gerçek
olmayan gülünde bir diken çıktı: O da şu ki, düşlerim hoşuma gitmez oldu, çünkü
kusurları gözüme batıyor.
Renkli gölgelerin oynaştığı camı
boyamakla, camın öte yanından seyrettiğim o yabancı hayatın gürültüsü benden
saklanamaz.
Ne mutlu kötümser yöntemleri
yaratanlara’. Sadece herhangi bir şey vücuda getirmiş olmanın huzurunu tatmakla
kalmaz onlar, ayrıca yaptıklarını anlatmak da hoşlarına gider ve kendilerini
evrensel acının ayrılmaz bir parçası olarak görürler.
Kendi payıma, dünyadan şikâyetçi
değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve
şikâyet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı
vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?
Acı çekiyorum, ama bunu hak edip
etmediğimi bilmiyorum. (Kovalanan bir ceylan.)
Karamsar değilim, hüzünlüyüm.
H.K.
Anlaşılmaktan daima, tiksinti içinde
kaçınmışımdır. Anlaşılmak, kendini satmak demek. Olmadığım gibi görünmeyi,
gayet insani bir şekilde, kibarca, doğal olarak görmezden gelinmeyi cidden
tercih ederim.
Dünyada hiçbir şey, işyerindeki
arkadaşlarımın beni "farklı" görmesi kadar sinirimi bozamaz. Onların
gözünde farklı biri olmamaktaki ironinin verdiği keyfe düşkünümdür. Beni
kendilerine benzetmelerinin azabını çekmek, fark edilmemek çarmıhına gerilmek
isterim. Durumu azizlerden de, keşişlerden de daha karmaşık olan nice şehitler
vardır. Akıl da azap çeker, tıpkı beden ve arzular gibi. Her işkencede olduğu
gibi, aklın azabında da bir şehvet sezilir [...]
Bizim işyerindekilerden biri, geniş
büronun alacamsı soğuğunda her zamanki gibi paket yapmakla uğraşıyordu:
"Günaydın’" dercesine koca bir sesle, "Amma gürledi
mübarek’" diye bağırdı ortaya, yüreksiz, merhametsiz haydut. Yüreğim tekrar
çarpmaya başladı. Kıyamet uzaklaşmıştı. Bir duraklama oldu.
-Bir an güçlü, çiğ bir ışık, sonra
kaba bir gök gürültüsü- henüz yakınımızda olsa da giderek uzaklaşan gök
gürültüsü, olup bitenlerin sıkıntısını nasıl da aldı üzerimizden. Tanrı yok
olmuştu. Ciğerlerimin iyice havayla dolduğunu hissettim. Büro çok havasızmış
meğer, üstelik deminki elemanın dışında başka insanlar da varmış. Herkesin dili
tutulmuştu. Titrek, pürüzlü bir şeyin hışırtısı işitildi: Moreira bir rakamı
kontrol etmek için kalın kayıt defterinin bir sayfasını aniden çevirivermişti.
H.K.
Sık sık sorarım kendime, kaderin
fırtınalarıyla aramda, beni koruyan bir zenginlik perdesi olsaydı, amcamın
ahlaklı eliyle Lizbon'daki bir büroya emanet edilmemiş ve o büro senin bu büro
benim derken, muhasebe yardımcısı olarak güya meslekte zirveye varmamış
olsaydım, huzurlu bir siesta ya benzeyen bir işe, karnımı zor doyuran
bir maaşa kavuşmamış olsaydım, ne olurdum acaba.
Gayet iyi biliyorum ki gerçekdışı
hayatım gerçekleşmiş olsa bugün, şu sayfaları yazabilen adam olmazdım; en
azından, daha elverişli koşullarda yaşasam düşlemekle yetineceğim, var
olmayacak sayfalara göre var olmak gibi bir üstünlükleri var. Mesele şu ki
sıradanlık bir zekâ göstergesidir, gerçeklik de -özellikle kaba ya da aptalca
olanı- ruhun doğal bir bütünleyicisidir.
Hissedebildiklerimin,
düşünebildiklerimin hatırı sayılır bir kısmını muhasebeci olmama borçluyum, ama
bunlardan kaçıyorsam, hepsini reddediyorsam, bunu da gene işime borçluyum.
Bir anket yapsalar, ruhunun
gelişiminde edebiyattan kimlerin etkili olduğunu yaz, deseler, listenin başına
Cesario Verde'yi koyardım, ama patronum Vasques’i, şef muhasebeci Moreira'yı,
pazarlamacı Vieira'yı ve ayakçı Antonio'yu da unutmazdım. Ve tüm isimlerin
altına, büyük harflerle aynı can alıcı adresi yazardım: LİZBON.
Alıcı gözle bakıldığında, bütün bu
insanların, dünyaya bakışım üzerinde tıpkı Cesario Verde gibi, birer düzeltme
faktörü olarak etkili oldukları görülür. Tam anlamını bilemiyorum, ama
mühendisler bu deyimi galiba, matematiğin hayatı yakalayabilmesi için
yaptıkları işlemleri tarif ederken kullanıyorlar. Eğer böyleyse, doğru yerde
kullandım demektir. Değilse, deyimin anlamı benim dediğim şekilde
değiştirilsin, metaforun yanlışlığına değil, ne söylemek istediğime bakılsın.
Olanca bilincimi kullanarak hayatımın
nasıl göründüğünü anlamaya çalıştığımda, aklı bir karış havada bir hizmetçinin
küçük fırça darbeleriyle örtünün üzerinden süpürdüğü küçük, renkli bir şey,
şeker kâğıdı ya da bir puro yüzüğü geliyor gözümün önüne, örtü faraşa doğru
kaldırılmış, kırıntılar gerçeklik kabuklarıyla karışarak faraşa dökülecek. O
renkli şeye gelince; kader arkadaşlarına göre ayrıcalıklı olsa da, onun da
sonu faraş. Ve hizmetçi örtüyü süpürürken, tanrılar dünya işlerinin bir parçası
olan bu olayları hiç umursamadan sohbete devam etmekteler.
Evet, zengin, üzerine titrenen, tozu
nazikçe silkelenen, kısacası süs gibi bir şey olsaydım, kırıntıların arasında
kaybolmuş, rengârenk bir kâğıt parçasının öyküsünü bile yaşayamazdım; kader
tepsilerinden birinde kalır -"Almayayım, çok teşekkürler,
gerçekten"-, sonra dolaba dönüp yaşlanırdım... Beynimin pratik tarafı
mideye indirildikten sonra ıskartaya çıkartılır, üzerimde İsa'nın bedeninden
kalan tozla çöp tenekesine, hayata son noktayı koymaya giderdim; devamında ne
olacağını da, hangi yıldızların olup bitenleri seyredebileceğini de hayal
edemiyorum; ama illa ki bir devamı olacak.
H.K.
Yapacak ya da yapmak gerektiğini
düşünecek bir şeyim olmadığından bu kâğıda bir idealimin tasvirini, kaba bir
taslağını kaydedeceğim.
Mallarme'nin duyarlılığı Vieira'nın
stiline aksa; Horatius'un bedeninde Verlaine gibi düşünsem; ay ışığında
Homeros olsam.
Her şeyi, her şekilde hissetsem;
duygularla düşünmeyi, düşünceyle hissetmeyi bilsem; düş dünyasının dışında
hiçbir şeyi fazla arzulamayabilsem; koketçe acı çeksem; net görebilsem
ve böylece doğru yazabilsem; aldatmacalar, taktikler kullanarak kendimi
tanısam, kaydı kuyduyla farklı biri olsam; özet olarak bütün duyumları içimde
kullansam, Tanrı'ya varana dek hepsini didik didik etsem; ama sonra tekrar
toparlayıp vitrine koysam, tıpkı şu an seyrettiğim, son moda ayakkabı boyası
kutularını dizen şu çırak gibi.
Olanaklı ya da olanaksız, bütün bu
ideallerin sonu yakın. Önümde gerçeklik var - üstelik (göremediğim) çırağın
kendisinden bile değil, çırağın sadece elinden ibaret bir gerçeklik; bir
ailesi, bir hikâyesi olan bir insanın, ağsız bir örümcek gibi kıpırdanarak,
karşımda camekânı yeniden düzenleyen anlamsız dokunacı.
Ve derken bir boya
kutusu, Kaderlerimizi anlatırcasına düşüveriyor.
H.K.
Dünya denen oyunu, varlıkların
değişken gelgitlerini seyrettikçe, her bir şeyin; gerçekliklerin saygınlığının,
yalancı pırıltılarının özünde olan o sahtelik iyice işime işliyor. Her
sağduyulu insanın er ya da geç tanışacağı bu düşünme sürecinde, hepsi -alacalı
bulacalı gelenekler ve modalar, ilerlemeler, kültürlerin düşe kalka gelişmesi,
imparatorlukların ve kültürlerin içinde yüzdüğü koca kargaşa-, hepsi gölgeler
ve unutuşlar arasında düşlenmiş bir mit, bir kurgu gibi geliyor bana. Ama bütün
bu (bir vakitler gerçekleşmiş bile olsalar) ölü hırsların nihai tanımını
Buda'nın dünyaya sırt çevirişinde mi, yoksa İmparator Septimus Severus'un (çok
geniş bir deneyimin ürünü olan) kayıtsızlığında mı aramalıyız, bilemiyorum.
Buda ansızın her şeyin boş olduğunu anlayıp "Şimdi her şeyi
biliyorum," diyerek esrikliğinden sıyrılmıştı, Septimus Severus ise; "Omnia
fui, nihil expedit/' demişti: "Her şey idim; hiçbir şeye
değmezmiş."
H.K.
Dünya, içgüdüsel güçler denen
pisliklerden bir yığın olduğu halde, güneşte altınımsı, açıklı koyulu ışıltılar
saçan dünya.
Kendi adıma, vebayı, kasırgaları ve
savaşları düşündüğümde, kâh bilinçsiz mikroplar, kâh gene bilinçsiz yıldırım
ve anaforlar, kâh bir o kadar bilinçsiz insanlar olarak kendini gösteren, aynı
kör kuvvetin bir meyvesi olarak görüyorum dünyayı. Bir depremle bir katliam
arasındaki fark, bence bir cinayeti bıçak ya da hançerle işlemek arasındaki
fark kadardır. Her varlığın içinde kendiliğinden var olan canavar -o varlığa
belki alabildiğine yarar sağlayacak, belki de alabildiğine zarar verecek
şekilde, ki zaten görünüşe bakılırsa canavarın pek umurunda değildir işin bu
kısmı- yükseklerdeki bir kayanın hareketini olduğu kadar bir insanın
yüreğindeki kıskançlığın ya da açgözlülüğün kıpırtılarını da kullanmayı bilir.
Kaya düşer ve bir insanı öldürür; kıskançlık, açgözlülük ise bir eli
silahlandırır ve o el bir insanı öldürür. Dünya böyle yuvarlanıp gider işte,
içgüdüsel güçler denen pisliklerden bir yığın olduğu halde, güneşte altınımsı,
açıklı koyulu ışıltılar saçarak.
Varlıkların ardındaki görünür zemini
oluşturan kayıtsızlığın hoyratlığıyla başa çıkabilmek için, mistikler çareyi
gene inzivaya çekilmekte bulmuşlardır. Dünyayı yadsımak, tıpkı bir bataklıktan
kaçar gibi sırt çevirmek ona. Buda gibi, mutlak gerçekliğini yadsıyarak
yadsımak; İsa gibi, göreli gerçekliğini yadsıyarak yadsımak; onu yadsımak [...]
Hayattan, kendimden hiçbir şey
istememekten gayrı isteğim olmadı. Sahip olmadığım kulübenin kapısında, hiç
var olmamış güneşe karşı oturdum ve çoktan yorulmuş gerçekliğimin, gelecekteki
yaşlılığın tadını çıkardım (şimdilik yaşlılığı bilmiyor olmanın verdiği
zevkle). Varoluşun fakir kulları, henüz ölmemiş olmaktan başka ne ister ve bir
de hâlâ umut [...]
[...] sadece düş kurmazken düşün
tadına vararak, sadece uzağındayken düşlediğimde dünyanın tadına vararak. Hep
hareket halinde olan ama hiç gelmeyen, aralıksız salınan bir sarkaç, hep geri
dönmek üzere giden, bir merkezden ve gereksiz bir hareketten ibaret, iki yönlü
bir kaderin ebedi tutsağı.
H.K.
Kendimi arıyorum, bulamıyorum.
Kasımpatı saatlere, gergin vazoların belirgin çizgilerine aidim ben. Tanrı,
ruhumu bir süse çevirdi.
Ruhumun seyrini hangi şatafatlı,
özentili ayrıntılar tarif eder, bilemiyorum. Süsü hiç kuşkusuz, onda varlığımın
özüne benzer bir şey sezdiğim için seviyorum.
43. Ya da: mahkum
olduğu değişimde bile.
44. XIX. yüzyılın sonuna ait olan Santa Justa
asansörü, Lizbon’un merkezindedir. Tras-os- Montes ise ülkenin kuzeyinde yer
alan, dağlık bir bölgedir.
45. Böylesi bir
ideal, Pessoa’nın üçüncü önemli yan kimliği olan Alvaro de Campos’ta vücut
bulur.
46. "Denizci
Henrique" diye bilinen, Avis hanedanının prenslerinden Dom Henrique’ye
atıf var. Dom Henrique, XV. yüzyılda, "Büyük Keşifler"e
varacak olan yolcukları başlatmıştı.
47. Portekiz’in
denizlerdeki keşifleriyle Pessoa’nın zihinsel Odysseia'sı arasındaki
sembolik paralellik, 1934’te yayımlanan Mesihçi şiiri "Mensagem"i
olduğu kadar, Pessoa’nın çok iyi bildiği bir yazar olan Poe’nun Arthur
Gardan Pym'nin Olağanüstü Serüveni’nin sonunu da hatırlatır.
H.K.
En basit, gerçekten en basit, iki
basit parçaya bölünemeyecek kadar basit şeyler, ben yaşarken arapsaçına
dönüyor. Bazen günaydın demek bile gözümü korkutuyor. O kelimeyi yüksek sesle
söylemek ayıpmış gibi, sesim sönüveriyor. Var olmaktan duyulan bir tür utanç bu
- başka tarif gelmiyor aklıma!
Duygularımızı sürekli tahlil ettikçe
yeni bir hissetme biçimi ortaya çıkar, ama duygularıyla değil de akıllarıyla
tahlil yapanlara yapay gelir bu.
Ömrüm boyunca, metafizik açıdan kof,
bunun yanında insanı güldürecek kadar da ciddi biri olmuşumdur. Bütün
çabalarıma rağmen, ciddi hiçbir iş yapmış değilim. İç dünyamda malin^
bir Yazgı benimle alay edip durdu hep.
Heyecanlarımız basit pamuklulardan,
ipekten ya da dibadan yapılmış olsaydı! Böylece anlatabilseydik, anlatabilseydik
onları!
Ruhumda bir pişmanlık büyüyor, bizzat
Tanrının var olan her şeyden duyduğu pişmanlık bu ve bir de düş kuranların
etine tutsak düşler için, gözyaşı dolu bir tutku yükseliyor. Dizeler yaratmış
bütün şairlere, ideallerini [...] görmeyi istemiş bütün idealistlere,
arzuladıklarını elde etmiş herkese nefretsiz bir nefret duyuyorum.
Sakin sokaklarda başıboş dolaşıyorum,
ruhumla uyum içindeki bedenimi yormak için yürüyorum, ruhuma karşı (şehvete
benzer bir şeyle gelen, çok tanıdık bir acının insanın yakasını bırakmayan
keskinliğiyle) ezgili, tarifsiz, anaç bir merhamet duyuyorum.
Uyusam, uyuyakalsam, sakinleşsem!
Huzur içinde soluk alıp vermenin, evrens- iz, yıldızsız ve ruhsuz soyut
bilincinden ibaret kalsam - sadece yıldızların yokluğunu yansıtan, ölü heyecan
denizi olsam.
H.K.
Hissetmek ne büyük bir ağırlık!
Hissetmek zorunda olmak ne büyük bir ağırlık!
[ ...] belki duyguların kendisinin,
belki dışavurumlarının; ya da belki de ikisinin arasında yer alan, duyguları
dışavurmak amacıyla, sadece dışavurulmak için var olan sahte coşkuyu yaratan
zekânın aşırı yoğunluğu: Belki de sadece, içimdeki ben olmayan benin ortaya
çıkmasını sağlayan araçtır bu.
Bilginin, adına zaten derin bilgi
denen bir derinliği var, bunun yanı sıra aklın da derinleştiği bir hal var ki,
o da kültür denen şey. Ama bir de derin duyarlılık var.
Derin duyarlılığın, hayat
tecrübesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Hayat tecrübesi insana hiçbir şey öğretmez,
tıpkı tarih gibi. Asıl tecrübe gerçekle olan bağı azaltmak, ama o bağı daha
yoğun tahlil etmek demektir. Duyarlılık böyle gelişir, derinleşir, çünkü her
şey bizdedir; yeter ki arayalım, aramayı bilelim.
Yolculuk dedikleri nedir, neye yarar?
Günbatımı, günbatımıdır; günbatımı görmek için illa ki İstanbul'a gitmeye gerek
yok. Yolculuk yaparken insan kendini özgür mü hissediyormuş? Lizbon'dan
Benfica'ya49 giderken de hissedebilirim aynı şeyi, üstelik
Lizbon'dan kalkıp Çin'e bile gitsem bulamayacağım bir yoğunlukta; çünkü
özgürlük içimde yoksa, hiçbir yerde yok demektir. "Herhangi bir yol,"
demişti Cariyle, "hatta Entepfuhl yolu bile dünyanın öbür ucuna
götürebilir seni." Ama Entepfuhl yolu Entepfuhl' a çıkar; demek ki
üzerinde yürümekte olduğumuz Entepfuhl, aynı zamanda varmaya çalıştığımız
dünyanın öbür ucuymuş.
Condillac ünlü eserine şöyle başlar: ’°
"Ne kadar yukarı tırmanırsak tırmanalım, ne kadar aşağı inersek
inelim, asla duygularımızın dışına çıkamayız." Asla kendimizden yelken
açamayız. Asla bir başkasına varamayız, bunun tek istisnası, düş gücüyle
kendimizi başkalaştırdığımız, kendi kendimizi hisseder hale geldiğimiz
durumlardır. Gerçek manzaralar bizim yarattıklarımızdır, çünkü onların tanrısı
bizizdir ve gerçekte oldukları gibi, yani yaratıldıkları gibi görürüz onları.
İlgimi çeken ve gerçekten görebileceğim yer Dünya'nın Yedi Bölgesinden 51
hiçbiri değil, sahiden benim olan, bir uçtan bir uca kat ettiğim sekizinci
bölgedir.
Geçilmedik deniz bırakmamış olan
biri, kendi tekdüzeliğinde gezinmiştir sadece. Dünyada var olandan çok daha
fazla denizde seyrettim, dünyadakinden çok daha fazla dağ gördüm. Gerçek
şehirlerden daha kalabalık şehirlerden geçtim ve hiçbir yerin geniş, mutlak
nehirleri dalgın bakışlarımın karşısında aktı. Yolculuklara çıkmış olsam, olsa
olsa hiç seyahat etmeden gördüklerimin soluk kopyaları çıkacaktı karşıma.
Başka insanlar ziyaret ettikleri
memleketlerde yabancıdır, isimsizdir. Ben ise gittiğim yerlerde sadece yabancı
bir seyyah olmanın gizli zevki değil, ülkenin başındaki kralın haşmeti,
geleneklerini koruyan halk, bu milletin ve komşularının bütün bir tarihi oldum.
Manzaraları, evleri; her şeyi gördüm, çünkü her şeydim - imgelemimin özünden,
Tanrı'da yaratılmıştı hepsi.
8 Ocak 1931
Epeydir yazmıyorum. Aylar var ki
yaşamıyorum ve işyeriyle fizyolojim arasında, düşüncelerim ve duyumlarım içimde
durgunlaşmış olarak dayanıyorum. Ne yazık ki insan böyleyken de dinlenemiyor:
Çürüme bile aynı zamanda mayalanma demektir.
Uzun zamandır sadece yazmamakla
kalmıyor, aynı zamanda yaşamıyorum da. Galiba düşlerle de uğraşmıyorum doğru
dürüst. Sokaklar benim için sadece sokak. Bilincimdeki olanca dikkatle büronun
işini yapıyorum, ama dalgın olmadığımı da söyleyemem: Arka planda tefekküre
dalmıyorsam da uyuyorum; her ne olursa olsun işimin öbür yüzünde hep bir
başkasıyım.
Epeydir varlıktan yoksunum. Son
derece huzurluyum. Olduğum kişiden beni ayıran hiçbir şey yok. Nefes aldığımı
hissettim az önce, sanki yepyeni ya da uzun zamandır ertelenen bir eylemi
yerine getirmiş gibiyim. Bilinçli olduğumun bilincine varmaya başladım. Yarın
belki de kendime uyanırım, kendi hayatımın akışına kaldığım yerden devam
ederim. Öylesi daha mı mutlu eder, daha mı mutsuz, bilemiyorum. Hiç bilmiyorum.
Yürürken başımı kaldırdığımda, batan günün arkamda, Kale'nin olduğu tepede
onlarca pencereyi tutuşturduğunu, soğuk bir kor yığını gibi evlerin tepesinde
alev aldığını görüyorum. Katı alevden gözlerin etrafında bütün tepe, günün
bitmesiyle gevşemiş. En azından hüzünlenebilir, hüznümün geçen tramvayın
(kulağımla gördüğüm) ansızın yükselen sesine, insan seslerinin uğultusuna, capcanlı
şehrin unutulmuş mırıltısına karıştığını kavrayabilirim.
Çok uzun zamandır kendim
değilim.
H.K.
Bazen -hem de hep beklenmedik bir
anda- tam bir duygunun ortasındayken hayata karşı korkunç bir yorgunluk çöker
üstüme, üstelik o kadar büyük bir yorgunluktur ki üstesinden nasıl geleceğimi
bilemem. İntiharın çare olacağı şüphelidir, ölüm ise, bilincin ortadan
kalkacağını varsaysak bile daha da şüphelidir. Yorgunluk, yok olmanın değil -bu
olabilirlikler arasına girebilir de girmeyebilir de-, çok daha korkunç ve derin
bir şeyin peşindedir: var olmuş olmayı bırakmak; işte bunun hiç yolu yok.
Bazen, genellikle gayet karmaşık olan
Hinduların tasavvurlarında hiçlikten öte bir olumsuzluğa işaret eden bu arzuyla
ilgili bir şeylere rastladığımı hatırlıyorum. Ne var ki Hinduların ya duyguları
yeterince keskin değil ve düşündüklerini dile getiremiyorlar ya da düşünceleri
yeterince keskin değil, onun için de hissettikleri şeyi yakalayamıyorlar. Sonuç
olarak onlarda neyi görür gibi olsam hiç görmez oluyorum. Öyle sanıyorum ki, bu
devasız duygunun uğursuz saçmalığını benden önce kelimelere döken olmamış.
Ve bu duyguyu yazarak
iyileştiriyorum. O ironik reçeteyle, dile getirilmekle iyileşmeyecek hüzün
yoktur, saf olmaması, içine bir parça akıl karışmış olması, gerçekten derin
olması şartıyla. Edebiyat başka hiçbir yararı kalmadığında en azından bu işe
yarayacak - bir avuç insan için olsa bile.
Ne yazık ki akıl hastalıkları
duygusal rahatsızlıklardan, onlar da bedensel hastalıklardan daha az ıstırap
verir. "Ne yazık ki" diyorum, çünkü insanlık onuru tam tersini
gerektirir. Bir esrarla karşı karşıya olduğumuzda üzerimize çöken hiçbir
sıkıntı, aşk, kıskançlık ya da pişmanlık kadar acı veremez, bedende hissedilen
yoğun korkular kadar bunaltıcı olamaz ya da öfke kadar, hırs kadar insanı
değiştirmez. Ama şu da doğru ki, ruhu paramparça eden hiçbir ıstırap şiddetli
bir diş ağrısı, karın ağrısı ya da (sanırım) doğum sancısı kadar gerçek olamaz.
Yapımız gereği zekâmız,
kimi heyecan ya da duygularımızı yüceltebildiği, ötekilere göre üstün bir
mertebeye yükseltebildiği gibi, onları tahlil ederken birbiriyle kıyaslamaya
kalkışırsa alçaltabilir de.
Adeta uyuyarak yazıyorum,
bütün hayatım imzasız bir makbuz.
Horoz, ancak ölünce
dışına çıkabileceği kümeste özgürlük şarkıları söyler, çünkü ona iki tünek
bahşedilmiştir.
H.K.
Her yağmur damlasıyla doğada ağlayan,
ıskalanmış hayatımdır. Günün hüznünü boş yere toprağa akıtan damla damla,
sağanak sağanak yağmurda bendeki belirsizlikten bir şeyler var.
Yağmur dinmek bilmiyor.
Sesi ruhumu sırılsıklam etti. Ne biçim bir yağmur bu... Sandalyem yağmur
duygusuyla sulanıyor, sıvılaşıyor.
Sıkıntılı bir soğuk, buz
kesmiş elleriyle zavallı yüreğimi sarıyor. Kurşuni saatler uzadıkça uzuyor,
zamanın içinde bitimsizleşiyor; saniyeler geçmek bilmiyor.
Bu ne biçim bir yağmur!
Çörtenlerin ağzından
beklenmedik anlarda, minik seller fışkırıyor. Kafamdaki soyut boru fikrinin
üzerinden, rahatsız edici bir çağlayan gümbürtüsünün döküldüğünü duyuyorum.
Yağmur upuzun, ölgün şikâyetini camlara çarpıyor...
Soğuk bir elboğazımı
sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor.
İçimdeki her şey ölüyor -
hatta düş kurabildiğime olan güvenim bile! Ne yaparsam yapayım, fiziksel olarak
kendimi iyi hissedemiyorum. Gönlümün kaydığı bütün dinginliklerin, ruhumu
parçalayan sivri köşeleri var. Bakışlarımı kenetlediğim bütün bakışlar zifiri
karanlık çıktı, günün zayıflamış ışığının izi vardı bunlarda, acısız ölmek için
biçilmiş kaftandılar.
H.K.
Düşlerin en itici tarafı ortalık malı
olmaları. Gün ortasında, iki iş arasında sokak lambasına yaslanmış duran şu
çırak da mutlaka bir şeyler düşünüyor. Hayalinde yarım yamalak neleri
gördüğünü biliyorum: Büroya çöken yaz bunaltısının ve mükemmel dinginliğin
içinde, iş mektupları yazarken benim içine daldığım şeyleri.
H.K.
Gerçekleşebilir, yakın, meşru şeyleri
düşleyenler, uzak ve yabancı düşlerde kendini kaybedenlerden daha çok hüzün
veriyor bana. Büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve
mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek
kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgidir. Ama gerçekleşebilir olanı
düşlersen, o zaman sahici düş kırıklığı diye bir şeyin gerçekten var
olabileceğini anlarsın. Roma imparatoru olamadım diye kendimi helak edecek
değilim, ama her akşam saat dokuza doğru sokağın sonundan sağa dönen küçük
terzi kızla hiç konuşmadım diye acı acı yerinebilirim. Bize olanaksızı vaat
eden düş, zaten böylelikle bizi en baştan, ondan mahrum etmiş olur; ama
gerçekleşebilir olanı vaat eden düş hayatın kendisine müdahale eder, çözümü de
ondan bekler. Biri kendinden başka her şeyi dışlayarak tamamen bağımsız olarak
varlık sürer; öteki ise dışındaki olayların olağan akışına boyun eğmiştir.
Olanaksız manzaraları, asla
gidemeyeceğim çorak ovaların sonsuzluğunu bunun için severim. Geçmişte kalmış
tarihi devirler katıksız bir zevktir, çünkü bir saniyeliğine bile olsa, gözümde
somutlaştıklarını hayal edemem. Var olmayanı düşümde gördüğümde uyuyorumdur;
var olması mümkün olanı düşte gördüğümde ise uyanmak üzereyimdir.
Öğle vakti tenhalaşan büroda,
balkondan sokağa sarkıyorum. Dalgınlığım gözlerimde insanların hareketlerini
seçiyor, ama onları zihninin derinliklerinde görmüyor gerçekte. Balkon
korkuluklarının acıttığı dirseklerime dayanmış uyuyorum, birileri büyük bir
vaatte bulunmuş sanki, ama hiçbir şey bilmiyorum. Sayısız karaltının gidip
geldiği kıpırtısız sokağın ayrıntıları benden uzaklaşan zihnimde beliriyor:
arabalara yığılmış tavuk kafesleri, az ötede dükkân kapılarında çuvallar,
köşedeki bakkalın en uçtaki vitrininde, bana kalırsa kimsenin almayacağı, hayal
meyal seçilen porto şişeleri. Aklım yarı cisimleşerek benden kopuyor. Hayal
gücümle inceliyorum etrafı. Sokaktaki kalabalık az önce de aynıydı, hâlâ oynak
bir insan görüntüsü o, birtakım hareketli lekeler, havada salınan bir ses,
gelip geçen ama bir türlü kendini üretemeyen belirsiz şeyler.
Duyuların kendisinden çok, duyuların
bilinciyle kaydetmeli her şeyi... Farklı şeylerin olabilirliğini... Ve ansızın
büroda, arkamda ayakçı çocuğun tepeden inme, metafizik gelişi. Olmayan düşünce
akışımı kestiği için onu öldürebilecek gibi hissediyorum kendimi. Nefretin
ağırlaştırdığı bir sessizlik içinde dönüp ona bakıyorum, gizli bir insan
öldürme arzusunun gerginliğiyle, havadan sudan bir şey söylerken kullanacağı
sesi önceden dinliyorum. Odanın ucundan bana gülümsüyor, yüksek sesle
günaydın, diyor. Bütün evren gibi ondan da nefret ediyorum. Gözlerim
varsaymaktan ağırlaşmış.
1 Şubat 1931
Onca yağmurlu günün ardından gökyüzü,
uzayın derinliklerine saklanmış maviliği geri getiriyor. Su birikintilerinin
tarlalardaki çamur gölleri gibi uyuduğu sokaklarla, gökyüzüne soğuk bir
parlaklık veren pırıl pırıl neşe arasındaki çelişki, pis sokakları
güzelleştiriyor, sıradan bir kış göğüne bahar havası katıyor. Günlerden pazar
ve yapacak hiçbir işim yok. Hava o kadar güzel ki canım düş kurmayı bile
çekmiyor. En içten duygularımla günün tadını çıkarıyorum, aklım da buna kendini
bırakmış durumda. Özgür52 bir memur gibi dolaşıyorum. Yaşlandığımı
hissediyorum, sırf yeniden gençleşmenin zevkini tatmak için.
Pazarları dolan büyük meydanda, başka
türlü bir güne ait törenlerin devinimine tanık oluyorum. Sao Domingos'ta bir
ayinin bitip ötekinin başlaması bir olmuş. Dışarı çıkan insanlar görüyorum, bir
de içeri girmeyenler, çıkanları görmemiş olan daha başkalarını bekleyenler var.
Hepsi boş. Hayatı sıradanlaştıran her
şey gibi bunlar da gizemlerle, dişli sur duvarlarıyla dolu bir uyku ve ben de
duvarın üzerinden, görevini tamamlamış bir haberci gibi düşüncelerimin ovasını
seyretmekteyim.
Eskiden, çocukken ben de bu ayine
gelirdim, belki de bir sonrakiydi, ama daha ziyade buydu diye hatırlıyorum.
Gereken ciddiyeti takınarak, biricik, bir tanecik en iyi kıyafetimi giyer,
önüme serilen her şeyin keyfine varmaya bakardım - keyif alınacak bir tarafı
olmayanların bile. Dış dünyayla yaşardım, elbisem yepyeni, tertemizdi. Günün
birinde ölüp gideceğinden habersiz, annesinin elinin kılavuzluğuna kendini
bırakmış bir insan daha ne isteyebilir?
Bütün bunların keyfi, geçmişte kaldı,
ne var ki, belki de ancak bugün anlayabiliyorum ne büyük bir zevk aldığımı.
Büyük bir sırra erecekmişçesine ayine gider, dışarı çıktığımda, ormanın içinde
bir düzlüğe varmış gibi olurdum. Ve gerçekten de böyleydi - hâlâ da gerçekten
böyle. Sadece yetişkinliğe ulaşıp bütün inançlarını yitirmiş olan varlıklar,
hatıraları olan, ağlayan bir ruha sahip varlıklar bilir düş evreninin ve
belirsizliğin ne olduğunu, kendinden vazgeçmeyi, buz kesmiş parke taşlarını.
Kesin olan bir şey var: Bir zamanlar
ne olduğumu hatırlayabiliyor olmasam, şu anki bene katlanamazdım. Hâlâ ayinden
çıkmakta olan dalgın kalabalık ve belki bir sonraki ayine gelecek kalabalığın
ilk kıpırtıları - karşımda, aheste bir nehirden geçen gemilere benziyorlar, ben
de sanki kıyıdaki evimde, pencereleri ardına kadar açmış seyrediyorum.
Anılar, pazar günleri, pazar
ayinleri, eski varlığımın verdiği zevk, geçmişte kaldığı için yaşayan, bana ait
olduğu için unutamadığım zamandaki mucize. Normal duygularla çizilmiş saçma
diyagonal, otomobillerin gürültülü sessizliğinin ortasında bir faytonun
tekerleklerinin ansızın gıcırdayışı - zamanın beklenmedik, anaç bir müdahalesi
sayesinde varlığını koruyabilmiş bir fayton bu, o hâlâ burada, şimdiki benle
kaybettiğim ben arasında, ben dediğim o eski bakışta mevcut hâlâ.
2 Şubat 1931
Bir insan ne kadar yükseğe çıkarsa,
ister istemez o kadar şeyden de mahrum kalır. Zirvede bir tek ona yer vardır.
Ne kadar mükemmelse bütünlüğünü o kadar korumuş demektir; ve bütünlüğünü ne
kadar koruduysa, kendinden başka biri olma ihtimali o kadar azdır.
Bunları bir gazetede, bir ünlünün
hayatı boyunca yaşadığı renkli olayları okuduktan sonra düşündüm. Ömrü boyunca
girmediği boya kalmamış Amerikalı bir milyonerdi bu. Ne istediyse elde etmişti
- para, aşk, şefkat, bağlılık, yolculuklar, koleksiyonlar. Paranın gücü her
şeye kadir olduğu için değil, esas olarak parayı çeken manyetizmanın engel
tanımazlığı sayesinde bu olmuştu.
Gazeteyi kafedeki masaya bırakırken,
her öğlen, en dipteki bir masada öğle yemeği yiyen, hatta o gün de orada olan
uzaktan tanıdığım basit bir pazarlamacı hakkında, kendi dünyası bağlamında
benzer şeylerin söylenebileceğini düşündüm. O milyonerin sahip olduğu her şeye
bu adam da sahipti; kuşkusuz daha azına, ama çapına kıyasla bu da normaldi. Bu
iki adam aynı şekilde başarıya ulaşmıştı, ün bile aralarında bir fark
yaratmıyordu, çünkü ortam farkı dengeyi sağlıyordu. Dünyada Amerikalı milyoneri
tanımayan yoktu belki, ama şuracıkta yemeğini yiyen pazarlamacıyı da,
Lizbon'daki şu meydanda tanımayan yoktu.
Kısacası bu iki adam da her tuttuğunu
koparmıştı. Sadece kollarının uzunluğu farklıydı; geri kalan her şey benzerdi.
Böyle adamlara hiç özenememişimdir. En büyük meziyetin, ulaşılmaz olanı elde
etmek olduğunu düşünmüşümdür hep, var olmadığın yerde yaşayacaksın, öldükten
sonra sağlığındakinden daha canlı olacaksın - kısacası zor, saçma bir şey elde
edeceksin ve bu uğurda dünyanın gerçekliğini bile engelden saymayacaksın.
Hayat bittikten sonra, varlığını
sürdürmenin zevkinin hiçbir anlamı kalmaz, diyen olursa1 anlamını bilemem,
derim, çünkü insanın hayata tutunması meselesinin doğrusunu bilmiyorum; sonra
derim ki, gelecekte sahip olabileceğimiz ünün zevki bugüne aittir - geleceğe
ait olan, ündür. Maddiyatın verdiği hiçbir zevkle kıyaslanamayacak, gururu
okşayan bir hoşluktur bu. Pekâlâ düşsel de olabilir; ama her nasıl olursa
olsun, sadece elimizin altında olan şeylerin uyandırdığı zevkten çok daha
yoğundur. Amerikalı milyoner, şiirlerinin gelecek kuşaklara keyif vereceğini
hayal edemez, çünkü bir tek şiir yazmış değildir; pazarlamacı da tablolarıyla
kendinden sonraki nesilleri çıldırtacağını düşünemez, zira bir tek tablo
yapmışlığı yoktur.
Ben ise, bu fani dünyada kesinlikle
hiçbir şey olmadığım halde, şu sayfayı tekrar okurken geleceğin tadını
duyabiliyorum önceden, çünkü şu an zaten geleceği yazıyorum; bir oğul gibi
gururlanabilirim kavuşacağım ünle, en azından, günün birinde bana ün
kazandırabilecek bir şey var elimde. Düşüncelerime gömülmüş olarak masadan
kalkarken, Detroit'in (Michigan) ve koca Lizbon' un üzerinde bütün heybetimle,
gözle görülmez bir şekilde, ihtişamla yükseliyordum.
Fakat birden, çıkış noktamın farklı
olduğunu hatırladım: İlk düşündüğüm, öldükten sonra da yaşamak isteyenlerin,
hayatta pek az şey olması gerektiğiydi. Ama al birini vur ötekine, ikisi de
sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Şöhret bir madalyadan çok, bir bozuk paraya
benzer: Bir yüzünde Resim vardır, öbüründe değerini gösteren bir rakam. En
yüksek rakamlar bozuk para olarak basılmaz: Onlardan sadece kâğıt para olur,
değerleri de hep çok düşüktür.
Benim gibi beş para etmez insanlar,
metafizikten izler barındıran böyle psikolojik düşüncelerle avunur.
Kimilerinin hayatta büyük bir düşleri
vardır ve ona ihanet ederler. Kimilerinin hayatında en ufacık bir düşe yer
yoktur - gene de ihanet ederler ona.
H.K.
Amaç ne olursa olsun, çabanın sarf
edilmesiyle hayat tarafından yolundan saptırılması bir olur; böylece o bir
başka çaba haline gelir, başka amaçlara hizmet eder, bazen ilk başta
hedeflenenin tam tersi bir sonuca varır. Sadece aşağılık hedeflerin uğrunda
didinmeye değer, çünkü bir tek onlar tam olarak elde edilebilir. Zengin olmak
uğruna çaba harcamak istesem, bir şekilde bunu başarabilirim; kişisel olsun ya
da olmasın, bütün nicel hedefler gibi bu da aşağılık, ulaşılabilir bir
hedeftir, kontrol altında tutulması da mümkündür. Peki, vatanıma hizmet etmek,
kültürü geliştirmek ya da insanlığı daha iyi bir noktaya getirmek gibi
arzularım varsa, bunları nasıl gerçekleştirebilirim? Ne bunun yolunu
öğrenebilirim, ne de sonucu denetleyebilirim.
H.K.
Paganların gözünde kusursuz insan,
insanın olduğu haliyle mükemmelleştir- ilmesiydi; Hıristiyanların kusursuz
insanı, olmadığı haliyle mükemmelleştirilmiş insandı; Budistler içinse insanın
var olmadığı bir halin mükemmelleştirilmesiydi.
Doğa, ruhlaTanrı arasındaki farktır.
İnsanın ortaya serdiği ya da dile
getirdiği şeyler, tamamen silinmiş bir metnin kenarına alınmış notlar gibidir.
Notlara bakarak metnin anlamını az çok çıkarabiliriz; ama hep bir şüphe kalır,
olası pek çok anlam vardır.
İnsan pek çok kez tanımlanmış, genellikle
de hayvanın tersi olarak ele alınmıştır. Bu nedenle insan tanımları arasında,
ortasına bir sıfat gelen, "İnsan . .. bir hayvandır," türünden
cümlelerle sık sık karşılarız ya da "İnsan... yapan bir hayvandır,"
arkasından da neyi yapabildiği söylenir. Rousseau "İnsan hasta bir
hayvandır," der ve bu kısmen doğrudur. Kilise "İnsan akılcı bir
hayvandır," der, ki kısmen doğrudur. Cariyle "İnsan alet kullanan
hayvandır," der, bu da kısmen doğrudur. Ne var ki bu ve benzeri tanımlar
daima eksik ve marjinal kalır. Mantık basit: İnsanı hayvandan ayırt etmek kolay
değil, ikisini birbirinden ayıracak kesin kıstaslardan yoksunuz. İnsanoğlunun
hayatı, tıpkı hayvanlarınki gibi, gerçek bir bilinçsizlik içinde akar.
Hayvanların içgüdülerini dışarıdan yöneten derin yasalar, gene dışarıdan
insanın aklını yönetir. İnsan aklı yeni yeni filizlenen bir içgüdüye benzer,
herhangi bir içgüdü kadar bilinçsizdir, henüz oluşumunu tamamlayamamış olduğu
için öbürlerine göre daha kusurludur.
Yunan Antolojisinde "Her şey
saçmalıktan gelir," diye yazar. Ve her şey gerçekten de saçmalıktan
gelir. Ölü rakamlarla, boş formüllerle haşır neşir olan, bundan dolayı da
kusursuz bir mantığın üzerine oturan matematiğin dışında bilim alacakaranlıkta
oynanan bir çocuk oyunu gibidir, kuşların gölgesini, rüzgârda salınan otların
karaltılarını yakalamaya çalışmaktan farkı yoktur.
Ne tuhaftır, ne ilginçtir ki, insanı,
hayvanla olan farkını ortaya koyarak gerçekten tanımlayan kelimeler bulmak ne
kadar zorsa, üstün insanla sıradan insanın farkını göz önüne sermek bir o kadar
kolaydır.
Biyolog Haeckel'in aklımda yer etmiş
bir sözü var; Haeckel'i zekâmın yeni yeni işlemeye başladığı sıralarda
okumuştum, hani bilimi halkın seviyesine indiren ya da dine saldıran kitaplara
ilgimizin uyandığı çağda. Cümle (aşağı yukarı) şöy- leydi: "Üstün insanla
(bence Kant ya da Goethe gibi biri) sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan
insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür." Bu cümleyi hiç unutmadım,
çünkü doğru. Allah'ın unuttuğu bir yerdeki bir köylüyle benim -ki düşünenler
safında pek büyük bir yerim yok- aramdaki mesafe, hiç kuşkusuz o köylüyle,
maymun bile demeyeceğim, bir kedi ya da köpek arasındaki mesafeden çok daha
büyüktür. Kediden bana varana dek hiçbirimiz bize dayatılmış olan hayata ya da
bahşedilmiş olan kadere hükmedemeyiz; hepimiz bilmem hangi aynı kökten
türemişiz; bir başkasının hareketlerinin gölgelerinden, cisimleşmiş izlenimlerden,
hissetme yetisine sahip sonuçlardan başka bir şey değiliz. Ama köylüyle aramda,
bendeki soyut düşünceden, çıkarsız heyecandan kaynaklanan bir nitelik farkı
var; kediyle ikisinin aklının ise yalnızca seviyeleri başka.
Üstün insan, aşağı insandan ve hayvan
kardeşlerinden salt ironi duygusunun niteliğiyle de ayrılabilir. İroni,
bilincin kendi kendinin bilincine vardığının ilk işaretidir. İki aşaması
vardır: "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir," diyerek Sokrates'in
damgasını vurduğu aşama ve bir de Sanches'in 33 "hiçbir şey
bilmediğimi bile bilmiyorum" sözünde ifadesini bulan ikinci aşama. Birinci
aşama, kendi kendimizden kesin olarak şüpheye düştüğümüz noktada tamamlanır ve
her üstün insan bu evreye ulaşır. İkinci aşamanın sonunda, hem kendimizden hem
de şüphemizden şüphe duymaktayızdır ve güneşle gecenin yeryüzünde, insanlığın
gözü önünde birbirini kovaladığı kısacık, ama gene de haddinden fazla uzun süre
boyunca, bu noktaya varabilmiş pek az insan çıkmıştır.
Kendimizi tanıdıkça yanılgılara
düşeriz, "kendini tanı" diyen kâhin, Herakles'in işlerinden daha zor
bir iş, Sfenks'inkinden daha karanlık bir bilmece atmış oluyordu ortaya.
Çaresi ise, bilinçli olarak kendini bilmezden gelmektir. Ve bunun da yolu,
ironiden etkin bir şekilde yararlanmaktan geçer. Üstün insan için, kendimizi
bilmezden gelmenin farklı yollarını sabırla araştırıp ortaya koymaktan,
bilinçlerimizin bilinçsizliğini tam olarak hesaplamaya çalışmaktan, bağımsız
gölgelerin metafiziğiyle, düş kırıklığının yarı karanlığından doğan şiirle
ilgilenmekten daha münasip, daha yüce bir uğraş düşünemiyorum.
Ne var ki, yanılsamayı tazeleyen bir
şey olur hep, yaptığımız tahlillerdeki sivrilikler gider, sahte bile olsa
gerçeklik, sokağın köşesinde yolumuzu gözler. Bizi yıpratan da budur işte,
hayat bile bu kadar yıpratmaz yıprattığında, hayat hakkındaki bilgimiz ve
düşüncelerimiz bile, üstelik yıpratmayı hiç kesmedikleri halde.
Dalgınca masama yaslanmış halde, bu
dağınık duyguları kendi kendime anlatarak oyalandığım yerden, sandalyemden
kalkıyorum. Doğruluyorum, kendi içimde bedenimi doğrultuyorum ve çatıları
tepeden gören pencereye gidiyorum, yeni başlamış bir sessizliğin içinde, usulca
uykuya akan şehri görebilirim oradan. Bembeyaz bir beyazlıktaki koca ay, bina
cephelerini birbirinden ayıran, özenle gizlenmiş farkları hüzünle açığa
vuruyor. Ay ışığı, buzlu beyazlığıyla dünyanın olanca gizemini aydınlatıyor
gibi. Her şeyi gösteriyor sanırsınız, oysa yalancı ışıklarla parçalanan
gölgeler bunlar, aldatıcı boşluklar, saçma sapan engebeler, görüle- bilirliğin
içindeki tutarsızlıklar. Hiç rüzgâr esmiyor ve esrar şimdi daha büyük
görünüyor. Soyut düşünce bulantıları hissediyorum. Kendimi ya da herhangi bir
şeyi göz önüne seren yazılar yazmayacağım asla. İncecik bir bulut ayın
tepesinde, gizli bir sığınak gibi, belli belirsiz salınıyor. Ben de bilmezden
geliyorum, tıpkı şu çatılar gibi. Tıpkı bütün doğa gibi, ben de karaya oturmuşum.
(Presença dergisinde yayımlanmıştır; cilt II,
n.34,
Kasım 1931/Şubat 1932)
48. Orijinal metinde
Fransızca; kötü yürekli, zararlı, kurnaz, alaycı anlamında. (Ç.N.)
50. Pessoa,
Condillac’ın Essai sur l'origine des connaissances humaines’indeki
düşüncenin geniş bir açıklamasını yapıyor.
51. Eski
coğrafyacılarda Dünya’nın geleneksel bölünüşü.
53. Rönesans
döneminin Portekizli filozofu.
H.K.
Canlı varlıklarda içgüdünün zekâ
görüntüsü altında varlığını sürdürmesi, bence seyredilmeye değer en özel, en
değişmez olaylardan biridir. Bilincin gerçekdışı bir şekilde başka bir kılığa
bürünmesi, benim gözümde, hiçbir şeyin üzerini örtemey- en o bilinçsizliği
iyice ortaya sermekten başka işe yaramaz.
İnsanoğlu doğduğu günden ölene dek,
bütün hayvanlar gibi kendinin dışında kalmaya mahkûmdur. Ömrü boyunca, yaşamak
yerine üstün nitelikli, daha karmaşık bir bitkisel hayat sürer. Var olduğunu
bile bilmediği bazı kıstaslara farkında olmadan uyar, fikirleri, duyguları,
eylemleri tamamen bilinçsizcedir; bunun nedeniyse insanların bilinçsizliği
değil, iki farklı bilince sahip olmamalarıdır.
Ellerindekinin sadece bir yanılsama
olduğunu sezebilmek - en büyük insanların varabileceği nokta da budur işte,
yalnız bu.
Düşüncelerimin yatağından taşmasına
izin vererek, sıradan hayatların sıradan öyküsünün dizildiği bir ip oluyorum.
Görüyorum ki insanlar her bakımdan, bilinçsiz yapılarının, dışarıdan dayatılan
koşulların, onları başkalarıyla temas etmeye ya da etmemeye teşvik eden
coşkuların tutsağı olmuşlar; ve temas ettikçe, temasın etkisiyle, temasın
sayesinde boş cevizler gibi çarpışmaktalar.
Hayatın olanca saçmalığının,
hiçliğinin ve insan tarafından yanlış bilinmesinin dildeki simgesi olan, maddi
zevkler için rasgele söylenen şu sözü kim bilir kaç kez duymuşumdur:
"Hayattan kazancımız budur işte..." Kazanmak mı? Ne için? Nereye
götürmek için? Benzer sorularla insanları gölgeler dünyasından uyandırmak çok
dokunaklı olurdu... Böyle bir cümle ancak bir materyalistin ağzından çıkabilir,
çünkü materyalist olmayan biri, bilinçsizce de olsa zaten böyle bir şey
söyleyemez. Söz konusu insan hayattan ne kazanmayı beklemektedir, ayrıca nasıl
kazanacaktır? Kırmızı şaraplı domuz pirzolasını, tesadüflerin karşısına
çıkardığı sevgilisini nereye götürebileceğini zannetmektedir? İnanmadığı
cennetlerden hangisine? Bir kurtçuğunkinden farksız, kokuşmuş hayatından başka
neyi sığdırab- ilir toprağa? Bundan daha trajik ya da insanoğlunun insanlığını
daha iyi ifade eden bir söz bilmiyorum. Güneşten çıkarlarının olduğunu bilseler,
bitkiler de böyle konuşurdu. Kendilerini insan kadar iyi ifade edemeyen
hayvanlar, uyurgezerce zevklerini böyle anlatırdı. Kim bilir, şu an konuşurken,
kalıcı olacaklarını belli belirsiz hissederek şu satırları yazarken ben de -
belki ben de bunları yazmış olmanın anısını "hayattan bütün
kazancım" olarak görüyorumdur. Ve sıradan insanların anlamsız cesetleri
toplu mezarlara nasıl gömülürse, benim ölçülerime göre hazırlanmış bu gereksiz
metin de toplu unutuşa öyle gömülecek. Domuz pirzolaları, kırmızı şarabı ve
sevgilisi olan şu öbür adamla alay etmek ne haddime?
Aynı bilinmezlikten doğmuş iki
kardeşiz biz, aynı ırkın iki ayrı niteliği, ortak bir mirasın iki farklı
haliyiz - hangimiz ötekini inkâr edebilir? İnsan karısını inkâr edebilir, ama
annesine, babasına ya da kardeşine bunu yapamaz.
H.K.
Dışarıda, ağır akan geceyi yıkayan ay
ışığında, rüzgâr usulca, gölgeler doğuran belirsiz bir şeyleri oynatıyor. Bu
belirsiz şeyler, alt tarafı üst katta asılı olan çamaşırlar da olabilir tabii,
ama esasen gölgenin gömleklere kulak astığı yok, o elle tutulmaz bir şekilde,
her şeye sessizce ayak uydurarak salınmaya bakıyor.
Sabah erken kalkayım diye panjurları
açık bırakmıştım, ama şu ana dek -üstelik vakit o kadar geç oldu ki artık
etrafta çıt çıkmıyor- ne uykuya dalabilmiş, ne de tam olarak uyanık kalabilmiş
durumdayım. Odamın karanlığının ötesinde ay geceyi aydınlatıyor sahiden de,
ama pencereyi aşamıyor. Gümüşsü, içi boş dolungün var olmakla yetiniyor;
yattığım yerden gördüğüm karşıdaki çatılar ise, siyaha çalan beyaz akıntılar.
Ayın çiğ ışığıyla birlikte, yücelerden gelen, kime hitap ettiği belirsiz bir
selama benzeyen, melankolik bir huzur iniyor yere.
Ve ben hiçbir şey görmeksizin,
düşünmeksizin, beklediğim uykuyla gözlerim çoktan kapanmış olarak, ay ışığını
tam olarak tarif edebilecek kelimeler arıyorum. Eskiler olsa beyaz derlerdi ona
ya da gümüşten yapılmış. Oysa bir ay ışığının sahte beyazlığında nice renkler
vardır. Yatağımdan kalkıp soğuk camlardan dışarı bir göz atsam, eminim ay,
yalnızlık kokan en yüksek yerlerde grimsi, mavili bir beyazlıktadır veya soluk
bir sarıdır; üst üste yığılmış kara lekelere benzeyen çeşit çeşit evlerde ise,
kâh sabırlı cepheleri simsiyah bir beyazlığın altın rengine boyamıştır, kâh
kiremitli çatıların kahvemsi kırmızısını renksiz bir renge boğmuştur. En
aşağıda, çıplak parke taşlarının gelişigüzel daireler çizdiği, adına sokak
denen huzurlu uçurumda renksizdir, yalnızca taşların griliğinden dolayı hafifçe
gövermiş olabilir. Ufuk hizasında belki koyu mavidir, ama göğün en yüksek
noktasına yayılan kara maviye benzemeyen bir renktir bu. Pencerelerdeki camlara
vuran ise, kara sarı bir ışıktır.
Yattığım yerde, bir türlü
zaptedemediğim uykuyla dolu gözlerimi açsam, içinde incecik, sedefli
iplikçiklerin salındığı, sırf renkten ibaret, karlı bir hava görürüm. Şu anki
hislerimle hissedecek olursam bir sıkıntıya, beyaz bir gölgeye dönüşür bu ve
usulca kararır, o belirsiz beyazlığın karşısında gözlerim ağır ağır
kapanırcasına.
H.K.
Ne zaman herhangi bir şeyi
tamamlasam, şaşkına dönüyorum. Şaşkına dönmekle kalmıyor, üzülüyorum da.
İçimdeki mükemmeliyetçilik içgüdüsünün beni bitirmekten alıkoyması, hatta daha
baştan, başlamamı bile yasaklaması gerekiyor. Ama oluyor işte: Dalgınlık beni
günaha sürüklüyor ve eyleme geçiyorum. Sonunda elimde, kendi irademle
gerçekleştirdiğim bir eylemin değil, tam tersine, irademin zayıflığının bir
meyvesi kalıyor. Başlıyorum, çünkü düşünecek gücüm yok; bitiriyorum, çünkü
kendimi durduracak cesaretim yok. Bu kitap, korkaklığımın ürünüdür.
Düşünceleri sık sık kesip,
duygularımın gerçek ya da farazi haritasına bir şekilde oturan bir manzara
parçasını araya sıkıştırıyorsam, bu o manzaranın yaratıcılıktan yoksun
olduğumun bilincine varmaktan beni kurtaran, kaçıran bir kapı olmasındandır.
Kitabın belkemiği olan bu yapayalnız sohbetime devam ederken, bazen ansızın bir
başkasıyla konuşasım geliyor. O zaman eğri aydınlığın altında sırılsıklam
uzanan şehrin çatılarında, şu an olduğu gibi oynaşan ışığı yardıma çağırıyorum;
kentin tepelerine yayılan, gene de elimi uzatsam tutacağım kadar yakın, her an
sessizce devrilecek gibi duran ağaçların kıpırdanışına sesleniyorum; ya da sarp
evlerle çizilmiş, pencerelerin harf yerine geçtiği, çoktan ölmüş güneşinse
pencerelere nemli, yaldızlı bir tutkal gibi yapıştığı, üst üste yığılmış
afişlere.
Daha iyisini yazamayacaksam niye
yazıyorum? Ama, kendi seviyemin çok altında kalsam da, kalemimin yettiği şu
azıcık şeyi de yazmazsam halim ne olur? İdealleri olan basit bir insan olarak,
bir şeyleri gerçekleştirmeye çalışırım ben; karanlık bir odadan korkarcasına
korkarım sessiz kalmaktan. Emeğin kendisinden çok madalyaya önem verenlere,
başkalarının yaptıklarıyla övünenlere benzerim.
Yazdıkça kendimi alçalttığımı
hissediyorum; ama bundan vazgeçemiyorum da. Yazmak, tiksinerek aldığım bir
uyuşturucu, kendime yakıştıramasam da bir türlü bırakamadığım rezilce bir
alışkanlık. Bazı zehirler insana iyi gelir, kimisi, ruhun terkibindeki
maddelerden yapılmıştır, düşlerimizin gizli harabelerinden toplanmış otlardan,
tasarılarımızın mezarlarında bitmiş kara gelinciklerden, ruhta akan cehennem
nehirlerinin yankılı kıyılarında dallarını sallayan, edepsiz ağaçların uzun
yapraklarından.
Doğru, yazdıkça kendimi kaybediyorum,
ama kendini kaybetmeyen insan yoktur, yaşamak başlı başına kendini kaybetmek
demektir. Ne var ki isimsiz kaynağından fışkırdığı andan itibaren biricik hedef
bellediği denize kavuşmuş bir ırmağın sevincini yaşatmıyor bana kaybolmak,
yükselen denizin kumda bıraktığı bir gölcüğüm ben, kumlar suyumu usulca emecek
ve denize asla dönemeyeceğim.
H.K.
Müthiş bir çabayla sandalyemden
kalkıyorum, ama o da benimle geliyor sanki, hem de iyice ağırlaşmış olarak;
çünkü öznelliğin sandalyesi bu.
H.K.
Kendim için kimim ben7
Hissettiğim şeylerden biriyim sadece.
Yüreğim çaresizce, delik bir kova
gibi boşalıyor. Düşünmek mi? Hissetmek mi? Net olarak tanımlanmış bir şey söz
konusu olduğunda nasıl da yoruluruz her şeyden!
H.K.
10 Mart 1931
Kimileri sıkıntıdan çalışır: Aynı
şekilde ben de bazen, söyleyecek bir şeyim olmadığı için yazarım. Düşünmeyen
insanın hiç çaba harcamaksızın, kendiliğinden dalıverdiği düşlere ben ancak
yazarken kavuşabilirim, çünkü sadece nesir halinde düş kurmayı bilirim. Ayrıca,
tam da hiçbir şey hissetmeme halinin içinden çekip çıkardığım ne sahici
heyecanlar, ne samimi duygular vardır.
İnsanın yaşadığını hissedince içine
düştüğü boşluk, bazen olumlu şeyler kadar derinleşir. Hayatın bir hiç olduğunu
samimiyetle hissetmek, büyük eylem adamları, yani azizler için -çünkü onlar
edimlerinde bütün coşkularını ortaya koyarlar, birazını değil-, sonsuzluğa
ulaşmanın yoludur. Geceden ve yıldızlardan yapılmış, sessizlikle ve yalnızlıkla
kutsanmış çiçek kolyeleri takarlar boyunlarına. Kendimi de naçizane aralarında
saydığım büyük eylemsizlik adamları ise aynı duyguya tutunarak sonsuz-küçüğe
varır; bizler duyguları lastik gibi çekip uzatarak, yumuşak, kesintisiz
görüntülerinin altında, nerelerinde yarıklar olduğuna bakarız.
Ve böyle anlarda her iki taraf da
uykuyu sever, tıpkı eylemenin de, seyretmekle yetinmenin de ne olduğunu
bilmeyen, insan türüne özgü varoluş şeklini yansıtan sıradan insanlar gibi.
Nasıl tarif edilirse edilsin, Tanrı'yla ya da Nir- vana'yla bütünleşmek
uykudur; ister ruhun atomlarını araştıran bir bilim olarak kullanılsın, ister
istencin bir ezgisi, tekdüzeliğin yavaş anagramı olarak uyunsun, duyguları ağır
ağır tahlil etmek de uykudur.
Sanki karşımda içindeki hiçbir şeyi
göremediğim vitrinler varmış gibi, her kelimede durarak yazıyorum. Sonunda
bende kalan ise, gözucuyla seçebildiğim kumaşların renklerine, bilmem hangi
nesnelerle bestelenmiş, şöyle bir kulağıma çalınmış ezgilere benzeyen
yarım-duygular, yarım-ifadeler. Yazarken, ölmüş çocuğunu kollarında sallayan
deli bir kadın gibi kendimi sallıyorum.
Hangisiydi bilmiyorum ama, günün
birinde kendimi bu dünyada buluverdim, daha önce, doğduğum andan o tarihe dek
hiçbir şey hissetmeden yaşamıştım. Neredeyim, diye sorduğumda herkes beni
aldattı, herkes ötekileri yalanladı. Ne yapacağım, dediğimde tatlı umutlarla
gözümü boyadılar. Nereye gideceğimi bilemez halde yolda durunca, niye o
belirsiz yola girmediğime ya da gerisingeri dönmediğime şaştılar - oysa
nereden geldiğimi bile bilmeksizin, yolların kavuştuğu yerde uyanmıştım. Bir de
baktım ki bir sahnedeyim, rolümü hiç bilmiyormuşum, ötekiler ise oynamaya başlamış
bile, rollerini benden fazla bilmedikleri halde. Kendimi soylu kıyafetler
içinde gördüm, ama kraliçemi benden esirgediler, ayıpladılar beni. Elimde
iletilecek bir mesaj vardı, onlara kâğıdın bomboş olduğunu söylediğimde benimle
alay ettiler. Hâlâ bilmem niye alay ettiklerini, bütün kâğıtlar zaten beyaz
olduğu için mi, yoksa mesajları sezgiyle okumak gerektiğinden mi.
Nihayet dört yol ağzında bir taşa
çöktüm, hiç sahip olmadığım ocağın başına otururcasına. Ve yalnız kalır kalmaz,
bana verdikleri yalanla kâğıttan gemiler yapmaya koyuldum. Kimse, bir yalancı
olarak bile istemedi varlığıma inanmayı ve benim de gerçek olduğumu
kanıtlayacak bir gölüm yoktu.
Belli belirsiz bir sıkıntıyla
karanlığa zincirlenmiş kuş kelimeler, kayıp kelimeler, birbirini tutmaz
metaforlar... Bilmem hangi yolların bittiği yerde yaşanmış daha mutlu anlardan
geriye kalanlar.. . Yok olmuş ışığın anısıyla karanlıkta altın gibi parlayan,
sönmüş lamba.. . Açılıp da avını bırakan parmaklardan dökülmüş, rüzgâra değil
çıplak toprağa kapılmış kelimeler, sonsuza doğru yükselen, görünmez ağaçlardan
parmakların Üzerlerine dökülen kuru yapraklar gibi... Bilinmedik bahçelerdeki
havuzların özlemi... Asla var olmamışlara duyulan şefkat..
Yaşamak! Yaşamak! Gene de sormadan
edemiyorum kendime, Proserpina'nın yatağında daha mı rahat ederdim diye..
H.K.
Kimdir havuzlarının yanında durmuş,
paramparça hayatımın anılarına bekçilik eden azametli hükümdar? Yaprakların
henüz yeterince açılmadığı, mavili huzurumun kuş-saatlerinde soyluydum. Uzakta
karavelalar, taraçalarımın eteklerinde oynaşan denizi tamamladı ve güney
bulutlarında, elimden kürekleri bırakır- casına yitirdim ruhumu..
H.K.
İçimde kendine has bir politikası,
partileri, devrimleri olan bir devlet kursam ve hepsi ben olsam: Ben-halkın kraliyet
panteizminde kendim Tanrı olsam, bütün bu bedenlerin, ruhlarının, ayak
bastıkları toprağın, yaptıkları işlerin özü ve eylemi olsam. Her şey olsam,
onlar olsam ve olmasam. Çok yazık’. İşte gerçekleştiremeyeceğim bir hayal
daha. Başarabilsem belki ölürdüm, nedendir bilmem ama, herhalde Tanrı'ya karşı
o kadar büyük bir günah işlemiş, Tanrı'nın tekelindeki her şey olma gücünü
öylesine gasp etmiş olurdum ki, arkasından yaşamak mümkün olmazdı.
Duygularla bir Cizvit tarikatı
kurabilsem ne kadar keyifli olurdu’
Bazı metaforlar, sokakta yürüyen
insanlardan daha gerçektir. Kimi kitapların kıvrımlarında saklanan tasvirler,
nice erkeklerden, nice kadınlardan daha berrak hayatlar sürerler. Bazı edebi
cümleler, insanlar gibi birer kişiliğe sahiptir. Yazdığım kimi sayfalarda beni
dehşete düşüren ifadeler var, o derece insana benziyor bunlar, gece
karanlığında odamın duvarlarında o derece belirginleşiyorlar.. İster yüksek
sesle okunsun ister alçak sesle -çünkü seslerini silmek mümkün değildir-,
yazdığım birtakım cümlelerin sesi, kesinlikle benim dışımda olan, bağımsız bir
ruha sahip bir şeyin sesini yansıtıyor.
Öyleyse neden zaman zaman, birbirine
ters, hatta uzlaşması imkânsız yollarla düş kuruyor ve düş kurmayı öğrenmeye
çalışıyorum? Herhalde sahteyi gerçek, düşlerimi gözümle gördüğüm şeyler kadar
sahici hissetmeyi alışkanlık edinmemden kaynaklanıyor bu; insanoğlunun bana
hatalı gelen, gerçeği yalandan ayırma yeteneğini kaybettim artık.
Bir şeyin gerçek olduğunu hissetmek
için o şeyi gözlerimle, kulaklarımla ya da herhangi bir duyumla açık seçik
görmek bana yetiyor. Hatta bazen, bir arada bulunamayacak iki şeyi aynı anda
hissettiğim de oluyor. Hiçbir önemi yok.
Bazı varlıklar saatlerce acı çekmeye,
bir tablodaki figür ya da iskambil kâğıdındaki resim olamadıkları için
saatlerce üzülmeye elverişlidir. Bugün, Ortaçağ' da yaşayan bir başkası
olamayacak olmasını bir lanet addeden ruhlar vardır. Ben de geçtim o yoldan,
ama artık bitti: Çünkü meselenin daha başka inceliklerine daldım. Ne var ki,
sözgelimi farklı zamanlara ve uzaylara sahip iki ayrı krallıkta kral olduğumu
hayal edememek bana ıstırap veriyor. Somut bir acı bu. İnsanın karnının
acıkması gibi bir şey.
Kavranılmaz olanı düşleyebilmek için
görünür hale getirebilmek, üstün bir varlık olmama rağmen çok nadir ulaşabildiğim
bir zafer. Evet, sözgelimi bir erkekle bir kadının nehir kıyısında yaptığı
gezintinin hem erkeği hem kadını olduğumu düşleyebilmek, aynı anda, aynı
şekilde, aynı netlikte ve birbirine karışma ihtimali olmaksızın. Ya da aynı
anda, aynı şekilde, aynı netlikte, karışma ihtimali olmaksızın, ama her
ikisiyle de kusursuzca bütünleşerek iki şey olmak: kendimi hem güney
denizlerinde seyreden bilinçli bir gemi, hem de eski bir kitabın basılı
sayfası olarak bulmak. Amma saçma’. Fakat her şey saçma zaten, düş kurmak gene
içlerinde en iyisi.
H.K.
Pluton gibi (düşte bile olsa)
Proserpina'yı kaçırmış bir adam için, bu dünyadaki herhangi bir kadının aşkı
düş değilse nedir?
Shelley gibi Antik Kadın'ı sevdim,
ama henüz vakti değildi: Hiçbir tensel aşk, bana kaybettiğim aşkın tadını
veremedi.
H.K.
Şu an çok uzak gelen, bundan dolayı
bir yerlerde okuduğum ya da bir başkasından dinlediğim bir öyküymüş gibi
görünen ergenlik çağımda iki kez sevip, dibe vurmanın acısını tattım. Bugün
durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu
geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe
etmek iyi olmuş.
Gönlümün derinliklerinde neler
çektiğim sayılmazsa eften püften bir şeydi. Bu mahrem konuya dışarıdan
bakıldığında, bir alay insan aynı işkencelerden geçmiş, denebilir. Ama [...]
Duyarlılığımın ve aklımın birbirine
bağlı olarak, aynı anda yaşadığı tecrübe beni genç yaşta şuna inandırdı ki, ne
kadar marazi görünürse görünsün, benimki gibi mizaçların yeri düş dünyasıdır.
Hayal gücümün (sonradan) geliştirdiği kurgular arasında usandıklarını da oldu,
ama ne canımı sıktılar, ne de beni küçük düşürdüler. Hem ayrıca, imkânsız
sevgililer size sahtekârca gülümsemez, yalandan şefkat göstermez, küçük
hesaplarla cilve yapmaz. O sevgililer asla bırakıp gitmez ve bizim için hep
vardırlar.
Ruhumuzda kopan büyük fırtınalar,
bütün evreni etkileyen felaketlerdir. Sıkıntı üzerimize çökünce, güneş
yörüngesinden çıkar, yıldızlar pusulasını şaşırır. Yazgı, günün birinde gelip
hissetme yetisine sahip bütün ruhlarda, bir tiyatro oynarcasına sıkıntıların
mahşerini oynar ve işte o zaman göklerle dünyalar hüznümüzün üstüne yıkılır.
Hem kendini herkesten üstün
göreceksin, hem de Yazgı'nın sana en aşağı yaratıklardan bile aşağıymışsın
gibi davrandığını fark edeceksin - kim bu halde olmakla övünebilir !
Günün birinde aniden ilham gelse,
sanatın olanca gücü içime dolsa, uykuya bir güzelleme yazardım. Hayatta
uyuyabilmekten daha büyük zevk tanımıyorum. Uyurken hayat ve sanat tamamen
hükümsüz kalır, varlıklardan, insanlardan tamamen uzaklaşırsınız, hatırasız,
yanılsamasız bir gecedir uyku - ve nihayet, geçmişin de, geleceğin de
olmayışıdır..
H.K.
8 Nisan 1931
Ilık, hafif bulutlarıyla perişan
haldeki günümüzü, sabahtan akşama kadar bir devrim haberi meşgul etti. İster
taze olsun ister bayat, ne zaman böyle bir haber alsam içimde küçümsemeye ya da
bulantıya benzeyen tuhaf bir rahatsızlık duyarım. Birilerinin kalkıp harekete
geçerek herhangi bir şeyi değiştirebileceğini hayal etmesi aklımı incitir. Ne
türden olursa olsun şiddeti daima, insanoğlunun özündeki aptallığın hoyrat bir
yansıması görmüşümdür. Hem zaten bütün devrimciler aptaldır, daha az
rahatsızlık verdikleri için onlar kadar olmasa da, bütün reformcular da öyle.
Gerek devrimciler, gerek reformcular
aynı konuda yanılıyor. Her şeyi içeren hayata karşı tutumunu ya da hemen her
şey demek olan kendi varlığını zaptetmekten, dönüştürmekten aciz olan
insanlar, başkalarını ve dış dünyayı değiştirerek kendilerine bir çıkış noktası
yaratmaya çalışırlar. Bütün devrimciler, bütün reformcular birer kaçaktır.
Kendi kendiyle savaşamayan insan başkalarıyla savaşır. Kendini daha iyiye
götürmekten âciz olan biri reform yapmaya kalkışır. 34
Doğru hisseden, dürüst düşünen bir
insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak
bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. Bu
zaten bir ömür boyu sürer.
Bütün mesele dünyayı kavrayışımızdan
kaynaklanıyor: Dolayısıyla dünyayı kavrayışımızı değiştirirsek dünyayı da
kendimiz için değiştirmiş oluruz, çünkü o durumda dünya bizim açımızdan, şu an
olduğu gibi kalmamış olacaktır. Kalemimize bir solukta koca bir sayfa yazı
döktüren içimizdeki dürüst taraf, ölmüş duyarlılığımızı canlandırmamızı
sağlayan reform - işte budur gerçek, bizim gerçeğimiz, biricik gerçek.
Dünyanın geri kalanı seyirliktir sadece, duygularımızın sınırlarını belirleyen
çerçevelerden, düşüncelerimizi içine alan ciltlerden ibarettir. Ve bu,
canlılarla, evler, afişler, kıyafetlerle bezenmiş rengârenk manzaralar için de
geçerlidir, tekdüze ruhların aynası olan renksiz manzaralar için de; tekdüze
ruhlar eski kelimelerin, eprimiş jestlerin sırtında arada bir yüzeye vurur ve
sonra tekrar insan sözünün temelinde yatan aptallığa gömülürler.
Devrimler mi? Değişimler mi? Gönlümün
en derin, en mahrem yerinde tek isteğim, gökyüzünü pis bir grilikle kaplayan
durgun bulutların silinip gitmesi; aralarından mavilikler fışkırsın istiyorum,
açık, kesin gerçekliktir mavi, çünkü hiçbir şey değildir, hiçbir arzusu yoktur.
H.K.
Hayatta en tiksindiğim şey, toplumsal
ahlak edebiyatı. Sırf "görev" kelimesi bile, davetsiz bir konuk gibi
batar bana. Ama "yurttaşlık görevi'', "dayanışma", "insanlığa
hizmet" ve bu cinsten daha başka teraneler, bir pencereden tepeme atılmış
çöpler kadar sinirimi bozar. Birilerinin kalkıp da böyle ifadeleri ciddiye
alabileceğimi, değil değerli, sadece anlamlı bulabileceğimi düşünmesi bile
cidden onuruma dokunur.
Demin bir oyuncak mağazasının
vitrininde, bu kelimelerin benim gözümdeki anlamını aynen yansıtan nesneler
gördüm. Oyuncak bebek sofralarında yalancı tabaklar, tabaklarda yalancı
yemekler vardı. Konuşma yetisinden ötürü başkalarını seven, yaşama hırsından
dolayı onlardan nefret eden, tam olduğu gibi, yani şehvetli, bencil, kendini
beğenmiş bir yaratık olarak hayatını geçiren insanoğlu, uyaksız, mantıksız
kelimelerle evcilik oynamaktan ne anlar?
İnsanları yönetme sanatının temelinde
iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve aldatmak. Sahte ışıklar saçan
bu pırıl pırıl kelimelerin can sıkıcı tarafı, kimseyi baskı altına almayı da,
aldatmayı da becerememeleridir. En fazla sarhoş edebilirler, ama o da bambaşka
bir şey.
Nefret ettiğim bir şey varsa, o da
reformculardır. Reformcular üşenmeden dünyadaki yüzeysel kötülükleri tek tek
tespit eder, sonra da bunları gidermek üzere kendini ortaya atar, ama böyle
yapmakla temeldeki kötülükleri derinleştirmiş olurlar. Doğru, hekimler de
hasta bedeni sağlıklı bedene benzetmeye çalışır; ama toplumsal hayatta neyin
sağlıklı, neyin hastalıklı olduğunu bilemeyiz.
İnsanlığı Doğa'nın son figüratif
resim okullarından biri olarak görmekten kendimi alamıyorum. Bence bir adamla
bir ağaç arasında temel bir fark yoktur; ve hiç kuşkusuz, hangisi ortama daha
çok yakışır, düşünceli gözlerimin ilgisini daha çok çekerse, onu tercih ederim.
Bu bir ağaçsa, ağacın kesilmesine adamın ölmesinden daha fazla üzülürüm. Gün
biterken güneşin öyle gitmeleri var ki, bir çocuğun ölümü bile yüreğimde öyle
büyük yara açamaz. Her konuda kendimi hissetmeyen varlığın yerine koyarım ki o
da hissetmiş olsun.
Böyle kırık dökük düşünceleri
yazmakla oyalandığım için kendime kızacağım neredeyse, hem de hafif bir meltem
batan günün sınırlarından renklenerek yükselirken. Renklenirken - aslında tam
böyle sayılmaz, çünkü renklenen o değil, içinde kararsızca salındığı hava; ama
bana renklenen meltemmiş gibi geldiği için öyle dedim, olayları bana göründüğü
gibi söylemem şart, ben, ben olduğum için.
H.K.
Hayatta başımıza gelen ne kadar
tatsızlık varsa -gülünç durumlara düşmemiz, yanlış hareketlerimiz, şu ya da bu
erdemden nasiplenmemiş olmamız-, hepsi dış dünyadan gelen, ruhumuzun özüne
ulaşması mümkün olmayan basit kazalar olarak görülmeli. İçimizde olsalar bile
dışarıya ait, rahatsız edici şeyler, hayatın diş ağrıları ya da nasırları olarak
kabul edelim hepsini, bunlar olsa olsa organik varlığımızı ya da bizdeki hayati
unsurları zedeleyebilir.
Böyle davranmayı başarabilirsek
(başka bir bağlamda mistiklerin de yaptığı bu- dur) sadece dünyadan değil,
kendimizden de korunuruz; çünkü böylelikle içimizde yuvalanmış o dışarıya ait
şeyi, o başka insanı, zıddımızı, dolayısıyla düşmanımızı alt etmiş oluruz.
Horatius'un bahsettiği, dünya başına
yıkılsa yılmayan dürüst insan böyle biridir. İmge aptalca bile olsa, anlam
doğru. Yan yana yaşadığımız varlıkları taklit ederek oynadığımız bütün roller
başımıza yıkılsa bile yılmayalım - dürüstlükten değil, sadece biz, biz
olduğumuz için; biz olmak, göçüp giden dış dünyaya ait şeylerle hiçbir ortak
noktamızın olmaması demektir, varlığımız diye gördükleri şeyin üstüne çökseler
bile.
En iyiler hayatı, hiçbir şeyle kıyas
kabul etmez bir düş olarak görmelidir.
H.K.
Doğrudan tecrübe, hayal gücünden
yoksun insanlar için kurnazca bir kaçış yolu ya da bir sığınaktır.
Kaplan avcısının atıldığı tehlikeleri
okurken, zahmetine değecek kadar tehlikeye ben de atılmışımdır; bir tek
tehlikenin tehlikesine atılmadım, insan daha çektiği zahmetin karşılığını
alamadan geçip gitmiş oluyordu çünkü’.
Eylem adamları, düşünce adamlarının
gönülsüz köleleridir. Varlıklar, ancak haklarında yapılan yorumlarla değer
kazanır. Sözgelimi birileri bir şeyler yaratır, ötekiler de anlam niteliği
kazandırarak bunları hayata dönüştürür. Anlatmak yaratmaktır, çünkü yaşamak
yaşanmış olmaktan başka bir şey değildir.
H.K.
Eylemsizlik bütün dertlerin
tesellisidir. Hareket etmemek bize her şeyi verir.
Hayal etmek her şeydir,
sonunun eyleme varmaması koşuluyla. İnsan sadece
161/506 düşlerinde
dünyanın kralı olabilir. Ve kendini gerçekten tanıyan herkes, dünyanın kralı
olmayı arzuladığının farkındadır.
Düşünmek, ama var
olmamak; işte bunu yapan kraliyet tahtına oturmuş demektir. İstek duymaksızın
arzu duymayı başarmak, taç giymek gibidir. Sırt çevirdiğimiz her şeye sahip
oluruz böyle; çünkü var olmayan gün ışığında ya da var olması mümkün olmayan ay
ışığında onları sonsuza dek düşleyerek hep aynı kalmalarını sağlayabiliriz.
54. Ya da, var olma cesaretine sahip
olmayanlar.
H.K.
Bütün çabalarıma rağmen, aklımın
dışındaki her şeyin süs olsun diye var olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Mantık yoluyla bir insanın tıpkı benim gibi canlı bir varlık olduğunu
anlayabilsem de, -benliğimin bağımsız bir iradesi olmayan, dolayısıyla en
gerçek ben olan parçası- daha güzel bir ağaçla kıyaslandığında, ağacı hep
insana üstün görmüştür. İşte bu nedenle insanlığın edimlerini, tarihte ya da
tarihi alıp neye dönüştürüyorsak onun içinde yaşanan büyük, ortak trajedileri,
üzerindeki tasvirlerin ruhundan yoksun, renkli bir friz olarak görmüşümdür
daima. Sözgelimi, Çin'de bir felaket yaşanmış diye üzüldüğümü hatırlamam. Kan
ve veba kokmasına rağmen, bana fazlasıyla uzak bir manzaradır bu.
Bir keresinde, şimdi hüzünle
hatırladığım bir işçi eylemine denk gelmiştim. Ne derece samimi olduklarını
bilemiyorum (çünkü kendi kendiyle kalmış bireyin ve sadece onun gerçek anlamda
düşünme yetisine sahip olduğu göz önüne alınırsa, toplu hareketlerin
samimiyetine ikna olmam çok zor). Harekete geçmiş aptal varlıklardan oluşan
yoğun, dağınık bir kalabalık vardı, bağıra çağıra yürümelerini, böyle şeylere
yabancı bir insan olarak ilgisizce seyrettim. Birden içim bulandı. Yeteri
kadar pis bile değildiler. Gerçekten ıstırap çekenler böyle sürüler halinde
dolaşmaz, gruplar kurmazlar. Acı denen şey, yalnız başına çekilir.
Ne kadar zavallı bir topluluk!
İnsanlıktan ve acıdan nasıl da bihaberdiler! Gerçektiler, dolayısıyla
inanılmazdılar. Kimse onlardan bir roman sahnesi, bir tasvir için arka plan
çıkaramazdı. Tıpkı bir nehirdeki, hayat nehrindeki çöpler gibi akıyorlardı.
Onları görünce uyku bastırdı, ağır, bunaltıcı bir uyku.
H.K.
18 Haziran 1931
İnsanoğullarının sürdüğü hayata alıcı
gözle baktığımda, hayvanların hayatıyla arasında hiçbir fark göremiyorum.
İnsanlar da hayvanlar da bilinçsizce olayların ve dünyanın ortasına
fırlatılıvermişler; bazen biraz durup gönül eğlendiriyor; her gün aynı organik
çevrimi tamamlıyor; düşündüklerinin ötesinde hiçbir şey düşünmüyor,
yaşadıklarının ötesinde hiçbir şey yaşamıyorlar. Kedi güneşte yuvarlanır, oracıkta
uyuyakalır. İnsan karman çorman hayatın içinde yuvarlanır ve oracıkta uy-
uyakalır. İkisinin de yazgısı neyse o olmaktır. İkisi de var olmanın yükünü
sırtından atmaya yeltenmez. İnsanların en büyükleri şana şöhrete düşkün olur;
bunu tamamen kendilerine ait bir ölümsüzlükten çok, belki hiçbir şekilde
ulaşamayacakları, soyut bir ölümsüzlük olarak kabul ederler.
Aklımı sık sık yoklayan bu
değerlendirmelerin sonucunda, içgüdüsel olarak tiksinti duyduğum bazı insanlara
karşı içimde ansızın bir hayranlık uyanıyor. Mistikleri ve çilecileri
kastediyorum - bütün Tibet'lerdeki keşişler ve bütün sütunların tepesindeki
Simon Stylites'ler. Bunlar meseleyi saçmalık boyutuna taşıyarak da olsa,
hayvanlık yasasından kurtulmaya çalışırlar. Deliliği seçerek, hayatın kanununu
hiçe sayarak - güneşin altında yatıp yuvarlanarak, hiç adını akıllarına
getirmeksizin ölümü beklerler. Bir sütunun tepesinde taş kesilmiş bile olsalar
bir arayış içindedirler; ışıksız bir hücrede, kaygılar içinde kıvranırken bile
arzuları vardır; şehit düşmeyi, eziyetlere katlanmayı göze alırken,
bilmedikleri şeylere sahip olmanın peşindedirler.
Biz geri kalanlar ise, gene hayvanca,
ama kâh daha karmaşık, kâh daha yalın hayatlar sürer, seyirciye caka satarak
yürümekten başka derdi olmayan sessiz figüranlar gibi sahneden geçeriz. İnsan,
köpek, kedi, kahraman, bit ve dehalar; hepimiz yıldızların sonsuz huzurunun
altında aslında düşünmeden (çünkü en iyiler düşünmekten başka şey düşünmez)
varoluşu oynarız. Ötekiler ise -kader anını bekleyen, kendinden vazgeçmiş
mistikler- hiç olmazsa bedenlerinde ve günlük hayatlarında, gizemin sihirli
varlığını duyarlar. Gözle görünen güneşi inkâr ederek tutsaklıktan kurtulmuş,
dünyanın bütün boşluğunu içlerinden atarak da dopdolu kalmışlardır.
Mistiklerden bahsederken, bir an için
aynen onlar gibi mistik oluyorum, ama benim için mesele, anlık bir hevesle
yazdığım bu sözlerden öteye geçmez. Ben hep Rua dos Douradoresli bir adam
olarak kalacağım - tıpkı bütün insanlar gibi. Manzum ya da nesir bir büro
çalışanı olacağım daima. Çapı belli biri olarak, gizemin ya da gizemsizliğin
dünyasında, duygularıma, duygularımın uyandığı saatlere uysalca kölelik
edeceğim. Sessiz gökten mavi çardağın gölgesinde sırrına erilmez törenlerde
soylu bir delikanlı olarak bulunacağım, törenin onuruna hayatı giyineceğim
üstüme ve nedenini bilmeksizin adımlar atacak, hareketler, dönüşler, reveranslar
yapacağım, şenlik (ya da şenlikte benim rolüm) bitene dek; sonra, bahçenin en
dibindeki koca barakalarda durduğunu duyduğum nefis şeylerle ziyafet çekeceğim
kendime.
20 Haziran 1931
Sanki hapse girecekmişim gibi, bütün
varlıklarda olan o tekdüzelik batıyor bana bugün. Oysa, iyice düşününce
anlıyorum ki, asıl tekdüze olan benim. Bütün yüzler, hatta dün gördüğüm bir yüz
bile bugün farklı, çünkü bugün, dün değil. Her gün bugünkü gündür ve dünyada
bir benzeri daha olmamıştır. Aynı kalmak fikri ruhumuzda vardır sadece - ruh
yanlış da olsa kendini hep aynı sanır, böylece onun gözünde, geri kalan her şey
birbirine benzer, basitleşir. Dünya ayrı şeylerden, alçaklı yüksekli
zirvelerden oluşur, ama eğer miyopsak, onu yekpare, yetersiz bir sis olarak görürüz.
Keşke kaçabilsem. Bildiğim, bana ait
olan, sevdiğim şeylerden kaçabilsem. Keşke gidebilsem - Hindistan' daki
imkânsız bir krallığa ya da dünyanın geri kalanının güneyindeki dev adalara
değil, sıradan bir yere -bir köye ya da çöle-, burası olmayan herhangi bir
yere. Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka
biri olmalı, hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu
atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir
kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki
istemekle olmuyor.
Kölelik bu hayatın yasasıdır; başka
kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı,
kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. Kimileri köle doğar, kimileri
sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. Özgürlüğe olan korkakça sevgimiz
(ansızın özgür kalsak, bu sefer de yepyeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen
kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor. Beni
ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir
kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım, ama, kendi varlığımın bir özelliği
olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli
miyim acaba? Var olduğum yerde, var olduğum için göğsüm sıkışırken ve bu
hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını
bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim? Katıksız
güneşi ve özgür enginleri, görünen denizi ve bütün ufku deliler gibi arzulasam
da, - kim bilebilir yatağımı ya da alışık olmadığım yiyecekleri, hatta sadece
artık dört kat aşağı inm- emeyi, köşedeki tütüncüye uğramamayı, geçerken aylak
berbere selam vermeyecek olmayı yadırgamayacağımı?
Etrafımızı saran her şey bizim bir
parçamız haline gelir, etin ve hayatın algılarına sızar. Yüce Örümcek'in
salgısı yakınımızdakilere ustalıkla bağlar, ağır ölümün rüzgârda sallanan hafif
döşeğinde bizi yatıştırır. Her şey bizdir ve biz her şeyiz; peki ama, her şey
bir hiç olduğuna göre bu neye yarar? Bir gün ışığı, tepemizden geçtiğini
ansızın beliren gölgesinden anladığımız bir bulut, esiveren bir meltem ve
dindiğinde ardından gelen sessizlik, şu ya da bu yüz, uzak sesler, sohbete
dalmış seslerin arasında arada bir patlayan bir kahkaha ve sonra yıldızlarla
yazılmış, duygulardan yoksun, paramparça hiyerogliflerin yükseldiği gece.
H.K.
Ben ise, hayata ürkekçe bir nefret
duyduğum halde, ölümün karşısında büyülenerek dehşete kapılıyorum." Belki
başka bir şey olan bu hiçlikten çekiniyorum, hem hiçlikten hem de o başka
şeyden ürküyorum; adeta ölüm hiçliği ve dehşeti aynı anda bünyesine
sığdırabilirmiş, tabutuma bir bedeni olan bir ruhun sonsuz soluğunu
hapsedeceklermiş, adeta ölümsüz bir şeye, hapsederek azap çektireceklermiş
gibi. Hiç şüphesiz şeytani bir ruhun icadı olan cehennem fikri de, bu türden
bir karışıklığın, birbirini yalanlayan ve çürüten iki farklı korkunun
karışmasının bir ürünü olmalı.
H.K.
Bütün yazdıklarımı ağır ağır, sakin
kafayla, parça parça yeniden okuyorum. Ve görüyorum ki hepsi boş, hiç yazmasam
daha iyiymiş. İster cümleler, isterse imparatorluklar olsun, vücuda getirilmiş
olan ne varsaı sırf vücuda getirilmiş oldukları için, fani olduklarını gayet
iyi bildiğimiz gerçek şeylerin en kötü tarafını alırlar. Ama bu ağır saatlerde kendimi
yeni baştan okudukça hissettiklerimde can yakıcı olan bu değil; görüyorum ki
kalem oynatmaya bile değmezmiş bunlar için, yazmaya harcadığım zamanı yalnızca
şimdi sönmüş bir düşten kazanmışım ve işte ona değermiş.
Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden
koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır,
bu sefer de zengin deliler olup çıkarız.
Bana acı veren yazdıklarımın en
iyisinin kötü olması ve bir başkasının, düşlerimi süsleyen öteki insanın bu
işi benden katbekat daha iyi yapacağını bilmek. Sanatta ya da hayatta bütün
ürettiklerimiz, tahayyül ettiklerimizin kusurlu kopyaları olmaktan öteye
gitmez. Sırf dışımızdaki değil, içimizdeki mükemmellik de bozulmaya mahkûmdur;
yaptıklarımız sadece olması gerekene göre konulmuş kurallara değil,
olabileceğimizi düşündüğümüz şeyin kurallarına da uymayabilir. İçimiz gibi
dışımız da oyuk ve boştur, beklentilerin ve vaatlerin elinde oyuncaktır ikisi
de.
Kapılarını dışarı kapatmış bir ruhun
olanca sertliğiyle yazdım bu yapayalnız metinleri sayfa sayfa, her hecede
yazdığımın değil, yazdığımı sandığım şeyin o sahte sihrini yaşadım! Hayatın
hakaretlerine karşı aldatıcı bir intikam gibi, kalemimin yakalayamadığı bir
hızla doğduğunu hissettiğim kanatlanmış anlarda, hevesle, alaycı bir büyünün
etkisiyle nesrimin şairi olduğumu sandım! Demek bütün bunların sonucunda elime
geçen, şimdi yazdıklarımı tekrar okurken, kendi ölü kuklalarımı görmek
olacakmış; hiç var olmadığı halde içi boşalmış, samanları deliklerinden
fışkırmış kuklalarını..
H.K.
30 Haziran 1931
Son yağmurlar, onları kovalayan
rüzgârı miras bırakarak güneye göçtü göçeli, şehrin tepeleri pırıl pırıl bir
güneşin neşesiyle canlandı, pencerelerde gene beyaz çamaşırlar görülür oldu.
Binaların rengârenk cephelerinin en tepesinde, duvara dik çubuklara gerilmiş
iplerde çamaşırlar dans ediyor.
Ben de mutluydum, çünkü varım. İşe
vaktinde gitmek gibi büyük bir hedefle, heyecan içinde çıktım evden. O gün
hayatın nabzı, güneşin yeryüzünde, farklı enlem ve boylamlarda, almanakta
yazan saatte doğmasını sağlayan öteki mutlu nabızla birlikte atıyordu.
Mutluluğumun nedeni, kendimi mutsuz hissetmemin imkânsız olmasıydı. Huzur
içinde, büyük bir güvenle yokuştan indim, çünkü çok iyi bildiğim işyeri ve
orada karşılaşacağım tanıdıklar güvenilir şeylerdi. Neden olduğunu bilmiyordum
ama, kendimi bir şeylerden kurtulmuş hissetmemde şaşılacak bir taraf yoktu. Rua
da Prata' da, kaldırım kenarına dizilmiş sepetlerde, güneşin altında sapsarı
parlayan muzlar satıyorlardı.
Aslında kanaatkâr biri sayılırım:
Yağmur dinsin, kutsal güneyimizin güzel güneşi parlasın, yeter bana; ve bir de
Üzerlerindeki koyu lekelere taban tabana zıt sapsarı muzlar, çeneye kuvvet muz
satanlar - Rua da Prata'nın kaldırımları, ötelerde mavisine altın bulaşmış,
yeşillenmiş Tejo, evren sisteminin bu küçük, bildik köşesi eksilmesin gözümün
önünden.
Gün gelecek, hiçbirini göremez
olacağım, kaldırım kenarlarındaki muzlar, cevval satıcıların sesleri, gazete
satan çocuğun sokağın köşesine, karşı kaldırıma yan yana dizdiği günlük
gazetelerse yaşayacak. Biliyorum, başka muzlar, başka satıcılar olacak onlar ve
gazetelere eğilip bakanlar başka bir tarih görecek. Cansızlar varlıklarını
sürdürebilir değişseler bile; ben ise, bir canlı olarak aynı kalsam da
faniyim.
Gidip törenle muz alıp şu dakikayı
takdis etmek var, muzlar güneşi adeta içmiş, doğal bir ışık kaynağı gibi
yansıtıyor. Ama ritüellerden, simgelerden utanan biri olarak, sokaktan bir şey
almaya da çekinirim. Muzlarımı iyi saramayabilirler, adabıyla satamayabilirler,
çünkü ben de adabıyla alamayabilirim. Fiyat sorarken sesim tuhaf gelebilir.
Yaşama tehlikesini göze almaktansa yazmak yeğdir, yaşamak, güneş ve satılık
muzlar olduğu sürece, güneş altında muz almaktan ibaret olsa bile.
Daha sonra, belki . .. Evet, daha
sonra... Belki bir başkası . .. Bilemiyorum..
H.K.
Çoğu insanın hayatı aptalca
yaşamasından daha fazla şaşırdığım tek bir şey var: aptallığın içinde bile
kendini belli eden zekâ.
Sıradan hayatların tekdüzeliği
gerçekten de dehşet verici. Kendimi bu sıradan lokantada, öğle yemeği yerken
buluyorum, tezgâhın arkasındaki aşçının karaltısına ve yanı başımdaki, yaşını
başını almış garsona bakıyorum, garson sanırım aşağı yukarı kırk yıldır bu
mekâna ve bana hizmet veriyor. Bu insanlarınki nasıl bir varoluştur? Şu insan
karaltısı tam kırk yıldır neredeyse bütün gününü bir mutfakta geçiriyor; boş
zamanı pek olmuyor, doğru dürüst uyku uyumuyor; memleketine nadiren gidiyor,
hiç içi yanmadan, bir an bile düşünmeden dönüyor; ağır ağır kazandığı ve
harcamaya niyetli olmadığı parayı ağır ağır biriktiriyor; mutfağından (bir daha
gelmemek üzere) ayrılıp memleketi Galiçya' da satın aldığı toprağa yerleşmek
zorunda kalsa aklını oynatır; kırk yıldır Lizbon' da yaşıyor, ne Rotunda
Meydanı'na ayak basmışlığı var ne de bir tiyatroya, bir kerecik “Coliseu’ya
gitti - hayatının yıkıntılarında sürünen palyaçoları seyretmeye. Nedendir,
nasıldır bilmem ama, evlenmiş, dört oğluyla bir kızı olmuş - tezgâhın
arkasından benim olduğum tarafa eğildiğinde gülümsemesinde insana mutluluk
veren, büyük bir memnuniyet okunuyor. En ufak bir sahtekârlığı yok, zaten rol
yapmasına gerek de yok. Kendini mutlu hissediyorsa, gerçekten mutlu demektir.
Ya bana servis yapan, masalara kahve
bırakmakla geçmiş bir ömrün herhalde milyonuncu kahvesini şu an önüme koymakta
olan şu ihtiyar garson? Hayatı aşçınınkiyle aynı, tek farkları, dört beş
metrelik bir mesafeyle birinin mutfakta, öbürünün lokantanın salonunda durması.
Bunun dışında sadece iki çocuğu var, Galiçya'ya daha sık gider, Lizbon'u
ötekine göre biraz fazla görmüştür, Porto'yu bilir, orada dört yıl yaşamışlığı
vardır ve öteki kadar mutludur.
Bu hayatları korkuyla karışık bir
şaşkınlıkla izliyorum ve tam dehşet, acı ve isyan duygularım kabarırken,
birden fark ediyorum ki, dehşet, acı ya da isyan duyan yoksa, bunları hissetmek
ilk başta bu hayatları yaşayanların hakkıdır. Edebi imgelemin temel kusuru
budur: Ötekilerin biz olduğuna, bizim gibi hissetmek zorunda olduğuna inandırır
bizi. Ama ne mutlu insanlığa ki, her insan yalnız kendidir ve fazladan birkaç
kişi olma yeteneği sadece dehalara bahşedilmiştir.
Meselenin özüne bakacak olursak, her
şey adamına göre verilmiştir. Lokantanın aşçısını kapıya koşturan sokaktaki
eften püften bir olay, en özgün düşüncenin, en iyi kitabın, yararsız
hayallerimin en lezzetlisinin bile beni eğlen- diremeyeceği kadar eğlendiriyor
onu. Ve tekdüzelik hayatın temeliyse, doğrusu şu ki, bu aşçı bana kıyasla çok
daha ustaca, hatta çok daha kolayca çıkmıştır işin içinden. Gerçek ne onun
tarafında ne benim, çünkü taraf tutmaz; buna karşılık mutluluğun ondan yana
olduğuna kuşku yok.
Hayatı tekdüzeleştirmek bir
bilgeliktir, çünkü o zaman en küçük olay bile insanı büyüleyebilir. Aslan
avcısının serüveni, üçüncü aslandan sonra biter. Bu tekdüze aşçı içinse, bir
sokak kavgası ortalama bir kıyamet tadındadır. Lizbon'dan hiç çıkmadıysanız,
Benfi.ca otobüsüne binerek sonsuza kadar yolculuk yapabilirsiniz, hele de
birkaç günlüğüne Sintra'ya kaçacak olursanız, Mars gezegenine gitmiş kadar
olursunuz. Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler
biter: Yeniliğe boğulur neredeyse; yenilik, her seferinde yenilik, evet, şu
ebediyen yeni olma masalı - ama soyut yenilik kavramı, yolda karşılaştığı
ikinci yenilikle birlikte, deniz dibini boylamıştır.
Gerçek bilgeliğe ulaşmış bir insan,
dünya denen gösteriyi oturduğu yerden seyrederek keyif alabilir, okuma yazma
bile bilmeden, kimseyle tek kelime etmeden, sadece duyularını kullanarak,
hüznü bilmeyen ruhundan güç alarak yapar bunu.
Hayatı tekdüzeleştirelim ki asla
tekdüze olmasın. Gündelik hayatı sıradanlaştıralım ki en küçük bir şey bize
teselli olsun. Hiç değişmeyen, donuk, yararsız hayat gailesinin ortasında
birden bir firar noktası parlayıverir: uzak adaların hayali yıkıntıları, eski
zaman bahçelerinde şenlikler, başka manzaralar, başka duygular, bir başka ben.
Ama muhasebe defterimle uğraşırken anlarım ki, hepsi benim olsa hiçbirine sahip
olamazmışım. Düşlerdeki krallar, bizim patron Vasques'in eline su bile dökemez.
Şaka maka, Rua dos Douradores'teki büro da imkânsız bahçelerin derinliklerine
uzanan yollardan iyidir. Patron Vasques'e sahipsem, düşlerdeki kralları
düşlemenin tadını çıkarabilirim; Rua dos Douradores'teki büro benim olduğu
sürece içimdeki var olmayan manzaraları keyifle seyredebilirim. Ama düşlerdeki
krallar benim olsa, elimde düşleyecek ne kalırdı? O imkânsız manzaralara sahip
olsam, imkânsız neyim kalırdı?
Tekdüzelik, birbirini izleyen
günlerin hiç değişmeyen donukluğu; dünle bugünün birbirinden farksızlığı;
ebediyen benimsemiş olayım bunları; gönül gözüm de, şu tesadüfen gözümün
önünden geçen, dikkatimi dağıtan sinekten, zar zor görülen sokaktan yükselen
işveli kahkahalardan, paydos vakti duyduğum engin özgürlük duygusundan, tatil
günlerinin verdiği sonsuz dinginlikten keyif alacak kadar açılsın.
Kendimi her bir şey olarak
düşleyebilirim, çünkü hiçbir şeyim. Herhangi bir şey olsam, kuracak düş
kalmazdı. Bir yardımcı muhasebeci, pekâlâ Roma imparatoru olarak düşleyebilir
kendini; İngiltere kralı ise bunu yapamaz, çünkü düşlerinde, olduğundan başka
bir kral olma şansından mahrumdur o. Kendi gerçekliği başka herhangi bir şey
hissetmesine izin vermez. 56
Kıyıyı izlersek değirmene varacağımız
kesindir, ama çabayla hiçbir yere varamayız.
Gökyüzünden soğuk, ölü bir sıcaklığın
yayıldığı, bulutların Üzerlerine yavaşlığı örterek ışığı boğduğu bir güz
ikindisiydi.
Kader bana topu topu iki
şey vermiştir: muhasebe defterleri ve düş yeteneği.
Düş uyuşturucuların en doğalı, bunun
için de en kötüsüdür. En kolay alışkanlık yapan odur, farkında olmadan zehirli
bir şeyi yutarcasına, nasıl başladığımızı bile anlamadan başlarız düşe. Can
yakmaz, insanı sarartıp soldurmaz, dermansız da bırakmaz, ama düşün tadını bir
kere alan ruh bir daha iflah olmaz, çünkü zehirden vazgeçemez olur, ki zehir
kendinden başka bir şey değildir.
Tıpkı pusun ardından görünen bir
manzara gibi [ ...]
Düşlerimde günlük hayatı imgelerle
süslemeyi, sıradanlığı olağanüstü, sadeliği dolambaçlı göstermeyi öğrendim;
kuytu köşeleri, ölü eşyaları yalancı bir güneşle parlatmayı, belki bir teselli
olur diye, kendimi anlattığım cümlelere ahenk katmayı.
Uykusuz bir gecenin ardından
sevilecek bir tarafımız kalmaz. Uykumuz kaçtıkça, bizi insanlaştıran bir
şeyleri de yanında götürmüştür. Gizli bir öfkede yüzmekteyizdir sanki,
etrafımızı saran cansız havaya bile sinmiştir bu. Aslında kendimizi zayıf
düşürmüşüzdür ve bu gizli savaşın diplomasisi, ben ve kendim arasında
yürümektedir.
Bugün ayaklarımı ve uçsuz
bucaksız yorgunluğumu sokaklarda sürüdüm. Ruhum karman çorman bir yumağa
dönmüş; her ne isem ya da ne idiysem, yani ben, adını unutmuş. Bir yarınım
varsa, tek bildiğim uyumamış olduğum; farklı zamanlar birbirine karışarak, tek
kişilik sohbetimi bölen büyük suskunluklar yaratıyor.
Başkalarının gelip
geçtiği kocaman parklar, onca insanın aşina olduğu bahçeler, beni asla
tanımayacak olanların yürüdüğü muhteşem yollar’. Hiçbir zaman gereksiz olmaya
cüret etmemiş bir insan olarak uykusuz geceler arasında durgunca bekliyorum,
tefekkürlerim biten bir düş gibi irkiliyor.
Ben kendine hapsolmuş,
çekingen, gizli hayaletlerle dolu, dul bir evim. Hep yan odadayım ya da onlar
oradalar, etrafımı ulu ağaçların kalıntıları kuşatmış. Sayıklıyorum ve
buluyorum; buluyorum, çünkü sayıklıyorum. Hey gidi çocukluk günlerim, siz de mi
önlükleri geçirdiniz sırtınıza!
Ve bunlar olurken,
sokaklarda yürüyorum, başıboş bir yaprak gibi uyuklayarak. İsimsiz, ağır bir
rüzgâr havalandırmış beni, manzaranın içinde, ölen bir alacakaranlık gibi
dolaşıyorum şimdi. Gözkapaklarımın ağırlığını, yerden zor kalkan ayaklarımda
bile hissediyorum. Yürüdükçe uyku bastırıyor. Ağzımı öyle bir kapamışım ki
dudaklarım neredeyse birbirine yapışacak. Bu yürüyüşü uçurumda bitireceğim.
Doğru, uyumadım, ama
böyle daha iyi hissediyorum kendimi, hiç uyumamış olup hâlâ da uyumazken. Yarım
ruhla dolaştığım, yanılgılara düştüğüm bu hali ortaya koyan beklenmedik
sonsuzlukta gerçekten ben varım. İnsanlar beni çok iyi tanır görünseler de,
galiba bir tuhaflık seziyorlar. Onlara baktığımı hissediyorum, gözkapaklarımın
altında, hafifçe değdikleri hassas göz çukurlarımla; en önemlisi, dünya
hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum.
Uykum var, çok uykum var,
uykunun tamamına açım!
H.K.
(First article') 57
Ait olduğum kuşak, bir yürek kadar
bir de beyinle donatılmış insanoğluna kesinlikle arka çıkmayan bir dünyaya
doğdu. Bizden önceki kuşakların yıkıcı mantığı yüzünden, doğduğumuz dünya din
alanında güven, ahlaki alanda destek, politik alanda barış vaat etmiyordu. Son
derece yoğun metafizik ve ahlaki sıkıntıların, politik çalkantıların ortasında
doğduk. Eski kuşaklar kafalarına kazınmış olan, dışarıdan kaptıkları kendinden
menkul formüllerin, mantıksal ve bilimsel süreçlerin etkisiyle, Hıristiyan
inancının temellerini yerle bir ettiler: Kutsal Kitap' ı eleştirirken metinleri
bırakıp işin mitolojik boyutuna yönelerek, daha eski olmalarına rağmen Yahudi
metinleri de dahil olmak üzere Kutsal Kitap'ı başı sonu olmayan bir mitler,
efsaneler, edebiyat yığınına çevirdiler; ardından bilimsel eleştirilerle
İncillerdeki ilkel "bilimin" barbarca saflıklarına ve hatalarına
dikkat çekildi; son olarak tartışma özgürlüğü kavramıyla, bütün metafizik
sorunların yanı sıra, metafizikle bağlantıları oranında dinle ilgili sorunlar
da tartışmaya açıldı. "Pozitivizm" denen o ne idüğü belirsiz şeyin
içinde yüzen bu kuşaklar genel olarak ahlakı eleştirmeye, hayatın kurallarını
didiklemeye koyuldular ve böylesi bir öğreti şokundan geriye, el attıkları
hiçbir meseleyi çözemedikleri gerçeği ve bunun verdiği acı kaldı. 58
Toplum, kültürünün temelindeki süreçleri, düzeni tamamen yitirmesinin cezasını
haliyle politik alanda da gördü; sonuç olarak biz de, toplumsal yeniliklere
tutkun, büyük bir hevesle ne olduğunu bilmediği bir özgürlüğü ve tarif etmeyi
bile beceremediği, "ilerleme" denen bir şeyi fethetmeye koşan bir
dünyada doğmuş olduk.
Öte yandan, babalarımızın bu kaba
saba eleştirel mantığından, Hıristiyan olmanın mümkün olmadığı fikrini miras
aldık, ama bunun getirebileceği mutluluğu tatmaksızın; yerleşik ahlaki
söylemlere karşı uyanık olmayı öğrendikse de, insanca yaşamak için konulmuş
kurallara ve ahlaka karşı kayıtsız olamadık; doğru, politik meseleyi çözümsüz
bıraktılar, ama getirilebilecek çözümlere omuz silkip geçmeyi öğretmediler.
Babalarımız önlerine geleni neşeyle yakıp yıktılar, çünkü geçmişin
sağlamlığından izler barındıran bir çağda yaşıyorlardı. Onlar ne kadar yıksa
da, toplum boylu boyunca çatlamadan ayakta kalabilecek kadar güçlüydü. Biz ise
bu yıkımı ve sonuçlarını miras aldık.
Şu anda dünya aptallara,
huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir
akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek
zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku.
inançla eleştiri arasındaki yolun ortasında
akıl hanı vardır. Akıl, inanca başvurmadan anlayabileceğimiz şeyler olduğuna
duyduğumuz inançtır; gene inancın bir biçimidir bu, çünkü anlamanın temelinde,
anlaşılabilir şeylerin var olduğu varsayımı yatar.
Bir an için, anlatılmaz olanı
anlattığımız yanılgısını yaratan metafizik teoriler; kapalı kapılardan
hangisinin erdeme açıldığını nihayet öğrendiğimize bir saatliğine bizi
inandırabilen ahlak teorileri; matematik problemleri dışında hiçbir problemin
çözümü olmadığı halde herhangi bir problemi çözdüğümüze bir günlüğüne ikna eden
politik teoriler - hayata karşı tavrımızı, sonuç vermeyeceğini bildiğimiz edimlere,
hiçbir keyif vermese de en azından acı duymamızı engelleyen bir sıkıntıya
indirgeyelim.
Bir uygarlığın zirveye ulaştığı en
iyi, halkın çabalarının hiçbir sonuç vermeyeceğini kavramasından anlaşılır,
çünkü ortadan kaldırılması ya da etkisiz hale getirilmesi mümkün olmayan
merhametsiz kurallarla yönetilmekteyiz. Kazara tanrıların kaprislerine
zincirlenmiş köleleriz, bizden daha güçlüdür ama daha iyi değildir tanrılar,
üstelik tıpkı bizim gibi adaletten ve iyilikten üstün, iyiliğe de kötülüğe de
yabancı, soyut bir Kader'in demir yumruğunun hükmündedirler.
H.K.
Ölümden yapılmışız biz. Hayat diye
kabul ettiğimiz şey, gerçek hayatın uykusu, varlığımızın gerçek halinin
ölümüdür. Ölüler doğar, ölmezler. İki dünyayı ters sırayla biliriz biz.
Yaşadığımızı sanırken ölüyüzdür; ölümle pençeleşirken yaşamaya başlarız.
Hayat dediğimizle ölüm dediğimiz
arasındaki ilişkinin aynısı, uykuyla hayat arasında da vardır. Hep uyumaktayız
ve bu hayat bir düştür, bir metafor olarak ya da şiirsel anlamda değil,
gerçekten bir düş.
Yaptıklarımız arasında üstün
gördüğümüz ne varsa ölüme benzer, her şey ölümdür. İdealler, hayatın anlamsız,
yararsız olduğunun itirafından başka nedir? Sanat, hayatın inkârı değil midir?
Bir heykel, ölümü çürümez bir maddeye hapsetmek üzere şekillendirilmiş, ölü
bir bedendir. Hayatın içine daldığımızı hissettiren haz bile, kendi içimize
dalmayı, hayatla aramızdaki bağları koparmayı ifade eden, ölümün oynak bir
gölgesidir.
Yaşama eylemi bile ölmeye denktir,
çünkü hayatta yaşadığımız fazladan tek bir gün yoktur ki, tam da fazla olduğu
için aslında eksik bir gün olmasın.
Düşleri doldururuz biz, ev,
alışkanlık, düşünceler, idealler ve felsefe ağaçlarıyla dolu imkânsızlık
ormanında başıboş dolaşan gölgeleriz.
Tanrı'yı asla bulamayalım, Tanrı'nın
var olup olmadığını bile bilmeyelim! Bizi şımartan düşlerin, sırtımızı
sıvazlayan yanılsamaların içinde kaybolarak, dünyadan dünyaya, hayattan hayata
geçelim.
Ama gerçekliğe, son durağa varmayalım
sakın! Tanrı'yla asla bütünleşmeyelim! Tam huzura ermeksizin, huzurun
kırıntısıyla yetinelim, huzur arzusu ise hiç dinmesin!
H.K.
En kibirli olanımız bile, eğer
insansa ve deli değilse, insanlığa özgü o çocuksu içgüdüyle dünyanın gizemi ve
karmaşasında, kendisine öyle ya da böyle yol gösterecek bir baba eli arar, ey
Kutlu Babamız [...] Her birimiz hayat rüzgârının savurup
175/506 yere
çaldığı birer toz tanesiyiz. Sağlam bir yere yığılmalı, el ele tutuşmalıyız;
çünkü zaman hep belirsiz, gökyüzü hep yüksek ve hayat çok ıraktır.
En yücelerimizin tek üstünlüğü, her
şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır.
Belki de bir yanılsama kılavuzluk
ediyor bize; ama bunun bilincinde olmadığımız kesin.
55. Ya da: Sevmekten
kendimi alamadığım hayatla, cazibesinden korktuğum ölümün arasındayım işte.
56. Ya da: başka
bir varoluşa.
57.Orijinal metinde İngilizce: İlk
makale. (Ç.N.)
58. Cümle tam anlaşılmıyor.
Pessoa’nın tarzı doğrultusunda, cümlenin sonunu şöyle de getirebiliriz: Ve
bu gerçekliğin bile farkında olmamanın verdiği aa kaldı.
H.K.
Günün birinde hayatımı düzene sokup
güvenceye aldıktan sonra, canımın çektiği kadar yazıp, istediğim kadarını
yayımlatma fırsatını yakalarsam, biliyorum ki az yazdığım, yazdıklarımı da
yayımlatmadığım bu belirsiz hayatı çok özleyeceğim. Bu hoyrat hayat çoktan
geçmişte kalmış, dolayısıyla bir daha kavuşamayacağım bir hayata dönüşmüş
olacağı için değil sadece; her hayat tarzının kendince bir özelliğinin, ayrı
bir zevkinin olması var bir de; farklı bir hayat tarzını benimsediğimizde,
böylesi daha çok hoşumuza gitse bile, hayatın o özel zevkinin tadı kaçar,
kendine has özelliği de cazibesini yitirir: Eskiye ait zevk de, o özellik de,
arkalarında bir boşluk bırakarak silinmişlerdir.
Günün birinde sırtımda haç gibi
taşıdığım tasarılarımı azap yolumun nihayetine ulaştırmayı başarırsam, bu başarıdan
bile azap duyacağım ve değersiz, kaba, kusurlu olduğu günleri özleyeceğim. Öyle
ya da böyle, biraz azalmış olacağım.
Uykum var. Boş sayılabilecek büroda
saçma sapan bir işle uğraşırken gün uzadıkça uzadı. İşyerindekilerin ikisi
hasta, ötekilerse başka yerde. Kendi köşesine çekilmiş olan ayakçı çocuk
sayılmazsa yapayalnızım. Günün birinde saçma da olsa bir özlem duyabilmeye
yönelik o şüpheli olasılığı özlüyorum.
Neredeyse yalvaracağım tanrılara,
tabii var iseler; beni bir kasanın içinde tutar gibi korusunlar, gönül
yaralarından da, hayatın verebileceği sevinçlerden de esirgesinler diye.
H.K.
13 Temmuz 1931
Can çekişen ışığın titrek gölgeleri
arasında, biten gün yerini henüz erkenci geceye bırakmamışken değişen şehirde
düşünmeden, başıboş gezinmeyi severim; yürüdükçe, hiçbir şey eski haline
dönemeyecekmiş gibi gelir. Duyularımdan çok hayal gücümle, içime çöken dağınık
hüznün tadını çıkarırım. Rasgele yürür, kendimdeki bir kitabı okumaksızın
karıştırırım, metne serpiştirilmiş hızlı resimlerin üstüne uyuşuk, hiçbir yere
varmayan bir fi.kir geliştiririm.
Kimileri baktıkları hızla okur ve her
şeyi göremeden bitirir okuduklarını. Ben de, zihnimde kendi kendine sayfalarını
karıştıran kitaptan bitmemiş, bulanık bir hikâye çekip çıkarıyorum, başka
serserilerin anıları var içinde ve parkların etrafında dönen şafak ya da ay
ışığı tasvirleri, ipeklere bürünmüş karaltıların geçtiği, sonra tekrar geçtiği
yollar.
Sıkıntıdan ve kendimi başka
hissetmekten dolayı parçalanırım. Hem sokakta, hem gün bitiminde, hem kafamdaki
kitapta yürürüm ve bu farklı yolların hepsini gerçekten kat ederim. Açık denize
varmış bir geminin güvertesindeymişim gibi, bir göçerim, bir dinlenirim.
Bir eğri çizen upuzun sokağın iki
yanındaki ölü sokak lambaları birdenbire, aynı anda yanıverir. Sanki büyük bir
sarsıntı atlatmışım gibi hüznüm iyice büyür. Mesele kitabın bitmiş olmasıdır.
Geriye sadece, soyut sokağın yapış yapış havasında, tamamen dış dünyaya ait
incecik bir duygu sızıntısı kalmıştır, varoluş bilincimin üzerine damla damla
düşen, aptal Kader'in salyasını düşündürür bu.
Gece çökerken bir şehrin hayatı ne
kadar farklıdır. Gecenin çökmesini seyreden bir adamın ruhu ne kadar
farklıdır. Belirsiz, alegorik, gerçekdışı olarak algılanabilen bir varlığım
yürürken. Anlatılmış bir hikâye gibiyim, üstelik ete kemiğe bürünecek kadar iyi
anlatılmış, ama bir kitabın bir bölümünün başlangıcından ibaret şu dünya-romana
tam oturmamış bir hikâye: "O saatlerde bir adam, ağır ağır sokaktan aşağı
yürürdü... ”
Benim hayatla işim ne?
H.K.
Hayatım kavruk kaldı, çünkü
düşlerdeki halinde bile cazibeden yoksun gibiydi. Sonunda düşlerin verdiği
yorgunluk beni ele geçirdi... Bunu hissedince, dışımdan gelen, sahte bir
duyguya kapıldım, sonsuz bir yolun sonuna mı gelmiştim yoksa.. Kendimden taşıp
kim bilir nereye düştüm ve hiç kıpırdamadan, boş yere kaldım orada. Daha önce
olduğum bir şeyim. Var olduğumu hissettiğim yerde değilim; kendimi ararken,
beni arayanın kim olduğunu bilemiyorum. Her şeyden sıkılarak gevşiyorum.
Ruhumdan kovulmuşum sanki.
Kendime bakıyorum. Kendi kendimin
seyircisiyim ben. Duygularım, içimdeki bilmediğim bir gözün önünden, dışarıya
ait şeylermiş gibi dizi dizi geçiyor. Kendimden sıkılıyorum. Her şey, hatta
gizemden yapılmış kökleri bile, sıkıntımın rengine bürünmüş.
Saatlerin benim için bıraktığı
çiçekler soldu bile. Ağır ağır yapraklarını yolmaktan başka yapılabilecek bir
iş yok. Nasıl da yaşlılık kokuyor bütün bunlar’
En ufak bir hareket, kahramanca bir
eylemde bulunmak kadar zor geliyor. En ufak bir hareketin bedelini, gerçekten
yapmayı düşünsem hissedeceklerimi hissederek ödüyorum.
Özlediğim hiçbir şey yok. Hayatım
acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır
acıyor.
İdeali, bir fıskiyenin uyduruk
hareketiyle yetinmek olabilirdi - yükselip aynı yere düşmek, hiçbir yararı
kalmamış güneşin altında, düş görenler düşünde nehirler görsün, dalgınca
gülümsesin diye, gecenin sessizliğinde rasgele gürültü çıkaran, anlık bir
parıltı olmak.
H.K.
Bu ılık, aldatıcı gün, donuk bir
yüzle doğduğundan beri sıkıntıdan bunalan şehrin üzerinde şekilsiz, kara
bulutlar dolaşıyordu. Bulutlar art arda gelen, solgun dalgalar halinde
kayalıkların olduğu tarafta yığılıyor, onlarla birlikte, sokakların her
zamankine benzemeyen güneşe olan tarifsiz hıncından bir trajedi kokusu
yükseliyordu.
Öğlen: İnsanlar öğle yemeğine
çıkarken, sevimsiz bir umut solgun atmosfere çöreklenmişti bile. Lime lime
olmuş paçavralara benzeyen bulutlar, karaya çalan öncü öbekleri kovalıyordu.
Kale civarında gökyüzü tertemizdi, ama mavisi çirkindi. Hava güneşliydi, ne
var ki kimsede güneşe bakacak hal yoktu.
Saat bir buçuğa gelirken biz
işteydik. Hava biraz açmış gibiydi, ama sadece şehrin eski kesiminde. Kayalığın
orası kesinlikle daha aydınlıktı. Şehrin kuzeyinde ise bulutlar yavaşça
birleşerek kocaman bir pus yumağına dönüşmüştü. Bu karanlık, zalim yığın
kapkara kollarını, griye çalan, köpüren ak pençelerini öne uzatmış, ağır ağır,
amansızca ilerliyordu. Güneşi yakalaması an meselesiydi, bu sıkıntılı bekleyiş,
sokağın seslerini de birdenbire boğuvermişti sanki. Doğuya doğru gök biraz
açılmıştı ya da öyle geliyordu, ama bunaltıcı sıcak da bir o kadar artmıştı.
Geniş büronun loş ışığında ter döküyorduk. "Sıkı bir fırtına
geliyor," dedi Moreira, koca muhasebe defterinden bir sayfa çevirirken.
Öğleden sonra saat üçte, güneş
tamamen sahneden çekilmişti. Ne hazindir ki yaz ortasında lamba yakmak zorunda
kaldık, önce salonun dip tarafında, malların paketlendiği yerde, sonra odanın
ortasında da, çünkü irsaliyeleri hatasız yazmak, trenlerin sefer numaralarını
kaydetmek giderek zorlaşıyordu. Saat dörde gelirken, pencereye yakın oturan biz
şanslılar da güzelim ışığımızdan mahrum kalmıştık. Büronun bütün ışıkları
yandı. Patron Vasques odasının kapısını çekip çıkarken bağırdı: "Baksanıza
Moreira, Benfica'ya gidecektim ama vazgeçtim; fena yağacak. - Hem de tam o
tarafta," diye karşılık verdi, (... şehrin merkezinde?) Avenida da
Liberdade civarında oturan Moreira. Sokağın sesleri ansızın tizleşti, sonra
hafifçe değişti; ve neden bilmem, iki adım ötede, bizimkine paralel uzanan
sokaktan geçen tramvayların çan seslerinde bir hüzün vardı.
22 Ağustos 1931
Biten yazın ardından, sonbaharın
henüz gelmediği, havanın bizi bunalttığı, renklerin yumuşadığı yazdan kalma
günlerde, akşamüstlerine içi boş, mağrur bir hava gelir. Bu saatler imgelemin
oyunlarına benzer; hiçbir şeye duymadığımız özlemlerin, gemilerin denizde
bıraktığı izler gibi arka arkaya dizilerek, hiç değişmeden, upuzun bir yılan
gibi sonsuza uzandığı oyunlara.
Böyle akşamüstlerinde, sıkıntıdan
beter, ama sıkıntıdan başka adı da olmayan bir duygu deniz gibi kabarır içimde
- ruhun tamamen çökmesinden kaynaklanan, nerede hissedildiği belirsiz bir
perişanlık. Gönül dostu bir Tanrı'yı kaybetmiş gib- iyimdir, bütün varlıkların
Özü ölüdür artık. Ve hissedilebilir evren, hayat iken sevmiş olduğum bir
cesettir şimdi gözümde; hâlâ soğumamış, rengârenk ışıklar saçan bulutların en
sonuncularının aydınlığında, her şey hiçe dönmüştür.
Sıkıntım dehşete dönmektedir sanki;
yorgunluğum ise aslında bir korkudur. Terim değil, bunun farkında olmaktır
soğuk olan. Rahatsızlık bedenimde değil, ruhumdadır, hem de öyle büyüktür ki
bedenin bütün gözeneklerinden içeri sızarak onu da istila eder sonunda.
Canlı olmaktan duyduğum tiksinti öyle
büyük, dehşet öyle kudretlidir ki, ne sakinleştiriciler, ne panzehirler, ne
merhemler, ne de unutuşlar kâr eder. Uyumaktan bütün varlığımla iğrenirim.
Ölmekten bütün varlığımla iğrenirim. İlerlemek ve durmak iki aynı, iki imkânsız
şey. Umudun, inançsızlıktan farkı yok, ikisinin de hamuru soğuk ve külle
yoğrulmuş. Boş şişelerle dolu bir rafını ben.
Ve yine de, parlak gün usulca
çekilirken çoktan silinmiş vedası sıradan gözlerime değdiğinde, nasıl da
burnumda tüter gelecek! 30 Kıpırtısız göklerde, altın ışıkların
henüz sönmediği boşluklarda sessizce umudun cenazesini kaldıran kafile ne uzun
bir kafiledir, ne biçim bir alaydır o birden dağılarak kırmızımsı mavilikler
gibi saçılan, saçılmasıyla akılsız uzayın enginlerinde solup gitmesi bir olan,
o hiçlikler ve boşluklar alayı.
Neyi istediğimi ya da istemediğimi
bilmiyorum. İstemeyi bilmez oldum, nasıl istendiğini bilmiyorum, normalde
istediğimizi ya da istemeyi istediğimizi bize belli eden duyguları ya da
düşünceleri anlayamıyorum. Ne kim olduğumu biliyorum, ne ne olduğumu. Koca
evrenin ansızın çöken hiçliğinin altında, üzerime bir sur yıkılmış gibi
yatıyorum. Ve ardımda bıraktığım izi takip ederek yürüyorum, ta ki gece çökene,
tam kendime karşı içimde bir sabırsızlık yükselirken, farklı olmanın
ferahlatan tesellisini getirene dek.
Ya huzurlu gecelerde, göğün
yücelerinde, sıkıntıdan, huzursuzluktan dermansız kalmış, o koca ay! Bu göksel
güzellikten uğursuz bir huzur yayılır, sıcak havada ayın pusuna bürünmüş,
yıldızlardan ürken, mavimsi siyah bir alaycılık sezilir.
Şu iğrenç saat, ya olur hale gelecek
kadar azalsın ya da bir sonu olacak kadar büyüsün.
Gün bir daha ışımasın ve ben ve bütün
bu oda ve ait olduğum havası, hepsi Gece'de can bulsun, Karanlık'ta mutlaklığa
kavuşsun ve geriye hiçbir şey kalmasın benden, belki ölümsüz bir şeyse bile,
belleğimin titrek, iz bırakabilecek bir gölgesi bile.
Ey üzgün yüreğim, tanrılar dilesin de
Kader'in bir anlamı olsun! Ya da daha iyisi, Kader dilesin de tanrıların bir
anlamı olsun!
Bazen geceleyin uyandığımda alın
yazımı dokumakta olan, görünmez eller hissederim.
Hayatı gömüyorum. Hiçbir şeyim,
herhangi bir şeyin akışını kesintiye uğratmıyor.
H.K.
Hayatımın temelindeki trajedi, bütün
trajediler gibi kaderin bir şakasıdır. Gerçek hayatı tutsaklık olarak görüp
reddediyorum; düşe ise, alçakça bir özgürlük diye sırt çeviriyorum. Ama gerçek
hayatta en gündelik, en kirli ne varsa yaşıyorum; düşte ise her şeyin en
yoğununu, hem de hiç durmadan. Gün ortasında uyuklayan, sarhoş bir köleye
benziyorum - tek bedende iki acizlik hali birden.
Aklımızda çakan şimşeklerin
hayatımızın karanlığında etrafımızı saran, bizim için hayatı kuran o nesneleri
aydınlatan ışığıyla açıkça görüyorum, gözümde bütün hayatı temsil eden Rua dos
Douradores'teki değersizliği, gevşekliği, yakışıksızlığı, sahteliği - kendi
kadar iğrenç çalışanlarla dolu şu iğrenç büro, içinde bir ölünün yaşadığı
sayılmazsa yaprak bile kımıldamayan şu kiralık oda, sokağın köşesindeki şu
bakkal ve tanıyıp da tanımadığım sahibi, ihtiyar kahvenin önünde duran gençler,
ötekilere pek benzeyen her bir günün sıkıntı veren yararsızlığı, tek dekorla,
üstelik ters kurulmuş bir dekorla oynanan bir dramdaki gibi, hep aynı yüzlerin
geri gelişi..
Ama şunu da açıkça görüyorum ki,
bunlardan kaçmanın yolu ya hepsini kontrol altına almak ya da toptan
reddetmek: Ne var ki, gerçek hayatta hiçbirini aşamadığım için kontrol
edemiyorum, reddedemiyorum da, çünkü hayal kurduğum sürece hep olduğum
yerdeyim.
Ve düş, kendimde kendimden kaçmanın
utancı, varlığımda ruhun böylesi pisliklerinden başka bir şey olmamasının
rezilliği; başkalarınınsa bu pislikleri sadece horlarken çizdikleri ölüm
resminde, akıllı bitkilere benzeyecek kadar sakinleştiklerinde, uyurken
görmeleri!
Kendi içimin dışında bir tek kez
olsun asilce davranamamış ya da yararsız, ama gerçekten yararsız bir arzu
beslememiş olmama ne demeli!
Caesar, hırsı çok güzel tarif etmiş:
"Roma'da ikinci olacağına, köyde birinci 01"' Bana gelince, ben ne
bir köyde, ne herhangi bir Roma'da bir hiçten başka bir şey değilim. Köşedeki
bakkalın hiç olmazsa Rua da Assunçao' dan Rua da Vitoria'ya kadar belli bir
ağırlığı var; düpedüz mahallenin Caesar'ı. Efendim? Üstün olan ben miyim?
Hiçlikte ne üstünlük, ne alçaklık, ne de herhangi bir mertebe olmadığına göre,
ne bakımdan üstün olabilirim? O, ne de olsa koca mahallenin Caesar'ı, haliyle
kadınların da gözdesi.
İstemediklerimi yapmaktan, sahip
olamayacaklarımı düşlemekten bir türlü vazgeçmememin, durmuş bir meydan saati
kadar saçma bir hayatı (yaşayarak?) sakız gibi uzatıp durmamın sebebi budur
işte.
Hassas, ama istikrarlı duyarlılığım,
gereğinden fazla uzamış, fakat bir bilince sahip olan bu düş [...], bütün
olarak, benim ayrıcalığım olan o alacakaranlık halini yaratır.
H.K.
Sıradan insan, hayat ne kadar çetin
gelse de, en azından fazla düşünmeyerek mutlu olabilir. Hayatı kendi dışında
bir şey olarak, kediler köpekler gibi gelişine göre yaşamak - sıradan insanlar
böyle yapar ve hiç olmazsa kedilerle köpekler kadar memnun kalacağından emin
olmak isteyenler, hayatı işte böyle yaşamalı.
Düşünmek, yıkmak anlamına gelir.
Düşünce süreci içinde, düşüncenin kendisi bizzat bu işi üstlenir, çünkü
düşünmek, düşünülen şeyi parçalara bölmekle olur. İnsanlar hayatın sırrı
hakkında düşünmeyi bilseler, her adımda, her eylemde binlerce karışıklığın
pusuya yatmış, ruhu gözetlediğini hissedebilseler - asla hareket etmez,
yaşamaya bile cesaret edemezlerdi. Onun yerine ertesi gün giyotine gitmemek
için intihar edenler gibi, korkudan birbirlerini öldürürlerdi.
Havayı buğulu bir sarılık sarmış,
kirli beyaz bir şeyin arkasından bakınca görülen, solgun sarıyı hatırlatıyor.
Kurşuniler arasında sarılar belli belirsiz. Ama kurşuninin solgunluğu, hüznünde
biraz sarılık gizliyor.
H.K.
Zaman çizelgesinde meydana gelen en
ufak bir aksaklık, insanın ruhuna yeni şeylerin soğukluğunu hissettirir, hafif
rahatsız edici bir zevk verir. İşten altıda çıkmaya alışkınsanız, günün
birinde saat beşte çıktığınız anda zihninizin derhal tatile girdiğini fark
eder, bir yandan da kendinizi nasıl oyalayacağınızı bilememenin sıkıntısına
benzer bir duyguyla tanışırsınız.
Dün uzak bir yerde bir işim olduğu
için bürodan dörtte çıktım, beşte uzaktaki işimi halletmiştim bile. O saatlerde
sokaklarda dolaşmaya alışık olmadığımdan, kendimi bambaşka bir şehirde buldum.
Her zamanki binalarda ağır ağır oynaşan ışığın tonlarında boş bir güzellik
vardı, her zamanki yayalar, dün akşamki filodan yeni inmiş denizciler, bu komşu
şehirde karşıma çıkıyordu.
O saatte bizim işyeri hâlâ açıktı.
Ben de oraya döndüm, ertesi sabah gelmek üzere ayrılmış olduğum için, haliyle
herkes şaşırdı. Nasıl, dönmüş müydüm? Evet ya, dönmüştüm. Oradayken, tinsel
açıdan konuşacak olursak var olmaksızın etrafımı saran insanların arasında bir
başımayken, hissetmemekte özgürdüm.. Büro bir bakıma benim yuvam, yani hiçbir
şey hissedilmeyen yerdi.
H.K.
Bazen hüzünlü bir hevesle, günün
birinde, bir parçası olmayacağım bir gelecekte bu sayfaları beğenenler
çıkarsa, nihayet beni "anlayan" birine, içinde doğup sevilebileceğim
gerçek bir aileye kavuşmuş olacağımı düşlerim. Ne var ki, doğmak şöyle dursun,
o zaman çoktan ölmüş olacağım ben.
Günün birinde, yüzyılımızın oldukça
büyük bir bölümünü yorumlamayı görev bildiğim -hatta doğuştan gelen bir özellik
diyebilirim buna- ve bu işi herkesten iyi yaptığım anlaşılacak; ve o gün, kendi
zamanımda anlaşılamadığım, ne yazık ki kayıtsız ve soğuk insanların arasında
yaşadığım yazılacak, başıma gelenlere ah vah edilecek. Ve bütün bunları yazan
kişi, kendi zamanında yaşayan ya da şimdi etrafımda olan benim gibi insanları
anlayamamakla büyük bir günah işlemiş olacak. İnsanoğlu ancak, çoktan göçmüş
dedelerinin işine yarayacak türden şeyler öğrenir. Hayatın gerçek kurallarını
ancak ölülere belletmeyi biliriz.
Bütün günü yazı yazarak geçirdikten
sonra, yağmurlu ikindi nihayet bitti. İnsan, teninde adeta havadan gelen,
taptaze bir neşe duyumsuyor. Gün bu kez, grilikler yerine soluk mavilerle
kapatıyor perdeyi. Hatta sokaklardaki parke taşlarına belli belirsiz bir
gökmavilik vurmuş. Yaşamak can yakıyor, ama uzaktan uzağa. Hissetmenin önemi
yok. İki üç vitrinin ışıkları yandı.
En tepede, başka bir pencerede
insanlar iş denen şeyin bitmesini seyrediyor. Yanımdan sürtünerek geçen şu
dilenci, kim olduğumu bilse şaşırıp kalırdı.
Arada kalmış saatler, cephelere düşen
daha az maviyle ve daha az soluk maviyle biraz daha akşama kayıyor.
İnanıp da yanılanların her zamanki
işleriyle haşır neşir olduğu, bilinçsizlikten dolayı acı çekerken bile mutlu
olduğu gün, usulca bitiyor. Zaman usulca iniyor, sönen bir ışık dalgası bu,
yararsız akşamdan yükselen melankoli, yüreğime işleyen, yanında sisler
getirmeyen bir bulut. Usulca, tatlılıkla iniyor o anlaşılmaz solgunluk, suyla
yoğrulmuş gün sonunun mavi saydamlığı - mütevazı, soğuk toprağa usulca,
tatlılıkla, hüzünle iniyor. İnsanı uyuşturmayan bir sıkıntının tekdüze, acı
veren, görünmez külüne dönüşerek, usulca konuyor yere.
Ortamı saran huzurun altında gizli
fırtınaların, rahatsızlıkların dolaşmasına, sıcağın nefes aldırmamasına rağmen,
fırtınalar başka yere göçmüş olduğu için bu üç gün, varlıkların dupduru
yüzeyine hoş, hafif, ılık bir ferahlık getirdi. Hayatın ağırlığından mustarip
ruhumuzun da bazen böyle, hiçbir somut neden olmadığı halde birdenbire
rahatladığı olur.
Farklı iklimler olarak hayal ediyorum
kendimizi, üzerimizde başka yerde patlayacak kasırgaların ağırlığı var.
Varlıkların o bomboş enginliği, hem
gökte, hem yerde hüküm süren o sınırsız unutuş..
2 Eylül 1931
Hayatımın adım adım çöküşüne, olmaya
özendiğim her şeyin ağır ağır sulara gömülüşüne tanıklık ettim gizlice.
Diyebilirim ki, gönlüm neyi arzuladıysa ya da bir anımı, en azından bir anın
düşünü neye vakfettiysem, en üst kattaki bir saksıdan düşmüş bir taş gibi
kapımın önünde bin parçaya ayrılmıştır, lafı dolandırmadan söylenebilecek ölü
gerçeklerdendir bu. Hatta Kader'in oldum olası en büyük eğlencesi, kendine ait
şeylere karşı bende sevgi ya da istek uyandırmak olmuştur, sırf ertesi gün o
şeye sahip olmadığımı, asla da olamayacağımı göreyim diye.
Kendi kendimi alaycı bakışlarla
izlerken, ne olursa olsun hayatı seyretmekten de hiç vazgeçmedim. Ve artık,
bütün muğlak umutların hüsranla sonuçlanacağını kabullenmiş biri olarak, umutla
hayal kırıklığını aynı anda tatmanın özel zevkinin ıstırabı içindeyim, hem acı,
hem tatlı bir yemeğe benziyor bu, acıyla tatlı arasındaki zıtlık, tatlıyı iyice
bala çevirmiş. Bütün savaşlarda peşinen yenilmiş, şimdi her yeni çarpışmadan
önce, son geri çekilme hareketini her ayrıntının tadını çıkararak kâğıda döken,
karamsar bir generalim ben.
Kader muzip bir cin gibi hep
peşimdeydi. Akıl fikri her neyi arzularsam arzulayayım, elimin boş kalacağını
zihnime kazımaktaydı. Yolda yürürken gözüm evlenme çağına gelmiş bir genç kızın
siluetine ilişse, gayet kayıtsız bir edayla bir an için o benim olsa ne
hissedeceğimi hayal etsem, hayalimin on adım ötesinde genç kız mutlaka bir
adamla buluşur, o da ya kocası çıkar ya âşığı. Romantik biri bundan bir trajedi
çıkarırdı; bir yabancı ise aynı olayı bir komedi gibi yaşardı; ben ise ikisini
harmanlarım; çünkü benliğimin derinlerinde romantik, kendime karşı ise bir
yabancıyım; sonra da yeni bir ironi sayfası açarım.
Kimileri, umutsuz yaşanmaz, der;
kimine göreyse esas umut varken hayat bomboş kalırmış. Bugün ne umut besleyen,
ne de umutları kırılan biri olarak bana göre hayat, benim de dahil olduğum
basit bir çerçevedir, sırf göz zevkine hitap eden, belli bir konusu olmayan bir
gösteri gibi izlerim onu - hep yarım kalan bir baledir o ya da rüzgârla
kımıldayan yapraklar, gün ışığının sürekli renk değiştirdiği bulutlar, şehrin
birbirine benzemez mahallelerinde rasgele çizilmiş eski sokaklardaki keşmekeş.
Aslında varlığımın büyük bir kısmını
yazdığım metinler oluşturur; bölümler ve paragraflar halinde ilerlerim ben,
kendime noktalama işaretleri serpiştirir, imgeler çılgınca kapışılırken
çocuklar gibi gazete kâğıdından kaftanımla kral olurum ya da kelime öbeklerini
bestelerken, kupkuru, ama düşlerimde hep canlı kalan çiçeklerden, deliler gibi
taçlar takarım başıma. Ve hepsinden önemlisi varlığının bilincine varmış bir
kukla kadar sakinimdir, arada bir sivri külahının tepesinden sarkan ve zaten
kafasının ayrılmaz bir parçası olan çıngırağı sallayan, bunu da hiç olmazsa bir
şeylerin yankısı duyulsun diye yapan bir kukla - bir ölünün hayatıdır şıngırdayan,
Kader'e yapılan nazik bir uyarı.
Ne var ki kim bilir kaç kez, o keskin
boşluk duygusunun ve bütün bunları düşünmenin sıkıntısının bu dingin
tatminsizliğin içinden yavaş yavaş yükseldiğini, bilinçli bir coşkuya
dönüştüğünü duymuşumdur! Bir susup bir başlayan seslerin ortasında konuşmaları
yakalamaya çalışan bir adam gibi, bu insan hayatına yabancı hayatın - kendine
dair bilincinin dışında hiçbir şeyin yaşanmadığı bu hayatın temelindeki acıyı
kim bilir kaç kez tatmışımdır! Kaç kez kendimden uyanıp bir sürgün yeri olan
benliğimin derinliklerinde en azından gerçek bir acıya sahip mutlu insan,
sıkıntı yerine yorgunluk duyan mesut insan, ıstırap çektiğini farz edeceğine
ıstırap çeken, ölmeye yatacağına, evet, kendini öldüren herkesin
"insanı" olmanın katbekat daha iyi olacağını sezmedim mi!
Bir roman kahramanı, okunmuş bir
hayat olup çıktım. Hissettiğim her şey, sadece ve sadece (bütün çabalarıma
rağmen), yazılmak üzere hissediliyor. Ne düşünürsem anında kelimelere
dökülüyor, imgelere karışarak bozuluyor, belli ahenklere kavuşuyor, ne var ki o
ahenkler de çoktan başka şeye dönüşmüş oluyor. Kendimi durmadan sil baştan kurgulamaktan
mahvoldum. Kendimi düşünmekten düşüncelerim haline geldim, ama artık ben
değilim. Kendime iskandil salladım, sonra iskandili bırakıverdim elimden;
ömrüm, derin miyim, değil miyim diye düşünmekle geçiyor, ama artık
bakışlarımdan başka iskandilim yok, baş döndürücü bir kuyunun kara aynasında,
kendi yüzümü gösteriyor bana bakışlarım, yüzü onu seyretmemi seyrediyor.
Bir tür iskambil kâğıdıyım ben, eski,
bilinmedik bir resim, kaybedilmiş bir oyunun biricik izi. Hiçbir anlamım yok,
değerimi bilmiyorum, kendimi bulabilmem için nirengi noktalarım ya da kendimi
tanımama yardım edebilecek bir işlevim yok. Ve böylece, özümden çok, kendimi
tarif etmek için (tarifte doğruluk payı varsa da, üç beş yalan da yok değil)
kullandığım art arda yağan imgelerde bulur oldum kendimi, kendimi öyle çok
anlattım ki sonunda varlığım tükendi, mürekkep niyetine ruhumu kullandım ben
de, hem zaten başka bir işe yaramıyor. Ama heyecan söndü bile, tekrar boyun
eğiyorum. Kendimdeki bene geri dönüyorum, bir hiç olsa bile. Ve gözyaşsız
yaşlara benzeyen bir şey donup kalmış gözlerimi yakıyor, var olmamış bir
sıkıntıya benzeyen bir şey kupkuru boğazıma oturuyor. Ama ağlamış olsam, ne,
ne uğruna ağlamış olacağımın farkındayım, ne de niye ağlamadığımı biliyorum.
Düş evreni gölge gibi peşimde. Ve benim uyumaktan başka isteğim yok.
Yüreğimin tam ortasında büyük bir
yorgunluk var. Asla olamadığım kişi beni üzüyor, ondan bana kalan anılardan
neye olduğunu anlayamadığım bir özlem kabarıyor. Umutlara ve kesin inançlara
çarpıp düştüm, benimle birlikte bütün batan güneşler de düştü.
Gerçek hayatta Mr. Pickwick'le
tanışamadıklarına ya da Mr. Wardle'la el sıkışamadıklarına samimiyetle üzülen
insanlar vardır. Ben de bunlardan biriyim. Roman bittikten sonra, o devirde1 o
insanlarla, benim için sapına kadar gerçek olan o insanlarla yaşamadığım için
hüngür hüngür ağlamışımdır sahiden de.
Dramlar romanlarda hep güzeldir,
çünkü ne bir damla gerçek kan akar, ne de ölüler çürür, hem zaten çürük şeyler
romanlarda çürümez asla.
Mr. Pickwick komik biriyken aslında
öyle değildir, çünkü bir roman kahramanıdır. Kim bilir, belki de roman
Tanrı'nın bizi kullanarak yarattığı hayattan çok daha kusursuz bir hayat ve
gerçekliktir ve biz, belki de sırf onu yaratmak için varızdır. Görünüşe
bakılırsa uygarlıklar sırf sanat ve edebiyat üretmek için var, kelimelerse
onlardan bize kalan, bizimle konuşan şeyler. Bu insan-ötesi figürler neden
gerçek, sahici olmasın? Zihinsel varlığımda böyle olabileceğini düşündükçe
canım yanıyor..
H.K.
3 Eylül 1931
En fazla ıstırap veren duygular, en
can yakan heyecanlar, aynı zamanda en saçma olanlardır: imkânsız şeylere karşı,
sırf imkânsızlığın yarattığı istek, hiç var olmamış olana duyulan özlem,
geçmişte olabilecek olana duyulan arzu, farklı olmamanın acısı, dünyanın var olduğunu
görmenin verdiği tatminsizlik duygusu. Bilincin bu yarım tonları içimizde acı
verici bir manzara, varlığımızın sonsuza dek süren gurubunu çizer. O an
kendimize karşı, giderek karanlığa gömülen ıssız kırların uyandırdığı
duygulara kapılırız; uzak kıyılar arasında kapkara sularıyla, olanca
berraklığıyla akan, gemilerin geçmediği bir nehrin kıyısındaki kamışların
hüznüdür bu.
Acaba bu duygular sıkıntıdan
kaynaklanan gizli bir deliliği mi açığa vuruyor, yoksa bir vakitler yaşadığımız
başka dünyaların bizde kalmış bulanık anıları mı - rüyada görülen şeyler gibi
iç içe geçmiş, karışmış, bize saçma görünse de kökenleri - tabii kökenlerini
biliyorsak - hiç de öyle olmayan, bulanık anılar. Başka varlıklar olmuş mudur,
diye soruyorum kendime, -eski bizler-, bugün, eski hallerinin birer gölgesi
olarak, ne kadar eksiksiz olduklarını eksik bir şekilde algıladığımız, olsa
olsa hayal edebileceğimiz sağlam yapılarını kaybettikten sonra, şu yaşadığımız
gölge halinin iki boyutuna düşmüş varlıklar.
Biliyorum, heyecanın düşünceleri olan
bütün bu şeyler ruhumuzu kasıp kavuruyor. Neye denk düştüklerini hayal
edememek ya da gönül gözümüzde sildiklerinin yerine koyacak herhangi bir şey
bulamamak - bütün bunlar ne nerede, ne kim tarafından, ne de niçin verildiğini
bilmediğimiz bir ceza gibi çöküyor üstümüze.
Ama bunun sonucunda, bizde hayata ve
bütün hayhuyuna karşı bir bıkkınlık, bütün arzulara ve belirtilerine karşı
peşin bir yorgunluk, bütün duygulara karşı isimsiz bir tiksinti kalıyor
elbette. Melankolinin keskinleştiği böyle zamanlarda, düşlerimizde bile âşık
olmamız, kahraman olmamız, mutlu olmamız imkânsızdır. Hepsi, hatta hepsinin
düşüncesi bile boştur. Bize başka bir dilde söylenir bunlar, zihnimizde bir
türlü şekle girmeyen hecelerden oluşan, anlaşılmaz bir ses dizisinden ibaret
bir dilde. Hayatın içi oyuktur, ruhumuzun içi oyuktur, bütün dünyanın içi
oyuktur. Bütün tanrılar, ölümden daha derin bir ölümle ölmüştür. Her şey
boşluktan daha boştur. Her şey nihayetinde var olmayan şeylerin bir kaosudur.
Bunlar aklımdan geçerken, acaba
gerçeklik ateşimi dindirir mi, diye etrafıma baktığımda, ifadesiz evler,
ifadesiz şekiller, ifadesiz jestler görüyorum. Taşlar, bedenler, düşünceler -
hepsi ölü. Bütün hareketler durmuş - hepsi bir duruşta donmuş. Hiçliğin hiç
anlamı yok. Hiçliği tanımıyorum, tuhaf bulduğumdan değil, ne olduğunu
bilmediğim için. Dünyayı kaybettim. O anın biricik gerçekliği olan ruhumun en
derin yerinde yoğun, gözle görülmez bir ıstırap var, karanlık bir odada
oturmuş, ağlayan bir erkeğin sesinde okunan bir hüzün.
H.K.
Zamanı derin bir acıyla hissediyorum.
Bir şeyleri bırakıp gitmek beni inanılmaz sarsıyor. Birkaç ay yaşadığım
zavallı möbleli oda ya da altı gün kaldığım taşra otelindeki masa, hatta bir
garda, iki saat oturup tren beklediğim hüzünlü bekleme salonu - tamam, ama
hayatın güzel şeylerini terk ettiğimde ve sinirlerimin olanca duyarlılığıyla
onları bir daha asla göremeyeceğimi, onlara kavuşamayacağımı, kavuşsak da şu
belirli, eşsiz andaki gibi olmayacaklarını düşününce - metafizik bir ıstırap
veriyorlar bana. Ruhumda bir uçurum açılıyor, Tanrının zamanının soğuk nefesi
solgun yanağımı okşuyor.
Zaman’. Geçmişi Ansızın herhangi bir
şey - bir şarkı, tesadüfen burnuma gelen bir koku ruhumda anıların tıpasını
çekiveriyor... Bir vakitler olduğum, bir daha asla olmayacağım her şey’ Benim
olmuş, gelecekte asla olmayacak şeyleri Ve ölüler’ Çocukluğumda beni onca
sevmiş olan o ölüler’ Adlarını andıkça ruhum buz kesiyor; insan yüreklerinden
sürüldüğümü, kendi gecemde yapayalnız kaldığımı, kapalı kapılarının dilsizliğinin
karşısında, dilenci gibi ağladığımı hissediyorum.
H.K.
Üç günlük tatilde, kendimin beni
bulamayacağı bir yerde, iki minyatür burunla dünyanın geri kalanından kopmuş
minicik bir koyu olan, küçük bir sahilde inzivaya çekildim. Kıyıya, en tepedeki
basamakları ahşap olan ilkel bir merdivenle iniliyordu, tam ortaya gelince
basamakların yerini kayanın farklı seviyelerine açılmış oyuklar alıyordu, iki
yandan da pas tutmuş demirden bir tırabzan uzanıyordu. Ve bu ihtiyar
merdivenden her indiğimde, özellikle de ayaklarımın altında taş basamakları
hissettikçe, öz varlığımdan çıkıp kendimi buluyordum.
Okültistlerin, en azından bazılarının
iddiasına göre, ruh kimi anlarda yüce bir noktaya erişir, heyecanların ya da
belleğindeki bir bölümün etkisiyle daha önce yaşanmış bir hayatın bir anını,
bir görüntüsünü ya da gölgesini hatırlayabilirmiş. Böylece varlıkların kökenine
ve başlangıcına şimdiye göre daha yakın bir zamana döner ve bir bakıma
çocuklaştığını, esaretten kurtulduğunu hissedermiş.
Bugün pek az kullanılan o merdivenden
inip kimseciklerin ayak basmadığı o sahile usulca süzülürken, büyülü bir yoldan
geçerek olabileceğim monat’ a )0 doğru ilerliyor gibiydim.
Günlük hayatımdaki bazı var olma ve edimde bulunma biçimleri -varlığımın
değişmez kısmında bunlar arzular, tiksintiler, belli türde birtakım kaygılar
olarak kendini gösterir- sipere çekilen askerler gibi içimde yok oluyor,
gölgelerin arasında tanınmayacak hale gelecek kadar siliniyordu; kendimden
uzaklaştırıyordu bu beni, bir önceki günü hatırlamak ya da içimde her zamanki
hayatını süren varlığı bana ait olarak görmek zor geliyordu. Genel olarak
hissettiğim duygular, düzenli olarak düzensizlik gösteren alışkanlıklarım,
etrafım- dakilerle sohbetlerim, dünyanın toplumsal yapısına farklı şekillerde
uyum sağlayışım - sanki bir yerlerde öylesine göz gezdirdiğim şeylerdi bunlar,
basılmış bir biyografinin cansız sayfaları, herhangi bir romanda kendimizi
vermeden okumakla, romanın belkemiğini kırdığımız yan hikâyelerden biri.
Ve bunun üzerine, yalnızca gerçekdışı
bir uçak gibi göğün yücelerinde esen rüzgârın ya da dalgaların uğuldadığı
sahilde, yeni bir düş türüne bırakıyordum kendimi - biçimsiz, uçucu şeylerdi
bunlar, büyük gerçeklerin derinlerinden yükselen, denizin oynak kıvrımları gibi
yankılanan, gök ve su kadar saf, imgesiz ve heyecansız, derin duygular;
uzaklarda eğriler çizen, kıyıya yaklaştıkça yeşile dönen, saydam tirşe
tonlarının yanıp söndüğü, titrek mavi bir deniz; nihayet pes eden binlerce
kolunu tıslayarak koparıp kararmış kumlar, köpükten salyalar olarak ortaya
serdikten sonra - çatlayan dalgaları, kökenlerdeki özgürlüğe dönüşleri, tanrısallık
özlemlerini ve anıları (sözgelimi eski bir zamanın acı vermeyen, şekilsiz anısını
ya da şu ya da bu sebeple sadece mutlu bir anıyı) bağrında topluyordu deniz -
köpük ruhlu koca bir özlem kalabalığıydı bu ve sonra huzur, ölüm ve hayat denen
kazazedelerin sığındığı adayı kuşatan o engin umman, her şey ya da hiçlik.
Uykusuz uykular uyuyordum, bütün
duyularımla gördüğüm şeylerden kopmuş oluyordum çoktan, kendi
alacakaranlığımdan, ağaçların arasında suyun sesinden, geniş nehirlerin
sakinliğinden, melankolik akşamların tazeliğinden, uykuyu barındıran ak bir
göğsün yavaş soluğundan, çocukluğun, dünyayı seyretmenin damgasını yemiş bütün
bu şeylerden.
H.K.
Aileden de, bir can yoldaşından da
yoksun olmanın güzelliği, sürgünlüğün tadını hatırlatan; sürgünlük gururumuzu,
o hafif gurbet acısını silikleştirmeye, belirsiz bir şehvete dönüştürmeye sevk
eden o büyülü zevk - kendimce, kayıtsızca
192/506 tadını
çıkarıyorum bütün bunların. Zihinsel hayatımın en ayırt edici kurallarından
biri, dikkati aşırı derecede yoğunlaştırmamak ve düşe bile, onu varlık alanına
çağırabildiğim! bilmenin asaletiyle tepeden bakmaktır. Düşlere fazla önem vermek,
öyle ya da böyle bizden koparak, karınca kararınca gerçeklik mertebesine
erişmiş ve böylece, kendisine kibarca davranmamızı beklemeye olan kayıtsız
şartsız hakkını kaybetmiş bir şeyin üzerine fazla düşmek olur.
59. Ya da: ...bir
başkası olmamanın sıkıntısı nasıl da çöker üstüme.
60. Eski Yunan
felsefesinde bölünmez birlik; Leibniz’in felsefesinde ise, bölünemez bir birlik
olan sonsuz sayıdaki cevherlerin her birini ifade eder. (Ç.N.)
H.K.
Sıradanlık bir yuvadır. Günlük hayat
bir ana gibi kucak açar insana. Büyük şiirin içinde yüce arzuların zirvelerine
doğru, aşkın ve okült şeylerin doruklarına doğru uzun bir yolculuk yaptıktan
sonra, mutlu aptalların kahkahalarla güldüğü hana dönmek müthiş iyi gelir,
hayatın bütün sıcaklığına kavuşmuş oluruz böylece, biz de Tanrı' nın yarattığı
halimize dönerek aptallaşır, onlarla kadeh tokuştururuz, bize bahşedilmiş olan
evrenden memnunuzdur artık, gerisini de dağlara tırmanıp da, tepeye varınca
öylece bakınmakla yetinenlere havale ederiz.
Deli ya da aptal gözüyle baktığım bir
adamın, pek çok farklı konuda ya da hayat memat meselelerinde sıradan bir
insanı alt etmesi beni hiç şaşırtmaz. Saralılara kriz anında inanılmaz bir güç
gelir; normal insanlardan pek azı paranoyaklar gibi mantık yürütebilir; çok az
demagog (belki de hiçbiri) dinle bozmuş manyaklar kadar büyük kalabalıklar
toplayabilir etrafına, üstelik insanlara onlar kadar yüreklilik de aşılayamaz.
Bütün bunlar, sadece deliliğin delilik olduğunu kanıtlar. Çöl ortasında ruhun
kör olmasından ibaret, her şeyden kopuk, bomboş, yapayalnız za- ferlerdense,
insanı çiçeklerin güzelliğinin farkına vardıran bozgunları tercih ederim.
O yararsız hayal gücüm, kim bilir kaç
kez iç dünyanın dehşetini, gizemciliklerin, tefekkürün mide bulantısını
yaşatmıştır bana. Hayal kurmak için seçtiğim evimden telaş içinde işe
koşmuşumdur böyle zamanlarda; Moreira'nın yüzünü gördüğümde ise nihayet limana
varmış gibi hissetmişimdir. Aslına bakılacak olursa, Moreira'yı astral hayata
tercih ederim: Gerçeği doğruya tercih ederim; hayatı, evet, yaratıcısı olan Tanrı'ya
tercih ederim. Hayatı bana böyle verdi, ben de onu böyle yaşayacağım. Hayal
kuruyorum, çünkü hayal kuruyorum, ama hayallere içimdeki tiyatroda oynamaktan
başka bir anlam yüklemek kendime bir hakaret olur; şarapsız kalmam, ama şaraba
ekmek ya da hayati bir ihtiyaç gözüyle de bakmam.
H.K.
10/11 Eylül 1931
Günün yükselmesinden çok önce, bu
aydınlık şehrin güneşe dair alışkanlıklarının tersine olarak, sayısız evin1
harap boşlukların yerin ve binaların girintilerinin üzeri, güneşin yavaş yavaş
yaldıza buladığı incecik bir sisle örtülmüştü. Ne var ki, öğlenden hemen önce,
gün gökyüzünde iyice yükseldiğinde gevşek sis tarazlanmaya, hafif soluklara,
tül karaltılara dönüşerek, belli belirsiz silinmeye başladı. Saat ona
geldiğinde, artık kaybolmuş olan sisi hatırlatan tek işaret, gökyüzündeki,
donuk, kötü bir morluktu.
Şehrin yüzündeki maske kayıp
gittikçe, altındaki çizgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Bir pencere
açılınca, çoktan doğmuş olan gün bir daha doğdu. Seslerde hafif bir değişiklik
hissedildi; yeni sesler belirdi. Kaldırım taşlarında, gelip geçenlerin kimseye
ait olmayan auralarında bile mavimsi bir fark oldu. Güneş sıcaksa bile
sıcaklığı henüz nemliydi ve gözle görülmez bir şekilde, çoktan yok olmuş olan
sisin süzgecinden geçmişti.
Sisler olsun ya da olmasın, bir
şehrin uyanışını, kırda şafak sökmesinden daha dokunaklı bulmuşumdur hep.
Şehrinki daha bir yeniden doğmaktır, güneş önce koyu bir aydınlıkla, ardından
nemli bir ışıkla ve sonunda ışıl ışıl bir altın sarısıyla çayırları, ağaççıkların
karaltılarını, yaprakların açılmış avuçlarını yaldızlamakla yetinmek yerine,
pencereleri çalarak, her renkten duvarlara, açıklı koyulu çatılara konarak,
bütün marifetlerini pencerelerde, duvarlarda ve çatılarda sergilediğinde, bunca
farklı gerçekliğe can verdiğinde, uyandırdığı umut da daha fazladır. Kırda
şafak seyretmek bana iyi gelir; şehirde şafak ise hem iyi hem kötü gelir ve bu
iyi gelmesinden daha iyidir. Evet, çünkü bana verdiği daha büyük umudun içinde,
her umuttaki gibi hafif bir acılık vardır, gerçek olmayışının burukluğunun
izidir bu. Kırda sabah var olur; şehirlerde ise, vaat eder. Biri yaşatır, öteki
düşündürür. Bütün meşhur lanetliler gibi ben de, düşünmenin yaşamaya yeğ
olduğunu hissedeceğim daima.
202
H.K.
14 Eylül 1931
Yaz biterken, sıcakların azaldığı ilk
günlerin ardından, akşama doğru uçsuz bucaksız gökyüzünde bazı renklerin
yumuşadığını, sonbaharı haber veren soğumuş meltemin de bunlarla hafifçe
oynadığını gördük. Yapraklar hâlâ yeşildi, yapraklar dökülmüyordu henüz, bir
gün bizim de başımıza gelecek olan, dış dünyadaki ölümü algılamaktan doğan
sıkıntı da yoktu. Var olmak için çabalamaktan yorulmuştuk adeta, edimin son
hareketlerine anlaşılmaz bir uyku çökmüştü. Ah! Öyle acı bir kayıtsızlık vardır
ki bu akşamüstlerinde, sonbahar varlıklardan önce bizde başlar.
Her yeni sonbahar, göreceğimiz son
sonbahara biraz daha yakındır, ilkbahar ya da yaz için de bu böyledir; ama
sonbahar, doğası gereği her şeyin sonunu hatırlatır, oysa ilkbaharda ya da
yazın, gördüklerimizin sayesinde bunu kolayca unuturuz. Ama varlıkların
rengârenk etrafa saçılmasına, rüzgârın değişen sesine, gece çökerken evrenin o
inkâr edilmez varlığına yayılan, eskimsi huzura karşı belli belirsiz
dikkatimizi uyandıran o duyguda, aceleci bir hüznün karaltısı, yol kıyafetleri
içinde bir melankoli seçilir.
Evet, hepimiz göçüp gideceğiz,
üstelik her şeyimizle göçeceğiz. Eldivenlere ve duygulara sahip olanlardan,
ölümden ve memleket meselelerinden konuşanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak.
Nasıl ki azizlerin yüzü de, gelip geçenlerin tozlukları da aynı ışıkla
aydınlanıyorsa, kiminin aziz, kiminin tozluk takmış kişiler olmasından geriye
kalan hiçliği de aynı ışıksızlık karanlığa boğacak. Bütün dünyanın ölü bir
yaprak yığını gibi tasasızca uyuduğu bu dev kasırgada, krallıklar terzi
kızların elbiseleri kadar değerlidir ve çocukların sarı örgüleri,
imparatorlukların asalarıyla aynı fani anaforda döner. Her şey hiçtir ve
Görünmez'in önünde uzanan avluda -aralık kapısının arkasından tek görülen, yine
kapalı bir kapıdır- bizde ve bizim için algılanabilir evren sistemini kurmuş
büyüklü küçüklü her şey, elleri olmadığı halde hareketlerini yöneten rüzgâra
itaat ederek dans eder. Her şey gölge ve uçan tozdur; duyulan tek ses rüzgârın
havalandırıp sürüklediği şeylerden gelir, rüzgârın ardında bıraktığından başka
sessizlik de yoktur. Hafifliklerinden dolayı ötekiler kadar yeryüzünün esiri
olmayan hafif yapraklar Ön Avlu'da, kasırgayla havalanarak daha ağır
varlıkların ötesine düşer. Gözle zor görülen, ancak yakından bakıldığında
farkları anlaşılan tekbiçim tozlar, kasırganın kalbine yuvalanır. Daha
başkaları, sözgelimi minik kütükler daireler çizerek sürüklenir, sağa sola
saçılır. Bir gün, varlıklar hakkında bilinenlerin sonuna varıldığında dipteki
kapı açılacak ve her ne idiysek -ister insan, ister yıldız artıkları olalım-
hepsi içeri süpürülecek ki var olanlar her şeye yeniden başlayabilsin.
Yüreğim, yabancı bir kitle gibi
canımı yakıyor. Beynim bütün hissettiklerimi uyuyor. Evet, günün battığı yönde
üç beş bulutluk karmaşık bir yığını hiç gülümsemeden, ölgün bir sarıyla
çevreleyen şu ışığı havaya da, ruhuma da getiren sonbahardır. Evet, sonbahardır
bu ve bu dupduru saatte bütün varlıkların ismi konulmamış yetersizliğinin
açıkça farkına varmak demektir. Sonbahar, evet, gelen ya da çoktan gelmiş olan
sonbahardır ve bütün eylemlerden peşinen yorulmak, bütün hayallerin peşinen
yıkılmasıdır. Kimden, ne fayda gelir? Kendimi ne halde düşünürsem düşüneyim,
zaten önavluda, yaprakların ve tozların arasında, hiçbir şeyin anlamından
soyunmuş o göz çukurunda yürürken görüyorum kendimi; güneşin eğri ışıklarının
dünyanın sonuyla boyadığı, bilemediğim bir yerdeki saydam taşlarda hafif bir
hayat sesi çıkarıyor ayaklarım.
Düşünmüş, hayal etmiş, tamamlamış ya
da tamamlamamış olduğum ne varsa - bütün hepsi sonbaharla gidecek, tıpkı yere
saçılmış yanık kibritler gibi ya da buruşturulup top yapılmış kâğıtlar, büyük
imparatorluklar, bütün dinler, eğlence olsun diye, uyuklayan çöküş çocuklarını
yaratmış felsefeler gibi. İnsanlığıma dair ne varsa - özlemlerinden yaşadığım
sıradan eve, bana ait tanrılardan gene bana ait patron Vasques'e dek, hepsi
sonbaharla gider, hepsi sonbaharın kayıtsız yumuşaklığında gider. Her şey
sonbaharla gider, evet, sonbaharla her şey gider..
H.K.
15 Eylül 1931
Bu ağır gün sonu derinimizde tamama
erip gereksiz bir yara mı açar, yoksa varlığımız salt derin bir sessizliğin
hüküm sürdüğü, yabanördeklerinin inmediği, ölgün kamışlarla dolu göllerin
olduğu, anlaşılmaz alacakaranlıklar içinde bir oyun mudur. Bilemeyiz ve
yosunlara benzeyen çocukluğumuzdaki hikâyelerden hatırımızda kalan yoktur, oysa
geleceğin göklerindeki sevgi, belirsizliği usulca yıldızlara götüren meltem
kendini göstermiştir bile. Kimselerin gelmez olduğu mabette adak lambası
kararsızca salınır, yaşlı, ıssız bahçelerde su birikintileri güneşin altında
kokuşur, bir zamanlar bir ağaca kazınmış ismi tanıyan kalmamıştır ve karanlık
insanların ayrıcalıkları paramparça kâğıtlar gibi şiddetli rüzgârların estiği
yollara saçılmış, engellere takılıp kalmıştır. Başkaları gelecek, eski
insanların penceresinden sarkacak; hiç görmedikleri bir güneşin kötü, nostaljik
gölgesini unutmuş olanlar şimdi uyuyor; ve hiçbir şey yapmadığım halde
cüretkâr davranan ben, yandan akan nehrin çamuruna bulanmış sırılsıklam
kamışların ve gizli yorgunluğumun arasında, biten günlere özgü, imkânsız
sınırlara uzanan sonbaharlarda hiç keşke demeden öleceğim. Ve bütün bunların
içinde, adeta çırılçıplak soyulmuş sıkıntının bir ıslığı gibi, ruhumun düşlerin
ardında pusuya yattığını sezeceğim - dünyanın en büyük karanlığına yükselen,
gereksiz, katıksız, derin bir çığlık.
H.K.
15 Eylül 1931
Bulutlar . .. Bugün gökyüzünün
farkındayım, ona bakmadığım, daha çok hissettiğim günler de oluyor - çünkü
şehirde yaşıyorum ben, şehri barındıran doğada değil. Bulutlar... Bugün onlar
temel gerçeklik ve giderek kapanan gök kaderimi tehdit eden büyük bir tehlike
gibi, hiç aklımdan çıkmıyor. Bulutlar... Uğultu, çıplak bir keşmekeş içinde
açıklardan Kale'ye, Batı'dan Doğu'ya geliyorlar, bazen beyaza bulanmış oluyor
bu kargaşa, bilmem hangi öncü bulutlara doğru iplik iplik uzanıyor; daha ağır
davranan bazı bulutlarsa sesi gayet iyi duyulan rüzgâr onları dağıtmakta
gecikince neredeyse kapkara kesilmiş; ve nihayet, dar ev sıraları arasındaki
sokak denen yalancı boşlukları gitmeye gönülleri yokmuş gibi gölgeleriyle
değil, yavaşlıklarıyla karartırken, kirli bir beyaz karasına döndüler.
Bulutlar... İstemeden varım,
istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle
hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum, birer hiç olan şeylerin
ortasındaki soyut ve tensel noktayım - ki o şeylerin bir adım ötesinde değilim
ben de. Bulutlar... Hissettiğimde nasıl bir sıkıntı, düşündüğümde nasıl bir
rahatsızlık, istediğimde nasıl bir yararsızlık! Bulutlar.. . Hâlâ geçiyor
bulutlar, bazıları kocaman, evler yüzünden göründüklerinden daha küçük olup olmadıkları
anlaşılamadığından, sanki bütün göğü ele geçirecekler gibi geliyor insana;
kimilerinin büyüklüğü belirsiz, iki bulutun birleşimi olabilir bunlar ya da ikiye
bölünecek tek bir bulut - yükseklerde, yorgun gökte artık hiçbir anlamları yok;
kimileri ise küçücük; güçlü şeylerin oyuncağı, saçma oyunlarda kullanılan, bir
tarafa yığılmış, yalnız bırakılmış, soğuk, sönmüş toplar gibiler.
Bulutlar... Kendimi sorguluyorum, kendimi
bilmiyorum. Yararlı tek bir iş yapmadım, sahip çıkabileceğim herhangi bir şey
de yapmayacağım asla. Hayatım boyunca bir tek, var olmayan şeylere karman
çorman yorumlar getirmekten vazgeçmedim, bunu da, gizli evreni bana veren,
başkasına aktarılması imkânsız duyguları anlatmak için dizeleri nesre
dönüştürmekte kullandım. Nesnel olarak, öznel olarak kendime doydum. Her şeye
doydum, hepsine. Bulutlar.. . Onlar her şeydir, yükseklerin paramparça
oluşudur, boş dünyayla var olmayan gök arasında bugün gerçek olan tek şeydir
bulutlar; zorla Üzerlerine yıktığım sıkıntıdan artakalan tarifsiz paçavralar;
olmayan renkte tehditlerle koyulaşmış sis; duvarsız bir hastanede, kirli pamuk
toplar. Bulutlar... Onlar da benim gibidir, görünmez bir coşkunun etkisiyle gökle
yer arasına saçılmış, yıldırımlı ya da yıldırımsız bir yoldur, dünyayı
aklıklarıyla neşeye boğar ya da kara gövdeleriyle karartırlar, arada kalmanın,
başıboşlukların öyküleri olarak, yerin gürültüsünden uzak, ama göğün
sessizliğinden yoksundurlar. Bulutlar... Hâlâ geçiyor bulutlar, hep geçer
onlar, sonsuza dek geçecekler, solgun yumaklarını çözüp toplayarak, darmadağın,
sahte göklerini belli belirsiz gerip açarak.
[Descobrimento dergisinin 3. sayısında
yayımlanmıştır; 1931)
H.K.
16 Eylül 1931
Gün akarak kendini bırakıyor, eprimiş
kızıllıklarda tükeniyor. Ne biri çıkıp bana kim olduğumu söyleyebilecek, ne de
bir zamanlar var olduğumu bilen olacak. Bilinmeyen dağdan asla öğrenemeyeceğim
vadiye indim ve adımlarım, yavaş günbatımında, ormandaki düzlüklerde bırakılmış
izlerdi sadece. Bütün sevdiklerim beni karanlıkta unuttu. Son gemiyi duyan bile
olmadı. Posta da o mektuptan habersizdi, ki zaten mektubu yazacak kimse yoktu.
Ve her şey sahteydi. Başkalarının
anlatmış olduğu öyküleri tekrar anlatan olmadı; bir vakitler aldatıcı bir
umuda kapılıp bir liman bulmaya gidenden, gelecekteki sislerin, yaşanacak
kararsızlıkların bu oğlundan da haber yok. Adımı gecikenler arasında
sayıyorlar ve bu ad bile bir gölge, bütün geri kalanlar gibi.
Ah! Ama oda bile doğru oda değil -
kayıp çocukluğumdaki eski odamdı! Bir sis gibi uzaklaştı, gerçek odamın beyaz
duvarlarını (sahiden) delip geçti ve buradaki küçücük, apaçık oda, tıpkı henüz
uyuklayan bir hayvanın kaslarını uyandıran bir arabacının adımlarının ve kırbacının
belli belirsiz sesi gibi, tıpkı hayat ve gün gibi, karanlığın içinden
yükseliverdi.
Doğru ya da kesin gözüyle baktığımız
nice şeyler düşlerimizin artıklarıdır sadece, anlama yetisinden yoksun
olduğumuz için içine gömüldüğümüz uyurgezerliğin ürünleri! Neyin doğru ya da
kesin olduğunu gerçekten biliyor muyuz? Güzel dediklerimiz arasında aslında
sadece bir dönemin alışkanlığını, mekânın ve zamanın kurgusunu yansıtanlar
hangileri? Gerçekten bize ait olduğunu sandığımız, oysa yaradılışımızdan ötürü
derin doğasını kavrayamayarak, sadece mükemmel bir aynası olduğumuz, üzerini
şeffaf bir örtü gibi örttüğümüz neler var kim bilir !
Kendimizi ne kadar kandırabildiğimizi
düşündükçe, yok olmuş kesin inançların yorgun ellerimin arasından incecik
kumlar gibi aktığını hissediyorum. Ve düşüncenin bir duyguya dönüştüğü,
zihnimin karanlığa gömüldüğü anlarda bütün dünya, gölgelerden örülü bir sis,
köşelerin, açıların silindiği bir sahne, bir interlude hikâyesi, gecikmiş bir
şafak gibi geliyor. Nereye baksam kendi ölümünü içinde taşıyan bir mutlaklık,
durgunca bekleyen ayrıntılar görüyorum. Düşüncemi başka bir bağlama oturtmamı,
böylece unutmamı sağlayan duygularım ise bir tür uyku, uzak, edilgen bir şey,
bir araf, bir farklılık, gölgelerin ve karmaşanın bir oyunu.
Neredeyse çilecileri ve yalnızları
bile anlayacak hale geldiğim bu anlarda -bütün güçlerini, bir köşesine asla
değişmez diye damga vurulmuş amaçlar uğruna harcayan, inançları için bu kadar
uğraşan insanları anlayabilecek olsam-, elimden gelse koca bir perişanlık
estetiği, geceye özgü şefkatin, uzaklarda kalmış başka yuvalara duyulan özlemin
makamında, özel bir ahengi olan çocuk ninnileri bestelerdim.
Bugün, sokakta ayrı ayrı, birbiriyle
kavga etmiş iki arkadaşıma rastladım. İkisi de kavgayı anlattı. İkisi de
doğruyu söyledi. İkisi de gerekçelerini gösterdi. İkisi de haklıydı, sonuna
kadar haklıydı. Başka şeyler ya da olayların farklı yüzlerini görmüş
olduklarından değil. Hayır: Her ikisi de olayları harfiyen nasıl olduysa öyle
görüyor, aynı kıstasla değerlendiriyordu; ama her biri farklı bir şey
görüyordu, dolayısıyla, haklıydı.
Gerçeğin varlığındaki bu ikilik
karşısında şaşırıp kaldım.
208
H.K.
18 Eylül 1931
Nasıl, bilsek de bilmesek de bir
metafiziğimiz varsa, aynı şekilde istesek de istemesek de bir ahlak anlayışımız
da vardır. Benim ahlakım son derece yalındır - kimseye ne iyiliğin dokunsun ne
kötülüğün. Kötülük yapmayacaksın, çünkü birincisi, tıpkı kendim gibi herkesin
rahatsız edilmeme hakkı var, ama ayrıca bu dünyaya kötülük lazımsa, doğal
kötülükler rahat rahat yeter. Şu ölümlü dünyada, tanımadığımız bir limandan
kalkmış, bilmediğimiz bir başka limana seyreden bir gemide yaşıyoruz; aynı
yolun yolcuları olarak birbirimizi hoş tutmalıyız. Öte yandan da iyilik de
yapmamalı insan, çünkü ne iyinin ne olduğunu biliyorum, ne de niyetlendiğimde
gerçekten iyilik yapıp yapmadığımı. Birine sadaka vermekle belki de felaketlere
yol açıyorumdur? Birini eğitmeye ya da yetiştirmeye kalkışırsam, bu yüzden ne
rezaletler çıkacağını bilebilir miyim? Kafamda dolaşan şüphelerden dolayı
ayağımı denk alırım. Hem ayrıca bana öyle geliyor ki yardım etmek ya da öğüt
vermek, yanlış bir şekilde, bir başkasının hayatına müdahale etmek demek.
İyilik, şımarıkça bir huydur: Başkalarını şımarıklıklarımıza kurban etmeye
hakkımız yok, insani niyetlerle ya da şefkatle hareket etsek bile. İyilikler,
bize zorla benimsetilmiş şeylerdir: İşte bu yüzden, açıkça tiksiniyorum
onlardan.
Ahlak anlayışımdan dolayı iyilik
yapmaktan kaçınırım ama, bana yapılmasını da beklemem. Hastalandığımda en çok
rahatsız olduğum şey, insanların bana bakmaya mecbur olmasıdır, ben birine
bakmak zorunda kalsam midem bulanırdı. Hiç hasta ziyaretine gitmedim.
Hastayken, her ziyaretime gelene sinirlenmiş, yaptığını bir hakaret,
mahremiyetime akıl almaz bir tecavüz olarak görmüşümdür. Hediyelerden
hoşlanmam; çünkü karşılığında hediye vermek gerekir - ister aynı kişilere,
ister başkalarına, bunun bir önemi yok.
Gayet olumsuz bir anlamda, gayet
geçimli bir insanımdır. Olabilecek en zararsız varlığım ben. Ama daha fazlası
değilim; zaten istemem, olamam da. Var olanlara görsel bir şefkat, aklımdan
yükselen bir sıcaklık duyarım - yüreğim ise bomboştur. Hiçbir şeye inanmam,
umut ya da merhamet beslemem. Her türden dürüstlüğün dürüstlerinden, bütün
gizemciliklerin gizemcilerinden, daha doğrusu bütün dürüstlerin
dürüstlüklerinden, bütün gizemcilerin gizemciliklerinden tiksinirim, içimi
korkular, bulantılar basar. Gizemci fikirler eyleme geçtiğinde, insanların
aklını çeldiklerini, iradelerine hükmettiklerini, doğruyu bulduklarını ya da
dünyayı iyileştirdiklerini iddia ettiklerinde bulantı bu sefer gerçekten mideme
vurur.
Ailemden kimse kalmadığı için kendimi
şanslı sayarım. °1 Öte yandan, ister istemez üzerime ağırlık yapacak olsa bile,
birilerini sevmeye de karşı değilim. Bütün özlemlerim edebidir. Çocukluğumu
gözlerimde yaşlarla hatırlarım, ama belli bir ahengi vardır bu yaşların, nesir
aralarından başlarını kaldırıverirler. Çocukluğumu benim dışımda bir şey gibi,
dışarıya ait şeylerle hatırlıyorum; zaten belleğimde tek kalan da bu. Küçükken,
taşrada geçen günleri düşündükçe yüreğimi burkan, ora akşamlarının sakinliği
değil, çay sehpasının yeri, odayı çepeçevre saran mobilyaların yerleri,
etrafımdaki insanların yüzleri ve hareketleri. Ben, birtakım sahneleri,
tabloları özlerim. Bundan dolayı kendi çocukluğum, başkalarının çocukluğu kadar
duygulandırır beni: Her ikisi de, ne olduğunu bilemediğim bir geçmişte kalmış,
edebi bir bakışla algıladığım, görüntülerden ibaret olgulardır. Bunlar beni
duygulandırıyor elbette, ama hatırladığım için değil, gördüğüm için.
Doğduğum günden beri hiç kimseyi
sevmedim. En çok duygularımı sevdim - görülebilir haldeki bilinçli şeylerdi
bunlar, hep tetikte bekleyen bir işitme duyusunun algıları ya da dışarıdaki
zavallı dünyanın bana seslenmek, geçmişten konuşmak için kullandığı kokulardı
(ki kokular, hatıraları çok kolay canlandırır), yani fırında pişen bir ekmekten
daha fazla gerçeklik, daha fazla heyecan vermek için; tıpkı beni çok seven bir
amcamın cenazesinden döndüğüm, bilmediğim bir yükün üzerimden kalktığını
duyduğum o uzak akşamüstünde olduğu gibi.
Benim ahlakım ya da metafiziğim,
başka bir deyişle varlığım işte budur: Her şeyden ve bizzat kendi ruhundan
tamamen geçmiş biriyim; hiçbir şeye ait değilim, hiçbir arzum yok, hiçbir şey
değilim - insanlara ait olmayan birtakım duyumların soyut merkezi, yere düşmüş,
yüzü dünyanın zenginliğine dönük hassas bir aynayım. Bütün bunların üstüne
mutlu muyum yoksa mutsuz mu, bilemiyorum; ve bu umurumda bile değil.
(Descobrimento'nun 3. sayısında yayımlandı, 1931)
209
Başkalarıyla işbirliği yapmak,
birlikte hareket etmek, onlara bağlanmak; hep metafiziksel açıdan hastalıklı
bir itkinin ürünü bunlar. Bir bireye bahşedilmiş olan ruh, başkalarıyla ilişki
kurmak uğruna ödünç verilmemeli. Kutsal var olmak olgusu, yan yana var olmak
gibi şeytani bir olguya teslim edilmemeli.
Başkalarıyla birlikte hareket
ettiğimde en azından bir şeyi kaybetmiş olurum: tek başıma hareket etme
imkânını.
(Başkasına?), içimi döktüğümde sanki
büyümüşüm gibi gelir, oysa aslında küçülmüşümdür. Başkalarıyla yaşamak,
ölmektir. Benim için sadece özbilincim gerçektir: Ötekiler bu bilincin içinde
hayal meyal seçilen olgulardır, onları olduğundan daha gerçek görmek, marazi
bir davranış olur.
Ne pahasına olursa olsun kendi
bildiğini okumakta inat eden çocuk, Tanrı'ya yakındır, çünkü var olmayı
istemektedir.
Yetişkinlerin hayatı, başkalarına
sadaka dağıtmakla geçer. Hepimiz başkalarının sadakalarıyla yaşarız.
Kişiliğimizi, yan yana var olma denen rezilce âlemlerde harcarız.
Telaffuz ettiğimiz her söz
bizi ele verir. İletişim yolu olarak bir tek yazılı söz hoş görülebilir, çünkü
o, bir insandan diğerine uzanan bir köprünün bir taşı değil, yıldızların
arasındaki bir ışık huzmesidir.
Anlatmak, inanmayı
reddetmek demektir. Felsefe, sonsuzluğun farklı tezahürleri altında yürütülen
bir diplomasi olarak özetlenebilir [...] Tıpkı diplomasi gibi felsefe de
temelden yanlıştır, o bir kendilik olarak değil, tamamen ve kesinlikle, bir
amaca yönelik bir eylem olarak vardır.
Yazdıklarını yayımlatan
bir yazarın önündeki yegâne şerefli seçenek, hak ettiği başarıya kavuşmamasıdır
belki de. Ama bir yazar için gerçekten şerefli olan, tek satır bile
yayımlamamaktır. Yazmamalı demiyorum, çünkü o zaman yazar olmaz. İçinden
geldiği için yazıp da, ruhsal durumu yüzünden yazdıklarını ortaya
çıkarmayanları kastediyorum.
Yazmakla düşlerimizi
nesnelleştirmiş, bir dış dünya yaratmış oluruz, yazarlığımızın bize sunduğu
[7] bir ödüldür bu dış dünya. Yazdıklarımızı yayımlattığımızda ise, o dünyayı
başkalarına sunmuş oluruz; fakat, onlarla ortaklaşa sahip olduğumuz tek dış
dünyanın gerçek "dış dünya'', maddenin, görünebilir ve dok- unulabilir
âlemin dünyası olduğunu bildikten sonra, bu neye yarar? Bendeki dünyaya
ötekiler nasıl ortak çıkabilir?
210
Yazdıklarını yayımlatmak
- kendini topluma mal etmek. Ne rezil bir ihtiyaçtır bul Ama neyse ki eylem le
bağı kalmamış bir ihtiyaç - yayıncı kazanır, dizgici üretir.
Akıl çağına gelmiş her
insanın en büyük kaygılarından biri kendini idealindeki imgeye göre, düşünen
bir birey olarak biçimlendirmektir. Modern çağın dışarıdan gelen tiz seslerinin
karşısında, ruhumuzdaki asaletin mantığını hiçbir ideal durağanlıktan daha iyi
yansıtamayacağına göre, Durağan, Etkisiz olmayı ideal edinmeliyiz. Yararsız?
Onu sadece, yararsızlığı öyle ya da böyle cazip bulanlar dert edecektir.
211
H.K.
Coşku, kabalıktır.
Coşkunun ifade edilmesi, öncelikle
dürüst olmama hakkımıza bir saldırıdır.
Ne zaman dürüst olduğumuzu asla
bilemeyiz. Belki de hiç değilizdir. Ve bugün dürüst davranıyorsak, yarın, tam
tersi bir nedenden dolayı da aynı şekilde davranabiliriz.
Kendi adıma, hiçbir zaman kesin
inançlarım olmamıştır: Sahip olduğum tek şey duygulardır. Sırf orada rezil bir
günbatımı seyrettim diye bir yerden nefret etmem.
Duygularımızı dışa vurduğumuzda,
onları gerçekten hissetmekten çok, hissettiğimize kendimizi ikna etmeye
çalışıyoruzdur.
212
Görüş sahipleri, kendilerini
kendilerine satmış insanlardır. Görüş edinmemek, var olmaktır. Bütün görüşlerin
sahibi olanlara ise şair denir.
213
H.K.
Her şey elimden kaçıyor,
buharlaşıyor. Bütün hayatım, anılarım, hayal gücüm ve içerdikleri ve nihayet
kişiliğim - her şey benden kaçıyor, her şey buharlaşıyor. Başkası olmuş
olduğumu, başka hissettiğimi, başka düşündüğümü hissediyorum hep. Bir başka
dekorda oynanan bir temsilmiş seyrettiğim. Ve, kendimi kendimi izlemişim [ ...]
Bazen edebiyat çekmecelerimin her
zamanki dağınıklığının arasında, on yıllık, on beş yıllık, hatta daha eski
metinlere rastladığım oluyor. Çoğu bir yabancının eseri gibi geliyor;
içlerinde kendimi göremiyorum. Biri onları yazmış... ve o ben- mişim.
Yazdıklarımı hissetmişim tabii, ama başka bir hayatta, bugün bir başkasının
uykusundan uyanırcasına uyanacağım başka bir hayatta.
Çok eskiden, daha gencecikken
yazdığım sayfalar, on yedi, yirmi yaşımdan kalma kısa parçalar elime geçiyor
sık sık. Kimisi o zamanlar sahip olduğumu hatırlamadığım bir ifade gücünü
yansıtıyor. Bazı cümleler, ilkgençlikten çıkarken yazılmış bazı pasajlar,
yıllarla ve olaylarla şekillenmiş, bugünkü varlığımın ürünü sanki. Kabul
etmeliyim ki o zaman ne idiysem, şimdi de tıpatıp aynısıyım. Ve her şeye
rağmen, eski ben' e göre büyük ilerleme göstermiş olduğumu hissettiğim için
merak ediyorum, madem o zaman da aynıydım, gelişme nerede..
Bütün bunlarda, beni güçten düşüren,
sıkıştıran bir gizem var.
Geçen gün, o uzak geçmişe ait kısacık
bir metin beni allak bullak etti. Gayet iyi hatırlarım ki, dili biraz da olsa
iyi kullanma kaygısı, bende birkaç seneden eskiye gitmez. Ne var ki bir
çekmecenin dibinde bulduğum çok daha eski bir metne bakıyorum da, aynı kaygı
onda da var. Olumlu bir anlamda söylüyorum, geçmişin akışına göz atarken
kendimi anlayamıyorum: Nasıl olmuş da, zaten olduğum şeye doğru
ilerleyebilmişim? Bir zamanlar kendimi görmeyi başaramamışken, şimdi nasıl
oluyor da görüyorum? Hepsi birbirine karışıyor, kendimi bulamadığım, kendi
yollarımda kaybolduğum bir labirente dönüşüyor.
Zihnim düş âlemine dalıyor. Şu an
yazdığımı daha önce de yazdığıma eminim. Hatırlıyorum. Ve bende var olduğunu
düşleyen o varlığa soruyorum, yoksa bu duygusal platonizm aslında daha belirgin
bir hastalık öyküsü mü, şimdiki hayatın eski bir hayatta bıraktığı başka bir
anı mı diye..
Tanrım, kimin izleyicisiyim ben
böyle? Kaç kişiyim? Ben kimdir? Kendimle ben arasındaki bu mesafe nedir?
214
H.K.
Geçen gün Fransızca bir metin buldum,
yazalı on beş yıl olmuş. Ne Fransa'ya adım atmışlığım var, ne de doğru dürüst
Fransız tanımışlığım, dolayısıyla bu dilde pek pratik yapamadım, sonradan
konuşmayı iyice unutmuşumdur herhalde. Her zamanki kadar Fransızca okuyorum,
yaşım ilerledi, ama düşünce yapım daha prag- matik: Yani ilerleme kaydetmiş
olmalıyım. Ne var ki bakıyorum da, geçmişimden gelen bu metinde dili artık
sahip olmadığım bir güvenle kullanmışım; anlatım bugün olabileceğinden çok daha
akıcı; koca paragraflar, uzun cümleler, sözler, deyimler dile şimdikinden çok
daha fazla hâkim olduğumu gösteriyor, oysa bir vakitler Fransızcayı bu kadar
iyi kullanabildiğimi hatırlamıyorum bile. Bunu nasıl açıklayabiliriz? İçimdeki
kimin yerine geçtim ben?
Biliyorum, en kolayı, olaylar ve
insanlar akıcıdır, diye bir teori üretmek, hayatın içeriden bir akışı
olduğumuzu düşünmek, varlığımızın büyük bir niceliği temsil ettiğini, kendi
kendimiz üzerinden ilerlediğimizi ve kalabalık olduğumuzu hayal etmek... Ama
burada, kişiliğimizin kendi kıyıları arasında sakince akmasından daha başka bir
şey var: Öteki var, mutlak öteki, bana ait olmuş olan yabancı bir varlık.
Yaşın, hayal gücünün, heyecanın etkisiyle kaybettiğim, belli bir kafa yapısı,
belli bir duygu iklimi - gerçekten böyleyse üzülürüm, ama şaşırmam. Peki ama,
yazdıklarımı yeniden okurken bir yabancıyı okur gibi hissettiğimde, neyi
seyretmiş oluyorum? Kendimi dibinde gördüğüme göre, hangi suyun başında
duruyorum?
Bazen yazdığımı hatırlamadığım
pasajlar bulduğum da oluyor -buna şaşırmıyorum-, ama yazabilmiş olabileceğimi
bile hatırlamıyorum -ki o zaman dehşete kapılıyorum-. Bazı cümleler başka bir
zihniyete ait. Tesadüfen eski bir fotoğraf bulmaya benziyor bu, hiç kuşkusuz
benim oradaki, farklı bir boy, yabancı çizgilerle - ama hiç tartışmasız, tüyler
ürpertici bir şekilde benim.
61. Pessoa açısından bu doğru değil;
etrafında kardeşleri, kuzenleri, yeğenleri vardı; onlarla oldukça sık görüşürdü
de.
Birbirine en zıt görüşleri, en farklı
inançları dile getiriyorum. Mesele şu ki, aslında ne düşünüyorum ne
konuşuyorum ne de eyliyorum. Benim yerime hep düşlerimden biri düşünüyor,
konuşuyor ya da eyliyor, ben de bir an geliyor, onun içinde hayat buluyorum.
Bir şeyler anlatıyorum, konuşan bir
başka-ben. Gerçek beni düşündüğümde tek hissettiğim, hayat karşısında
alabildiğine yetersizlik, sonsuz bir boşluk, müthiş bir beceriksizlik. Gerçek
bir eyleme (varan) hareketlerden hiçbirini bilmiyorum [...]
Var olmayı hiç öğrenemedim.
Her istediğimi elde edebilirim, yeter
ki kendimde olsun.
İsterim ki bu kitabı okuyunca,
şehvetli bir kâbus görmüş gibi olun.
Eski ahlak, bizim için katıksız
estetiğe dönüşmüş durumda... Toplumla ilgili şeyler ise, bugün tamamen
bireysel..
Bende milyonlarca farklı
alacakaranlık varken -farklı olmayanlar da cabası- ve sadece onları kendimde
izlemekle kalmayıp, dahası ben kendimde onlar iken, alacakaranlıkları
seyretmenin ne anlamı var?
216
7 Ekim 1931
Batan güneş, göğün her yerine
saçılmış yalnız bulutlara dağılmış. Havadaki farklı görüntülere yayılan, rengârenk,
nefis yansımalar, yükseklerdeki çürümüş yerlerde dalgınca salınıyor. Yan-gölge,
yan-renk gibi boy gösteren çatıların doruklarında, batan güneşin yavaşlamış
son ışıkları renkli şekillere dönüşüyor, ne ışıkların, ne de Üzerlerine
kondukları nesnelerin şekilleri bunlar. Kendi de yavaş yavaş sakinleşen şehrin
gürültüsünün üzerinde, büyük bir huzur hüküm sürüyor. Her şey, seslerin ve
renklerin ötesinde, sessiz, derin bir solukla havayı içine çekiyor.
Güneşin görmediği renkli cephelerde,
renklere bambaşka bir grilik bulaşmaya başlamış. Çeşit çeşit boyalara bir tür
soğukluk sinmiş. Sokaklardaki yalancı vadilerde belirsiz bir kaygı uyuyor.
Uyuyor, sakinleşiyor. Ve yavaş yavaş, yükseklerde salınan bulutların yere
bakan yüzündeki ışıltılar kararmaya başlıyor; bir tek ak bir kartal gibi her
şeyden uzak, her şeyin üzerinde süzülen şu küçük bulutta, güneşin güleç
yaldızından izler kalmış.
Hayatta aradığım ne varsa, hep
kendiliğimden vazgeçtim aramaktan. Dalgınca bir şey arayan ve arayışla düş
arasında bunun ne olduğunu unutan bir adam gibiyim. Arayan, kıpırdayan,
rahatsız eden, yer değiştirten ve beş parmağıyla basbayağı var olan, beyaz,
uzun ellerin gözle görülür hareketleri, olmayan ve aranan şeyden daha
gerçektir.
Sahip olduğum ne varsa hep değişerek
aynı kalan şu gökyüzüne benzer, uzaktan gelen bir ışıkla aydınlanan hiçlik
kırıntılarıdır bunlar, ölümün mutlak gerçeklik olarak, uzaktan, hüzünle
gülümseyerek altın rengine boyadığı hayat parçalarıdır. Evet, loş bataklıkların
efendisi, boş mezarlarla dolu ıssız bir şehrin prensi olarak, özetlemek
gerekirse, ömrüm aramayı bilememekle geçmiştir.
Her ne olsam ya da olduysam, kendimi
her ne sansam ya da sandıysam, hepsi birden -düşüncelerde ya da yukarıda, ışığı
sönmüş olan o bulutta- hayat denen yatakta akan bir bilmem-ne'yin
saklayabileceği sırrı, gerçekliği, mutluluğu bir anda kaybediverdi. Eksilmiş
bir gün ışığı, budur işte bana kalan; ışık farklı yönlere eğilmiş çatıların
üstünde usulca ellerini gezdirerek düşerken, çatılar öbeğinden her bir şeyin
özündeki o gölge doğuyor.
Belirsiz, titrek bir damlacık, işte
ilkyıldızın uzak ışığı.
217
Duygularımızın her kıpırdanışında, ne
kadar keyifli olursa olsun, bir durum yarıda kalmış olur, içeriğinin nasıl
olduğunu bilmiyorum, ama duyarlılığımızın hayatının en özel bölümünü oluşturur
bu durumlar. Sadece çok büyük dertler uzaklaştırmaz bizi kendimizden; küçük
terslikler de, bilmeden hepimizin özlem duyduğu huzuru zedeleyebilir.
Hemen hep kendimizin dışında yaşarız
ve hayat hiç bitmeyen bir bozgun, bir dağılmadır. Bir taraftan da bir merkez
gibi kendimize yönelir, kendi etrafımızda gezegenler misali saçma, uzak
elipsler çizeriz.
218
Zamandan ve Uzay'dan daha yaşlıyım,
çünkü bilinçliyim. Varlıklar benden doğup dağılır; tekmil Doğa, duyularımın en
büyük kızıdır.
Kendimi arıyorum - ve hiçbir şey
bulamıyorum. İstiyorum ve olmuyor.
Güneş bensiz doğar ve söner; yağmur
bensiz yağar, rüzgâr uğuldar. Ne mevsimler benim için canlanır art arda, ne de
aylar ya da saatler benim için akar.
Kendimdeki dünyanın efendisi, yanımda
götüremeyeceğim mülklermiş gibi [...]
219
Duyumların faaliyet alanı olan ruhum,
bazen benimle birlikte, bilinçli olarak, geceleyin, kendimi başka türden bir
varlığın düşlerinden bir düş gibi hissettiğim o donuk saatlerde, gaz
lambalarının [...] aydınlığında, arabaların gelip geçici gürültüsü içinde
şehrin sokaklarında dolaşır.
Bedenim sokaklara, daracık yollara
dalarken, ruhum da bir duygular labirentine dönüşerek karmaşıklaşır.
Gerçekdışılık kavramını, varoluş yanılsaması kavramını acıklı bir makamda bize
öğretebilecek, evrenin işgal ettiği yerin nasıl boştan da öte olduğunu mantık
yürüterek değil, somut olarak [...] açıkça [...] anlatabilecek her şey;
bunlar, geri kalan her şeyden kopmuş, zihnime yuvalanmıştır. Neden bilmem, dar
ya da geniş sokakların benden bağımsız olarak uzanışı, art arda dizilmiş sokak
lambaları, ağaçlar, ışıklı ya da karanlık pencereler, açık ya da kapalı kapılar
beni bunaltır; gözlerim iyi görmediği için hepsi gecenin içinden gelse de
birbirine benzemeyen şekiller iyice belirsizleşir, böylece öznel olarak iyice
canavarlaşır, anlaşılmaz, gerçekdışı hale gelirler.
Kıskançlık, sefahat, kabalık
parçaları işitme duyuma çarpar. Dişlerin arasından yeni fırlamış mırıltılar
[...] bilincime doğru salınır.
Yavaş yavaş, bütün bunlarla yan yana
var olduğum, varlıkları temsil eden gölgelerin arasında, varlıkların sadece
birer gölge olduğu yerlerde, sesler duyarak, ama doğru dürüst göremeyerek
gerçekten ilerlediğim olgusu, bilincimden silinir. Ezeli zamanın, sonsuz uzayın
karşısında bütün bunların var olabilmesini müphem bir şekilde, giderek
kavrayamaz olurum.
Bunun üzerine, bu zamanı ve bu uzayı
tahlil edip anlayabilecek ve böylece içinde kaybolabilecek kadar bilincine
çıkarabilmiş insanları düşünürüm pasif çağrışımlarla. Hepsi birbirine benzeyen
bu insanların, gene böyle gecelerde, bugün düşüncelere daldığım şehirden pek
farkı olmayan şehirlerde - Platon'ların, Scott Erigene' lerin, Kant'ların ve
Hegel'lerin, deyim yerindeyse geri kalan her şeyi unutması, bunca insana göre
farklılaşması, bana çok tuhaf, gülünç gelir [...] Üstelik hepsi insandı.
Ve ben, bu düşünceleri evirip
çevirerek dolaşırken, ürkütücü bir berraklıkla, yabancı, belirsiz, köşeye
itilmiş hissederim kendimi [...]
Yapayalnız gezintim az sonra sona
erecek. Hafif gürültülere rağmen hep aynı şekilde algıladığım, engin bir
sessizlik adeta bana saldırıyor, zorla boyun eğdiriyor. Varlıklardan yükselen
muazzam bir yorgunluk, sırf burada ve bu ruh halinde olduğum için, zihnimden
bedenime dek, her yerime yayılıyor [...] Bağırmak isteyecekken yakalıyorum kendimi,
çünkü bir ummana dalmış gibiyim [...], ne uzayın sonsuzluğuyla ya da zamanın
ebediliğiyle, ne de isimlendirilebilecek ya da ölçülebilecek herhangi bir şeyle
anlatılabilir büyüklüğü. Sessizliğin doruğundaki böyle korkulu anlarda, cismen
ne olduğumu da, genellikle neler yaptığımı, ne istediğimi, ne hissettiğimi ve
düşündüğümü bilmez oluyorum. Kendi gözümde kaybolmuşum, kimsenin bulamayacağı
bir yere gitmişim sanki. Savaşmaya duyulan ahlaki arzu, her şeyi
sistemleştirmek ve anlamak için harcanan zihinsel çaba, o an için anlamayıp
güzellik dediğim (aslında anladığım, gayet iyi hatırladığım) bir şey üretmek
isteyen sanatçının duyduğu yakıcı özlem - hepsi bendeki gerçeklik duygusunun
dışına kaçıyor, yararsız, boş ve uzak bir şey olarak düşünülmeye bile layık
gelmiyor. Kendimi katıksız bir boşluk, bir insan yanılsaması, bir varlığın
mekânı, tuhaf bir böceğin boşu boşuna, hiç olmazsa ışığın ılık bir anısını
bulmak için didindiği karanlık bir bilinç gibi hissediyorum.
220
Hayal kurmak, neye yarar?
Ne yarattım kendimden?
Hiç.
Gece' de tinselleşsem [
...]
Dış çizgileri olmayan
iç-heykel, asla kurulmamış dış Hayal.
221
H.K.
16 Ekim 1931
Kendimi bildim bileli, kendine
verdiği sözlere sadık kalmamış, dalgacı bir hay- alciyimdir ben. Bir başkası
olarak, bir yabancı olarak, olduğumu sandığım şeyin beklenmedik seyircisi
olarak, düşlerimin yatağından taşmasının keyfini çıkarmaya baktım hep.
İnandığım şeylere iman etmedim. Ellerimi, altın adını verdiğim kumlarla
doldurdum, sonra avuçlarımı açıp kumu akıttım. Cümle, benim biricik gerçekliğimdi.
Cümle söylendiği anda her şey tamamlanmış demekti, geri kalanı kumdu sadece,
baştan beri olduğu gibi.
Hiç durmadan düşlere dalıyor olmasam
ve bitmeyen bir düşte yaşamasam, kendimi seve seve gerçekçi olarak nitelerdim,
dış dünyayı bağımsız bir ulus olarak gören her birey gibi. Ama kendime herhangi
bir sıfat yakıştırmamayı, muğlak kalan bir tarafı olsa da her ne isem o olmayı,
kendime karşı, yapacaklarımı asla önceden tahmin etmeme taktiğini kullanmayı
tercih ederim.
Hep düşlerin peşinde koşmaya bir nevi
mecbur sayılırım, çünkü sadece kendini seyreden ve sadece bunu isteyen bir
insan olarak, dünyanın en güzel gösterisi gerek bana. Bunun için kendimi
tepeden tırnağa altınlarla, dibalarla inşa eder, uyduruk salonlardan geçerim -
bir göz aldanmasından ibaret bir sahne, eskimiş bir dekor, tatlı ışık
oyunlarıyla, görünmez ezgilerle yaratılmış düşler.
Çocukken seyrettiğim bir tiyatronun
anısını, sevilen bir varlığın öpücüğü gibi, gizlice saklıyorum; Ay
manzaralarını hatırlatan, mavi ağırlıklı dekor, imkânsız bir sarayın taraçasını
temsil ediyordu. Çevresini ise, gene boyalı bezden büyük bir bahçe kuşatmıştı;
ve ben, bu dekoru gerçek bir şey gibi yaşamak uğruna yıprattım ruhumu. Hayat
tecrübemin tamamen zihinde geçen bu aşamasında, usulca çınlayan müzik, gözler
önüne serilen bu dekora ateşli bir gerçeklik kazandırıyordu.
Dekor kesinlikle maviliydi ve Ay'ı
hatırlatıyordu. Sahnede görünen kahramanları hatırlamıyorum, ama bugün bu
manzaraya yakıştırdığım oyunda, Verlaine'le Pessanha'nın dizeleri var; kanlı
canlı bir sahnede, ezgili bir mavi renge bürünmüş, başka bir gerçekliğin
ötesinde oynanan, şimdi unuttuğum öbür oyundan tamamen farklı bu. Tamamen bana
ait olan, su gibi akan o oyun, muazzam bir Ay komedisi, gümüşsü, soluk mavi bir
interlude dü.
Ve sonra hayat geldi. O akşam, beni Lion
a akşam yemeğine götürdüler. Özlemimin dilinde o bifteklerin tadı hâlâ durur -
artık yapmadıklarını bildiğim ya da sandığım, belki de o zamandan beri öylesini
yemediğim biftekler. Ve her şey - uzaktan uzağa yeniden yaşadığım çocukluğum, o
akşamki keyifli yemek, Ay'ı hatırlatan dekor, gelecekteki Verlaine ve şimdiki
ben - eski varlığımla bugünkü varlığım arasındaki aldatıcı boşlukta uzanan,
kesik kesik ilerleyen o çapraz hatta birbirine karışıyor.
222
H.K.
Fırtınanın yükseldiği, sokağın
gürültülerinin yüksek perdeden, yapayalnız bir sesle konuştuğu günlerdeki gibi.
Sokak yoğun ve silik ışığın altında
kırış kırıştı ve solgun karanlık ansızın, dünyanın doğusundan batısına
ilerleyen, yankılar uyandıran çatırtıların kargaşasıyla titredi... Amansızca
yağan yağmurun iç karartıcı sertliği, yoğunluğu ve çirkinliğiyle havadaki
siyahlığı iyice koyulaştırdı. -Aynı anda- hem soğuk, hem ılık, hem sıcak hava
dört bir yanda yanılgılar içindeydi. Sonra, sipsivri bir madeni ışık, geniş
salonu aşarak insan bedenlerinin sakinliğinde bir gedik açtı; bu buz gibi
irkilmenin üstüne, bir ses taşı sağa sola çarpa çarpa yuvarlanarak, katılaşmış
sessizliklere ayrıldı. Yağmurun sesi küçülerek daha yeğnik bir sese dönüştü.
Sokağın gürültüsü de kaygı verecek kadar azalmıştı. Bir an görülen sarı bir
huzme sağır karanlığı perdeledi gene, ama bu kez bir soluk almaya fırsat bulduk
ve hemen ardından, başka bir yerde, o kopuk kopuk sesin yumruğu yankılandı;
ürkek bir elveda gibiydi bu, fırtına diniyordu.
Fırtınanın patırtısı uzadıkça uzayan,
giderek azalan bir mırıltıyla, büyüyen ışığın içinde ışıksızca uzak enginlerde
sakinleşiyor, Almada tarafına yuvarlanıyordu..
Ansızın havaya muhteşem bir aydınlık
saçıldı. Hem evlerde, hem beyinlerde her şeyi taşa kesti. Her şey birden taş
kesildi. Yürekler bir an durdu. Hepimiz son derece duyarlı insanlarız. Sanki
biri ölmüş gibi, dehşet verici bir sessizlik var. Yağmurun büyüyen sesi nihayet
sakinleşiyor, adeta herkesin gözyaşları onda akıyor. (Hava) kurşun gibi.
223
H.K.
Solgun bir yıldırımın çift ağızlı
bıçağı, kendini belli etmeden geniş odada gezindi. Ve beklenen ses, nicedir
tutulan o yutkunuş, derinlere göçerek patladı. Yağmurun sesi, konuşmaların
arasında duyulan ağıtlar gibi, hıçkırıklara boğuldu. Evin içinde çekingen,
küçük sesler duyuldu.
224
... imgelemin, adına gerçekliğimiz
dediğimiz şu epizodu.
Tam iki gündür yağmur yağıyor,
kurşuni, soğuk gökten, rengiyle ruhu hüzne boğan, bambaşka bir yağmur
dökülüyor. İki koca günden beri. Hissetmek hüzün veriyor ve pencerenin ardında,
damlayan suyun, yağan yağmurun sesinin arasında, yüzümden okunan da bu. Yüreğim
sıkışıyor, anılarım kaygıya dönüşüyor.
Müthiş bir uyku bastırdı, oysa uykum
da yok, uyumayı istemek için bir nedenim de. Eskiden, küçük ve mutluyken,
bizim avluya bitişik evde alacalı bir papağanın sesi yaşardı. Yağmurlu günlerde
bile aynı canlılıkla konuşur ve tabii tuzu kuru olduğundan, etrafı saran
hüzünde telaşlı bir gramofon sesi gibi salınan, kendine has, değişmez bir
duyguyu dile getirirdi.
Üzerime çöken hüzün yüzünden mi
aklıma geldi bu papağan, yoksa uzak çocukluğum mu onu bana hatırlatan? Hayır,
hakikaten düşündüm onu, çünkü karşı avludan durup dururken bir papağan sesi
geldi.
Ne biçim bir karmaşa bu bendeki! Bir
şeyi hatırladım sandığımda, aslında başka bir şey düşünüyorum; görüyorsam
bilmiyorum ve en iyi dalgınken görüyorum.
Tamamen kurşun kesilmiş pencereye,
dokununca eli üşüten camlara sırtımı dönüyorum. Ve loş ışığın yarattığı
büyüyle, eski evimin içini, dışarıda, yan avluda gırtlak paralayan papağanı da
yanımda götürüyorum; ve yaşamış olmanın onulmaz ağırlığı altında, uyku
gözlerime çöküyor.
225
17 Ekim 1931
Evet, güneş batıyor. Zihnim
darmadağın, ağır ağır Rua da Alfândega’nın sonuna kadar yürüyorum, aydınlık
Terreiro do Paço ufukta belirdiğinde, batı göğünün güneşsizliğini de açıkça
görebiliyorum. Gök, hafifçe yeşermiş bir maviden beyazımsı griye dönüyor, sol
tarafta, karşı kıyının yamaçlarında ise, kahvemsi, ölü pembesi bir bulut öbeği
pusuya yatmış. Etrafta bende olmayan büyük bir huzur hüküm sürüyor, soyut
sonbahar havasına soğukça saçılmış. O huzura sahip olmadığımdan, var olduğunu
varsayarak bulanık bir zevk duyuyorum. Ama gerçekte, ne huzur var ne de
huzursuzluk: Gökyüzü var yalnızca, giderek zayıflayan bütün renklerden bir
gökyüzü - mavi-beyaz, henüz mavisini koruyan yeşil, maviyle yeşil arası soluk
gri, olmayan bulut renklerinin uçuk, belirsiz tonları ve silik bir morla
koyulaşmış kararsız bir sarı. Hepsi daha algılandığı anda sönen birer görüntü,
hiçle hiçin arasında gök ve çürük tonlarında, kanatlı, en tepeye asılmış,
bitmek bilmeyen, tarifsiz bir fasıl.
Hissediyorum ve unutuyorum. Herhangi
bir insanın herhangi bir şeye duyduğu belirsiz bir özlem, soğuk havadan
yayılan bir afyon gibi beni ele geçiriyor. Gerçek, yapmacık bir görme
sarhoşluğu içindeyim.
Güneşin perde perde yok olduğu nehir
hattında ışık, soğuk bir yeşilin mavileştirdiği solgun bir beyazlığa bürünmüş
olarak sönüyor. Havada, asla elde edilemeyenin uyuşukluğu salınıyor. Gökyüzünün
manzarası yükseklerde susuyor.
Kabıma sığmaz olduğumu hissettiğim bu
saatte, o muzip zevke teslim olup her şeyi söyleyesim geliyor. Ama hayır,
uzaklığı, kendini yok edişiyle sadece derin gökyüzü gerçekten her şeydir ve
kendi de birbirine karışmış, iç içe geçmiş bir heyecan yumağı olan şu
hissettiğim heyecan, bu boş göğün benliğimin derinlerindeki bir göle yansıyan
suretinden başka bir şey değildir, kayaların arasına sıkışmış, dağların
dalgınca kendini seyrettiği, ölü bakışlı, dilsiz bir göldür bu.
Kaç kez, ah, kaç kez, şu an olduğu
gibi, var olmanın sıkıntısını, bilmediğim başka bir şeyin özlemini, tüm
duyguların bende sonbahara dönerek, dışımdaki o bilinçte hüzünlü bir grilik
içinde solduğunu hissettiğimi hissederek acı duymuşumdur - ve hissetmek, sadece
hissetmek olduğu için kaygıya dönüşmüştür her seferinde.
Peki, kim kurtaracak beni var
olmaktan? Ne ölümdür istediğim, ne de hayat: sıkıntılarla kuşatılmış
arzularımın derinlerinde, ulaşılmaz bir mağaranın dibinde olduğu düşlenen bir
elmas gibi parlayan o öteki şey. Bu gerçek ve imkânsız evrenin olanca
ağırlığıdır o, yabancı bir ordunun, olmayan bir havada usulca solan renklerin
sancağıdır, havada ise, donuk, elektrikli bir beyazlık içinde uzak, duyarsız
kıyılarıyla düşsel bir hilal yükselir.
Gerçek bir Tanrı'nın sınırsız
yokluğundan oluyor bunlar, yokluk ise boş bir ceset, derin göğün, tutsak ruhun
cesedi. Sonsuz hapishane - sonsuzluğun yüzünden, nereye gitsek kaçamayız
senden!
(Descobrimento'da yayımlanmıştır, sayı 3, 1931)
226
Nasıl da şehvet dolu [ ...] ve yüce
bir zevkle, bazı geceler şehrin sokaklarında dolaşırken ve yapıların
çizgilerini, farklı yapım tarzlarını, mimarilerindeki ince ayrıntıları ruhumun
içiyle incelerken, kimi pencerelerde ışıklar yanarken, çiçek saksıları
balkondan dışarı uzanmış - diyordum ki, işte bütün bunları seyrederken, nasıl
da içgüdüsel bir hazla bilincimin dudaklarına yükselir şu kurtarıcı çığlık:
Bunların hiçbiri gerçek değil!
227
H.K.
18 Ekim 1931
Sanatsal açıdan düzyazıyı şiire
tercih ediyorum. Bunun iki nedeni var; tamamen benimle ilgili olan birincisi
başka seçeneğimin olmayışı, çünkü şiire yeteneğim yok. İkincisi ise gayet
harcıâlem bir neden ve bana öyle geliyor ki birincisinin basit bir
yansımasından ya da kılık değiştirmiş halinden ibaret değil. İşte bunun için de
üzerinde durmaya değer, çünkü sanata değer kazandırması uygun görünen özel
anlama dokunuyor.
Şiiri bir ara seçim, müzikten
düzyazıya salt bir köprü olarak görüyorum. Tıpkı müzik gibi şiirin de ahengini
belirleyen birtakım kurallar vardır, bunlar mutlaka katı vezin kuralları olmasa
da, korkuluk görevi görür, otomatik olarak baskı kurar ya da ceza düzenekleri
oluştururlar. Düzyazıda ise sonsuz bir özgürlükle konuşuruz. İçine müzikal
ritimler katabilir, buna rağmen düşünebiliriz. İçine şiirsel ritimler
katabilir, buna rağmen uzaktan bakabiliriz. Rasgele bir vezin düzyazıyı
zedelemez; düzyazıya özgü rasgele bir ahenk ise, dizeyi aksatır.
Düzyazı bütün sanatı kucaklar -
kısmen söz bütün dünyayı kendinde barındırdığı için, kısmen de özgür söz,
söylenebilmesinin, düşünülebilmesinin bütün yollarını kendi içinde barındırdığı
için. Düzyazıda yeni bir bağlama oturtarak her şeyi verebiliriz: resmin ancak
dolaysız olarak, oldukları gibi, iç boyutlarını yansıtmaksızın verebileceği
rengi ve biçimi; müziğin biçimlenmiş bir bedeni ya da düşünce denen ikinci bir
bedeni olmaksızın verebileceği ritmi; mimarın dışarıdan dayatılan katı
maddelerle oluşturmak zorunda olduğu, bizimse ritimlerle, belirsizliklerle,
kıvrak gelgitlerle kurduğumuz yapıyı; heykeltıraşın dünyadaki haliyle,
dönüştürmeden, aura sız olarak bırakmak zorunda olduğu gerçekliği; ve
nihayet şairin, içinde gizli bir tarikatın müridi gibi bir makama, bir ritüele
gönüllü olarak hizmet ettiği, kölesi olduğu şiiri.
Şuna gönülden inanıyorum ki, ideal
uygar toplumda düzyazıdan başka sanat olmayacaktır. Günbatımlarını kendi
hallerine bırakacak, sanattan onları sözlerle kavramasından, anlaşılabilir bir
renkler müziği halinde nakletmesinden başka bir şey beklemeyeceğiz. Bakıldıkça,
dokunuldukça, kıvrımlarını ve o tatlı ılıklığını kendine saklayan bedenler
yontmayacağız. Sadece yaşamak için evler yapacağız, evler bunun için var. Şiir
gelecekte, sadece çocukların düzyazıya yaklaşmasına hizmet edecek; çünkü hiç
kuşkusuz şiir çocuksu, belleği eğiten, başka şeylere yardımcı olan, iyi bir ilk
adımdır.
Küçük sanatlar ya da böyle
nitelenebilecek olan sanatlar, düzyazıda parlayan kıvılcımlardır. Dans eden,
şarkı söyleyen, yüksek sesle kendi kendini okuyan düzyazılar vardır. Gerçek
birer bale olan fiil ritimleri vardır; düşünce bunların içinde saydam, kusursuz
bir duyarlılıkla kıvranarak çırılçıplak kalır. Ve düzyazıda bir de fırtınalı
incelikler vardır ki, Söz denen büyük bir oyuncu bunların içinde Evren'in elle
tutulmaz sırrını, belli bir ritimle kendi bedeninin özüne dönüştürür.
(Descobrimento'da yayımlanmıştır, sayı 3, 1931)
228
Her şeyin bir karşılığı var.
Günbatımlarından asla bahsedilmeyen klasikleri okudukça, nice günbatımlarını
bütün incelikleriyle kavrayabilir hale geldim. Varlıkların, seslerin ve
biçimlerin farklı değerlerini ayırt etmemizi sağlayan cümle kurma yeteneğiyle,
gökyüzünün ne zaman yeşil olduğunu, sarının neresinde göğün yeşilimsi mavisinin
saklanabileceğini anlama yeteneği arasında bir ilişki var.
Ayırt etme yeteneğiyle "ince
düşünmek" aslında aynı şey. Sentaks olmasa, kalıcı duygu da olmaz.
Ölümsüzlük, bir dilbilgisi uzmanının işidir.
229
Okumak, elin rehberliğine güvenerek
düşlere dalmaktır. Kötü okursak, gözucuyla okursak, bize kılavuzluk eden elden
kurtuluruz. Derin bilginin ardından yüzeyselliğe ulaşmak; iyi okumanın, derin
olmanın en iyi yolu budur işte.
Hayat ne kadar da aşağılık, iğrenç
bir şey! Görüyorsun ya, istemediğin halde sana verilmiş olması, iradene, hatta
iradenin yanılsamasına bile hiçbir şekilde bağlı olmaması, aşağılık, iğrenç
hale gelmesine yetiyor.
Ölmek, tepeden tırnağa farklı hale
gelmektir. İntihar işte bunun için bir alçaklıktır; kendini tamamen hayata
bırakmak anlamına gelir çünkü.
230
H.K. [']
Sanat, insanın eylemi ya da hayatı
başından atmasına denir. Coşkunun irtiyadi ifadesi olan hayattan farklı olarak,
sanat, coşkunun zihinle ifadesidir. Sahip olamayacağımız, cüret edemeyeceğimiz
ya da elde edemeyeceğimiz her şey hayalimizde bizim olabilir, sanatı da işte o
hayalle yaparız. Bazen coşku o kadar güçlüdür ki, eyleme indirgense bile
giderilemez; duygunun gerçek hayatta ifade edilemeyen artıklarından da sanat
eseri doğar. Nitekim iki tür sanatçı vardır: sahip olmadıklarını ifade edenler
ve sahip olmuş oldukları şeylerin artıklarını ifade edenler.
231
H.K.
Bir eser ortaya koyup da, ortaya
koyduktan sonra bunun beş para etmez bir şey olduğunu görmek, ruh açısından bir
trajedidir. Hele de insan daha iyisini yaratamayacağını biliyorsa, trajedi
iyice büyür. Ama yazmaya hazırlanırken eserinizin kusurlu, başarısız olacağını
baştan bilmek; yazdıkça hakikaten kusurlu, başarısız olduğunu görmek - ruha
bundan büyük işkence ve aşağılama olamaz. Rahatsızlığım sadece yazdığım
dizelerden kaynaklanmıyor: Yazacaklarımın da beni daha fazla tatmin
etmeyeceğini biliyorum. Bunu içimde uyanır gibi olan, sipsivri, karanlık bir
aydınlanmada, hem tensel olarak, hem de felsefi bir bilimle kavrıyorum.
Öyleyse niye yazıyoruz? Çünkü,
vazgeçelim diye nutuklar atsam da, aslında ne yazmayı tam olarak öğrenebildim,
ne de düzyazı ya da şiire olan zaafımdan kur- tulabildim. Ben çile
doldururcasına yazmak zorundayım. En kötüsü de yazdıklarımın külliyen işe
yaramaz, kof, bulanık olduğunu bilmek.
Daha küçücükken şiir yazardım.
Korkunç dizelerdi yazdıklarım, ama bana kalırsa hepsi mükemmeldi. Kusursuz bir
eser ortaya koyduğunu sanmanın verdiği o aldatıcı zevki bir daha asla
tadamayacağım. Bugün yazdıklarım o zamankilerden katbekat iyi; hatta en iyi
şairlerin yazdıklarını bile geçer. Ne var ki, tam olarak nedenini bilemesem de,
yazabileceklerimin, hatta kim bilir, belki de yazmam gerekenlerin alabildiğine
altında olduklarını hissediyorum. Ölmüş bir çocuğa, ölmüş bir oğula, solup
gitmiş son bir umuda ağlar gibi ağlıyorum çocukluğumun kötü şiirlerine.
232
Hayatta mesafe kat ettikçe, aslında
birbirini tutmayan iki gerçeğe daha çok ikna oluruz. Bunlardan birincisi,
hayatın gerçekliğinin karşısında, sanatın ve edebiyatın tüm kurgularının çok
soluk kaldığıdır. İnsana gerçek hayattakine göre çok daha soylu zevkler
yaşattıkları doğrudur; öyle ya da böyle, hayatta bilmediğimiz duyguları bize
yaşatan, hayatta bir araya gelemeyecek biçimleri yan yana getiren düşlere
benzerler. Sanat ve edebiyat sonuçta birer düştür, günün birinde uyandığımız,
önümüzde ikinci bir hayatın yolunu açabilecek anılar ya da pişmanlıklar
bırakmayan düşler.
Öbür fikir de şu ki, mademki her soylu
insan hayatı sonuna kadar yaşamak, her şeyi, her yeri, tadılması elzem görünen
bütün duyguları tecrübe etmek ister ve mademki bu imkânsız; bu durumda hayatın
tamamı sadece öznel olarak yaşanabilir ve bütün özüyle yaşanabilmesi için de
inkâr edilmesi gerekir.
Bunlar, birbirinden çıkarsanamayacak
gerçekler. Bilge insan, ikisini birleştirmeye çalışmaktan da, içlerinden birini
reddetmekten de kaçınacaktır. Gene de, öbürüne içi yanarak da olsa, birini
seçmek zorundadır; ya da ikisini birden reddederek kendi kendinin üzerine
yükselecek, özel bir nirvanaya ulaşacaktır.
Hayattan, kendiliğinden sunduğu
şeylerden ötesini beklemeyip içgüdüsel olarak güneş varken güneş, güneş yokken
de her nerede olursa olsun, sıcaklık arayan kedileri örnek alana ne mutlu. Ne
mutlu hayal gücü uğruna kişiliğinden vazgeçip başka hayatları seyretmekten
keyif alana, duyguların kendisini değil, dış dünyada oynanan halini yaşayana.
Ve nihayet ne mutlu her şeyden vazgeçene; her şeyden vazgeçtiğine göre hiçbir
şeyi elinden alınamayacak, eksiltilemeyecek olana.
Köylü, roman okuru, dünya nimetlerine
sırt çevirmiş çileci, bu üçü mutluluğu bilirler, çünkü üçü de kişiliklerinden
vazgeçmiştir: biri hiçbir kişisellik barındırmayan içgüdüleriyle hayatını
sürdürdüğü için, ikincisi unutmak anlamına gelen düşlemle yaşadığı için,
sonuncusu da yaşamadığı, ölmeksizin uyuduğu için.
Ne tatmin olabiliyor, ne de
rahatlayabiliyorum, var olan ya da var olmayan her şeye doymuş durumdayım. Bir
ruhum olsun istemiyorum, ondan vazgeçmek de istemiyorum. Arzu etmediğimi
arzuluyorum, sahip olmadığım şeye sırt çeviriyorum. Ne hiç olabilirim ne her
şey: Sahip olamadığım şeyle isteyemediğim şey arasında bir köprüyüm.
233
Bütün büyük şeylere, büyük hayatlar
kadar dağların doruklarına da, sonsuz şiirler kadar derin gecelere de damgasını
vuran o büyük hüzün.
234
Derdimiz gönül eğlendirmekse, hata
etmiş olacağız. Tek yaptığımız sevmekse, ölebiliriz.
235
H.K.
Ömrümde yalnızca bir kez gerçekten
sevildim. Yakınlık görmekse, hayatım bununla geçti, hem de herkesten yakınlık
gördüm. Belirsiz, uzak ilişkilerimde bile nadiren kabalık, hoyratlık ya da
hatta soğuklukla karşılaşmışımdır. Kendimden bir parça sevecenlik katarak
sevgiye ya da şefkate dönüştürebileceğim -o da çok kesin değil ya-
sevecenliklerden nasibimi fazlasıyla aldım. Ne var ki, gerekli çabayı
göstermeye ne sabrım yetti ne de hevesim.
Kendimde bu olguyu izlemeye ilk
başladığımda -kendimizi bu kadar yanlış tanırız işte- bu huyumun çekingenlikten
kaynaklandığını sandım. Sonra bende çekingenlikten eser olmadığını, buna
karşılık duygulara karşı, hayata duyduğum tiksintiden başka türlü bir tiksinti
duyduğumu, sürekli olarak bir duyguya bağlanmayı düşününce rahatsız olduğumu
keşfettim, özellikle sürekli çaba harcamak gerekiyorsa. "Ne işe yarar
ki?" diye soruyordu benliğimdeki düşünmeyen şey. "Nasıl"ın ne
olduğunu bilecek kadar ince düşünebilen, psikolojik sezgiye sahip bir insanım;
oldum olası kavrayamadığım şey, "nasılın nasılı"dır. İrademin
zayıflığı, özellikle irademin istemeye yetmemesi olarak kendini gösteriyordu.
Aklım gibi coşkularım için de, bizzat iradem için de, hatta hayata dair her şey
için geçerliydi bu.
Ama kaderin bir muziplik yaparak
sevdiğime, üstelik benim de gerçekten sevildiğime beni inandırdığı gün, önce
altüst oldum, pusulamı şaşırdım; piyangoda büyük ikramiye vurmuştu sanki, fakat
verdikleri para piyasada geçmiyordu. Ardından hafif göğsüm kabardı -bu duyguyu
tatmayan insan değildir-; ne var ki uzaktan gayet doğal görünebilecek bu halim
çabucak geçti. Arkasından gelen duyguyu tarif etmek zor, ama gayet nahoş sıkıntı,
aşağılanma ve yorgunluk ürpertileri vardı içinde.
Evet, sıkıntı, sanki Kader bana
münasebetsizce bir iş ve bir bakıma, fazla mesai yüklemiş gibi. Sıkıntı; sanki
yepyeni bir görev -iğrenç bir mütekabiliyet görevi- üstlenmiştim, komiktir ama
bu bir ayrıcalık gibi verilmişti bana, kendime zorla yaptırtmak zorundaydım bu
işi, üstelik Kader' e şükrederek. Sıkıntı vardı, evet, sanki hayatın sürekli
değişen tekdüzeliği yetmiyormuş, buna bir de adı konmuş bir duygunun zorunlu
tekdüzeliğini eklemek zorundaymışım gibi.
Ve sonra aşağılanma vardı, evet,
aşağılanma. Arkasındaki sebeple uyuşmayan bu duyguyu uzun süre çözemedim.
Sevilme aşkı içimde uç vermiş olmalıydı. Sevilmeye layık bir birey olarak,
gösterilen yakınlık gururumu okşamalıydı. Ne var ki o ara hissettiğim bir anlık
gerçek gurur dışında, ki onun da içinde kendini beğenmişlikten çok şaşkınlık mı
vardı, bilemiyorum; kendimi yokladığımda gerçekten hissettiğim bir
aşağılanmaydı. Bir bakıma bir başkasının ödülünü bana veriyorlardı sanki,
yapısından dolayı hakikaten hak eden biri için paha biçilmez bir ödüldü bu
tabii.
Ama bir de yorgunluk vardı, hepsinden
çok yorgunluk - sıkıntıyı fersah fersah aşan bir yorgunluk. Chateaubriand' ın
bir sözünün anlamını işte o zaman kavradım, o güne dek kendimle ilgili yeterince
tecrübem olmadığından hep yanlış anlamışım meğer. Chateaubriand, Rene'nin
ağzından şöyle der: "On le fatiguait en l'aimant. ”62 Biraz
şaşırarak, bu kelimelerin benimkinin tıpatıp aynısı bir tecrübeyi dile
getirdiğini fark ettim; dolayısıyla yansıttıkları gerçeği inkâr etmeye hakkım
yoktu.
Sevilmek, gerçekten sevilmek nasıl
büyük bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir
yorgunluktur! Özgür olmayı, hep özgür olmayı istemiş bir insanı sorumluluk
hamalına dönüştürmek: bazı duygulara cevap vermek, mesafeli davranmama
inceliğini göstermek, sırf başkaları kendimizi bir heyecanlar prensi yerine
koyuyoruz, insan ruhunun verebileceğinin azamisini kabul etmek istemiyoruz
sanmasınlar diye. Nasıl da yorucudur varlığımızın bir başkasının duygularıyla
olan ilişkisinin esiri olduğunu hissetmek! Öyle ya da böyle, ister istemez bir
şey hissetmek, gerçekte tam bir karşılık bile bulmaksızın, biraz da olsa sevmek
zorunda olmak nasıl bir yorgunluktur!
Bu gölgeli fasıl, yaşandığı gibi
silindi benliğimden. Bugün ne zihnimde, ne heyecanımda ondan bir iz var.
İnsanoğlunun varoluş yasalarına dair, kendi başıma akıl edemeyeceğim hiçbir şey
öğretmiş değil bana; bir insan olarak, içgüdüsel olarak bildiklerim var varoluş
yasaları hakkında. Şöyle hüzünle hatırlayacağım bir zevk ya da gene hüzünle
hatırlayacağım bir keyifsizlik de yaşatmış değil. Sanki bir yerlerde okuduğum
bir şeydi bu ya da başkasının başına gelmiş bir olay, yarıya kadar okunmuş bir
roman, geri kalanının eksikliğini duymuşum ama çok da üzerinde durmamışım,
çünkü okuduğum kadarı, neredeyse baştan sona anlamsız olsa da kendi kendine
yetiyormuş, eksik bölüm de, ne anlatırsa anlatsın daha fazla anlam katamazmış
ona.
İçimde tek kalan, beni sevmiş olan
varlığa karşı bir minnet. Ama bu da soyut, şaşkınlık dolu, herhangi bir
duygudan çok akıldan doğmuş bir minnet. Benim yüzümden birinin üzülmüş olmasına
üzülüyorum; beni bir tek bu üzüyor, hepsi bu..
Büyük ihtimalle, hayat böyle doğal
heyecanları bir daha karşıma çıkarmaz. Çıkarmasını isterim aslında, ilk
tecrübemi derinlemesine tahlil etmişken, ikinci seferde ne hissedeceğimi
görmek için. Duygularım belki daha yoğun olur, belki olmaz. Kader eğer içinden
gelirse, bunu esirgemesin benden. Heyecanlar merakımı cezbedebilir. Olaylar
ise, içerikleri ne olursa olsun, zerre kadar ilgimi çekmez.
236
H.K.
Hiçbir şeye boyun eğmemek, ne insana,
ne aşka, ne düşünceye; gerçeğe inanmaktan, hatta var olduğunu farz edecek
olursak, onu tanımanın bir avantaj olduğunu sanmaktan kaçınmak anlamına gelen
mesafeli bağımsızlığı korumak - düşünmeden yaşayamayan insanların iç hayatları
ve zihinsel hayatları böyle akmalı gibi geliyor bana. Bir şeye ait olmak -
bayağılığın doruğu. İlke, ideal, kadın ya da meslek - hepsi birer zindan ve
pranga. Var olmak, özgür kalmaktır. Hırs bile, ondan kendimize gurur payı
çıkarırsak bir yüke dönüşür: Bir ipin ucunda oynayan kuklalar olduğumuzu
anlayabilsek, gurur duyulacak bir özellik bulamazdık onda. Hayır, hiç kimseyle
bağımız olmamalı, kendimizle bile! Başkalarından olduğu gibi kendimizden de
kurtulmuş olarak, kendinden geçmeksizin içine dalmış, çözümlere varmayan
düşünürler olarak, Tanrı'dan kurtulmuş olarak yaşayacağız, bu panayır
tiyatrosunda, cellatlar eğlensin diye verdiğimiz kısacık sarhoşluk molasını.
Yarın giyotin inecek. Yarın değilse öbür gün. İnsanların amaçlarından da,
eylemlerinden de habersiz, nihai sonun öncesinde bizi saran huzuru güneşe
çıkaralım. Güneş pürüzsüz alınlarımızı altın ışıklara bulayacak ve meltem umut
etmekten vazgeçmiş olanlara ferahlık verecek.
Kalemimi masaya atıyorum, çalıştığım
eğimli yüzeyde yuvarlanıyor ve yakalamadığını için geri geliyor. Bir anda
anladım her şeyi. Hissetmediğim bir öfkenin emrettiği şu harekette ansızın
kabaran bir neşe vardı.
237
Bir hayat düzeni için notlar
Başkalarına hükmetmeye ihtiyaç
duymak, onlara ihtiyaç duymak anlamına gelir. Dolayısıyla şef, başkalarına
bağımlıdır.
Kişiliğini hiçbir yabancı unsur
eklemeden büyüt, başkalarından hiçbir şey istemeden, başkalarına hiçbir zaman
emretmeden, ama ihtiyacın olduğunda ötekiler olmasını bilerek.
İhtiyaçlarını en aza indir ki, hiçbir
konuda başkalarına bağımlı olmayasın.
Böyle kayıtsız şartsız bir hayat
elbette imkânsızdır. Ama göreli olarak düşünüldüğünde imkânsız değildir.
İşyerindeki bir patronu hayal edelim.
Gerektiğinde herkesi defterden silebilecek durumda olmak, daktilo yazmayı,
muhasebe tutmayı ve temizlik yapmayı bilmek zorundadır. Dolayısıyla, sadece
zaman kazanmak için başkalarına ihtiyaç duymalıdır, yetersiz olduğu için değil.
Getir götür işleriyle uğraşan çocuğa "Şu mektubu postaneye götürün,"
diyorsa, vakitten tasarruf etmek için yapmalıdır bunu, postanenin yolunu
bilmediğinden değil. Yanında çalışanlardan birine "falanca yere gidip
filanca işi halledin" diye, işi kendi halletmekle vakit kaybetmek istemediği
için demelidir, yoksa nasıl halledeceğini bilmediğinden değil.
238
Erdemin haklı bir ödülü, günahın
haklı bir cezası yoktur. Zaten ödül de verilse, ceza da verilse haksızlık
edilmiş olur. Erdem de, günah da organizmalarımızın kaçınılmaz ifadeleridir,
ikisinden birine mahkûmdur organizmalarımız ve ya iyi olmanın ıstırabını
çekerler ya kötü olmanın. İşte bunun için hiçbir şey olmayan ve hiçbir şey
yapamayan, dolayısıyla hiçbir şeyi hak etmeyen insanların hak ettiği ödüllerle
cezaları bütün dinler başka dünyalara havale eder, hiçbir bilimin anlatamayacağı,
hiçbir inancın gözümüzde canlandıramayacağı yerlerdir bunlar.
Dolayısıyla bütün samimi inançlardan,
her kim olursa olsun, birilerini etkileme hevesinden vazgeçelim.
Tarde' a göre hayat, yararsız olandan
geçerek imkânsıza ulaşmaya çalışmaktan ibarettir. Madem kaderimiz bu, öyleyse
daima imkânsızı arayalım; başka yol olmadığına göre yararsız olandan geçerek
arayalım; gene de aradığımızın elde edilemeyeceğini, yolda sevmeye ya da
özlemeye değer hiçbir şeye rastlamayacağımızı bilincimize iyice kazıyalım.
Her şeyden bıkarız, demişti şârih,
anlamak hariç; öyleyse anlayalım, hiç durmadan anlayalım, bir taraftan da er
ya da geç solup gidecek kolyeler, çelenkler yapmaya uğraşalım kurnazca, anlama
yetimizin hayalet çiçekleriyle.
239
İnsan her şeyden bıkar, anlamak
hariç. Bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.
Bir sonuca varmak için düşünmek
insanı yorar, çünkü ne kadar düşünür, tahlil eder, görürsek, sonuca o kadar zor
varırız.
O zaman insan öyle bir eylemsizliğe
düşer ki, o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz, bir
estet tavrıdır bu, çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz,
anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız; sadece anladıklarımızın
içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl
bir güzellik statüsü kazandığına bakarız.
İnsan düşünmekten, kendine özgü
görüşlere sahip olmaktan, eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur. Ama geçici
olarak da olsa, başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız. İçimizde
uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez, sırf üzerimizdeki etkilerini görmek
amacıyla yaparız bunu.
240
Bütün gece, geçmek bilmez saatler
boyunca, yağmurun çıtırtısı durmaksızın azaldı. Bütün gece, yarı-uykumun
arasında yağmurun soğuk tekdüzeliği camlarımda ısrar etti. 33 Kâh
bir bora tepeleri kamçılıyor, su kıvrak ellerini camda gezdirerek tiz bir
sesle kıvranıyor; kâh kulağı sağır eden bir gürültüyle ölmüş dışarıda, uykunun
sesini duyuruyordu. Varlığım, yorganın altında da, insanların arasında da, hep
aynıydı: Acılar içinde dünyanın bilincine varmış durumdaydı. Gün, mutluluk gibi
doğmak bilmiyordu - ve o saatte, sonsuza dek gecikecek gibi geliyordu bana.
Ah keşke gün ve mutluluk hiç
doğmayabilse! Umut, bütün heveslerine doymanın hayal kırıklığını asla
yaşamayabilse !
Parke taşlarında sarsıla sarsıla
giden gecikmiş bir arabanın beklenmedik gürültüsü sokağın başından başlayıp
giderek büyüdü, camlarımın önünde çıtırdadı, sonra sokağın öbür başında, hiç
durmadan benden kaçan belirsiz uykunun sonunda öldü. Arada bir, bir kapının
çarptığı duyuluyordu. Bazen de suda çırpınan adımların, suyu yemiş, iyice
kırışmış kıyafetlerin sıvı sesi. Uzaktan uzağa saldırıya geçmeye hazırlanan,
giderek çoğalan adımlar yüksek perdeden yankılanıyordu. Sessizlik çöküyordu
tekrar, o sırada adımlar da uzakta azalıyordu ve sayılamayacak kadar çok yağmur
yağıyordu hâlâ.
Gözlerimi o sahte uykudan açtığımda,
odamın hayal meyal seçilen duvarlarında henüz görülmemiş rüyalardan parçalar,
belirsiz ışıklar, kara çizgiler, tırmanan, inen minicik şeyler görüyordum.
Gündüze göre büyümüş olan mobilyalar bu saçma karanlıkta belli belirsiz
lekelere benziyordu. Kapı, geceden ne daha beyaz ne daha siyah, ama gene de
ondan farklı bir şey olarak seçiliyordu. Pencereyi ise sadece duyabiliyordum.
Yepyeni, ele avuca sığmaz, kararsız
yağmurun sesi çınladıkça çınlıyordu. Suyun sesi zamanı yavaşlatıyordu.
Yalnızlığım büyüyor, genişliyor, hissettiğim şeyi, istediğim şeyi ve hatta
rüyasını göreceğim şeyi içine alıyordu. Karanlıkta uykusuzluğuma ortak olan
belirsiz nesneler, perişanlığımın derinliklerinde kendilerine birer yer, birer
ıstırap buluyordu.
241
Işığa aşırı yavaş bir sarılık hâkim
olmuştu, kirli, soluk bir sarı. Varlıkların arasındaki boşluklar büyümüştü ve
yeni bir düzene göre dizilmiş olan sesler gelişigüzel çınlayıp duruyordu.
Seslerin duyulmasıyla, çıt diye kırılıvermişçesine kesilmesi bir oluyordu.
Galiba artmış olan sıcaklık, saf haldeki sıcaklık buz kesmişti adeta. Hafifçe
aralanmış olan iç panjurlardan, diklemesine uzanan o yarıktan, görünürdeki tek
ağacın duruşu, abartılı bir umutla bekleyişi görülüyordu. Yeşili farklıydı,
sessizliği içmiş bir yeşildi. Atmosferde birtakım taçyapraklar kapanıyordu. Ve
uzayın terkibinde, düzlemlere denk gelen bir şeylerin arasındaki farklı bir
bağıntı yüzünden, seslerin, ışıkların ve renklerin boşluğu kullanma biçimi
değişmiş, paramparça olmuştu.
242
Ruhun sığlıklarından gelen, iğrenç
hayaletler gibi uykusuzluğumuza musallat olan, kimsenin itiraf etmeye cesaret
edemeyeceği o utanç verici, bayağı rüyaların dışında, bastırılmış
duyarlılığımızı saran o yağlı, vıcık vıcık çıbanların dışında, ruhumuz kendi
derinliklerinde daha ne gülünç, ürkünç ve söze sığmaz şeyler bulabilir istese,
ama ne çabalar pahasına!
İnsan ruhu karikatürlerin yaşadığı
bir tımarhanedir. Bir ruh bütün gerçekliğiyle kendini ortaya koyabilecek olsa
ve bilinen, adı konulmuş bütün utançlardan daha derin bir edep olmasa, ruh
tıpkı gerçeklik için dendiği gibi bir kuyu olurdu, bulanık seslerin kol gezdiği,
rezilce hayatlarla, cansız, yapışkan şeylerle, öznelliğimizin salyasından
olma, yok-larvalarla dolu, iç karartıcı bir kuyu.
243
4 Kasım 1931
Bir canavarlar kataloğu yapmak
isteyen olursa, bir türlü uyuyamayan, hep uyuklama halinde kalan zihinlerimize
gecenin taşıdığı şeylerin kelimelerle fotoğrafını çeksin. Farkında olmadan
uyumuşuz, bile diyemeyeceğimiz halde, düşlerin tutarsızlığı vardır bunlarda.
Uysallığımızın kanıyla beslenen bu vampirler, edilgen ruhlarımızın üzerinde
yarasalar gibi süzülürler.
Sapkınlıklardan ve insan
müsveddelerinden doğma larvalardır bunlar, vadiyi dolduran gölgeler, kaderin
bıraktığı izler. Bazen, onları yaratmış, Üzerlerine titremiş olan ruha bile
utanç veren dizeler ya da hiçbir şeyin çevresinde uğursuzca dönüp duran
hayaletler olarak belirirler; bazen de kayıp heyecanlarımızın gömülü olduğu
saçma inlerden fırlamış yılanlar.
Sahteliğin bu döküntülerinin tek
işlevi, bizi kendi sahteliğimizden çekip çıkarmaktır. Ruhumuza ekilmiş,
uyuklayan, soğuk kıvrımlara dönüşmüş, çöküş yolundaki tereddütlerdir bunlar.
Ömürleri duman kadar sürer, ayak izleri gibi solup giderler ve kısır bir madde
olan bilincimizdeki yerlerinden geriye, bir tek kısacık bir anı kalır. Bazen
bir havai fişeğin bize has parçalarına benzerler: Düşlerimizin ortasında bir
saniye kıvılcım saçarlar; ve geri kalan ne varsa, onları görür gibi olmamızı
sağlayan bilincin bilinçsizliğinden ibarettir.
Çözülmüş bir bağcık olan ruh,
kendiliğinden var olmaz. Büyük manzaralar yarına kalmış, biz ise onları çoktan
yaşamışızdır. Kesilen diyalog kısa sürmüştür. Kim inanırdı hayatın buna
indirgeneceğine?
Kendimi bulursam kaybediyorum,
inanırsam şüphe ediyorum, eğer zaten elde etmişsem sahip olmuyorum. Gezinir
gibi uyuyorum, ama uyanığım. Uyurmuş gibi uyanıyorum ve kendime ait değilim.
Hayat nihayetinde upuzun bir uykusuzluktur, düşündüğümüz ve yaptığımız her
şey, onu bölen, ayıltıcı sıçramalardır.
Uyuyabilmek çok mutlu ederdi beni. Bu
düşünce şimdiki andan geliyor zihnime, çünkü evet, uyumuyorum. Gece gördüğüm
bütün rüyaların sessiz örtüsüyle beni boğan koca bir yük. Ruh hazımsızlığı.
Bir sonralar kafilesinin ardından hep
günün doğduğunu göreceğiz - ama her zamanki gibi çok geç olacak. Herkes uyuyor,
herkes mutlu, ben hariç. Uyumaya cüret edecek kadar kendimi yüreklendirmeksizin,
biraz dinleniyorum. Ve varlıksız canavarların devasa kafaları, kendi benliğimin
dibinden, bir keşmekeş içinde fışkırıyor. Mantığın dışına taşmış kıpkırmızı
dilleriyle uçurumdan yükselen, cansız gözleriyle ölü hayatımı süzen Doğu
ejderhaları; hayatımsa gözlerini onlardan kaçırıyor.
Tanrı aşkına kapatın kapanın
kapısını, kapatın! Bilinçsizliğimin ve hayatımın hesabı görülsün artık! Neyse
ki aşağı düşmüş panjurların arasından, pencerenin soğuk camlarından giren
incecik, soluk ve hüzünlü bir ışık ufkun karanlığını silmeye başladı. Neyse ki
doğacak olan şey, gün. Huzursuzluğun yorgunluğu içinde adeta huzurlu
hissediyorum kendimi. Şehrin göbeğinde saçma bir horoz ötüyor. Kurşuni mor bir
gün, belirsiz uykuma doğuyor. Günün birinde uyuyacağım. Bir tekerlek sesi kötü
bir araba doğuruyor. Gözkapaklarım uyuyor, ben değil. Nihayetinde her şey
Kader.
244
H.K.
İdealimdeki kader, emekli bir binbaşı
olmak. Sonsuza kadar basit bir emekli binbaşı olamayacak olmak çok üzücü.
Tam olmaya duyduğum açlık, beni bu
gereksiz hüzne gark etti.
Hayatın trajik kofluğu.
Merakım benim, tarlakuşlarının kız
kardeşi.
Günbatımlarının kalleş sıkıntısı, tan
vaktinin ürkek süsleri.
Buraya oturalım. Gökyüzü buradan daha
iyi görülüyor. Yıldızlı derinliğin sonsuzluğu ne kadar da avutucu. Göğü
seyrederken hayat daha az yakar canımızı;
229/506 hayatın iyice
kızdırdığı yüzümüzden, narin bir yelpazeyi hatırlatan hafif bir rüzgâr geçer.
62. Metinde
Fransızca; severek yoruyorduk onu anlamında.
63. Yazar, bu
cümlelerde orijinal metinlerde altını çizdiği bazı seslerle aliterasyon
yapıyor.
245
H.K.
İnsan ruhu ne yapsa acının kurbanı
olmaktan kaçmaz. Öyle ki, hazırlıklı olması gerektiğini bilse bile, sevimsiz
sürprizler karşısında acı duyar. Ömrü boyunca kadınların vefasızlığını,
hafifliğini doğal ve harcıâlem şeylermiş gibi dilinden düşürmemiş olan filanca
adam ihanete uğradığında acı bir sürprizle karşılaşmanın bütün sıkıntısını
yaşayacaktır - hem de sanki hayat boyu kadınların sadık ve vefalı olduğuna
inanmış, en çok buna bel bağlamış gibi. Her şeyi çürümüş, boş gören bir başkası
ise, yazdıklarını dünyanın zerre kadar umursamadığını, bildiklerini öğretmek
için verdiği emeklerin yararsız olduğunu, zannettiğinin aksine heyecanını asla
başkalarına aktaramayacağını keşfettiği gün, beyninden vurulmuşa dönecektir.
Başına böyle ya da daha başka
felaketler gelen insanların bu türden mutsuzlukların önceden
kestirilebileceğini, hatta kaçınılmaz olduğunu söylerken ya da yazarken
samimiyetsiz olduklarını sanmayın sakın. Zekice bir iddianın dürüstlüğüyle, bir
anda doğan bir heyecanın doğallığı arasında hiçbir ilgi yoktur. Ne var ki işler
böyle olup biter gibi görünür, insan bu sürprizleri gayet iyi bilir gibi
davranır, sırf acıdan asla mahrum kalmasın, utanç lekesi üzerinden hiç eksik
olmasın ve ıstırap azalmasın diye; hayattan hepimize düşen eşit paydır bu. Hata
yapma, acı çekme yeteneği herkese eşit verilmiştir. Ancak hissetmeden yaşarsak
bela gelmez başımıza; ve en yüksek, en soylu, geleceği en iyi gören insanlar,
önceden tahmin edip hor gördükleri şeylere katlanan, acısını çekenlerdir. Hayat
budur işte.
246
Yaşadıklarımızı, dikkatimizle değil
de, hayatımızla katıldığımız bir romandaki olaylar ya da bölümler olarak
görsek. Ancak bu tavır sayesinde kötü günlerin, hayatın cilvelerinin
üstesinden gelebiliriz.
247
Fiilî hayatı oldum olası en uygunsuz
intihar yöntemi olarak görmüşümdür. Eylemi ise, haksız yere mahkûm edilmiş
düşün çarptırıldığı şiddetli bir ceza olarak düşünmüşümdür hep.
Dış hayata etkide bulunmak, olayların
akışını değiştirmek, varlıkların yerini değiştirmek, insanları etkilemek; bütün
bunların özünde, düşlerimdekinden bile daha bulanık, belirsiz bir şey var.
Çocukluğumdan beri, kendim de dahil her şeyden kopmak için en çok sarıldığım
nedenlerden biri, bütün eylemlerin doğası gereği boş olduğunu bilmek olmuştur.
Eylemek, kendine karşı
tepki göstermektir. Etkilemek, kendinden çıkmaktır.
Şu saçmalık beni hep şaşırtmıştır:
Özgerçeklik bir dizi duygulanımdan ibaret olduğu halde, nasıl oluyor da
piyasalar, sanayiler, toplumsal bağlar ve aile bağları gibi alabildiğine
karmaşık bir basitlikte şeyler de var olabiliyor; gerçekliği kendi içinde
arayan bir ruhun acılarla kıvranarak, asla anlayamayacağı şeyler bunlar.
248
Dış dünyanın varlığına katkıda
bulunmaktan her zaman kaçınmış olmamdan ileri gelen olgular arasında, çok tuhaf
bir psişik fenomen var.
İçten içe bütün eylemlerden
kaçınırken ve olayların akışını hiç umursamazken, dikkatimi dış dünyaya
verdiğimde onu tam bir nesnellikle görmeyi başarıyorum. Hiçbir şeyin önemi
olmadığından ve yapılacak bir değişikliğin hiçbir açıklaması olamayacağından,
hiçbir şeyi değiştirmiyorum.
Ve böylece başarıyorum [...]
249
XIII. yüzyılın ortasından beri
korkunç bir hastalığın uygarlığımızın üzerine çöküşünü seyretmekteyiz. Sürekli
hayal kırıklığıyla sonuçlanan on yedi yüzyıllık Hıristiyanlık özlemi, sürekli
olarak ertelenen beş yüz yıllık paganizm özlemi, Hıristiyanlığın bir parçası
olarak başarısızlığa uğrayan Katoliklik, paganizmin bir parçası olarak
başarısızlığa uğrayan Rönesans ve nihayet evrensel bir fenomen olarak
başarısızlıkla sonuçlanan Reform. Düşlediğimiz her şeyin yıkılışı, elde ettiklerimizin
verdiği utanç, başkalarıyla paylaşmanın iğrenç olduğunu bildiğimiz bir hayatı
yaşamanın ve başkalarında benimseyebileceğimiz, uygun bir hayat bulamamanın
rezilliği.
Bütün bunlar ruhlarımıza
doluşuyor, onları zehirliyor. Aşağılık bir toplumda, haliyle aşağılık olan
eyleme karşı bir tiksinti sarar zihinlerimizi. Ruhun üst faaliyeti zayıflar;
sadece daha canlı olan alt faaliyet olduğu gibi devam eder; birincisi tamamen
atıl kalırken, ikincisi de dünyanın naipliğine soyunur.
Düşüncenin temel olmayan
unsurlarından oluşan bir sanat ve bir edebiyat - romantizm; ve faaliyetin temel
olmayan unsurlarından örülü bir toplumsal hayat - modern demokrasi işte böyle
doğdu.
Dünyaya başkalarını
yönetmeye gelmiş insanların kendilerine hâkim olmaktan başka çareleri kalmadı
böylece. Yaratmak için doğmuş olan ruhlar için ise, yaratıcı güçlerin
başarısızlığa mahkûm olduğu bir toplumda, diledikleri gibi şekillendire-
bilecekleri tek evren, düşlerindeki toplumsal dünya ve ruhlarının içedönük
kısırlığıydı.
Kendini ortaya koymuş
olan küçükler kadar, başarısızlığa uğramış olan büyüklere de
"romantik" diyoruz. Aslında söz götürmez duygusallıklarından başka
ortak noktaları yoktur; ama birilerinde duygusallık zekâlarını etkin bir
şekilde kullanamamalarının bir sonucudur; ötekilerde ise düpedüz zekâ yoktur.
Bir Chateaubriand ile bir Hugo, bir Vigny ile bir Michelet aynı çağın
ürünüdür. Ama bir Chateaubriand büyük bir adamken küçülmüştür; bir Hugo
zamanının rüzgârıyla kabarmış ortalama bir insandır; bir Vigny kaçmak zorunda
kalmış olan bir dehadır; bir Michelet ise, dâhi bir erkek haline gelmeye
mecbur olmuş dâhi bir kadındır. Hepsinin babası olan Jean-Jacques Rousseau'da
ise iki eğilim bir aradaydı. Ondaki zekâ bir yaratıcının zekâsı, duygusallık
ise bir kölenin duygusallığıydı. Rousseau her ikisini de aynı güçlü dille ifade
eder. Ama toplumsal duyarlılık, zekâsının açık seçik olarak düzenlemekle
yetindiği teorilerini zehirler. O büyük zekâ, böyle bir duyarlılıkla yan yana
var olmanın utancından dolayı inlemekten başka işe yaramamıştır.
Jean-Jacques Rousseau
modern insandır, ama herhangi bir modern insana göre daha yetkindir. Onu
başarısızlığa sürüklemiş olan zayıflıklardan bile -hem kendisini, hem bizi
mutsuz etme pahasına!- zafere ulaşmak için güçler çıkarmasını bilmiştir. Ondan
doğan şey zaferi kazandı gerçekten de, ama şehre girdiğinde bayraklarının
üzerinde "Bozgun" diye yazıyordu. Ardında bıraktığı, savaşmaktan âciz
olan şeyler, kaderinin birer parçası olan krallık asaları ile taçlar,
hükmetmenin görkemi ve yenmenin ihtişamıydı.
Doğduğumuz dünya hem var olan
nimetlere sırt çevirmenin acısını çekiyor, hem de şiddetin - üstün varlıklar
sırt çeviriyor, aşağı varlıklar şiddete başvuruyor, aşağı varlıklar için başarı
bu demek.
Modern çağda hiçbir üstün niteliğin,
politik ya da düşünsel alanda, eylemle olsun, düşünceyle olsun, dile
getirilmesi mümkün değildir.
Aristokrasinin etkisinin yok
olmasıyla, sanata karşı kabalık, kayıtsızlık dolu bir atmosfer ortaya çıktı; incelikli
bir duyarlılığın barınamayacağı bir atmosfer. Ruhun hayatla teması, giderek
çoğalan bir acı verir ona. Çaba harcamak giderek daha çok canını yakar insanın,
çünkü çabaya etki eden dış koşullar gün geçtikçe dayanılmaz hale gelir.
Klasik ideallerin çöküşü bütün
insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi.
Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları
varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da
gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak
görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü
herkesin duyguları vardır.
250
H.K.
Gene de yaratmak isterdim, hem de
çok..
Biricik gerçek sanat inşa
sanatıdır. Ama modern çevre zihnimizin inşa etmek için gereken
niteliklere sahip olmasını kesinlikle engeller.
Bilim işte bu sayede gelişti. Bugün
sadece makineler, inşa etmek için gereken niteliklere sahiptir; düşünme
biçimleri içinde sadece matematiksel ispatlarda bir mantık zinciri görebiliriz.
Yaratma gücü bir dayanak noktası
ister: Gerçeklikten ibaret bir koltuk değneği.
Sanat bir bilimdir..
Belli bir ahenkle acı çeker.
Okuyamıyorum, çünkü aşırı sivrilmiş
olan eleştirel mantığım yüzünden hatalardan, kusurlardan, daha iyi
olabileceklerden başka şey görmüyorum. Hayal kuramıyorum, çünkü hayali öyle
canlı yaşıyorum ki onu gerçekle karşılaştırıyorum ve derhal hayalin gerçek
olmadığını hissediyorum, öyle ki düş hemen bütün değerini kaybediyor. Nesneleri
ve insanları masumane seyretmek tatmin etmez beni, çünkü derinleşme arzusu
karşı konulur gibi değil: İlgim bu arzu olmadan ayakta kalamadığı için, ya onun
yüzünden ölür ya da söner gider.
Metafizik spekülasyonlarla
avunamıyorum, çünkü bizzat kendi tecrübelerimden gayet iyi biliyorum ki bütün
sistemler savunulabilir ve zihinsel açıdan hepsi mümkündür; sistemler kurmaya
yönelik bu salt zihinsel sanattan keyif alabilmek için, bütün metafizik
spekülasyonlarda amacın gerçeği aramak olduğunu unutabil- mem gerekir.
Sırf anısı bile sevinç veren, mutlu
bir geçmişim olsaydı; ve hiçbir şeyin zevk vermediği, hiçbir şeyin ilgimi
çekmediği, hiçbir şeyin bana düşü sunmadığı, şimdiki zamana benzemeyen ya da
bu geçmişten farklı bir geçmişe sahip bir geleceği mümkün kılmadığı bir şimdide
olsaydım - hayatımı gömüyorum, hiçbir zaman yaşamadığım bir cennetin bilinçli
bir hayaleti o, doğacak umutların ölü doğmuş çocuğu.
Bütünlüğünü koruyarak acı çekenlere
ne mutlu. Sıkıntı çekseler de tuzla buz olmayanlara, inançsızken bile
inananlara ve art niyetsizce güneşin altına serilebilenlere.
251
îlk başta metafizik spekülasyonlarla,
sonra bilimsel yaklaşımlarla eğlendikten sonra, sonunda toplumsal [ ...] cazip
geldiğini hissettim. Ama gerçekliği ararken geçtiğim bu aşamaların hiçbirinde
ne doğruyu bulabildim ne de huzuru. İlgi alanım ne olursa olsun, hep az okudum.
Ama okuduğum kadarında, birbirine zıt bir sürü teoriyle karşılaşmaktan bıktım,
hepsine uzun uzun kafa yorulmuş, hepsi makul ve hepsi seçilmiş bazı olayların
üzerinde şekillenmiş, oysa olayların tamamını barındırıyor gibiler. Yorgun
gözlerimi sayfalardan kaldırdığımda ya da dağılan dikkatim düşüncelerimden
uzaklaşıp dış dünyaya sırt çevirdiğinde tek bir şey görüyordum, benim gözümde
okumanın ve düşünmenin yararsızlığının bir simgesiydi bu ve emek harcamak
fikrinin bile taçyapraklarını zihnimden bir bir koparıyordu: Varlık sonsuz bir
karmaşa içindeydi, [ ...], açık bir şekilde kavranıp, Üzerlerine herhangi bir
bilim inşa edilebilecek bazı nadir olaylar sayılmazsa, devasa toplama ulaşmak
aşırı derecede imkânsızdı.
Yavaş yavaş kendi derinimde, dışarıda
hiçbir şey bulamamamın sancısını buluyorum. Mantık ve sağduyu namına bende ne
varsa, hepsini, kendini savunmak için bir mantık aramaya bile tenezzül etmeyen
şüpheci bir bakışa aktardım. Bu hastalıktan kurtulmayı düşünmedim - zaten, neye
yarardı ki? Hem sağlıklı olmak neydi? Bu ruh halinin bir hastalıktan
kaynaklandığını nereden biliyordum? Diyelim ki gerçekten bir hastalık vardı,
sağlıktan daha iyi, daha mantıklı ya da daha [ ...] olmadığını kim garanti
edebilirdi? Eğer tercih edilen sağlıklı olmaksa ben niye hastaydım; tabii
doğanın bir hükmüyse o başka, ama o zaman da, niye beni hasta ederken mutlaka
bir amacı olan -amaçları olabiliyorsa elbette- Doğa'ya karşı çıkacaktık ki?
Bugüne dek bulabildiğim bütün
argümanlar eylemsizliği destekledi. Doğuştan münzevilere özgü bir uyuşukluk
içinde olduğum, günbegün, giderek daha güçlü bir şekilde benliğime sızdı.
Uyuşukluk içinde kalmanın yollarını aramak, kendim için çaba harcamaktan,
toplum içinde sorumluluk almaktan kaçmaya çalışmak - koca ömrümün heykelini
bilinçle, bu maddeden yonttum işte.
Okumayı bıraktım, az ya da çok
estetik şu ya da bu hayat anlayışından kaynaklanan anlık heveslerden
kurtuldum. Okuduğum pek az şeyden sadece düşlere yarayacak malzemeyi çıkarıp
almayı öğrendim. Tanık olduğum pek az olaydan, sadece uzaklara dek
yankılanarak, benliğimde en derine uzanabilecek olanları aklımda tutmak uygun
geldi. Düşüncelerimden, her gün edindiğim deneyimlerden yalnızca katıksız
duyguları derlemeye zorladım kendimi. Hayatıma estetik bir yön verdim; ve bu
estetiği de tamamen bireysel bir rotaya çevirerek kendime ait kıldım.
Ardından, iç dünyamdaki
hedonizm üzerine çalışırken, toplumsal duyarlılıklardan kaçmak için çaba harcamaya
koyuldum. Gülüncün anlamına karşı yavaşça zırh kuşandım. İstekler gibi
duyguların çağrısına da duyarsız kalabilmek için çalıştım [...]
Başkalarıyla temasımı
mümkün olduğu kadar azalttım. Hayata olan sevgimi tamamen silmek için elimden
geleni yaptım [...] Şan şöhret arzusundan adım adım soyundum, tıpkı
yorgunluktan bitap düşmüş bir adamın, rahat etmek için üstündekileri çıkarması
gibi.
* * *
Metafiziği, bilimleri ve
[...] inceledikten sonra, sinirsel dengem için daha tehlikeli zihinsel
meşgaleler buldum. Mistiklerin ve kabalistlerin yapıtlarına gömülerek korku
dolu geceler geçirdim, baştan sona okumayı başaramıyordum bir türlü, kesik
kesik, titrek ve [...] bir şekilde okuyabiliyordum ancak. Gül-Haç'ın
gelenekleri ve sırları, Kabala'nın ve Tapınak Şövalyelerinin simgelerle kurduğu
dil, uzun zaman canımı yaktı. Günlerimin ateşiniyse zehirli spekülasyonlar,
metafiziğin şeytani düşünce tarzı doldurdu - yani büyü, simya; acı, sahte bir
canlılık veriyordu bana, sanki her an müthiş bir gizemi çözecek gibiydim.
Metafiziğin aşırı coşkun, tali sistemleri arasında kayboldum, rahatsız edici
benzerliklerle, bilinç- liliğe karşı kurulmuş tuzaklarla, sınırları doğaüstü
âlemden yansıyan sırlarla çizilmiş, uçsuz bucaksız, gizemli manzaralarla
doluydu bu sistemler.
Duyumlar ihtiyarlattı
beni... Düşünceler doğurayım derken yıprattım kendimi.. . Olan ömrüm metafi.zik
bir heyecana döndü, her şeyde gizli bir anlam keşfeden, gizemli benzerliklerin
ateşiyle oynayan, insanın kendini yerden yere vurması için [...] tam bilince, normal
senteze ulaşmayı sürekli erteleyen bir heyecan.
Zihnim kayıtsızlaştıran,
karmaşık bir disiplinsizliğe gömüldü. Neresiydi sığındığım yer? Bana öyle
geliyor ki hiçbir yere sığınmış değildim. Neye olduğunu bilmeden bıraktım
kendimi.
Arzularımı yoğunlaştırıp
sınırladım, iyice gelişsinler, incelsinler diye. Sonsuzluğa ulaşmak için
-bence ulaşılabilir-, bize sağlam bir liman gerek, tek bir liman, oradan da
Sınırsız' a yelken açacağız.
Bugün kendi dinimde münzeviyim. Bir
fincan kahve, bir sigara, bir de düşlerim; göğün, yıldızların, işin, aşkın ve
hatta güzelliğin ya da ihtişamın yerini gayet rahat doldurabilir. Deyim
yerindeyse hiçbir uyarıcıya ihtiyacım yok. Ben afyonumu, kendi ruhumda
buluyorum.
Düşlediklerim nedir peki? Bilmiyorum.
Ne düşündüğümü, ne düşlediğimi, gönül gözüyle neler gördüğümü bilemez hale
gelmek için var gücümle uğraştım. Galiba her seferinde biraz daha uzağı, biraz
daha bulanık, daha belirsiz, daha görülmez olanı düşlüyorum.
* * *
Hayat hakkında teori üretmiyorum. İyi
midir, kötü müdür, diye sormuyorum kendime. Benim gözümde hayat kötü ve
hüzünlüdür ve nefis düşlerle iç içedir. Başkalarına nasıl göründüğünden bana
ne?
Başkalarının hayatı, sadece yerlerine
geçip yaşamama yarar ve her biri için, düşümde onlara biçtiğim hayatı yaşarım.
252
H.K.
Düşünmek, ne olursa olsun, gene de
bir eylem sayılır. Etkin olan hiçbir şeyin bulaşmadığı, özbilincimizin bile
sonunda çamurlara gömüldüğü eksiksiz düşte - sadece orada, o ılık ve nemli
yok-varlıkta eyleme gerçekten sırt çevrilebilir.
Anlamaya çalışmamak; tahlil
etmemek... Kendini doğayı görür gibi görmek; heyecanlarını bir manzara gibi
seyretmek - işte bilgelik budur..
253
H.K.
Bizi hiçbir teoriyi benimsememeye
sevk eden o kutsal içgüdü..
254
H.K.
29 Kasım 1931
Pek çok kez, akşama doğru ağır ağır
sokaklarda dolaşırken, varlıkların olağanüstü düzeni tokat gibi yüzüme çarpmış,
sersemletmiştir. Beni bu derece etkileyen, bu kadar güçlü bir duygu doğuran
ise, doğal şeylerden çok sokakların birbirine kavuşması, tabelalar, kendi
aralarında konuşan, tepeden tırnağa giyimli insanlar, meslekler, gazeteler,
bütün bunlarda sezilen zekâdır. Daha doğrusu bu sokakların, bu tabelaların,
mesleklerin, insanların ve toplumun - kolayca birbirine uyum sağlayan, kendi
yolunda yürüyen, yeni yollara açılan bunca şeyin var olması.
En yalın haliyle insana baktığımda,
bir kedi ya da köpek kadar bilinçsiz olduğunu görüyorum; konuşması da bambaşka
bir bilinçsizliğin ürünü; toplumlar kuruyorsa bu da gene, karıncalarla arıların
toplumsal hayatta sergilediği bilinçten her bakımdan geri kalan, apayrı bir
bilinçsizliğin oyunu. Nitekim, berrak bir ışıkta en az organizmaların
varlığındaki kadar, hatta ondan da öte, en az katı, zihinsel fizik
yasalarındaki kadar, hatta ondan da öte, dünyayı yaratan, ona dünyaya damgasını
vuran zekânın şekillendiğini görüyorum.
Kendimi ne zaman böyle hissetsem,
bilmem hangi eski skolastik filozofun şu sözü bir kez daha çarpar beni: "Deus
est anima brutorum. ” - "Tanrı hayvanların ruhudur." Bu muhteşem
cümleyi yazan, alt kademeden hayvanları yöneten içgüdünün ne kadar sağlam
olduğunu anlatmak istemişti; öyle hayvanlarda zekâdan eser yoktur - varsa bile
ilkel bir zekâ olabilir. Ama hepimiz alt kademeden hayvanlarız - konuşmak,
düşünmek birer yeni içgüdü sadece, üstelik yeni oldukları için ötekiler kadar
sağlam da değiller. Filozofun o güzelim, o sapına kadar doğru cümlesi de
genişler bu durum karşısında ve ben de derim ki, Tanrı her şeyin ruhudur.
Evrenin koca bir saat dükkânından
başka bir şey olmadığı temel gerçeğini ciddiyetle ele alacak olursak, bunu
söyledikten sonra saatçinin varlığının yadsınabilmesini aklım almıyor;
Voltaire bile saatçiye inanmayı reddetmemişti. Önceden belirlenmiş bir plana
uymuyor gibi görünen bazı olayları düşünerek (ama olayların uyup uymadığını
anlamak için önce planı bilmek gerekir tabii), o yüce akılda bazı kusurlar
bulanları anlayabiliyorum tabii. Anlıyorum, ama iddialarını kabul etmiyorum.
Aynı şekilde dünyada bunca kötülük varken, o yaratıcı akıla sonsuz şefaat
sahibi denemeyeceğine de aklım eriyor. Evet, anlıyorum, fakat gene kabul
etmeksizin. Ne var ki bu aklın, yani Tanrı'nın varlığını inkâr etmek, insan
zekâsına musallat olan aptallıklardan biri gibi geliyor bana. Yoksa insanlar,
bunun dışında her bakımdan gayet üstün varlıklar olabilir - hesap yapmayı
beceremeyenler ya da (duyusal zekâyı işin içine katacak olursak) müziğe, resme
ya da şiire duyarlı olmayanlar gibi.
Söylediğim gibi, ne kusurlu saatçi,
ne de kötü niyetli saatçi argümanını kabul ediyorum. Kusurlu saatçi argümanını,
dünyanın yönetilmesine, düzenlenmesine ilişkin, bize tesadüfi kazalar ya da
saçmalık gibi gelen ayrıntıları, genel planı bilmeden gerçekten
değerlendiremeyeceğimiz için benimsemiyorum. Bütün işaretler bir plan olduğunu
gösteriyor, bazen de saçmalıklarla karşılaşıyoruz, ama şunu kabul etmeliyiz ki her
şeyde hüküm süren bir mantık varsa, aynı mantık saçmalıklarda da geçerlidir.
Planı değil, mantığı görüyoruz; bu durumda, planı hiç bilmediğimiz halde, bazı
şeylerin ona uymadığını nasıl söyleyebiliriz? İncelikli uyaklarla yazan bir
şairin araya ahenksiz bir dize kattığı olur, bunu bir ahenk yaratmak için,
başka bir deyişle görünürde uzaklaştığı amaca hizmet için yapar; ahengin
kendisinden çok katı kurallara bağlı eleştirmenler ise, o dizeye derhal yanlış
yaftasını yapıştırıverirler. İşte Yaratıcı da aynı şekilde, bizim dar kafamızla
ahengi bozuyor, diye yorumladığımız şeyleri, metafizik bir ahengin görkemli
akışı içinde bir yere oturtmuş olabilir.
Yukarıda söylediğim gibi, kötü saatçi
argümanını da kabul etmiyorum. Bunu açıklamak daha zor gibi görünüyor, ama
sadece görünüşte bu böyle. Öncelikle, kötünün ne olduğunu pek bilmediğimizi
söyleyebiliriz, dolayısıyla bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna kesin olarak
karar veremeyiz. Gene de şu da var ki, her acı (iyiliğimiz için bize musallat
olsa bile) başlı başına bir kötülüktür ve bu da kötülüğün var olduğunu söylemek
için yeterli. Sırf dişimiz ağrıdı diye, Yaradan'ın iyiliğinden şüphe
duyabiliriz. Ama bu argümanın temelindeki zayıflık, hem tanrısal planın, hem de
akıllı bir kişilik, Sonsuz Zihin olarak doğanın tamamını bilmeyişimizden ileri
geliyor galiba. Kötülüğün var olması başka, bu kötülüğün var olmasının mantığı
başka. Aradaki fark kafa karıştıracak kadar çetrefil, ama doğruluğuna hiç şüphe
yok. Kötülüğün varlığını inkâr edemeyiz, fakat kötülüğün var olmasının kötü
olduğunu kabul etmeyebiliriz. Kabul ediyorum, mesele hâlâ olduğu yerde sayıyor,
ne var ki bu, kusurlarımızın da olduğu yerde saymasından kaynaklanıyor.
255
H.K.
29 Kasım 1931
Hayatın bize sunduklarının arasında,
hayatın kendisinden başka tanrılara da şükretmemizi gerektiren bir şey varsa, o
da cahilliğimizdir: Ne kendimizi biliriz ne de birbirimizi. İnsan ruhu
karanlık, vıcık vıcık bir uçurum, dünya yüzünde kesinlikle kullanılmayan bir
kuyudur. Gerçekten tanısa kimse kendini sevemezdi; ve kendini beğenmişlik denen
şey -manevi hayatın kanı canıdır bu- olmasa, hepimiz ruh anemisinden ölür
giderdik. Hiç kimse bir ötekini bilmez ve ne mutlu ki öyle; yoksa - ister
annemiz, ister karımız ya da çocuğumuz olsun, yanımızdakileri metafizik
düşmanlarımız olarak görürdük.
Birbirimizi bilmediğimiz için
anlaşmayı becerebiliyoruz. Romantiklerin, önemsiz de olsa bir tehlike
yarattıklarını fark etmeden söyledikleri gibi, bunca mutlu çift birbirinin
ruhunu görebilseydi ne hale gelirlerdi? Dünyadaki bütün evli çiftler yanlış
evlilikler yapmıştır, çünkü herkes Şeytanın ruhumuzu ele geçirdiği gizli
köşelerde, arzulanan erkeğin karmaşık imgesini, yüce kadının değişken resmini saklar.
Evlendiğiniz erkeğin arzulanan erkekle ilgisi yoktur, kadınsa o yüce kadının
kanlı canlı hali değildir. En mutlu insanlar, hüsranla sonuçlanmaya mahkûm
böyle eğilimlerinin olduğunu bilmeyenlerdir; mutluluktan en az pay alanlar ise
eğilimlerinin farkındadır aslında, ama daha ötesini bildikleri söylenemez ve
bazen, beceriksizce bir çıkış, kaba bir söz gizli Şeytan' ın, antik Havva'nın,
Şövalye ile Sylphide'in ellerin, sözlerin akışına kapılarak yüzeye vurmasına
yeter.
Yaşadığımız hayat şekli sürekli
değişen bir uyumsuzluk, var olmayan yücelikle, var olmayı beceremeyen mutluk
arasında sevimli bir yoldur. Halimizden memnunuz, çünkü düşünebilme,
hissedebilme gibi, ruhun varlığına inanmama yeteneğine de sahibiz. Hayatımızın
akıp gittiği bu maskeli baloda kıyafetler güzel olsun yeter; kıyafet her
şeydir. Renklerin, ışıkların kölesiyiz, gerçekliğe dahil olur gibi gireriz dans
edenlerin arasına ve (yalnız başımıza kalmadığımız, dans ettiğimiz sürece)
dışarıdaki gecenin dondurucu soğuğundan, kendinden daha uzun ömürlü çaputlara
bürünmüş fani bedenimizden, kendimizle baş başayken özümüz olduğunu sandığımız,
ama aslında alt tarafı sözümona gerçekliğimizin kaba bir taklidi olan şeyden
hiç haberdar olmayız.
Söyleyebildiğimiz, yapabildiğimiz,
düşünebildiğimiz ya da hissedebildiğimiz her şey aynı maskeyi takar, aynı
kılığa bürünür. Sırtımızdaki kıyafetleri çıkarmak nafile; asla çıplak
kalamayız, çünkü çıplaklık ruhta gerçekleşen bir olgudur, soyunmakla olmaz.
Tüyler kuşlara nasıl yapışırsa tenimize öyle yapışan, ruhumuza ve bedenimize
giyindiğimiz bin türlü kıyafetin içinde ya da ne olduğumuzu bile bilmeksizin,
tanrıların ciddiyetle oyun oynayan çocuklar gibi eğlenelim diye bize bahşettiği
şu kısacık ömrü, belki mutlu, belki mutsuz yaşar gideriz.
İçimizden herhangi biri, ister başına
buyruk bir adam, isterse rezilin teki olsun, nadiren de olsa günün birinde,
olup olabileceğimizin tam da olmadığımız şey olduğunu, en kesin yargılarımızda
bile yanıldığımızı, vardığımız en doğru sonuçların bile yanlış olduğunu
anlayıverir. Ve kısacık bir an içip evreni çırılçıplak gören bu kişi, bir
felsefe yaratır ya da bir din kurgular; felsefe yayılır, din büyür; felsefeye
inananlar, sonunda onu varlığı unutulan kıyafet gibi kullanmaya başlar, dini
benimseyenler ise, bir süre sonra akıllarından uçup giden bir maske gibi takar
onu.
Kendimizle ve başkalarıyla ilgili
hiçbir şey bilmeksizin, neşeyle birbirimizi dinlemeyi, dans etmeyi, dönmeyi,
sakin sakin çene çalmayı sürdürürüz - gösteriyi düzenleyenlerin dalgın,
küçümseyen bakışları altında, yıldızların büyük orkestrasının sesine uyarak
ciddiyetle rolünü oynayan, uyduruk insancıklarız biz.
Bizim için yaratılmış olan
yanılsamanın tutsağı olduğumuzu bir tek gösteriyi düzenleyenler bilir. Ama
yanılsamanın nedeni nedir, yanılsama -bu ya da bir başkası- niye vardır ya da
kendileri de yanılsamanın tutsağı oldukları halde, niye yanılsamayı bize
dayatmışlardır - hiç kuşkusuz kendileri de bilmez bunu.
H.K.
Entrikalar, diplomasi, gizli
örgütler, okültizm gibi gizli işler, kendimi bildim bileli, hakikaten midemi
bulandırır. Özellikle son ikisinin adı geçtiği anda kan beynime sıçrar; kimilerinin
evrenin temelindeki büyük sırlara erdiğini iddia etmeleri de öyle, güya
Tanrılarla, Üstatlarla ya da Demiurgoslarla özel anlaşmaları varmış -tabii her
şey onların arasında olup biter, başkalarının ruhu bile duymazmış-.
Böyle bir şeye inanamam. Ama bunu
düşleyenler olduğuna inanabilirim. Bu insanların hepsi birden deli ya da aptal
mı yoksa? Çok mu kalabalıklar? Ama kolektif halüsinasyon diye bir şey var.
Bu üstatların, mana âleminin bu büyük
uzmanlarının istisnasız hepsinin beni en çok etkileyen yönü, müthiş gizemlerini
bize anlatmaya ya da telkin etmeye kalkıştıklarında nedense çok kötü yazmaları.
Şeytan' a hükmedebilen bir adamın Portekizceye hâkim olmaması fena halde
sinirime dokunuyor. Şeytanlarla didişmek, dilbilgisiyle didişmekten daha mı kolay7
Bir insan, uzun uzun dikkat ve irade egzersizleri yaptıktan sonra, kendi
deyimiyle astral görüntüler görmeyi başarıyorsa, çok daha az dikkat ve irade
sarf ederek cümle kurmayı nasıl öğrenemez? Yüksek Büyü öğretisinde ve
törenlerinde, insanı doğru dürüst yazmaktan alıkoyan ne var? Açık bir dille
yazmak şart değil, okültizmin kurallarına uygun olarak kapalı ifadeler
kullanmak gerekebilir tabii, ama hiç olmazsa, en çetrefil şeylerde bile olan o
rahat, zarif üslupla niye yazmazlar? Bir insan niye bütün tinsel enerjisini
tanrıların dilini öğrenmeye vakfeder de, insanların dilinin rengini ve ahengini
incelemeye enerjisinin bir kırıntısını bile ayırmaz?
En temel konuları bile öğretemeyen
üstatlardan çekinirim. Herkes gibi yazmayı beceremeyen, tuhaf şairlere benzetirim
onları. Kabul ediyorum, tuhaflar; gene de kıstaslara uyamadıkları için değil,
kıstasların üzerinde oldukları için bu halde olduklarını kanıtlasalar daha
mutlu olurdum.
Derler ki, büyük matematikçiler basit
toplama-çıkarma işlemlerini yapamazmış; ama bu meselede hatalar değil,
bilgisizlikler kıyaslanmalı. Büyük bir matematikçi iki, iki daha beş, diye
yazmış olsun: Sırf dalgınlıktan olmuştur bu, hepimizin başına gelebilir. Fakat
toplamanın ne olduğunu ya da nasıl yapılacağını bilmemesi kabul edilemez.
Gelgelelim, bizim okültist üstatların çoğu işte bu halde.
257
H.K.
Düşünce yüksek bir mertebeye ulaştığı
halde zarafetten yoksun olabilir, o zaman da ruhlar üzerindeki gücünü
kaybeder. İşbilirlikten yoksun bir güç, sadece bir yüktür.
258
H.K.
İsa'nın ayaklarına dokunmuş olmak,
noktalama işaretlerini yanlış kullanmayı affettirmez.
Bir insan sadece sarhoşken iyi
yazabiliyorsa, sarhoş dolaşsın. Karaciğerime kötü geliyor, derse1
"Karaciğeriniz neymiş ki?" derim. "Ömrü sizinkiyle sınırlı, ölü
bir şey; oysa yazabileceğiniz şiirler yaşayacak, herhangi bir şeyle 'sınırlı'
olmaksızın."
259
H.K.
Söylemeyi seviyorum. Dahası,
kelimeleri art arda dizmekten hoşlanıyorum. Kelimeler benim için elle tutulur
bedenler, gözle görünür denizkızları, ete kemiğe bürünmüş duyarlılıklardır.
Belki de ne zihinsel boyutta, ne de düşlerde gerçek duyarlılığın ilginç bir
tarafını bulamadığımdan; belki de bu nedenle arzu bende ahenkli söz öbekleri
yaratabilen, başkalarının yaptıklarını dinleyebilen bir şeye dönüştü.
Fialho'nun ya da Chateaubriand'ın kaleminden çıkmış satırları okuyunca
damarlarımın derinliklerinde bir kaynaşma oluyor, o anlarda tanıştığım
erişilmez zevkin içinde, insanı titreten, sarhoş eden bir dehşete gömülüyorum.
Hatta Vie- ira'nın bir sayfası bile, soğuk, mekanik bir kusursuzlukla kurulmuş
cümlelerine rağmen, rüzgâra tutulmuş bir dal gibi sallıyor, birilerinin hızla
sarstığı şeylerin pasif coşkusuna boğuyor beni.
Bütün tutkulu insanlar gibi,
kendimden geçmenin lezzetine; tamamen teslim olmanın zevkinin doya doya acısını
çekmeye bayılıyorum. Ve çoğunlukla düşünmeye kalkışmadan, dışımdan gelen bir
düşe kendimi bırakarak yazıyorum, kelimelerin beni bir çocukmuşum gibi sevip
okşamasını bekliyorum. O an, anlamsız, marazi cümleler akmaya başlıyor,
birbirlerine karıştıkları nehri unutan, hiç durmadan değişerek, sonsuzca kendi
kendinin yerine geçerek sınırsızlaşan, hissedebilen suların kıvraklığıyla.
Düşünceler, imgeler dile getirildikleri için ürpererek, bir düşüncenin aya
benzer lekesinin hafifçe titrediği, solgun ipeklilerden sesli kafileler halinde
geçerler içimden.
Hayatın verip alacağı hiçbir şey beni
ağlatmaz. Ne var ki bazı nesirlere ağladığım olmuştur. Şu an gözümün önündeki
nesneler gibi, ayan beyan görüyorum daha çocukken antolojinin birinde,
Vieira'nın Kral Süleyman hakkındaki ünlü pasajını ilk okuyuşumu: "Süleyman
bir saray yaptı..." Titreyerek, heyecanla sonuna kadar okumuştum; sonunda
mutluluktan gözyaşlarına boğulmuştum, hiçbir gerçek mutluluk o yaşlarla
ağlatmayacaktı beni ve hayatın hiçbir ıstırabı o yaşları taklit
ettiremeyecekti. Dupduru, görkemli dilimizin o muhteşem ilerleyişi, düşüncenin
kaçınılmaz kelimelerle ifade edilişi, yatağını izleyen suyun doğal akışı, ideal
renklere dönüşen seslerin büyüsü; bütün bunlar beni daha ilk anda, büyük bir
politik heyecan gibi sarhoş etmişti. Söyledim ya, ben ağladım buna; ve bugün
hatırlarken de ağlıyorum. Çocukluğa duyduğum özlemden değil - öyle bir özlem
yok bende; o anda hissedilen heyecanın özlemi bu yaşları akıtan, senfonik bir
yoğunluğu olan o sapasağlam yapıyı, bir daha ilk kez okuyamayacak olmanın
acısı.
Politik ya da toplumsal
duygular arasında bende iz bırakan olmadı. Buna karşılık kendimce, soylu bir
duyguyla seviyorum vatanımı. Benim vatanım Portekizce. Şahsen bana
dokunmadıkları sürece, birilerinin Portekiz'i ele geçirmesi ya da istila etmesi
umurumda bile olmaz. Buna karşılık kin, sahici bir kin duyduğum oluyor (zaten
kinin başka türlüsünü bilmem), Portekizceyi yanlış yazanlara, cümle kurmayı
bilmeyenlere ya da basitleştirilmiş imlaya göre[130]
[131] yazanlara değil, kötü
yazılmış sayfalara karşı; gerçek bir insan gibi nefret ediyorum cümle
yapısındaki dayaklık hatalardan, imlada y'lerin es geçilmesinden; kim tükürürse
tükürsün insanın midesini kaldıran balgamlardan farkları yok.
Evet, çünkü imlanın bir
şahsiyeti var. Bir kelime, ancak hem görülüp hem duyulduğunda tamamlanmış olur.
Ve söz; asli asaletini zarif Yunan-Roma yazısıyla kazanır; bu sayede sadece bir
kraliçe değil, aynı zamanda bir hanımefendi olur.
(Descobrimento'da yayımlanmıştır, sayı 3, 1931)
260
H.K.
1 Aralık 1931
Sanat, hissettiklerimizi başkalarına
hissettirmek, kişiliğimizi özgürleşmek için özgün bir yol gibi sunarak onları
kendilerinden kurtarmak üzerine kuruludur. Hissettiğim şeyin, onu hissetmemi
sağlayan özünün bir başkasına iletilebilmek gibi bir özelliği kesinlikle
yoktur; ve bunu ne kadar derinden hissedersem iletilmesi de o kadar
imkânsızlaşır. Sonuç olarak hissettiklerimi bir başkasına geçirebilmek için
duygularımı onun diline tercüme etmem gerekir; başka bir deyişle,
hissettiklerimi öyle bir ifade etmeliyimdir ki, okuduğunda harfiyen benim
hissettiklerimi hissedebilsin. Sanat kuramına göre bu başkası dediğim şu ya da
bu kişi değil herkes; yani bütün bireylere ait ortak insan olduğundan, sonuçta
yapmam gereken kendi duygularımı tipik insani duygulara dönüştürmektir;
hissettiklerimin gerçek doğasını bozmak pahasına.
Soyut şeylerin kavranması hep zordur,
çünkü okurun dikkatini ayakta tutmaları zordur. Basit bir örnekle, yukarıdaki
soyutlamaları somutlaştırayım. Diyelim ki herhangi bir nedenden dolayı (hesap
yapmaktan yorulduğum ya da işsizlikten sıkıldığım için), hayata karşı belirsiz
bir tiksintinin, kendi içimde doğan, aklımı karıştıran, ruhumu daraltan bir
sıkıntının üzerime çöktüğünü hissettim. Bu duygulanımı açıklayıcı cümlelerle tercüme
ettiğimde; ne kadar açıklarsam o kadar bana ait bir şey olarak göstermiş olurum
ve bunun sonucunda başkalarına iletmem de o kadar zorlaşır. Duyguyu başkalarına
aktarmayı başaramıyorsak, o zaman tarif etmeye kalkışmaksızın, sadece
hissetmekle yetinmek daha kolay ve daha anlamlıdır.
Gene de farz edelim ki bu duygulanımı
başkalarına geçirmek, yani ondan yola çıkarak sanat yapmak istiyorum - çünkü
sanat başkalarına ne kadar benzediğimizi onlara iletmektir, o benzerlik olmadan
ne iletişimin bir yolu bulunur, ne de zaten buna ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla
ben de insan duygulanımları içinden, o an içinde bulunduğum duyguyu; beni
yorgun bir muhasebeci yardımcısı ya da canı sıkılan bir Lizbonlu yapan, insan
doğasıyla ilgisi olmayan, tamamen kişisel nedenlerin tonunu, tarzını, şeklini
yansıtan sıradan duygulanımı ararım. Ve sıradan insanlarda bendeki duygunun
aynısını yaratan sıradan duygunun, kayıp çocukluğa duyulan özlem olduğunu
görürüm.
Dosdoğru seçtiğim konuya açılan
kapının anahtarı elimde. Yazıyorum, kayıp çocukluğuma ağlıyorum; o eski taşra
evinin insanlarıyla, mobilyalarıyla ilgili ayrıntılar üzerinde duruyorum
heyecanla; hak ya da görevden habersiz olmanın, düşünmeyi ve hissetmeyi
bilmeksizin özgür olmanın mutluluğunu anıyorum - ve eğer bunları gerektiği gibi
andıysam, doğru cümleleri ve sahneleri kurduysam, okurumda bendeki o
çocuklukla hiç ilgisi olmayan duygunun, tıpatıp aynısı uyanacaktır.
Yalan mı söylemiş olurum bu durumda?
Hayır: Anlamış olurum. Çünkü, uyanıkken rüya görme ihtiyacıyla söylenen çocuksu,
anlık yalanlar dışında yalan, başkalarının gerçekten var olduğunun, kendi
varlığımızı onlara uydurmamız gerektiğinin bilincine varmak anlamına gelir
[...] Yalan ruhun ideal dilidir sadece; nasıl ki saçma bir biçimde birbirine
eklenmiş seslerden ibaret olan kelimelerden (kelimelerin tabii asla ifade
edemeyeceği) duygulanımlarımızın ve düşüncelerimizin en ince, en mahrem
hareketlerini gerçek dile çevirmek için yararlanıyorsak; yalanı ve kurguyu da
birbirimizi anlamak için kullanırız, saf, başkasına iletilmesi imkânsız
gerçeklik yoluyla bunu asla başaramayız.
Sanat yalancıdır, çünkü toplumsaldır.
Ve sanattaki anlatım biçimleri arasında yalnız ikisi önemlidir - biri derin
ruhumuza hitap eder, öbürüyse ruhumuzun dikkatli kısmına. Birincisi şiirdir,
ikincisiyse roman. Şiirin yapısında başlar yalan, romanınsa konusunda.
Birincisi hakikati çeşitli kurallara uyan, dilin özünü bile çarpıtan çizgilerle
vermeye çalışır; öbürüyse hiçbir zaman var olmadığını bildiğimiz bir
gerçekliğin üzerinden aynı sonuca varmaya çalışır.
Rol yapmak, sevmektir. Ne zaman güzel
bir gülümseme ya da düşünceli bir bakış görsem (bakan ya da gülenin kim
olduğuna aldırmadan), hemen bu gülen yüzün ya da bakışların ardındaki ruhun
derinliklerinde hangi politikacının bizi satın almaya çalıştığını ya da hangi
orospunun satın alınmak için uğraştığını düşünürüm. Öte yandan, bizi satın alan
politikacı, en azından bizi satın almış olma olgusunu sevmektedir; satın alacak
olursak orospu da hiç olmazsa onu satın almış olmamızdan hoşlanır. Ne kadar istesek
de evrensel kardeşlikten kaçamayız. Hepimiz birbirimizi severiz, yalan ise,
karşımızdakine verdiğimiz bir öpücüktür.
261
H.K.
Bendeki duygular ne kadar samimi
olursa olsun, hep yüzeyde yaşar. Aktörlükle geçti ömrüm, üstelik birinci sınıf
bir oyun çıkardım. Ne zaman sevdiysem başka türlü göründüm, kendime bile.
262
1 Aralık 1931
Bugün durup dururken saçma ama doğru
bir duyguya kapıldım. Bir an bir şimşek çaktı ve hiç kimse olmadığımın farkına
vardım, kesinlikle hiç kimse değilim ben. Şimşek çaktığı sırada bir şehir
olduğunu sandığım yerde koca bir çöl uzanıyordu; beni bana gösteren uğursuz
ışık çölün üzerinde hiçbir gök ifşa etmedi. Daha dünya bile kurulmamışken var
olma gücümü çaldılar benden. Yeniden doğmaya mecbur kaldım ama bensiz oldu bu,
ben yeniden doğmadan oldu.
Var olmayan bir şehrin varoşlarıyım
ben, yazılmamış bir kitabın gereksiz yere uzatılmış yorumuyum. Hiç kimseyim,
hiç kimse. Ne hissetmeyi bilirim, ne düşünmeyi, ne istemeyi. Yazılacak bir
romanın kahramanıyım, beni tamama erdirmeyi başaramamış bir varlığın düşleri
arasında, hiç var olmadığım halde bin parçaya ayrılmış, havaya karışmış,
salınıyorum.
Düşünüyorum, hiç durmadan
düşünüyorum; ama düşüncelerimde bir düzen yok, heyecanımda heyecan yok. En
yukarıdaki tuzaktan sürekli düşüyorum, sonsuz uzayı aşıyorum, bu sonsuz, çoğul
ve bomboş düşüşün bir yönü yok. Ruhum kara bir maelstrom, boşluğun
etrafında dolanıp duran uçsuz bucaksız bir baş dönmesi, sonsuz bir ummanın
hiçbir şeyin içindeki bir çukurun çevresindeki devinimi; ve sudan çok daha öte
bir anafor olan bütün bu denizlerin içinde dünyada gördüğüm, duyduğum her şey
yüzüyor - evler, yüzler, kitaplar, sandıklar, müzik kırıntıları, dağılmış
heceler uğursuz, bitimsiz bir girdapta dönüyor.
Ve ben, gerçekten ben olan şey, bütün
bunların merkezindeyim, var olmayan bir merkez bu, varsa da çöküşün coğrafyası
öyle gerektirmiştir; etrafında dönmekten başka amacı olmaksızın, kendiliğinden
var olmaksızın, sırf her çemberin bir merkezi vardır, mantığıyla süregittiği o
hiçim ben. Ben, gerçekten ben olan ben, duvarlarla değil, duvarların
yapışkanlığıyla kuşatılmışım, her şeyin, etrafı hiçle çevrili merkeziyim.
Ve içimde o kahkahayı patlatan
cehennemin ta kendisiydi adeta, hiç olmazsa kıkırdayan üç beş şeytanın
insanlığını bile sunmuyor, ölü evrenin gaklayıp duran deliliğini bahşediyordu,
fiziksel uzayın dönüp duran cesedini, rüzgârda salınan bütün dünyaların kapkara
sınırlarını, hiçbir Tanrının yaratmadığı, kendinde yok olmuş, karanlıkların
karanlığında imkânsızca, benzersizce dönen çirkin, çağdışı kıyıyı - her şeyi.
Düşünmeyi bilebilmek! Hissetmeyi
bilebilmek!
Annem çok erken öldü, onu hiç
tanımadım..
263
H.K.
1 Aralık 1931
Sıkıntıya meyilli bir insan olarak,
bugüne dek sıkıntının tabiatı üzerine kafa yormamış olmam çok tuhaf. Ruhum iki
arada bir derede, hani insanın canı ne yaşamak, ne başka bir şey ister ya, işte
o durumda. Ve aklıma ansızın gelen bu düşünceyi kullanarak -sıkıntının ne
olduğunu hiç düşünmemiş olmayı- hayal kuracağım, yarı-düşünerek,
yarı-hissederek her zamanki gibi biraz zorlama bir şekilde, sıkıntıyı tahlil
edeceğim.
Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının
uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey
midir, gerçekten bilemiyorum. Sıkıntı sık sık musallat olur bana, ama bildiğim
ve tespit edebildiğim kadarıyla belli bir kuralı yoktur. Bir pazar gününü hiç
kıpırdamadan, zerre kadar sıkılmadan geçirebilirim; tam kendimi işe
kaptırmışken, dışarıdan gelen bir bulut gibi aniden üzerime çöktüğü de olur.
Sıkıntıyla sağlıklı olup olmamak arasında bağ kuramıyorum; benliğimin en
görünür, açık bölümünde yuvalanan birtakım nedenlerden kaynaklandığını kabul
edemiyorum.
Sıkıntı metafizik bir sıkıntının
maskesidir, bilinmeyen, büyük bir hayal kırıklığıdır, hayatın penceresine
hüzünle sürtünen sağır bir şiirdir demek - böyle ya da buna benzer şeyler
söylemek sıkıntıyı renklendirir; tıpkı çocukların yaptıkları resimleri
boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi, ama
bütün bunlar, boş kelimelerin düşüncenin mağaralarında çoğalan yankılarından başka
bir şey kazandırmıyor bana.
Sıkıntı... Benliğimizde düşünen bir
şey yokken, düşünmenin yorgunluğuyla düşünmek; hisseden hiçbir şey yokken,
hissetme kaygısıyla hissetmek; istemeyi reddeden hiçbir şey yokken, istememenin
yarattığı bulantıyla istememek - hepsi sıkıntının içinde ama sıkıntı değil,
sıkıntının birer açılımı ya da metaforu. Sanki ruhumuzun şatosunu saran
hendeklerin üzerindeki köprü birden kalkıvermiş, ama şatoyla komşu toprakların
arasında durup sadece bakmak mümkünmüş, karşıya geçmek imkânsızmış gibi
hissetmektir sıkıntı. İçimizin en derin yerindeki bizlerin yalnızlığıdır, ama
onunla aramızdaki şey de hayatla aramızdaki derin uyumsuzluğu kuşatan, en az
bizim kadar durgun, pis sularla dolu bir hendektir.
Sıkıntı... Istırapsız ıstırap çekmek,
istek olmadan istemek, akıl yürütmeden düşünmek.. . Bir olumsuzluk şeytanının
eline geçmeye, var olmayan bir şey tarafından büyülenmeye benzer sıkıntı.
Derler ki cadılar ya da beceriksiz büyücüler tasvirlerimizi yapar, sonra onlara
eziyet ederlermiş, birtakım astral transferler sayesinde de o işkenceleri biz
de etimizde duyarmışız. Bu imgeyi anlaşılabilir bir bağlama taşıyacak olursak,
sıkıntı birtakım şeytanların periler diyarında yaptığı büyülerin üzerimizdeki
zararlı bir yansıması gibi görünüyor, ama şeytanlar bir tasvirim üzerinde
değil, tasvirimin gölgesi üzerinde çalışıyorlar. Benliğimin en mahrem
gölgesine, ruhumun içinin dışına yapıştırıyorlar kâğıt parçalarını ya da
iğnelerini saplıyorlar. Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın
gölgesine benziyorum.
Sıkıntı... Çok çalışıyorum. Eylem
yanlısı ahlakçıların toplumsal sorumluluk dediği şeyi yerine getiriyorum. Bu
görevi ya da kaderi fazla zorlanmadan, pek hırgür çıkmadan sürdürüyorum. Ama
kâh işimin ortasında, kâh gene ahlakçıların dediğine göre sapına kadar hak
ettiğim üzere mola verdiğimde, ruhum birdenbire, zehirli kıpırtısızlığından
taşıveriyor ve o an, yaptığım işten ya da dinlenmekten değil, kendimden
usanıyorum.
Mademki kendimi düşünmüyorum, öyleyse
niye kendimden usanıyorum? Hiçbir şey düşünmediğime göre başka neden
usanabilirim? Muhasebe defterlerim ya da umursamazlığım yüzünden değersizleşen
evrenden mi? Geleceği görme yeteneğine sahip ruhumda birdenbire özgün bir
biçime bürünen evrensel yaşama acısından mı? Böyle yapıp da kim olduğunu bile
bilmeyen bir varlığı yüceltmek neye yarar? Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu
vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde,
midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.
Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan
mahrum bıraktığımız derin ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını
elinden aldığımız biz hüzünlü çocukların çektiği derin, büyük üzüntü. Belki
de, kendisine kılavuzluk edecek bir ele ihtiyaç duyan, ama derin duyguların
karanlık patikalarında, düşünememenin sessiz gecesinden, hissedememenin bomboş
yollarından başka bir şey hissedemeyen varlığın kaygısı..
Sıkıntı . .. Tanrıları olan birini
sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı, mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa
kuşku bile imkânsızdır, o halde şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun
kalır. Evet, sıkıntı budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini
yitirmesi, düşüncenin, gerçeğe uzandığı kesin olan, var olmayan merdivenin
eksikliğini duyması.
264
Mecazi anlamda, yemeği fazla
kaçırmanın neye benzediğini biliyorum. Bunu midemle değil, duyguyla öğrendim.
Bazı günler bendeki bir şey fazla yemiş oluyor. Bedenimi ağırlaşmış
hissediyorum, beceriksizleşiyorum; dünya yıkılsa yerimden kıpırdayasım
gelmiyor.
Ama böyle zamanlarda bir uğursuzluk
peyda oluyor, henüz hiç zarar görmemiş olan uyuşukluğumun arasında kayıp hayal
gücümün bir kalıntısı fışkırıveriyor. Bilgisizliğimin derinliklerinden planlar
çekip çıkarıyorum, basit kuramlara dayanarak varlıklar inşa ediyorum ve
muhtemelen asla var olmayacak olan şey, benim için pırıl pırıl parlıyor.
Böyle tuhaf anlarda sadece tensel
hayatım değil, manevi hayatım da saf, basit bir eklentiye dönüşüyor; görev
fikri gibi var olma fikrini de önemsemez oluyorum ve fiziksel olarak bütün
evrenin uykusuzluğunu çekiyorum. Bildiğimi uyuyorum, gözkapaklarıma çöken bu
uykuda gördüğüm rüyayı da uyuyorum. Evet, böyle anlarda kendi hakkımda hiç
olmadığı kadar çok şey biliyorum ve tek başıma bütün dilencilerin Hiçkimse
ülkesinde, bir parkta, ağaç altında uyuduğu öğle uykuları oluyorum.
265
H.K.
Seyahate çıkma fi.kri bir metafor
olarak hoşuma gidiyor, benden başka herkesi keyiflendirecek en uygun fikir
olarak. Dünyanın engin görünüşü, rengârenk sıkıntısıyla devinerek uyandırılmış
düş gücümü arşınlıyor; artık elini bile oynatmak istemeyen bir adam olarak bir
arzu tasarlıyorum ve olası manzaraların erken bastıran yorgunluğu, çoktan
solmuş bir yüreğin çiçeğini sert bir rüzgâr gibi hırpalıyor.
Seyahatler okumalar gibidir,
okumalarsa geri kalan her şey gibi... Eskilerle Modernlerin arasında sessiz bir
alışverişin süreceği bilgi dolu bir hayat düşlüyorum, başkalarının heyecanları
sayesinde heyecanlarımı tazeleyecek, düşünürlerin ya da düşünmeyi neredeyse
başarmış olanların, yani eli kalem tutanların çoğunun çelişkilerini gözden
geçirerek zihnimi çelişkili düşüncelerle dolduracak bir hayat. Ama masamın
üstünden rasgele bir kitaba elimi uzatmamla okuma hevesinin sönmesi bir
oluyor; somut olarak okumaya mecbur olmak benim açımdan okumayı öldürüyor...
Bunun gibi, demir alınacak bir yere yaklaştığım anda bütün seyahat hevesleri
uçup gidiyor. Böylece müthiş başarılı olduğum iki boş şeye dönüyorum tekrar,
kendim o kadar boşum ki - isimsiz adamın günlük hayatına ve uyanık bir adamın
uykusuzlukları olan düşlerime.
Okumalar da kalan her şeyden
farksız... Günlerimin sessiz akışını gerçekten bölebilecek bir şeyler düşlemeyi
başardığım anda, itirazlarla ağırlaşan gözlerimi kaldırıp kendi syZphide’ime
bakıyorum, zavallıcık, şarkı söylemeyi bilse denizkızı olurmuş belki.
266
H.K.
3 Aralık 1931
Lizbon' a ilk geldiğimde, bizim üst
katta birilerinin piyanoda gam egzersizi yaptığını duyardık, hiç görmediğim
küçük bir kızın rutin alıştırmalarıymış bunlar. Bugün, nasıl olduğunu hiç
anlayamadan kendi içime süzüldüğümde fark ediyorum ki, ruhumun mağaralarında,
alt kapıyı açınca o bitmeyen notalar, bugün kadınlaşmış ya da ölüp kara
servilerin yükseldiği bembeyaz66 bir yere hapsedilmiş olan çocuğun
tane tane dökülen notaları, gayet rahat duyuluyor hâlâ.
O zamanlar çocuktum, artık öyle
değilim; buna rağmen anılarımda kalan ses gerçeğe benziyor ve uyur taklidi
yaptığı yerden hiç değişmemiş olarak, gene tane tane, gene tempolu bir
tekdüzelikle yükseliyor. Onu böyle düşünürken ya da hissederken belirsiz,
sıkıntılı, bana ait bir hüzün içimi sarıyor.
Çocukluğumun yitip gitmesi değil
ağladığım; çocukluğum da dahil her şeyin yitip gitmesi. Bana ait zamanın somut
olarak geçip gitmesi değil, zamanın soyut akışı beni öldüren, fiziksel beynimin
içinde, üst kattaki o korkunç derecede isimsiz ve uzak piyanodan yükselen
gamları hiç durmadan, gönülsüzce yineleyerek. Belleğin saçma derinlerinde müzik
bile olmayan şeyleri, özlemleri çekiç gibi vurup duran ise, hiçbir şeyin
sürmemesindeki o koca gizem.
Usulca yükselen bir görüntünün içinde
belli belirsiz, hiç görmediğim o küçük salonu görüyorum, hiç tanışmadığım acemi
kız, çoktan ölmüş bir dünyanın birbirine benzeyen notalarını, parmak parmak,
ihtiyatla dizmeye devam ediyor hâlâ. Görüyorum, giderek daha iyi görüyorum,
gördükçe yeniden kuruyorum. Nezaketsizce baktıkça, dün öyle değilse de bugün
nostaljik bir yer olan üst kattaki daire hayali olarak, olduğu gibi
biçimleniyor.
Gene de bütün bunları mecaz anlamda
yaşadığımı, duyduğum özlemin bana ait ya da hakikaten soyut olmadığını tahmin
ediyorum; bir üçüncü kişiden rasgele kapılmış bir duygu bu, benim edebi
bulduğum duygunun, Vieira'nın deyişiyle gerçeğe harfiyen uygun olduğunu
düşünen birinden. Farazi duygular beni hırpalıyor, kaygılar içinde kıvrandırıyor;
gözümü yaşla dolduran özlemleri hayal gücümle, bir başkası olarak kavrıyor,
hissediyorum.
Ve piyano öğrencisinin notaları
dünyanın öbür ucundan gelen bir azimle, metafizik bir inatla tekrar tekrar
tekrar çınlıyor, anılarımın belkemiğinde parmaklarını piyano çalarcasına
gezdiriyor. Başka insanların doldurduğu eski zaman sokakları bunlar, bugün aynı
sokaklar farklı; ölüler bugünkü yokluklarının saydamlığında benimle konuşuyor;
yaptıklarımın ya da yapmadıklarımın pişmanlığı bu, bir gece nehrinin hışırtısı,
huzurlu evden yükselen sesler.
Kafamın içinde haykırmak geliyor
içimden. Keşke durdurabilsem, ezebilsem, parçalayabilsem şu imkânsız plağı,
başımda, aklımın efendisi gibi bağıran dokunulmaz celladı. Keşke emredebilsem
ruhuma, dolu bir arabaymış gibi bensiz devam et, beni burada bırak, diyebilsem.
Duymak zorunda olmak deli ediyor. Ve nihayetinde şu iğrenç derecede duyarlı
beynim, incecik derim, hassas sinirlerimle, ben benim; belleğin emrindeki şu
tiksinç piyanoda çalınan sonsuz gamlarda sürüklenen notalarım.
Ve gene ve daima, beynimin neredeyse
benden bağımsızlaşmış bir yerinde Lizbon'da, ilk yaşadığım evde yukarıdan
aşağı akan notaları duyuyorum.
267
H.K.
Kaptan Nemo'nun son ölümü
bu. Yakında sıra bana gelir.
Şu an, tüm kayıp
çocukluğumdur yolun sonuna geldiğini gören.
268
H.K.
Koku alma yeteneği, tuhaf bir görme
duyusudur. Bilinçüstünün ansızın çiz- iverdiği duygusal manzaraları o çağırır.
Bu çok sık başıma gelir. Diyelim ki bir sokaktan geçiyorum; hiçbir şey
görmüyorum, daha doğrusu etrafımdaki herkes nasıl görüyorsa öyle görüyorum. Bir
sokakta yürüdüğümü bilirim, iki tarafında in- sanoğullarının inşa ettiği
birbirinden farklı evleriyle var olduğunu ise bilmem. Ve derken bir fırından
burnuma ekmek kokusu gelir, içimi bayıltacak kadar tatlı bir koku: Çocukluğum o
uzak mahalleden gelip o dakika karşıma dikilir; gözümün önüne başka bir fırın
gelir, dosdoğru, ölümüne tanık olduğumuz ne varsa barındıran bir periler
ülkesinden fırlamış bir fırın. Diyelim ki bir sokaktan geçiyorum; ansızın,
daracık bir dükkânın eğik tezgâhına dizilmiş meyvelerin kokusuyla dolar hava:
Ve nerede, ne zamandı, bilemiyorum ama, köyde kaldığım kısacık dönem
ağaçlarıyla geliverir, yüreğime huzur verir - bir çocuk yüreğidir göğsümdeki.
Bir sokaktan geçmekteyimdir; ve bir anda altüst olurum, bir marangozhaneden
yükselen odun kokusu yüzünden: Ey sevgili Cesârio'67 Karşımda
belirirsin, nihayet mutluluğa kavuşurum ben de, çünkü anılar sayesinde biricik
gerçekliğe, edebiyata geri dönmüşümdür.
269
Mr. Pickwick'in Serüvenlerini okumuş olmak, hayatımdaki en büyük
trajedilerden biridir: Çünkü onu bir daha asla ilk kez okuyamayacağım.
270
Sanat, var olmak denen iğrenç şeyden
kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır. Danimarka Prensi Hamlet'in çektiği
çileleri, azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluruz
- bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar, zaten aşağılık olmak
doğalarında vardır.
Aşk, güneş, uyuşturucu ve
sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi
yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları. Ne var ki, ister aşk, ister
güneş, ister uyuşturucular olsun, hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla
gelir. Aşk bıkkınlık verir, umudumuzu kırar. Güneşin ardından uyanırız ve
uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır. Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken
çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir
aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur,
çünkü sanat insanı uyutmaz - rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne
bir bedeli vardır ne de vergisi.
Sanatın verdiği zevk aslında bize ait
değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda
kalmayız.
Sanat denince, zevk veren, ama bize
ait olmayan her şey bunun içine girer: gelip geçen birinin bıraktığı iz, bir
gülümseyiş, batan güneş, şiir, nesnel evren.
Sahip olan, kaybeder. Bir şeye sahip
olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur, çünkü o şeyin
içinden özünü çekip almasını bilmiştir.
271
Aşk değil önemli olan, aşkın civarındakiler..
Aşkın hallerini anlamak için, aşkı
yaşamaktansa bastırmak daha iyidir. Bu bakımdan büyük anlam taşıyan el
değmemişlikler vardır. Hareket etmek tatmin getirir, ama aynı zamanda aklı
karıştırır. Sahip olmak, sahip olunmak, dolayısıyla kendini kaybetmek demektir.
Sadece düşünce, çürümeden gerçeğin bilgisine varabilir.
272
Mesih heyecanın bir biçimidir.
Panteonda, birbirini reddeden, koltuk
ve iktidar sahibi tanrılara yer vardır. Her biri her şey olabilir, çünkü
oralarda sınır, hatta mantık bilinmez; biz de bu farklı ölümsüzlerin yanında,
farklı sonsuzlukların ve ebediyetlerin yan yana var olmasının keyfini yaşarız.
273
H.K.
Tarih kesin sınırlar çizmekten
kaçınır. Ne alçaklıkların döndüğü huzurlu dönemler, ne asaletten geçilmeyen
karışık zamanlar vardır. Çöküş anlarında yiğitçe fikirler çoğalır; gücün doruğa
çıktığı zamanlar ise entelektüel açıdan fakirdir. Her şey karışır, iç içe
geçer ve kendi kafamızda tasarladığımızdan başka bir gerçeklik yoktur.
Çirkefe bulanmış nice soylu idealler,
çamura batmış nice samimi özlemler var!
Bana göre, kaderin belirsizliğinin
yarattığı bitip tükenmez keşmekeşin içinde, insanlarla tanrıların birbirinden
farkı yok. Kimselerin bilmediği, şu dördüncü kattaki evin derinliklerinde, bir
düş alayı halinde geçiyorlar önümden, onlara inanmış olanlar için anlamları
neyse, benim için de o. Zencilerin yaptığı buğulu, vahşi bakışlı fetişler,
çalılarla kaplı savanalarda gezinen vahşilerin hayvan-tanrıları, Mısırlıların
hiyeroglifleri, parlak Yunan tanrıları, sert Roma tanrıları, Güneş'in ve
heyecanların efendisi Mithra, merhametin efendisi İsa, aynı Mesih'in farklı yüzleri,
azizler, yani yeni şehirlerin yeni tanrıları - hatadan, yanılsamadan ibaret bu
ölüm yürüyüşünde (ya bir hac yolculuğu bu ya da cenaze alayı) sırayla geçiyorlar.
Hepsi yürüyor, arkalarından da boş-düşlerin en berbatlarının, yerde gölgelerini
görüp ayağı yere sıkıca basan gerçeklikler sandığı o düşler, o boş gölgeler
geliyor - adı Özgürlük, İnsanlık, Mutluluk, Parlak Gelecek ya da Toplumsal
Bilim olan ruhsuz, şekilsiz, zavallı kavramlar; dilencilerin krallardan
çaldığı bir pelerinin yeri süpüren eteklerinin umursamazca havalandırdığı
yapraklar gibi, yalnızlık ve karanlıklar içinde sürünüyorlar. 68
274
Ah.’ Devrimciler yüzünden insanların
burjuvalar ve halk, soylular ve halk ya da yönetenlerle yönetilenler diye
bölünmüş olması ne pis bir hata, ne acı bir yanlış’ Esas ayrım uyumlularla
uyumsuzlar arasında: Kalanı edebiyat, hem de kötü edebiyat. Dilenci uyum
sağlayabildiyse yarın kral olabilir: Ama o andan itibaren onu o yapan
dilencilik niteliğini kaybetmiş olur. Sınırı aşmış, vatandaşlık hakkını
kaybetmiştir.
Kirli pencereleri hırçın bir sokağa
bakan şu daracık büroda, bunlar beni avutuyor. Bu tespitler teselli oluyor
bana, düşündükçe dünyanın bilincini yaratanların kardeşlik örgütü canlanıyor -
dramaturg müsveddesi William Shakespeare, öğretmen John Milton, bohem Dante
Alighieri ve hatta laf aramızda, dünya yüzünde bir baltaya sap olamamış şu İsa
Mesih, o kadar ki tarih onun varlığından bile kuşkuya düşmüştür. Ötekiler ise
başka türden - devlet danışmanı Johann Wolfgang von Goethe, senatör Victor
Hugo, önder Lenin, önder Mussolini.
Gölgeler âleminde, çırakların ve
berber çocukların arasında kaybolmuş olan biz ötekiler ise, insanlığı
oluşturuyoruz.
Bir tarafta krallar ve saygınlıkları,
imparatorlar ve zaferleri, dâhiler ve aura'ları, azizler ve haleleri, halkın
önderleri ve iktidarları, orospular, peygamberler ve zenginler duruyor.. .
Öbür tarafta ise biz varız - köşedeki dükkânda çalışan şu çırak, dramaturg
müsveddesi William Shakespeare, fıkra meraklısı berber, öğretmen John Milton,
mağazada çalışan çocuk, bohem Dante Alighieri, ölümün unuttuğu ya da kutsadığı
ve hayatın kutsamaksızın unuttuğu insanlar.
66. Ya da: beyazlıklar
saçılmış.
68.
Ya da: kralların sonsuz sürgününde, yenilginin
malikânesini kuşatan bahçelere yerleşmiş dilencilerin giydiği kral
kıyafetinin.
Dünyayı yönetmeye insan kendinden
başlamalı. Dünyayı yönetenler ne samimidir ne de samimiyetsiz. Yönetenler,
birtakım oyunlar yaparakı otomatik süreçleri harekete geçirerek, kendi
içlerinde sapına kadar gerçek bir samimiyet üretirler; güçlerini bundan
alırlar, ötekilerin o kadar yapay olmayan samimiyetinin karşısında güneş gibi
parlayan budur. Politikacıların en önemli özelliği, kendilerini gerçekten
kandırabilmeleridir. Sadece şairlerle felsefeciler gerçekçi bir gözle bakarlar
dünyaya, çünkü yanılsamaya uzak olan yalnız onlardır. Berrak bir şekilde
görebilmenin yolu hiç eylemde bulunmamaktan geçer.
276
Her görüş, dürüstçe olmasa bile, bir
kabalıktır.
Dürüstlük her bakımdan hoşgörüsüzlük
demek. Dürüst liberal yok. Zaten liberal diye bir şey de yok.
T71
Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş,
isimsiz, herkes yanlış yerde. Şefkatin kabardığı anlara tanık oldum, böyle
anlarda zavallı hüzünlü ruhların derinlikleri aralandı sanki; fark ettim ki
şefkat dalgası, daha söze dökülmesine fırsat kalmadan sönüyordu ve suskunlara
özgü kavrayışla, bunun acımaya benzeyen bir şeyden (çabucak eskiyen, anlık bir
işaret), bazen de, acınası bir insanla bir akşam yemek yiyip küp gibi içmekten
kaynaklandığını gördüm. İnsancıl düşüncelerle mideye indirilen rakılar
arasında sistematik bir ilişki vardı; nitekim fazladan bir kadeh rakı ya da
uzun süren bir susuzluk ne canavarları süt dökmüş kediye döndürür!
Bu insanlar ruhlarını cehennem
halkından, bitkinliğe ve alçaklığa aç birtakım şeytanlara satmışlardı. Gurur ve
tembelliğin zehriyle yaşar, vıcır vıcır kaynaşan tüküren akreplerin arasında,
kelimelerden minderlerde sere serpe yatarken ölürlerdi.
Böylelerinin en olağanüstü özelliği,
kelimenin her anlamında, tepeden tırnağa anlamsız olmalarıydı. Kimi önemli
gazetelerde yazı işleri müdürüydü ve aynı zamanda var olmamayı da
başarabiliyordu; kimi yıllıklarda hemen göze çarpan mevkileri işgal eder, ama
gerçek hayatta hiçbir yere sahip olmamayı becerirdi; şairler de vardı
içlerinde, hatta bazen hayatını bu işe adamış şairler, ama aptal suratları,
kül rengi, solgun bir tozla kaplanmıştı. Uzaktan bakıldığında, kaskatı
mumyaların bir ellerini sırtlarına koymuş, canlıların duruşunu taklit ettiği
bir dehliz akla gelirdi.
Zihnim tamamen durmuş bir halde
geçirdiğim bu kısa sürgünlerden, gerçekten eğlenceli birkaç anın, esas olarak
da hırçın bir tekdüzelikle akan anların anısı kalmış bende; hiçliğin üzerinde
şekillenen birkaç profilin, isimsiz hizmetkârlara yönelik zarif hareketlerin -
özetle, neredeyse insanın içini bulandıran bir sıkıntının ve buna karşılık
birkaç zekice sözün anısı.
Kalabalığın içinde olgun erkekler
vardı - kimi gönül okşayan sözler bilse de kötü konuşuyordu, herkes gibi,
herkesle aynı bütün herkes gibi.
Toplumda başarıya ulaşanlar arasında
en alt basamaklarda bulunan, o üç kuruşluk ihtişamı elinin tersiyle iten
zavallılara, hiç bu sefillerin saldırısına uğradıkları zamanki kadar sempati
duymamıştım. Başarılarının nedenini de anladım: Yüceliğin paryaları için zafer
insanlığa karşı değil, zavallılara karşı kazanılan bir şeydi.
Doymak bilmez zavallıcıklar - ya iyi
bir yemeğe açtırlar ya da şöhrete, o da değilse hayatın küçük lezzetlerine. Kim
olduklarını bilmeden söylediklerine kulak verirseniz, Napoleon'un hocalarını ya
da Shakespeare'in ustalarını dinlediğinizi sanabilirsiniz.
Başarılı âşıklar, başarılı
politikacılar, başarılı sanatçılar vardır. Bunların içinde âşıkların kazancı
hikâyelerdir, çünkü aşkta kazanılan zaferleri, olayın kendisini uluorta ortaya
dökmeden, art arda anlatmak mümkündür. Böyle erkeklerin cinsel maratonlarını
dinlerken, yedinci bâkireye gelince insan ister istemez hafif bir şüpheye
kapılıyor. Aristokrat ya da sosyetik kadınlarla düşüp kalkanlar (ki hemen hepsi
öyledir) o kadar çok kontes tüketirler ki, gönlünü çeldikleri kadınların istatistiği
yapılacak olsa, hesaba göre bugün yaşayan aristokratların büyükannelerinde bile
ne edep kalır ne erdem.
Kimileriyse teke tek dövüşte ustadır,
hatta Chiado' da69, bir sokak köşesindeki bir barda, içkiyi fazla
kaçırıp koca Avrupa şampiyonlarını hakkın rahmetine kavuşturmuşlukları vardır.
Bazılarının ise dünyada tanımadığı bakan yoktur. En az çekinilmesi gereken de
bunlardır, ne de olsa dinlemek parayla değil.
Sıkı sadistler vardır içlerinde, kimi
oğlanlara düşkündür, daha başkaları da titrek, ama güçlü bir sesle kadınlara el
kaldırdıklarını itiraf ederler. Sopayla yola getirirler kadınları. Ve en
sonunda para ödemeden kalkıp giderler.
Şairler vardır bir de [...]
Bu gülünç gölgeler yığınına karşı
insan hayatını dolaysız olarak, en gündelik haliyle, örneğin, Rua dos
Douradores'teki işyerimde benim yaptığım gibi, ticaretiyle tanımaktan daha
etkili bir ilaç bilmiyorum. Soytarı kaynayan o tımarhaneden çıkıp Moreira'nın gerçek
mevcudiyetine kavuşunca nasıl da rahat bir soluk alırdım, Moreira, şefim,
özbeöz muhasebeci, işinin ehli, üstü başı dökülen, itilip kakılmış, ama
herkesten farklı olarak, insan olmayı bilmiş biri..
278
İnsanların çoğu hiç üzerinde
düşünmeksizin kimseye ait olmayan, sahte hayatlar yaşıyor. Oscar Wilde
"İnsanların çoğu aslında başka insanlardır," demiş ve haklıymış. Kimi
hayatını arzu bile etmediği bir şeylerin peşinde harcar; kimi ömür boyu
istediği, ama hiçbir işine yaramayacak bir şeyleri arar durur; kimileri de
kendini kaybeder [...]
Ama büyük çoğunluk yaşadığı için
mutludur, kafasını fazla yormadan hayatın tadını çıkarmasını da bilir. Genel
olarak bakıldığında, insanoğlu pek az ağlar; inlediğinde ise kendi edebiyatını
yaratmış olur. Karamsarlığın demokratik bir söylem olarak ömrü kısadır.
Dünyanın mutsuzluğuna yalnızlar ağlar - ağladıklarını da kendilerinden başka
duyan olmaz. Bir Leopardi, bir Antero de Quental sevgilisiz, yoldaşsız mı
kalmış? Evren baştan yanlış kurulmuş demektir. Bir Vigny az mı sevilmiş? O
zaman dünya bir zindandır. Bir Chateaubriand mümkün olanın ötesini mi hayal
etmiş? İnsan hayatı sıkıntıyla dolu bir uçurumdur öyleyse. Eyüb'ün her yerini
çıbanlar mı sarmış? Yeryüzünü çıbanlar sarıverir. Bir melankoliğin nasırına mı
basmışlar? Güneşlerin ve yıldızların ayakları acır.
İnsanlar ise bütün bunlara hiç
aldırmadan, sadece gerektiği zaman, mümkün olduğu kadar az ağlayarak -filanca,
yıllar geçtikçe, doğum günleri dışında hatırlamaz olacağı ölmüş oğluna ağlar;
beriki batırdığı parasına ağlar, belini doğrultana ya da parasızlığı hazmedene
kadar da sürecektir bu-, evet, insanlar hiçbir şeyi umursamadan sevmeye,
hazmetmeye devam eder.
Yaşayan özümüz diriltir bizi,
canımıza can katar. Bütün ölülerimizi bir seferde gömeriz. Kayıplarımızı, kayıplığın
en saf haliyle yaşarız.
279
H.K.
16 Aralık 1931
Gitti. Getir götür işlerine bakan
çocuk bugün gitti, dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha da gelmeyecekmiş -
içinde yaşadığım insani mekânın, dolayısıyla benim ve dünyamın ayrılmaz bir
parçası olarak görürdüm onu. Bugün gitti. Koridorda rastlaştık, böylece
beklenen sürpriz vedalaşma gerçekleşti, ona sarıldım, o da çekinerek karşılık
verdi bana, olanca yabaniliğimi kuşanıp ağlamamayı başardım, oysa yanan
gözlerim yüreğimde, benden bağımsız olarak can atıyordu yaşlar akıtmaya.
Sahip olduğumuz her şey, ortak bir
hayat sürmenin ya da sadece kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü
bize aittir. Bugün Galiçya'nın bir köyüne giden, adını bile bilmediğim o kimse,
benim için sadece bir ayakçıydı: Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak,
hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak
eskisi gibi değilim: Çocuk gitti.
Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa,
aslında bizde yaşanır. Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde sona
erer. Var olmuş olan insanlar -var oldukları sırada görmüşsek- yok olduklarında
bizden koparılmıştır. Çocuk gitti.
O büyük masaya kurulmuş, dün
başladığım yazılara devam ederken şimdi daha ağır, daha yaşlı, daha kuşkuluyum.
Çalışmaya hevesim yok, ama kıpırtısızlığımı harekete geçirip kendi kendimin
kölesi olabilirsem çalışabilirim. Çocuk gitti.
Evet, yarın, belki daha sonra, ölümü
ya da gidişi haber veren sessiz çan benim için çalacak, büroda olmayan kişi,
merdiven altındaki dolapta eski bir kayıt olma sırası bana gelecek. Evet, yarın
ya da Kader benliğimde benmiş gibi davrananın hesabını kapatmaya karar
verdiğinde. Doğduğum memlekete döner miydim acaba? Bilemiyorum. Bugün gidenin
yokluğu yüzünden trajedi iyice somutlaşıyor,
sırf hissedilmeyi hiç hak
etmediği için iyice hissediliyor. Tanrım, Tanrım, çocuk gitti.
280
Ey yıldızları yalanlar saçan gece, ey
gece, ey Evren'le boy ölçüşebilen tek şey, değiştir beni, bedenimi de, ruhumu
da bedeninin bir parçası yap, yap ki kaybedeyim kendimi, som karanlık olayım,
gece olayım ben de, derinliklerinde yıldızlara benzeyen düşler, gelecekte
parlayan ışıklarla beklenen gezegenler barındırmayan bir gece.
281
Varlıkların geceleyin oyulan boş
kalan içinde, önce bir gürültü, gürültü yapıyor. Arkasından, sokakta tembel
tembel sallanan tabelaların arasından, anlaşılmaz bir çığlık yükseliyor.
Boşluğun kükreyen sesi birden çoğalıyor, her şey ürperiyor, sallantı duruyor ve
her şeye sinen korkunun üzerine bir sessizlik çöküyor, sönüp gitmiş bir başka
korkunun kokusunu almış gizli bir korku gibi.
Sonra rüzgâr kalıyor, yalnızca
rüzgâr, yarı uykumun arasında kapalı kapıların titrediğini görüyorum,
pencerelerin direnen camları çınlattığını.
Uyumuyorum. Yan-varım.
Bilincimde kalıntılar yüzüyor.
Bilinçaltımın ağırlığını hissetmeksizin uykunun ağırlığını hissediyorum... Var
değilim. Rüzgâr . .. Uyanıyorum, tekrar uyuyorum ve henüz uyumamışım. Ötesine
geçince kendimi tanıyamadığım tiz, bulanık ses manzaraları var. İhtiyatla,
uyumakta olabileceğim olasılığının tadını çıkarıyorum. Aslında uyuyorum, ama
uyuyup uyumadığımı bilmeksizin. Uyku sandığım şeyde, her şeyin sonunu, gecenin
içinde rüzgârı, iyice kulak verdiğimde ise ciğerlerimin, yüreğimin gürültüsünü
dillendiren bir ses var.
H.K.
Yıldızbatımı ağarıp sabah göğünde,
hiçlikte kaybolduktan sonra ve meltem, aşağılarda gezinen bulutlara vuran
ışığın turuncuya çalan sarısında serinliğini yitirdikten sonra - ancak o zaman
hiçbir şeyden yıpranmış bedenimi, evreni düşündüğüm yatakta usulca
doğrultabildim, oysa gece gözümü bile kırpmamıştım.
Gözlerim açık durmaktan yanarak
pencereye gittim. Sıkış sıkış çatıların üzerine ışık, soluk sarı tonlarını
serpiyordu. Bütün bunları uykusuzluğun mutlak sersemliği içinde seyrediyordum.
Havai, anlamsız sarı en yüksek evlerin cephelerine konuyordu. Gözümü uzaklara
çevirdiğimde, şehrin batı tarafında, ufuk yeşile çalan bir beyaza dönmüştü
bile.
Biliyorum, hiçbir şeyi anlayamamak
kadar sıkıcı bir gün bekliyor beni. Biliyorum, bugün yapacağım her şeyde,
henüz tatmadığım uykusuzluk yorgunluğunun değil, bu gece gayet iyi öğrendiğim
uykusuzluğun payı olacak. Biliyorum, sadece uyumadığım için değil, ayrıca
uyuyamadığım için de kopkoyu, yüzeysel bir uyurgezerlik yaşayacağım.
Bazı günler başlı başına bir felsefe,
hayata dair bir yorumdur, evrensel yazgımızın kitabına noktayı koyan, acı
eleştirilerle dolu, marjinal notlara benzerler. Şimdi öyle bir gündeyim. Saçma
ama, bu derin, derin olduğu kadar da yararsız yorumun harflerini, saçma bir
kalem gibi, bu ağırlaşmış gözkapakları, bu bomboş beyin çizecek gibi geliyor.
283
H.K.
Özgürlük, yalnız kalabilmeye denir.
İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan, onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın,
sürüye uyma içgüdün, aşka, şana şöhrete hevesin ya da merakın yoksa
özgürsündür, bunların hepsi sadece yalnızlıktan ve sessizlikten beslenir.
Yalnız yaşayamıyorsan, doğuştan kölesin demektir. Ruhen ya da zihnen en yüce
mertebelere ulaşmış olabilirsin: Soylu bir kölesin öyleyse ya da zeki bir uşak,
ama özgür değilsin. Ve bir trajedinin içinde değilsin, çünkü böyle doğmuş olman
bir trajediyse de bu seni değil, kendi kendiyle yüz yüze gelen Kader'i
ilgilendirir. Öte yandan, eğer hayatın ağırlığına dayanamadığın için köle
olduysan, yazıklar olsun. Özgür doğduğun, kendi kendine yetebilen, insanlardan
uzak durabilen biri olduğun halde, zavallının teki olduğun için insanlarla
yaşıyorsan, yazıklar olsun sana. İşte bu, nereye gidersen git, kendinde
birlikte taşıyacağın trajedindir.
Özgür doğmak insanın en yüce
özelliğidir; mütevazı bir keşişi krallara ve hatta hak ettiği halde özgürlüğü
küçümsemeksizin, güçlü oldukları için kendi kendine yeten tanrılara üstün kılan
budur.
Ölüm bir kurtuluştur, çünkü ölen
insanın kimseye ihtiyacı kalmaz. Zavallı köle zorla kurtulmuş olur
zevklerinden, acılarından, arzulanan ve bitmek bilmeyen hayattan. Kral vazgeçemediği
mülklerinden kurtulur. Etrafına aşk saçan kadınlar, taparcasına sevdikleri
gibi, gönülleri fethetmekten kurtulur. Zaferden zafere koşanlar, hayatlarını
adadıkları zaferlerden kurtulur.
İşte bunun için o zavallı, saçma
bedene bir asalet katar ölüm, bilinmedik süslerle donatır onu. Kendi öyle
istememiş olsa bile, beden artık özgürdür. Artık köle değildir, köleliğini
gözyaşları içinde kaybetmiş olmasına rağmen. En büyük başarısı krallık unvanı
olan krallar için de geçerlidir bu, bir insan olarak gülünç olsalar da, kral
olarak üstün varlıklardır onlar - ölüsü korkunç olabilir, ama kral üstündür,
çünkü ölüm sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştur.
Bezgin bir halde pencerelerimin
kanatlarını kapatıyorum, dünyayı dışlıyorum ve bir an için özgürlüğe
kavuşuyorum. Yarın köle olacağım tekrar; ama şu an yalnızken, dünyada hiç
kimseye ihtiyaç duymazken, tek korkum bir sesin ya da mevcudiyetin şu halimi
bölmesiyken, küçük özgürlüğümün, yüceldiğim anların tadını çıkarıyorum.
Koltuğuma güzelce yayılarak, üzerime
çöken hayatı unutuyorum. Bugüne dek yaralamış olmasının yarası sayılmazsa,
artık yaralamıyor beni.
284
Hayata değmeyelim asla, parmak
uçlarımızla bile.
Düşüncede bile sevmeyelim.
Düşte bile olsa, hiçbir kadının
öpücüğü herhangi bir duygumuzu uyandırmasın.
Marazın ustası olarak,
yanılgıdan kurtulma sanatını başkalarına öğretebilecek kadar ilerletelim işi.
Hayata olan merakımızla, yeni ya da güzel bir şey keşfetmeyeceğimizi bilerek,
peşinen bunun yorgunluğunu duyarak, bütün duvarların ardını gözetleyelim.
Umutsuzluğu dokuyanlar
olarak, sadece kefenler dokuyalım - hiç görmediğimiz düşler için beyaz
kefenler, kendimizde öldüğümüz günler için kara kefenler, sadece hayalini
kurduğumuz eylemler için kül rengi kefenler, yararsız duygularımız için
imparatorların mor renginde kefenler.
Tepelerde, vadilerde, göl
kıyılarında avcılar kurt, geyik, yabani ördek avlıyor. Nefret edelim onlardan,
avlandıkları için değil, bize yâr olmayan bir zevki tattıkları için.
Yüzümüzde, ağladı
ağlayacak bir adamın, solgun gülümseyişi olsun; görmek istemeyen bir adamın
bulanık bakışları; hayatı küçümseyen, sırf küçümseyecek bir şeyi olsun diye
yaşayan bir adamın, bütün hatlarımıza sinmiş küçümseyişi.
Ve çalışanlar, savaşanlar
horgörümüzden nasiplensin, umut ve güven besleyenler ise nefretimizden.
285
H.K.
20 Aralık 1931
Hep uykuda olduğuma ikna
oldum olacağım. Yaşarken rüya mı görüyorum, rüya görürken yaşıyor muyum ya da
rüya ile hayat bende karışmış, kesişmiş, iç içe geçerek bilinçli varlığımı
oluşturmuş şeyler mi, bilmiyorum.
Bazen, herkes gibi bana
da ne olduğumu açıkça gösteren aktif hayata daldığım halde, tuhaf bir şüphenin
şöyle bir yoklayıp geçtiği oluyor; var mıyım, bunu artık bilmez oluyorum, bir
başkasının rüyası olabileceğimi hissediyorum; adeta etim hissediyor bir roman
kahramanı olabileceğimi; akıl almaz bir hikâyenin baştan sona uydurma
gerçekliğinde, yazı dilinin çalkantılarına uyarak devinen bir kahraman.
Roman kahramanlarının
gözümüzde dostlarımızdan ya da ahbaplarımızdan, apaçık görülen gerçek hayatta
bizimle konuşan, bizi dinleyen herkesten daha canlı hale geldiğine sık sık
tanık olmuşumdur. Ben de bu mesele üzerinde hayal kuruyorum işte, bir bütün
olarak dünyada, her şey üst üste yığılmış düşlerden ve romanlardan mı ibaret
acaba, kutu içinde kutular gibi - her şey Binbir Gece Mas- allan'ndaki
gibi, başka hikâyeler barındıran ve yalanlarla sonsuz gecede yayılan hikâyeler
mi yoksa.
Düşündüğümde her şey saçma geliyor;
hissettiğimde her şey tuhaf geliyor; istek duyduğumda, isteyen, derinlerimdeki
tuhaf bir şey. Ne zaman içimde bir devinim olsa, devinenin ben olmadığımı fark
ediyorum. Hayal kurarken, bir başkasının kaleminden dökülüyormuş gibi oluyorum.
Hissettiğimde, sanki beni boyuyorlar; istek duyduğumda, nakledilecek bir mal
gibi bir arabaya tıkıyorlar beni, galiba bilerek bir yere yolluyorlar, ben ise,
ancak oraya vardıktan sonra gerçekten istemiş oluyorum gitmeyi.
Amma karışık işler.’ Görmek
düşünmekten katbekat iyidir, okumak ise yazmaktan! Gördüğüm beni yanıltabilir,
ama bir parçam değildir. Okuduğum hoşuma gitmeyebilir, ama onu yazmış olmaktan
pişmanlık duymama gerek yoktur. Her şey ne kadar da acı geliyor eksiksiz bir
düşünme bilinciyle düşününce, tinsel varlıklar olarak, bilincin ikinci
parçasını bilerek düşünürüz, ki bildiğimizi bilmemiz de onun sayesindedir! Hava
bugün muhteşem, ama kendimi düşüncelerden alamıyorum.. . Düşünmek ya da
hissetmek, o da değilse, kenara itilmiş dekorların arasında yatan başka ne7
Alacakaranlıkların, özensiz kıyafetlerin, kapalı duran yelpazelerin sıkıntısı;
ve yaşamaya mecbur kalmış olmanın bıkkınlığı..
286
H.K.
Henüz gençtik, ormanın yüksek
yapraklarının, belirsiz mırıltısının altından geçerdik. Patikanın ucunda birden
karşımıza çıkan düzlükler ayın altında göl olurdu, birbirine geçmiş dallarla
çizilen sınırları, geceden daha yoğun bir geceydi. Büyük korulara özgü kararsız
meltemin dalların arasında nefesleri duyulurdu. İmkânsız şeylerden konuşurduk;
seslerimiz gecenin, ay ışığının ve ormanın bir parçasıydı. Bir başkasının sesi
gibi gelirdi kulağımıza.
Bu belirsiz ormanda yol yok değildi.
Her nasılsa bildiğimiz kestirmeleri vardı, yılankavi adımlarımız oynaşan
gölgeleri, ay ışığının belirsiz, soğuk ve sert ışıltılarını çiğnerdi. İmkânsız
şeylerden konuşurduk ve gerçek manzaralar da aynı şekilde, imkânsızdı.
287
H.K.
Sadece ulaşılmaz olduğu için taparız
mükemmelliğe; ulaşabilsek elimizin tersiyle iterdik zaten. Mükemmel olmak
insan olmamak demek, çünkü insanoğlu kusurludur.
Cennete gizli bir nefret duyarız - ve
bakın şu zavallıya ki gökyüzünde kırlar olsun istiyordu. Hissetme yetisine
sahip bir insanı ne soyut sarhoşluklar, ne maddi âlemin harikaları tatmin
edebilir: Küçük evlerde buluruz mutluluğu, tepelerin yamaçlarında, mavi bir
denizdeki yemyeşil adalarda, ağaçların altında uzanan patikalarda ve atadan
kalma eski evlerde saatlerce dinlenmekte - daha önce hiç böyle şeyler yaşamamış
olsak bile. Gökte kır yoksa, gök hiç olmasın daha iyi. Öyleyse hepsi hiç olsun
ve bir düğümü bile olmayan bu roman bitsin.
Kusursuzluğa ulaşmak için insan
ruhunun erişemeyeceği bir soğukluk gerekir bize; ne var ki o zaman da,
kusursuzluğu sevebilecek insan yüreği kalmazdı.
Kusursuzluğa taparken, kusursuzluğa
uzanan, büyük sanatçıları yaratan o gerilim büyüler bizi. Kusursuzluk için
sarf edilen bu çabayı severiz, ama tam da bunun için, sadece çaba olduğu için.
288
H.K.
İnsanoğlunun
kusursuzlaştırılabileceğine inanmamak ne büyük bir trajedi! -Ya inanmak, ya o
nasıl bir trajedi!
289
Kral Lear ı yazmış olsam ömür boyu pişmanlık
duyardım. 70 Çünkü o kadar büyük bir yapıt ki, hem kusurları, hem de
bazı sahnelerden fışkıran, aslında ne kadar mükemmel olabileceklerini insana
hissettiren ayrıntıları, üstelik kimilerinin çok küçük olmasına rağmen, insanın
gözünde büyüyor. Lekeli bir güneş değil bu yapıt; paramparça bir Yunan heykeli.
Metin baştan sona hata, perspektif yokluğu, bilgisizlik, zevksizlik, zayıflık
ve ihmalkârlık kokuyor. Büyük eserler arasına girecek hacimde, mutlak
kusursuzluğa erişmiş, yüce bir eser yazmak - bunun için gereken tanrısal
yetenek dünyada kimsede yok, kimseye nasip olmamış bu işi başarmak. Bir hamlede
kendini dışımıza atamayan her şey, zihnimizin kusurları yüzünden giderek
bozulur.
Bunu düşününce hayalimde
sonsuz bir hüzne boğuluyorum, ıstırap içinde, ömrüm boyunca Güzelliğe yararı
dokunacak, iyi bir şey yapamayacağımı idrak ediyorum. Kusursuzluk Allah' a
mahsus. Bütün gücümüzü de ortaya koysak çabalamanın bir sınırı var; biz çaba
harcarken yapıt farklı ruh hallerimizden geçer ve bunların da her biri başlı
başına bir kendilik olduğundan, kişiliğiyle yapıtın bireyselliğini zedeler.
Ancak yazdığımız an kesin olarak biliriz kötü yazdığımızı; yegâne ulu yapıt,
gerçekleştirmeyi hayal bile etmeyecek olduğumuzdur.
Bir daha dinle ve beni
anla. Her şeyi iyi dinle, sonra söyle bana, düş hayattan daha iyi değil midir.
Çalışmakla bir yere varılmaz. Çabalarımızın sonu yoktur. Hiçbir şey yapmamak -
yegâne soylu, seviyeli tavır budur, çünkü gerçekleştirilen şeyin tasarlananın
daima altında kaldığını, tamamlanmış yapıtın hayal edilenin alt tarafı grotesk
bir gölgesi olduğunu kabullendiğimizi gösterir.
Ah bir yazabilseydim
düşlediğim dramların diyaloglarını, okunası, duyulası kelimeleri kâğıda
fırlatarak! Dramlarımda sarkmayan, hatasız bir olay örgüsü, mükemmel diyaloglar
var, ama olayın akışını, somut olarak yansıtmaya yetecek kadar açıkça
canlandıramıyorum kafamda; samimi diyalogların esasını oluşturan kelimelerin
ise, dikkatle dinlesem de yazıya dökebileceğim kadar güçlü çıkmıyor sesi.
Bazı lirik şairleri
severim, çünkü epik ya da dramatik şiirler yazmaya kalkışmamış, bir duyguyu ya
da bir düş anını somutlaştırmaktan başka şey peşinde koşmanın faydasız olduğunu
içgüdüleriyle kavramışlardır. Bilinçsiz haldeyken yazabildiklerimiz,
erişebileceğimiz kusursuzluğun boyutlarını ortaya koyar. Shakespeare'in hiçbir
dramının, Heine'nin bir şiiri kadar bizi doyurmasına imkân
269/506 yoktur. Heine'nin
şiiri kusursuzdur, oysa ister Shakespeare'in olsun ister başkasının, bütün
dramlar kusurludur. Bir şey inşa edebilmek, bir Bütün kurmak, müthiş uyumlu
parçalardan oluşan, insan bedenine benzeyen bir şey ve onu oluşturan parçaların
farklı yönlerini birleştirecek, mutlak birlik ve uyum üzerine kurulu bir hayat
yaratmak!
Ey beni duyan ve yarım kulak dinleyen
sen, bunun nasıl bir trajedi olduğunun farkında değilsin! Anasını babasını
kaybetmeye, bahtsızlığa, dostsuz, aşksız kalmaya - hepsine katlanabilir insan;
ama ne gerçekte, ne lafta elde edebileceği güzel bir şeyi hayal etmeye, hayır.
Kusursuz bir iş bitirdiğini bilmek, maksadına ulaşmış bir yapıt yaratmanın
zevki - sakin bir yaz günü, bir ağacın gölgesinde ne de tatlıdır uyumak.
69. Lizbon’da
ticaret ve eğlence merkezi.
70. Pessoa,
Shakespeare’e hayrandı; onu bütün zamanların en büyük dâhisi olarak gördüğünü
defalarca belirtmiştir.
290
H.K.
Koltuğuma rahatça yerleşmiş, hayata
aidiyetim iyice zayıflamış olarak, asla yazmayacağım cümleleri, asla tarif
edemeyeceğim manzaraları inanılmaz bir berraklıkla kıpırtısızlığıma
aktarıyorum, düşüncelerimde açık seçik çiziyorum. Kelime kelime, upuzun,
kusursuz cümleler yontuyorum, birtakım dramlar, entrikalar örüyor, sonra
bunları dört dörtlük yapılar olarak zihnime yayıyor; uçsuz bucaksız şiirlerin
her zerresinde, ölçülü, söze dökülmüş o coşkuyu hissediyorum, nefis bir
taşkınlık görünmez bir köle gibi alacakaranlıkta peşim sıra geliyor. Ama olgunlaşmaya
yüz tutmuş bu duyguları gömdüğüm yerden kalkıp bir adım atsam, yazıya dökmek
için masaya gitsem - kelimeler o dakika elimden kaçıyor, dramlar sönüyor,
ezgili mırıltılar açan, hayat veren coşkudan geriye kalansa uzak bir pişmanlık,
ırak tepelerde bir tutam güneş ışığı, ıssız bir kapının önünde, yaprakları havalandıran
bir esinti - hiç açığa çıkmamış bir akrabalık bağı, başkalarının bildiği zevk
ve eğlenceler, içgüdümüzün bize döneceğini söylediği ve aslında var olmayan o
kadın.
Tasarılar - hepsi benimdi! Benim
yazdığım llyada da, Homeros'un ulaşamadığı dinamik bir mantık,
epodlarının arasında da organik bir bağ vardı. Kusursuz dizelerimdeki ustalık,
-tek eksikleri nihayete erdirilmemiş olmaktı- Vergili- us'un berraklığını,
Milton'un gücünü katbekat aşıyordu. Düşlediğim alegorik hicivler, birbirine
sıkı sıkıya bağlı ayrıntılardaki simgelerin açıklığıyla Swift'i yaya bırakırdı.
Ne Horatius'lar, ne Verlaine'ler kaldı olmadığım!
Bunları aslında tam olarak düşlemeden
koltuktan her kalktığımda, hiçbirinin gerçek olmadığını, ama aynı zamanda salt
düş de olmadıklarını bilmekten kaynaklanan ikili bir trajedi yaşamışımdır;
düşüncelerimle onların varlığı arasındaki soyut eşikte, onlardan bir şeyler
vardır.
Bir dâhiydim ben, düşlerimdekinden
daha çok, hayatımdakinden daha az. Varoluşumdaki trajedi budur işte. Yarışı önde
götüren, fakat hedefe varmasına bir adım kala yere yığılan bir koşucuydum ben.
291
H.K.
Sanatta kusursuzlaştırıcılık diye bir
meslek olsaydı (sanat) hayatımda nihayet bir işe yaramış olurdum.
Bir başkası bir eseri yarattıktan
sonra, sırf onu kusursuz hale getirmek için uğraşmak; Ilyada belki de
böyle meydana gelmiştir.
Ama en önemlisi, yaratmanın ilk
adımını atmak için çaba sarf etmeyecek olmak!
Romanlar yapanları, başlayıp, yazıp
bitirenleri o kadar kıskanıyorum ki! O romanların her bölümünü ayrı ayrı canlandırabilirim
düşümde, bazen diyaloglardaki cümlelere, bölümleri bağlayan pasajlara kadar
tahayyül ettiğim oluyor, ama yazı hayallerini kâğıda savurmaya sıra gelince,
tutulup kalıyorum [...]
292
H.K.
İster savaşmak söz konusu olsun ister
akıl yürütmek, bütün eylemler hatalıdır; tıpkı insanın herhangi bir şey
yapmaktan kaçınması gibi. Ah bir bilebilseydim hem hiçbir şey yapmamanın, hem
de eylemden vazgeçmemenin yolunu! Zaferimi simgeleyen hayal-tacına,
yücelenlerin sessizlik-asasına kavuşmuş olurdum o zaman.
Acı bile yok içimde. Her şeyi o kadar
hor görüyorum ki, kendimi de aşağılıyorum; başkalarının acılarını küçümserken
kendiminkileri de küçümsüyor, böylece kendi acımı, küçümseyerek eziyorum.
Evet, ama böyle olunca acım büyüyor..
. İnsan ıstırabına bir değer biçtiği an, onu gurur güneşiyle kuşatmış olur.
Acıyı çok yoğun yaşamak, Istırabın Sevgili Varlığı olduğumuza inandırabilir
bizi. Öyleyse [...]
293
Uzun bir [...] sonra kitaptan
kaldırdığımızda gözlerimiz saf, pırıl pırıl doğal güneşin öfkesine uğrar ya,
benim gözlerim de bazen kendimden ayırdığımda öyle acır, öyle yanar işte,
benden tamamen bağımsız, dışımda olduğu söz götürmez hayatın, başkalarının
varlığının, hareketlerin boşluktaki halinin ve uyumunun berraklığını
seyrederken. Ötekilerin duygularına çarparım, iç dünyalarımızın uyuşmazlığı
karşısında yüreğim sıkışır, ayaklarım birbirine dolaşır, sendelerim ve kulağıma
uğultu gibi gelen tuhaf sözlerinin, gerçek bir zeminde kararlı, kendinden emin
yürüyüşlerinin, ellerinin sahici hareketlerinin, onları benim farklı hallerim
değil, bambaşka insanlar yapan çeşitli, karmaşık oyunların arasına
yuvarlanırım.
Bazen insanların içine dalıverdiğimde
bir şaşkınlığa, boşluğa düşerim; sanki ölmüşüm gibi gelir, solgun, renksiz bir
gölge olarak yaşıyormuşum aynı zamanda, ilk meltem yere çalacakmış beni, biri
dokunduğu anda toza dönecekmişim.
O zaman, en derin yerimde sorarım
kendime, herkesten uzaklaşıp kendimi yetiştirmek uğruna harcadığım emeklere
gerçekten değer miydi, Çarmıha Gerilmiş Zaferime ulaşmak için benliğimi ağır
bir cehennem azabına dönüştürmeye gerçekten değer miydi. Aslında biliyorum
değdiğini, ama gene de böyle anlarda değmediğini, hiçbir zaman da değmeyeceğini
fısıldayan bir duygu üzerime çöküyor, içimi daraltıyor.
294
H.K.
Para, çocuklar (deliler) [ ... ]
Zenginliğe platonik olarak özenmeli
insan. Zenginlik özgürlüktür.
295
Para güzeldir, çünkü özgürlüktür.
Beijing'e gidip orada ölmeyi isteyip
de ?1 yapamamak, yaklaşan bir felaketin ağırlığı gibi çöreklenir
ruhuma.
Lüzumlu lüzumsuz alışveriş yapan
insanlar aslında sandıklarından çok daha bilgedir - para verdikleri o ıvır
zıvırlar, kendi düşlerinin küçültülmüş halleridir aslında. Bir şeye sahip
olmanın zevkini tadan çocuklar gibidirler. Ceplerinde para olduğunu tahmin
ederek onlara göz kırpan saçmalıkları satın alırken, kıyıda deniz kabuğu
toplayan bir çocuk kadar mutludurlar - ve azami mutluluğun ne olduğunu en fazla
hissettiren resimdir bu: kıyıda kabuk toplayan bir insan! Bir çocuk için,
birbirine eş iki kabuk yoktur. Uyurken en güzel ikisi elindedir; kabuklarını
elinden alıp da kaybedeninse vay haline! Ruhunun dış parçalarını çalmak ha!
Düşlerinin kırıntılarını ondan koparmak! Çocuk, yeni doğmuş bir evreni çalınmış
Tanrı gibi ağlar o zaman.
296
Saçmalık ve paradoks saplantısı, hüzünlü
insanlar için hayvani bir neşe kaynağıdır. Nasıl normal insan aşka gelip aklına
gelen her aptallığı söyleyebiliyor, bir an heyecana kapılarak yanındakinin
sırtına pat pat vurabiliyorsa, coşku ve neşe özürlüler de zekâ taklaları atar,
kendilerine has o (soğuk) havayla, hayatın (sıcak) hareketlerini yerine
getirirler.
297
Reduetio ad absurdum72 en sevdiğim içkilerden biridir.
298
H.K.
Her şey saçma. Kimi ömrünü para
kazanıp bir köşeye koymaya adamış, ama ne parasını bırakacak çocuğu var1 ne de
tanrının servetinin bahtını her daim açık edeceğine dair en ufak bir umudu. Şu
öteki var gücüyle, ancak öldükten sonra işine yarayacak bir şöhret için
didiniyor, ama şöhretinin tadını çıkaracağı başka bir hayata inanmıyor. Beriki
aslında umurunda olmayan bin türlü işin peşinden koşuyor. Şu az ötedeki de
[...]
Şurada duran var ya, o da gereksiz
yere, öğrenmek için okuyor. Şu öbürü zevk içinde yaşamaya bakıyor, ama o da
boş.
Tramvaydayım, her zamanki gibi,
insanların bütün somut ayrıntılarını ağır ağır gözden geçirmekteyim. Benim için
ayrıntılar birer varlıktır, bir kelime, bir harf. Karşımda oturan genç kızın
üstündeki elbiseyi öğelerine ayırıyorum: Alelade bir kumaş olarak değil de
elbise olarak gördüğüm için, kumaşı bir tarafa, dikişe verilen emeği bir
tarafa; ve ayrışma sırası yaka hizasındaki özenli işlemeye geliyor; ipek
iplikler bir yana, sarf edilen emek de öbür yana. Ve birden, ilkel bir ekonomi
politik kitabı okurcasına, fabrikalar, çeşit çeşit faaliyetler gözümün önüne
seriliv- eriyor - kumaşın dokunduğu fabrika; elbisenin boynu saran yerini
kıvrım kıvrım motiflerle süslemekte kullandıkları, kumaşın bir ton koyusu
ipeklerin büküldüğü fabrika; ve fabrikaların içinde atölyeler -makineler,
işçiler, terzi kızlar-, gözlerimi içeri çevirip yazıhanelere dalıyor, bir parça
huzur peşindeki müdürleri görüyorum, muhasebe defterlerini nasıl tuttuklarına
bakıyorum; ama bu kadarla kalmıyorum; hepsinin ötesinde gününü bu fabrikalarda,
yazıhanelerde geçiren insanların ev hallerini görüyorum... Bütün dünya gözümün
önüne geliyor, sırf öbür ucunda kim bilir hangi kafayı taşıyan o esmer boynu
saran, yeşil elbise üstüne daha koyu bir yeşille, rasgele işlenmiş, muntazam
bir nakış karşımda duruyor diye.
Koca toplumsal hayat uzanıyor gözümün
önünde.
Dahası, bir tramvayda, karşımda duran
bir kadının fani boynunun etrafını, yeşil kumaş üstüne koyu yeşil ibrişimlerin
kıvrım kıvrım sıradanlığı kuşatsın diye emek vermiş herkesin ruhunu, aşklarını,
küçük sırlarını seziyorum.
Başım dönüyor. İrili ufaklı saman
çöpleriyle doldurulmuş tramvay sıraları beni uzak diyarlara götürüyor,
çoğalarak endüstri, işçi ve işçi evleri, varoluşlar, gerçeklikler - her şey
oluyor.
Perişan bir halde, uyurgezercesine
iniyorum tramvaydan. Baştan sona bütün hayatı yaşadım.
299
H.K.
Benim her yolculuğum büyük bir yolculuktur.
Trenle Cascais'e gidene kadar, o iki adımlık yolda dört beş ülkenin
manzaralarını, kırlarını, şehirlerini görmüş kadar yorulurum.
Önünden geçtiğim her bina, her
müstakil ev, duvarları beyaza ve sessizliğe boyanmış her yalnız evcik - her
biri, bir an için kendimi içinde yaşarken hayal ettiğim bir yuvadır, önce
mutluymuşum, sonra sıkıntı basıyormuş, en sonunda her şeyden bıkıyormuşum; ve
alıp başımı gittikten sonra, evde geçen günlerimi deliler gibi özlüyormuşum.
Böyle hayallerle her yolculuk, büyük sevinçler, sonsuz bir sıkıntı, uyduruk
özlemler devşirmekle geçiyor.
Evlerin, köşklerin, bahçeli evlerin
önünden geçerken içlerinde yaşayan bütün insanların hayatını sererim içime.
Evlerdeki hayatların hepsini birden yaşarım. Baba, anne ve çocuklar, kuzenler,
dadı ve dadının kuzeni olurum, hepsi birden; farklı duyguları aynı anda
hissetmek, aynı anda farklı insanların hayatını yaşamak -onları görebildiğim
için dışarıdan, kendimi ayrı ayrı, her biri gibi hissettiğim için içeriden-
başlı başına bir sanattır.
Kendimde farklı kişilikler yarattım,
yenilerini yaratmaya da aralıksız devam ediyorum. Her düşüm doğar doğmaz bir
başkası olup canlanıyor, o başkası da benim yerime düş görmeye başlıyor.
Yaratmak uğruna kendimi yok ettim;
kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında varlık sürüyorum
artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş bir sahneyim ben.
300
Kıç güvertede uyurken bir titreme
geldi - çünkü ben Uzaklardaki Prens'in 73 ruhuna, bir kehanetin
ürpertisi vurmuştu.
Çığlık çığlığa tehditlerle dolu bir
sessizlik, küçük odanın gözle görülen atmosferine solgun bir meltem gibi
sızıyordu.
Bunların hepsi ay ışığının yüzünden
oluyor, aşırı parladığında okyanus huzur- suzlanıyor, usul usul salınmak yerine
çırpınmaya başlıyor; henüz duymuş değilim ama, Prens'in sarayını servilerin
kuşattığına artık şüphe yok.
îlk şimşeğin kılıcı, öbür dünyada,
boşlukta belli belirsiz dalgalandı... Ay ışığı, açık denizde çakan bir şimşek
renginde ve anlaşılıyor ki, hiç olmadığım o prensin sarayı harabeye dönmüş, çok
eskide kalmış şimdi..
Gemi, ölüm kokan bir sesle suları
yararak yaklaşırken, küçük odaya solgun bir karanlık çöküyor; hayır, ölmemiş,
bir yerlerde tutsak değilmiş, ne başına ne geldiğini biliyorum prensin - ne de
kaderinin bugün nasıl soğuk, bilinmez bir şeye dönüştüğünü?..
301
H.K.
Duyguları yenilemenin tek yolu yeni
bir ruh inşa etmektir. Hissetme biçimini değiştirmeden farklı şeyler hissetmeye
ve ruhunu değiştirmeden farklı şekilde hissetmeye çalışıyorsan, boşuna
çabalıyorsun. Çünkü varlıklar biz nasıl hissediyorsak öyledir -ne zamandır
biliyorsun bunu bilmeksizin?- ve yeni şeyler olmasının, yeni şeyler hissetmenin
tek yolu, bunları hissetme biçiminde bir yenilik yapmandır.
-Ruh değiştirmek mi? İyi ama nasıl? -
Onu bulmak da senin işin.
Doğduğumuz andan öldüğümüz ana dek,
tıpkı bedenimiz gibi ruhumuz da ağır ağır değişir. Bir yolunu bul da bu
değişimi hızlandır, bazı hastalıklarda ya da hastalıktan kalkınca bedendeki
değişimlerin hızlandığı gibi.
Asla konferans vermeye gönül
indirmeyelim - görüşlerimiz var ya da halka hitap etmek uğruna onun seviyesine
iniyoruz sanmasınlar. Merak eden yazdıklarımızı okusun.
Zaten bütün konuşmacılar bir aktör
izlenimi verir - yetenekli sanatçıların burun kıvırdığı, Sanat'ın uşaklarına
benzerler.
302
H.K.
Fark ettim ki düşüncelerim ve
dikkatim, hep aynı anda iki şeye birden yöneliyor. Sanırım herkese de aşağı
yukarı böyle oluyordur. Bazı duygular o kadar belirsiz ki, ancak sonradan,
hatırası zihnimizde belirdiği zaman onları hissetmiş olduğumuzun bilincine
varırız; bana sorarsanız bu duygulardan, her birimizde var olan bu iki katmanlı
dikkatten bir parti kurmak lazım -iç parti diyebiliriz belki buna-. Yalnız,
konu ben olduğumda, dikkatimi verdiğim iki gerçekliği aynı şekilde görmem gibi
bir durum var. Benim özelliğim bu işte. Belki trajedim de bu - ve hatta
trajedimdeki komedi de.
İç karartıcı bir şirketin gereksiz
hikâyesini kuran yazıları aktardığım deftere eğilmiş, dikkatle yazıyorum; ve
bir taraftan da düşüncelerim aynı dikkatle var olmayan bir gemiyle, hiçbir
yerde olmayan bir Doğu'nun manzaraları arasında süzülüyor. Şu iki şey benim
için aynı ölçüde açık, aynı ölçüde gözle görülebilir: Büyük bir özenle
satırların dışına taşmamaya çalışarak, Vasques ve C. Şirketi'nin ticari
destanının dizelerini yazdığım kâğıt ve içinde bulunduğum geminin güvertesi;
katranlı tahtaların aralıklarının sık çizgilerle doldurduğu kâğıdın biraz
kenarındayım, durduğum yerden aynı dikkatle, düzgünce dizilmiş şezlonglara,
yolculuğun tadını çıkaran yolcuların hafif sarkan bacaklarına bakıyorum.
(Bir çocuk bisikleti beni devirse, o
bisiklet hikâyemin bir parçası haline gelir.)
Sigara salonu dışarıya doğru çıkıntı
yapıyor; sadece bacakların görülmesinin nedeni bu.
Hokkaya uzanıyorum, tam o sırada
yabancının siluetinin sigara salonundan --durduğumu hissettiğim yerin hemen
yanından- çıktığını görüyorum. Bana sırtını dönüp öbür yolculara doğru
ilerliyor. Yavaş yürüyor, kalçalarından da bir anlam çıkaramadım. Bir İngiliz.
Bir hesabı daha kaydediyorum. Nerede hata yaptığımı anlamaya çalışıyorum:
Marques'in borcu var, alacağı değil. (Şişko, sevecen, kalender Marques gözümün
önüne geliyor, gemi bir an için kayboluyor.)
303
H.K.
1 7 Şubat 1932
Dünya hiçbir şey hissetmeyenlere
aittir. Eylem adamı olmanın birinci şartı, duyarsız olmaktır. Hayatı sürdürmek
temel olarak eylemi tetikleyen özelliğe, yani iradeye bağlıdır. Ne var ki iki
şey eylemi köstekler: duyarlılık ve nihayetinde duyarlı bir düşünceden başka
bir şey olmayan analitik düşünce. Her eylem, doğası gereği kişiliğimizi dış
dünyaya yansıtır, dış dünya da büyük oranda insanlardan oluştuğu için,
kişiliğimizi yansıttığımız zaman esas olarak bir başkasının yolunu kesmiş,
eyleme biçimimizle ötekileri huzursuz etmiş, yaralamış, ezmiş oluruz.
Demek ki eylemek için başkalarının
kişiliklerini, sevinçlerini ya da acılarını tahayyül etmekten kaçınmalıyız.
Birine yakınlık duyduğumuz anda her şey biter. Eylem adamı için dış dünya atıl
maddelerden kuruludur - üzerinden atlayıp geçtiği ya da yoluna çıkınca ittiği
bir taş gibi kendiliğinden atıl olanlar vardır; bir de karşısında pes eden bir
insan gibi atıl olanlar, belki taştan farksızdır insan da, çünkü eylem adamı
ona da aynı şekilde davranır: Ayağıyla iter ya da üzerinden atlayıp geçer.
Eylem adamlarının en üstün örneği
strateji uzmanlarıdır, çünkü önemli olduğu kadar, çok yoğun dikkat isteyen bir
eylemdir onunki. Hayat bir savaştır, sonuç olarak her çatışma hayatın bir
sentezidir. Strateji uzmanı, satranç oyuncusunun taşlarla oynadığı gibi insan
hayatlarıyla oynar. Bu oyundaki her hamlenin binlerce ocağı söndürdüğünü, üç
bin yüreği acıya boğduğunu düşünse, strateji uzmanı ne hale gelirdi acaba?
İnsan gibi insan olsak dünya ne hale gelirdi? İnsanoğlu gerçekten
hissedebilse, uygarlık diye bir şey olmazdı. Sanat, eylemin mecburen unuttuğu
duyarlılığa ulaşmanın yoludur. Sanat, öyle gerektiği için evde bırakılmış olan
Külkedisi'dir.
Bütün eylem adamları esasında enerjik
ve iyimserdir, çünkü hiçbir şey hissetmezseniz mutlu olursunuz. Bir eylem
adamını hep keyifli olmasından tanırsınız. Asık suratla çalışanlar ise, ikinci
dereceden eylemci sayılır; hayatın içinde, genel, büyük hayatın içinde bir
muhasebeci yardımcısı olabilirler, mesela benim gibi. Ama hiçbir şekilde
olaylara ve insanlara hükmedemezler. Kumanda edebilmek için duyarsızlık
gerekir. Başkalarını yönetmenin yolu neşeli bir mizaca sahip olmaktır, çünkü
hüzün, hisleri olanların harcıdır.
Patronum Vasques bugün bir iş bitirip
hasta bir adamı ve ailesini perişan etti. Bunu yaparken o adamın ticari bir
rakip olmanın dışında da bir varlığı olduğunu tamamen unutmuştu. İş
bağlandıktan sonra duyguları geri geldi. Ama bu her şey bittikten sonra oldu
tabii, çünkü önce olsa kesinlikle işini yapamazdı. "Şu zavallı adama
acıdım," dedi bana. "Beş parasız kalacak." Sonra bir puro yakıp ekledi:
"Neyse; günün birinde başı sıkışır da bana gelirse -sadaka isterse, demek
istiyordu-, ona sıkı bir iş borçlu olduğumu unutmayacağım."
Patronum Vasques'inki namussuzluk
değil; o bir eylem adamı. Şu an oyunu kaybetmiş olan adam, sahiden de ileride
sadakasız kalmayacaktır, çok cömerttir bizim patron.
Bütün eylem adamları patronum
Vasques'e benzer - fabrikaları, ticarethaneleri yönetenler, politikacılar,
askerler, dinsel ya da toplumsal idealleri olanlar, büyük şairler, büyük
sanatçılar, burnunun dikine giden güzel kadınlar, şımarık çocuklar. Hissetmeyen
yönetir. Sadece kazanmak için gerektiği kadarını düşünen kazanır. Geri kalanı
-yani genel anlamda insanlık, bulanık, şekilsiz, duyarlı, hayalperest ve narin
insanlık- bu kukla tiyatrosu yok olana dek yıldız oyuncuları iyice ortaya
çıkarmaktan başka işlevi olmayan fon perdesidir; insanlık oyunun taşlarının
üzerine dizildiği sıradan, dümdüz bir satranç tahtasıdır - ve bir gün, çift
kişiliği yüzünden puanlarda hile yaparak, kendine karşı oynayarak eğlenen
Oyunun Büyük Efendisi taşları toplayacaktır.
304
İman, eylemin içgüdüsüdür.
305
Hayatta düstur bellediğim, hiçbir
şeye, özellikle içgüdülere inanmama alışkanlığım ve içten gelen
samimiyetsizliğim, beni hep böyle davranmaktan alıkoyan engellerin boşluğunu
ortaya serer.
Aslında bütün yaptığım, ötekileri
kendi düşlerim haline getirmek, görüşlerine boyun eğerek zihnimle, sezgilerimle
içlerine girmek, görüşlerini kendime ait kılmaktır (madem kendim herhangi bir
görüşe sahip değilim, o zaman başka görüşler olmuş, bunlar olmuş, fark etmez);
onları zevkime göre davranmaya zorlamak, böylece kişiliklerini düşlerime
benzetmek için.
Düş benim için hayatın o kadar önünde
ki, sözlü ilişkilerimde de (zaten başka türlü ilişkim yok) düş görmeyi,
başkalarının görüşlerinin ve duygularının arasında canlı, belirsiz
bireyselliğimin kaygan hattında tutunmayı başarıyorum.
Ötekilerin her biri bir kanal ya da
bir ark, deniz suyu keyiflerine göre içlerinden akarak, güneşin pırıltılarının
altında karakterlerinin değişken akışını, kendilerinin o kuru halleriyle
yapabileceğinden çok daha sahici bir şekilde çizer.
Şöyle hızla değerlendirdiğimde, sık
sık ötekilerin sırtından yaşıyormuşum duygusuna kapılsam da, aslında ben
onları daha sonraki coşkularımdan geçinmeye mecbur ederim. Böyle yaşarım ben,
bireyselliklerinin kabuğunun içine sığınarak. Adımlarını zihnimdeki kile
kaydeder, bilincimin en derin yerine gömerim, öyle ki sonuçta adımlarını
onlardan ziyade ben atar, yollarında ben yürürüm.
Kendimi ikiye bölmek suretiyle
zihnimde iki, hatta daha fazla eylemi izleyebildiğim için, başkalarının
hissetme biçimlerine bilinçli olarak, kayıtsız şartsız ayak uydururken,
genellikle bir yandan da onlara ait yabancı ruh halini kendi içimde tahlil
edebilmiş, böylece ne olduklarını, ne düşündüklerini tamamen nesnel olarak
değerlendirebilmişimdir. Bitmeyen bir hülyanın ipine tutunmuş, düşlerimin
içinde ilerliyorum ve sadece başkalarının -bazıları ölü olan- heyecanlarının
zarif özünü yaşamakla kalmıyor, bir zamanlar basit bir ruh halinin
derinliklerinde kaybolmuş olan farklı zihinsel güçlerini kendi iç mantıklarına
göre sınıflandırıyor, üzerinde düşünüyorum.
Ve bunca hayhuyun arasında hiçbir şey
kaçmaz gözümden - ne fizyonomi, ne kıyafetler, ne jestler. Tıpkı tavırları gibi
düşlerini, içgüdüsel hayatlarını ve bedenlerini de yaşarım başkalarının. Bir
bütün halinde, sere serpe dağılarak her yerlerinde var olurum ve onlarla
konuşurken her an, bilinçlisi bilinçsizi, tahlil edeni, tahlil edeniyle,
alabildiğine açılmış bir yelpazede birleşen bir varlıklar kalabalığı yaratırımı
olurum.
306
H.K.
Hıristiyanlığa kuşkuyla yaklaşmayı
miras almış, kendi de kalan bütün inançlara aynı kuşkuyla bakan bir kuşağa
aidim. Babalarımızda saygı duyulacak bir coşku vardı hâlâ, Hıristiyanlıktan
alıp başka yanılsamalara aktarmayı başardıkları bir coşku. Kimilerini toplumsal
adalet heyecanlandırırdı, kimilerinin aklı fikri güzellikteydi, bilime ve
getirdiği ilerlemelere inananlar vardı; Hıristiyanlıkla bağı daha kuvvetli
olanlar ise Doğu'nun ve Batı'nın derinliklerinde yeni dinler arardı -bu dinler
de olmasa bomboş kalacak- bilinçlerini yaşamak denen saf ve basit eylemden
koparmak için.
Bunların hepsi geçti, bizler bu
avuntulardan yoksun doğduk. Her uygarlık, kendisini simgeleyen dinin çizgisinde
ilerler: Yeni dinler benimsemek bu ilk dini ve nihayetinde bütün dinleri
kaybetmek demektir.
Bize ait olan bu dini, onunla
birlikte de bütün ötekileri kaybettik.
Böylece herkes, yaşadığını
hissetmenin umutsuzluğuyla baş başa, yapayalnız kaldı. Gemiler denizlerde
yüzmek için yapılmış gibi görünür; ama asıl amaç yüzmeleri değil, limana
varmalarıdır. Bizimki de tıpkı böyle bir yüzmektir işte, hangi limana
gideceğimize dair en ufak bir fikrimiz olmaksızın. Argonotların macera kokan
sözünü acılı bir perdeden tekrar edelim: Gerekli olan yüzmektir, yaşamak
değil.
Yanılsamalar elimizden gittiğinden
artık sadece düşlerle yaşıyoruz - düş, yanıl- samasızlığa mahkûm olanların
yanılsamasıdır. Kendimizi tüketerek yaşıyor, kendimizi azaltıyoruz; dört
dörtlük insan kendini bilmeyendir. İnancımız olmadığından umudumuz da kalmadı,
umudumuz kalmadığından artık gerçek bir hayatımız da yok. Sadece gelecekle
ilgili değil, bugün hakkında da hiçbir fikre sahip değiliz; çünkü eylem adamı
için şimdiki zaman, geleceğin önsözüdür sadece. Biz savaşma coşkusuyla
doğmamışız, dolayısıyla savaşma enerjisi de bizde ölü doğmuş.
İçimizden günü geçirmek uğruna
aptalca bir savaşın batağına gömülenler oldu, bunlar çile çekerek, soylu bir
zafer uğruna çaba harcayarak bedel ödemekten de kaçınarak, iğrenç bir şekilde,
alçakça karınlarını doyurmaya baktılar.
Daha asil soydan gelen
kimilerimiz ise, halktan uzak durdu, hiçbir şey istemedi, hiçbir şeye göz
dikmedi, sadece bize göre sırtımızdaki haç olan var olma gerçeğini unutuş
tepesine kadar taşımaya çalıştı. Ne var ki, Haç'ı taşıyan gibi tanrısal bir bilince
sahip olmayan varlıkların bunu başarması imkânsızdı.
Daha başkaları ise
ruhlarının dışına çıkıp gürültü ve karmaşa dinine sarıldılar, kendi seslerini
duyduklarında yaşadıklarını, aşk uzaktan göz kırptığında sevildiklerini
sandılar. Yaşamak canımızı yakıyordu, çünkü canlı olduğumuzu biliyorduk; ölmek
korkutmuyordu, normal ölüm kavramını yitirmiştik.
Ama daha başkaları, ey
Tükenişin Soyu, Ölü Zaman'ın tinsel sonu, onlar her şeyi reddetmeye,
kendilerine sığınmaya bile cesaret edemedi. Yaşadılarsa, kendilerini inkâr
ederek, tatminsizlik ve hüzün içinde yaşadılar. Ama bağırıp çağırmadık, kendi
kendimize yaşadık, içimize, en azından hayat tarzımıza kapandık, odamızın dört
duvarının ve hareket etmekten acizliğimizin dört suru arasında hapistik hep.
307
H.K.
Madem hayatta bir
güzellik bulamıyoruz, hiç olmazsa hayatta güzellik bulamayışımızdan güzellik
çıkarmaya çalışalım. Başarısızlığımızı bir zafere, sütunların ortasında
azametle yükselen olumlu bir şeye dönüştürelim.
Madem hayatın bize tek
verdiği inzivaya çekilmek için bir hücre, o zaman süsleyelim hücreyi, hiç
olmazsa düşlerimizin gölgesiyle, karmaşık resimlerle ya da renklerle,
unutuşumuzu da dışarıdaki duvarların kıpırtısızlığına işleyelim.
Bütün hayalciler gibi,
üzerime düşen görevin yaratmak olduğunu düşünmüşümdür hep. Çaba harcamayı ya
da herhangi bir niyetimi somutlaştırmayı da hiç beceremediğim için, yaratmak
hep düşlemeyi, istemeyi ya da arzulamayı çağrıştırmıştır ya da yapmayı
dilediğim bir hareketi sadece hayal etmeyi.
308
Yaşamayı beceremeyişime deha dedim,
alçaklığıma ise incelik.
Sahte altınları takıp takıştırmış bir
Tanrı olarak, kendimi çiğ renklere boyanmış mermer taklidi kâğıttan bir sunağa
koydum.
Ama ne kendimi kandırabildim, ne de
[...] kendi kendimi kandırdığımın farkında oluşumu.
309
Kendi kendini methetmenin o müthiş
zevki.
• # #
Yağmur manzarası
Bütün idealleri barındıran basit
fikirden, soğuğun, hüznün, bütün imkânsız yolların kokusu geliyor burnuma.
Gözler, bir kadının omuzlarında
oynaşan şala bugün, eskisine göre çok daha bilinçli bakıyor. Şal bir zamanlar
sadece kıyafetin bir parçasıydı; bugün ise saf estetik zevkin yarattığı
sezgileri açığa vuran bir ayrıntı.
Nitekim, elimize her geçenle sanat
yapmaya çalıştığımız günümüzde, atılan her adımda bilinçaltına başvurulduğunu,
coşkun konuşmalarla [...] bütünleştiğini görüyoruz.
Bu kadın figürlerinin hepsi var
olmayan tablolardan fırlamış. Belki bazılarında fazladan birkaç ayrıntı var...
Kimi profiller aşırı netlikleriyle dikkat çekiyor. Etraflarını saran derin
fonun üzerinde saf çizgilerle belirerek gerçekleşmemeyi oynuyorlar.
71. Portekizli yazar
Eça de Queiros’un O Mandarin adlı romanına gönderme var.
72. Latince, saçma
olana indirgeme. (Ç.N.)
73. Metin, simgesel
olarak Portekiz kralı Sebastiao efsanesine bir gönderme. Bu genç kral Haçlı
Seferleri sırasında 1578’de Fas’ta, Kasrülkebir Savaşı’nda kaybolmuştu. Bu da
"saklı kral"ın bir gün döneceğine dair mesihçi bir inanç doğurmuştur.
310
Ruhum gizli bir orkestra;
bilemediğim çalgılar çalınıyor, kemanlar ve arplar, kudümler ve davullar içimde
yankılanıyor. Kendime ancak bir senfoni diyebilirim.
♦ ♦ ♦
Çaba sarf etmek bir suçtur, çünkü her eylemle bir düş ölür.
* * *
Ellerin birer tutsak güvercin.
Dudakların, birer sessiz güvercin (sesi gözlerime doğru uçan).
Her hareketin bir kuş.
Eğildiğinde kırlangıç, yüzüme baktığında akbaba, o kibirli, kayıtsız halinle
coştuğunda kartal.
Kanat seslerinden ibarettir seni seyrettiğim göl.
Tepeden tırnağa kanatlısın [...]
* * *
Yağmur yağıyor, yağıyor, yağıyor..
Ara vermeden, inlercesine yağıyor..
Bedenim ruhumu soğuktan
titretiyor.. . Boşluğu dolduran soğuk değil bu, yağmuru seyretmekten doğuyor..
* * *
Her zevk bir kusurdur -
çünkü hayatta herkes zevk peşinde koşar ve herkes gibi davranmak, kusurların en
siyahıdır.
311
H.K.
Bazen -hiç beklemediğim, hiçbir
belirti sezmediğim halde- sıradan hayat boğazıma yumruk gibi oturuverir1
benzerlerimiz denilenlerin sesinden, hareketlerinden kelimenin gerçek
anlamında midem bulanır. Dosdoğru mideme vuran, dolaysız, fiziksel bir
bulantıdır bu, başımda ise hissetme yeteneğimin uyanışı gibi aptalca bir
mucize.... Benimle konuşan her insan, gözlerini yüzüme diken her yüz bir küfür,
bir hakarettir. Bütün gözeneklerimden evrene yayılan o dehşeti sızdırırım.
Onları hissettiğimi hissettikçe dermansız kalırım.
Ve hüznün mideme indiği bu anlarda
hep bir erkek, bir kadın, hatta bir çocuk çıkar, midemi kaldıran o bayağılığın
ete kemiğe bürünmüş hali gibi gelip karşıma dikiliverir. Eksik, öznel, üzerinde
enikonu düşünülmüş bir duygu değildir onları bayağılığın örneği yapan; içimde
hissettiğime dışarıdan harfiyen uyan, iki tarafta benzer bir büyüyle doğmuş
nesnel bir gerçekliktir; ve bizzat kendi kurduğum düzenin bir örneğini
sergiler.
312
H.K.
Bazı günler karşıma çıkan her varlık
-özellikle mecburen günlük rutinimin bir parçası olanlar- bir harf değeri
üstlenir ve bunlar gerek tek başlarına gerekse bir araya gelerek gelecekten
haber veren ya da okült bir yazıya dönüşür, hayatımın gölgeler âlemindeki
izdüşümünü çizer. Masam kanlı canlı insan-kelimelerle dolu bir sayfaya döner;
sokak ise bir kitaptır; tanıdıklarla konuşmalarımız, daha az tanıdıklarımla
rastlaşmalarımız - tabii çözmek için sözlüğe ihtiyaç duyduğum, ama anlamakta da
zorlanmadığını cümlelerdir. Kelimeler konuşur, ifade eder, ama kendilerini
anlatmaz, kendilerini ifade etmezler; dedim ya, kelimeler bir şeye işaret
etmez, şeffaf oldukları için arkalarında olanı gösterirler. Ne var ki buğulu
bakışlarımla, birdenbire varlıkların yüzeyine vuran bu camların, içimizden neyi
hem örtüp hem örtüsünü kaldırdıklarını, neyi dışarı geçirdiklerini doğru dürüst
seçemem. Renklerin ne olduğunu dinleyen bir kör gibi, pek bilmeden fi.kir
sahibi olurum.
Sokakta yürürken bazen mahrem
sohbetler çalınır kulağıma, ya öbür kadındır konu ya da öbür erkek, üçüncü bir
kadının âşığı ya da dördüncü bir adamın metresi [...]
Öyle ya da böyle, bilinçli hayatların
çoğunu meşgul eden bu konuşma gölgelerini duyunca üstüme bulantıyla karışık
bir sıkıntı çöker, örümceklerin dünyasına sürülmüş gibi daralırım; ve gerçek
insanların arasında ezildiğimin, ev sahibimin ve komşuların beni binadaki öbür
kiracılarla bir tutmasının kaderim olduğunun farkına varırım ansızın; işyerinin
arka tarafındaki pencerenin parmaklıkları arasından, yağmur altında, sefil bir
avlu olan hayatımda biriken herkesin pisliklerini iğrenerek seyrederim.
313
H.K.
Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca
insanın mutluluğu beni ürpertiyor. İnsani hayatları, gerçekten duyarlı olsalar
sonsuz acı verecek olaylarla dolu. Ama gerçekte bitkisel hayatta olduklarından,
yaşadıkları şeyler ruhlarına değmeden uçup gider, varoluşlarını dişi ağrıyan,
ama aynı zamanda müthiş bir servete sahip bir adamınkiyle kıyaslayabiliriz -
farkında bile olmadan yaşamaktır o servet: Tanrıların bahşettiği en değerli
yetenektir bu, çünkü bizi onlara benzetir ve farklı bir yoldan da olsa tıpkı
onlar gibi, sadece acının değil, sevincin de üstüne yükseltir.
İşte bundandır her şeye rağmen
sevgili bitkilerimi bu kadar sevmem!
314
H.K.
Günümüzün modern toplumlarında
yaşayan üstün varlıklar için bir kıpırtısızlık yasası çıkarabilmeyi isterdim.
Toplum duyarlı ve zeki varlıklar
barındırmasa, kendiliğinden, kendi kendini yönetirdi. Bunun ona zarar veren
biricik etken olduğunu takdir edersiniz. Aşağı yukarı bu model üzerine inşa
edilmiş olan ilkel toplumlar mutluydu.
Üstün varlıkların toplumun dışına
atıldıklarında, çalışmayı bilmedikleri için ölüp gitmekten kurtulamaması çok
hazin. Sıkıntıdan da ya da aralarında aptallığa yer kalmadığı için de
ölebilirler. Ama ben burada insanlığın mutluluğunu düşünerek konuşuyorum.
Toplumda başını kaldıran her üstün
varlık, Üstün Varlıklar Adası'na74 sürgün edilebilir. Normal toplum
da, kafeste hayvan besler gibi besleyebilir onları.
İnanın bana; eğer ne acılar çektiğini
yüzüne vuracak zeki insanlar olmasa, insanlık bunların farkına bile varmazdı.
Duyarlı varlıklar, sırf iyi niyetten dolayı ötekilerin canını yakar.
Şimdilik toplum içinde yaşadığımız
göz önüne alınırsa, üstün varlıkların biricik görevi, kabile hayatına katkıda
bulunmaktan mümkün olduğu kadar kaçınmaktır. Asla gazete okumasınlar, okuyacaklarsa
da sadece eften püften, ilginç olaylara göz atsınlar; hayır, taşradaki
şehirlerden gelen kısa haberlerden nasıl keyif aldığımı kimse tahmin bile
edemez. Sırf isimler bile, belirsizliğin kapılarını ardına kadar açar önümde.
Üstün bir varlığın özlem duyabileceği
en yüksek mertebe, kendi ülkesinin devlet başkanının adını, hatta ülke
monarşiyle mi yönetiliyor yoksa cumhuriyetle mi, onu bile bilmemektir.
Attığı her adımla ruhunu, gelip geçen
şeylerden ve olaylardan zerre kadar rahatsızlık duymayacak hale getirmelidir.
Bunu ihmal ederse, kendine eğilebilmek için önce başkalarıyla ilgilenmek
zorunda kalır.
315
H.K.
Zamanı boşa geçirmenin altında belli
bir estetik anlayışı yatar. Duygu ustaları için, bilinçliliğin her biçimine
karşı bir çare barındıran bir eylemsizlik kitapçığı mevcut. Toplumsal sözleşme
kavramını, içgüdülerimizin yarattığı eğilimleri, duygunun taleplerini alaşağı
etmek, öyle her estetin harcı olmayan, derinlemesine bir çalışma ister. Önce,
edep ve hayânın nedenleri araştırılmalı, ardından kurallara körlemesine saygı
göstermemize alaycı bir teşhis konulmalı. Bunun yanı sıra hayatın işimize
karışmasını engellemek için becerilerimizi geliştirmemiz de önemlidir; tedavi
görerek [...] başkalarının görüşlerine duyarlı olmaya karşı zırhlanmalıyız,
başkalarıyla yan yana var
olmanın alçakça darbelerine karşı ruhumuz gevşek bir kayıtsızlıkla
sarmalanmalı.
316
H.K.
Hayata karşı, estetiğe dayalı bir
dinginliğe ulaşmak; öyle ki hayatın ve canlıların bize reva gördüğü
hakaretler, aşağılamalar, bizi saran incecik duyarlılık kuşağının, bilinçli
ruhumuzun dış surunun berisinde bize dokunamasın.
Hepimizde aşağılık bir taraf var.
Hepimiz içimizde bir suç saklarız - işlemiş olduğumuz ya da ruhumuzun
işlememizi isteyip durduğu bir suç.
317
H.K.
26 Ocak 1932
Kafamı sürekli meşgul eden şeylerden
biri, nasıl oluyor da başka insanlar var oluyor, nasıl oluyor da benimkinin
dışında ruhlar, bir bilinç olduğu için benzersiz zannettiğim bilincime yabancı
bilinçler var olabiliyor. Karşımda durmuş, benim kelimelerimle konuşan,
yaptığım ya da yapabileceğim hareketleri yapan şu adamın - şu adamın bir
şekilde benzerim olabileceğini kavramış durumdayım. Ne var ki
illüstrasyonlardan yola çıkarak düşlediğim resimlere, romanlardan esinlenerek
gördüğüm kahramanlara, onları temsil eden aktörlerle birlikte sahnede gezinen
kurmaca kişiliklere de farklı bakmıyorum.
Bana öyle geliyor ki, hiç kimse
başkalarının hakikaten var olduğunu tam olarak kabul edemez. Bir başkasının
canlı olduğunu, tıpkı bizim gibi hissettiğini, düşündüğünü kabul edebiliriz;
ama daima adı konulmamış bir fark, maddi bir engel olacaktır arada. Geçmiş
zamanlara ait öyle figürler, kitaplarda saklanmış öyle resim-insanlar var ki,
tezgâhın ardından bize laf yetiştiren, tramvayda öylesine yüzümüze bakan ya da
sokaklarda ölü bir tesadüf sonucu bize değip geçen, kayıtsızlığın cisimleşmiş
hali olan varlıklardan çok daha gerçektirler bizim için. Başkaları dediğimiz
şey, bir manzaradan, genellikle fazlasıyla iyi bildiğimiz bir sokağın görünmez
manzarasından ibarettir.
Kitaplarda anlatılan bazı kişileri,
gravürlerde tanıştığım simaları, etten kemikten diye tabir edilen metafizik
gereksizlikten doğmuş, gerçek denilen kişilerden çok daha bana ait, aramızdaki
akrabalık bağından ve samimiyetten dolayı kendime daha yakın görüyorum. Aslına
bakılacak olursa şu "etten kemikten" lafı çok iyi tarif ediyor
onları: Kesilip, doğranıp bir kasap dükkânında, mermer tezgâha bırakılmış kan
revan içinde ölüler, kaderin hayatları, kaburgaları, butları bunlar.
Meseleyi böyle değerlendirmekten utanmıyorum,
fark ettim ki herkes böyle yapıyor. îlk bakışta insanın insanı küçümsemesi
olarak; ya da katiller gibi ne yaptığınızı bilmeden, askerler gibi ne
yaptığınızı düşünmeden insan öldürmenizi sağlayan kayıtsızlık olarak görülen
şey, kimsenin başkalarının da bir can taşıdığı gerçeğine -tabii bu bir sır-
yeterince dikkat etmemesinden ileri geliyor.
Bazı günler, bilmem hangi meltemin
sürükleyip getirdiği, benliğimdeki bilmem hangi kapıyla beraber açılan kimi
anlarda, birden köşedeki bakkalın da bir tinselliğinin olduğunu, o sırada bir
çuval patatesin üzerine çıkmış, kapıya uzanmaya çalışan çırağın gerçekten de
acı çekebilen bir insan olduğunu hissediveriyorum.
Dün tütüncüdeki kasiyerin intihar
ettiğini söylediklerinde inanamadım. Zavallı, demek ki varmış! Onu hepten
unutmuştuk oysa, tanımayanlar kadar biz tanıyanlar da. Yarın daha da çok
unutacağız. Bir ruhu varmış meğer - kendini öldürdüğüne göre buna şüphe yok. Ya
tutkuları? Dertleri?
Elbette... Ama bütün insanlığa olduğu
gibi bana da ondan tek kalan, pis, omuzlara oturmayan ucuz bir ceketin üzerinde
salınan, saf bir gülümsemenin anısı. Fazla hissetmekten kendini öldürecek
kadar şiddetle hissetmiş bir adamdan bana kalanların hepsi bu kadar, insan
herhalde başka şey için kıymaz kendi canına.. . Bir keresinde sigara alırken
yakında kel kalacağını söylemiştim; ne var ki saçının dökülmesine bile fırsat
olmadı. Onunla ilgili hatırladıklarımdan biri de bu. Fakat bunun bile aslında
onunla değil, onun hakkında edindiğim fikirle ilgili olduğunu düşünecek olursak,
zaten başka ne anı saklayabilirdim ki?
Birden ceset geliyor gözümün önüne,
içine konulduğu tabut, muhtemelen gömüldüğü isimsiz mezar. Ve birden, tersyüz
edilmiş ceketi ve kelleşmiş alnıyla tütüncüdeki kasiyerin, bir bakıma
insanlığın ta kendisi olduğunu görüyorum.
Bu sadece bir an sürüyor. Tıpkı benim
gibi bir insan olan o, bugün, şimdi, açıkça ölü. Hepsi bu.
Hayır, ötekiler yok... Ağır
kanatlarıyla, sert, puslu renkler içinde batan güneş, benim için donup kalıyor.
Akışını görmediğim geniş nehir, batan günün altında benim için titriyor.
Suların çekildiği yerde nehirle buluşan şu geniş meydan benim için yapılmış.
Tütüncünün kasiyerini bugün kimsesizler mezarlığına mı gömmüşler? Bugün güneş
onun için batmıyor. Ama sırf bunu düşününce, ne kadar engellemeye çalışsam da,
benim için de batmaz oldu..
318
H.K.
.. . birbirlerini selamlamaksızın,
hatta tanımaksızın gecenin içinde geçip giden gemiler..
319
H.K.
Bugün, başarısız olduğumu açıkça
görüyorum ve bazen, sadece, başarısızlığı sezememiş olmama şaşırıyorum. Zafere
inanacak neyim vardı? Ne galip gelenlerin gözü kör kuvvetine sahiptim, ne de
delilerin delici bakışlarına... Soğuk bir gün gibi bilinçli ve hüzünlüydüm hep.
Açık ve net şeyler içimizi
rahatlatır, parlak güneşin altında gördüklerimiz de ferahlık verir. Masmavi bir
günde, hayatın akışını seyretmek - işte bu, benim gözümde nice eksiklerin
yerini tutar. Sürekli unutuyorum, hatırladığımdan çok daha fazlası gidiyor
aklımdan. Yarı saydam, havai kalbim varlıkların kendini beğenmişliğiyle
doluyor, ben de baktıkça usulca seviniyorum. Bedensiz bir görüntüden başka bir
şey olmadım hiç, günün birinde gelmiş olan, görmesini bilen belirsiz bir meltem
dışında bir ruhum da yoktu.
Ruhumda bir parça bohemlik var,
bohemler hayatın ellerinden kaçan bir şey gibi akmasına ses çıkarmazlar, hayatı
elde etme çabası ise, bunu yapmak düşüncesinin içinde uykudadır. Ama bohem
zihniyetin o sahte tesellisini - aniden yükselen ve hemen bir köşeye itilen
heyecanların verdiği ucuz aldırmazlığı tatmadım hiç. Ben yalnız bir bohemdim
sadece, ki bu saçmadır; ya da mistik bir bohemdim ki, bu da imkânsızdır.
Doğa'nın karşısından gelip geçen,
yalnızlığın dinginliğine oyulmuş boş saatler, sonsuza kadar içimde kazılı
kalacak. Böyle anlarda kafamdaki bütün tasarıları, gönlümden geçen bütün
rotaları unuttum. Özlemlerinin gök mavisi yuvasına yuvarlanarak, ruhum tam bir
dinginliğe kavuşurken bir hiç olmanın zevkine vardım. Başarısızlıklardan,
umutsuzluktan örülü bir ruhsal zemini olmayan, akıldan çıkmaz anlardan hiç
keyif almadım belki de. Bütün özgür saatlerimde uyuyan bir ıstırap vardı,
bilincimin duvarlarının ardında, başka bahçelerde belli belirsiz çiçekler
açardı; hüzün çiçeklerinin kokusu ve hatta rengi sezgilerimle duvarları aşardı
gene de ve yaşamanın verdiği uyuşukluğumla yıpranan öbür taraf -güllerin açtığı
yer-, varlığımın karmaşık sırrında benim tarafımdan hiç ayrılmadı.
Hayatımın nehri bilmediğim iç
denizlerde kayboldu. Düş şatomun etrafında bütün ağaçlara sonbahar gelmişti. Bu
değirmi manzara, ruhumun başındaki dikenli taçtır. Hayatımın en mutlu anları
düşlerimdi - hüzünlü düşler; içlerinde biriken sularda kör bir Narkissos gibi
kendime bakardım, su kenarlarının serinliğinin tadını almış, geceleyin
görebilen, eski bir gönül gözüyle bedeninin suya eğildiğini hissetmiş bir
Narkissos, düşlerin en gizli yerinde yaşanan o soyut düşüncelere fısıldanmış
bir gönül gözüydü bu.
Hayali inci kolyelerin, en güzel
anlarımdan benimle birlikte keyif aldı. En hoşumuza giden çiçek karanfildi,
belki de incelikler istemediğinden. Dudakların, kendi gülümseyişindeki ironiyi
yalın bir neşeyle karşılardı. Kaderinin ne olduğunu anlıyor muydun gerçekten7
Anlamıyordun da, biliyordun: Bakışlarındaki hüzne yazılmış gizemin dudaklarını,
dudaklarının yılgın kıvrımlarını o derece karartması bundandı. Vatanımız
güllerin gelemeyeceği kadar uzaktı. Bahçemizdeki şelalelerden akan suyu,
sessizlik köpükleri sarardı. Suyun çarpıp yolunu tayin ettiği çakıltaşlarının
küçük, pütürlü oyuklarında daha çocukken edindiğimiz sırlar, hiç büyümeyen
kurşun askerlerimizin boyunda düşler yuvalanırdı; askerleri şelaledeki taşlara
da diksek olurdu aslında, düşlerimizde bir eksik kalmadan, düşlerimize ket
vurulmadan, büyük, durağan askeri eylemler icra etsinler diye.
Başaramadım, biliyorum. Kendisini
dört duvar arasına hapseden ateşe paha biçemeyen tükenmiş bir hasta gibi,
başarısızlıktan anlaşılmaz bir lezzet alıyorum.
Dostluğa az da olsa yeteneğim vardı,
ama hiç dostum olmadı, ya beni hayal kırıklığına uğrattılar ya da dostluk
kavramı, düşlerimin bir hatasıydı. Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım
arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.
320
H.K.
29 Ocak 1932
Parlaklığını kaybetmeye başlamış
güneşin altında yazın son ateşleri de hafiflerken, sonbahar henüz gelmeden
başlardı, adeta gökyüzünün gülümsemeyi reddettiğini anlatan o hafif, belirsiz,
yok yere uzayan hüznüyle. Gökyüzünün en yüksek noktasında, rengin özü eksilmiş
olduğundan kâh daha açık maviler, kâh yeşilimsiler olurdu; bulut yığınlarının
arasında solgun, ebruli erguvan kırmızılarına boyanmış, derbeder bir unutuş
olurdu; bulutların arşınladığı bu huzurlu yalnızlıkta, artık uyuşukluk değil
sıkıntı olurdu.
Sonra, havadaki serinsizliğin
içindeki bir serinlikten, henüz solmamış renklerin solmasından, manzaranın
ayrıntılarındaki ve nesnelerin dağınıklığındaki bir azalma ve alacakaranlık
bilmemnesinden sahici sonbaharın geldiği anlaşılırdı. Henüz ölen olmazdı, ama
henüz var olmayan bir gülümsemeyle hayatı özlerdi her şey.
Ve sonbahar nihayet gerçekten
gelirdi: Hava rüzgârın serinliğiyle dolardı; yapraklar, henüz kuru yapraklar
değilken, kuru bir sesle hışırdardı; yer baştan sona geniş bir bataklığın
rengine, elle tutulmaz sınırlarına boyanırdı. Son bir gülümseme olan o şey
usulca solardı - gözkapakları ağırlaşır, hareketler anlam- sızlaşırdı. Böylece
hisseden -ya da hissetme yeteneğine sahip sandığımız- her şey son vedasını
yüreğine sıkı sıkı bastırırdı. Bir avlunun dibinden gelen sert bir rüzgâr sesi,
bir başka şeyin bilincimizdeki kararsız algısında salınırdı. İnsanın içinden,
hayatı gerçekten hissetmek için iyileşmek gelirdi.
Ama daha sonbaharın ortasında
bastıran ilk kış yağmurları, bu anlamsız ara- renkleri temizlerdi.
Sert rüzgârlar kıpırtısız nesnelerin
üzerinde ıslık çalar, bir yere bağlı olanları sarsar, oynak nesneleri
sürüklerdi ve yağmurun karmaşık uğultularının arasında imzasız itirazlar
söyleyen olmayan kelimeler, ruhtan yoksun düş kırıklarının hüzünlü, hatta
öfkeli sesleri haykırırdı.
Nihayet sonbahar, baştan aşağı soğuğa
ve grilere bürünerek çekilirdi. Şimdi bir kış baharındaydı sıra, her şeye
yapışan bir çirkefe dönmüş bir tozdu bu, ama kış soğuğu bir yandan da övgüye
değer bir şey getirirdi bize: Yakıcı yaz bitmişti, ilkbahara daha vardı ve
sonbahar, nihayet kışta tarif ediyordu kendini. Göğün yücelerinde, renklerin
artık ne sıcaklığı ne hüznü çağrıştırdığı yerde, her şey geceye ve sonsuza dek
düşüncelere dalmaya uygundu.
Onları düşünmeden önce, benim için
böyleydi bütün bu şeyler. Bugün yazdıklarım, hatırımda kalanlardır. Gerçekten
sahip olduğum sonbahar, kaybetmiş olduğumdur.
321
Fırsat para gibidir - ki zaten o da
bir fırsattan başka şey değil. Hayatta hareket eden insan için fırsat,
isteklere sahip olmanın bir safhasıdır ve istek beni ilgilendirmiyor. Benim
gibi eylemi reddeden bir insan açısından fırsat, denizkızlarının yokluğunun
şarkısıdır. Büyük bir hazla aşağılanmalı, asla kimse kullanamasın diye de en
üst rafa kaldırılmalıdır.
Bir şeye fırsat bulmak... Dünyadan
vazgeçmenin heykelini dikebiliriz bu toprağa.
Ey güneşin altında uzanan uçsuz
bucaksız tarlalar, sizi canlı kılan biricik varlık olan seyirci, gölgenin kıyısından
seyreder sizi.
İçlerindeki ahenge uyarak kabarıp
alçalan dalgalar halinde yayılan, kendi alacakaranlığının hüzünlü görkeminde
köpükten yılanlarının alaylarına gülümseyerek çözülen uzun cümlelerden,
muhteşem kelimelerden süzülen alkol.
322
H.K.
En kolay eylemler bile, ruhsal bir
sırra tecavüz etmek anlamına gelir. Her eylem devrimci bir eylem, belki de
hırslarımızın gerçek (doğasından?) sürgün edilmektir.
Hareket zihinsel bir hastalık, bir
imgelem kanseridir. Harekete geçmek, kendini sürgün etmektir. Her eylem eksik,
yarımdır. Hayalini kurduğum şiirler, kâğıda dökmeye kalkışana dek kusursuzdur.
îsa mitinde bile yazılıdır bu: İnsanlaşmış bir Tanrının, şehit düşmekten başka
çaresi yoktur. Yüce hayalcinin oğlu yüce şehit olabilir ancak.
Yaprakların delik deşik gölgeleri,
kuşların titrek şarkısı, nehirlerin uzanan kolları, güneşin altında ürperen
serin pırıltıları, gelincik dolu yeşillikler ve uyandırdıkları duyguların
basitliği - daha bunları hissederken pişmanlık sarıyor içimi, sanki hissederken
aslında hissetmiyormuşum gibi.
Saatler, akşam vakti ilerleyen bir
araba gibi, düşüncelerimin gölgelerinin arasında gıcırdayarak geri dönüyor.
Gözlerimi daldığım düşüncelerden kaldırdığımda, dünya denen seyirliğin onları
yaktığını hissediyorum.
Bir düşü gerçekleştirmek için onu
unutmak, dikkatimizi ondan çekmek gerekir. İşte bu yüzden gerçekleştirmek,
gerçekleştirmemek demektir. Hayatta ne kadar gül dikeni varsa o kadar da
paradoks vardır.
Kendi adıma, yepyeni bir ruhlar
anarşisinin olumsuz anayasası olacak, yeni bir tutarsızlığı zafere ulaştırmak
isterdim. Düşlerimi derlesem insanlığa yararı olur, diye düşünmüşümdür hep,
zaten bu işe hiç girişmediysem, sebebi budur. Faydalı bir şey yapmanın fikri
bile bana battı, beni kendi kendimden kuruttu.
Hayat civarında mülklerim var.
Eylem'imin şehrinden kaçıp düşlerimdeki ağaçların ve çiçeklerin arasına
çekiliyorum. Yemyeşil inzivama, hareketlerimin hayatının yankısı bile
ulaşmıyor. Bitip tükenmez kalabalıkların içinde belleğimi uyuyorum. Uzaklardan
bir yelkenli gibi geçen Hayat'a gözlerimi kapayarak, derin düşüncelerimin
kadehinden yaldızlı bir şarabın gülümseyişini içiyorum.
Güneşli günlerde sahip olmadığım
şeylerin tadı var. Mavi gök, beyaz bulutlar, ağaçlar, olmayan kaval - dalların
hışırtısında yarım kalan çoban türküleri... Hepsi parmaklarımla hafifçe
değdiğim sessiz bir arp.
Sessizliklerin bitkileri hatırlatan
çıplaklığı... Gelincikler gibi hışırdayan ismin.. Parktaki havuzlar... geri
dönüşüm... ayinin ortasında aklını kaçıran deli papaz ... Bu anılar düşlerime
ait. Gözlerimi kapatmadığımda bile hiçbir şey görmüyorum. Gördüğüm şeylerse
yok... Dalgalar..
Bulanık bir karmaşanın içinde,
ağaçların yeşili kanıma işliyor. Hayat uzak yüreğimde çarpıyor.. . Gerçek için
yaratılmamıştım ben, ama hayat beni tanımak istemiş.
Kader ne büyük bir işkence! Kim
bilebilir yarın ölmeyeceğimi! Kim söyleyebilir bugün ruhumun başına korkunç
bir şey gelmeyeceğini! Bunlar aklıma gelince, kendime duyduğum şüphenin bile
nelerle karşılaşacağını bilmezken, bizi hep daha ileriye gitmeye zorlayan yüce
zorbadan korkuyorum.
323
H.K.
Yağmur hâlâ hüzünle, ama bütün
evrenin yorgunluğunu içmişçesine daha yumuşak yağıyordu; şimşek yoktu, sadece
arada bir, çoktan uzaklaşmış sesiyle gök gürlüyor, homurdanarak çatlıyor, bazen
yorgunluk ona da bulaşmış gibi yarım kalıyordu. Yağmur bir anda azalır gibi
oldu. İşyerindekilerden biri Rua dos Douradores'e bakan pencereleri açtı. Sıcak
havanın ölü kalıntılarını sürükleyen daha serin bir hava koca salona süzüldü.
Patron Vasques'in güçlü sesi bürosunda, telefon başında yankılandı: "Ne
demek hâlâ meşgul?” Sonra kendi kendine kupkuru bir dille konuştuğu, hattın
öbür ucundaki kadın hakkında edepsizce bir yorumda bulunduğu duyuldu.
324
Düşlere dalabilmek için her tür
yanılsamadan kurtulmak şarttır.
Eylemsizliğin en yüksek mertebesine
düşle varacaksın, orada duyular birbirine karışır, duygular taşar, düşünceler
iç içe girer. Nasıl ki renklerle sesler tatlarını birbirine bulaştırır, kin de
öyle aşkın tadını, somut şeyler soyut şeylerin tadını alır ya da tam tersi
olur. Her şeyi birbirine bağlarken, bir taraftan da her unsuru yalnız bırakarak
birbirinden ayıran bağların parçalandığını göreceksin. O andan itibaren her şey
eriyecek, karışacak.
74. Ya da: Üstün Varlıklar
Şehri'ne.
325
H.K.
Samimi inançsızlığımızın
kırgınlığını, bitkinliğini örteni rengârenk interlude hikâyeleri.
326
Zaten yaşadığımdan fazlasını hayal
ettiğim yok: Ben gerçek hayatın hayalini kuruyorum. Onları hayalimize alacak
kadar güçlendiğimiz anda, bütün gemiler hayal gemisidir. Düş adamı, hayal
ettiği zaman yaşamadığı için ölür; eylem adamı ise, yaşarken hayal kuramamaktan
mustariptir. Hayalin güzelliğiyle hayatın gerçekliğini tek bir mutluluk
rengine döktüm. Hiçbir hayalimiz, asla cebimizdeki mendil ya da kendi etimiz
kadar bize ait değildir. İnsan istediği kadar hayatını dopdolu, sınırsız,
görkemli bir eyleme dönüştürsün, ötekilerle temasın [...], küçücük de olsalar
engellere takılıp tökezlemekten ve geçen zamanı hissetmekten yakasını
kurtaramaz.
Hayali öldürmekle, kendimizi de
öldürmüş, ruhumuzu sakatlamış oluruz. Hayal, en içine girilememecesine, en
elimizden alınamamacasına, en sıkı sıkıya bizim olan şeydir.
Evren, Hayat -gerçek ya da yanılsama
olarak- herkesindir. Benim gördüğümü herkes görebilir, sahip olduklarıma herkes
sahip olabilir - ya da en azından öyle hayal edebilir.
Ama hayalini kurduğum şeyi benden
başka kimse göremez, kimse sahiplene- mez. Ve dış dünyayı ötekilerden farklı
görüyorsam, bu da istemeden görme biçimime kattığım hayallerden, gözlerime,
kulaklarıma yapışan hayal kırıntılarından kaynaklanıyor.
327
H.K.
Günün uçsuz bucaksız aydınlığında,
seslerdeki huzur da altındır. Olup biten her şeyde bir yumuşaklık sezilir.
Savaş çıktı deseler hayır, derim, savaş yok. Böyle bir günde, bu yumuşaklığın
dışında hiçbir şey, gerçeklerin yokluğunun üzerine çöreklenemez.
328
H.K.
Ellerini kavuştur, avuçlarıma bırak
ve dinle beni ey aşk.
Günahları dinleyen, ince ince
damıttığı öğütler veren bir papaz gibi, yumuşak, avutucu bir sesle sana
söylemek istediğim, bir şeyi elde etme arzumuzun elde ettiklerimizin fersah
fersah gerisinde kaldığı.
Zihnindeki dikkate karışan sesimle,
upuzun umutsuzluk duasını okumaktır dileğim.
Her sanatçının her yapıtı daha
mükemmel olabilir. Dikkatle okunduğunda, en büyük şiirlerde bile daha iyisi
yazılamayacak pek az dizeye, daha yoğun hale getirilemeyecek pek az epizoda
rastlanır ve hepsinin toplamının eriştiği kusursuzluğun daha üstünü mutlaka
vardır.
Günün birinde bunun farkına varıp da
düşünmeye koyulan sanatçıya ne kadar yazık! O andan itibaren işinde neşe,
uykusunda huzur haram olur. Gençliği anlayamadan elden gider, tatminsizlik
içinde yaşlanır.
Hem ayrıca, niye konuşuyoruz ki?
Söylediğimiz şu üç beş kelimenin dile dökülmemiş hali, çok daha iyidir.
Dünyaya sırt çevirmenin güzelliğine
kendimi bir ikna edebilsem, ıstırap içinde, sonsuza dek mutlu olurdum!
Çünkü, dediklerimi bana duyuran
kulaklarımdan dökülen kelimeler, hoşuna gitmiyor. Kendimi yüksek sesle
konuşurken dinlerken, konuşmamı bana taşıyan kulaklarım, kelimeleri düşünüşümü
bana dinleten gerçek kulakla aynı şekilde dinlemiyor beni. Kendimi dinlerken
ben bile kendim hakkında yanılırken, hatta bazen ne demek istediğimi bile
anlayamazken, başkaları beni anlamaktan ne kadar uzaktır kim bilir !
Başkaları ne karmaşık
yanlış anlamalarla anlar bizi!
Anlaşılmanın verdiği nefi.s zevk,
bunu en çok isteyenlere yasaktır - çünkü karmaşık, anlaşılamamış varlıkların
özelliğidir bu; ötekiler, yani herkesin anlayabileceği basit insanlar ise -
onlar hiçbir zaman anlaşılmaya ihtiyaç duymaz..
329
Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü
senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar
cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi
duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz.
Başkalarının kelimeleri
kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da
güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! Başkalarının
kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. En ufacık bir derinlik
katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve
haz buluruz.
Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın
derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi - ah,
gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül
ne kadar da biz hâlâ!
330
Mademki her şeyin yanlış olmaması
ihtimali var, ey aşkım, öyleyse yalan söylemenin sancılı zevkine deva olmasın
hiçbir şey.
İnceliğin doruğu! Sapkınlığın
zirvesi! Saçma yalanlar, sapkınlığın cazibesine son ve daha büyük bir cazibe
olarak, masumiyeti katar. Kasten masumlaştırılmış bir sapkınlık - incelmenin
sınırı daha ne kadar zorlanabilir? Bize haz vermeye bile çalışmayan, canımızı
yakmanın ne olduğunu bilmeyen, zevkle acı arasında yere düşen, bir yetişkinin
öylesine eğlendiği ucuz bir oyuncak gibi yararsız, saçma bir sapkınlık!
Ey Nefise, lüzumsuz alışverişlerin
zevkinden habersiz misin7 Dalgınlığımıza gelse yanlışlıkla
gireceğimiz yolların keyfini bilir misin? Hangi insani eylem, kendi doğalarına
yalan söyleyen, kendi niyetlerini boşa çıkaran bu sahte eylemler kadar
renklidir?
Başkalarına yararı dokunabilecek bir
hayatı heder etmek, güzel olacağı kesin bir yapıtı asla gerçekleştirmemek,
başarıya giden yolu yarıda bırakmak büyüklüktür!
Ah, aşkım, asla bulunamayacak kayıp
yapıtlar, bugün birer isimden ibaret olan anlaşmalar, küle dönmüş kütüphaneler,
paramparça edilmiş heykeller ne kadar da heybetli!
Muhteşem bir yapıtı yakıp yok eden
sanatçılar, bir başyapıt yaratabilecekken kasten sıradan bir eser ortaya
koyanlar ya da mükemmel bir yapıta imza atabileceklerini bildikleri halde,
Sessizliğe asla yapılmamış şeylerin tacını sunmayı tercih eden büyük şairler
(kusurlu bir yapıtı zaten yazmaya değmez) Saçmanın kutsallığına nasıl da
ermiştir!
Kimse göremese Mona Lisa'nın
güzelliği bambaşka olurdu. Hele onu çalmayı, yakmayı göze alan sanatçı, Mona
Lisa'yı çizeni bile katbekat aşardı!
Sanat niye bu kadar güzel? Çünkü
yararsız. Hayat niye bu kadar çirkin? Çünkü amaçlardan, tasarılardan ve
niyetlerden örülmüş. Bütün yollar bir noktadan diğerine gitmek için çizilmiş.
Kimsenin gelmediği bir yerden kimsenin gitmediği bir yere uzanan bir yol için
neler vermezdim. Bir tarlanın ortasında başlayıp bir başkasının ortasında
kayboluverecek bir yol yapmaya seve seve ömrümü adardım; uzatılsa bir işlev
kazanacak, ama sonsuza dek yarım bir yol olarak kalıp yüceliğini koruyacak bir
yola.
Harabeler neden mi güzel? Artık
hiçbir işe yaramazlar da, ondan.
Geçmişin dinginliği mi? Olmadığı,
olamayacağı şeyi bize hatırlatarak şimdiki zamana yansıtmasından kaynaklanır:
Saçmalığı aşkım, saçmalığı.
Ya ben, bunları söylerken - bu kitabı
niye yazıyorum? Çünkü kusurlu olduğunu biliyorum. Sırf hayalde kalsa mükemmel
olurdu; yazıya dökülünce kusursuzluğundan kaybediyor: İşte bunun için yazıyorum
onu.
Dahası, yararsızı ve saçmayı
savunduğum için, kendimi yalanlamak, kendi teorime ihanet etmek için yazıyorum
onu.
Ve aşkım, bütün bunların sonucunda
kazanılacak en büyük zafer, belki de hiçbirinin gerçek olmadığını, benim de
gerçek sanmadığımı düşünmektir.
Yalan zevk vermeye başlarsa, onu
yalancı çıkarmak için doğruyu söyleyelim. Canımızı sıkarsa o zaman da yalan
söylemeyi keselim, çünkü acı, sapkınca da olsa, hiçbir şekilde zevk
barındırmamalı.
331
H.K.
5 Şubat 1932
Başım ve bütün evren ağrıyor. Manevi
ıstıraplara göre, birer acı oldukları çok daha açık olan bedensel acılar
zihnimizde yankılanarak, kendilerinin yabancı olduğu trajediler doğurur. Olan
her şeyi kucaklayan, dolayısıyla bir tek yıldızı bile dışarıda bırakmayan
Bütün'e karşı sabırsız yaparlar insanı.
Birer insan olarak, doğuştan kafatası
denilen maddenin içinde bulunan beyin adındaki maddenin ürünü olduğumuzu
söyleyen ne idüğü belirsiz düşünceyi paylaşmıyorum, paylaşmadım, sanırım
paylaşmayacağım da. Benden materyalist olmazmış (galiba böyle düşünenlerin adı
bu), çünkü gözle görülebilen, gri ya da başka renkteki bir kütleyle
bakışlarımın ardından görebilen, gökyüzünü düşünebilen ya da hatta göklerin
var olmadığını hayal edebilen ben denen şey arasında açık bir ilişki
kuramıyorum, deyim yerindeyse bunu gözümde canlandıramıyorum. Her ne kadar sırf
aynı mekânı paylaşıyorlar diye (bir duvar ve duvardaki gölgem gibi) iki şeyden
birinin aynı zamanda öbür şey olabileceğine inanmasam da ya da ruhun beyne olan
bağımlılığının, bir yolu aşmak için bindiğim arabaya olan bağımlılığımdan daha
kuvvetli olduğuna akıl erdiremesem de - gene de benliğimizin zihni olan şeyle,
bedenin zihni olan aynı şeyin, kavgalara bile zemin hazırlayan ortak bir hayat
sürdüğü kanaatindeyim. Genel kurala göre, hangisi daha kabaysa ötekine
sataşıyor.
Bugün başım ağrıyor, belki de midemdendir.
Ama mide ağrıyı başıma telkin etmeyegörsün, hemen gelip düşüncelerimi
dağıtıyor, oysa düşüncelerim bir beyin sahibi olmanın ötesinde bir ayrıcalık
benim için. Gözlerimi bağlasalar kör olmam, ama görmem engellenmiş olur. Şu an,
şu saçma ve tekdüze saatte baş ağrısından kıvranırken, dünya olarak kabul
etmekte zorluk çektiğim şu dışarıdaki şeyi seyretmenin ne ilginç bir tarafı
var, ne de asaleti. Başım ağrıyor, bu demektir ki, maddenin bana bir hakarette
bulunduğunun bilincindeyim. Her hakaret gibi bu da öfkemi kabartıyor, bu yüzden
de insan türüne ters davranıyorum, herhangi bir kötülüklerini görmemiş olsam da
yakınımdaki insanlar da buna dahil.
Canım ölmeyi çok istiyor, en azından
geçici olarak, ama söylediğim gibi, sırf başım tuttu diye. Ve birden aklıma,
büyük bir yazarın bunu sonsuz derecede soylu bir şekilde ifade edeceği geliyor.
Öyle biri olsa, dünyanın isimsiz acısını safha safha işlerdi şimdi; paragraflar
yaratan gözleri yeryüzünde oynanan farklı insani dramları görürdü, kanı ateşli
şakaklarını dövdükçe o kâğıda mutsuzluğun bütün metafiziğini dökerdi. Benim
yazdıklarımda ise asaletten eser yok. Evren ağrıyor, çünkü başım ağrıyor. Ama
canımı gerçekten yakan, var olduğumu bilmediği için var olan, gerçek evren
değil - tamamen bana ait olan, ellerimi saçlarımda gezdirdiğimde hepsinin sırf
bana eziyet olsun diye acı çektiğini hissettiren öteki evren.
332
H.K.
... Bu kadar kolay sıkıntıya kapılmak
ürkütücü. Yapım gereği metafizikle hiç ilgim olmadığı halde, günler boyunca
yoğun, hatta fiziksel sıkıntılarla kıvranarak metafizikle ve dinle ilgili
meseleleri evirip çevirdiğim oldu... Çok çabuk anladım ki, din meselesini
çözmek, coşkulara dair bir meseleyi mantıksal çerçevede çözmekle aynı kapıya
çıkıyormuş.
333
H.K.
18 Temmuz 1916
Hiçbir sorunun çözümü yoktur. Gordion
düğümünü kimse çözemez: Yapımıza göre ya vazgeçeriz bu işten ya keseriz gider.
Zihinsel sorunları duyarlığımızı kullanarak bir çırpıda çözeriz, çünkü
düşünmekten bıkmışızdır, sonuçlar çıkarmaktan korkmaktayızdır, belki saçma bir
şekilde bir desteğe ihtiyaç duymaktayızdır veya bizi başkalarına ve hayata iten
çoğunluğa karışma içgüdüsünün etkisine kapılmışızdır.
Bir sorunun bütün bileşenlerini asla
bilemeyeceğimiz için, çözüm yolunu da asla bulamayız.
Gerçeğe ulaşmak için yeterli veri lazım,
bir de, verilerle ilgili yorumlarını irdelemek için düşünme yöntemleri.
334
H.K.
16 Mart 1932
Son yazdığımın üstünden aylar geçmiş.
Bu sırada zihnime öyle bir uyku bastırmıştı ki, hayatta bambaşka davranan biri
olmuştum. Sık sık, adeta mecazi anlamda mutlu hissettim kendimi. Varlığım
ortadan kalkmıştı, bir başkasıydım, düşünmeden yaşıyordum.
Ve bugün birden benliğime ya da
benliğim olarak hayal ettiğim şeye geri döndüm. Durup dinlenmeksizin çalışıp
müthiş yorulduğum bir anda oldu bu. Başımı ellerime yasladım, dirseklerim
eğimli yüksek masaya dayalıydı. Ve gözlerim kapalı, kendimi buldum.
Aldatıcı, uzak bir uykuda bütün
olanları hatırladım ve birden, çocukluğumun geçtiği evin upuzun cephesi gerçek
bir manzara kadar net olarak, varoluştan önce ya da sonra, gözümün önünde
yükseliverdi, önünde uzanan toprak meydan da düşün ortasındaydı.
Hayatın yararsızlığını hissettim
hemen. Görmek, hissetmek, hatırlamak, unutmak - hepsi içimde karışmıştı,
dirseklerimde hafifçe sızlıyordu, yan sokaktan belirsiz bir mırıltı
yükseliyor, sakin büroda da dingin, düzenli çalışma sesleri duyuluyordu.
Ellerimi masaya koyup etrafıma şöyle
bir baktım, herhalde ölü dünyalarla dolu bir yorgunluğun bakışıydı bu ve
gördüğüm -görmek deniyor herhalde buna- ilk şey hokkamın üzerine konmuş,
kocaman, mavi bir sinek oldu (bürodan gelmeyen o anlaşılmaz uğultu demek
bundanmış'). Uçurumun dibinden, isimlerden soyunarak, dikkatle seyrettim onu.
Mavimsi siyah, altınımsı yeşil tonlardaydı, cilalı, iğrenç pırıltısı çirkin
değildi. Bir cani
Kim söyleyebilir birtakım yüce
güçlerin, sözgelimi serseri adımlarımızı gölgeleriyle saran Gerçeğin
tanrılarının ya da şeytanlarının gözünde, benim de bir an için burunlarının
dibine konmuş, pırıl pırıl bir sinek olmadığımı? Ucuz bir benzetme mi bu? Daha
önce binlerce kez sorulmuş bir soru mu? Gerçek bir düşünceden yoksun bir
felsefe mi? Belki öyledir, ama düşünmedim: Hissettim. Bu gülünç kıyaslamayı
tensel, dolaysız bir düzlemde, derin bir dehşetle yaptım. Kendimi sinekle
kıyaslarken sinek oldum. Kendimi sinek gibi hissettiğimi hayal ederken kendimi
sinek gibi hissettim. Ve kendimi sinek cinsinden bir can gibi hissettim, sinek
olarak uyudum, sinek olarak köşeye kıstırıldım. Ama en korkuncu, aynı anda
kendimi kendim olarak da hissetmemdi. Elimde olmadan gözlerimi tavana
kaldırdım, ilahi bir cetvelin tepeme inmesinden korkmuştum, tıpkı benim şu
sineği ezebileceğim gibi. Neyse ki gözlerimi indirdiğimde sinek hiç ses çıkarmadan
ortadan kaybolmuştu. Şekilsiz masa, gene felsefesiz kalmıştı.
335
H.K.
"Hissetmek mi, amma can sıkıcı
şey.'" Birkaç dakikalık bir konuşma sırasında öylesine söylenmiş bu söz,
cümleye bütün tadını veren avamlığı da dahil, belleğimin zemininde parlar hâlâ.
336
H.K.
İçimizden kaç kişi, insan kaynayan
ıssız bir yolu layıkıyla seyretmiştir, bilmem. Bu ifade başlı başına,
söylediğinden başka şey anlatmaya çalışıyor gibi, ki zaten öyle. Issız bir
sokak kimsenin uğramadığı bir yer değil, yayaların sanki ıssızmış gibi gelip
geçtiği bir sokaktır. İnsan görür görmez kolayca kavrar bunu; eşekten başka şey
görmemiş bir insanın zebrayı aklında canlandırması ise imkânsızdır.
Duyumlarımız her birimizde, farklı
seviyelerdeki, farklı biçimlerdeki kavrayışlara göre dizilir. Anlamanın, belli
bir şekilde anlaşılmayı gerektiren yöntemleri de vardır.
Bazı günler ayağımın altındaki
topraktan tepeme kadar bir tiksinti, bir üzüntü, bir yaşama sıkıntısı yükselir
gibi olur; sırf buna katlanabildiğimi gördüğüm için, hayata katlanılmaz
demekten kaçınırım. Hayatın içimde bir yerde boğuluşudur bu, bütün
gözeneklerimde bir başkası olmak arzusu, tadımlık bir ölüm.
337
H.K.
En çok hissettiğim şey yorgunluk, bir
de var olmaktan başka varlık sebebi olmadığında yorgunluğa yapışan şaşkınlık
var. Yapmak zorunda olduğum hareketlerden cidden korkuyorum, telaffuz edeceğim
kelimeler hakkında da kafam hiç rahat değil. Hepsi daha baştan başarısızlığa
mahkûm gibi geliyor.
Hem akıldan hem akılsızlıktan
aptallaşmış, mutluluktan da mutsuzluktan da mide bulandıracak kadar
groteskleşmiş, sadece var oldukları için korkunçlaşmış bunca yüzün uyandırdığı
dayanılmaz tiksinti - hep yabancı kaldığım, canlı şeylerin o kabarışı..
338
H.K.
Kendimden koparak bir birey olduğumu,
yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük
hayatın içinde ya da tesadüfen karşılaşıp konuştuğum insanlara fiziksel, hatta
ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir.
Hepimiz kendimizi zihinsel
gerçeklikler olarak tahayyül etmeye alışkınızdır, başkalarını ise fiziksel
gerçekler olarak görürüz; kendimizi başkalarının zihnini belli bir şekilde
etkileyen, basit fiziksel cisimler olarak kabul etmekte zorlanırız; aynı
şekilde ötekileri de zihinsel gerçekler olarak görmemiz zordur; ama iş aşka ya
da kavgaya geldi mi, işte ancak o zaman ötekilerin de tıpkı bizim gibi bir ruhu
olduğunun bilincine varırız.
İnsanların, bana bakınca nasıl bir
adam gördüklerine dair saçmalamaya koyulmamın nedeni bu işte; sesim nasıldır,
diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim
bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünen hayatım başkalarının
yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. Kendimi dışarıdan görmeyi hiçbir zaman
beceremedim. Hiçbir ayna bizi "dışarıdan biri" olarak yansıtamaz,
çünkü bizi kendimizin dışına çekebilecek ayna yoktur. Bunu ancak bir başka ruh
yapabilir, bir başka bakış ve görüş. Usta bir sinema oyuncusu olsaydım ya da
sesimi bağıra çağıra plaklara kaydetsem bile, eminim öte taraftan bakıldığında
ne olduğumu bilmekten gene bu kadar uzak kalırdım, çünkü beni nasıl
kaydederlerse etsinler, ister istemez hep kendi içimde, yüksek duvarlarla çevrili
özbilincimin içinde kalacağım.
Herkes benim gibi midir bilmem ya da
hayat bilimi esas olarak kendimizin dışında kalarak, içgüdüsel olarak bir tür
yabancılaşma haline ulaşmaktan, özb- ilincimize uzak durarak varoluştan
payımızı almaktan mı ibarettir; tabii benden bile daha bunalmış olanların kendi
olmak denilen aptallığa sarılması ve mucize eseri dışarıda bir hayat kurması
da mümkün; arıların dünyadaki hiçbir ülkede olmayan düzenli toplumlar kurması,
karıncaların minicik antenlerle anlaşması da aynı mucizenin eseridir, sonuçlara
bakacak olursak, birbirimizi anlamaktaki karmaşık yeteneksizliğimiz
düşünüldüğünde, karıncalar bizi geçmiş durumdadır.
Gerçekliğin bilincimizdeki
topografyasında oyuncaklı kıyılar, alabildiğine engebeli dağlar ve göller var.
Bir bütün olarak bunların üzerinde uzun uzun düşündüğümde Pays du Tendre’ın75
ya da Gülliver'in Gezileri'nin haritaları geliyor aklıma,
kitapların ironi ve fantezi dolu olmasına rağmen, dalga geçer gibi gerçeğe
uygun çizilmiştir bunlar; sırf gerçek ülkelerin nerede olduğunu gayet iyi bilen
üstün varlıkların gönlü olsun diye.
Düşünüldüğü anda her şey karmaşık
hale gelir ve tabii düşünce de kendine has bir hazzı işe karıştırarak meseleyi
iyice arapsaçına çevirir. Ama insan düşünürken, her şeyden niye vazgeçtiğini,
neyi nasıl kavradığını etraflıca anlatarak açıklama ihtiyacı hisseder,
yalancıların her argümana yaptığı gibi bol ayrıntı da verir, ne var ki toprağı
biraz kazınca yalanının kökleri açıkta kalıverecektir.
Her şey karmaşık, yoksa öyle olan ben
miyim. Her neyse, hiçbir şeyin önemi olmadığına göre bu da önemsiz. Saçmalayıp
duran bu yoldan çıkmış değerlendirmeler, bir kenara atılmış tanrıların
bahçelerinde bitkisel bir hayat sürüyor, tıpkı duvarlardan uzak tutulmuş
sarmaşıklar gibi. Ben ise bu ipe sapa gelmez düşünceleri sonsuz kere sonuca
bağladığım gecenin içinde gülümsüyorum, daha yıldızlar bile yokken Kader'i
doğuran büyük nedenlerden yetim kalmış bir insan ruhunda bunları doğuran hayati
ironiyle gülümsüyorum.
339
H.K.
28 Mart 1932
Batan güneşin sulardan çekildiği
saatte, yüzeyde belli belirsiz parlayan altınsı şeyin, yorgunluğumla aynı
hizada salındığını hissediyorum. Hayal ettiğim göle benzetiyorum kendimi, gölün
dibinde gördüğüm şey de benim. Bu izlenimi ya da simgeyi ya da içinde kendimi
gözümde canlandırdığım ben'i nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Kesin olan bir
şey varsa, o da son ışıklarını koyu bir altın demeti gibi göle yansıtarak
dağların ardında batan bir güneş gördüğüm, gerçekten görüyormuş gibi gördüğüm.
Düşüncenin en beter özelliklerinden
biri, düşündüğünüz halde görmenizdir. İnsan mantığıyla düşünürse dalar gider.
Heyecanlarıyla düşündüğünde uyuyordur. İradesiyle düşünürse, ölü demektir. Buna
karşılık ben düş gücümle düşünürüm, bende mantık, üzüntü, itki namına ne varsa,
umursamaz, uzak bir şeye indirgenmiştir, tıpkı gölgeleri uzamış son bir
güneşin üzerinde salındığı, kayaların arasındaki şu ölü göl gibi.
Durdum ve sular ürperdi. Düşündüm ve
güneş saklandı. Ağır, uykulu gözlerimi kapatıyorum, içimde bir göl ülkesi var
yalnızca, yosunların yükseldiği suyun koyu parıltıları arasında, gecenin gün
olmaktan vazgeçtiği bir ülke.
Hiç konuşmadıysam, yazdığım içindi.
Bana öyle geliyor ki var olanlar başka yerde, dağların ardında ve sanki ilk
adımı atmaya bir cesaret etsek yapılacak upuzun yolculuklar var.
Tıpkı manzaramdaki güneş gibi ben de
vazgeçtim var olmaktan. Söylenmiş ya da görülmüş olanlardan geriye,
yabanördeklerinin uçmadığı bir ovanın; ölü, oynak, nemli, uğursuz bir ovanın
üzerinde salınan, göllerden yansıyan ölü parıltılarla dolu derin bir gece kaldı
sadece.
75. Madeleine de Scudery’nin XVll.
yüzyıldayarattığı hayali ülke. (Ç.N.)
340
Manzaralara inanmam. Kesinlikle.
Amiel'in meşhur "Her manzara bir ruh halidir" sözüne katıldığım için
söylemiyorum bunu - o katlanılmaz her şeyi içselleştirme saplantısını yansıtan,
en sıkı sözel keşiflerden biridir bu. Sadece manzaralara inanmadığım için
böyle söylüyorum.
341
Özbilincimin dış-maddesini oluşturan
izlenimleri, rezil, derin ruhuma günü gününe kaydederim. Onları koyduğum serseri
kelimeler, yazıya döküldükleri an beni terk eder, imge tepelerinde ve
çayırlarında, kavram yollarında, imkânsız düş patikalarında başına buyruk
dolaşmaya koyulur. Bunların bana bir faydası yok, çünkü hiçbir şeyin faydası
yok. Ama yazarken rahatlıyorum, hastalığı geçmediği halde nefesi birdenbire
düzeliveren bir hasta gibi.
Kafası dalgınken, sümenin üzerine
dört köşesinden tutturulmuş kurutma kâğıdını rasgele karalayan, saçma sapan
isimler yazan insanlar vardır. Bu karalamalar, zihinsel özbilinçsizliğimin
ürünüdür. Güneşe uzanmış bir kedi uyuşukluğuyla çiziktiririm bunları,
sonradan, baştan beri unutulmuş bir şeyi ansızın hatırlamışçasına, müphem,
gecikmiş bir şaşkınlıkla yeniden okuduğum da olur.
Yazarken, kendime resmi bir ziyarette
bulunurum. Görüntüler arasındaki boşluklarda, büyük bir zevkle
hissetmediklerimi çözümlediğim, kendimi karanlıktaki bir tablo gibi
seyrettiğim, bir başkasının hatıralarında yaşayan özel salonlarım vardır.
Eski zaman şatomu daha doğmadan
kaybetmişim. Atadan kalma şatomun halılarını sattıklarında henüz ben yokmuşum.
Hayattan önceki konak harabeye dönmüş. Çok nadiren, bir ay ışığı nehirdeki
sazlardan fışkırıp içimde doğduğunda, kırık dişli surların kalıntılarının,
sarımsı-beyazlar bulaşmış koyu mavi göğün üzerinde simsiyah belirdiği o diyara
karşı, içimi buz gibi bir özlem sarar.
Bir sfenksim ben, kendimi
bilmecelerle çözerim. Ruhumun unutulmuş yumağı, hiç tanımadığım kraliçenin
dizlerinden, gereksiz nakışlarının bir sahnesi gibi düşüverir. Oymalı
şifoniyerin altına yuvarlanır ve bendeki bir şey göz gibi izler onu, ta ki
derin bir kabir ve yok oluş dehşetince yutulana dek.
342
H.K.
2 Mayıs 1932
Ben asla uyumam: Yaşarım ve rüya
görürüm ya da daha doğrusu uykudaki gibi hayatta da rüya görürüm, ki uyku da
hayattır. Bilincimde kopukluk yoktur: Henüz uyumadıysam ya da iyi uyuyamadıysam
etrafımı nelerin kuşattığını hissederim; gerçekten uykuya daldığım anda da rüya
görmeye başlarım. Dolayısıyla, tutarlı ya da tutarsız imgelerin daimi bir akışı
sayılabilirim, hep dışarıdalık taslar imgeler, kimileri uyanık olduğumda
insanlarla ışığın arasında durur, ötekilerse uykudayken görülebilen
ışıksızlıkla hayaletlerin arasında. İki şeyi birbirinden nasıl ayıracağımı
gerçekten bilemiyorum, ayrıca uyanıkken uyumadığımı ya da uyuduğum sırada uyanmadığımı
da iddia edemem.
Hayat, bir başkasının karman çorman
ettiği bir yumaktır. Yerde yuvarlarsanız, sonuna kadar açarsanız ya da özenle
sararsanız bir anlam kazanır. Ama kendi halindeyken, özgün düğümleri olmayan
bir mesele, merkezi olmayan bir karmaşadır.
Daha sonra yazacağım bu hisler
içindeyken (cümleleri bile kurdum kafamda), yarı-uykunun gecesinde belirsiz
rüyalardaki manzaraları ve onları iyice belirsizleştiren, dışarıdaki yağmurun
sesini algılıyorum. Boşluğun bilmeceleri bunlar, uçurumun titrek ışıkları,
onlarla birlikte dinmek bilmeyen yağmurun şikâyeti, işitsel manzaranın
bereketi de umarsızca sızıyor içeri. Bir umut mu yoksa? Kesinlikle değil.
Yağmur, görünmez gökyüzünden hafif seslerle dökülüyor - rüzgârla dağılan bir
melankoli bu. Uyumaya devam ediyorum.
Hayatın kaynağındaki trajedi,
kesinkes bir parkın içindeki yollarda meydana gelmiş olmalı. İki kişiymişler,
güzelmişler ve başka bir şey olmanın peşindeymişler; aşk gelecek sıkıntısında
oyalanıyor, bir türlü gelmiyormuş, bir gün yaşanacakların özlemiyse, hiç
hissetmedikleri aşkın kızıymış daha o zamandan. Hemen yanı başlarındaki, ayı
içine çekmiş korularda, ay ışığında, ele ele, arzusuzca, umutsuzca terk edilmiş
yolların o bambaşka ıssızlığında yürüyorlarmış. Gerçekte öyle
olmadıkları için, gerçekten
çocuklarmış. Bir yoldan öbürüne, ağaçtan ağaca koşarak, kâğıttan siluetler
gibi, kimseye ait olmayan bu sahnede dolaşıyorlarmış. Derken havuzların orada
kaybolmuşlar, iyice yakınlaşmış, iyice ayrılmışlar, dinen yağmurun tarifsiz
sesi, adımlarının yöneldiği fıskiyelerden geliyormuş. O ikisinin hissettiği
aşkım ben ve işte bunun için uykusuz gecenin derinlerinde duyabiliyorum onları
ve bunun için biliyorum mutsuz yaşamayı.
343
H.K.
Bir haremde Kadınefendi bile
olamadım şu hayatta! Ne büyük bir kederdir bunu yaşamamış olmak!
* * *
Eğrisiyle doğrusuyla hesaplandığında,
dünden ne kaldıysa, yarından ne kalacaksa bugünden geriye de o kalır: hep aynı
olmaya, hep bir başkası olmaya duyulan doymak bilmez, sonsuz arzu.
* * *
Düşlerimin ve yorgunluklarımın
sonsuz basamaklarından geçerek in gerçeksiz-
344
Günün birinde dünyadaki bunca kadın
arasından birini alacak olursam, şöyle dua et: Nasıl olursa olsun, mutlaka
kısır olsun. Fakat benim hayrıma dua etmek istersen, o hayali kadını asla
alamamamı dile.
Kısırlıktan başka soylu, onurlu bir
şey yoktur. Hiç olmamış bir varlığı öldürmek yüce, aynı zamanda da saçma ve
sapkıncadır. 76
345
Sana sahip olduğumu hayal etmiyorum.
Neye yarar ki? Yoksa hayalimi halkın seviyesine tercüme etmiş olurum. Bir
bedene sahip olmak, insanı sıradanlaştırır. Bedene sahip olmayı hayal etmekse
(çok düşük bir ihtimal, ama) belki daha bile beter: Kendini sıradan biri olarak
hayal etmiş olursun - bundan daha iğrenç bir şey olamaz.
Mademki kısır olmak istiyoruz,
öyleyse iffetimizi de koruyalım, çünkü Doğa'nın içinde döllenmiş bir şeyi
reddetmekten, sonra da reddettiğimiz şeyin hoşumuza giden tarafından
faydalanmaktan daha büyük rezillik olamaz. Asalet dirhemle alınmaz.
Keşişler gibi iffetli olalım, hayali
bedenler gibi saf, yarı deli küçük rahibeler gibi mütevekkil..
Aşkımız bir dua olsun... Seni
görmekle meshet beni, seni düşlediğim anlardan da bir tespih duası yapacağım, Pater
Noster niyetine yaşamanın verdiği bıkkınlık, Ave Maria yerine de
bunalımlarım..
Sonsuza dek böyle kalalım, bir camda
bir erkek silueti, karşı camda bir kadın silueti olarak... Aramızda donmuş ayak
sesleri yankılanan gölgeler, gelip geçen insanlığın gölgeleri... Mırıldanılan
dualar, sırlar [...] aramızdan geçecek... Bazı günler havayı gerçekten [...]
buhur kokuları saracak. Kimi zaman, bir heykelin silueti iki yana dualar
serpecek.. . Ve biz, güneş vurduğunda renklenen, gece çöktüğünde çizgilerle
dolan camlar olarak, hep aynı kalacağız... Yüzyıllar ilişmeyecek cam
sessizliğimize - dışarıda uygarlıklar gelip geçecek, devrimler patlayacak,
şenlikler kaynayacak, huzurlu kalabalıklar günlük hayatlarında koşturacak... Ve
biz, gerçekdışı aşkım, hep aynı gereksiz tavırda inat edeceğiz, hep aynı sahte
hayatı süreceğiz, hep aynı [...]
Ta ki yüzyılların ve
imparatorlukların ardından, Kilise yıkılana, her şey bitene dek..
Biz ise, kiliseyi hiç
bilmediğimizden, hangi uzamda, ne kadar zaman için, nasıl olacak bilemem ama,
biz ölümsüz camlar olarak, naif desenli saatler olarak kalacağız; öteden beri,
Gotlar zamanından kalma bir mezarda uyuyan bir sanatçı çizmiş olacak bizi,
ellerini kavuşturmuş iki melek de mezarın mermerinde ölüm düşüncesini dondurmuş
olacak.
346
Düşlenen şeylerin sadece bu yüzü
vardır... Öbür yüzünü göremeyiz... Etraflarında dönemeyiz.. . Hayattaki
varlıklarla ilgili sıkıntı, her taraflarına bakabil- memizdir. Hayallerin ise
sadece bu yüzünü görebiliriz.. . Ruhlarımız gibi onların da sadece bir yüzü
vardır.
347
H.K.
Sizi düşünürken yüzünüzü göstermeyebilirsiniz.
Hayatınız [...]
Aşkım değil bu; sadece sizin
hayatınız.
Sizi günbatımını ya da ay ışığını
severcesine seviyor, bu anın hep sürmesini diliyorum, ama içimde duymam dışında
bu arzuya kendimden hiçbir şey katmaksızın.
348
H.K.
15 Mayıs 1932
Hiçbir şey, başkalarının şefkati
kadar ağır gelmez insana - kin bile geçemez onu, çünkü kin şefkat gibi sürekli
değildir: Ağır bir duygu olduğundan, içgüdüsel olarak onu daha seyrek, daha
hafif hissetmeye çalışırız. Aşk ise kin kadar zalimdir. Her iki duygu da bizi
arar, peşimizden gelir, bir türlü rahat bırakmaz.
İdealim her şeyi bir romanda yaşayıp
hayatta dinlenmek - heyecanlarımı okumak, onları küçümseyişimi ise yaşamak.
İnsanın düş gücü hemen parmaklarının ucundaysa, bir roman kahramanının
serüvenlerinde heyecanlı anları bizzat kendi yaşar, hatta bundan da öte, zira
serüvenler kahramana olduğu kadar bize de aittir. Lady Macbeth'i saf, gerçek
bir aşkla sevmiş olmaktan daha büyük serüven olamaz; böyle seven birinin huzura
kavuşmak için, ömür boyu kimseyi sevmemekten başka çaresi var mıdır?
Bütün evreni peşime takıp bir geceden
diğerine yapmak zorunda olduğum yolculuk ne anlama geliyor, bilmiyorum.
Bildiğim şu ki, yolda okuyarak oyalanabilirim. Okumak bence diğer hepsi gibi
bu yolculuğu da güzelleştirmenin en kolay yolu; ara sıra, gerçekten hissetmekte
olduğum kitaptan başımı kaldırdığımda yabancı gözlerle, gerçekten geçip
gitmekte olan manzarayı görüyorum -kırlar, şehirler, kadınlar ve erkekler,
geçmişe duyulan özlemler ve pişmanlıklar- ve bütün bunlar bana göre huzurun bir
perdesi yalnızca, gözlerimden fazlasıyla okunmuş sayfaların yorgunluğunu alan,
pasif bir eğlence.
Gerçekte sadece hayal ettiğimiz
kadarız, geri kalan parçamız gerçeğe dönüştüğü anda, dünyaya ve
etrafımızdakilere ait olur. Hayallerimden birini ger- çekleştirebilsem
kıskanırdım onu; gerçekleştirilmesine ses çıkarmamakla bana ihanet etmiş
olurdu. Zayıf insan, istediğim ne varsa gerçekleştirdim, derken yalan söyler;
aslında hayatın onu ne hale getirdiği düşünde malum olmuştur. Kendi başımıza
hiçbir şeyi hayata geçiremeyiz. Hayat çakıltaşı gibi havaya fırlatırken, tepeden
söylenmeyi biliriz ancak: "Baksanıza ne kadar da hareketliyim."
Güneş denen projektör ve yıldızlardan
saçılan pullar altında oynanan bu araoy- un neye benzerse benzesin, sadece bir
araoyun olduğunu bilmemizde bir kötülük yok tabii; tiyatronun kapılarının
ardında hayat varsa yaşayacağız; ölüm varsa öleceğiz, oyunun kendisinin ise
bütün bunlarla hiçbir ilgisi yok.
İşte bu yüzden tiyatroya ya da sirke
gittiğimde (ki bu da nadirdir) kendimi gerçeğe hiç olmadığım kadar yakın,
gönül gözümü her zamankinden açık hissederim; çünkü nihayet hayatın bire bir
temsiline tanık olacağımı bilirim. Aktörler, aktrisler, palyaçolar,
hokkabazlar önemli ve uyduruk şeylerdir, tıpkı güneş ve ay, aşk ve ölüm, veba,
açlık ve insanoğlunun bütün savaşları gibi. Her şey tiyatro. Bir dakika, yoksa
gerçeği mi istiyorum? Romanıma devam edeyim..
349
H.K.
En aşağılık ihtiyaç - içini dökme,
itiraflarda bulunma ihtiyacıdır. Ruhun, kendini dışarıya ait kılmaya duyduğu
ihtiyaç yatar bunun altında.
İtiraflarda bulun tabii; ama
hissetmediklerini itiraf et. Sırlarını ifşa ederek, ruhunu onların ağırlığından
kurtar elbette; ama neyse ki şimdi ortaya dökülen sırları hiçbir zaman
bilmemiştin. Bu gerçeği dile getirmeden önce kendi kendine güzelce yalan söyle.
Bir şeyi dile getirmek hep yanılmak demektir. Bilinçli ol: Bir şeyi dile
getirmeyi, sen yalan söylemek olarak anla.
350
H.K.
23 Mayıs 1932
Zamanın ne olduğunu bilemiyorum. Eğer
bir ölçüsü varsa, gerçek olan hangisidir, onu da bilmiyorum. Saat ölçüsünün
yanlış olduğunu biliyorum. Saat zamanı uzamsal olarak, dışarıdan böler. Duygu
ölçüsünün de doğru olmadığını biliyorum: O zamanı değil, zamanın algılanışını
böler. Düş ölçüsü hatalıdır: Düşün içindeyken kimi zaman yavaş, kimi zaman
büyük bir hızla zamana değip geçeriz, yaşadıklarımızın hızı da tabiatını
bilemediğim birtakım gizli akıntılara göre azalır ya da artar.
Bazen bunların hepsi yanlışmış, zaman
yabancısı olduğu bir şeyi kuşatan, basit bir çizgiymiş gibi geliyor. Geçen
ömrümden kalan anılardaki zamanlar, saçma boyutlara ve seviyelere göre tanzim
edilmiş dürümdalar, sözgelimi on beş yaşımdaki falanca sahnede, çocukluğumda,
oyuncaklarımın arasında oturduğum filanca sahnedekinden daha genç olabiliyorum.
Bunları düşününce zihnim karışıyor.
Bir yerlerde bir hata olduğunu seziyorum, ama nedir, bilemiyorum. Bir illüzyon
gösterisi seyrediyor gibiyim; kandırıldığımın farkındayım, ama hilenin
tekniğini de, mekanizmasını da çözemiyorum.
O zaman, ne başımdan atabildiğim, ne
de tamamen saçma deyip geçebildiğim saçma düşünceler üşüşüyor aklıma. Yavaş
giden bir arabanın içindeki yavaş düşünen adam, hızlı mı gitmektedir yoksa
yavaş mı. İntihar etmiş bir adamla, rıhtımda dengesini kaybeden bir adam denize
eşit hızla mı düşer, aynı hızla mı, diye soruyorum kendime. Aynı zaman
zarfında gerçekleşen sigara içişim, şu sayfayı yazışım ve karanlık düşüncelere
dalışını gerçekten eşzamanlı mıdır?
Bir dingile takılı iki tekerlek
düşünelim: Milimetrenin binde biri kadar bile olsa, biri ötekinden önde
görünebilir. Mikroskopla bakılsa, aralarındaki fark inanılmaz derecede, hatta
gerçek olmasa imkânsız denecek kadar büyüyebilir. Peki, görme yeteneğimizin
fazlasıyla zayıf olduğunu düşünürsek, mikroskop haklı olamaz mı7 Beş
para etmez düşünceler mi bunlar? Tabii ki öyle. Düşünce illüzyonları mı? Ona
da tamam. Gene de ölçüsü olmadığı halde bizi ölçen, var olmadığı halde bizi
öldüren şey nedir? Zamanın var olduğundan bile emin olmadığım böyle anlarda,
onu bir insan gibi tahayyül ediyorum ve birden uyku bastırıyor.
351
H.K.
Yaşlı teyzeler (tabii hiç teyzeniz
olduysa), ıssız köy evlerinde gaz lambasıyla aydınlanan akşamlarda, hizmetçinin
çaydanlığın giderek yükselen sesiyle uyuduğu saatte [...] iskambil falı açarak
zaman öldürürlerdi. Bu anlamsız dinginlik, içimde benim yerimi alan birinin
burnunun direğini sızlatıyor. Çay geliyor, iskambil kâğıtları masanın köşesinde
düzenli bir deste halinde durmakta. Koca büfe, loş yemek odasını iyice
karartmış. Hizmetçinin yüzünden uyku akıyor, kadıncağız bir an önce bitsin diye
sessizce sabırsızlanıyor. Herhangi bir şeyle ilişkisi olmayan bir sıkıntının,
bir nostaljinin pençesinde kıvranarak, bunların hepsini kendimde görüyorum. Ve
elimde olmadan, iskambil falı bakan insanların ruh halini düşünmeye koyuluyorum.
352
H.K.
31 Mayıs 1932
Kocaman parkları ya da geniş
çayırları seyrederken anlamam ilkbaharın geldiğini. Ben baharı, şehrin küçük
bir meydanında, üç beş cılız ağaçta yakalarım; yeşillikler hoş bir hüzün gibi
neşeli, güzel bir hediyeye benzemiştir.
Pek kimsenin uğramadığı küçük
sokakları noktalayan, kendi de pek hareketli olmayan böyle tenha meydanları
severim. Gereksiz düzlüklerdir bunlar, uzak gürültülerin arasında kaybolmuş,
bekleyiş halinde yerler. Şehir ortasında köyler.
İşte böyle bir meydandan geçiyorum,
oraya açılan bir yoldan rasgele yukarı vuruyorum, sonra yokuş aşağı inip tekrar
başladığım yere dönüyorum. Ters taraftan bakınca meydan değişik geliyor, ama
batan güneşin altında aynı huzur, ilk başta göremediğim tarafı aniden yükselen
bir özlemin altın ışıklarına boğuyor.
Her şey yararsız ve yararsızlığıyla
beni çarpıyor. Yaşadığım her neyse unuttum, sanki biri anlatmış, ben de
dalgınca dinlemişim. Ne olacağım hakkında hiçbir fikrim yok, onu da çoktan
yaşadım ve unuttum belki de.
Tarifsiz bir hüzne boğulmuş bir
günbatımı etrafımda salınıyor. Her şey soğuyor, hayır, hava soğumadı, daha dar
bir sokağa girdim, küçük meydan da artık yok.
353
Serinle ılık arası bir sabah, şehrin
kenar mahallelerindeki yokuşlardan, yalnız evlerin arasından yükseliyordu.
Uyanışı taşıyan hafif bir sis, uyuşuk tepelerin üzerinde, şekilsizce
parçalanarak dağılıyordu. (Hava soğuk değildi, insanı sadece hayata yeniden
başlama mecburiyeti üşütüyordu.) Ve bütün bunlar, hafif sabahın bu ağır
serinliği, onun hiç tatmadığı bir neşeye benziyordu.
Araba yavaşça, büyük caddelere doğru
iniyordu. Evlerin yoğunlaştığı yere yaklaştıkça, belli belirsiz bir
kaybolmuşluk duygusu ruhunu sarmaya başlamıştı. İnsanoğlunun gerçeği ufukta
yükseliyordu artık.
Karanlık çoktan çekilmiş olsa da
hafif ağırlığının hâlâ hissedildiği böyle sabah saatlerinde ruh kendini anın
telkinlerine bırakarak güneşin altında bir antik liman, bir de oraya varmayı
dilerdi. Sevinirdi öyle olsa, manzaranın görkemli vakitlerinde ya da ay sakince
nehre vurduğunda olduğu gibi zaman birdenbire donacağı için değil, farklı bir
hayat yaşamış olacağı ve o an, kendine has, bambaşka bir tada kavuşacağı için.
Belirsiz sis gitgide dağılıyordu.
Güneş nesneleri iyiden iyiye sarmalıyordu artık. Hayat sesleri etrafta
yoğunlaşıyordu.
Böyle bir anda, her ne kadar
kaderimiz bu olsa da, insanoğlunun gerçeğine hiç kavuşamasak keşke, diyesimiz
gelir. Sisle sabah arasında bir ruh olarak değil, tinselleşmiş, yücelmiş,
belli belirsiz görülen beden olarak, gerçek ama hafiflemiş bir hayat olarak
beklemede kalmak - işte, bir sığınak bulma derdimizin en iyi devası bu olurdu,
sığınak peşinde koşmak için hiçbir neden olmasa bile.
Her şeyi derinlemesine hissetmek
yüzünden, elde edemeyeceklerimizin dışında - henüz tohum halindeki ruhlara
yürüyen duyguların, derinlemesine hissetme yeteneğiyle uyuşabilecek insani
faaliyetlerin, farklı türlerden gerçek şeylerin arasında kaybolmuş heyecanların
ve tutkuların dışında hiçbir şeyi umursamaz oluruz.
Cadde boylarında dizilmiş duran
ağaçlarsa, bütün bunlardan bağımsızdı.
Saat şehirde tükendi, tıpkı gemi
yanaştığında nehrin öbür yakasındaki tepenin tükendiği gibi. Gemi, kıyıya ayak
basana dek küpeşteye yapışık olarak, karşı kıyı manzarasını taşır yanında;
küpeştenin rıhtıma çarpma sesiyle birlikte manzara kopup gider. Pantolonunu diz
üstüne kıvırmış bir adam halata bir kanca takıyor ve bu doğal hareketinde
belirleyici, inandırıcı bir şey var. Yaptığı hareket, metafiz- iksel olarak
ruhumuza, şüphelere boyanmış bir sıkıntının neşesini uzatmanın imkânsız olduğunu
gösteriyordu. Rıhtımdaki çocuklar gemilere mal yüklemek gibi yararlı bir işe
hiç yakışmayan böyle duyguları bilmeyen, alelade biri gözüyle bakıyordu bize.
354
Hava sıcak olunca insanın içinden,
görünmez bir elbise gibi sıcağı üzerinden çıkarıvermek geliyor.
76. Ya da:
başlı başına tuhaf, bir o kadar da yüce ve saçmadır.
355
H.K.
Birden sıkıntı bastı.
Sessizliğin nefesi kesilmişti bir anda.
Çelikten sonsuz bir gün 77,
ansızın bin parçaya bölündü. Bir hayvan gibi masaya yapıştım, yararsız
pençelere benzeyen ellerimse düz ahşap yüzeyde kasılmıştı. Kuytulardan ve
ruhlarımızdan ruhsuz bir ışık fışkırmıştı ve hemen yakındaki tepelerden bir dağ
çatırtısı yuvarlanmış, uçurumun ipeklerini bir çığlıkla yırtmıştı. Kalbim
durdu, nabzım gırtlağımda atıyordu. Bilincim, bir kâğıttaki mürekkep lekesinden
başka bir şey göremedi.
356
H.K.
11 Haziran 1932
Sıcak geçtikten, yağmurun ilk
hafifliği hissedilir hale geldikten sonra, aşırı sıcak havalarda bulunmayan
cinsten bir huzur, suyun bambaşka bir ferahlık kattığı, yepyeni bir dinginlik
havada süzülmeye başladı. Karanlıktan, fırtınadan habersiz bu yumuşacık yağmur
öyle aydınlık, öyle neşeliydi ki, korunacak şemsiyesi ya da kıyafeti olmayanlar
bile, yani büyük çoğunluk konuşurken gülüyor, bir yandan da ışık saçan sokakta
hızlı adımlarla yürüyordu.
İşin yavaşladığı bir sırada pencereye
gittim -.sıcak yüzünden pencere açılmış, ama yağmur bastırınca kapatılmamıştı-
ve yapımda olan o hem yoğun hem de kayıtsız dikkatle, görmeden yukarıda
harfiyen tarif etmiş olduğum her şeyi seyrettim. Evet, sıradan çiftlerin
neşesine acele karışıyordu, incecik yağmur altında konuşuyor, gülümsüyor,
telaşlı değil de hızlı adımlarla, gölgelenmeye başlamış günün berrak
aydınlığında yürüyorlardı.
Ne var ki birden, hep orada olan bir
köşeden ansızın yaşlı bir adam çıktı, görünüşü orta halliydi, yoksul, ama
alçakgönüllü değil, şimdi yatışmış olan yağmurun altında sabırsızlıkla
yürüyordu. Besbelli hiçbir amacı olmayan bu adamda hiç olmazsa sabırsızlık
vardı. O andan itibaren ona nesnelere yönelttiğimiz ilgisiz dikkatle değil,
simgelere yönelttiğimiz tanımlayıcı dikkatle baktım. Kişinin simgesiydi o;
telaşı bundandı. Hiçbir şey olmamışların temsilcisiydi; acı çekmesi bundandı.
Gülümseyerek yağmurun rahatsız neşesinin tadını çıkaranlardan değildi
kesinlikle; o bizzat yağmurun bir parçasıydı: Bir bilinçsizdi ve o kadar
bilinçsizdi ki gerçeği hissediyordu.
Ama söylemek istediğim bu değildi.
Bakmaktan vazgeçtiğim için hemen gözden kaybettiğim o adam hakkındaki
gözlemlerimle bu açıklamalar serisinin arasına dikkatsizliğe ait bir gizem,
zihnimdeki akışı koparan acil bir düşünce sızdı. Şimdi, bu karmaşanın ucunda,
büronun öbür tarafında, satış bölümünün başladığı yerde paket yapan çocukların
seslerini tam duymaksızın duyuyorum ve avluya bakan pencerenin önündeki masada,
şakalaşmaların, makas şakırtılarının arasında kalın kahverengi kâğıtlarla
kaplanmış paketleri iki kez saran, iki kez düğümlenmiş koli iplerini görmeden
görüyorum.
Görmek, görmüş olmaktır.
357
H.K.
Hayatın kurallarını herkesle birlikte
öğrenebiliriz, öğrenmek zorundayız. Şarlatanlardan ve haydutlardan
kapabileceğimiz gayet ciddi şeyler var; aptalların vazettiği felsefeler,
rastlantı sonucu karşımıza çıkan insanların verdiği dürüstlük ve metanet
dersleri var. Her şey her şeyin içindedir.
Öğleden sonra dikkatle sokaklarda
dolaşırken de böyle olur, zihnimin çok aydınlandığı bazı anlarda, yoldan her
geçen bana bir haber getirir, her ev bir şey söyler, her afiş bir mesaj
bırakır.
Sessizce gezinirken hiç durmadan
sohbet ederim; insanlar, evler, taşlar, afi.şler ve gökyüzü, hepimiz, Kader' in
koca kafilesinde kelimelerle kenetlenmiş bir dost kalabalığıyız.
358
H.K.
Dün büyük bir adam gördüm ve
dinledim. Sadece adı büyük değildi, hakikaten büyük bir adamdı. Şu dünyada
değer diye bir şey varsa, değerli bir adam; herkes değerini kabul ediyor, o da
değerinin bilindiğini biliyor. Sonuç olarak, ona büyük adam demem için gereken
bütün şartları yerine getirmiş, ben de ona bu unvanı veriyorum işte.
Görünüşü yorgun bir tüccarı
andırıyor. Yüzü kırış kırış, ama bu sağlıksız bir hayat sürmekten de olabilir,
zihninin fazla çalışmasından da. Hareketleri sıradan. Oldukça canlı bakışları
var - miyopluk derdi olmayanların ayrıcalığıdır bu. Sesi hafif buğulu, sanki
bütün vücuduna felç inmeye başlamış, bu da ruhun böyle yüzeye çıkmasına engel
oluyormuş gibi. Ruh ise, dışarı çıkmayı başardığı anda partilerin politikası,
escudo'nun değer kaybetmesi ve büyük adamın büyük meslektaşlarının her türden
alçaklığı üzerine konuşuyor.
Kim olduğunu bilmesem, bu portreden
tanıyamazdım onu. Büyük adamlara, sıradan insanların yaptığı gibi olmadık
özellikler yakıştırmamak gerektiğini gayet iyi bilirim: Mesela büyük şair
dediğin heykel gibi vücuda sahip olmalı, Napoleon gibi bakmalı; ya da daha
alçakgönüllü bir ifadeyle, kalabalıkta kendini belli etmeli, hem de bakışıyla
can yakmalı, demek gibi. Biliyorum, bunlar tamamen insani, saçma, bir o kadar
da doğal arzular. Ama her şeyi ya da neredeyse her şeyi umut etmek mümkün
olmadığından, hiç olmazsa herhangi bir şeyi umut etmeden edemeyiz. Ve
gördüğümüz haliyle dış görünüşün ardından, kendini ifade ettiği kadarıyla ruha
geçtiğimizde, orada bir öz ya da canlılık bulmayı bekleyemeyiz kuşkusuz, ama
hiç olmazsa zekâ, en azından bir parça akıl umabiliriz.
Bütün bu insani hayal kırıklıkları,
hepimizin kafasında olan ilham fikrindeki gerçek ve hakiki taraf üzerine
düşünmeye sevk eder bizi. Sanki, basit bir tüccar için yaratılmış bu beden ve
kültürlü bir adam için yaratılmış bu ruh baş başa kaldıklarında gizemli bir
şekilde içlerinde olan, gene de dışlarında kalan bir şey tarafından ele
geçiriliyormuş ve doğruyu söylemek gerekirse konuşan da kendileri değilmiş: Bir
şey onların ağzından konuşuyormuş ve bu ses, kendileri söylese sapına kadar
yalan olacak şeyler anlatıyormuş.
Tehlikeli ve kesinlikle gereksiz
spekülasyonlar bunlar. Aklıma geldikleri için pişman olacağım neredeyse. Adamın
değerini düşürmedikleri gibi, bedenine de çekidüzen vermiş değiller. Doğruya
doğru; her ne olursa olsun hiçbir şey, hiçbir şeyi değiştirmiyor ve
söyleyebileceklerimiz, yapabileceklerimiz dağların doruğuna şöyle bir değip
geçiyor, oysa vadilerde neler neler uyuyor.
359
H.K.
14 Haziran 1932
Hiçbir insan ötekileri anlayamaz.
Şairin dediği gibi, hayat okyanusunda birer adayız; aramızda bizi tanımlayan,
birbirimizden ayıran deniz vardır. Bir ruh istediği kadar bir başka ruhun ne
olduğunu anlamaya çalışsın, olsa olsa kiminle iki çift laf edebileceğini
öğrenmiş olur - zihninin zeminine fırlatılmış şekilsiz gölgenin kim olduğunu.
Zerre kadar anlamam deyimleri, bu
yüzden de severim. Azize Marta'nın öğretmeni gibiyim: Bana verilenle
yetinirim. Görüyorum ve bu kadarı zaten çok fazla. Anlamaya muktedir kim var ki
7
Bir ağaçla bir yüze, bir afi.şle bir
gülümsemeye aynı gözle bakıyorsam, belki de anlaşılabilirliğe şüpheyle
yaklaşmamdan oluyor bu. (Hepsi doğal, hepsi yapay, hepsi bir.) Her ne
görüyorsam, benim için gören gözle görülebilir olan şeylerin tamamıdır, ister
şafağı bekleyen yeşilli beyazlı derin mavi gök, ister başkalarının önünde
sevdiği bir varlığın ölümünü seyreden bir insanın yüzünü buruşturan sırıtma
olsun.
Küçük, kâğıttan insanlar, basit
gravürler, var olmakla yetinen, çevrilen sayfalar. Kalbim bunlara bağlanmıyor,
hele dikkatim hiç; kâğıdın üstünde yürüyen bir sinek gibi onlara dışarıdan
şöyle bir göz atıyor.
Bari hissediyor muyum, düşünüyor
muyum, var mıyım, bunları biliyor muyum acaba? Bir şey bildiğim yok:
Renklerden, biçimlerden ve ifadelerden oluşan nesnel bir şema var, ben de onun
sallanıp duran, ıskartaya çıkmış aynasıyım.
360
Baştan sabitlenmiş doğal kaderleriyle
hayatta kendi yolunda giden basit, bozulmamış insanlarla kıyaslandığında,
kafeleri dolduran şahsiyetlerin halini, en iyi rüyalarımıza giren eciş bücüş
cücelerle tarif edebilirim - cüceler ne kâbus getirir ne hüzün, ama uyanıp da
hatırladığımızda, aslında cücelerin bir parçası olmayan, ama onlarla bağlantılı
bir şey, kim bilir neden bulantı verir, tiksinti uyandırır.
Ortalama seviyede olanlar da dahil,
gerçek dehalarla gerçek galiplerin, gecenin içinde bir şeylere çarptığını
görüyorum, kibirli pruvalarının, paket sicimleriyle mantar kıymıklarından
ibaret bu Sargas Denizinde neleri yardığını bilmeksizin.
Her şeyin özeti burada, tıpkı odamın
önündeki küçük avlu gibi, işyerinin arkasındaki parmaklıklı pencerelerden
bakıldığında çöp atmak için yapılmış bir hücreye benziyor.
361
H.K.
Gerçeği aramak -ister bir inancın
üzerinde yükselen öznel gerçek, ister hakikatin kendisini içeren nesnel
gerçeklik ya da paraya, güce bağlı olan toplumsal gerçeklik söz konusu olsun-,
bu arayışın sonucunda ödüle layık zihinler daima, onun kesinlikle var olmadığı
sonucuna ulaşırlar. Hayatın büyük ikramiyesi, ancak ve ancak tesadüfen bilet
almış olanlara vurur.
Sanat: Bütün değerini, bizi buradan
uzaklaştırmakla kazanır.
362
Ahlaki yasanın, daha üstün bir ahlaki
yasa adına, her ne şekilde olursa olsun ihlali meşrudur. İnsanın aç olduğu için
ekmek çalması affedilemez. Bir sanatçının geçimini ve huzurunu iki yıllığına
garantiye alacak bir parayı çalması bağışlanabilir, yeter ki yapıtıyla
uygarlığa katkı sağlamayı hedeflemiş olsun; yapıtta salt estetik kaygılar
güdüldüyse, bu mantık geçerliliğini yitirir.
363
H.K.
Biz var ya, biz sevemeyiz küçüğüm.
Aşk, yanılsamaların en tensel olanıdır. Dinle: Sevmek, sahip olmaktır. Peki,
sevdiğimiz zaman neye sahip oluruz? Bir bedene mi? Bedene sahip olmak için
maddesini kendimize mal etmemiz, onu yememiz, içimize sindirmemiz gerekir...
Olmayacak şey ama, tut ki oldu, bu bile geçicidir, çünkü bedenimiz de devinir,
dönüşür, hem biz kendi bedenimize değil, sadece onun verdiği duyguya
sahibizdir; ve ayrıca sevdiğimiz o bedeni bir kere ele geçirdik mi o bizzat biz
olur, bir başkası olmaktan çıkar ve öteki varlığın yok olmasıyla aşk da biter.
Peki, ruh bizim midir? -Sessizce
dinle beni. Hayır, değildir. Kendi ruhumuz bize ait değildir. Hem zaten, bir
ruha nasıl sahip olabilirsin? Bir ruhla bir ruh arasında dipsiz bir kuyu
vardır: birer ruh olmalarının kuyusu.
Öyleyse, sonuç olarak neye sahibiz?
Bizi sevmeye iten ne? Güzellik mi? Sevince güzelliğe sahip olur muyuz? En
vahşice, en baskıcı şekilde sahiplenerek, bir bedenin nesine el konabilir? Ne o
bedene, ne ruhuna, hatta ne de güzelliğine. Zarif bir bedene sahip olmakla
güzelliği saramazsın, sadece hücrelerden oluşan, yağlı bir bedeni
kucaklayabilirsin; öpüşme bir ağzın güzelliğine değil, ölümlü mukozadan olma
dudakların nemli etine değer; cinsel birleşme bile basit bir temas, samimi bir
sürtünmedir, ama gerçek bir iç içe geçme, bir bedenle bir başkasının iç
içe geçmesi bile değil. Öyleyse neye sahibiz, evet, nedir sahip olduğumuz?
Yoksa duygularımız mı? En azından
aşk, duygularımız aracılığıyla kendi kendimize sahip olmamızın bir yolu
olabilir mi? Hiç değilse var olma hayalimizi daha şiddetle, dolayısıyla daha
parlak olarak hayal etmenin bir biçimi midir? Ve en azından duygu söndükten
sonra anısı sonsuza dek bizimle kalır, biz de işte böyle sahip olmuş oluruz..
Buna da aldanmayalım. Duygularımıza
bile sahip değiliz. Hayır, hiçbir şey söyleme. İyi düşünecek olursak, anı, mazi
duygusuna denir. Ve her duygu gibi, o da bir yanılsamadır..
- Dinle beni, bir daha dinle.
Pencereden, çarşaf gibi uzanan nehrin karşı yakasına, uzaklarda, bir tren
düdüğüyle bölünen alacakaranlığa bakmadan dinle. - Sessizce dinle beni..
Duyumlarımıza sahip değiliz.
Duyumlarımızın aracılığıyla kendimize sahip olamayız.
(Alacakaranlık, eğik bir testi gibi,
üzerimize yağ döküyor [...] orada saatler dağınık gül yaprakları gibi havada
süzülür.)
364
Kendi bedenime sahip değilken, onun
aracılığıyla bir şeylere sahip olabilir miyim? Sahip olmadığım ruhumla bir
şeylere nasıl sahip olabilirim? Zihnimi anlamazken, zihnim sayesinde nasıl
anlayayım?
Duygularımız geçer; demek ki onlara
sahip olamayız. Hele de ne olduğumuzu ortaya koyanlara. Esen rüzgârın ait
olduğu akarsuya sahip olabilir miyiz?
Ne bir beden var bize ait olan ne de
bir gerçek - bir yanılsama bile yok. Yalan hayaletler, yanılsama gölgeleriyiz
ve hayatım dışarıda da, içerideki kadar anlamsız.
Var mı şunu söyleyecek kadar ruhunun
sınırlarını bilen: Ben, kendimim?
Ama hissettiklerimi, benim
hissettiğimi biliyorum.
Bir başkası bu bedene sahip olsa,
onda benimle aynı şeyi mi ele geçirmiş olur? Hayır. Bedendeki bir başka
duygudur sahip olduğu.
Herhangi bir şeye sahip miyiz? Ne
olduğumuzu bilmezken, neye sahip olduğumuzu nasıl bilebiliriz?
Eğer yediğin bir şey için "ona
sahibim" desen, seni anlardım. Yediğin şeyi kendine dahil ettiğine, kendi
maddene dönüştürdüğüne, onun içine girişini hissettiğine ve o andan itibaren
sana ait olduğuna şüphe yok. Ama yediklerinden bahsederken hiç
"sahiplenilmiş" demedin. Bu durumda, sahip olmak diye neye diyorsun?
365
Adı: Kesin konuşmak olan delilik,
adı: İnanmak olan hastalık, adına: Mutlu olmak denen alçaklık - hepsi dünya
kokuyor, hepsinde adına dünya denen hüzünlü şeyin tadı var.
Aldırma. Batan güneşi ve gündoğumunu
sev, çünkübunları sevmenin sana bile bir faydası yoktur. Beyaz bulutlarda mayıs
ayı, uzak bahçelerde bakirelerin tebessümleri hüküm sürerken, güllerden bir
sabah tahttan indirilen bir kral gibi,
gurup vaktine özgü altın varlığını
giyin. Arzuların mersinlerin arasında ölsün, sıkıntın demirhindilerde son
bulsun, suyun sesi kıyıda biten bir gün gibi sana eşlik etsin ve akmaktan başka
anlamı olmayan ölümsüz ırmak, uzak dalgalara doğru kaçsın. Kalanı, bizi terk
eden hayat, bakışlarımızda sönen alev, daha sırtımıza geçiremeden epriyen
erguvani kral kaftanı, yalnızlığımızın bekçisi ay, nihayet yanılgılardan
kurtulduğumuz saate sessizliklerini yayan yıldızlardır. Hep tetikte bekleyen
dost ve kısır hüzün, bizi sevgiyle yüreğine bastırır.
Çökmek benim kaderim.
Mülküm bir vakitler derin vadilere
yayılırdı. Kan görmemiş sular, düşlerimin kulağına akardı. Hayatı unutmuş olan
ağaç dalı, uzun unutuşlarını sırasında hep yemyeşildi. Ay, taşların üzerinde
koşan su kadar oynaktı. Aşk bu vadiye asla ulaşamadı, işte bu yüzden mutluluk
vardı orada. Ne düş, ne aşk, ne de tapınakların kuytularında tanrılar vardı;
meltemle yekpare zamanın arasından geçerdim, üstelik en sarhoş, en boş
inançlardan en ufak bir pişmanlık duymaksızın.
366
H.K.
Gereksiz manzaralar, tıpkı Çin
fincanlarını çepeçevre saran, kulpun bir tarafından başlayıp öbür tarafa gelip
dayanan görüntüler gibi. Fincanlar hep o kadar küçük ki... Bir fincanın kulpunu
aşamayan bir manzara, hangi uzak diyarlara ve hangi porselen [...] uzanabilir?
Bir Çin yelpazesinin üzerindeki
manzara üçboyutlu değil diye kendini kahreden insanlar vardır.
367
H.K.
.. . ve kasımpatılar,
varlıklarıyla yarı gölgelenmiş bahçelerde kendi yorgun hayatlarını hırpalar.
... Japon fincanlarını süsleyen
siluetlerin, mat, saydam zemin üzerindeki rengârenk hayatı.
... kibar çay sofralarını -sırf
lüzumsuz sohbetler yapmak için bahanedir bunlar- oldum olası gerçek bir varlık,
ruhu olan bir şahıs gibi görmüşümdür. Tıpkı bir organizma gibi çay sofrası da,
bileşenlerinin toplamına indirgenemeyen sentetik bir bütündür.
368
Ya bazı porselen fincanlarda belli
belirsiz çizilmiş fantastik bahçelerdeki diyaloglara ne demeli? Şu çaydanlığın
öbür tarafındakiler kim bilir ne biçim bir asaletle konuşuyorlar! Çokrenkli
insanlığımızın ortasında bir ölü olarak, onları duymaya uygun kulağım yok!
Gerçek anlamda sabit olan şeylerin psikolojisi
nefistir! Kumaşında sonsuzluk vardır; ve bir de, fincanda çizili olan bir
karakterin gözle görülür ölümsüzlüğünün doruklarından, ne bir tavırda karar
kılan, ne de bir jestle oyalanan fani heyecanımızı dudak bükerek süzüşü vardır.
Dokumalardaki rengârenk halkın ne
ilginç bir folkloru vardır kim bilir! Halılara nakşolunmuş insanların aşkları
-geometrik bir namus üzerine kurulu, iki boyutlu aşklar- cesur psikologlar için
bulunmaz bir hazinedir herhalde.
Sevmeyiz, sadece öyleymiş gibi
yaparız. Ölümsüz ve yararsız olan gerçek aşk, durağan doğalarından ötürü hep
aynı kalan bu kahramanların aşkıdır. Çaydanlığımın tümsek [...] oturan Japon'
da, onu tanıdığım günden beri en ufak bir değişiklik yok... Yanlış bir mesafede
duran kadının ellerinin okşayışını hiç hissetmedi. Güneşi ya da boşalmış,
devrilmiş bir kadehi hatırlatan solgun bir renk, bu tepenin yamaçlarını
gerçeklikten sonsuza dek koparıyor. Ve bütün bunlar kalemin bir anına itaat
ediyor - bu bedbin, narin saatleri lüzumsuzca doldurabileceğim kalemden
katbekat sadık bir kalem.
369
H.K.
Bu barbar maden çağında, kişiliğimizi
korumak, onun gerek kendini sıfırlayarak, gerekse başka kişiliklerle
özdeşleşerek soysuzlaşmasını engellemek istiyorsak, hayal görme, analiz yapma
ve başkalarını büyüleme yeteneğimizin bilinçli olarak, üzerine titreyelim.
Duygularımızda gerçek olan, biz
olmayandır tam da. Gerçeği kuran duygularda ortak olan budur.
Bireyselliğimizin duyguların anormal tarafına yuvalanması da bundandır. Günün
birinde güneşi kıpkırmızı görsem ne çok sevinirim! Bana, sadece bana ait olurdu
o güneş!
370
H.K.
Duyularımın onlara neler
algılatacağımı tahmin etmelerine kesinlikle izin vermem... Sıkıntıdan içi
daralarak, kocaman, çevik, hain kedileriyle oynayarak bir prenses gibi oynarım
duyularımla..
İçimdeki kapıları ansızın kapattığım
olur, yoksa birtakım duygular kaçıp su yüzüne çıkabilir. Geçtikleri yollardaki
tinsel eşyayı kaldırırım, duygularda iz bırakmasınlar diye.
Yaptığımızı sandığımız sohbetlere
sızmış anlamsız, küçük cümleler; kendileri de hiçbir anlam taşımayan cümlelerin
küllerinden doğma saçma iddialar.
"Bakışlarınız, karşı yakadaki
ormanların gölgesinde uzanan gizemli nehirde, bir gemide çalınan bir ezgi
adeta..."
"Mehtaplı geceler soğuk olur
demeyin bana. Ay ışığından nefret ederim ... Mehtaplı gecelerde gerçekten
müzik yapan insanlar var..."
"Olabilir. Üzücü tabii.. . Ama
bakışlarınızdan, bir şeyleri özleme arzusu okunuyor.. . Gözleriniz, yansıttığı
bu duyguyu istiyor... İfadenizdeki sahteliği görünce, bir vakitler kapıldığım
bazı yanılsamalar geldi aklıma..."
"İnanın bana, söylediklerimi
hissettiğim oluyor ve hatta kadın olmama rağmen, bakışlarım için
dediklerim..."
"Kendinizi fazla hırpalamıyor
musunuz? Hissettiğimizi sandığımız şeyleri gerçekten hisseder miyiz? Sözgelimi
bu sohbetin gerçekle en ufak bir yakınlığı var mı? Yok elbette. Bir romanda
olsa kabul edilemezdi."
"Orası öyle. Zaten sizinle
konuşmakta olduğuma da ikna olmuş sayılmam aslında... Kadın olmama rağmen,
deli bir sanatçının resimlediği bir kitabın bir gravürü gibi olmayı görev
bilmişimdir hep.. . Bende bazı ayrıntılar fazlasıyla berrak. Biliyorum, bu
bana aşırı, hatta zorlama bir gerçeklik havası veriyor. Bence günümüz kadınına
yaraşan, bir gravüre benzemeyi ideal edinmektir. Çocukken evdeki eski iskambil
destesindeki kız olmak isterdim, rengi önemli değil... O resmi gerçek anlamda
bir merhamet simgesi olarak görüyordum... Ama çocukken olur böyle ahlaki
hevesler... Bunlar üzerinde ancak daha sonra, bütün heveslerimiz ahlak dışı
hale geldiğinde ciddiyetle düşünürüz."
"Ben ise, çocuklarla kesinlikle
konuşmadığım için, onlarda sanatçı içgüdüsü olduğuna inanıyorum. Biliyor
musunuz, sizinle konuşurken, tam şu anda, söylediklerinizin derin anlamına
girmeye çalışıyorum... Beni affettiniz mi?"
"Pek sayılmaz... Başkalarının
hisseder gibi yaptığı duyguları didiklemek ayıptır. Fazlasıyla mahremdirler
hep... İnanın, size bu kadar samimi itiraflarda bulunmaktan hicap duyuyorum;
baştan sona yanlış olsalar da zavallı ruhumdan kopmuş sahici paçavralar
onlar.. . Aslında inanın bana, en acı özelliğimiz, gerçekte ol- mayışımızdır ve
en büyük trajedilerimiz de kendimize dair düşündüklerimizde yaşanır. ’ 1
"Kesinlikle katılıyorum... îyi
de, söylemenin ne faydası var? Beni kırdınız. Sohbetimizden o değişmez
gerçeksizliğini niye kopardınız? Şimdi bir çay salonunda, güzel bir kadınla bir
duygu hayalcisi arasında geçen bir sohbete dönüşürse ne olacak?"
"Tabii.. . Özür dileme sırası
bende.. . Ama dalgınlığıma gelmiş, doğru bir şey söylediğimi fark edememişim..
. Konuyu değiştirelim. Vakit hep ne kadar geç!.. Hayır, sinirlenmeyin gene.
Biliyor musunuz, bu cümlenin kesinlikle hiçbir anlamı yoktu..."
"Özür dilemeyin, ne
konuştuğumuza da dikkat etmeyin. Hoş bir sohbet, iki kişilik bir monologla olur
ancak... Öyle olmalı ki, bir noktadan sonra gerçekten biriyle konuştuk mu,
yoksa sohbeti baştan sona sadece hayal mi ettik, bilemez hale gelelim... En
tadına doyulmaz, en samimi sohbetler, ahlaka ve eğiticiliğe en uzak olanlar,
yazarların romanlarında iki kahramana yaptırdıklarıdır. Örneğin..."
"Tanrı aşkına! Umarım örnek
saymayı düşünmüyorsunuz! Bu sadece dilbilgisi kitaplarında olur; hem belki
hatırlarsınız, onları da kimse okumaz. "
"Hiç dilbilgisi kitabı aldınız
mı elinize?"
"Asla. Nasıl konuşacağımızı
öğrenmekten hep nefret etmişimdir... Dilbilgisi kitaplarında bir tek istisnalar
ve söz uzatımları ilgimi çekmiştir. Kuralları boşverip gereksiz şeyler
anlatmak; esasen modern tavrı da gayet iyi özetliyor. Böyle demek lazım, değil
mi?"
"Kesinlikle. Dilbilgisi
kitaplarında (böyle bir konuda sohbet etmenin ne kadar lezzetli, ne kadar
imkânsız olduğunun farkında mısınız?), en sevimsiz şey fiil, bütün fiiller.
Cümleye anlam veren onlardır. Oysa dürüst bir cümlenin hep birden çok anlamı
olmalı... Fiiller! İntihar eden bir arkadaşım -ne zaman sohbet biraz uzasa, bir
arkadaşımı intihar ederim-, evet ya, arkadaşım ömrünü fiilleri mahvetmeye
adamıştı."
"Niye intihar etti?"
"Bir dakika, henüz bilmiyorum...
Cümlelerini hiç bitirmemenin, ama bir yandan da bunu belli etmemenin bir yolunu
çalışıyordu. Anlam mikrobunu arıyorum, derdi bana... İntihar etmesine de, günün
birinde ne büyük bir sorumluluk üstlendiğini anlaması sebep oldu elbette...
Meselenin büyüklüğü aklını bozdu. Bir tabanca..."
"Yo, hayır! Mümkün değil! Nasıl
tabanca dersiniz? O türden bir adam kafasına kurşun sıkar mı hiç? Azizim, hiç
tanışmadığınız dostlarınızı pek anlamıyorsunuz.. Biliyor musunuz, bu büyük bir
kusurdur... Benim en iyi arkadaşım, kendi yarattığım sevimli bir kız
çocuğu."
"İyi anlaşıyor musunuz
bari?"
"Uğraşıyoruz. Ama o ufaklık var
ya, anlatmakla bitmez.. ”
O çay salonunda oturan iki kişi,
herhalde bu sözleri hiç sarf etmediler. Ama o kadar zarif, o kadar
oturaklıydılar ki, böyle sözler söylemiyor olmaları çok hazindi. Sohbeti bunun
için yazdım işte, konuşmuş olsunlar diye... Sohbetin var olma duygumuzda
gedikler açtığı anlarda, tavırları, hareketleri, mimikleri, bakışlarındaki ve
gülümseyişlerindeki çocuksuluk - hepsi büyük bir sadakatle aktarır gibi
yaptığım şeyi yansıtıyordu açıkça.. . Daha sonra ikisi de evlenince ve tabii
başkalarıyla -birbirleriyle evlenemeyecek kadar yakınlar aklımda-, olur da
tesadüfen bu sayfalara gözleri ilişirse, inanın bana, hiç söylemedikleri
sözleri hemen hatırlayacaklar ve sadece gerçekte ne olduklarını değil, ayrıca
olmayı hiç istemedikleri, hatta gerçekte olmayı bilmedikleri kimseleri bu kadar
sadakatle yorumladığım için bana minnet duyacaklar..
Günün birinde yazdıklarımı okurlarsa,
gerçekten de bunları söylediklerine inanmak zorunda kalacaklar. Birinin
telaffuz ettiği, ötekinin dinlediği gerçek cümlelerde o kadar çok eksik vardı
ki... - zamanın kokusu, çayın rayihası, o buluşmanın hatırına kadının göğsüne
taktığı çiçeğin özel anlamı... Hepsi sohbetlerinin bir parçasıydı, ama
haklarında konuşmayı unuttular... Oysa gerçekten vardı bunlar; ben de
romancıdan çok bir tarihçi olarak el koydum meseleye. Bazı şeyleri tamamlayarak
yeniden inşa ediyorum... Bu da birbirlerine söyledikleri ve söylemeyi hiç
istemeyecekleri sözlere dikkatle kulak kabartmamın özrü olsun. 78
371
Ciddiyetle ve hüzünle konuşuyorum; bu
konu açmıyor beni, çünkü düşlerdeki neşeler tutarsızdır, hüzne boyanmıştır,
gizemli, özgün bir şekilde, onlara o nefi.s tadı veren de budur.
Bazen tarafsızca kendimdeki cazip,
saçma şeylere bakıyorum, görme duyusu açısından mantıkdışı olduklarından onları
göremiyorum -bir "buradan’dan, bir "şuraya" dan yoksun köprüler,
başı sonu olmayan yollar, tersine çevrilmiş manzaralar [...]-; bizi
bağlarımızdan kurtaran, gerçeklikle ve ardından sürüklediği o pratik
düşüncelerle, insani duygularla, yararlı ve verimli eylem arzularıyla dolu
şekilsiz kafileden uzaklaştıran, saçma, mantıksız, çelişkili ne varsa.
Saçmalık, sıkıntıya rağmen, düş görmenin tatlı öfkesini hissettiğimizde
başlayan ruh haline girmemizi engeller.
Ben ise, nasıl yaptığımı bilmeden, bu
saçma şeyleri görünür hale getirmeyi başarıyorum - nasıl anlatacağımı
bilemiyorum, ama görme duyumuzun kavrayamadığı bu şeyleri görüyorum.
372
Doğudan batıya,
saçmalayalım hayatı.
373
H.K.
23 Haziran 1932
Hayat istemeden çıkılan, deneysel bir
yolculuktur. Zihnin maddenin içinde yaptığı bir yolculuktur ve seyahat eden
zihin bize ait olduğundan, bizim de ömrümüz yolda geçer. Nitekim, dışarıdaki
hayatta yaşamış olanlara kıyasla çok daha derin, zengin, gürültülü hayatlar
sürmüş, içine kapanık, dalgın ruhlar vardır. Önemli olan sonuçtur. Hissedilmiş
olan neyse, yaşanmış olan da odur. İnsan, bir düşten de somut bir işten olduğu
kadar yorgun dönebilir. En çok yaşadığımız zaman, çok düşündüğümüz zamandır.
Bir balo salonunda, bir köşede duran
bir adam, bütün dansçılarla dans eder. Her şeyi görür, görmekle de her şeyi
yaşamış olur. Son ve nihai tahlilde her şey bir duyum meselesi olduğundan, bir
bedene temas etmekle onu görmek, hatta sadece hatırlamak arasında hiçbir fark
yoktur. Yani ötekileri seyrederken ben de dans etmiş olurum. Otların arasına
uzanmış, uzaktan üç hasatçıyı seyreden bir İngiliz şairin bir sözü vardır:
"Dördüncü bir hasatçı var, o da benim." 9
Aklıma geldiği gibi aktardığım bu
düşünceler, bugün üzerime çöken, besbelli hiçbir nedeni de olmayan büyük bir
yorgunluktan doğdu. Sadece yorgun değilim, gene hiç bilinmeyen bir sebepten
dolayı bunalmış haldeyim de. İçimde öyle bir sıkıntı var ki yaşlar gözümün
ucunda - ağlarken dökülen değil, tutulan yaşlar bunlar; bir ruh hastalığının
yaşları, hissedilebilir bir ıstırabın değil.
Ne uzun yaşadım hiç yaşamaksızın! Ne
çok düşündüm hiç düşünmeksizin! Durgun şiddetlerle, kıpırdamadan aşılmış
serüvenlerle dolu dünyalar çöküyor üstüme. Hiç sahip olmadıklarıma ve asla
olmayacaklarıma doydum artık, var olmayan tanrılardan bitkin düştüm. Hiç
girmediğim bütün savaşların yaraları var üzerimde. Sarf etmeyi hayal bile
etmediğim çabalar, etimi bitap bıraktı.
Donuk, dilsiz, boş.. . En
yükseklerdeki gök, yarım kalmış, ölü bir yaz mevsiminin göğü. Sanki yokmuş gibi
bakıyorum o göğe. Ne düşünüyorsam onu uyuyorum, yürürken uzanmış oluyorum,
hiçbir şey hissetmeden acı çekiyorum. Duyduğum büyük özlem hiçbir şey için, o
bir hiç, tıpkı görmediğim, kimliklerden sıyrılarak seyrettiğim derin gökyüzü
gibi.
374
2 Temmuz 1932
Günün cetvelle çizilmiş
kusursuzluğunda gene de durgunca bekleyen, güneşe boğulmuş bir hava var. Hayır,
yaklaşan bir fırtına yok - istemsiz bedenlerin keyifsizliği bu, inadına mavi
bir göğe yayılan belli belirsiz bir donukluk. İnsanın üzerine çöken aylaklığın
hissedilebilir uyuşukluğu, uykuya çelinen yüzü okşayan hafif tüy. Yaz yakıcı
olmasına rağmen dingin. İnsanın canı, hoşlanmasa bile kırlara gitmek istiyor.
Kendi kendime diyorum ki, farklı
olsaydım mutlu bir gün olurdu bu, çünkü düşünmeden mutlu olurdum. Her zamanki
işimi - her gün anormal derecede tekdüze gelen işimi erken bastıran bir
keyifle bitirirdim. Birkaç arkadaşla otobüse atlayıp Benfica'daki dış
mahallelere giderdik. Tam gün batarken, yeşillikler arasında akşam yemeği
yerdik. Neşemiz manzaranın ayrılmaz bir parçası olur, bizi gören herkes
tarafından da öyle kabul edilirdi.
Her şeye rağmen ben, ben olduğumdan,
kendimi o başka insan olarak hayal etmekten ince bir zevk almıyor değilim. Bir
ağacın ya da çardağın altında oturan o- ben birazdan midemin aldığının iki
katını yiyecek, içmeye cesaret edebileceğimin iki katını içecek, benim ömür
boyu gülebileceğimin iki katı gülecek. Az sonra o, şimdi ben. Evet, bir an için
farklı oldum: Ceketini bir kenara atmış bir hayvan olmanın insani, alçakgönüllü
zevkini bir başkasında gördüm, yaşadım. Bana böyle hayaller kurduran bir günün
tarihe geçeceğine şüphe yok! Kendimi bir yerlerde felekten bir gece çalan, turp
gibi sağlıklı, iş gezisine çıkmış biri olarak gördüğüm o uçucu düş gibi,
masmaviyle yoğrulmuş, muhteşem bir gün bu da.
(A Revista’da
yayımlanmıştır, sayı 1, 1932)
77.
Ya da: Bütün cehennemlerin ışıkları
havaya saçıldı.
78.
Ya da: ... ve günün birinde söylemiş
olmaktan kaçamayacakları sözlere.
79.
Edmund Gosse’un "Lying in the Grass”
şiirinden alıntı.
375
H.K.
Kır, bizim olmadığımız yerdir. Gerçek
gölgeler, gerçek ağaçlar, orada, yalnız orada yaşar.
Hayat, bir ünlemle bir soru
arasındaki tereddüttür. Şüphenin içinde bir son nokta vardır.
Mucize, Tanrı'nın tembelliğinden
olur, daha doğrusu mucizeyi uydurmakla biz ona tembel demiş oluruz.
Tanrılar, biz her ne olamayacaksak
onun cisimleşmesidir.
Varsayımların yorgunluğu..
376
H.K.
Zararsız bir ateşle gelen şu hafif
sarhoşluk, ağrıyan uzuvlarımızın içine soğuk ve yumuşacık, gözlerimizin, çarpan
şakaklarımızın içine ise sıcacık işleyen şu rahatsızlık - sevgili zorbasına
vurgun bir köle gibi candan bağlıyım o rahatsızlığa. Beni şu sızlanan,
titreyen, pasif şeye dönüştürüyor ki, bu sayede görülmeyenleri görüyor,
düşüncelerin etrafından dolaşıyor, duyguları araya katabiliyorum - ve sonunda
paramparça buluyorum kendimi.
Düşünmek, hissetmek, istemek
karmakarışık, tek bir şeye dönüşüyor. İnançlar, duyumlar, düşlenenler ve
gerçekler dört dörtlük bir düzensizlikte buluşuyor; ters çevrilmiş bir
çekmecenin içinden etrafa saçılan eşyalar gibi.
377
H.K.
İyileşmeye yüz tutmuş olma
duygusunda, hele de hastalık belli belirsiz sinirlere vurduysa, melankolik bir
neşe vardır. Heyecanlar ve düşünceler bir tür sonbahara girer, daha doğrusu
yaprakların dökülmediği, havasıyla, göğüyle sonbahara benzeyen bir ilkbahar
başına.
Yorgunluk bir keyif olabilir ve
keyifte hep biraz keder vardır. Bir taraftan bir parçası olduğumuz halde, var
oluşun biraz dışında hissederiz kendimizi, sanki hayatın balkonundan sarkmış
bakıyoruzdur. Tam olarak düşünmeden seyretmektey- izdir, tarif edilir bir duygu
olmaksızın hissetmekteyizdir. İstem gevşer, çünkü ona ihtiyaç yoktur.
İşte o zaman bazı anılar, bazı
umutlar, bazı belirsiz arzular usulca bilincin yamaçlarını tırmanmaya koyulur,
tıpkı bir dağın tepesinden görülüp de kim olduğu seçilemeyen yolcular gibi.
Uyduruk şeylerin anılarıdır bunlar, gerçekleşmese de olur umutlar, ne şiddetle
hissedilmiş, ne şiddetle ifade edilmiş, var olmayı istemekten bile aciz
arzulardır.
Gün de bu duyumlara uygun olduğunda,
örneğin sıcak olmayan, hatta bundan ötürü serin bile sayılabilecek kararsız bir
rüzgârın estiği, yaz ortası olduğu halde maviliklerle biraz perdelenmiş bugünkü
gibi günlerde - bu izlenimleri düşünüp, hissedip yaşadığımız için, anlattığımız
ruh hali de iyice derinleşir. Anılarımız, eskiden beslediğimiz umutlar ya da
arzular canlanmış değildir. Ama duygularımız şiddetlenmiştir ve belirsiz
ağırlıkları biraz -.saçma bir şekilde- yüreğimizi sıkıştırır.
Şu an, uzak bir şey var bende. Evet,
hayatın balkonundayım, ama tam olarak bu hayatın değil. Onun üzerindeyim,
durduğum yerden onu seyrediyorum. Hayat karşımda uzanıyor, bayırları,
teraslarıyla, vadideki köylerin ak evlerinden yükselen dumanlara doğru alçalan
zengin bir manzaraya benziyor. Gözlerimi kapattığımda görmediğim için, görmeye
devam ediyorum. Tekrar açarsam hiçbir şey görmez oluyorum, çünkü onları
görmüyorum. Tepeden tırnağa belirsiz bir özlemim - ne geçmişe, ne geleceğe
duyulan: Ben şimdiki zamanın bir özlemiyim, isimsiz, fazlasıyla uzamış,
anlaşılamamış.
378
H.K.
Nesneleri sınıflandıranlar, yani
bilimden sınıflandırmayı anlayan bilim adamları, sınıflandırılabilir şeylerin
sonsuz olduğunu, dolayısıyla sınıflandırılmayacağım genellikle bilmezler. Ama
beni asıl şaşırtan, sınıflandırılabilir bilinmeyen şeylerin; bilginin içindeki
boşluklarda yuvalanan, ruha ve bilince ait şeylerin varlığından da habersiz
olmaları.
Bu belki de aşırı düşünmemden ya da
düşlere dalmamdan kaynaklanıyor; var olan gerçeklikle düşü, yani var olmayan
gerçekliği birbirinden ayıramadığım doğru. Gök ve dünya üzerine düşünmeye
koyulduğumda, gün ışığında parlamayan ya da üzerinde yürünemez bir şeyleri işin
içine katıyorum - düş evreninin ele avuca sığmaz harikaları bunlar.
Varsaydığım günbatımlarının altın
rengine bulanıyorum, ama bu varsayım, varsayımımda capcanlı. Düşsel meltemlerle
kendimden geçiyorum, ama düşsel olan, düşlendiği anda hayat buluyor. Pek çok
hipoteze göre bir ruhum var, ama bu hipotezler de kendince bir ruha sahip,
dolayısıyla bana da kendi ellerindekini veriyorlar.
Gerçeklikten başka mesele yok, o da
zaten çözümsüz, ama dipdiri bir mesele. Bir ağaçla bir düş arasındaki fark
hakkında ne bilebilirim? Ağaca dokunabilirim; düşe sahip olduğumu bilirim.
Kendi gerçeği içinde nedir bu7
Nedir bu hakikaten7
Ipıssız büroda, bir başıma, akıl işe karışmadan düş gücüyle yaşamaya koyulan
benim. Terk edilmiş masalar ya da kolilerin yapıldığı tarafta yerlerde sürünen
paket kâğıtları, yumaklar düşüncelerimi bölmüyor. Tabureme tünemek yerine,
ileride gerçekleşecek bir terfinin onuruna, Moreira'nın tombul kollu koltuğuna
rahatça kurulmuşum. Belki de kutsal yağa bulanır gibi dalgınlığa bulanmamda bu
mevkinin de etkisi var. Çok sıcak günlerde insan uykudan başını kaldıramıyor;
bitkinlikten uyumaksızın uyuyorum. Bana bunları düşündüren de bu.
379
Sokak artık beni yoruyor; yo hayır,
yormuyor - hayattaki her şey sokak. Karşıda, sağ omzumun üstünden bakınca
gördüğüm bistro var ve gene karşıda, sol omzumun arkasına denk düşen kasa
yığını; ortada, ancak tam dönersem görebileceğim ayakkabıcı, Afrika
Kumpanyasının sundurmasını düzenli çekiç sesleriyle inletiyor. Öbür katların
ne olduğu belli değil. Üçüncü katta bir pansiyon var, dediklerine göre bir
fuhuş yuvası imiş, ama hep böyle, hayat böyle.
Sokak mı, beni yormak mı? Sadece
düşündüğüm zaman. Sırf sokağa bakarken ya da onu hissederken düşünmüyorum:
Köşede, en dipteki adam, muhasebeci yardımcısı hiç kimse olarak büyük bir iç
huzuruyla çalışıyorum. Ruhum yok, kimsenin ruhu yok - geniş salonda her şey
işten ibaret. Milyonerlerin gönül eğlendirdiği yerlerde, hep o yabancı
ülkelerde de iş vardır, ruh yoktur. Elde var topu topu bir, bilemedin iki şair.
Ah neler vermezdim benden de bir cümle kalsın diye geriye, duyanın,
"Güzel laf.’” diyeceği bir şey, tıpkı kopyalayıp ömrümün kitabının
sayfalarına kaydettiğim rakamlar gibi.
Galiba bir kumaş mağazasında
muhasebeci yardımcısı olmaktan hiç vazgeçmeyeceğim. Bütün samimiyetimle
söylüyorum, umarım asla şef muhasebeci olmam.
380
H.K.
28 Eylül 1932
Herhangi bir duyumu kaydetmeyeli uzun
zaman -belki günler, hatta aylar- olmuş; artık düşünmüyorum, öyleyse yokum. Kim
olduğumu unuttum; yazı yazamaz oldum, çünkü var olmayı bilmiyorum artık.
Anlamsızca bir uyuklama hali içinde başkalaştım. Hatırlamıyor olduğumu fark
ettiğime göre, demek uyanmışım.
Hayatımın bir anında bayılmışım.
Kendime geldiğimde, ne olduğumu hatırlamıyorum, bir vakitler sahip olduğum
benliğin anısı ise, kopukluktan dolayı bozulmuş. Hayal meyal, bilmediğim bir
zaman dilimi dönüp duruyor kafamda, belleğimin bir parçası öbür parçayı bulmak
için boş yere çırpınıyor. Kendi kendimle tekrar bağ kuramıyorum bir türlü.
Yaşadıysam da, bunun farkına varmayı unutmuşum.
Artık elle tutulur hale gelen
sonbaharın bu ilk gününün -ölü yazı azıcık ışıkla örten, serinlikten yoksun ilk
soğuk gün- mesafeli saydamlığıyla, sonuçsuz kalmış bir çabayı ya da aldatıcı
istekleri çağrıştırması değil mesele. Bu kaybolanlar inter- lude'unde
gereksiz bir anının yarım yamalak kalıntısıyla karşılaşmış olmak da değil.
Sebep çok daha acı, hatırlamadıklarımı anımsamaya çalışmanın sıkıntısı, bilmem
neyin kıyısında yosunlarla kamışların arasında boğulmuş olan bilincin onca şeyi
kaybettiğini görünce bastıran cesaretsizlik.
Kıpırtısız, dupduru günün, derin mavi
kadar parlak olmayan mavilikte, umut veren bir göğü olduğunu görüyorum. Her
zamankinden biraz daha az yaldızlı güneşin, duvarları, pencereleri nemli
oyunlarla altın ışıklara boğduğunu görüyorum. Rüzgârın esamisi okunmadığı,
hatta rüzgârı hatırlatacak ve yalanlayacak bir meltem bile esmediği halde,
tarifsiz şehrin üzerinde bir serinliğin uyuduğunu görüyorum. Düşünmeksizin,
istemeksizin görüyorum bütün bunları, sadece anılarımda uykum var, özlem
duyuyorsam o da sadece bu huzursuzluk yüzünden.
Yakalanmadığım bir hastalığın
ardından, uzak, işe yaramaz bir nekahet devresine giriyorum. Uyandığımda büyük
bir hevesle yapmaya cüret etmediğim şeye hazırlanıyorum. Hangi uyku bu beni hiç
uyutmayan? Hangi okşayış tek kelime etmeyen? Ateşli ilkbaharın soğuk
yudumlarını içime çekerek bir başkası olabilsem keşke! Hiç olmazsa bir başkası
olmayı düşünebilseydim, ah ne olurdu - hayatın kendisinden bile iyi olurdu bu,
anılarda canlanan o resimde, uzaklarda hiçbir rüzgârın sarsmadığı su yeşili
sazlar nehre eğilirken..
Asla olmadığım kişi aklıma
geldiğinde, kendimi gencecik hayal ediyorum sık sık, geri kalanı ise
unutuyorum! Hiç görmediğim manzaralar ne kadar değişmiş; gerçekten görmüş
olduklarım ise, hiç var olmadıkları halde ne kadar taze! Bana ne? Tesadüfler,
fasılalar tüketti beni ve gün serinliğini güneşten alırken, sahip olmaksızın
seyrettiğim gurubun içinde, nehir kenarlarında, kara sazlar buz gibi uyuyor.
381
H.K.
28 Eylül 1932
Sıkıntıyı, hiç başına gelmemiş
olanların bile anlayabileceği bir dille tarif eden henüz çıkmadı. Kimilerinin
sıkıntı dediği, aslında basbayağı bıkkınlık; ya da bir tür rahatsızlık; olsun
olsun yorgunluk. Gerçi sıkıntı, sahiden de yorgunluğu, rahatsızlığı ve
bıkkınlığı andırır, ama aradaki benzerlik suyla, bileşimindeki hidrojenin ve
oksijenin benzerliği kadar. Su onları kapsar, fakat benzeşmez.
Çoğunluk sıkıntıyı böyle sınırlı,
eksik bir şekilde tarif ederken, sıkıntıyı bir bakıma aşan bir tanım ortaya
atan üç beş kişi de yok değildir: Bunlar, dünyadaki çeşitliliğin ve
belirsizliğin uyandırdığı samimi ve tamamen manevi tiksintiye sıkıntı derler.
Bıkkınlık denen, insanı esneten şey; bizi bir türlü yerimizde oturtmayan ve
adına rahatsızlık denen şey; felç eden yorgunluk - bunların hiçbiri tam olarak
sıkıntı değildir; ama sıkıntı, boynu bükük özlemin zincirlerini kıran, hayal
kırıklığına uğramış arzuyu tekrar ayağa kaldıran ve ruhta gizemciyi ya da azizi
doğuracak tohumu şekillendiren, her şeyin boş, değersiz olmasının derin anlamı
da değildir.
Sıkıntı dünyadan bıkmış olmaktır
sahiden de, yaşadığını hissetmenin rahatsızlığı, yaşamış olmanın
yorgunluğudur; sıkıntı gerçekten de her şeyin haddinden fazla anlamsız olduğunu
tende hissetmektir. Ama bütün bunların ötesinde, sıkıntı aynı zamanda var olan
ya da olmayan başka dünyaların verdiği bıkkınlıktır; bir başkası olarak, bir
başka şekilde, hatta bir başka ülkede bile olsa yaşamak zorunda olmanın
rahatsızlığıdır; sadece dünün ve bugünün değil, ayrıca yarının ve eğer varsa
sonsuzluğun ya da hiçlik sonsuzluk ise hiçliğin verdiği yorgunluktur.
Sıkıntının pençesine düştüğünde ruhu
sadece, nesnelerin ve varlıkların boşluğu yaralamaz; nesneler ile varlıkların
dışında bir başka şey daha vardır boş olan, onu bizzat ruhun boşluğu hisseder
ve kendini de boşluk olarak duyar; o noktada kendiyle karşılaştığında bir
tiksinti duyar, kendini reddeder.
Sıkıntı kaosun fi.ziksel olarak
algılanması, kaosun her şey olduğu duygusudur. Esneyenler, somurtkanlar,
yorgunlar, daracık bir hücrede tutsak hissederler kendilerini. Hayatın dar
sınırlarından tiksinenler, eli ayağı bağlanıp daha geniş bir hücreye atılmış
gibidir. Sıkıntının pençesindeki insan ise, sonsuz bir hücrede, anlamsız bir
özgürlüğün tutsağıdır sanki. Sıkıntıdan esneyenler, rahatsızlığa ya da
yorgunluğa boyun eğenler yıkılan hücre duvarlarının altında kalabilir. Dünyanın
küçüklüğünden iğrenen insan, prangalarının kendiliğinden düştüğünü görüp kaçabilir;
ya da zincirleri kıramadığına hayıflanabilir ve bu acıyla tiksinmeden kendini
yeniden yaşayabilir. Ama sonsuz bir hücrenin duvarları bize mezar olamaz, çünkü
yokturlar; ayrıca zincire vurulmamış olduğumuzdan, canımızı yakarak bize hayat
verecek bir şeyden de yoksunuzdur.
Hiç ölmemecesine ölmekte olan akşamın
huzurlu güzelliği karşısında hissettiklerim bunlar işte. Berrak ve derin göğe
bakıyorum, bulut karaltılarına benzeyen belirsiz ve pembemsi şeyler var, uçarı,
uzak bir hayatın incecik, elle tutulmaz tüyleri bunlar. Gözlerimi nehre
indiriyorum, hafif bir ürpertinin yaladığı su daha derin bir gökten gelme bir
maviyi yansıtıyor adeta. Gözlerimi tekrar göğe çeviriyorum, görünmez havada
parçalanmaksızın tarazlanan belirsiz tonların arasında, sönmüş, sızlayan bir
beyazlık salınıyor, sanki daha yüksek, daha aşınmış oldukları bir yerde,
şeylerin de içinde bir şey varmış, o şeyin de kendine has, somut bir sıkıntısı
varmış, şeyler gibi olamamasının, kaygıdan ve hüzünden ibaret, ele gelmez bir
cisim olmasının sıkıntısı.
Öyleyse nedir? Derin havada, hiçbir
şey olmayan derin havanın dışında ne var? Gökyüzünde, ona ait olmayan bir
renkten başka ne var? Bu belirsiz katarlarda bu- lutluklarından şüphe duyduğum
bulutlardan başka ne var, batmakta olan güneşin belirginleşen pırıltılarından
başka ne var? Bütün bunların içinde benden başka ne var? Ah, işte budur
sıkıntı, sadece bu. Var olan her şeyde -gök, yer, evren-, hepsinde sadece benim
olmam!
382
Sıkıntının gerçek bir insana,
kendimle olan ilişkimin ete kemiğe bürünmüş haline dönüştüğü noktadayım.
383
H.K.
Dış dünyanın varlığı, sahnede oynayan
bir aktörün varlığına benziyor: Var olduğuna şüphe yok, ama kesinlikle bambaşka
bir şey olarak.
384
H.K.
.. .Ve her şey onulmaz bir hastalık.
Hissetmenin yararsızlığı, beceriksiz
olma mecburiyetinin ürpertisi, eylemekten âciz olmak [ ... 1
385
H.K.
2 Kasım 1932
Pus mu, yoksa duman mı? Yerden mi
geliyordu, gökten mi iniyordu? Bilen yoktu: Bir yerlerden inen ya da fışkıran
bir şeyden çok, havaya musallat olmuş bir hastalıktı sanki. Belki de doğanın
bir gerçeği değil de, gözümüzdeki bir rahatsızlıktı.
Her ne ise, manzara baştan sona
uyuklama, güçsüzlük getiren, tarifsiz bir rahatsızlıkla doluydu. O kötü
güneşin sessizliği, tamamlanmamış bir bedende cisim- leşmişti sanki. Bir şey
olacak gibiydi, gözle görülür şeyleri bağrında sarıp sarmalamış bir tür önsezi
boşlukta salınıyordu adeta.
Gökyüzünde süzülen bulutlar mıydı,
yoksa pus mu, söylemek zor. Yer yer biraz renklenen, anlamsız bir uyuşukluk
vardı, eski pembe tonlarında çözüldüğü ya da mavileşerek durgunlaştığı yerler
dışında belli belirsiz sarılar bulaşmış bir grilik vardı, ama maviler gökyüzü
müydü, yoksa bir başka mavi mi gelip onu kaplamıştı, artık anlaşılmıyordu.
Hiçbir şey belirli değildi,
belirsizlik bile. İşte bunun için insanın içinden pus gibi görünmeyen pusa
duman demek geliyordu ya da ne olduğunu zerre kadar anlamadan bu pus mudur,
duman mıdır, diye meraklanıyorduk. Belirsizliğe katkıda bulunan sıcak hava için
de bu böyleydi. Ne sıcakla, ne soğukla, ne serinlikle: Hava, ısısını,
sıcaklığın dışındaki bir şeylerden çekip çıkardığı unsurlarla örmüştü sanki.
Özetlemek gerekirse, gözü üşüten pus eli yakıyordu, dokunma ve görme duyuları
aynı duyunun iki farklı algılama biçimiydi adeta.
Durgun, gerçek bir sisin yanında
getirdiği ya da gerçek, doğal dumanın kâh aralayıp kâh yarı kararttığı,
ağaçların çevresini ya da evlerin köşelerini saran o çizgiler ya da köpüklü
hatlar bile yoktu görünürde. Her şey kendiliğinden, belli belirsiz gündüz
görülenleri hatırlatan gölgeler saçıyordu sanki dört bir yana, gölgenin gölge
olduğunu kanıtlayacak bir ışık, görünür bir nesne olduğunu doğrulayacak bir
kaynak olmaksızın.
Zaten gölge gözle görülmüyordu bile:
Bir şeyi görmenin başlangıcı gibiydi, ama nereden bakılsa aynıydı, yarı-görünen
şey, tam olarak ortaya çıkmaya çekiniyordu sanki.
Ya hissedilen neydi? Herhangi bir şey
hissetmenin imkânsızlığıydı tam olarak, çünkü yürek başın içine savrulmuş,
bütün duygular birbirine karışmıştı ve varoluş uyanmanın uyuşukluğu içindeydi,
işitmeye benzeyen hayvansı bir duyu keskinleşmiş, kesin, anlamsız bir şekilde
ortaya çıkacak bir şeyi kolluyordu, tıpkı gerçeklik gibi hep kendini göstermek
üzere olan ve gene tıpkı gerçeklik gibi ortaya çıkmamanın ikiz kardeşi olarak
kalan bir şeydi bu.
Zihinde dönüp duran uyuma isteği
sönmüştü, çünkü bunun düşüncesi bile esnemeyi zahmetli bir iş haline getirir.
Görmekten vazgeçmek gözleri acıtır. Varlık renksizce böyle her şeyden
vazgeçerken, var olmayı beceren biricik imkânsız dünya, uzaklardan, dışarıdan
gelen seslerden ibarettir.
Ah evet, bir başka dünya, başka
şeyler ve onları hissedecek bir başka ruh, ruhun bilincine varacak bir başka
zihin! Ruhla varlıkların beraberce azalmasından, olan her şeyin tarifsizliğinin
uyandırdığı mavimsi şaşkınlıktansa her şey, hatta sıkıntı bile yeğdir!
386
H.K.
28 Ekim 1932
Yan yana-apayrı, ormanın içindeki
keskin dönüşlere ayak uydurarak yürüyorduk. Kendimizdeki yabancı taraf olan
adımlarımız, engebeli zemine yayılmış sararmış, yarı yeşil yaprakların
çıtırdayan yumuşaklığında uyumla yürürken tek yürek olmuştu. Ama adımlarımız
aynı zamanda birbirinden kopuktu da, çünkü iki ayrı düşünceydik, aramızda ikisi
birden aynı şeyi arşınlayan, olmadığımız o şeylerden başka hiçbir ortak nokta
yoktu.
Sonbahar gelmişti bile, kulağımıza
çiğnediğimiz yapraklardan başka, bize hoyratça eşlik eden rüzgârın etkisiyle
durmadan dökülen yaprakların ya da geçmiş veya geçmekte olduğumuz yerlerdeki
yaprakların sesleri çalınıyordu. Orman, bütün diğer manzaraları silmişti. Ne
var ki orman, çürümüş bir zeminde beraberce ve apayrı olarak adım adım
yürümekten başka hayatı olmayanlar için yeten bir yerdi, bir memleketti. Öyle
sanıyorum ki sonbaharlardan bir sonbaharda, o simgesel ve gerçek ormanda o
günün, belki herhangi bir günün ya da bütün günlerin sonuydu.
Hangi evleri, hangi görevleri, hangi
aşkları terk etmiştik - biz bile bilemiyorduk bunu. O an, unuttuğumuzla hiç
bilmediğimiz arasında ilerleyen yolculardık, yüzüstü bırakılmış ideallerin
atsız şövalyeleriydik. Ama yürüyüşümüzün amacı, varlık nedeni bundaydı ve
ayaklarımızın altında çatırdayan yaprakların dinmeyen sesinde, kararsız
rüzgârın daima sert ıslığında - belki yürüyüş değil de geliştir, çünkü ne yolu
ne de anlamını bildiğimizden, gidiyor muyduk, yoksa geliyor muyduk, ondan da
habersizdik. Ve döküldükleri belli bir yer olmadığı, hatta görünürde dökülen
yaprak da olmadığı halde, ağır enkazlara dönüşmüş yaprakların sesi hüznüyle
ormanı sürekli uyutuyordu.
Aslında yanımızdakini merak ettiğimiz
yoktu, ama o olmadan yola devam etmezdik de. Ötekinin yanımızda olması,
içimizde devam eden bir tür düştü. Uyumlu ayak seslerimiz öteki olmadan
düşünmemize yardımcı oluyordu, oysa tek başımıza olsak, ayak seslerimizden
uyanırdık. Orman art arda, sahte düzlüklerden ibaretti, sanki kendi de sahte ya
da tükenmek üzere gibiydi, ama ne sahte görünmenin bittiği bir yer vardı, ne
de ormanın. Uyumlu adımlarla hep aynı düzende yürümeye devam ediyorduk ve her
şeye dönüşmüş olan, evren olmuş olan ormanda, ayaklarımızın altında çatırdayan
yaprakların etrafında düşen yaprakların ince sesi duyuluyordu.
Kimdik biz? Gerçekten iki kişi
miydik, yoksa tek bir varlığın iki hali mi? Hiçbir fikrimiz yoktu, sormuyorduk
da. Ormana zifiri karanlık çökmediğine bakılırsa, bir yerlerde bulanık bir
güneş olmalıydı. Belirsiz de olsa bir amaç vardı herhalde, yoksa ilerlemezdik.
Bir orman olduğuna göre, demek ki bir dünyadan da bahsedilebilirdi. Biz ise,
ölü yaprakların üstünde durmaksızın, uyumlu adımlarla yürüyen yolcular, usulca
dökülen yaprakların isimsiz, imkânsız dinleyicileri olarak, var olan ya da
olabilecek her şeyin yabancısıydık. Hepsi bu. Kâh kuvvetli, kâh daha yumuşak
yükselen yabancı rüzgârın mırıltısı, tutsak yapraklardan gelen kâh tiz, kâh
boğuk hışırtı, ölü doğmuş bir kalıntı, bir tereddüt, bir tasarı ve sonra ben,
ikisinden hangisi olduğumu bilemeyen ben, yoksa ikisi birden miydim ya da
hiçbiri değil miydim; sonbahardan ve ormandan, hoyrat ve belirsiz esen
rüzgârdan, dökülmüş ve sonsuza kadar dökülen yapraklardan başka hiçbir şeyin
olmadığı trajediyi seyrettim, sonunu görmeden. Gene de dışarıda bir yerde kesinlikle
bir güneş ve bir gün varmış gibi, ormanın hışırtılı sessizliğinde, var olmayan
bir amaç uğruna hep mükemmel görüyordu insan.
387
H.K.
[ ...] uzak yataklarda gerçekten
hayal ettiği mor hareli, yaldızlı denizlerin bağrında, muhteşem adalar gördüğü
anda boğulan bir kazazede gibi.
Galiba benim gibilere dekadan
diyorlar, içimde (zihnimin dışarıdan yaptığı tarife göre) egzotik, ateşli bir
ruhu beklenmedik kelimelerle açığa vuran, güya olağanüstü geçinen o hüzünlü
pırıltılardan olmalı. Böyle yaratıldığımı ve saçma olduğumu hissediyorum. İşte
bundan dolayı, klasik yazarların ortaya attığı bir hipoteze öykünerek, en
azından yedek ruhumu süsleyen duyguları bir dil matematiğiyle anlatmaya
çalışıyorum. Yazarak düşünmeyi sürdürürken bir an geliyor, dikkatimin esas
olarak nereye yoğunlaştığını anlayamaz oluyorum - bilmediğim bir nakış
deseniymiş gibi tarif etmeye çalıştığım dağınık duygulara mı, yoksa nasıl tarif
ettiğimi tarif etmek isterken sonunda aralarına dalıp pusulamı şaşırdığım,
kaybolduğum, daha ötelerdeki başka şeyleri görür olduğum kelimelere mi. Bende
fikirlerin, kelimelerin ve imgelerin çağrışımlar yaptığını hissediyorum -
bunların hepsi aynı anda hem gayet net, hem de karmaşık bir şekilde
gerçekleşiyor- ve hissettiğimi zannettiklerim kadar hissettiklerimi de
söylüyorum; ruhumun, yüzüstü bıraktığı yerde çiçeklenmiş imgelerden hangilerini
bana telkin ettiğini ayırt edemiyorum; barbar bir kelimenin sesinin ya da
araya kattığım bir cümlenin ritminin beni zaten belirsiz olan konudan,
biriktirdiğim duygulardan uzaklaştırıp uzaklaştırmadığını, tıpkı kafamız diye
çıktığımız yolculuklardaki gibi beni düşünmekten ve söylemekten alıkoyup
koymadığını anlayamıyorum. Ve aslında tekrarlandıkça bana kendimi yararsız,
başarısız hissettirmesi, nihayetinde kederlendirmesi gereken bütün bu şeyler,
pırıl pırıl kanatlar veriyor bana. İmgelerden bahsetmeye başlamamla -belki de
aşırı imge kullananları ayıplama niyetiyle yola çıktığım için-, içimde başka
imgelerin doğması bir oluyor; hissetmediğim şeyi reddetmek için içimde
diklenmeyegöreyim, bir bakıyorum ki o şeyi hissetmekteyim, itirazım da allı
pullu bir duyguya dönüşmüş; nihayet çabalarımdan umudu kesip kestirme yollara
sapmaya kalkıştığımda bu sefer de gayet klasik bir terim ya da uzamsal, yalın
bir sıfat, önümde duran, uyuklayarak bir şeyler çiziktirdiğim kâğıdın
üzerindeki sır perdesini kaldırıyor, mürekkepten doğma harfler o an sihirli
işaretler barındıran, saçma bir haritaya dönüşüyor. Kalemimle birlikte kendimi
de yerine kaldırıyorum, arkama yaslanarak kıpırtısızlığın o koca pelerinine
sarınıyorum, dağılmışım, uzağım, parçalanmışım ve dişi bir şeytan gibiyim,
uzak yataklarda gerçekten hayal etmiş olduğu mor hareli, yaldızlı denizlerin
bağrında muhteşem adalar gördüğü anda boğulan bir kazazede gibi nihaiyim.
388
H.K.
Duyularımızın sadece edebiyatı
algılamasını sağlasak; eğer onlar yükseldikçe bizim küçülmemiz gibi bir tehlike
varsa, heyecanları da sırf oynak ve parlak cümle heykelleri yapmaya yarayan
malzemeye dönüştürsek..
389
H.K.
Bugün ruhumu tanımlamak için tercih
ettiğim ifade, duyarsızlıklar yaratıcısı. Hayata faydası dokunacak bir eylemde
bulunacak olsaydım, en çok, insanları kendileri için hep daha fazla, ortak
hayatın dinamik yasası içinse hep daha az hissedecek şekilde yetiştirmek
isterdim. Sıradanlığın hastalığı yaymasını engelleyebilecek bu manevi
temizliği insanlara öğretmek; idealimdeki sahici pedagoga yıldızların biçtiği
kader bence bu olabilir. Yazdıklarımı okuyan herkes (konunun gerektirdiği gibi,
adım adım da olsa) başkalarının bakışları ya da görüşleri karşısında hiçbir şey
hissetmemeyi öğrensinler - bu kaderimde varsa, hayatımın skolastik durgunluğu
şöyle böyle de olsa ödülünü bulmuş demektir.
Eylemsizliği, oldum olası
metafiziksel nedenlerden kaynaklanan bir hastalık olarak yaşadım. Herhangi bir
eylemde bulunmak, varlıkları kavrayışımı hep zedeledi, dış evrende ikiye
bölünmesine yol açtı; sadece kımıldandığını zaman bile, bundan böyle
yıldızların, göğün aynı kalamayacağı izlenimine kapıldım. İşte bu nedenle en
ufak bir hareketin bile metafiziksel olarak neye tekabül ettiğini, çok erken
yaşta, şaşırtıcı derecede açık bir şekilde görür oldum. Eyleme, aşkın bir
dürüstlük anlayışından ileri gelen bir edeple yaklaştım, bu tavır bilincime
kazındığından beri hissedilebilir dünyayla içli dışlı olmaktan beni alıkoyuyor.
390
Batıl inançlara sahip olabilmek, en
yüksek düzeyde icra edebildiğinde, bir insanın üstünlüğünü kanıtlayan
sanatlardan biridir.
391
H.K.
13 Aralık 1932
Kendimce düşünüp gözlem yapmaya
başladığımdan beri, insanların gerçeği bilmediğini, hayatta çok büyük önem
taşıyan ya da sadece yaşamaya fayda sağlayan hiçbir alanda aralarında
anlaşamadıklarını fark ettim. En kesin bilim, kendi yasalarıyla kurallarının
dört duvarı arasında yaşayan matematiktir; kuşkusuz uygulamalı olarak başka
bilimleri aydınlatmaya hizmet eder, ama tek yaptığı öteki bilimlerin
keşfettiklerine ışık tutmaktır: Keşfetmeye yardımcı olmaz. Öteki bilim
dallarında güvenilir bulunan, kabul görmüş hiçbir şeyin hayatın nihai amaçları
için zerre kadar önemi yoktur. Fizik, demirin genleşme katsayısını gayet iyi
bilir; ama dünyayı kuran gerçek mekanizmadan habersizdir. Bilmeyi
istediklerimiz çoğaldıkça, bildiklerimiz o kadar azalır. Bir tek metafi.zik
vardır gerçeğin ve hayatın nihai hedeflerine yüzünü dönmüş olan, bu bakımdan
bizim yüce kılavuzumuz olabilirdi, ancak metafizik bilimsel bir teori bile
değildir, Falanca'nın, Filancanın elinde belli bir tarzı olmayan zavallı
evceğizlere dönüşen, çimento tutmayan bir tuğla yığınıdır alt tarafı.
Bunun dışında insanların hayatıyla
hayvanların hayatı arasında, yanılgıyı ya da cehaleti yaşama tarzları dışında
bir fark olmadığına da dikkat ettim. Hayvan ne yaptığını bilmez: Düşünmeden,
akıl yürütmeden, gerçek bir geleceği olmadan doğar, büyür, yaşar ve ölür. İyi
ama, hayvandan farklı yaşayan kaç insan var ki? Hepimiz uyuruz, tek fark
düşlerimizde, düşlerimizin eriştiği nitelik ve seviyededir. Ölüm belki bizi
uyandırıyordur, ama bu da cevapsız bir mesele - imanın verdiği cevabı
saymazsak tabii, buna göre inanmak zaten kazanmak demektir; umudun cevabına
göre sahip olmak arzulamakla olur; Tanrı sevgisi ise, veren, alır, der.
Bu soğuk ve hüzünlü kış gününde,
akşam yaklaşırken yağmur yağıyor, dünyanın ilk sayfasından beri, aynı
tekdüzelikle hep yağmışçasına. Yağmur yağdıkça duygularımı büküyor sanki, onlar
ise tam göremeyen gözlerini kentin zeminine çevirmiş; hiçbir şeyi beslemeyen,
yıkamayan, neşe vermeyen bir su akıyor yerde. Yağmur yağıyor ve birden, ne
olduğunu bilmeyen, düşüncelerini ve heyecanlarını hayal eden, yeraltında bir
yuvaymış gibi varlığın özel bir yerine büzülmüş, azıcık ısınınca ezeli bir
gerçeğe kavuşmuş gibi sevinen bir hayvan olmanın sonsuz hüznüyle doluyor içim.
392
Halktan insanlar - iyi insan budur
işte !
Halk insanı, hiçbir zaman insanlığa
hizmet amacı gütmez. Temel özelliği, kendi çıkarlarını şiddetle koruması, aynı
şiddetle, mümkün olduğu kadar başkalarının çıkarlarına da köstek olmasıdır.
Halk insanı geleneklerini
yitirdiğinde, bu, toplumsal bağın kopması anlamına gelir; toplumsal bağla
birlikte, azınlıkla halk arasındaki bağ da kopmuş olur. O bağın kopmasıyla
sanatın ve gerçek bilimin sonu gelir, uygarlığı doğuran temel etkenler tükenir.
Var olmak, inkâr etmek demektir.
Bugün yaşayan ben, dün ben olan şeyin, dünkü benin, tekrar inkârından başka
neyim ki? Var olmak, kendini yalanlamaktır. Hiçbir şey hayatı, yazılanların bir
gün sonra tekzip edildiği gazetelerden daha iyi anlatamaz.
İstemek, muktedir olmamaktır. Eyleme
geçmiş olan varsa, bunu eylemi yapabilmesinden önce, ama ancak gerçekten
muktedir olduğu zaman istemiştir. İsteyen asla muktedir olamaz, çünkü isterken
yitip gider. Bence bunlar temel ilkeler.
393
H.K.
... gerçekten arzu etmemiş olduğumuz
halde hepimizin yaşadığı hayatın amaçları gibi kirli.
İnsanların hepsi değilse de çoğu
iğrenç bir hayat yaşıyor: Bütün neşeleriyle, hemen bütün acılarıyla iğrenç1
ölüm acısı hariç1 çünkü ona Gizem karışıyor.
Dikkatsizliğimden süzülerek gelen,
birbirine koşan rasgele dalgalar halinde yükselen sesler duyuyorum, dışarıdan
gelen dağınık, kıvrak sesler adeta başka bir dünyaya ait - doğalı, yani
sebzeleri; toplumsalı, yani piyango biletleri; yuvarlak tekerlek gıcırtıları
(hızla sarsılarak ilerleyen yük arabaları, üstü kapalı arabalar);
tekerleklerinin dönüşünden ziyade hareketleriyle algılanan otomobiller; rasgele
bir pencerede bilmem neyin kımıldaması; bir çocuğun ıslığı, üst kattan bir
kahkaha, yan sokakta tramvayın madeni iniltisi; bizimkini dik kesen sokaktan
yükselen karmaşık sesler; yükseklikler, alçaklıklar, farklılıklardan yükselen sessizlikler;
trafik ve gök gürlemesi gibi durup kalkmalar; bir ayak sesi; karmaşık seslerin
başlangıçları, ortaları ve sonları - otların arasına gömülmüş bir taş gibi
bunları düşünerek uyurken, bir şekilde, yerimde rahatsızca kıpırdanarak dünyayı
gözetlerken benim için bunların hepsi var.
Ardından ve bu kez hemen yandan, evin
içinden sesler gelip ötekilere karışıyor: ayak sesleri, bulaşık, süpürge,
kesik kesik söylenen bir şarkı (belki bir fado); [...] sofradaki eksikler
yüzünden atışmalar; komodinin üstünde kalmış sigaraları istemeler - bütün
bunlar gerçeklik, düş dünyama girmeyen, cinsellik barındırmayan gerçeklik.
Ne kadar da hafif küçük hizmetçi
kızın adımları ve zihnimde canlanan, kenarına kırmızı ve siyah bant geçilmiş
terlikleri - onları bu kadar net olarak görüyorsam, çıkan ses o kırmızılı
siyahlı banttan bir şeyler aldığı içindir; evin oğlunun daha kararlı, daha
kendine güvenli botlarının sesi, çocuk tiz bir "az sonra görüşürüz'un
ardından gidiyor, kapının çarpması sözü ikiyebölerek, "az"dan sonra
gelen "...görüşürüz'ün yankısını boğuyor; birden bir sessizlik, sanki
dünya burada, dördüncü katta durmuş; yıkanacak bulaşıkların sesi; akan su; bir
"ben sana demiştim" ve nehirden sessizlik sireni yükseliyor.
Ama beni, düş gücüme olduğu kadar
mideme de vuran bir uyuşukluk sarmış. İki sinestezi arasında dağlar kadar
vaktim var. Kalkıp soracak olsalar, benim de canım cevap vermek istese, şu ağır
akan kısa dakikalardan; düşüncenin, heyecanın ve eylemin, hatta neredeyse
bizzat duyumun şu anki hiçliğinden, paramparça iradenin şu ölü doğmuş
çöküşünden daha iyi, daha kısa bir hayat isteyemezdim, bunu düşünmek bir
mucize. Arkasından neredeyse düşünmeksizin kendime diyorum ki, insanların
çoğu, hatta belki tamamı bu şekilde yaşıyor, daha yukarıda, daha aşağıda, kımıldamadan
ya da hareket ederek, ama yüce hedefler söz konusu olduğunda aynı uyuşukluğa
kapılarak, tasarılarına böyle boş vererek, hayatın yoğunluğunu böyle azaltarak.
Ne zaman güneşte uzanmış bir kedi görsem, insanlığı düşünürüm. Ne zaman uyuyan
birini görsem, her şeyin uyku olduğunu düşünürüm. Ne zaman biri rüya gördüğünü
söylese, o adamın belki de hiç düşünmemiş olduğunu, baştan beri sadece rüya
gördüğünü düşünürüm. Sokağın gürültüsü bir kapı açılmış gibi kabarıyor ve zil
sesi geliyor.
Önemli değildi, çünkü kapı hemen
kapandı. Ayak sesleri koridorun öbür ucunda duruyor. Birilerinin taşıdığı
tabakların, su ve kap kacak sesi çınlıyor [ ... ]
394
H.K.
Hayal kurduğum gibi, istersem akıl da
yürütürüm, çünkü o da aslında hayal kurmanın bir başka biçimidir sadece.
Daha talihli zamanların prensi, bir
vakitler prensesindim senin, anısı hâlâ içimi yakan, başka türlü bir aşkla
sevmiştik birbirimizi.
395
O yumuşacık, o havai saat, yüz sürüp
dua etmek için yapılmış gezgin bir mihrap gibiydi. Karşılaştığımız an, gökte en
uyumlu burçlar bir araya gelmişti mutlaka. Hissetme bilincimize karışan, görür
gibi olduğumuz düşün belirsiz bedeni nasıl da ipeksi, nasıl da inceydi. Hayatın
yaşanmaya değmediğine dair o dokunaklı düşüncenin, bayağı bir yaz mevsimi gibi
içimizde tamamen sönüp gittiğini duymuştuk. Yanlış da olsa, aşina olduğumuzu
düşleyebileceğimiz o ilkbaharın tekrar doğduğunu hissediyorduk. Gösterişsiz
benzerliğimizde, ağaçların arasındaki havuzlar bir tertip sızlanıyordu, tıpkı
kıraç dağlardaki güller ve yaşamanın tarifsiz melodisi gibi - bütün bunlarda
kimsenin bir sorumluluğu yoktu.
Sezmenin ya da bilmenin yararı yok.
Gelecek bizi saran bir sis ve yarın görür gibi olduğumuz anda bugüne benzer.
Alın yazım: ayın en soylu ışıkları büyük yollara saçılmışken, yaprakların
arasında o belirsiz saatin melteminin taşıdıklarından ya da kulağımızın
duyduğunu sandıklarından başka ürperti yokken, karavanın yolda bıraktığı
palyaçolar. Uzaklarda !allar, kaçak gölgeler, hep yarım kalan, ölümle nihayete
ereceğinden de şüphe duyan düş; ölen bir güneşin ışıkları, yamaçtaki evde
parlayan bir lamba, sıkıntı yüklü gece, kitaplardan yükselen ölüm kokusu,
yalnızlık ve dışarıdaki hayat, tepelerin öbür yamacında yıldızlara boğulmuş
olan uçsuz bucaksız gece, gecenin içinde ağaçlar ve yeşil rayihaları.
Istırapların sayesinde ne hayırlı düğünler kuruldu; tek bir geminin bile geri
dönmediği o limana, üç beş kelimeyle asalet kazandırmayı bildin - gerçek
gemiler bile değildi gelmeyenler; ve yaşamanın dumanı her şeyi çizgilerinden
soyundurup gölgeleri ve belli belirsiz sınırları bıraktı geriye, uğursuz
havuzlarda tutsak suların hüznünü, zafer takma dönmüş çalıları, Watteau usulü
perspektifleri, sıkıntıyı ve sonra hepsi bu. Binyıllar, sadece senin geleceğin
binyıllar, ama yolda dönüş yok, demek ki hiç gelemeyeceksin. İçinden kaçınılmaz
baldıranlar içilen kadehler - senin değil, bütün insanlığın hayatının
kadehleri; ve hatta dakikalar ilerledikçe doğrulup sıkıntısının yollarında
yürüyen kaygılı, boğuk gecenin içinde yalnızca duyulan, yalnızca düşüncede
duyulan hafifçe açılmış kanatlar, fenerler, gizli köşeler. Sarı ve yeşil-siyah
ve mavi-aşk - her şey ölü ey sütannem, her şey ölmüş ve hiç gitmeyen o gemi var
ya, işte o aslında bütün gemiler! Dua et benim için, duan benim için
yükselirken belki Tanrı'yı da yoktan var eder. En aşağıda, uzaklaşmış kaynak,
belirsiz hayat, gecenin çöktüğü köyde sönen duman, bulanık bellek, uzak
nehir.. Uykunu bağışla bana, unutuşu bağışla ey kendi varlıklarıyla uzlaşamayan
Belirsiz Amaçların efendisi, Okşayışların ve Takdislerin Anası..
396
H.K.
30 Aralık 1932
Şu an, son yağmurlar da göğü terk
edip toprağa kök salmışken -gök dupduru oldu, yer ise nemli ve hareli-,
yükseklerdeyken derin mavinin izini süren hayatın şimdi yoğunlaşmış olan
aydınlığı, aşağıda, geçmiş sağanakların serinliğiyle neşelenmek için ruhlarda
göğünün bir parçasını bıraktı, yüreklerde ise serinliğinin birazını.
İstesek de istemesek de, zamanın,
yerle göğün zavallı uyrukları olan şekillerinin, renklerinin kölesiyiz.
Etrafını hor görerek kendine dalan birinin geçeceği yollar bile, yağmura,
güneşe göre fark eder. Sırf yağmur yağıyor ya da dindi diye, belki de ancak
soyut duyguların en mahrem yerinde algılayabileceğimiz birtakım karanlık
dönüşümler meydana gelebilir, gerçekten hissetmediğimiz halde hissedilebilir
bunlar, çünkü zamanı da tam hissetmediğimiz halde pekâlâ hissetmişizdir.
Her birimiz başlı başına çoğuluz,
kalabalığız, kendi kendimizin çoğalışıyız. Bundan dolayı, etrafındaki havayı
küçümseyen varlıkla, ondan tat alan ya da acı duyan varlık bir değil.
Varlığımızın geniş kolonisinde başka türlü düşünen ve hisseden, farklı cinsten
nice insanlar yaşar. Şu birkaç kelimeyi -ya da duyguyu- yazmakta olduğum şu
anda (hazır fazla iş yokken, rahatlamak için iyi bir yol bu), aynı anda hem
büyük bir dikkatle yazmakta olan kişiyim, hem o anda yapacak işi olmadığına
sevinen kişi, dışarıya bakıp göğü gören (zaten oturduğum yerden seçilmiyor
gökyüzü), bütün bunları düşünen kişi ve vücudunda bir rahatlık hisseden, elleri
biraz üşüyen de benim. Yabancılardan kurulu bana ait bu evrenden, alacalı
bulacalı ama sıkışık bir kalabalıkmış gibi tek bir gölge vuruyor yere -
yazmakta olan birinin huzurlu bedeni bu gölge, ödünç verdiğim kurutma kâğıdımı
geri almaya giderken onu ayağa kaldırıp Borges'in yüksek masasına doğru eğiyorum.
397
Gölge-ışık dizileriyle, daha doğrusu
ışık ve daha az ışıkla alacalanmış cephelerin arasında, sabah şehrin üzerine
ağıyor. Anlaşılan güneşten değil, şehrin kendisinden fışkırıyor sabah, ışık
seli çatılardan, duvarlardan geliyor - fi.ziksel olarak onlardan değil, daha
ziyade bulundukları yeri kaplayan varlıklarından.
Işığı görünce büyük bir umuda
kapılıyorum; evet, kabul ediyorum, bu tamamen edebi bir şey. Sabah, ilkbahar,
umut - bunları bir ezgiyle birbirine bağlayan melodik bir amaç var; ruhumda da
aynı amacın aynı anısı onları bir arada tutuyor. Yo, hayır; kendimi de şehir
gibi gözlemlersem, bugünün, bütün diğer günler gibi sona ermesinden başka bir
umut olmadığını anlarım. Akıl, şafağı da görür. Bugüne umutlar bağladımsa da,
benim değildiler, geçen zamanı yaşamakla yetinen
insanlara aitti onlar,
ben ise sadece, onların anı tamamen dışarıdan algılayışlarını istemeden
kendimde canlandırmıştım.
Umut etmek mi? Ne var ki umut
besleyeceğim? Günün kendinden başka bir vaadi yok, gayet iyi biliyorum bir
akışı, bir de sonu olduğunu. Işık diriltiyor beni, ama ne fayda; bugünü nasıl
bulduysam öyle bırakacağım, birkaç saat yaşlanmış, bir duyguyla keyiflenmiş,
bir düşünce yüzünden biraz üzülmüş olarak. Her yeni doğumda, neyin öleceğini
düşlemektense neyin doğduğunu hissedebiliriz pekâlâ. Şimdi, yüce, engin ışığın
altında şehir bir ev tarlasına benziyor - doğal, geniş ve planlanmış bir şey.
Ama bu görüntünün ortasındayken bile, nasıl unutabilirim var olduğumu? Şehir
bilincim içimde, benim özbilincim aslında.
Birden çocukken, sabahın şehrin
üzerinde yükselişini, bugünkünden bambaşka türlü gördüğüm geliyor aklıma. O
zamanlar benim için değil, hayat için doğardı gün, çünkü henüz bilinçli
olmadığımdan hayatın ta kendisiydim. Sabaha bakınca neşem yerine gelirdi; bugün
de sabaha bakarken seviniyorum, fakat aynı zamanda hüzünleniyorum da. Çocuk
duruyor hâlâ, ne var ki sustu. Onun gibi görebiliyorum, ama gözlerimin ardında
görmekte olduğumu görüyorum; ve o dakika güneş kararıyor, ağaçların yeşili
kararıyor, çiçekler daha tomurcukları patlamadan soluyor. Evet, eskiden
buralıydım gerçekten de; bugün en yeni görünen manzaraların karşısında bile,
sürgüne gidip de geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi, hem hancıymışım hem de
ebedi göçebe, gördüğüm, duyduğum her şeyin yabancısıymışım, kendimden
yaşlanmışım.
Her şeyi gördüm çoktan, hatta hiç
görmediklerimi, asla görmeyeceklerimi bile. Gelecekteki manzaraların anısı bile
dolaşıyor kanımda, tekrardan görmek zorunda kalacaklarımı düşününce, sıkıntıma
hemen tekdüzeliğin tadı sızıyor.
Penceremden sarkmış, koca şehirdeki
rengârenk yığınları seyrederken ruhum tek bir düşünceyle meşgul: Bütün
samimiyetimle ölmek, hesabı kapatmak, dünyadaki hiçbir şehrin üzerinde bir daha
asla ışık görmemek, bir daha asla düşünmemek, hissetmemek, güneşin ve günlerin
akışını ardımda bir paket kâğıdı gibi bırakmak; geniş yatağın kenarına oturup,
var olmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi
üzerimden çıkarmak istiyorum.
398
İçgüdülerim, varoluşun hiçbir somut
koşulunun benim gibi varlıklara uygun olmadığını, gündelik hayatın hiçbir
meselesinin lehimize sonuçlanmayacağını söylüyor. Pek çok nedenden dolayı
hayattan zaten uzaklaşıyordum, bu da tuz biber oluyor. Sıradan insanları yüzde
yüz başarıya ulaştıran bu koşullar, sıra bana geldiği anda tahmin edilmesi
imkânsız, uğursuz sonuçlar doğuruyor.
Bu gözlem, bazen acı acı, tanrısal
bir düşmanlıkla karşı karşıya olduğumu düşündürüyor. Hayatımın akışını tarif
eden talihsiz kazalar, galiba yalnızca, olayları bana zarar verecek hale
sokmayı görev edinmiş, bilinçli bir düzeneğin varlığıyla açıklanabilir.
Bundan dolayı, başarı uğruna hiçbir
zaman aşırı çaba harcamam. Eğer çok isterse, kısmet kendi ayağıyla gelsin bana.
Gayet iyi biliyorum ki, başkalarının su içer gibi elde edeceği başarılara, var
gücümle uğraşsam da erişemeyeceğim. İşte bu yüzden fazla bir şey beklemeden
kadere teslim oldum. Hem zaten, neye yarar ki? Stoacı dünya görüşüm, organik
bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Hayata karşı zırhlanmak zorundayım. Stoacılığın
her hali gibi, bu da sert bir Epikürcülükten başka bir şey değil: Tek dileğim,
mutsuzluğumla mümkün olduğu kadar eğlenebilmek. Bunu ne kadar başarabildim ya
da zaten hayatta başarı yüzü gördüm mü, bilemiyorum. Aslında insanın herhangi
bir başarıya ulaşmasının mümkün olup olmadığından da haberim yok..
Sıradan bir adamın kendi çabalarıyla
değil, olayların kaçınılmaz akışıyla başarıya ulaştığı bir yerde, ben olayların
kaçınılmaz akışına da kendimi bıraksam, canımı dişime de taksam başarıya
ulaşmam, asla ulaşamam.
Tinsel olarak doğumum kısa bir kış
gününe isabet etmiş olabilir. Gece, varlığıma çok erken çökmüştür belki de.
Hayatım mahrumiyet ve hüzünle yaşanmaya mahkûmdur.
Aslında bütün bunların stoacılıkla
hiçbir ilgisi yok. Istırabımın asaleti sadece lafta. Hasta bir hizmetçi gibi
sızlanıyorum. Ev kadınları gibi öfke saçıyorum. Hayatım baştan sona yararsız,
tepeden tırnağa hüzne boğulmuş.
399
H.K.
Diyojen'in İskender'e dediği gibi,
ben de sadece, gölge etme dedim hayata. Arzularım olduysa da, arzu duymak için
bütün sebepler elimden alındı. Bulduklarımı gerçekten bulsam daha iyi olurdu.
Hayal [...]
* * *
Dışarıda dolaşırken mükemmel cümleler
kurdum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum. Cümlelerdeki
kelimelere sığmaz şiir, var olmalarından mı ileri geliyor, yoksa kısmen hiç var
olmamış olmalarından mı?
Nedenini bilmesem de, her işte
tereddütlüyüm. Zihnimde yarattığım, kendime özgü ideal düz çizgiyi bulmak için,
kim bilir kaç kez aramışımdır iki nokta arasındaki en uzun yolu. Etkin bir
canlı olmayı beceremedim hiç. İnsanların hiç ıskalamadıklarını ben ıskaladım;
ötekilerin olanca doğallığıyla yaptıklarını, ömür boyu bilinçli bir şekilde
yapmaya uğraştım. Başkalarının neredeyse istemeden elde ettiklerine erişmeyi
diledim hep. Hayatla benim aramda, baştan beri mat camlar oldu: Ne gözümle, ne
elimle algıladım onları; ve ne hayatımı yaşadım ne tasarladıklarımı, olmak
istediğim kişinin düşüydüm sadece; düş bizzat irademle başlamıştı, tasarılarım
asla olmadığım o insanın en büyük hayalleriydi.
Duyarlılığım mı aklıma göre fazla
coşkun, yoksa aklım mı duyarlılığıma göre, diye sordum kendime hep. Öteden beri
ya birinde ağır kaldım ya öbüründe ya da ikisinde birden, daha da olmazsa
üçüncü bir şey bunların gerisine düşmüştür.
* * *
İdealler düşleyenler [?] denince,
midemin en dibinden bir bulantı yükseliyor - sosyalistler, özgeciler, insanlığa
hizmet etmeyi amaç edinmiş herkes. Bunlar idealleri olmayan idealistler,
düşüncesiz düşünürlerdir. Suyun yüzüne vuran, boş deniz kabuklarının da yüzeye
çıkmasına bakarak kendilerini güzel sanan pislik yığınlarıdır bunlar, paylarına
düşen kadere boyun eğmek adına hayatın yüzeyine çıkmaya uğraşırlar.
400
H.K.
Pahalı bir puro yakıp
gözlerini kapamak - zenginlik diye işte buna derler.
Gençliğini geçirdiği yere geri dönen
bir adam gibi, ucuzundan bir sigara yakarak, hayatımda böyle sigaralar içmeye
alışkın olduğum yere geri dönmeyi başarıyorum. Dumanın hafif kokusu geçmişi
olduğu gibi diriltiyor.
Bazen de bir şekerleme de aynı işi
görüyor. Alelade bir çikolatalı şeker, bir yığın anının üzerime yürümesine
sebep olarak sinirlerimi bozabiliyor. Çocukluğum! Dişlerim koyu, yumuşak hamura
gömüldükçe, kurşun askerlerimin neşeli arkadaşının ya da at niyetine bir
sopayla gönlü olan süvarinin küçük sevinçlerini de dişliyor, yeniden o tadı
alıyor. Gözüm yaşarıyor, çikolatanın tadını, geçmişteki mutluluğu ve kayıp
çocukluğumu keyfimce harmanlıyor, büyük bir hazla kendimi bu tatlı ıstıraba
bırakıyorum.
Damağımdaki bu törenin sadeliği,
ciddiyetinden hiçbir şey eksiltmiyor.
Ama geçmiş günleri apayrı bir tinsel
havayla tekrar yaratan şey, sigara dumanı. Bilincimdeki damağa belli belirsiz
değiyor duman ve böylece, kendimde öldüğüm saatleri S° daha yoğun bir
şekilde istifliyor, başka bir makama taşıyor ve anıyor ve daha uzak oldukları
halde daha yakın, beni sarmalarına rağmen daha puslu, somutlaştırdığımda daha
hafif kılıyor. Mentollü bir sigara, ucuzundan bir puro, bazı anlara doyumsuz
bir tat katabilir. Makul tat ve kokuları titizlikle arayarak canlandırıyorum
ölü dekorları, yeniden geçmişteki renklerine boyuyorum, muzip, yorgun
kayıtsızlığını on sekizinci yüzyılın, geri dönüşsüzce yitirdiklerini ise ortaçağın
renklerine.
401
Kendim için acılardan ve
silinmelerden, yüz karası bir servet yarattım. Acımı şiire dökmedim; bunun
yerine bir kafile yaptım onu. Benliğime bakan pencereden, hayranlıkla menekşe
rengi günbatımlarını, nedensiz acılarla dolu belirsiz alacakaranlıkları
seyrediyorum, göçebe ömrümün törenleri için tehlikeler, yükler, hayatla
doğuştan uyumsuzluğumdan ileri gelen başarısızlıklar geçit yapıyor. İçimdeki
hiçbir şeyi öldürmemiş olan çocuk, hep o ateşli hali, göğsünde nişanıyla
kendime sunduğum sirk gösterisini seyrediyor. Sirkin dışında var olmayan
palyaçolara gülüyor; hokkabazlara ve akrobatlara bakarken, onlarda bütün hayatı
görüyor. Ve böylece, kabına sığmaz bir insan ruhuna yakışmayan o koca sıkıntı,
Tanrı'nın yüz çevirdiği bir yürekteki onulmaz hayal kırıklığı, çirkin,
yıpranmış, zavallı bir kâğıtla kaplanmış odamın dört duvarı arasında
keyifsizce, ama heveslerini almış olarak, olanca masumiyetiyle uyuyor.
Kendimi ilerliyorum, sokaklarda
değil, acımın içinde. Sıra sıra dizilmiş evler, ruhumu kuşatan
anlayışsızlardır; [...] adımlarım kaldırımda, gecenin içinde yükselen gülünç
bir çan gibi, bir makbuz ya da bir kafes parmaklığı kadar somut, korkmuş bir gürültü
gibi yankılanıyor.
Kendimden ayrıldığımda, bir kuyunun
dibi olduğumu fark ediyorum.
Hiç olmadığım kişi ölmüş bile. Olmam
gereken kişi Tanrı'yı unutmuş. Bu bomboş araoyundan başka hiçbir şey yok.
Müzisyen olsam kendi cenaze marşımı
yazardım, gayet de haklı olurdum!
402
Bir taşta, bir toz tanesinde tekrar
dünyaya gelsem - ruhum bu arzuyla ağlıyor.
Her şeyden giderek daha az zevk alır
oldum, hatta hiçbir şeyden tat alamamaktan da.
403
Kendime hiçbir anlam veremiyorum.. .
Hayat ağır geliyor ... Heyecanların şiddetini kaldıramıyorum. Yüreğim
Tanrı'nın bir ayrıcalığı... Hangi görkemli geçitlere katılmışım, kim bilir
hangi zenginliklerden bıkmışım ki, şimdi bu bıkkınlıkla özlemlerim yatışıyor?
Ya hangi sayvan? Hangi yıldız
kafilesi? Hangi zambak, hangi bayraklar, hangi camlar?
Hangi sır alıp götürmüş ağaçların
gölgesine bu dünyadaki suları, servileri ve çalıları gayet iyi hatırlayan,
hiçbir yerde kendine bir çardak bile bulamayan, yalnızca hareket etmeyi
reddettiklerinde doğan sonuçlara sığınabilen düşlerimizin en güzelleri?
* * *
Konuşma... Fazlasıyla olaysın.
Karşımda durmana üzülüyorum. Ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar
kılacaksın? O zamana dek kaç kadın olacaksın kim bilir ’ Ve seni
görebileceğimi düşlemeye mecbur olmak, kimsenin geçmez olduğu, eski bir
köprü... Hayat bu işte. Ötekiler kürekleri bıraktı. Birlikler emir tanımaz
oldu... Süvariler şafak ve mızrak şakırtıları arasında gitti... Şatoların
tekrar ıssız kalmayı bekledi... Rüzgârlardan yüksek ağaç taburlarını terk eden
olmadı. Gereksiz sundurmalar, emin ellere bırakılmış değerli kaplar,
kehanetlerin belirtileri - bütün bunlar tapınakların derinlerinde secdeye varan
alacakaranlıklara aittir, bizim şimdiki buluşmamıza değil, çünkü parmaklarının
ve geciken kıpırd- anışlarının dışında, gölgelerini yayan ıhlamur ağaçlarının
var olması için hiçbir neden yok..
Uzak topraklar için sayısız nedenler.
Kral vitraylarından mamul anlaşmalar.. Dini tablolardaki o zambak.. . Kafile
kimi bekliyor? Kayıp kartalı tekrar nereye dikmişler?
404
H.K.
Penceresinde düşlere dalmış, elindeki
iplikle ya da kurdeleyle oynayan bir kadın gibi, dünyayı parmaklarımıza sarsak.
Nihayetinde her şey sıkılmayı
denemekten ibaret, ama acısını çekmeksizin.
Aynı anda iki kral olmak ilginç
olabilirdi: ikisine karşılık tek bir insan değil, aynı anda iki insan birden
olmak.
405
H.K.
23 Mart 1933
Çoğuna göre hayat, kafa yormadan
yaşanan can sıkıcı bir şeydir, arada bir neşeli molalarla bölünen hüzünlü bir
şeydir, cenazelerin yanında nöbet tuttuğumuz gecelerde sakin saatleri ve
bekleme mecburiyetini geçiştirmek için anlatılan fıkralara benzeyen bir şeydir.
Hayatı bir gözyaşı vadisi olarak kabul etmeyi hep anlamsız bulmuşumdur: Bir
gözyaşı vadisi olduğuna şüphe yok elbette, ama çok az gözyaşı döküldüğü kesin.
Heine, büyük trajedilerin ardından son noktayı sümkürerek koyarız, demişti. Bir
Yahudi, dolayısıyla evrensel olmasından dolayı, insanlığın evrensel doğasını
açıkça görmüştü demek ki.
Hayat, bilincine varsak çekilmez hale
gelirdi. Neyse ki buna kalkışmıyoruz bile. Bilinçsizliğimizle, yararsız,
anlamsız hayat tarzımızla hayvanlardan farkımız yok, pek inandırıcı gelmiyor
ama, görünüşe bakılırsa öleceklerini önceden bilmeyen hayvanların aksine biz
öleceğimizi öngörebiliyoruz, ne var ki ölümü o kadar çok unutuşun, dalgınlığın
ve taşkınlığın arasından görüyoruz ki, bu konu üzerinde pek uzun boylu
düşünmediğimiz söylenebilir.
İşte hayatımız ve hayvanlardan üstün
olduğumuzu iddia etmek için bu yeterli değil. Onlarla aramızdaki fark,
dışarıdaki hayatla ilgili bir ayrıntıda, konuşup yazabilmemizde, somut
zekâmızdan bizi uzaklaştıran bir soyut zekâmızın olmasında ve imkânsızlıkları
düşleyebilmemizde yatıyor. Ne var ki hepsi, ana organizmamıza ait eften püften
ayrıntılardır. Konuşabilmek, yazabilmek asli içgüdümüz olan, farkına varmadan
yaşama olgusuna hiçbir yenilik katmaz. Soyut zekâmız, hayvanlarda güneşte
uyumaya tekabül eden şeyi bizim için sistemleştirmekten ya da güya
sistemleştirmekten başka işe yaramaz. İmkânsızı hayal edebilme yeteneğimiz bile
tekelimizde olmayabilir, çünkü aya bakan kediler görmüşlüğüm var, belki o
sırada gerçekten de ayı arzuluyorlardı.
Bütün dünya, bütün hayat, bireysel
bilinçler aracılığıyla çalışan, bilinçsizliklerden kurulu geniş bir sistemdir.
Nasıl elektrik akımı verip iki gazı tek bir sıvıya dönüştürmek mümkünse, aynı
şekilde iki bilinci -biri somut varlığımızın, öbürü soyut varlığımızın olmak
üzere-, hayat ve dünya vererek, tek bir üstün bilinçsizliğe dönüştürebiliriz.
Özetleyecek olursak, düşünmeyen
mutludur, çünkü bizim birtakım dolambaçlı, inorganik ya da toplumsal yollardan
ve kaderlerden geçerek gerçekleştirdiğimizi, o içgüdüyle, organik kaderle
gerçekleştirir. Ne mutlu hayvanlara en çok benzeyen insana, bizim zorla
çalışarak sahip olabildiğimiz varlığa, parmaklarını bile oynatmadan sahip olur
o; ancak hayali yollardan geçerek dönebildiğimiz evinin yolunu bilir; ve bir
ağaç gibi olduğu yere sıkıca kök salmış olduğundan manzaranın, dolayısıyla
güzelliğin bir parçasıdır, biz ise araf efsanelerinden, yararsızlığın ve
unutuşun etten kıyafetler giymiş figüranlarından başka bir şey değiliz.
406
H.K.
Hayvanların mutlu olduğuna gerçekten
inandığım yok, sadece bu varsayım sayesinde elle tutulur hale gelen bir duygu
var ki, sırf onu canlandırmak için böyle konuşmak hoşuma gidiyor. Mutlu olmak
için, mutlu olduğunu bilmek gerekir. Rüya görmeden uyumak insana hiç mutluluk
vermez, insanın uyanıp da rüyasız uyuduğunu fark ettiği an hariç. Mutluluk,
mutluluğun dışındadır.
Bilmeden mutluluk olmaz. Ama
mutluluğu bilmek de kendi içinde üzücüdür; çünkü insanın kendi mutluluğunu
bilmesi, aynı zamanda mutlu anları aşması, dolayısıyla onları hemen ardında
bırakması demektir. Bilmek, her şeyde olduğu gibi mutlulukta da öldürmektir. Ne
var ki bilmemek de var olmamak anlamına gelir.
Bir tek Hegel' e göre, mutlaklık, en
azından kâğıt üzerinde aynı anda iki şey olmayı başardı. Varlık ve yokluk
hayatın içindeki duyumlarda ya da temelindeki nedenlerde ne bütünleşir, ne
karışır: Bir ters sentez yoluyla birbirini dışlar.
Ne yapmalı? Anı bir nesne gibi tecrit
edip şimdi, mutluluğu hissettiğimiz anda, hissettiğimizden başka hiçbir şey
düşünmeksizin mutlu olmalı, geri kalanı, geri kalan her şeyi dışlamalı.
Düşüncemizi duyguya hapsederek [...]
Bugünkü görüşüm böyle. Yarın sabah
farklı olacak, çünkü yarın sabah ben farklı olacağım. Yarın neyi savunacağım
acaba? Bilmiyorum, bilmek için yarında olmam gerek. Bugün inandığım ölümsüz
Tanrı bile bunu ne yarın, ne bugün, hiçbir zaman bilemez, çünkü ben bugün
varım, o ise belki yarın hiç var olmamış olacak.
407
H.K.
Tanrı beni çocuk yaratmış, ömrüm
boyunca da çocuk bıraktı beni. İyi ama, öyleyse Hayat'ın beni hırpalamasına,
oyuncaklarımı elimden almasına, narin ellerimle gözyaşlarından sırılsıklam
olmuş önlüğümü buruştururken, beni okul bahçesinde bırakıp gitmesine niçin
izin verdi? Şefkatsiz yaşayamayacağım halde, niye şefkati benden esirgedi? Ah!
Ne zaman sokakta ağlayan, ötekilerin sürgün ettiği bir çocuk görsem ıstırap
duyarım, çocuğun çektiği acıdan çok, eprimiş yüreğime yumruk gibi inen o
korkunç şok yüzünden. Dolu dolu hissettiğim varoluşun bütün şiddetiyle her
yerimi ağrının, önlüğün ucunu burup duran eller benimdir, gözyaşlarıyla
bükülmüş o samimi dudaklar da benimdir, bu zayıflık, bu yalnızlık benimdir;
yoldan geçen yetişkin milletinin gülüşleri, yüreğimin hassas81 dokusuna
sürtülmüş kibrit ateşleri gibi yaralar beni.
408
H.K.
Çok tatlı bir sesle, uzak bir ülkeden
gelme bir şarkı söylüyordu. Müzik, yabancı kelimelere aşina kılıyordu bizi.
Ruhumuza fado'yu hatırlatıyordu, ama şarkının fado'yla uzaktan yakından ilgisi
yoktu.
Üzeri örtülü cümlelerinden ve
alabildiğine insani ezgisinden anlaşıldığına göre şarkı, her birimizin ruhunda
olan ve kimsenin bilmediği şeyleri anlatıyordu. Şarkıcı bir sokak köşesinde
hafif bir sarhoşlukla kendinden geçmiş, dinleyicileri görmezden gelerek,
uyuklarcasına söylüyordu.
Etrafına toplanmış olanlar görünürde
dalga geçmeden dinliyordu onu. Şarkı herkesindi ve kelimeler bazen konuşuyordu
bizimle, kayıp ırklara ait, Doğulu bir sırdı bu. Şehir gürültüleri aslında
duyulduğu halde hiç duyulmuyordu, arabalar o kadar yakından geçiyordu ki
içlerinden biri ceketimin eteğine sürtündü. Ama onu hissettimse de duymadım.
Yabancının şarkısında, içimizde hayal kuran ya da hayal kurmaya çabalasa da
başaramayan şeyi okşayan bir yoğunluk vardı. Sokağa özgü çeşit çeşit olaylardan
biriydi bu, derken hepimiz köşeyi yavaşça dönen polisi fark ettik. Gene ağır
adımlarla yaklaştı, sanki bir şey görmüş gibi şemsiye satan çocuğun arkasına
dikildi. O an şarkıcı sustu. Kimse bir şey demedi. Bunun üzerine polis işe
karıştı.
409
H.K.
29 Mart 1933
Neden bilmem, birden fark ettim ki,
büroda ansızın tek başıma kalmışım. Tarifsiz bir şekilde sezmiştim bunu.
Özbilincimin kuytu köşelerinde bir rahatlama olmuş, bambaşka ciğerler derin bir
soluk almıştı.
Beklenmedik gelip gitmelerin bizde
uyandırabileceği en ilginç duygulardan biridir bu: genellikle kalabalık,
gürültülü ya da yabancı bildiğimiz bir evde, kendimizi birdenbire yapayalnız
buluverme duygusu. Bir anda her şey bizim olmuştur sanki, kolayca, geniş bir
iktidara erişmişizdir, daha önce söylediğim gibi gevşer, rahatlar, huzura
kavuşuruz.
Yapayalnız olmak ne kadar da
güzeldir.' Kendi kendine yüksek sesle konuşabilmek, kimseyle göz göze gelmeden
gezinebilmek, sandalyede kaykılıp hiçbir sesin bölmeyeceği düşlere dalabilmek'
O zaman ev geniş bir çayır olur, oda ise koca bir park kadar büyür.
Bütün sesler bir adım ötede bulunan,
ama apayrı bir evrene aitmiş gibi yabancılaşır. Sonunda kral olmuşuzdur.
Nihayetinde hepimiz can atarız buna, kim bilir, belki de içimizde en halkçı
olanlar, sahte unvanlara meraklı olanlardan bile daha şiddetle istiyordur bunu.
Birkaç saniyeliğine evrenin mirasını yeriz, adımıza tahsis edilmiş gelirlerin
tadını çıkararak geçim derdi düşünmeden, kaygısızca yaşar gideriz.
Ah! Gelgelelim, merdivenden çıkan ayak
sesinden, bana doğru tırmanan kim bilir kimin ayak sesinden, mesut yalnızlığımı
yarıda kesecek âdemoğlunun geldiğini anlıyorum. Gizli imparatorluğum barbar
istilasına uğrayacak. Ayak sesinden kimin geldiğini anlamış ya da falanca ya
da filanca tanıdığın adımlarını hatırlamış değilim. Ama içimden bir ses,
yukarı çıkan kişinin bana doğru geleceğini söylüyor; şimdilik merdivende bir
ayak sesi sadece, ama birden, sırf tırmanan adamı düşündüğüm anda açıkça
canlanıyor gözümün önünde. Evet, bizim işyerinde çalışanlardan biri bu.
Duruyor, kapı açılıyor, içeri giriyor. Boylu boyunca
363/506 karşımda.
Girerken soruyor: "Yalnız mısınız, Bay Soares?" Karşılık veriyorum:
"Evet, deminden beri..." Gözü portmantoya asılı eski cekette,
üzerindekini çıkarırken ekliyor: "Yalnız başına insanın canı sıkılır Bay
Soares, hem ayrıca..." "İnsan sıkılıyor, orası kesin," diye
cevap veriyorum. "Uykunuz gelir," diyor o da, delik deşik ceketi
sırtına geçirip masasına yönelirken. "Kesinlikle doğru," diye
onaylıyorum gülümseyerek. Sonra unutulmuş kaleme uzanıyorum ve normal hayata
özgü isimsiz sıhhatliliği yeniden, kalıp gibi üzerime oturtuyorum.
80. Kitapta bu
türden pek çok şaşırtıcı ifade var; örneğin "O imperio que morri”
-öldüğüm im- paratorluk-gibi. (Ç.N.)
410
H.K.
Öyle insanlar her fırsatta aynanın
karşısına kurulurlar. Bizimle konuşurlar konuşmasına, ama bir taraftan da kendi
kendilerine, işveyle göz süzerler. Bazen, âşıkların gayet doğal olarak yaptığı
gibi, sohbeti bile unuturlar bu yüzden. Beni hep sevimli bulmuşlardır, zira
yaşım kemale erdikten sonra dış görünüşümden iğrenmeye başladığım için, ne
zaman bir ayna görsem derhal sırtımı dönmüşüm- dür. Nitekim, bana hep iyi
davranmalarından anlaşıldığına göre içgüdüsel olarak, sivrilmeye ne kadar
meraklı olduklarını görünce meydanı onlara bırakan, gönülleri olsun diye
kürsüden inen, safi kulak kesilmiş, iyi bir çocuk olarak kabullenirler beni.
Bir bütün olarak bakıldığında kötü
değildiler; tek tek ele alındıklarında ise, içlerinde iyileri de vardı,
beterleri de. Ortalamalara meraklı bir zihniyetin ummayacağı kadar
yücegönüllülük gösterip şefkat saçabiliyor, bunun yanı sıra her normal insanın
kavramakta güçlük çekeceği alçaklıklar, iğrençlikler yapabiliyorlardı. Cimriler,
kıskançlar, ham hayalciler - o pırıl pırıl topluluk bunlardan ibaretti işte,
aynı zamanda arada bir böyle sefih yerlere gidip kaybolan değerli adamların
yapıtlarına ortamdan sızabilen de bunlardı (Fialho de Almeida'nın
yazdıklarındaki aleni şehvete, iğrenç kabalıklara, mide bulandırıcı hoyratlığa
bakınız.. .).
Kimileri bazen insanı güldürebiliyor,
kimileri komiklikten başka şey bilmiyordu, geri kalanlarsa zaten yoktular. Bir
kafede espritüel olmak ya orada olmayan kişiler hakkında şakalar yapmak demek
ya da hazır bulunanlara sataşmak. Bu türden esprilere olsa olsa kabalık
denebilir. Bir insanın aklının biraz kıt olduğunu, en iyi, başkalarına zarar
vermeden espri yapamamasından anlarsınız.
Geldim, gördüm ve o insanların
aksine, yendim. Çünkü benim için zafer, görmekten ibarettir. Seviyesiz doğmuş
bütün yığınların birbirine benzediğini öğrendim ve kafelerde çoktan tanıştığım
o iğrenç insanla, bir odasını kiraladığım bu evde de karşılaştım, evdekinin bir
tek eksiği var - bunun için de bütün tanrılara şükürler olsun: Paris'te
başarıya ulaşma hevesi. Bizim ev sahibi bazen, en kendinden geçtiği anlarda
Lizbon'da "Yeni Mahalleler" hayal etmeye kalkışabiliyor, ama yabancı
memleketlerin züppeliğinden çekiniyor ki, içim sızlıyor onu dinlerken.
İradenin mezarına yaptığım
ziyaretten, bulantılı bir sıkıntı kalmış hatırımda, birkaç da esprili söz.
Onların toprağa verildiği gün, herkes
mezarlığa giderken, geçmiş, şimdi sessizliğe bürünmüş olan kafenin en dibinde
unutulmuştur sanki.
... ve gelecek kuşaklar hiç
bilmeyecek onları, geveze zaferlerle kazandıkları kara bayrak yığınlarının
altında, sonsuza dek saklı kalacaklar.
411
Gurur, yüce bir varlık olduğumuza,
duygularımızla, kesin olarak inandığımızın bir göstergesidir. Kendini
beğenmişlik ise, başkalarının yüceliğimizi kabul ettiğine ya da bizi öyle
gördüğüne dair, gene duygulardan örülü bir inançtır. Bu iki duygu her zaman bir
araya gelmediği gibi, yapıları yüzünden illa ki ters düşmeleri de gerekmez.
Farklıdırlar, ama bağdaşabilirler.
Gurur, kendini beğenmişlikle
tamamlanmamış olarak, tek başına var olduğunda, çekingenlikle aynı sonucu
doğurur: İnsan kendi yüceliğine inandığı halde başkalarının bu yargıyı
paylaşması gerektiğini düşünmüyorsa, kendi hakkındaki görüşünü ötekilerin
benimsemiş olabileceği görüşle karşılaştırmaktan korkar.
Kendini beğenmişlik gururla
tamamlanmamış olarak, tek başına varsa (ender de olsa mümkündür bu),
cüretkârlıkla aynı sonucu doğurur. Başkalarının sizin değerinize inandığına
eminseniz, onlardan yana korkunuz olmaz. Kendini beğenmeyen insanlar da maddi
ya da manevi olarak cesurca davranabilirler; ama cüretkârlık için kendini
beğenmişlik şarttır. Cüretkârlıktan, insanın kendi teşebbüslerine güvenmesini
anlıyorum. Buna karşılık cürette bedensel ya da manevi cesaretten eser
olmayabilir, çünkü bu iki karakter özelliği çok başka kumaştandır, cüretle
aralarında bir ortaklık yoktur.
412
H.K.
Gurur bile teselli olmuyor. Kendimi
ben yaratmadığıma göre, gururlanacak neyim var? Benliğimde övüneceğim bir
şeyler olsaydı bile, övünülmeyecek olanlar onları katbekat aşardı.
Hayatımı gömüyorum. Düşlerde bile
ayağa kalkmaya yeltenemeyecek haldeyim, ruhumda bile o derece unutmuşum nasıl
çaba sarf edeceğimi.
Metafiziksel sistemleri kuranlar,
psikolojik açıklamalar [...], henüz ıstırabın acemisidir. Sistemler getirmek,
anlatmak, gene bir şeyler inşa etmekten başka nedir ki? Ve bütün bu
düzenlemeler, ayarlamalar, örgütlemeler, hayatın gerçekleşen -yani hazin bir
şekilde başarıya ulaşan bir çabasından başka nedir?
Karamsar mıyım? Hayır, değilim.
Acılarını evrensel dile tercüme edebilenlere ne mutlu. Ben ise dünya hüzünlü
müdür, değil midir bilmem, doğruyu söylemek gerekirse umrumda değil,
başkalarının acılarını önemsemediğim gibi, aynı zamanda tedirgin olurum
onlardan. Ağlamaktan ya da inlemekten kaçındıkları anda (beni ürpertir,
rahatsız eder bu), ıstıraplarına dönüp bakmam bile - içimde onları küçümsemenin
o büyük ağırlığını duyarım.
Ama kendi adıma hayatın yarısının
karanlıksa, yarısının da aydınlık olduğuna inanmak isterim. Karamsar değilim.
Hayatın iğrençliğinden değil, kendi hayatımın iğrençliğinden yakınırım. Benim
için yalnızca kendi varlığım, acı çekmem ve kendimi acıdan ayrı olarak hayal
bile edemeyişim önemlidir. Düşlerle yaşayanlar arasında mutlu olanlar,
karamsarlardır. Onlar dünyayı kendi suretlerine göre şekillendirir, böylece
kendilerini hep evlerinde gibi hissederler. Ben ise en çok, dünyanın gürültüsü
ve neşesi ile hüznüm, sıkıntı yüklü sessizliğim arasındaki farktan dolayı acı
çekerim.
Hayat bütün acıları, tasaları ve iniş
çıkışlarıyla ne de hoş ve neşelidir kim bilir, eski bir arabanın, içinde rahat
rahat giden seyyahın gözünde olduğu gibi.
Istırabımı Yücelmenin bir işareti
olarak bile göremiyorum. Istırap sahiden buna işaret eder mi, onu da
bilmiyorum. Ama öyle önemsiz şeylerden canım yanıyor, öyle alelade şeyler beni
incitiyor ki, bu faraziyeyi benimseyerek, bir deha olduğum faraziyesine hakaret
etmeye cesaret edemiyorum.
Batan güzel güneşin görkemi, olanca
güzelliğiyle yüreğimi dağlıyor. Ne zaman bu manzarayı görsem, derim ki kendime,
mutlu bir adam için bunu seyretmek ne büyük bir zevktir kim bilir !
Ve bu koca kitap, upuzun bir
şikâyettir. Yazılıp bittikten sonra, Sa şiirleri82 Portekiz'in
en hüzünlü kitabı olmaktan çıkacak.
Bu ıstırabın yanında, geri kalan
bütün kederler sahte ya da gülünç geliyor. Mutlu insanların acılarıdır onlar ya
da yaşayan ve yakınan insanların. Benim çektiğim acılar ise, hayatın bir
tutsağına, kenara itilmiş bir varlığa aittir.
Hayatla benim aramda..
Öyle ki, sıkıntı veren ne varsa
görüyor, sevinç uyandıran şeyleri ise hiç hissetmiyorum. Yeri gelmişken; fark
ettim ki acıyı etimizde duymaktan çok görüyor, neşeyi ise görmekten çok
hissediyoruz. Düşünmekten ve görmekten sakınarak az da olsa gönlünü
yatıştırabilir insan, keşişler, bohemler ve serseriler gibi. Ama ne olursa
olsun, acı önünde sonunda gözlem penceresinden, düşünce kapısından girecektir.
413
H.K.
Düşlere daldığımız anların kabarıp
alçalışına göre evreni parçalayıp dalgınca tekrar kuralım, düşle ve düş için
yaşayalım. Bütün bunları yaparken bu eylemin tamamen yararsız olduğunu iyice
bilince çıkaralım, eksiksizce bilincinde olalım. Olanca bedenimizle hayatı
bilmezden gelelim, bütün duyularımızla kendimizi gerçeklikten koparalım, bütün
ruhumuzla aşkı reddedelim. Çeşmeye taşıdığımız küpleri boş yere boş kumla
dolduralım, boşaltıp tekrar dolduralım.
Çiçeklerden taçlar örüp daha biter
bitmez özenle bozalım.
Renklerimizi alıp boyanacak bir tuval
olmadan, palette karıştıralım. Yontma kalemimiz olmadığı halde, heykeltıraş
olmadığımız halde, yontmak için taş sipariş edelim. Her hareketi bir saçmalığa
dönüştürelim, saatlerimizin kısırlığını yararsızlıkla taçlandıralım. Yaşama
bilincimizle saklambaç oynayalım.
Saatlerin83 bize var
olduğumuzu söyleyişini dinleyelim, ama hafif, kuşkulu bir gülümsemeyle.
Zaman'ın dünyayı resmetmesini seyredelim, tabloyu sadece yalancı değil, aynı
zamanda anlamsız bulalım.
Birbirini tutmayan cümlelerle
düşünelim, ses olmayan seslerle, renklerden hiçbiri olmayan renklerle avaz avaz
konuşalım. Bilinçli olmadığımızın bilincinde olduğumuzu, bizim biz olmadığımızı
söyleyelim, aynı zamanda da anlayalım da (ki zaten imkânsızdır bu). Bütün
bunları okült, çelişkili bir anlamla açıklayalım, varlıkların başka görüntüler
altında belki de tanrısal yönlere sahip olduğu bir anlamla; ve sırt çevirmek
zorunda kalmamak için bu açıklamaya da fazla inanmayalım.
Boş sessizlikte, düşlerimizi sözlerle
yontalım. Tüm eylem tasarılarımızı uyuşukluğun içinde beklemeye bırakalım.
Ve yaşamanın dehşeti, bütün bunların
üzerinde, pürüzsüz, masmavi bir gök gibi, soyut bir şekilde süzülür.
414
Ama düşlerimizdeki manzaralar, bildik
manzaralardan yükselen dumanlardır sadece, bunları düşlemek, neredeyse dünyayı
seyretmek kadar sıkıntı verir.
415
Düşlerdeki insanlar, gerçek kişilere
göre daha kişilikli, daha hakikidir.
Düş evrenim baştan beri benim biricik
gerçek dünyam oldu. Tepeden tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar
gerçek, onlar kadar ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik'.
Üstelik özlemi bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da
gelip geçici..
416
Bazen Düşdünyası'ndaki zarif
akşamüstlerinde benliğimle konuşmaya dalmışken, farazi salonların loşluğunda
miskin miskin tartışırken, bir an, konuşmalar kesilip de başkalarından çok ben
olan dinleyiciyle baş başa kaldığımda kendime sorarım - içinde bulunduğumuz bilim
çağının her şeyi anlamayı isterken, hangi gerekçeyle tamamen yapay konuları es
geçtiğini merak ederim. Düşünmesi beni en çok yoran meselelerden biri,
insanoğullarını ya da insan-ötesi varlıkları kapsayan alışılagelmiş psikoloji
biliminin yanı sıra, halılarda ve tablolarda yaşam süren yapay varlıklar ve
yaratıklar için bir psikolojinin (ki mutlaka olmalıdır) niye yaratılmadığı.
Gerçekliği organik alanla sınırlamak, heykelciklerin, işlemelerin ruhsuz
olduğunu sanmak büyük talihsizlik. Şeklin olduğu yerde, ruh da vardır.
Kendi kendime inşa ettiğim bu
düşüncelere, gereksizce akıl yürüterek ulaşmış değilim kesinlikle, bunlar
ötekilerden geri kalır yanı olmayan, saçma sapan sonuçlar doğuran, ciddi
bilimsel çalışmaların ürünüdür. İşte bundan ötürü, herhangi bir cevap gelmeden
ve hatta cevap beklemeksizin, olasılığı gerçek kabul ederek, kendi içimde
birtakım tahliller yaparak, bu desideratum gerçekleşse ne gibi
sahnelerin yaşanacağını düşlemeye koyuluyorum. Bu konu üzerinde düşünmeye
başladığım anda, zihnimin gözünün önüne, hayatı yansıttığını gayet iyi
bildikleri gravürlere eğilmiş çalışan bilginler geliyor; halılardan dokuma
mikroskobu uzmanları çıkıyor; kalın çizgilerle, titrek konturlarla yapılmış
resimden fizikçiler; kimyacılar, evet, tablolardaki şekil ve renk fikrinden
hem de; işlenmiş taşların strati- grafik tabakalarından jeologlar; ve nihayet
psikologlar, en önemlileri de onlar zaten, bir heykelin sahip olabileceği
duyguları, bir tablo ya da vitray kahramanının solgun psişik dünyasında gezinen
düşünceleri, değişmezliğin ve ölümün hüküm sürdüğü bu çok özel âlemlerde, alçak
kabartmalarda ölümsüzleşmiş hareketlerde, tuvalde dondurulmuş figüranların
ölümsüz bilinçlerinde [..?] delice coşkuları, ölçüsüz tutkuları, beklenmedik
merhamet ve kinleri bir bir not edip tasnif ediyorlar.
Sanatlar arasında, psikologların
incelikli çalışmaları için en uygun zemini edebiyat ve müzik sunar. Roman
kahramanları, herkesin bildiği gibi, herhangi birimiz kadar gerçektir. Bazı
sesler uçarı, hızlı bir ruha sahiptir, ama psikolojiye ve sosyolojiye
mükemmelen uyum sağlarlar. Aslında -ki cahillerin bunu bilmesi iyi olur-,
renklerde, seslerde ve cümlelerde toplumlar vardır, tıpkı senfonilerdeki çalgıların
bütünlüğünde, romanların tutarlılığında, savaşçıların, sevgililerin ve simgesel
varlıkların neşesinin, acısının hissedildiği, iç gıcıklayıcı pozların birbirine
karıştığı karmaşık bir tuvalin karelerinde -metaforsuz, mutlak anlamda-
toplumsal düzenlerin, devrimlerin var olduğu gibi.
Japon takımımdan bir fincan
kırıldığında, bunun sadece hizmetçinin sakarlığıyla açıklanamayacağını, olayın
belki de bu sıradan porselenin
kıvrımlarında yaşayan
kahramanların ateşli arzularından kaynaklandığını düşünürüm; bu karanlık
intihar kararı beni şaşırtmaz: Fincanda yaşayanlar, hizmetçiyi tabanca niyetine
kullanmışlardır. Bunu anladığınız anda modern bilimi aşmışsınız demektir, bunun
ne kadar yerinde bir davranış olduğunu da ben bilirim'.
417
H.K.
Hiçbir şey kitaplar kadar zevk
vermez; çok az okuyan bir insanım ben. Kitaplar bizi düşlere takdim eder; fakat
bir insan, hayatın bütün doğallığıyla düşlerle çene çalmaya koyulduysa takdime
ihtiyaç kalmamış demektir. Bir tek kitabı bile kendimi kaptırarak okumuş
değilim: Her adımda aklın ya da düşlerin bitmeyen yorumları yüzünden kitabın
tadı kaçardı. Birkaç dakika sonra kitabı yazan ben olurdum - ve yazdıklarım
hiçbir yerde değildi.
En çok, başucumdaki sehpada benimle
birlikte uyuyan sıradan yapıtları yeniden okumayı severim. Bunlardan ikisi
yanımdan hiç ayrılmaz: Padre Figueiredo'nun ^4 A Retârica'sı, bir de Padre Freire'nin ^5
Ref/Pxoes sahre a Lingua Portuguesa sı. Bu kitapları ne zaman elime
alsam faydasını görürüm; ikisinin de tamamını devirdim, ama hiç baştan sona
okumadım. Bu yapıtlardan, sanırım kendi kendime geliştiremeyeceğim bir yöntem
öğrendim - nesnel yazmakla ilgili sanatsal bir kural, yazılanların niye
yazıldığını açıklayan bir yasa.
P. Figueiredo'nun yapmacık, kapalı,
kaba tarzının karşısında aklım hazza gark olur. P. Freire'nin düzensiz
denebilecek akışı ise zihnimi hiç bıkkınlık vermeden oyalar, beni sıkmadan
eğitir. Seçkin, dingin kafalardır bunlar; onlar gibi ya da herhangi başka
birileri gibi olmaya yönelik bomboş isteğimi doyururlar.
Okuyorum, okurken okuduğuma değil,
kendime dalıyorum. Okuyorum ve uyuyorum, P. Figueiredo'nun retoriğin büyük
simalarını anlatışını düşte gibi izliyorum, P. Freire'nin sesini büyülü
ormanlarda duyuyorum, Magdalena demek gerekir, diyor, çünkü kaba insanlar
Madalena der.
H K.
Okumaktan nefret ederim. Daha
kapağını açmadan, tanımadığım sayfaların sıkıntısı çöker içime. Ancak bildiğim
şeyleri okuyabilirim ben. Başucu kitabım P. Figueiredo'nun A Retorica'sıdır, her akşam, bin birinci kez1 düzgün
bir manastır diliyle yazılmış, retoriğin büyük simalarının hikâyelerini okurum,
bin kere okuduğum halde adlarını da bir türlü aklımda tutamamışımdır. Ama dil
bana iyi gelir, büyük C'yle yazılan Cizvitlere özgü kelimelerden mahrum kalsam
rahat uyuyamam.
Öte yandan, aşırı özleştirmeciliğine
rağmen P. Figueiredo sayesinde, kendimi tanımladığım dilde iyi yazmayı,
terimlere hâkim olmayı düstur belledim, gerçi tartışmalı bir tavır bu, ama
altında iyi niyet yatıyor [...]
Okuyorum:
(P. Figueiredo'dan bir pasaj)
-görkemli,
[boş7] ve soğuk, hayata karşı bir teselli veriyor.
Ya da:
(retorikçiler üzerine bir pasaj)
önsözde tekrar bahsediliyor.
Söylediklerimde bir söz damlası kadar
abartı yok; hepsi samimi duygularım.
Başkalarının İncil'i varsa benim de A
Reforica'm var. Üstünlüğüm ise, sakinliğimden ve herhangi bir şeye tapınmıyor
olmaktan kaynaklanıyor.
419
H.K.
Tepeden tırnağa doğal, eften püften
şeyler, sıradan, kaba saba hayata ait anlamsız nesneler - insani hayatımdaki
değersizliği, iğrençliği donuk, grotesk bir çizgiyle vurgulayan toz. Karşımda
kocaman açılmış duran, içinde hayatın bütün Doğuları hayal ettiği Muhasebe
Defteri; ya da servis şefinin kâinatı altüst eden, zararsız şakaları; ve sonra
patrona telefon etmesini söylemek, resmi sevgilisi aradı - bir estetik ve zihin
teorisinin en cinsiyetsiz pasajı üzerine derin düşüncelere dalmışken bütün
bunlar..
Ve bir de arkadaşlar var - tabii iyi
çocuklar, onlarla çene çalmak, öğlen yemeğine çıkmak, akşam yemeği yemek çok
hoş ve hepsi, nasıl söylesem, öyle iğrenç, öyle kaba, öyle acınası ki; sokak
ortasındayken bile kumaş dükkânımızdayızdır; başka bir memleketteyken bile
muhasebe defterimizin başındayızdır, çoktan sonsuzluğa dalmış olduğumuz halde
patronumuzun yanındayızdır hep.
Herkesin münasebetsiz şakalara
meraklı bir servis şefi vardır, herkesin zihni bir bütün olarak evrenin
dışındadır. Herkesin bir patronu, patronunun sevgilisi, en olmadık zamanda,
güneş bütün ihtişamıyla batarken çalan bir telefonu vardır - ve sevgililer
kibarca [7] özür diler daha doğrusu başka arkadaşları araya koyarak, gayet iyi
bildiğimiz gibi şık çaylarda [7] veren sevgililerini haberdar ederler. 86
Ama Aşağı Şehirdeki bir işyerinde ya
da bir kumaş mağazasının muhasebe defterlerinin başında olmasalar bile, hayal
kuran herkesin karşısında gene de bir Muhasebe Defteri durur, bu evlendikleri
kadın olabilir ya da miras aldıkları bir geleceğin idaresi - her ne olursa,
fakat kesinkes vardır.
Biz bütün hayalciler ve düşünenler,
hepimiz bir Kumaş Mağazasında ya da herhangi bir Aşağı Şehir'deki bir başka
dükkânda yardımcı muhasebeciyiz. Hesaplar yapar ve kaybederiz; toplayıp
geçeriz, bilançoyu çıkarırız - görünmez hesap bakiyesi hep eksidedir.
Kelimelerle gülümseyerek yazıyorum,
ama bana öyle geliyor ki kalbim çatlayabilir, kırılan bir eşya gibi
parçalanabilir, un ufak olabilir, çöpe gidebilir, çöpçü de çöp kutusunu bir
hamlede kaldırıp omzuna vurduğu gibi, dünyanın bütün belediyelerinin ölümsüz
çöp arabasına götürebilir.
Ve her şey olanca ihtişamıyla, sere
serpe açılarak, gelecek olan, gelmekte olan Kral'ı bekler, çünkü maiyetinin
tozu doğuda usulca doğan yepyeni bir pustur ve mızraklar kendi şafaklarından
uzakta parlamaya başlamıştır bile.
420
Armalardaki figürler bilinmedik
hiyerarşilere göre koridorlara dizilip seni bekler - lepiska saçlı uşaklar,
çıplak bıçakların dağınık parıltılarından, miğferlerin ve kibirli süslerin
rasgele balkımalarından, mat altının ve ipeklilerin kararmış ışıklarından
tanınan delikanlılar [...]
Hayal gücünü hastalıklı hale getiren
her şey, ihtişamın içinde yüreğimizi burkan, zaferlerden bizi bıktıran kasvetli
şeyler, hiçliğin sırları, dünyadan tamamen el etek çekmenin çilesi.
Sıcak güneşin altında, yemyeşil
otların arasında, çoktan kapanmış gözlere çöken soğuk toprağın yedi ayağı
değil, hayatımızı aşan ve hayatın ta kendisi olan ölümdür - tanrının birinde,
belki Tanrıların hatırladığı o yabancı tanrıda bir ölü- varlık. 87
Ganj, benim Douradores Sokağı'ndan da
geçer. Bütün çağlar bu daracık odada tutsaktır, geleneklerin rengârenk akışı,
halklar arasındaki mesafeler ve ulusların bitip tükenmez çeşitliliği, [...]
karışımıyla birlikte.
Ve kendimden geçmiş bir halde o
sokakta, sadece orada bekleyebilirim mazgallar ve çift ağızlı bıçaklarla
kuşatılmış Ölüm'ü.
421
Sonsuzluğa açılan benim dördüncü
kattan, gözlerimin önünde bastıran akşamın içinde, makul bir derinlikte
yıldızlar başlayacak diye pencereden sarkmışım - düşlerim bilinmedik, farazi,
belki sadece imkânsız ülkelere yolculuklar için biçilen uzaklıklara ayak
uyduruyor.
422
Doğu tarafından, aydan bir altın
paranın sarışın ışığı fışkırdı işte. Geniş nehirdeki izleri, denize yılanlar
saçıyor.
423
Haddinden fazla uzun satenlere,
şaşkın erguvan kumaşlara bürünmüş imparatorluklar, bayraklarla donatılmış
caddeleri süsleyen egzotik kumaşların, mola yerlerindeki şatafatlı çardakların
arasından geçerek ölüm yolculuklarına devam ettiler. Baldakenler geçti. Donuk
ya da şirin sokaklar alaylar geldikçe açılıyordu. Yararsız yürüyüşlerin
dayanılmaz yavaşlığında silahlar soğuk ışıltılar saçıyordu. Kenar
mahallelerdeki bahçeler ve fıskiyeler unutulmuştu, terk edilmiş şeylerin basit
bir uzantısıydı bunlar, ışıktan kalma anılar arasında uzağa düşen kahkahalar -
gene de yollardaki heykeller konuşmaya başladı diye olmadı bu ya da sarının
katar katar tonları arasında, mezar kıyılarında uzanan sonbaharın renklerinin
kaybolması da değildi mesele. Teberler, görkemli çağların kavşakları;
kıyafetlerin koyu yeşili, soluk moru, narçiçeği; bozgunların ortasında ıpıssız
meydanlar; adımlarımızın süzüldüğü sık ormanlarda, sukemerlerinin bıraktığı
gölgeleri bir daha asla görmeyeceğiz.
Davullar, titrek saatlerde yankılanan
davul gümbürtüleri.
424
Dünyada her gün, onları yöneten
yasalar hakkında bildiklerimizle açıklayamayacağımız şeyler oluyor. Her
Allah'ın günü, bir an konuşup hemen unutuyoruz bunları, onları bize taşımış
olan gizem de, muammayı unutuşa çevirerek alıp geri götürüyor hepsini.
Unutulması gerekli olanın yasası budur işte, çünkü anlatılamaz. Görünür dünya
güneş ışıkları altında dönmeye devam eder. Ama o bambaşka kişi, karanlıkta bizi
gözetler.
82.
Antonio Nobre’nin So adlı şiir kitabına atıfta
bulunuyor; 1900 yılında, 33 yaşında ölmüş olan şair, sağlığında
"Portekiz’in en hüzünlü kitabı" olarak bilinen bu kitapla büyük ün
kazanmıştı.
84.
XIX yüzyılda yaşamış Latinist ve teolog.
85.
Francisco Jose Freire (1719-1773), "Arcadia
Lusitana" ekolünün en önemli teorisyeni; daha çok Cândido Lusitano
adıyla tanınır.
86.
Bu cümle tam olarak okunamamıştır.
87.
Ya da, Tanrılarımın dinine mensup yabancı bir
tanrı.
425
H.K.
Düş de bir tecrübedir. Bunu deneyince
öyle bir aydınlandım ki, artık düşlediğim her şeyi gerçek gibi görüyorum.
Onları birer düş yapan her şeyi yitirdim böylece.
Kendimi ünlü biri olarak düşlesem,
hemen üne kavuşunca geride bıraktıklarımız, içtenliği, isimsizliği
kaybettiğimiz, böylece şöhretin katlanılmaz hale geldiği aklıma düşer.
426
H.K.
5 Nisan 1933
En derin kaygımızı sadece evrenin
değil, ruhumuzun düzeni için de önemsiz bir olay olarak kabul ettiğimiz anda
bilgeliğe adım atmışız demektir. Bunu kaygıyla iyice kuşatılmışken düşünebilen
ise tam bir bilgedir. Acı çektiğimiz anlarda, insanoğlunun ıstırabı bize sonsuz
gelir. Ama insanoğlunun acısı sonsuz değildir, çünkü insana ait olan hiçbir şey
sonsuz değildir, geniş düşünüldüğünde bizim acımızın da, bizim olmak dışında
herhangi bir değeri yoktur.
Deliliğe yakın duran bir sıkıntının
ya da ondan bile engin bir kaygının yükü üzerimdeyken, kim bilir kaç kez, tam
isyan edecekken durmuş, tam kendimi tan- rılaştıracakken tereddüt etmişimdir.
Dünyanın esrarını bilememenin acısı, sevilm- emenin acısı, haksızlığa uğramanın
acısı, hayatın bütün ağırlığıyla üzerimize abandığını, bizi boğduğunu, tutsak
ettiğini hissetmenin acısı, diş ağrıları, ayakkabı vurmuş ayakların acısı -
bizim için ve tabii başkaları ya da genel olarak canlı varlıklar için en
şiddetli acı bunlardan hangisidir, var mı bilen?
Benimle konuşmuş, sesimi duymuş
olanlardan bazılarına göre, ben duyarsız bir insanmışım. Bana sorarsanız, çoğu
insandan daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Ben aslında kendini iyi tanıyan,
bundan dolayı duyarlılığın ne olduğunu iyi bilen duyarlı bir varlığım.
Ah! Yo, hayatın acı olduğu ya da
varoluşu düşünmenin acı verdiği doğru değil. Doğrusu şu ki, acımız, ancak büyük
dedikçe büyür ve ciddileşir. Biz doğal davranırsak, geldiği gibi geçer, nasıl
yeşerdiyse öyle solar. Her şey hiçtir, bu hiçliğin içinde acımız da hiçtir.
Bunları kabına sığmayan, belki de
ruhuma sığamadığı için bir türlü rahat edemeyen bir sıkıntının; herkesin ve
her şeyin boğazıma yumruk gibi oturan, delirtici baskısının altında; bedenimde
hissettiğim, beni kaygılara boğan, ezen anlaşılmamış olmak duygusunun
pençesinde yazıyorum. Sonra başımı kayıtsız, mavi göğe kaldırıyorum, yüzümü
rüzgâra, esintinin bilinçsiz serinliğine bırakıyorum, gördükten sonra gözlerimi
kapatıyorum, hissettikten sonra yüzümü unutuyorum. Böyle daha iyi olmasam da,
başkalaşıyorum. Kendimi görmekle kendimden kurtulmuş oluyorum. Hatta
gülümsemek geliyor içimden: Şimdi kendimi daha iyi anlıyor değilim, ama artık
farklı olduğumdan kendimi anlamaktan vazgeçmiş durumdayım. Göğün en
yücelerinde, görünür hale gelmiş bir hiçliği andıran minicik bir bulut, bütün
evreni kucaklayan bir unutuşa ak damgasını vuruyor.
427
Düşlerim:^ Mademki düşlerimde kendime
arkadaşlar yaratıyorum, öyleyse onlarla gezerim. Kusurları, farklı [...]
Soylu olmak için değil, güçlü olmak
için değil, kendimiz olmak için saf, temiz olalım. Sevgi vermek, sevgiyi
kaybetmek demektir.
Hayata sırt çevirelim, kendimize sırt
çevirmemek için.
Kadın - ideal düş kaynağı. Sakın el
sürme.
Şehvet kavramıyla zevk kavramını
birbirinden ayırmayı öğren. Varlıkların kendisinden değil, uyandırdıkları
düşüncelerden ve düşlerden zevk almayı öğren. Çünkü hiçbir şey olduğu gibi
değildir: Düşler ise, her zaman düştür. Dolayısıyla, onları korumak istiyorsan
hiçbir şeye dokunma. Düşe dokunursan ölür, dokunduğun nesneler ise
duygularının yeşerdiği alanı olduğu gibi kaplar.
Görmek ve işitmek, hayatın bize
sunduğu yegâne soylu şeylerdir. Öbür duyular avam ve tenseldir. Asalet, ancak
hiçbir şeye dokunmamakla elde edilir. Asla yaklaşmamak - işte gerçek asalet
budur.
Tanrı iyidir, ama şeytan da kötü
değildir.
Hepsi bir yana, romantizm, ^VII.
yüzyılda Fransa' da olduğundan daha dengeli.
428
Hayalci her bir şeyin karşısında, o
şeye bir şey olarak duyarsız kalmaya çalışmalıdır.
Refleks olarak, her nesne ya da
olayın içinden düşlenebilecek şeyleri çekip çıkarmayı bilmek, bu sırada,
içlerindeki Dış Dünya' da ölmüş olan bütün gerçekliği bırakıp gitmek - bilge
kişi bunu düstur bellemelidir.
Asla kendi duygularını samimiyetle
hissetmemek ve kendi hırslarına, arzularına ve doyumsuzluklarına kayıtsızca
bakabilmeyi kendince, cılız bir zafer olarak görmek; neşelerin, sıkıntıların
yanında, ilgisiz bir insanla yan yana durur gibi durmak.
İnsanın kendinde kurabileceği en
büyük imparatorluk, bedeniyle, ruhuyla kendini, kaderin hayatını geçirmesini
emrettiği yer ve alan olarak değerlendirip, kendine karşı duyarsızlaşmasıdır.
Kendi hayallerimize, en içten
arzularımıza tepeden, en grand seigneur bakalım, gerçek bir zarafetle
onları görmezden gelelim. Kendimize karşı edepli davranalım; durduğumuz yerde
yalnız olmadığımızı, kendi kendimizin tanığı olduğumuzu, dolayısıyla kendimize
karşı, bir yabancıymışız gibi, üzerinde düşünülmüş, dingin, asaletinden ötürü
umursamaz, umursamaz olduğu için de soğuk bir tarzda, dışarıdan biri gibi
davranmanın önemli olduğunu iyice belleyelim.
Kendi gözümüzde küçülmemek için,
hırs, tutku, arzu ya da umut beslem- emeye, atılımlar yapmamaya, coşkusuz
yaşamaya alışalım, yeter. Bunu başarabilmek için hep kendimizin huzurunda
olduğumuzu, asla rahat davranabileceğimiz kadar yalnız kalmadığımızı hiç aklımızdan
çıkarmayalım. Bu sayede tutkuya ve hırsa olan doğal eğilimimizi yenebiliriz,
çünkü tutkular ve hırslar, zırhımızı zedeleyen birer kusurdur; ne arzumuz olsun
ne umudumuz, çünkü arzular ve umutlar zarafetten uzak, avam duruşlardır; ne
atılımlar yapmayı bilelim ne de coşkulanmayı, zira hızlanmak başkalarına karşı
ayıptır, sabırsızlık ise her yerde kabalık addedilir.
Aristokratlar, yalnız olmadığını
unutamazlar; etiketlerden, protokollerden de bu nedenle aristokratlar anlar.
Aristokratı içselleştirelim. Onu salonlarından, bahçelerinden koparıp ruhumuza,
var olma bilincimize taşıyalım. Hep kendi göz önümüzde olalım, etiketlere,
protokollere saygı gösterelim, ince ince düşünülmüş, bir-gören-olur tavırları
takınalım.
Her birimiz, Gizem'in mahallelerine
benzeyen küçük birer toplumuz; mahallenin hayatını zarif, nezih bir hale
getirmeliyiz hiç olmazsa, duygularımızın şenliklerine ağırbaşlılık, incelik
katmalı, düşüncelerimizin şölenlerini yalın bir nezaketle mühürlemeliyiz.
Etrafımızdaki diğer insanlar yoksul, pis mahalleler kurmakta özgürdür;
bizimkinin nerede başlayıp nerede bittiğini açıkça belirtelim, binalarımızın
89 yüce cephelerinden çekincelerimizin gizli odalarına dek her şey yalın bir
işçilikle işlenmiş, soylu, dingin, gösterişsiz olsun.
Her duygumuzu ağırbaşlılıkla hayata
geçirmenin bir yolunu bulalım. Sevişmek, bir aşk hayalinin gölgesine, ayın
vurduğu iki dalgacığın arasında uzanan, solgun, titrek bir arafa indirgensin.
Arzuyu, kendi kendiyle baş başa kalmış bir ruhun tebessümüne benzeyen, yararsız
ve zararsız bir şeye dönüştürelim; gerçekleşmeyi ya da kendini anlatmayı hiç
hayal etmesin. Nefreti tutsak bir yılan gibi uyutalım ve korkuya diyelim ki,
kendini bakışlardaki kaygıyla göstersin, yalnızca ruhumuzun bakışlarının
derinindeki o kaygıyla, korkunun estetik kaygılarıyla bir tek o uyuşabilir.
429
H.K.
18 Eylül 1917
Hayatımın her aşamasında, her
durumunda, başkalarıyla olan bütün ilişkilerimde, hep davetsiz bir misafir
olarak görüldüm. En azından bir yabancı olarak. Gerek ailem, gerek dostlarım,
beni daima dışarıdan biri olarak algıladılar. Bir kez olsun kasten o şekilde
davranmış değilim. Davrandımsa da, karşımdakilerin farkında olmadan gösterdiği
tepkilerden olmuştur o da.
Her zaman, her yerde iyi karşılandım.
Benden daha az çatık kaş, kötü muamele görmüş, azar işitmiş insan herhalde
enderdir. Ama hiç eksik olmayan bu sevecenlikte sevgi yoktu. Doğal olarak, en
yakınlarım için bile misafirdim, bunun için de iyi ağırlanmalıydım, ama
yabancılara gösterilen o hesaplı özenle, davetsiz misafirlerin payına düşen
sevgisizlikle.
Bana yönelik bu davranışların, esasen
kendi mizacımdaki birtakım karanlık taraflardan kaynaklandığına hiç şüphem yok.
İşin doğrusu bende bulaşıcı bir soğukluk var, elimde olmadan, elimde olmadan
başkalarını da benim gibi az hissetmeye zorluyor.
Canayakın bir insan sayılırım.
Karşımdakinden de hemen yakınlık görürüm, sevgi ise hiç gelmez. Bugüne dek bir
tek kimsenin bile bana bağlandığını hatırlamam. Günün birinde sevilmek, bir
yabancıyla senlibenli konuşmak kadar imkânsız gelir bana.
Bütün bunlar canımı mı yakıyor, yoksa
ıstırap ya da tevekkül getirmeyen, kayıtsız bir kader gibi kabulleniyor muyum,
bilemiyorum.
Hep hoş bir insan olmaya çalıştım.
Oldum olası, kayıtsızlıktan başka şey bulamamanın acısını çektim. Feleğin bir
öksüzü olarak, bütün öksüzler gibi ben de biri beni sevsin istedim. Ama sevgiye
hiç doyamadım ve bu yararsız açlığa o kadar güzel ayak uydurdum ki, bazen
doymam şart mı, onu da bilemiyorum.
Her ne olursa olsun, yaşamak canımı
yakıyor.
Başkaları onlara gönül verecek bir
varlık bulur mutlaka. Ben ise, bana bağlanmayı hayal eden biriyle bile
karşılaşmadım henüz. Herkes başkaları için kendini parçalıyor; bana ise kibar
davranmakla yetiniyorlar.
Saygı uyandırmayı becerebiliyorum,
sevgi uyandırmaya ise yeteneğim yok. Ne yazık ki, saygı duyan insanlara karşı
bunu haklı çıkaracak hiçbir şey yapmadığım için, sonunda ortada gerçek bir
saygı da kalmıyor.
Bazen acı çekmeyi sevdiğimi
düşünüyorum. Ama aslında tercihim bu değildi.
Ne önderlik vasıfları var bende, ne
de madunluk. Kaderine razı bir adamın özelliklerine bile sahip değilim, oysa
kıtlıkta bunlar da idare ederdi.
Benim kadar akıllı olmayanlar
daha güçlü bir karaktere sahip. Hayatta kendilerine yer edinmekte daha ustalar;
zekice yeteneklerini kullanmakta daha becerikliler. Karşımdakini etkilemek
için gereken bütün özelliklere sahibim, tek eksik bu işin sanatı, hatta sırf
bunu dilemeyi isteyebilsem, o da yetecek.
Herhangi bir şeyi arzulamamla gözümün
önünde ölmesi bir oluyor. Oysa kaderim, herhangi bir şeyi öldürmek için en
ufak bir güce sahip değil. Onun tek zayıflığı, bana karşı ölümcül olmak.
430
H.K.
Kimi delilerin 9° en delice
fikirlerini hem başkalarına hem kendilerine, ne biçim bir bilinçle, mantıksal
açıdan nasıl bir tutarlılıkla kanıtladığını görünce, özb- ilincimin tamamen
bilinçli olduğuna olan inancımı kesin olarak yitirdim.
431
H.K.
Hayatımın büyük trajedilerinden biri
-ama karanlıkta, kurnazca oynanan trajedilerden bu-, doğal yolla hiçbir şey
hissedemiyor olmak. Herkes gibi sevmeye ve nefret etmeye muktedirim, herkes
gibi korkabilir ya da coşkuya kapılabilirim; ama sevgim ya da nefretim, korkum
ya da coşkum o tanımlanmış duygulara benzemiyor hiçbir zaman: Ya bir öğeleri
eksik kalıyor ya fazladan bir tane eklenmiş oluyor - sonuç olarak farklı bir
şeye dönüşüyor ve hissettiğim hayatla uyuşmuyorlar.
Hesapçı denilen zihniyetlerde -deyim
tam yerini bulmuş-, duygular hesaplarla, bencil kaygılarla sınırlanır ve
farklı görünür. Gayet yerinde olarak kuruntulu denilen zihinlerde, doğal
içgüdülerde gene böyle bir kayma görülür. Bende de, duygularımı açıkça tarif
etmeye çalıştığımda benzer bir bozukluk ortaya çıkıyor - oysa ne hesapçıyım ne
kuruntulu. Duyguları altüst etmemin hiçbir bahanesi yok. İçgüdülerimi içgüdüsel
olarak bozuyorum ve istemeden "hataen" istiyorum.
432
H.K.
Koşullar kadar mizacımın da
tutsağıyım, insanların kayıtsızlıkları kadar, ben olarak gördükleri kişiye
gösterdikleri sevgi de incitici - bunlar, Kader'in bana bahşettiği insan yüzlü
hakaretler.
433
7 Nisan 1933
Aralarından bir yabancı olarak geçtim,
ama hiçbiri öyle olduğumu anlamadı. İçlerinde casus olarak yaşadım, ama kimse
-ben bile- benden şüphelenmedi. Beni akrabadan saydılar: Kimse doğum sırasında
karıştırıldığımı bilmiyordu. Böylece hiçbir benzer yanımız olmadığı halde
ötekilere benzedim, hiçbir aileye ait olmaksızın herkesin kardeşi oldum.
Büyüleyici ülkelerden, hayattan daha
güzel manzaralardan geliyordum, ama o ülkeleri kendimden başka kimseye
anlatmadım, sırf düşlerde gördüğüm manzaraların ise adını bile anmadım. Parke
taşlarında ya da döşemelerde yankılanan ayak seslerim onlarınkine benziyordu,
ama yüreğim yanı başımda çarptığı halde, uzaklara sürülmüş, yabancı bir bedenin
hayali efendisiydi.
Bu benzerlik maskesinin altında
gerçek beni tanıyan, hatta maske taktığımı anlayan olmadı, çünkü şu dünyada
maskeli varlıkların olduğunu bilen yoktu. Yanı başımda bir başkasının,
nihayetinde ben olan bir başkasının durduğu kimsenin aklının ucundan bile
geçmedi. Beni hep kendimle bir sandılar.
Beni evlerinde ağırladılar, elleri
benimkini sıktı, sanki varmışım gibi sokaktan geçtiğimi gördüler; ama ben olan
kişi o evlerde hiç bulunmadı, yaşayan benin sıkılacak eli yok, bakınca kendimi
tanıdığım kişi, geçecek bir sokaktan bile mahrumdu, tabii o sokak bütün
sokaklar değilse, başkalarının onu görebileceği sokak da yoktu, o bütün herkes
değilse.
Hepimiz isimsiz, birbirimize uzak
yaşıyoruz; başka kılıklar altında birer yabancı olarak acı çekiyoruz. Ne var ki
bazıları bir varlıkla kendisi arasındaki bu mesafenin hiç farkına varmaz;
kimileri mesafeyi ancak korkulu, acılı anlarda, sınırsız bir şimşeğin
aydınlığında görür; kimileri içinse ömürleri boyunca değişmeyecek ıstıraplı,
gündelik bir şeydir bu.
Ne olduğumuzun bizi gerçekten
ilgilendirmediğini, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin hep bir tercüme olduğunu,
istediğimiz şeyleri gerçek anlamda istemediğimizi ve belki zaten kimsenin
istemediğini - anbean bunları bilmek, her duyguda bütün bunları hissetmek, bu
değil midir kendini kendi ruhuna yabancı hissetmek, kendi duygularında
sürgünlük çekmek?
Ne var ki, kılımı kıpırdatmadan
izlediğim karnavalın bu son gecesinde, sokağın köşesinde maskesiz bir adamla
konuşan o maske nihayet elini uzattı ve gülerek uzaklaştı. Doğal adam, o
daracık sokağın köşesinden sola döndü. Maske -hiçbir cazibesi olmayan
kukuletalı bir başlık- dümdüz devam ederek gölge ve ışık oyunları arasında,
geri dönüşsüz bir elveda ile uzaklaştı, kendim olarak düşündüğüm şeye
yabancıydı. İşte ancak o zaman gördüm o sokakta, yanan lambalardan başka şeyler
ve lambaların aydınlatmadığı yerleri bulandıran, belirsiz bir ay ışığı
olduğunu, okült, dilsiz, hayatın kendisi gibi hiçlik dolu bir ışık..
434
H.K.
... açıkça görülen üst üste
yığılmış çatı kütlesinin üzerinde, donuk bir kahverenginin nemiyle kirlenmiş,
grimsi ay beyazlığı.
435
H.K.
Ve gece yığınları halinde kat kat
yayılan şehrin tek bir yerine, soğuk sedef mavisiyle karışık bir beyazlık
vurmuş.
436
H.K.
Ve nihayet, ışıltılı çatıların
karanlığının üzerinde, ılık bir sabahın soğuk ışığı bir kabir azabı gibi
yükseldi. Bir kez daha o bildik dehşet başlıyor - gün, hayat, uyduruk
çıkarlar, kaçar yeri olmayan koşturmaca. Bir kez daha fiziksel varlığım
başlıyor, gözle görülebilir, toplum içinde yaşayabilir, anlamsız kelimelerle aktarılabilir,
başkalarının hareketlerine, başkalarının bilincine göre kullanılabilir. Gene
benim bu, olmadığım halimle. Karanlıktan doğan, panjurlardaki yarıkları
(Tanrım, hiçbir şeyi örttüğü yok bunların') belirsiz griliklerle dolduran bu
ışık nüvesiyle birlikte, şu sığınağı uzun süre elimde tutamayacağımı yavaş
yavaş anlıyorum: uyumadan uzanmak, ama istesen uyuyabilecek durumda olmak,
çarşafların ılık serinliğiyle -rahatlatmasa da- bir bedene sahip olduğumu
bilmeyişim arasında salınarak, bir gerçekle bir hakikatin var olduğunu fark
etmeksizin, özgürce düş görmek. İçinde bilincimin tadını çıkardığım mutlu
bilinçsizliğin, o hayvani mahmurluğun giderek elimden kaydığını hissediyorum,
oysa o mahmurluğun en dibine indiğimde, güneş altındaki kedi gözleriyle, özgür
imgelemimin mantığının çizdiği hareketleri izleyebiliyorum. Alacakaranlığa
vergi şeylerin, gözkapaklarımın kıyısında yarı gördüğüm kirpik dalları altında
ağır akan nehirlerin ve kulaklarımda kanın ağır sesiyle yağmurun muğlak ısrarı
arasında kaybolmuş şelale mırıltısının usulca sönüp gittiğini hissediyorum.
Yavaş yavaş kendimi kaybediyorum, ta ki bir canlıya dönüşene dek.
Bilmem uyuyor muyum, yoksa sadece
uyuduğumu mu hissediyorum. Belli bir zaman aralığında rüya görüyor değilim,
adeta uyumamış olduğum bir uykudan kalkarcasına, dikkatle, şehrin ilk uğultularını
algılıyorum, en aşağıda, Tanrı bilir nereye açılan sokakların bulunduğu o
anlaşılmaz yerden bir sel gibi yükseliyor uğultular. Yağan, şu an duyamadığıma
göre belki de yağmış olan yağmurun hüznünden süzülen, neşeli sesler bunlar...
Belirsiz, ölgün bir aydınlığın gölgeleri arasından sızan ışık yarıklarının
aşırı griliğinden başka hiçbir şey yok, sabahın bu saatine bu kadarı yeter,
zaten sabahı bildiğim de yok. Sesler neşeli, dağınık ve yüreğimin ta içine
batıyor, sanki bir azaba ya da idama çağırıyorlar beni. Hiçbir şeyi bilmemek
istediğim şu yataktayken, doğuşunu işittiğim her yeni gün, hayatımda önem
taşıyan, yüzleşmeye cesaret edemeyeceğim önemli bir olayın günü
olacak, gibi geliyor.
Sokaklara, caddelere üzerindeki örtüleri atarak karanlık yatağından kalktığını
hissettiğim her yeni gün, beni bir mahkemeye çağırıyor. Her yeni bugünde
yargılanmaya mecburum. Ve içimdeki ezeli mahkûm, kaybettiği annesiymiş gibi
yapışıyor yatağına, sanki dadısı onu dünyadan koruyabilirmiş gibi yastığını
okşuyor.
O güçlü hayvanın
ağaçların gölgesinde mutlu mesut uyuyuşu, paçavralar içindeki serserinin yüksek
otların arasındaki serin yorgunluğu, nemli, uzak bir akşamüstünde Siyah'ın
uyuşukluğu, yorgun gözlere çöken esnemenin lezzeti - bizi unutuşla oyalayan,
uyku getiren ne varsa, ruhun panjurlarını usulca iten dinginliğin aklı
yatıştırması, uyumanın isimsizce okşayışı..
Uyumak, farkında değilken
uzakta olmak, uzanmak, kendi bedeniyle unutmaktır; uzun dalların altında yatan
kayıp bir göle benzeyen bir sığınakta, ormanların engin yalnızlığında
bilinçsiz olma özgürlüğüdür.
Dışarıda bir hiçlik,
hafif bir ölüm soluk alıyor, insan hayıflanarak, yepyeni bir tazelikle uyanıyor
bundan ve ruhun kumaşı hiçliğin içinde unutuşun ellerine bırakıyor kendini.
Ah, tıpkı ikna edilememiş
bir adamın tekrar itiraza başlaması gibi, yağmurun aydınlanan evrene ansızın
sıçradığını duyuyorum. Korkmuşum sanki, farazi kemiklerim üşüyor. Ve olduğum
yere büzülüp bir hiç, elimde kalan azıcık karanlıkta kendi kendiyle baş başa
bir insan olarak ağlıyorum, evet, yalnızlığa ve hayata ağlıyorum ve tekerleksiz
bir araba kadar gülünç ıstırabım gerçekliğin kıyısında, terk edilmiş dışkıların
arasında yatıyor. Her şeye ağlıyorum, küçücükken sığındığım dizlerin anısına,
bana uzatılan, çoktan ölmüş ele ve sonra nasıl sarıldığını hiç öğrenemediğim
kollara, hiç yaslanamadığım omuzlara... Ve bu kez sahiden doğan gün, günün çiğ
gerçekliği gibi benim içimde de yükselen acı ve hayal ettiklerim,
düşündüklerim, kendimde unuttuklarım - bütün bunlar, bu gölgeler, kurgular,
pişmanlıklar harmanı dünyaların yuvarlandığı derin yarıklara karışıyor ve
hayatın içindeki varlıklarla birlikte, çocukların çalıp gizlice mideye
indirdiği bir üzüm salkımının iskeleti gibi düşüyor.
İnsan gününün uğultusu
ansızın, birzil sesi gibi artıyor. Evin ucunda, birilerin- in yaşamaya gitmek
için açtığı ilk kapının kilidi yavaşça şakırdıyor. Yüreğime açılan saçma bir
koridorda terlik sesleri duyuyorum. Ve nihayet kendini öldürmeyi başaran bir
adam gibi ani bir hareketle, içine sığındığım yatağın çarşaflarını, yumuşak
örtülerini kaskatı bedenimden koparıyorum. Uyandım. Yağmurun sesi yukarıda,
sonsuz dışarıda silinmekte. Artık daha rahatım. Bilmediğim bir şeyi yerine
getirdim.
Kalkıyorum, pencereye gidiyorum,
cesur bir adam gibi kararlılıkla iç panjurları açıyorum. Aydınlık bir yağmur
günü parlıyor, donuk aydınlığıyla gözlerime akıyor. Sıra pencereleri açmakta.
Serin hava, henüz ılıklığını koruyan tenimi nemlendiriyor. Yağmur yağıyor
kuşkusuz, ama bu yağmur, ki belki hep aynı yağmurdur, gerçekten azalmış.
Tazelenmek, yaşamak istiyorum, boynumu dev bir boyunduruğa uzatır gibi, hayata
uzatıyorum. 91
437
H.K.
29 Ağustos 1933
Bazen şehir de kırlara özgü huzuru
tadabilir. Kimi anlarda, özellikle yaz ortasında, öğlen vakitlerinde, bu ışıl
ışıl Lizbon'da kırlar bir rüzgâr gibi sarar bizi. Şu Rua dos Douradores'te bile
güzel bir güneşin sıcaklığı duyulur.
Ruha ne kadar da iyi gelir gökte
yükselmiş, huzurlu bir güneşin altında, adeta bir köy şuracığa taşınmış gibi,
şu uyduruk arabaların, bitmek bilmez kasaların, ağır ağır yürüyen insanların
birdenbire susması! Ben de yalnız başıma, büronun penceresinden bakarken
kendimi başka bir yere naklediyorum: Küçük, sakin bir taşra şehrinde buluyorum
kendimi ya da gözden ırak köylerde durgunlaşıyorum, kendimi bir başkası olarak
hissettiğim için mutluyum.
Biliyorum: Başımı kaldırsam, Aşağı
Şehir' de ne kadar büro varsa, hepsinin kir pas içindeki pencereleri, cepheleri
geçecek gözümün önünden ve hâlâ insanların yaşadığı üst katlardaki anlamsız
pencereler, en tepede, çatı katının köşeleri arasında, çiçek saksılarıyla çeşit
çeşit bitkilerin arasında her zamanki gibi güneşte kuruyan çamaşırlar. Hepsini
biliyorum, ama bütün bu şeyleri altına bulayan ışık öyle tatlı, beni saran
dingin hava o kadar anlamsız ki, sahte köyüme, ticaretin huzurla eşanlamlı
olduğu küçük taşra şehrime sırt çevirmem için, göstermelik de olsa bir neden
yok elimde.
Biliyorum, biliyorum... Doğruyu
söylemek gerekirse, artık öğlen yemeğinin ya da dinlenmenin, mola vermenin
vaktidir. Her şey kusursuzca hayatın yüzeyinde kayıyor. Ben ise, yepyeni bir
manzaradan geçen bir geminin küpeştesiymiş gibi balkondan sarkmış olsam da,
uyumaktayım. Ve adeta gerçekten taşrada yaşar- casına, hayal bile kurmuyorum.
Ama birden bambaşka bir şey çıkıveriyor ortaya, beni kuşatıyor, hükmüne alıyor:
Küçük şehirde bir öğle vaktini seyrederek, o yerlere özgü hayatın tamamını
görüyorum; ev hayatının o sınırsız, o mutluluk dolu aptallığını, tarlalardaki
hayatın o sınırsız, o mutluluk dolu aptallığını, iğrençlikle el ele vermiş
huzurun o sınırsız, o mutluluk dolu aptallığını görüyorum. Görüyorum, çünkü
görüyorum. Derken görmez oluyorum, bir baktım ki uyanmışım. Gülümseyerek
kolaçan ediyorum etrafımı ve ilk iş ceketimin dirseklerindeki (ne yazık ki
ceketim koyu renk) tozu silkeliyorum, kimsenin zahmet edip temizlemediği
pencereye dayanmaktan olmuş, pencere kenarının günün birinde, bir an için de
olsa, denizlerde sonsuz bir turistik geziye çıkmış bir geminin toz tutması
imkânsız küpeştesine dönüşeceği kimsenin aklına gelmemiş.
438
Gece yeşiliyle ağarmış bir mavilik,
yaz ufkunda beliren binaların soğuk keşmekeşini, hafif sarıya çalan bir griyle
belli belirsiz kuşatılmış siyahımsı-kahvem- si bir karaltı halinde
yansıtıyordu.
Bir zamanlar fiziksel okyanusa hâkim
olarak evrensel uygarlığı yaratmıştık: Bugün, psişik okyanusa, heyecana,
mizacın anasına hâkim olup entelektüel uygarlığı yaratmanın zamanıdır.
439
H.K.
... duygularımın acıtan keskinliği,
en mutluluk verici olanların bile; duygularımın mutluluk veren keskinliği, en
acıtanların bile.
Bir pazar sabahı, epey geç bir
saatte, günlerden sonsuz bir ışık gününde yazıyorum, yarıda kalmış şehrin
çatılarının üstünde, hâlâ anlatılmamış bir göğün mavisi, yıldızların gizemli
varlığını unutulmuşluğa hapsediyor..
Bende de günlerden pazar..
Yüreğim bilemediği bir
yerdeki bir kiliseye gidiyor; tepeden tırnağa kadifelere bürünüp gidiyor, yüzü
ilk duygulardan pembeleşmiş, fazla büyük gelen yakasının üstünden hüzünsüz
bakışlarla gülümsüyor.
88. Yazar tarafından
altı çizilmiştir.
90. Ya da: sistematik
olarak taşkınlık yapan bazı delilerin.
91. Ya da: hayata ve
Tanrı'nın soyut davasına.
440
Biten yazın göğü her gün donuk bir
mavimsi yeşile uyanıyor, sonra hızla, biraz dilsiz beyazla sakinleşmiş bir
maviye dönüyordu. Batıda ise, genellikle bütün gökyüzüne yakıştırılan
renkteydi.
Gerçeği söylemek, aradığını bulmak,
her şeyin yanılsama olduğunu inkâr etmek - ne çok insan düşmenin, toprağa
gömülmenin telaşıyla sarılır bu işe yaramaz çarelere ve coğrafya
haritalarındaki gibi büyük harflerle nasıl da kirletir ünlü isimler, okuduğumuz
sayfalardaki yalın incelikleri!
Asla gerçekleşemeyecek olayın yarın
gerçekleştiğini hayal ederek çizilen tablolar! Kesik kesik heyecanlardan dökme
lacivert taşı! Hatırla, hayali bir varsayım, basit bir ham hayal kaç anıyı barındırabilir?
İnançlardan örülü bir taşkınlıkta, bütün bahçelerin suyunun mırıltısı, o
katıksız heyecan hafifçe, kısacık, tatlılıkla yükselir özbilincimin
derinliklerinden.
Ey Heliopolis gecesi! Heliopolis'in
gecesi! Kim söyleyecek bana yararsız sözleri, kim kanla ve kararsızlıkla
ödeyecek diyetimi..
441
H.K.
8 Eylül 1933
Gecenin yalnızlığının içinde epey
yüksekte, bir pencerenin ardında yabancı bir lamba çiçeklendi. Şehrin geri
kalanı zifiri karanlık, sokakların aydınlığından belirsiz yansımaların nefes
nefese tırmanarak, tersten gelen bir ay ışığı gibi serpildiği yerler dışında.
Gecenin siyahında evler de renklerini, tonlarını pek belli etmiyor: Çatıların
düzenini bozan tek şey aralarındaki belirsiz, adeta soyut farklılıklar.
Görünmez bir ip, beni lambanın
isimsiz sahibine bağlıyor. İkimizin de uyanık olmasının yarattığı ortaklık
değil bunun nedeni: Karşılıklı olamaz bu durum, çünkü ben pencere kenarında,
karanlıkta durduğumdan o beni kesinlikle göremez. Sebep başka bir şey, sadece
bana ait, yalnızlık duygumla bağlantılı, geceden ve sessizlikten de beslenen, o
lambayı var olan tek lamba olduğu için dayanak noktası olarak seçen bir şey.
Galiba geceyi bu kadar karartan bu yanan lamba. Galiba lamba ben var olduğum,
uyanık olduğum, koyu karanlıkta hayal kurduğum için ışık veriyor.
Belki de var olan her şey, ancak
başka bir şey var olduğu için vardır. Hiçbir şey kendiliğinden yoktur, her şey
yan yana vardır: Belki sahiden de böyledir. Karşıda bir yerlerde şu lamba,
hayali yüksekliklere sığınmanın ayrıcalığıyla çakmadan duran o deniz feneri
olmasaydı, bu saatte var olmazdım, biliyorum -en azından bu şekilde var olmaz,
bir anda özbilince varmazdım, bilinç olduğu için, bir anda olduğu için tamamen
bendir o-. Hissettiğim bu, çünkü hiçbir şey hissetmiyorum. Bütün bunları,
hiçbir şey olmadıkları için düşünüyorum. Hiç, hiç, gecenin, sessizliğin ve
içlerindeyken ulaştığım hiçliğin, olumsuzluğun, fazlalığın birazı, benle kendim
arasındaki mesafe, şey ve bir tanrının unutuluşu..
442
H.K.
Akılsızca aklımla eğlenerek uykusuz
bir uyuklamaya dalmış, bir araya gelince tutarsız duygular kitabımı oluşturacak
sayfaların üzerinden geçiyorum. Ve birden sayfalardan ıssız bir tekdüzelik
duygusu, aşina bir koku gibi yükseliveriyor. Daima farklı olduğumu söylerken
bile, durmaksızın aynı şeyi tekrar etmiş olduğumu hissediyorum; itiraf
edemeyeceğim kadar kendime benzediğimi; ve sonuç olarak ne kazanmanın neşesini
ne kaybetmenin heyecanını tatmış olduğumu. Kendimle hesaplaşmamışlığım ben,
anlık bir dengesizlik, bunlar üzüyor beni, dermansız bırakıyor.
Hep kül rengi yazmışım. Sanki bütün
hayatım ve hatta akıl hayatım bile, upuzun, yağmurlu bir günmüş, hapislikten
ve alacakaranlıktan, boş bir ayrıcalıktan ibaret bir gün. İpek paçavraların
hüznündeyim. Işık ve sıkıntılar içinde, ne olduğumu bilmez haldeyim.
Hiç olmazsa kim olduğumu söylemek
için, haddini aşan öznel hayatımın en ufak duygularını kaydetmek için
sinirlerle donatılmış bir makine gibi harcadığım zavallı çaba - hepsi bir anda
boşalıverdi, bir kova devrilmiş, kainatın suyu yere saçılmıştı sanki. Sahte
renklerle inşa ettim kendimi - ve sonuç, şu beş para etmez imparatorluğum.
Yaşanmış bir nesrin büyük olaylarını emanet ettiğim şu yüreği, bugün, farklı
bir ruhla yeniden okuduğum şu sayfaların ıssız köşelerinde gördüğümde, bir
taşra bahçesindeki eski püskü tulumbayı hatırlatıyor, içgüdüyle kurulmuş,
ihtiyaçtan çalıştırılmış bir tulumba. En ufak bir kasırga patlamadan, boyumu
aşmayan bir denizde gemim dibe vurmuş.
Ve var olmayan şeyler arasındaki
mesafeler art arda dizilirken, bilinç namına bana kalan şeye soruyorum, neye
yaradı bunca sayfayı inandığım, bana ait sandığım cümlelerle, birer düşünce
gibi hissettiğim heyecanlarla; tenhalarda gizlenen bir dilenci kızının
tükürüğüyle yapıştırdığı kâğıt parçalarından başka bir şey olmayan bayraklarla,
sancaklarla doldurmak.
Benden geriye kalana soruyorum, daha
Kader' in kâğıtları arasında var olmaya fırsat kalmadan yitip gitmiş, bu
ıskartalık, bu süprüntü, bu yararsız sayfalar neyle kafiyeli?
Kendimi sorguluyor ve devam ediyorum.
Soracağımı yazıyor, yeni cümlelerle sarıp sarmalıyor, yeni heyecanlarla
karmaşayı dindiriyorum. Yarın gene yazacağım, aptal kitabıma, inançsızlığımla
her gün hissettiklerimi yazmaya soğukkanlılıkla devam edeceğim.
Öyleyse sayfalar olduğu gibi devam
etsin. Domino partisi bitince -ister galip bitirmiş olalım ister mağlup- bütün
taşlar ters çevrilir ve o an bütün oyun simsiyah kesilir.
443
İçimde gömülü o kadar çok Cehennem ve
Araf var ki - oysa hayata aykırı bir iş yaptığımı gören olmuş mu... benim gibi
sakin, huzurlu bir adamın?
Portekizce yazmıyorum. Ben kendimce
yazıyorum.
444
H.K.
Hayat dışında her şey katlanılmaz
hale geldi. Şu büro, şu ev, sokaklar -hatta sahip olsaydım tam tersi şeyler de-
fazla geliyor, beni boğuyor; bir tek bütünlük yatıştırıyor. Evet, herhangi bir
unsuru bütünün içinde düşündüğüm anda derdim kalmıyor. Şu ölü büroya ölümsüzce
giren bir güneş ışığı; bir seyyar satıcının odamın penceresine dek fışkıran
çığlığı; hatta sadece insanların, bir iklimin, hava durumu diye bir şeyin var
olması, dünyanın insanı sersemletecek kadar nesnel olması..
Güneş ışığı birden benliğime doğru
geldi, o da onu birden gördü... Oysa pek tiz bir ışıktı bu, renksiz
denebilirdi, siyah zemini bıçak gibi kesiyor, geçtiği yerlerde döşemeye
çakılmış eski çivilere, lataların arasında, bu aksızlık partisyonu üzerinde
kara porteler gibi uzanan çukurlara can veriyordu.
Dakikalar boyunca güneşin bu huzurlu
büroya girmesinin yarattığı, hissedilmez etkiyi izledim... Ancak bir
hapishanede olur istilanın böylesi’. Güneşin oynaşmasını bir tek mahpuslar
seyreder böyle, karıncaların kaynaşmasını seyredercesine.
445
H.K.
18 Eylül 1933
Sıkıntı için miskinlerin ya da
işsizlerin hastalığı dedikleri sık sık kulağıma çalınıyor. Oysa çok daha
karmaşık bir ruh hastalığıdır bu: Sıkıntı zaten meyilli olanlara musallat olur,
üstelik sahici miskinlerden çok çalışanları ya da çalışır gibi yapanları (bu
durumda bu ben oluyorum) sever.
Doğal Hindistanlarla, bilinmedik
memleketlerle dolu iç hayatın sahici debdebesiyle, aslında iğrenç bir tarafı
olmayan gündelik hayatın iğrençliği arasındaki çelişkiden daha kötüsü yok.
Sıkıntının yükü, ortada miskinlik gibi bir bahane yokken iyice ağırlaşır.
Çalışmadan edemeyenlerin sıkıntısı ise en beteri.
Sıkıntı, işsizliğin yarattığı
isteksizlikten kaynaklanmaz, herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten
inanmış insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu. Ve bu
şartlarda yapacak ne kadar çok işiniz varsa, çekeceğiniz sıkıntı da o kadar
artar.
Kim bilir kaç kez, bunca zahmetle
yazdığım defterden kaldırdığımda, başımdaki bütün dünyanın akıp gittiğini fark
etmişimdir! Uyuşuk olmayı, hiçbir şey yapmamayı, yapacak hiçbir işimin de
olmamasını çok daha fazla tercih ederdim, çünkü o zaman bu elle tutulur
sıkıntının tadını çıkarabilirdim. Şu anki sıkıntımda ne huzur var, ne asalet,
ne de var olma tiksintisine karışan o rahatlık: Yapmak zorunda bile olmadığım
işlerin potansiyel yorgunluğunun yerine, sadece ve sadece, yapabilmiş olduğum
işlerin sınırsızca yavaşlaması var.
446
H.K.
Hayyam'ın sıkıntısı, ne yapacağını
bilemeyen, aslında hiçbir şey yapamadığı ya da beceremediği için bu halde olan
bir adamın çektiğiyle bir değildir. Öylesi, ölü doğmuş insanların ve kendini
haklı olarak morfine ya da kokaine verenlerin sıkıntısıdır. Acem bilgenin
sıkıntısı ise, bununla karşılaştırılamaycak kadar asil ve derindir. İyice
düşünmüş ve her şeyin karanlık olduğunu görmüş; bütün dinler, bütün felsefeler
üzerine kafa yormuş, nihayet Süleyman' ın lafına gelmiş bir adamın sıkıntısıdır
onunki: "Gördüm ki her şey boşmuş, ruhun çektiği acılardan ibaretmiş"
ya da şu öteki kralın -daha ziyade imparator demeli-, Septimus Sever- us'un, o
da der ki: "Omniafui, nihil..." - "Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş."
Hayat, demiş Gabriel Tarde,
yararsızlıktan geçerek imkânsızı aramaktır; Ömer Hayyam da olsa böyle söylerdi.
Acem bilgenin içkiye kendini vermekte
ısrar etmesinin nedeni budur. İç, içi Pratik felsefesi böyle özetlenebilir.
Neşesine neşe katmak için, neşe neşeye daha çok benzesin diye içen, ehlikeyif
bir ayyaştan bahsetmiyoruz. Unutmak ve belki biraz daha az kendi olmak amacıyla
içen, kırgın bir ayyaş da değildir Hayyam. O şaraba neşeyi, eylemi ve aşkı
katandır; Ömer Hayyam'da en ufak bir enerji işareti, en ufak bir aşk cümlesi
geçmediğini de gözden kaçırmayalım. Rubaiyat’ta incecik siluetiyle
(nadiren de olsa) zuhur eden küçük Saki kesinlikle salt "şarap sunan genç
kız" değildir. Şair, tıpkı bir şarap testisinin narinliğine vurulurcasına
vurulmuştur onun endamına.
Neşe, şaraptan Başpapaz Aldrich92
gibi konuşur [...]
Sonuç olarak Ömer Hayyam'ın pratik
felsefesi, haz arayışının dibe vuracağı kadar silikleşmiş, dingin bir
Epikürcülüğe varır. Gülleri seyretsin, şarap içsin, ona yeter. Hafi.f bir
meltem, havadan sudan bir sohbet, bir testi şarap, üç beş çiçek - Acem bilgenin
en önemli arzu nesneleri bundan ibarettir işte, hepsi bu. Aşk insanı kışkırtır
ve yorar, eylem dağıtır ve başarısızlığa götürür, kimse bilmeyi bilmez ve
düşünmek her şeyi donuklaştırır. İşte bu yüzden kendi içimizdeki arzulardan ve
umutlardan, faydasız dünyayı açıklama iddiasından veya aptalca onu
iyileştirmeyi, yönetmeyi amaçlamaktan vazgeçsek daha iyi olur. Her şey hiçtir
ya da Yunan Antolojisinde
yazdığı gibi "her şey akılsızlıktan gelir'', üstelik bir Yunan, yani
akılcı biridir bunu bize söyleyen.
447
H.K. [']
Var olan bütün dinlerin, bütün
felsefelerin doğrularına ya da yalanlarına, gereksiz yere kanıtlarıyla öne
sürülen, adına bilim denen bütün varsayımlara kayıtsız kalacağız. İnsanlık
denen şeyin ya da insanlığın kaderini ya da bir bütün olarak başına gelebilecek
ve gelemeyecek olanları da umursamayacağız. Sevmekse, evet, İncil' de dendiği
gibi "yakınımızı" seveceğiz, ama İncil'in adını bile anmadığı insan'ı
değil. Bu her birimiz için bir noktaya kadar doğrudur: En yürekli olanımızın
bile, Çin'deki bir katliama karşı elinden ne gelir? Ama sokakta haksız yere
tokatlandığını gördüğümüz bir çocuk için, düşlerimizin olanca gücüyle acı
çekeriz.
Herkese sevgi göstermek, kimseyle
yakınlaşmamak. Fitzgerald93 notlarından birinde Hayyam etiğini bir
açıdan böyle yorumlar.
İncil yakınlarımızı sevmemizi söyler:
İnsana ya da insanlığa karşı bir sevgiden bahsetmez, zaten kimse de bunu dert
etmez.
Buraya (sanırım layıkıyla) aktarıp
yorumlayabildiğim kadarıyla, Ömer Hayyam'ın felsefesini benimseyip
benimsemediğimi merak eden olabilir. Cevabım, hiçbir fikrim yok. Bazı günler
pratik felsefeler içinde en iyisi buymuş, hatta başka felsefe yokmuş gibi
geliyor. Bazı günler ise boş bir bardak misali, içi boş, ölü ve yararsız
buluyorum onu. Kendimi bilmiyorum, çünkü düşünüyorum. Dolayısıyla gerçekten
düşünüp düşünmediğimi de bilmiyorum. İnancım olsa farklı bir insan olurdum; ama
şu da var ki, deli olsam da farklı olurdum. Sonuç olarak farklı olsaydım farklı
olurdum.
Fani dünyayla ilgili bu öğretilerden
başka, bir de tarikatlarda öğretilen gizli bilimler ve gizli olduklarında ifşa
edilen, açık törenlerle sergilendiklerinde ise saklanan gizemler var tabii.
Sözgelimi, Roma kilisesinde Meryem adına yapılan ayinler ya da masonluktaki Kutsal
Ruh ritüeli gibi büyük Katolik ritlerinde gizlenen ya da yarı gizlenen
şeyler.
Ama sırlara eren bir insanın, alt
tarafı yanılsamanın başka bir yüzünün sıradan bir kurbanı olmadığını nereden
bileceğiz? Eğer rasgele bir deli, deli haliyle çok daha büyük bir sırra
sahipse, bu kişi neye inanacaktır? Spencer bilgimizin bir küre olduğunu,
büyüdükçe bilmediklerimize temas ettiği noktaların da çoğaldığını söyler. Bunun
yanı sıra, sırlara ermenin bize neler getirebileceğine dair, bir Büyü üstadının
şu korkunç sözleri de hiç aklımdan çıkmaz: "İsis'i gördüm," der,
"İsis'e dokundum: Ama var olup var olmadığını bilmiyorum."
Acem şairi, hüznün vehayal
kırıklığının Üstadı.
448
H.K. [']
Ömer'in bir kişiliği vardı; ben ise,
kendi adıma ne mutlu ya da ne yazık ki, hiçbir kimliğe sahip değilim. Bir an
sahip olduğum benlikten bir sonraki an uzaklaşıyorum; dün olduğumu bugün
çoktan unutmuş oluyorum. İnsan Ömer gibi, olduğu kişi olduğunda, tek bir
dünyada, dış dünyada yaşar; benim gibi olduğu kişi olmadığında ise, sadece dış
dünyada değil, aynı zamanda binbir farklı yüzü olan bir iç dünyada yaşar. Benim
gibi biri, Ömer'le aynı felsefeyi benimsemeye heveslense bile, ister istemez
ona çok uzak kalır. Dolayısıyla ve aslında istemeden kendimde her biri farklı
bir ruha tekabül eden farklı felsefeler barındırıyorum, öte yandan eleştirebilirim
de bunları; Ömer hepsini birden reddedebilirdi, çünkü onun tamamen
dışındaydılar; ben ise atamam, çünkü onlar, bendir.
449
H.K.
2 Kasım 1933
Bazı acıların, öylesine içlerine
işlemiş, öyle incelikleri vardır ki, ruhtan mı yoksa beden mi kaynaklanırlar,
hayatın boşluğu karşısındaki rahatsızlığı mı yansıtırlar, yoksa karaciğer, mide
ya da beyin gibi organik bir uçurumumuzun hastalanmasından mı kaynaklanırlar,
anlayamayız. Kim bilir kaç kez, her zamanki özbilincimin, kaygılı bir
durgunluğun karmaşık çökeltilerine karışarak karardığını hissetmişimdir! Kaç
kez var olmak canımı yakmıştır, o derece anlaşılmaz bir bulantıdır ki bu,
hayattan tiksinmekten mi ileri gelir, yoksa kusacağımın habercisi midir, ayırt
edemem! Kim bilir kaç kez..
Bugün ruhum, bedenime kadar ulaşan
bir hüzne gark olmuş durumda. Belleğimi, gözlerimi, kollarımı, her yerimi
acıtıyorum. Sanki olduğum şeye tamamen yayılmış bir romatizmaya yakalanmışım.
Varlığım günün duru aydınlığından, masmavi gökyüzünden, tepede asılı, salkım
saçak ışık dağıtan dalgadan etkilenmiyor. Bizi kuşatan havaya bir kişilik
kazandıran, sanki hâlâ yaz ortasındaymışız gibi sonbaharı hatırlatan, hafif,
serin meltem hiç neşe vermiyor bana. Hiç benim için hiç. Hüzünlüyüm, ama
belirli - hatta belirsiz bir hüzün bile değil bu. Orada, dışarıda, çöp
tenekeleriyle dolu sokakta yaşıyorum hüznü.
Bu ifadeler ne hissettiğimi tam
olarak tercüme edemiyor, zaten hiçbir şey hissettiklerimizi tam olarak tercüme
edemez hiç kuşkusuz. Ama öyle ya da böyle hissettiklerimin etkisini
başkalarına iletmeye çalışıyorum - kendimle sokağın farklı şekillerde nasıl
karıştığını; sokak bana yabancı, ama onu gördüğüm için, açıklayamayacağım, çok
özel bir biçimde bana ait ve böylece benim bir parçam.
Farklı olup uzak ülkelerde yaşamak
isterdim. Farklı olup, yabancı sancaklar altında ölmek isterdim. Bugün olmayan
günlere ait olduğu için daha güzel görünen, belirsiz yansımalara ve renk
lekelerine indirgenmiş - esrarlı, bambaşka, benzeri görülmemiş çağlarda
imparator ilan edilmek isterdim. Şu olduğum adamı gülünç duruma düşürebilecek
ne varsa isterdim, hem de beni gülünç duruma düşürsün diye. Keşke, ah, keşke...
Ama güneş parladığında hep güneş vardır, gece çöktüğünde hep gece vardır.
Istırap canımızı yaktığında hep ıstırap vardır, düş bizi avuttuğunda ise hep
düş. Olması gereken değil, olan neyse o vardır, daha iyi ya da daha kötü
olacağından değil, yoksa farklı olacağı için. Hep vardır..
Çöp tenekeleriyle dolu sokakta
çöpçüler yerleri temizleyerek ilerliyor. Kahkahalar, takılmalar arasında tenekeleri
tek tek yük arabalarına koyuyorlar. Ben de yukarıdan, büronun penceresine
dikilmiş, uyuklayan gözkapaklarımın ardından ağır gözlerimle onları görüyorum.
Hissettiklerimi, işi başından bu adamların koşturmacasına bağlayan ince,
anlaşılmaz bir şey var; yabancı bir duygu bütün bu sıkıntıyı, kaygıyı,
bulantıyı çöpe çeviriyor, şakalaşmalar arasında omzuna vurduğu gibi, olmayan
bir yük arabasına fırlatıveriyor. Ve gün ışığı, her zamanki dinginliğiyle,
sokak dar olduğu için eğik olarak inip çöplerin kaldırıldığı yerde parlıyor -
tam olarak tenekelerin üstünde değil, karanlıktalar çünkü, sokağın aşağısında,
çırak çocukların kararsızlık içinde kıpırdanarak, hiçbir şey yapmamakla
uğraştığı köşede.
450
H.K.
Bir müjdenin, tıpkı karamsar bir umut
gibi havada süzüldüğü hissedildi; yağmur bile bir an çekingenliğe kapıldı
sanki; boğuk bir karanlık sessizce havaya yayıldı. Ve birden muhteşem bir gün,
bir çığlık gibi havaya saçıldı. Soğuk bir cehennemin aydınlığı her bir şeyin
içine girmiş, bütün beyinleri, bütün köşeleri doldurmuştu. Herkes aptallaştı.
Sonra, darbe geçince her şeyden bir safra attı. Donuk yağmur da aşınmış, kuru
sesiyle94 neşeden bahsediyordu. İnsan istemeden kendi yüreğini
hissediyor, düşünmek baş döndürüyordu. Büroda tarifsiz bir din kurulmaktaydı.
Herkes kendini olduğundan farklı hissediyordu, patron Vasques de bir şeyler
söylemeyi düşünerek odasının kapısına çıktı. Moreira gülümsedi, aniden korkuya
kapıldığı için yüzü hâlâ sapsarıydı. Ve gülümseyişi, bir sonraki gök gürültüsü
muhakkak daha uzaktan gelecek, diyordu. Son sürat ileri atılan bir araba,
sokağın bütün gürültülerini adamakıllı altüst etti. Telefon gönülsüzce titremeye
başladı. Patron Vasques odasına dönecek yerde, büyük salonda duran telefona
yöneldi. Bir durgunluk oldu, bir sessizlik, yağmur bir kâbusta gibi yağıyordu.
Patron Vasques susmuş olan telefonu unuttu, ayak işlerine bakan ufaklık salonun
en dibinde haddini bilmez bir eşya gibi hafifçe kımıldandı.
Huzur ve rahatlık getiren büyük bir
neşe hepimizi şaşırttı. Sersemliğimizi atamamış olarak, olanca sevecenliğimizi,
geçimliliğimizi takınarak, ani bir hevesle işimize döndük. Söyleyen olmadığı
halde içeridekilerden biri pencereleri ardına kadar açtı. Taptaze, tarifsiz bir
koku, su dolu havayla birlikte koca odaya daldı. Şimdi hafiflemiş olan yağmur
uysalca yağıyordu. Sokağın gürültüleri aynı olsa da, şimdi farklıydı.
Arabacıların sesi geliyordu, sapına kadar gerçek insanların sesiydi bu. Yan
sokaktan tramvay çıngırakları açıkça bizimle toplumsal bir bağ
kuruyordu. Yalnız bir
çocuğun kahkahası, dupduru ortamda bir kanaryanın ötüşü gibi çınladı. Hafif
yağmur iyice cılızlaştı.
Akşamın saat altısı. Paydos vaktiydi.
Patron Vasques, aralık kapısının önünden "Gidebilirsiniz," dedi bize,
kelimeleri ticari bir dua gibi telaffuz ederek. Hemen kalktım, muhasebe
defterimi kapatıp yerine koydum. Kalemimi iyice görünür bir yere, hokkadaki
özel oyuğuna yerleştirdim, sonra Moreira'nın yanına gidip umut dolu bir
"yarın görüşürüz" fırlattım, sanki bana çok önemli bir hizmette
bulunmuş gibi elini sıkarak.
451
H.K.
Yolculuklar mı? Yolculuklara çıkmak
için var olmak yeter. Bedenimin ya da kaderimin treninde, tıpkı manzaralar gibi
hep birbirine benzeyen, hep farklı olan sokaklara ve meydanlara, yüzlere ve
hareketlere doğru sarkarak, gardan gara gidercesine bir günden öbürüne giderim.
Düşlere daldığım zaman, görüyorum.
Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan
insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.
"Herhangi bir yol, hatta şu
Entepfuhl Yolu bile seni dünyanın öbür ucuna götürür." Ama dünya, dünya
olalı, ne zaman etrafında tur atılsa, öbür ucu Entepfuhl’ a, yani yolculuğun
başladığı noktaya çıkar. Aslında dünyanın ucu, tıpkı başlangıcı gibi, dünyayı
kavrayışımızdır. Manzaralar bizde manzaralaşır. İşte bundan dolayı onları hayal
ettiğimde yaratmış olurum; onları yarattığıma göre demek ki vardırlar; ve var
olduklarına göre, herhangi bir manzara gibi onları da görebilirim. Yolculuğa
çıkmaya ne gerek var? İster Madrid’e, ister Berlin’e, İran’a, Çin’e, ister
kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece,
kendimden başka nerede olabilirim?
Hayat, onu ne hale getiriyorsak odur.
Yolculuklar, yolcuların kendisidir. Gördüğümüz, gördüğümüzden değil, biz her
neysek, ondan ibarettir.
H.K.
Tanıdıklarım arasında, gerçek bir
ruhu olan tek gezgini uzun zaman önce aynı işyerinde çalıştığım bir
delikanlıydı. Bu çocuk şehirlerin, ülkelerin, seyahat acentelerinin
broşürlerini toplardı; gazetelerden bulduğu ya da sağdan soldan edindiği bir
kartpostal serisi vardı; dergilerden manzaralar, egzotik kıyafetler, irili
ufaklı gemiler olan illüstrasyonlar kesmişti. Uyduruk ya da gerçek şirketlerin,
hatta çalıştığı yerin adına seyahat acentelerini dolaşır, İtalya'ya gitmek için
broşürler, Hindistan yolculuğu için broşürler, Portekiz'le Avustralya
arasındaki gemi bağlantılarını gösteren broşürler isterdi.
Tanıdığım en sahici, bundan dolayı da
en büyük gezgin değildi sadece; aynı zamanda karşıma çıkmış en mutlu
insanlardan biriydi. Sonradan ne olduğunu bilmediğime üzülüyorum, daha doğrusu,
üzülmem gerektiğini hayal ediyorum; aslında hiç önemi yok, çünkü bugün, onu
tanıdığım kısacık dönemin üzerinden on yıl, belki daha fazla zaman geçmişken, o
artık bir yetişkin olmuştur: Görevlerine bağlı biri, hatta belki evlenmiştir,
toplum içinde herhangi bir rolü olan su katılmamış bir aptala dönmüştür -
ölüdür kısacası, yaşarken ölmüştür. Ve bedensel olarak yolculuğa çıkmak gibi
bir salaklık da yapmış olabilir, oysa zihninde ne kadar iyi gezerdi.
Şimdi hatırladım: Bu çocuk Paris'le
Bükreş arasındaki demiryollarını ezbere bilir, İngiltere'yi bir baştan bir
başa arşınlardı ve yabancı isimleri yarım yamalak telaffuz etmesine rağmen
belli belirsiz kendini belli eden ruhunun ne kadar yüce olduğu, bütün
parlaklığıyla, açıkça hissedilirdi. Bugün bir ölü olarak varlığını
sürdürüyordur herhalde, ama belki günün birinde, yaşlanınca Bordeaux'ya gitmektense
Bordeaux'yu hayal etmenin sadece daha iyi değil, aynı zamanda çok daha sahici
olduğunu hatırlar.
Ama aslında bütün bunların başka bir
açıklaması olabilirdi, örneğin belki de sadece başka birini taklit etmiştir.
Ya da... Evet, bazen çocukların zekâsıyla yetişkinlerin aptallığı arasındaki
korkunç farka bakıyorum da, çocukken yanımızda hep bir koruyucu melek varmış,
diyesim geliyor, bize kendi yıldızsa! zekâsını ödünç verirmiş ve sonra,
yukarıdan gelen bir emrin zoruyla, belki çok da üzülerek bizi terk edermiş,
tıpkı dişi hayvanların büyüyen yavrularını terk etmesi gibi ve bizi kaderimiz
denen o yemliğe bırakıverirmiş.
453
Kafenin terasından, titreyerek hayatı
seyrediyorum. Şu apaydınlık, alabildiğine bana ait meydanda yoğunlaşan hayatın
-o darmadağın şeyin- pek azını görebiliyorum. Sarhoşluğun ilk anına benzeyen
bir durgunluk, nice şeylerin ruhunu anlatıyor bana. Dışımda, gelip geçenlerin
ayak seslerinde, hareketlerinin ince ayarlı öfkesinde gözle görülür, ortak
hayatın akıp gittiğini duyuyorum.
Bu saatte duyularım donuyor ve her
şey farklı geliyor - duygularım karmaşık, açık bir hata, hayali bir akbaba gibi
kanat çırpıyorum, yerimden hiç kıpırdamaksızın.
İdealleriyle yaşayan bir adam olarak
en hararetle özlediğim şeyin sahiden de sadece şu masada, şu kafenin terasında
oturup böylece kalmak olmadığını kim iddia edebilir?
Her şey külleri karıştırmak kadar
boş, henüz şafağı bulmamış zaman kadar belirsiz.
Ve ışık varlıklara öyle dingince,
öyle kusursuzca konuyor, onları hüzünle gülümseyen bir gerçekle öyle bir altın
rengine boyuyor kil Dünyanın olanca gizemi bakışlarıma kadar inerek
sıradanlığın, sokaktaki seyirliğin kisvesine bürünüyor.
Ahl Gündelik hayat, hemen yanı
başımızdaki gizeme nasıl da değip geçiyor! Şüpheyle gülümseyen Zaman, bu
karmaşık ve insani hayatın ışıklanan yüzeyine nasıl da çıkıp Gizem'in
dudaklarına yükseliyor! Bütün bunlar size ne kadar modern geliyor! Ve aslında
hepsi eski, hepsi gizli ve hepsi, her bir şeyde parlayandan bambaşka bir
anlamla mühürlenmiş!
454
H.K.
Gazete okuma işi, estetik açıdan
daima, manevi açıdan da çoğunlukla azap vericidir, böyle meselelere pek kafa
yoran biri olmasanız bile.
Savaşlar ve devrimler -mutlaka şurada
ya da burada devam eden bir tane vardır- sonunda olanları okuyup bitirdiğinizde
dehşet değil, sıkıntı verir. Ruhumuzu yaralayan, onca ölüden, onca yaralıdan,
savaşarak ölen ya da mücadeleye bile giremeden öldürülenlerin fedakârlığından
yansıyan zulüm değil; canların ve malların yararsızlığı söz götürmez bir şey
uğruna, aptalca feda edilmesidir. Bütün idealler, bütün hırslar erkekler
arasında geçen çamaşırcı kadın kavgalarıdır. Hiçbir imparatorluk, bir çocuğun
bebeğinin kırılmasına değmez. Hiçbir ideal, küçük bir oyuncak trenin feda
edilmesine layık değildir. Faydalı bir imparatorluk, verimli bir ideal gören
olmuş mu bugüne dek? Bunların hepsi insanlığa dahil ve insanlık hep aynı -
değişken ama kusurlu kalmaya mahkûm, iki yana sallanabilir ama ilerlemekten
âciz. Olayların amansız akışı karşısında, nasıl olduğunu bilmeden edindiğimiz
ve bilmediğimiz bir vakitte kaybedeceğimiz hayatın karşısında, toplumsal hayat
denen, savaştan ve asla gerçekleştirilmeyenler üzerinde boş yere düşünmenin
yorgunluğundan ibaret sayısız satranç tahtasının karşısında - bilge kişi
huzuru, yaşamayı düşünmek zorunda olmamayı özlemez de ne yapar, çünkü yaşamaya
mecbur olmak, havadan, sudan küçük bir yer istemek ve hiçbir yerde değilse
dağların ardında barışın hüküm sürdüğüne yanılsamasına inanmak zaten yeterince
ağırdır.
455
H.K.
Hayatta gülünç, iğrenç ya da ağır
zekâlı görünmemize neden olan talihsiz olayları, kendi soğukkanlılığımızın
ışığında, yolculuğun cilveleri olarak görmeliyiz. Şu dünyada hiçlikten hiçliğe
ya da her şeyden her şeye giden biz yolcular (gönüllü olalım ya da olmayalım),
yolculuğun dertlerini, arabanın sarsılıp durmasını pek önemsememesi gereken,
sıradan seferileriz. Bu düşünceyle avunuyorum, belki kendi kendimi avutuyorum,
belki de gerçekten beni avutacak bir şey var bunda. Ama zaten, üzerinde fazla
kafa yormazsam, aslı olmayan avuntu elle tutulur bir gerçeğe dönüşüyor.
Hem sonra, insanı avutan öyle çok şey
var ki! Her zaman birkaç yarım bulutun salındığı o masmavi, o aydınlık ve dingin,
derin gök var; kırlarda ağaçların sert dallarını oynatan, şehirde, dördüncü ya
da beşinci kat pencerelerine asılmış çamaşırları sallayan hafif meltem var.
Kâh sıcak, kâh serinlik var, hem sonra anılar da, pişmanlıklar ya da
umutlarla, dünyanın penceresinden95 sarkan sihirli bir gülümsemeyle
hep geri gelir ve arzuladığımız şey, benliğimizin kapısını çalar, tıpkı Mesih
denen dilenciler gibi.
456
H.K.
3! Mart 1934
Kalemi elime almayalı ne uzun zaman
olmuş.’ Birkaç gün içinde, yüzlerce yıllık bir inzivada yaşadım. Issız bir göl
gibi, hiçbir yerde olmayan manzaraların ortasında durgunlaştım.
Vakit geçtikçe günlerin çeşit çeşit
tekdüzeliğini, hepsi birbirine benzeyen saatlerin benzemez akışını - sonuç
olarak hayatı tadıyordum. Bütün bunları tadıyordum ve bu zaman zarfında uyumuş
olsam hiçbir şey değişmezdi. Issız manzaraların ortasında, hiçbir yerde
olmayan bir göl gibi durgunlaştım.
Çoğu zaman kendimi tanıyamıyorum -
kendini en iyi tanıyan insanlara sık sık olur bu... Bana can veren farklı
kılıklar altında kendime bakıyorum. Bütün değişenlerin içinde, değişmeden kalan
benimdir; yapılmış olanlar arasında ise, hiçbir şey olan her şey.
İçime doğru bir yolculuğa çıkarcasına
kendime dalarak, taşradaki o eski evin o bambaşka tekdüzeliğini hatırlıyorum...
Çocukluğum orada geçti, ama çok istesem bile, o çocukluğun şimdiki hayatımdan
daha mutlu mu, yoksa mutsuz mu olduğunu söyleyemezdim. Eskiden orada yaşayan
bugünkü ben, alabildiğine farklıydı: İkisi tamamen değişik, kıyas kabul etmez,
apayrı hayatlardı. Dışarıdan bakıldığında ikisini yakın gösteren tekdüzelikler
bile, hiç kuşkusuz kendi içlerinde bambaşkaydı. Kesinlikle iki tekdüzelik
değil, iki hayattılar.
Nedir bu anıları uyandıran?
Yorgunluk. Hatırlamak dinlendirir,
çünkü hareket etmez insan. Kim bilir kaç kez, daha çok dinlenebilmek için hiç
var olmamışların anılarını canlandırmışımdır; yaşadığım o taşra şehrinden
belleğimde kalanlarda, benim hiç oturmadığım geniş salonlarda yaşayan,
döşemenin üstünde latadan lataya atlayan, eski zamanın bir ucundan bir ucuna salınan
anıların netliği de yoktur nostaljisi de.
O derece kendi kendimin kurgusu olmuş
durumdayım ki, bir an için hissettiğim her duygu daha doğduğu anda bozulup
hayali bir duygu haline geliyor: Hatırlamak hayale, hayal etmek hayaldeki
unutuşa dönüşüyor, kendimi tanımak ise kendi hakkımda hiç düşünmemeye.
Kendi varlığımdan o kadar soyundum ki
var olmak için ilk önce giyinmem gerek. Sadece kılık değiştirdiğimde kendim
oluyorum. Çevremdeki tüm yabancı güneşler ölürken, benim asla göremeyeceğim
manzaraları altın rengine boyuyor.
457
H.K. [']
Modern meseleler şunlardır:
Bir bedeni ve ruhu olan, giyinen
varlıklar haline gelmiş durumdayız.
Ruh bedenle daima uyumlu olduğundan
ruhun kıyafet giymesi âdet oldu. Bir bedeni olan insanlar olarak giyimli
hayvanlar kategorisinde yer aldığımız gibi, aynı zamanda en temel özelliği
kıyafetsiz dolaşmamak olan bir ruha sahibiz.
Mesele, kıyafetimizin bir parçamız
haline gelmesi değil sadece. Kıyafetin giderek dallanıp budaklanması var bir
de, ayrıca ne ilginçtir ki, bedene doğal zarafetini veren unsurlarla ya da
hareketlerle kıyafet arasında hiçbir bağ yok.
Şu anki zihinsel durumumu toplumsal
bir örnekle açıklamam istense, hiç sesimi çıkarmadan bir ayna, bir giysi
askısı, bir de tükenmezkalem gösterirdim.
458
H.K.
Baharın ortalarına doğru, sabahın
hafif pusunda Aşağı Şehir uyanıyor, mahmurluğu henüz üstünde, güneş de doğmaya
nazlanıyor. Hâlâ yarım bir soğuğun hissedildiği havada huzurlu bir neşe hâkim
ve hayat, var olmayan meltemin hafif esintisinde, çoktan geçmiş olan soğuktan
hafifçe ürperiyor - soğuğun kendinden çok anısı yüzünden ve şu anki havaya
bakmadan, onu daha çok yaklaşan yazla kıyaslayarak.
Küçük kafelerle bistrolar hariç,
dükkânlar henüz açılmamış, ama bu dinginlikte pazar günlerinin uyuşukluğundan
eser yok; sadece dinginlik bu. Yavaş yavaş rengini belli eden havada erkenci
bir sarışınlık var, mavi ise, salkım saçak pusun içinde pembeleşmekte. Taze
kıpırtılar sokaklarda seyreliyor, gelip geçenlerin yalnızlığı belli olmaya
başlamış, ender açık pencerelerde, en tepede birkaç sabah hayaleti de
beliriyor. Tramvaylar az yüksekten, oynak, sarı, numaralı yollarında ilerliyor.96
Ve dakikalar geçtikçe sokaklar gözle görülür şekilde ıssızlaşmışlıktan
kurtuluyor.
Ne düşünce, ne heyecan; bütün dikkatimi
duyularıma vermiş, havada geziniyorum. Erken uyandım; hiçbir plan yapmadan
sokağa indim. Düş görürcesine etrafı gözlemliyorum. Düşünür gibi görüyorum. Ve
hafif bir heyecan pusu saçma bir şekilde içimde kabarıyor; dışarıda dağılan
sis, adeta usulca içime sokuluyor.
Birden, istemeden hayatım hakkında
düşünürken buluyorum kendimi. Fark etmemişim, ama olmuş bir kere. Görmekten ve
duymaktan başka bir şey yapmadığımı sanmıştım ben, bu aylakça gezintinin
başından beri, dışarıdan aldığı görüntüleri yansıtan bir alet, gerçekliğin
karaltılar yerine renk ve ışık olarak belirdiği beyaz bir ekran demiştim
kendime. Ama bilmesem de, çok daha fazlasıymışım. Aynı zamanda kendi kendini
reddeden insanmışım ve böyle soyut düşünmem de başlı başına reddetmek demekmiş.
Hava sis dağılınca kararıyor, adeta
sis karışmış solgun bir ışıkla kararıyor. Ansızın gürültünün iyice
yoğunlaştığını, çok daha fazla dünyanın var olduğunu hissediyorum. Çoğalmış
yayaların ayak sesleri daha telaşsız. Derken varina ların 97 hızlı,
çevik adımları, dev sepetler taşıyan fırıncı çıraklarının yalpalayışı, kendi
yokluklarını ve ötekilerin azıcık telaşını bir anda parçalayarak fışkırıyor;
akla gelebilecek her şeyi satan başka kadınlar da ayrı ayrı, birbirlerine
benziyor; onları tekdüzelikten kurtaran tek şey, sepetlerin içindekiler, ama
farklı nesnelerden çok farklı renkler. Sütçüler, seyyar mesleklerine özgü
büyüklü küçüklü bidonları, içi boş, saçma anahtarlar gibi birbirine vuruyor.
Polisler kavşaklarda durgun, günün gözle görülmez yükselişinin içinde,
uygarlığın kıpırtısız inkârı98 onlar.
Şu an hissediyorum ki, bütün bunları,
aramızda onları görmemden başka ilişki olmaksızın sadece görmeyi, hayatın
yüzeyine daha bugün vurmuş yetişkin bir gezgin gibi seyretmeyi ne çok
istermişim meğer! Doğduğum günden beri bütün bu şeylere münasip anlamlar
yakıştırmayı öğrenememiş olmayı, Üzerlerine yapıştırılmış olanın değil, kendi
ifadelerinin ışığında onları görebilmeyi. Varina yı, ona varina
denmesinin, var olduğunun ve balık sattığının bilinmesinin ötesinde insani
gerçekliği içinde tanıyabilmeyi. Polis memurunu, Tanrı'nın gördüğü gibi
görmeyi. Her şeyin ilk kez bilincine varmayı, korkunç sırlara, Gizem' e
erercesine değil de, dolaysız olarak, adeta Gerçeklik çiçek açmışçasına.
Bir çan kulesinde ya da bir meydanda
bir saat vuruyor -sekiz kere olmalı, ama saymadım-. Saat denen şu bayağılık
yüzünden uyanıyorum kendimden: Toplumsal hayatın zamanın sürekliliğini
hapsetmek için yarattığı manastır hayatıdır saat, soyutun içindeki sınır,
bilinmezliğin içindeki huduttur. Kendimden uyanıyorum, artık hayatla ve her
zamanki insanlıkla dolmuş olan, beni çevreleyen dünyaya bakıyorum, gökyüzünü
tamamen terk etmiş olan sisin (masmavilikte hâlâ gezinen uçuk mavilikler
sayılmazsa) kelimenin gerçek anlamında ruhuma girmiş olduğunu görüyorum, aynı
zamanda varlıkların en mahrem parçasına, ruhumla ilişki kurdukları yere de
sızmış. Gördüğümün görüntüsünü kaybettim. Görürken kör oldum. Etrafımdaki
şeyler aşina oldu, bayağılaşmaya başladı bile. Ve Gerçek bitmiş artık: Şu
gördüğüm sadece Hayat.
.. . Evet, benim de ait olduğum,
kendi de benim olan hayat; sadece Tanrı'ya ya da kendine ait olan Gerçeklik
tükendi, ne gizem ne hakikat bulunur Gerçeklik'te, gerçek olduğu ya da öyle
göründüğü için bir yerlerde sabit olarak vardır mutlaka, zamana bağlı ya da
sonsuz olmakta özgürdür, mutlak imgedir, dışarıdaki bir ruhun aklından geçendir
o.
Adımlarımı yavaşça, sandığımdan daha
hızlıca, beni evime götürecek olan kapıya yöneltiyorum. Ama girmiyorum;
duraksıyorum; yoluma devam ediyorum. Alacalı bulacalı mallarını esnercesine
ortalığa sermiş olan Figueira Meydanı doluyor, yürürken yolumu kesiyor.
Yavaşça ilerliyorum, ölüyüm ve gözümdeki görüntü bana ait değil, o artık hiçbir
şey değil: İstemeden Yunan kültüründen, Roma düzeninden, Hıristiyan ahlakından
ve uygarlığı oluşturan bütün diğer yanılsamalardan miras payını almış, benim
de içinde bir şeyler hissetmekte olduğum o insani hayvana ait sadece.
Peki, diriler nerede?
459
H.K.
Keşke kırda olsam,
şehirde olmayı sevebilirdim o zaman. Şehri böyle de seviyorum - o zaman iki kat
fazla severdim.
92. Henry Aldrich
(1647-1710), İngiltere’de, Christchurch’ün başpapazı, teolog ve hümanist olarak
tanınır. Daha ileride geçen Yunan şair ise Glikon’dur.
93.
Edward Fitzgerald (1809-1883), Ömer Hayyam’ı
İngilizceye çevirdi.
94.
Ya da: neredeyse insanca sesiyle.
95.
Ya da: hiçliğin penceresinden.
96.
Ya da: yollarını çınlatıyor.
97.
Sepetlerini başlarında taşıyan balıkçılar; Lizbon’un
tipik görüntülerinden, bugün az da olsa varina’lar hâlâ var.
460
H.K.
Duyarlılık artmış, şimdi daha ince
şeyleri hissedebiliyor, daha saçma bir şekilde sarsılıyor, ufacık şeylerden tir
tir titriyor. Böyle karanlık bir günde kaygılara boğulmak için olağanüstü bir
akıl gerek. Zaten pek hassas olmayan insanlık havayı dert etmez, ne de olsa
öyle ya da böyle, havanın her hali lazım; yağmuru da kafasına damlamadan
anlamaz.
Donuk, gevşek günde, nemli bir
yakıcılık var. Büroda tek başıma hayatımı gözden geçiriyorum - ve gördüklerim,
şu boğazımı sıkıştıran, hüzün veren güne harfiyen benziyor. Tekrar her şeye
sevinen o çocuk olarak görüyorum kendimi, her şeye heveslenen delikanlı ve
nihayet neşesi de hevesi de kalmamış bir erkek. Bütün bunlar uyuşukluk,
donukluk içinde gelip geçti, tıpkı bunu fark etmeye ya da hatırlamaya beni
mecbur eden şu gün gibi.
Aramızdan kim geri dönüşsüz yoldan
dönüp de yolda layıkıyla yürümüş olduğunu iddia edebilir?
461
H.K.
En küçük şeylerin bana çile
çektirmekte ne kadar mahir olduğunu gayet iyi bildiğim için, küçük olmalarına
bakmadan, onları nerede görsem hiç tereddütsüz kaçarım. Benim gibi güneşin
önünden bulut geçti diye üzülen bir insana bu karanlığın, her daim kendi
varlığıyla örtülü olan günün elem vermemesi mümkün müdür?
Yalnızlığım bir mutluluk arayışı
değil, çünkü yapımda yok mutlu olma yeteneği; hiç kaybetmemiş olanlar dışında
kimsenin elde edemeyeceği huzur da değil peşinde koştuğum; bir uyku arayışı
benimki, bir silinme isteği, utangaçça bir reddediş.
Bu zavallı odanın dört duvarı benim
için hem hücre hem uzaklaşma, hem yatak hem de tabut. Ben en çok hiçbir şey
düşünmediğim, istemediğim, hayal kurmadığım, hayali bir bitkinin, hayatın
yüzeyinde büyüyen basit bir yosunun uyuşukluğunda kaybolduğum anlarda mutlu
olurum. Hiçbir şey olmadığımın saçma bir şekilde bilincine varmanın, ölümün,
yok olacağımı sezmenin tadını çıkarırım damla yaş dökmeden.
Hiç "Üstat" diyebileceğim
biri olmadı. Hiçbir İsa gelip benim için ölmedi. Hiçbir Buda bana yol
göstermedi. Hayallerimin yücelerinde hiçbir Apollon, hiçbir Athena zuhur edip
ruhumu aydınlatmadı.
462
H.K.
Gelgelelim, kendimi zorla hayatın
hareketlerinin ve amaçlarının dışına attıkça; şeylerle temas etmemeye
çalıştıkça - tam da kaçmak istediğim şeyin kucağına düştüm. Dünyanın
pisliklerine açık mizacımın bütün tecrübesiyle biliyordum ki hayat duyumu bana
hep acı vermiştir, bunun için ne hayatı hissetmeyi istiyordum ne de varlıklara
dokunmayı. Ama bu temastan kaçınırken kendimi tecrit ettim ve kendimi tecrit
ederken de, zaten aşırı hassas olan duyarlılığımı iyice azdırmış oldum.
Şeylerle ilişkimi tamamen kesebilmiş olsaydım, duyarlılığıma gayet iyi gelirdi
bu. Ama tam tecrit mümkün değil. Hiçbir şey yapmıyorsam da nefes alıyorum; hiç
hareket etmiyorsam da kıpırdanıyorum. Öyle ki, tecridin sonucunda
duyarlılığımın iyice bilenmesinden başka kazanç elde etmediğim gibi, eskiden bana
hiç zararı dokunmayacak, incir çekirdeğini doldurmaz olaylar da birer felakete
dönüştü. Kaçmak için yanlış yöntem seçtim. Kötü bir dönüş yaparak başladığım
yere kaçtım, böylece orada yaşamanın dehşetine bir de yol yorgunluğu eklenmiş
oldu.
İntiharı hiçbir zaman bir çare olarak
düşünmedim, çünkü hayata olan nefretim aslında ona olan sevgimden
kaynaklanıyor. Kendimle aramdaki bu içler acısı yanlış anlamanın bilincine
varmam çok uzun zaman aldı. Bir hata yaptığıma nihayet ikna olunca öfkeden
deliye döndüm, herhangi bir şeye ikna olduğumda hep böyle olurum, bir
yanılsamayı kaybetmek demektir bu benim gözümde.
İstencimi tahlil ede ede öldürdüm.
Aynı zamanda istençten önceki döneme denk düşer ama, gene de ne çok isterdim şu
her şeyi tahlil etmeye başlamadan önceki çocukluk günlerine geri dönebilmeyi!
Parklarımın en dibinde, kıpırtısız
saatte böcekler uğuldarken ve yaşamak bir hüzün gibi değil, bitsin diye
beklediğim, etimdeki bir sancı gibi üzerime çökerken ölü bir uyku, gökte
yükselen güneşin altında havuzların dalgınlığı.
Ötede bir saray, bahçeler dalgın,
uzaklarda kaybolan daracık yollar, var olmuşlar için yapılmış taş sıraların ölü
zarafeti, sönmüş ihtişam, bozguna uğramış zarafet, yitik cam boncuklar. Ey
şimdiden unuttuğum arzu, ah keşke seni düşlemenin hüznüne kavuşabilsem gene!
463
[Bu "bağlayıcı" metin,
kitabın sonuna alınmıştır -483 numaralı metin-.] (Fr. çevirmenin notu)
464
H.K.
Bu kitabın bundan önceki sayfalarını
okuyan herkes, benim bir hayalperest olduğumu düşünecek hiç kuşkusuz.
Kesinlikle doğru değil bu. Hayalperest olacak kadar param yok.
Büyük melankoliler, sıkıntı kokan
hüzünler ancak ve ancak rahat, gösterişsiz, fakat lüks ortamlarda yaşayabilir.
İşte bu nedenle Poe'nun Egeus'u, saatlerce hastalıklı düşüncelere gömüldüğünde
eski bir şatodadır, aileden kalma bir şatodur burası, hayatın kabir uykusuna
yattığı büyük salonun kapılarının ardında, görünmez uşaklar hem evi, hem de
yemek işini çekip çevirmektedir.
Büyük hayallerin yeşermesi için,
birtakım toplumsal koşullar gerekir. Bazı günler, yazmış olduklarımın ritmik,
kaygısız hareketinin büyüsüne kapılarak Chateau- briand'ı düşünmüş, ama çok
geçmeden vikontlukla, hatta Bretonlukla hiçbir ilgimin olmadığını
hatırlamışımdır. Bir başka sefer, söylediğim bir şeyin anlamında Rousseau'yla
bir benzerlik yakaladığımı zannetmiştim, ama soylu ve şato sahibi olarak doğma
ayrıcalığına sahip olmadığım gibi, İsviçreli ve serseri olarak doğmanın nasıl
bir şey olduğunu da bilmediğimi hatırladım hemen.
Ama sonuçta, Rua dos Douradores'te de
evren var. Tanrı her yerde olduğu kadar burada da, varoluş bilmecesinden mahrum
kalmayalım diye çırpınıyor. İşte bundan dolayı, tekerleklerden ve ahşap
döşemelerden çekip çıkardığım hayaller, zayıf olmalarına, kötü arabalarla,
tahta hayvan kafesleriyle dolu manzarayı yansıtmalarına rağmen, sahip olduğum,
sahip olabileceğim yegâne şeyler.
Gerçek günbatımları kesinlikle başka
yerde. Ama şehre bakan dördüncü kattaki bu evde bile insan sonsuzluğu
düşleyebilir. Doğru, aşağısı sonsuz bir keşmekeş, ama öbür uçta yıldızlar da
var... Akşam vakti, sokağa açılan pencereme yaslanmış, olmadığım burjuvanın
tatminsizliğiyle asla olamayacağım şairin hüznü arasında parçalanmış haldeyken
aklımda bunlar dolaşıyor.
465
H.K.
9 Haziran 1 934
Büyük sıcaklar bastırdığında
hırçınlaşırım. Gördüğüm kadarıyla, yaz saatlerinin ışığı sert bile olsa, kim
olduğunu bilmeyen varlıklara tatlı gelebiliyor. Ama bende böyle olmuyor. Taşkın
dış hayatla, hissetmeyi ya da düşünmeyi bilmeksizin hissettiklerim,
düşündüklerim - sonsuza dek mezarsız bırakılmış duygularımın cesedi arasındaki
fark fazlasıyla şiddetli. Adına evren denen bu şekilsiz vatanda, doğrudan bana
baskı yapmasa da varlığımın birtakım gizli ilkelerine saldıran zorba bir
düzende yaşıyor gibiyim. İçimden usulca, gizlice, erkenden imkânsız bir sürgünü
özlüyorum.
En önemlisi, uykum var. En hastalıklı
olanları da dahil bütün uykuların tersine, fark ettirmeden fiziksel olarak
insanı dinlendiren bir uyku değil bu. Hayatı unutma noktasına, belki de bize
düşler verme noktasına varan, ruhumuza süzülerek her şeyden feragat etmenin
huzurlu armağanlarını adeta tepsiyle bize sunan bir uyku da değil. Hayır: Bir
türlü uyuyamayan bir uyku bu, gözkapaklarına ağırlık yapıyor ama kapatamıyor
onları ve cesaretini yitiren dudaklarımızın acı kıyılarını, hem aptallık hem de
tiksinti okunan bir ifadeyle büzüyor. Ruh uzun uykusuzluklar yaşarken, bedenin
üzerine çöken gereksiz uykulara benziyor.
Neşeye değilse de bir tür rahatlamaya
ancak gece olduğunda kavuşabiliyorum; rahatlık anları normalde insana keyif
verdiğinden, ister istemez benimkiler de keyif veriyor. Böylece uyku geçiyor,
uykuyla gelen, karmaşaya, zihnin bulutlanmasına benzeyen o şeyin silindiğini,
aydınlandığını, neredeyse ışıl ışıl parladığını hissediyorum. Bir an için bir
başka şeye umutlanıyorum. Ama umut kısa sürüyor.
Ardından uykusuz, umutsuz
bir sıkıntı geliyor, uyumamış bir adamın kötü uyanışı ve yorgun bedenli zavallı
bir ruh olarak odamın penceresinden on binlerce yıldızı seyrediyorum; on
binlerce ve derken hiç, hiçlik - ama bütün o yıldızlar..
466
H.K.
Kendi yüzünü görememeli insan, çünkü
bundan daha korkunç bir şey yok. Doğa insana hem kendine, hem de kendi
gözlerinin içine bakamama yeteneğini bahşetmiş.
İnsan sadece akarsularda ve göllerde
seyredebilirdi yüzünü. Ve bunu yaparken vücudunun alması gereken şeklin de
simgesel bir anlamı vardı. Kendini görmek denen o alçaklığı yapmak için suya
sarkmak, eğilmek zorundaydı.
Aynayı her kim icat ettiyse, insan
ruhunu zehirlemiştir.
467
Şiirlerimi dinliyordu -o güne dek,
dalgınlıkla gayet iyi okuduğum dizeleri- ve derken, bir doğa kanununun
yalınlığıyla dedi ki: "Bu halinizle böyleyseniz, hele bir de simanız başka
olsa kim bilir ne kadar büyüleyici bir insan olurdunuz." "Sima"
kelimesinin içeriğinden çok kendisi, kendi hakkımda bilmediklerimin boğazından
tuttuğu gibi, kelimenin gerçek anlamında ayağımı yerden kesti. Odamdaki aynayı,
sefaleti bilmeyen zavallı dilenci yüzümü gördüm; birden ayna döndü, Rua dos
Douradores'in hayaleti seriliverdi karşıma - postacılara layık bir nirvanaya
ulaşmıştım.
Duygularımın keskinliği, bir türlü
anlayamadığım bir hastalığa dönüşmekte. Hastalığı çeken bir başkası, ben ise
onun hasta parçasıyım, çünkü gerçekten de, benden daha fazla hissedebilen bir
şeyin buyruğu altında gibiyim. Koca bir organizmanın sorumluluğunu taşıyan
özgün bir dokudan, hatta basit bir hücreden farkım yok.
Düşündüğümde anlayın ki
sayıklamaktayım; hayal kurduğumda ise uyanığım. Kendi kendimle karışmışım ve
içimde artık hiçbir şey, var olmayı beceremiyor.
468
H.K.
19 Haziran 1 934
İnsan sürekli olarak soyutluğun içinde
yaşayınca -ister düşüncenin, ister düşünülmüş duygunun soyutluğu olsun- çok
geçmeden, hissettiğinin ya da istediğinin aksine, doğamız gereği en kolay
algılayabileceğimiz gerçek hayata ait şeylerin bile hayalete dönüştüğünü
görüyor.
Birini ne kadar dostum sayarsam
sayayım ve hatta bu dostluk ne kadar gerçek olursa olsun, onun hastalandığını
ya da öldüğünü duymak, sadece ve sadece bulanık, belirsiz, silik bir duygu
yaratıyor bende, bu da beni utandırıyor. Ancak olayı, manzarayı gözümle
görürsem heyecanım kabarıyor. Hayal ederek yaşamak, hayal gücümüzü aşındırır,
özellikle gerçekliği hayal etme gücümüzü. İnsan zihninde var olmayanla, zaten
var olması mümkün de olmayanla yaşamaktan, sonunda var olabilecek olanı bile
hayal edemez hale geliyor.
Bugün eski bir dostumun ameliyat
olmak üzere hastaneye yattığını söylediler, uzun zamandır görmediğim, ama bütün
samimiyetimle, taşkın bir şefkat olduğunu varsaydığım bir duyguyla hep
düşündüğüm biriydi. Haberi alınca içimde uyanan biricik berrak ve olumlu
duygu, beni bekleyen mecburi angaryayla ilgiliydi: Onu ziyaret edecektim ya da
ironik bir olasılıkla, gidecek cesareti bulamazsam, o zaman da bunun
pişmanlığını yaşayacaktım.
Hepsi bu... Karaltılarla yaşaya
yaşaya kendim de düşüncelerimde, hissettiklerimde, kimliğimde bir karaltıya
döndüm. Hiç olmadığım o normal varlığa duyduğum sancılı özlem, varlığımın
özüne sızdı. Ama hepsi bu, sadece budur hissettiğim. Ameliyat olacak arkadaş
için gerçek bir üzüntü duymuyorum. Ameliyat olacak hiçbir insan için, şu
dünyada acılar, sıkıntılar çeken hiç kimse için gerçekten üzüldüğüm
söylenemez. Ben sadece, acı çekebilen bir varlık olamamanın azabı içindeyim.
Ve bir saniye içinde, kim bilir hangi
içgüdünün etkisiyle, karşı konulmaz bir şekilde bambaşka bir düşünceye
geçiverdim. Adeta sayıklar gibiyim; hissetmeyi başaramadığım, olmayı
başaramadığım şeye ağaç hışırtıları karışıyor, havuzlara doğru akan bir suyun
şırıltısı, hiçbir yerde olmayan bir park.. . Hissetmeye zorluyorum kendimi, ama
bunun nasıl yapıldığını bilemez olmuşum. Kendimin gölgesi, varlığımı teslim
ettiğim bir gölge olmuşum. O Alman masalındaki Peter
Schlemihl gibi99
gölgemi değil, özümü satmışım şeytana. Acı çekmemekten, acı çekmemeyi
bilmemekten mustaribim. Yaşıyor muyum, yoksa yaşar gibi mi yapıyorum? Uyuyor
muyum, yoksa tamamen uyanık mıyım? Belirsiz bir meltem, günün sıcaklığından
gelen bir serinlik her şeyi unutturuyor. Gözkapaklarıma hoş bir ağırlık
çöküyor.. . Şu güneşin benim bulunmadığım, bulunmayı istemediğim çayırlara da
yaldızlar döktüğünü hissediyorum.. . Şehrin bütün gürültülerinden büyük bir
sessizlik yayılıyor... Ne kadar güzeli Bir de hissedebilseydim, asıl o zaman
nasıl güzel olurdu'. ..
469
H.K.
Yazmak bile cazibesini kaybetti
gözümde. Sadece heyecanları ifade etmek değil, uzun uzadıya cümleleri şekillendirmek
de; hepsi o kadar sıradanlaştı ki, yemek yer ya da su içer gibi yazıyorum,
belki biraz dikkatli, belki biraz dikkatsizce, ama dalgınca bir kayıtsızlık
ile, coşkudan ve ateşten yoksun bir özen arasında bölünmüş olarak.
470
H.K.
Konuşmak, başkalarına haddinden fazla
ilgi göstermek demek. Derler ki, çenesinden ölürmüş balıklar... ve Oscar
Wilde.
471
H.K.
21 Haziran 1 934
Şu dünyayı bir yanılsama ya da gölge
oyunu olarak kabul edebildiğimiz andan itibaren, başımıza gelenleri bir düş,
uyumakta olmamıza güvenerek varmış gibi davranan bir şey gibi görebiliriz.
Ardından, içimizde varoluşun bütün aksiliklerine, engellerine karşı keskin,
derin bir kayıtsızlık uyandığını duyarız. Ölenler sokağın köşesini dönmüştür,
onları göremeyişimiz bundandır; ıstırap çekenlerse, onları hissediyorsak bir
kâbus, düşünüyorsak nahoş bir rüya gibi gözümüzün önündedir. Bizdeki acı da bu
hiçlikten ibarettir. Bu dünyada sol yanımıza yatmış, uyumak- tayızdır ve
yüreğimizin bunalmış canının sesi düşlerimize kadar girmiştir.
Hepsi bu... Biraz güneş, biraz
meltem, uzakları süsleyen üç beş ağaç, mutlu olma arzusu, geçip giden günlerin
melankolisi, hep belirsiz kalan bilim ve bir türlü yakalayamadığımız
gerçeklik... Hepsi bu - hayır, hepsi bu..
472
H.K.
29 Haziran 1934
Gizemciliğin içinde, sadece
hoşlukların olduğu, mecburiyetlerin bulunmadığı mertebeye ulaşmak; hiçbir tanrı
olmaksızın vecde girmek, sırlara ermeden gizemci ya da epoptes100
olmak; hiç inanmadığımız bir cennet üzerine günlerce düşünmek - cehaletin ne
olduğunu da gayet iyi bilen bir ruh zevke ancak böyle kavuşur.
Bir gölgeyle kuşatılmış bir beden
olan benliğimin çok üstünde, çok uzağımda - ne kadar da yüksekte salınır sessiz
bulutlar; bir bedene tutsak düşmüş ruhun, benim çok üzerimde - ne kadar da
yüksekte salınır gizli gerçekler... Her şey o kadar yücelerde ki.. . Ve
aşağıdaki gibi yukarıda da her şey geçer, bize yağmurdan başkasını bırakan
bulut, ıstıraptan gayrısını bırakan gerçeklik görülmemiştir.. Evet, yücelen her
şey yücelerden geçer ve geçer; arzulanabilecek ne varsa uzaktadır ve uzaktan
geçer... Evet, her şey çeker bizi kendine, her şey yabancıdır bize ve her şey
geçer.
İster güneşte ister yağmurda, ister
beden olayım ister ruh, benim de geçip gideceğimi bilmek neye yarar? Her şeyin
salt hiçlik, dolayısıyla hiçliğin her şey olduğunu umut edebilmek dışında,
hiçbir şeye.
473
26 Temmuz 1934
Anormal olmayan her zihinde Tanrı
inancı vardır. Anormal olmayan hiçbir zihinde, belirli bir Tanrı'ya inanç
yoktur. Her şeyi, hem var olan hem de imkânsız bir varlık yönetir; bir kişiliğe
sahipse de tarif edilemez; varsa amaçları da anlaşılamaz. Ona Tanrı demekle
her şeyi söylemiş olduk, Tanrı kelimesinin belli bir anlamı yoktur zira ve
böylece herhangi bir anlam yüklemeden onu ifade etmiş oluruz. Ezeli, ebedi, her
yerde hazır ve nazır, şefaatli ya da mutlak adalet sahibi gibi, adına bazen
yapıştırdığımız sıfatlar kendiliğinden kopar gider, kendine yeten isimlerin
yanındaki her gereksiz sıfat gibi. Tanımsız olduğu için özniteliklerden de
yoksun olan O, tam da bu nedenden dolayı mutlak isimdir.
Ruhun hayata tutunması da böyle
berrak ve belirsiz bir şey. Hepimiz öleceğimizi biliriz; hepimiz ölmediğimizi
hissederiz. Doğruyu söylemek gerekirse, karanlık bir içgüdüyü alet ederek
ölümün bir yanlış anlama olduğuna bizi inandıran ne bir arzudur ne de bir
umut: Gönlümüzden gelen bir itirazdan doğar bu inanç, bir reddedişten [...]
474
Öğle yemeği yemek yerine -her gün
kendime hatırlatmak zorunda kaldığım bir ihtiyaç bu- Tejo'yu görmeye gittim,
sonra sokaklarda rasgele gezinerek geri geldim, bunun ruhuma faydası olduğunu
düşündüğümü bile farz etmedim. Her şeye rağmen..
Yaşamak, zahmetine değmiyor. Bakmak -
işte buna, bir tek buna değer. Yaşamaksızın bakabilsek mutluluğu yakalamış
olurduk! Ne var ki, bütün düşlerimizin âdeti olduğu üzere, bu da imkânsızdır.
Hayatı defterden silebilen bir esriklik olsa!..
Hiç olmazsa yeni bir
karamsarlık yaratsak, yeni bir reddediş, bizden geriye, zararlı da olsa bir
şey kalacağına kanabilelim diye.’
99. Alman Yahudi
folklorunun bir kahramanı, Chamisso’nun bir öyküsünde geçer.
100.
Eleusis gizemlerinde yüksek dereceye varmış mürit.
Pessoa henüz yayımlanmamış başka bir metinde epoptes’lerden bahseder.
475
H.K.
"Neye
güldünüz?" diye sordu Moreira kötülük düşünmeden, salonu bölen iki
etajerin arasındaki boşluktan.
"İki ismi
karıştırmışım da..." dedim soluğumu toparlamaya çalışarak.
"Ah, demek
öyle," diye kestirip attı Moreira ve sonra büroya da, benim üzerime de
yeniden tozlu bir dinginlik çöktü.
Vikont de Chateaubriand
şurada durmuş, hesap kitapla uğraşıyormuş! Pek Sayın Profesör Amiel, şahane bir
tabureye tünemişmiş! Kont Alfred de Vigny, Grandela mağazasının mallarını
göndermekteymiş! Senancour buracıkta, Rua dos Douradores'teymiş!
Hatta, okuması asansörsüz
binada merdiven tırmanmak kadar zahmetli olan Paul Bourget bile...
Saint-Germain Bulvarımı bir kez daha, iyice görebilmek için, tam Brezilyalı
plantasyoncunun ortağının kaldırıma tükürdüğü anda pencereye yöneldim.
Aynı anda hem bunları
düşünmekle, hem sigara tüttürüp hem de iki şeyi doğru dürüst bağdaştıramamakla
meşgulken, birden zihnimdeki kahkaha dumanla çakıştı ve boğazımda tökezleyerek,
duyulabilen, çekingen bir kahkaha olarak gün yüzüne çıktı.
476
H.K.
Tamamen benim elimden
çıkma bu günlüğün fazlasıyla sahte olduğunu düşünenler çok olacaktır. Ama
sahtelik benim yapımda var. Hem ayrıca, manevi hayatım hakkında özenle not
tutmaktan başka ne eğlencem var? Aslında özendiğim de yok, notları bir kuyumcu
titizliğiyle bir araya getirdiğim de söylenemez. Bana ait olan bu özenli
dilde, kendi doğallığında düşünmekteyim.
Dış dünyayı içsel bir
gerçeklik olarak kabul eden biriyim. Bunu metafiziksel olarak değil, gerçeği
yakalamamızı sağlayan alışılagelmiş duyularımla hissediyorum.
Geçmişteki uçarılığımız,
bugün ömrümü yiyip bitiren, dinmeyen bir özlemdir.
Manastırların açılma saati şimdi.
Gün, hırçınlıklarımızın üzerine çöktü. Havuzların mavimsi gözlerindeki son bir
umutsuzluğa güneşin ölümü yansımış. Ah! Eski zaman parklarının ne de önemli bir
parçasıydık; heykellerle, yolların pek İngiliz nizamıyla nasıl da şehvetle
bütünleşmiştik. Kıyafetler, ince kılıçlar, peruklar, reveranslar ve
alaylar nasıl da sıkı sıkıya ruhumuzun özüne aitti! Biz, kim miyiz? Sadece
ıssız bahçenin sonundaki fıskiye, çoktan takatten düşmüş, acınası bir halde,
daha yükseğe uçmaya heveslenmeye uğraşan kanatlı su.
477
H.K.
... ve gerçek kıtaların sonunda,
sonsuz bir günün bitiminde, uzak, gösterişli, soğuk nehirlerin kıyısında
süsenler.
Sunup sunabilecekleri budur, ama
gerçektirler.
478
H.K.
Manzaranın tamamı hiçbir yerde.
479
Durduğum yükseklikten sarp gölgeler
halinde aşağı inen dondurucu şehir, en altta, ayın altında uyuyor.
Bilincin hangi umutsuzluğudur, var
olmanın, kendime tutsaklığımın hangi sıkıntısıdır beni dört bir yandan istila
edip dışarı taşmayan, varlığımı yumuşaklık, korku, acı ve perişanlıkla baştan
kuran.
Saçma bir hüzünde bu ne anlatılmaz,
ne biçim bir aşırılık; her şeyden yetim kalmış ne yakıcı ve metafiziksel olarak
ne kadar da bana ait bir acı..
480
Şehir melankolik gözlerimin önünde
hayal meyal, sessizce uzanıyor.
Evler havaya asılı öbekler halinde
eşitsizce dağılıyor ve ay, belirsiz lekelere dönüşerek, bu yığının kıpırtısız
sarsıntılarında sedef gibi parlıyor. Çatılar ve gölgeler, pencereler ve
ortaçağ görülüyor. Kenar mahallelere yer yok. Görünenlerin tümünün üzerinde
uzakların ışığı süzülüyor. Baktığım yerin üstünden karaağaç dalları; cesaretini
yitiren ruhumda koca şehrin uykusunu duyuyorum. Ay ışığında Lizbon ve benim
yarınki yorgunluğum!
Bu ne biçim bir gece! Dünyanın
ayrıntılarını yaratan bilsin ki, benim için ay anından daha iyi araştırma
konusu, daha güzel bir melodi yoktur, geri kalan her şeye uzaktır 0,
içindeyken, kendimi tanırken tanıyamaz olurum.
Düşünmediklerimi bölen ne bir meltem
var, ne bir varlık. Uykuluyum, yaşarken olduğum gibi. Ne var ki gözkapaklarımda
bir ağırlık var, kendi soluğumu duyuyorum. Uyudum mu, uyanık mıyım?
Ayaklarımı yaşadığım yere yöneltmek
için harcadığım çaba, bütün duyularıma akıtılmış kurşun. Silinip gitmenin
hazzı, gereksizliğin sunduğu çiçek, hiç telaffuz edilmeyen ismim, kıyıların
arasını dolduran kaygım, görevleri başkalarına bırakma ayrıcalığı - atadan
kalma parkın bitiminde, son dönemecin ardında, gülden bir gemi gibi serpilmiş,
başka bir yüzyıl.
481
H.K.
Berbere her zamanki gibi, aşina bir
yere rahatça, kolayca dalıvermenin mutluluğuyla girdim. Yeniliklere karşı
kaygıyla karışık bir hassasiyetim var: Ben sadece, bildiğim yerlerde rahat
ederim.
Koltuğa oturunca, çocuk boynuma serin
ve temiz bir örtü bağlarken, o an aklımdan geçeni, sağ koltukta çalışan
arkadaşını sordum, yaşça ondan büyük ama şakacı bir adamdı, hastaydı. Hiç gerek
yokken sormuştum soracağımı: Orada otururken çağrışımlar bunu aklıma
getirmişti. "Dün öldü," diye karşılık verdi havlunun ve benim arkamda
duran ses, tonu hiç değişmeden, sesin parmakları son bir kez enseme kaydıktan
sonra yakamla aramdaki boşluktan sıyrıldı. Bütün gerçekdışı keyfim bir anda
öldü, tıpkı yan koltuktan bir daha gelmemecesine silinmiş berber gibi. Bütün
düşüncelerim üşüdü ansızın. Tek kelime etmedim.
Özlem’. Hiçbir yakınlığım olmayan
birini bile özlüyorum - zamanın kayıp gitmesinin karşısında kaygılanıyor,
hayatın gizemi karşısında hastalanıyorum. Her günkü sokaklarımda her gün
gördüğüm yüzler - onları göremezsem kahrolurum; hiçbir şey değillerdir oysa
gözümde, bütün hayatın simgesinden başka hiçbir şey.
Sabahın dokuz buçuklarında sık sık
karşılaştığım, kirli tozluklar takan alakasız ihtiyar? Boşu boşuna insana
musallat olan piyangocu? Tütüncünün kapısında purosunu tüttüren şu tombul,
kırmızı suratlı, kısa boylu ihtiyar? Ya soluk benizli tütüncü? Defalarca
gördüğüm, gördükçe hayatımın bir parçası haline gelen bu insanlara ne oldu?
Rua da Prata'dan, Rua dos Douradores'ten, Rua dos Fanqueir- os'tan silinme
sırası yarın bana da gelecek. Yarın ben -şu hisseden ve düşünen insan, kendi
evrenim-, evet, yarın o sokaklardan geçmekten ben vazgeçeceğim, ötekiler uzak
bir "Ne oldu acaba?" ile beni anacaklar. Ve bütün yaptıklarım, bütün
hissettiklerim, bütün yaşadıklarım herhangi bir şehrin sokaklarındaki günlük
hayattan bir yayanın eksilmesinden ibaret kalacak.
482
H.K.
Edebiyat -sanat ile düşüncenin o
birleşimi, gerçekliği lekelemeyen o icraat- bence insanoğlunun, uğrunda var
gücüyle uğraşması gereken amaçtır, tabii insanoğlu aşırı büyümüş bir hayvani
ur değil de, sahiden insan olsaydı. Bana öyle geliyor ki bir şey
söylediğimizde o şeyin bütün erdemini korumuş, ürkütücü gücünü 101 ise
elinden almış oluruz. Kırlar kelimelere döküldüğünde barındırdığı yeşilliklerden
daha yeşil hale gelir. Çiçekleri hayal gücünün uzanımda resmederek anlattığımızda,
hücresel yaşamda asla olamayacak kadar uzun ömürlü renklere bürünürler.
Kıpırdanmak, yaşamaktır; kendini
anlatmak, hayatta kalmaktır. Hayatta doğru tasvir edebildiklerimizin dışında
gerçek yoktur. Eleştirmencikler, müthiş ahenkli yazılmış falanca şiirin alt
tarafı bir günün güzelliğini anlattığını vurgulamaktan çok hoşlanır. Ama günün
güzel olduğunu söylemek zor iş, hem güzel gün kendiliğinden yok olur gider.
Bundan dolayı, bu güzel günü upuzun, çiçeklerle donanmış bir anıyla korumalı,
dışarının geçici, boş tarlalarını ve göklerini yeni çiçeklerle, yepyeni
gezegenlerle donatmalıyız.
Biz ne isek her şey odur ve onu yoğun
olarak hayal ettiğimiz sürece, bedenimizde yuvalanmış tüm hayal gücümüzle
gerçek anlamda o olduğumuz ölçüde, her şey, zaman içinde yerimizi alacaklar
için de var olacaktır. O geniş, donuk manzarasıyla tarihin bir yorum
nehrinden, üstünkörü tanıklıkların her nasılsa uzlaşmasından başka bir şey
olduğunu zannetmem. Hepimiz romancıyız ve gördükçe anlatırız, çünkü görmek de
bütün ötekiler gibi karmaşık bir iştir.
Şu an ifade edecek öyle çok temel
fikir, gerçek anlamda fi.ziğin ötesinde duran öyle çok şey var ki yorgunluk
çöküyor üzerime, bir daha yazmamaya, artık düşünmemeye karar veriyorum; ateşin
uykuyu getirmesine ses çıkarmayacağım ve gözlerimi kapayıp kedi okşar gibi, tüm
söyleyebileceklerimi okşayacağım usulca.
483
5 Haziran 1 934
Nihayet yatışmaya başladım. 102
Bütün izler, süprüntüler sanki hiç var olmamışçasına ruhumdan silindi. Sonunda
yalnız ve huzurluyum işte. Şu yaşadığım gibi bir anda dine dönebilirdim. Ne var
ki beni yücelere çeken hiçbir şey yok, her ne kadar aşağıya çeken de yoksa da.
Adeta var olmaktan vazgeçmişim, gene de var olduğumun bilincindeymişim gibi
özgür hissediyorum kendimi.
Yatışıyorum, evet, yatışıyorum.
Gereksiz bir şey kadar yumuşak, derin bir dinginlik, varlığımın kuytularına
iniyor. Okunmuş sayfalar, yerine getirilmiş görevler, hayatın olayları ve
tesadüfleri - hepsi silik bir alacakaranlığa dönüşmüş, bilmediğim huzurlu bir
şeyi kuşatan, zor görülen bir haleye. Zaman zaman ruhumu unuttuğum teşebbüsler;
bazen eylemi unutturan düşünceler, heyecandan yoksun bir şefkate, kaba, boş bir
merhamete dönüşüyor.
Bunun sebebi şu tatlı, ağır, yumuşak
ve bulutlu gün değil. Daha yeni şekillenen şu meltem de değil - neredeyse bir
hiç o, titreyişleri şimdiden duyumsanan havanın biraz fazlası. Yer yer hafifçe
maviyle lekelenmiş, göğün isimsiz rengi de değil. Hayır. Hayır, çünkü
hissetmiyorum. Görmeye niyetli değilken görüyorum, çaresizce görüyorum. Var
olmayan bir gösteriyi izliyorum dikkatle. Ruh değil, huzur duyuyorum.
Kıpırdadıklarında bile berraklıklarını, kıpırtısızlıklarını yitirmeyen dış
şeyler, Şeytan aklını çelmeye geldiğinde Mesih'in dünyayı en tepeden gördüğü
gibi görünüyor bana. Varlıklar hiçtir, Mesih'in niye kanmadığını anlıyorum.
Varlıklar hiçtir, benim anlayamadığım, onca bilimle yaşlanmış Şeytan'ın bu
kadarcık şeyle akıl çelebileceğini sanmış olması.
Ak usulca ey hissedilmeyen hayat,
unutkan ağaçların altından süzülen, sessizlik akıtan nehir! Ak okşarcasına
kimselerin bilmediği ruh, eğilmiş uzun dallar ardındaki görünmez mırıltı! Ak
gereksizce, ak mantıksızca hiçbir şeyin bilincinde olmayan bilinç, uzakta,
yaprakların kucağında parlayan belirsiz ışık, nereden gelip nereye gittiği
bilinmeyen bilinç! Ak ve beni de bırak ki unutayım!
Yaşamaya cüret etmemiş insanın hafif
soluğu, hissetmeyi bilmeyenin kaba yutkunmaları, düşünmekten kaçınmış olanın
yararsız mırıltısı - usulca geç git, silinerek geç, mecbur olduğun kasırgalara
kapıl, zorla önüne serdikleri yokuştan çık, ister gölgeye yürü ister dünyanın
kardeşi ışığa, ister şana ister Kaos'un ve Gece'nin kardeşi yıkıma - ama
kendindeki derin karanlıklarda hatırla ki senden sonra geldi Tanrılar ve
Tanrılar da zamanı gelince göçer.
102. Pessoa bu metni
ölümünden bir yıl önce yazmıştı.
BÜYÜK
METİNLER
Biliyorum ki uyandım ve hâlâ
uyumaktayım. Hayatın verdiği yorgunluktan bitap düşmüş, eskimiş bedenim, vakit
henüz çok erken, diyor. Hafif bir sinir var üzerimde. Nedendir bilmem, kendime
ağır geliyorum..
Bedenle hiç ilgisi olmayan, berrak
bir uyuşukluk içinde, uykuyla uykusuzluk arasında, bir düşün suretinden ibaret
bir düşte durulmuş, yatıyorum. Dikkatim iki dünya arasında salınıyor, kör
gözleriyle bir okyanusun derinini, aynı zamanda bir göğün derinini görüyor;
derinlikler karışıyor, iç içe giriyor, var olduğum yeri de, düşümde neyi
gördüğümü de bilemez haldeyim artık.
Gölgelerle dolu bir rüzgâr,
benliğimde uyananın üzerine ölü tasarıların külünü üflüyor. Yabancı bir gökten
ılık bir sıkıntı şebnemi damlıyor. Engin, kıpırtısız bir kaygı ruhumu içeriden
yönetiyor ve meltem nasıl ağaçların doruklarıyla oynarsa, o da öyle, rasgele
değiştiriyor beni.
Ilık, hastalıklı odamda, sabahı
müjdeleyen bu an, dışımda, alacakaranlığın bir ürpertisi sadece. Tepeden
tırnağa huzurlu bir karmaşayım... Neden doğar ki gün? Şafağın sökeceğini bilmek
beni kahrediyor, sanki ben çabalamazsam gün doğmayacak.
Tarifsiz bir yavaşlıkla
sakinleşiyorum. Gevşiyorum. Yarı uyur yarı uyanık, havada dalgalanıyorum ve
başka türden bir gerçeklik beliriyor birden ve ben, kim bilir nerelerden gelen
bu gerçekliğin tam ortasındayım.
Birdenbire çıkıyor ortaya -ama yanı
başındaki, bu ılık odanın gerçekliğini sil- meksizin-, ansızın zuhur ediyor o
tuhaf orman. İkisine birden yönelen dikkatimde iki gerçeklik, birbirine karışan
dumanlar gibi yan yanalar.
Bu saydam manzara hem kendi
dünyasında, hem ötekinde ne kadar berrak.’
Ya şu uzak ormanı benimle birlikte,
bakışlarıyla donatan kadın kim? Neden bir an meraka kapıldım? Bunu öğrenmeyi
istediğimin bile bilincinde değilim.
Bu bulanık oda, var olduğunu
bildiğim, ötesinde manzarayı gördüğüm koyu bir pencere... Manzarayı ise
çoktandır tanırmışım; şu yabancı kadınla bu başka
gerçeğin, bu
gerçekdışılığın içinde gezinirmişim nice zamandır. İçimde, şu ağaçlarla
çiçekleri, şu ücra yolları tanıyalı beri geçmiş yüzlerce yüzyılı ve bakışlarıma
aldırmaksızın başıboş gezinen, o eski, o uzak beni hissediyorum, bu odada
bulunma duygusu bakışlarımı perdeliyor.
Uzaktan kendimi görüp hissettiğim bu
ormanda zaman zaman, ağır bir esinti bir duman savuruyor ve duman, belirsiz
mobilyaları, perdeleri, geceden gelen uyuşukluğuyla, şimdiki varlığımla
bulunduğum odanın, karanlık, berrak görünüşü. Sonra esinti diniyor ve manzara
tekrar bütünleşiyor, kendi oluyor, öteki dünyanın uzak manzarası..
Kimi zaman dabu küçücük oda, o
bambaşka memleketin ufkuna yayılan sislerin külüne dönüyor... Orada, toprak
diye bu gözle görülür odaya bastığımız anlar da var..
Kendimi düşlere bırakıyorum, hem
kendim, hem o kadın olarak çiftim. Muazzam bir yorgunluk, kapkara bir ateş olup
beni tüketiyor... Sonsuz, uysal bir arzu, üzerime çöken sahte hayattan başka
bir şey değil..
Ey donuk mutluluk... Ey yolların
kavuştuğu yerdeki sonsuz durak! Düşteyim ve dikkat kesilmiş zihnimin ardında
benimle düşlere dalan biri var... Ve belki de ben, var olmayan o Kimse'nin
düşüyüm sadece..
Dışarıda şafak öyle uzak ki! Bana
ait, farklı gözlerin önünde uzanan ormansa öylesine yakın!
Uzağındayken neredeyse aklımdan
silinen ormanı, en çok ona sahipken özlüyorum, içinde dolaşırken ağlıyorum
arkasından, ona kavuşmayı en derinden diliyorum..
Ağaçlar! Çiçekler! Ulu ağaçların
arasında açılan patikalar!
Sedirlerin, erguvanların altında
yürürken bazen kol kola girerdik ve ikimizin de hayalinden geçmezdi yaşamak.
Etimiz belirsiz bir kokuydu, hayatımız ise bir pınarın mırıldanan yankısı. El
ele tutuşurduk, bakışlarımız sorardı: Şehvet neydi acaba, aşk yanılsamasına
tende gerçeklik kazandırmak ne demekti..
Parkımızda hepsi birbirinden güzel,
binbir çeşit çiçek vardı - kıvrım kıvrım güller, sarıya çalan beyaz leylaklar,
mor elbiseleri ele vermese göze çarpmayan gelincikler, dağların gür kıyılarına
sanki biraz itilmiş menekşeler, minicik unutmabeniler, kokusuz kamelyalar...
Ve yapayalnız ayçiçekleri, yüksek otların üzerinden şaşkın gözler gibi,
hayretle bakardı bize.
Koca bir gözden ibaret gönlümüz,
yosunların gözle görülür serinliğini okşardı, palmiyelerin yanından geçerken
başka diyarların olduğunu sezerdik ince ince... Ve bunu hatırlayınca boğazımıza
bir yumru otururdu, çünkü burada bile, mutluyken aslında değildik..
Budak budak yüzyılları devirmiş
meşelerin köklerindeki ölü dokunaçlara takılırdı ayaklarımız... Çınarlar birden
yükseliverirdi... Ve yanı başımızdaki ağaçların arasından uzakta, sessiz
çardaklardan sarkan, kara kara balkıyan üzüm salkımlarını görürdük..
Önümüz sıra yürüyen kanatlı yaşama
hayalimize, ikimiz de benzer, mesafeli bir gülümsemeyle bakardık, henüz göz
göze bile gelmiş değildik o gülümseme doğduğunda, birbirimiz hakkında tüm
bildiğimiz bir kolun, bir başka kolun dikkatli, hassas teslimiyetine
yaslandığıydı.
Hayatımızın içi yoktu. Biz
dışarıdaydık ve başkaydık. Kendimizi tanımıyorduk, adeta düşlerde bir
yolculuğun sonunda zuhur edivermiştik ruhlarımızın karşısında..
Zamanı unutmuştuk ve muazzam uzam
zihnimizde küçülmüştü. Yanı başımızdaki ağaçların, uzak çardakların, ufuktaki
son tepelerin ötesinde, var olan şeylere bahşettiğimiz engin bakışları hak eden
herhangi bir gerçek var mıydı?
Kusurlu doğamızın su saatinde, şaşmaz
bir düzenle düşen düş damlaları, gerçekdışı saatler yaratırdı... Değmez hiçbir
şeye uzak aşkım, hiçbir şeye, hiçbir şeye değmediğini bilmenin ne kadar hoş
olduğunu bilmenin dışında..
Ağaçların kımıldamadan kıpırdanışı;
çeşmelerin ürperen dinginliği; özsuyun kendine has ritminin tarifsiz solukları;
varlıklarından içinden geliyor gibi görünen, tinsel bir uyum içinde göğün
derinlerindeki sessizliğin uzak, ama ruha yakın hüznüne elini uzatan ağır
alacakaranlık; yaprakların yararsızca, ahenkle dökülüşü, içindeyken tüm
manzaranın kulaklarımıza dolduğu ve sıla hasreti gibi hüzne boğulduğu düş
yalnızlığının damlacıkları - bütün bunlar bir kuşak gibi çözülüp belli belirsiz
kuşatırdı bizi.
Geçmek bilmez bir zamanda, ölçmeyi
akıldan geçirmenin bile gereksiz olduğu bir uzamda yaşadık orada. Zaman'ın
dışında bir akışta, gerçeğin uzamdaki alışkanlıklarından habersiz bir
enginlikte... Ey sıkıntımın gereksiz yoldaşı, kaç saat, mutlu huzursuzluklarla
dolu kaç saat sundu bize orada saatlerin hayaletleri!.. Zihinde külden saatler,
uzamda özlemle ölçülen günler, dışarıdaki bir manzaranın içindeki yüzyıllar...
Biz ise, bunlar neye yarar, demiyor, yararsız olduklarını bilmenin tadını
çıkarıyorduk.
Orada, kesinlikle sahip olmadığımız
bir sezgiyle biliyorduk ki, bu iki kişilik yaralı dünya eğer varsa, dağların
eridiği en uzak sınırın, ötesinde hiçbir şey
olmayan o hattın ötesindeydi. Orada
yaşanan anları, hurafelere inanan halklara ait bir mağaranın karanlığına
büründüren de bu çelişkiydi, o anları bize, sonbahar alacası bir gökte beliren
bir Magrip şehri karaltısı kadar tuhaf bir şekilde algılatan da..
Bilinmedik denizlerin dalgaları,
kulağımızın uğultulu ufkunda asla göremeyeceğimiz kıyıları yalardı; okyanusu
benliğimizde görünür hale gelene dek dinlemek biricik sevincimizdi, hiç
şüphesiz, yararlı amaçların ve Yeryüzü'nden gelen emirlerin dışındaki
hedeflerin peşinden giden karavelaların vuruştuğu bir okyanustu bu.
Birden, adeta hayatta olduğumuzu
idrak edercesine havanın kuş sesleriyle dolduğunu, yaprakların hışırtısının,
saten kumaşlara sinmiş eski bir koku misali, bilincimize kazındığından çok daha
yoğun olarak içimize işlediğini fark ederdik.
Böylece kuşların cıvıltısı, ağaçların
hışırtısı ve sonsuz denizden oluşan, unutulmaya yüz tutmuş o yeknesak zemin,
ölgün hayatımızı kendimize yabancı olmanın ışığıyla sarardı. Günler boyunca
uyanık uykular uyuduk, hiçbir şey olmadığımız için, arzu ya da umut
beslemediğimiz için mutluyduk, aşkların rengini, nefretin tadını unuttuğumuza
seviniyorduk. Kendimizi ölümsüz sanıyorduk..
Sadece ötekinin varlığıyla dolan
saatler yaşadık orada, ki onun da yaşadığı saatler aynıydı, saatler ise
anlamsızca kusurlu ve tam da bu nedenle mükemmeldi, hayatın dörtgen
şaşmazlığına verevine çok iyi oturuyordu... Tahtından indirilmiş soylu saatler,
eprimiş saray kıyafetlerine bürünmüş saatler, paramparça sıkıntılarının
çokluğuyla övünen bir dünyadan buraya düşmüş saatler..
Ve bütün bunların verdiği keyif
canımızı yakıyordu, hem de nasıl yakıyordu.. Çünkü manzara, sakin bir sürgün
hayatı tadı verse de, gerçek dünyaya ait olduğumuzu hatırlatıyordu, her
zerresine anlaşılmaz, hüzünlü bir sıkıntının, bilinmedik imparatorlukların
çöküşü gibi ölçüsüz, sapkın bir sıkıntının nemli ihtişamı sinmişti..
Şafak, odamızın perdelerinde ışığın
bir gölgesi. Solgun olduğunu bildiğim dudaklarım, birbirinden gönülsüzce
yaşamanın tadını içiyor.
Donuk odamızın havası bir örtü
örtülmüş gibi ağır. Bütün bu muammaya yönelen uykulu dikkatimizin, bir
alacakaranlık töreninde yerlerde sürünen eteklere benzeyen, yumuşacık
kıvrımları var.
Hiçbir arzunun bizde var olması
için sebep yok. Dikkat ise, şahlanan durgun
Bedenlerimizin imgesi kim bilir hangi
alacakaranlık yağlarıyla meshedilmiş. Çöken yorgunluk, bir yorgunluğun
karaltısı. Çok uzaktan geliyor, tıpkı bir yerlerde, bir hayatımızın var
olabileceği fikri gibi..
İkimizin de ne bir ismi var ne de
akıl alır bir varlığı. Kendimizi gülerken hayal edebilecek kadar gürültü
edebilseydik, canlı olduğumuzu sandığımıza gülerdik mutlaka. Çarşafın ılımış
serinliği ayaklarımızı (herhalde benimkiler gibi seninkileri de) okşuyor,
birbirimizin çıplaklığını duyumsuyoruz.
Kopalım aşkım hayattan ve
kurallarından. Kendimiz olma arzusundan bile kaçalım... Çevirince sessizliğin
perilerini, gecenin elflerini, unutuşun gnome'larını anan sihirli yüzüğü asla
çıkarmayalım parmağımızdan..
Ve tam ondan konuşmayı hayal
edecekken, kalabalık orman bir kez daha beliriyor gözümüzün önünde, ama şimdi
rahatsızlığımızdan ötürü daha bir rahatsız, hüznümüzün yüzünden daha bir
hüzünlü. Kafamızdaki gerçek dünya fikri onu görünce bir sis gibi dağılıyor ve
bu gizemli ormanda geçen gezgin düşte, benliğim bana yeniden sahip oluyor.
Çiçekler, ah orada yaşadığım
çiçekler! Gözün tanıyıp isimlere tercüme ettiği, ruhumuzun kendilerinden değil,
isimlerinin ezgisinden kokular derdiği çiçekler. Uzun uzun, tekrar tekrar
söylenen isimleri, sesli koku orkestraları olan çiçekler.. Yeşil şehvetleriyle
kendilerine takılan adlara gölge ve serinlik veren ağaçlar.. İsimleri, tıpkı
etlerinin ruhunu dişlemeye benzeyen meyveler... Eski mutlu zamanların kutsal
kalıntısı gölgeler... Hemen yanı başlarına serilmiş manzara içtenlikle
gülümsediğinde görülen ağaçların arasındaki o düzlükler, pırıl pırıl
düzlükler.. . Ey ebruli saatler!.. An-çiçekler, dakika-ağaçlar, ey uzamda donup
kalmış zaman, uzamın çiçeklerle ve çiçek kokularıyla ve çiçek isimlerinin kokularıyla
örtülmüş ölü zamanı!..
Bu düş sessizliğinde hayalperest bir
çılgınlık!..
Hayatımız hayatın ta kendisiydi...
Aşkımız aşkın kokusuydu... Sadece varlığımızla dolup taşan, imkânsız saatler
yaşardık... Çünkü bir gerçeklik olmadığımızı etimizin her zerresiyle
biliyorduk..
İçi boş kalmış, kişisiz öznelerdik,
yanlış tanımlanmış, başka bir şeydik.. Kendine dair bilincinde eriyen o
manzaraydık biz... Ve aynı anda iki manzara olduğu gibi -biri gerçek, biri de yanılsama-,
biz de anlaşılmaz bir şekilde ikiydik, öbürünün de biz olup olmadığını, şu
müphem ötekinin gerçekten yaşayıp yaşamadığını ikimiz de tam bilmiyorduk..
Havuzların durgunluğunun karşısında
birdenbire belirdiğimizde, bir ağlama arzusu gibi hissediyorduk kendimizi...
Manzaranın gözleri yaşla doluydu, sabit gözleri var olmanın sayısız
sıkıntısıyla doluydu... Evet, doluydu, var olmanın, gerçek ya da yanılsama,
herhangi bir şey olmak mecburiyetinin sıkıntısıyla - ve bu sıkıntı, havuzlarda,
sessiz sürgünlerdeyken vatanına, sesine kavuşuyordu... Biz istemeden, bilmeden
yürüyorduk gene, ne var ki havuz başından bir türlü ayrılamıyorduk sanki,
onlarda bizden kalan, yaşayan, simgeselleşen ve kaybolan öyle çok şey vardı
ki..
Ormanda kimsenin olmayışı da ne güzel
bir serinlik, ne korkunç bir mutluluktu! Orada yürüdüğümüz halde biz bile
yoktuk... Çünkü kimse değildik. Kesinlikle hiçtik. Ölüm'ün öldüreceği herhangi
bir hayata sahip değildik. Öyle narin, öyle siliktik ki, oluşun soluğu bizi
gereksizliğimizle baş başa bırakmıştı ve zaman, bir palmiyeyi okşayan meltem
gibi okşayarak geçiyordu üzerimizden.
Ne bir çağımız vardı ne de bir
amacımız. Nesnelerin ve varlıkların varoluşundaki tüm sebepler, bu yokluk
cennetinin kapısında kalmıştı, ağaç gövdelerinin pütürlü ruhu, yaprakların
bize uzanan ruhu, çiçeklerin gelinlik ruhu, meyvelerin beli bükülmüş ruhu
kendisini hissedişimizi hissetmek için orada beklemişti..
Hayatımızı böyle öldük işte, ayrı
ayrı ölmeye o derece dalmıştık ki tek bir varlık olduğumuzu, ikimizin de
ötekinin yanılsaması olduğunu, kendi içimizdeyse varlığımızın basit bir yankısı
olduğumuzu göremedik..
Belirsiz, minicik bir sinek
vızıldıyor..
Belirsiz sesler, açıkça, darmadağın
zihnimde gün yüzüne çıkıyor, odamızın bilincimdeki yerini doğan günle dolduruyor...
Odamız mı? Yalnız olduğuma göre hangi çift için odamız? Artık bilemiyorum. Her
şey siliniyor, geriye söndü sönecek bir sis-gerçeklikten başka bir şey
kalmıyor; kararsızlığım buna gömülüyor giderek, afyonla avutulmuş kendimi
kavrayışım da içinde uyukluyor.
Sabah, Saat'in solgun zirvesinden
yuvarlanırcasına daldı içeri..
İşte aşkım, yandı, tükendi
düşlerimizin odunları hayatımızın ocağında..
Umut aldatmacasına sırt çevirelim,
bize ihanet eder, o yorucu aşk yanılsamasına, bizi doyurmadan doyduğu için
hayat aldatmacasına da ve hatta ölüm aldatmacasını da kovalım, çünkü
istediğimizden çok fazlasını, umut ettiğimizin ise çok azını getirir bize.
Ey Peçeli, kendimizdeki sıkıntı
aldatmacasını da atalım sırtımızdan, kendiliğinden ihtiyarlar o, kaygısını sonuna
dek yaşamaya da cesareti yoktur.
Ağlamayalım, nefret
etmeyelim, arzu duymayalım..
Ey Sessiz, Kusurlu
doğamızın ölü, kaskatı profilini ince bir kefenle örtelim..
(6 Aralık 1913'te A Aguia dergisinde
yayımlanmıştır)
H.K.
Bazen, kendimi küçülmüş,
bunalmış hissettiğimde, düşlemin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde
düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele
karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar
tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Senin kim olduğunu da o zaman merak
ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin yapıldığı farklı manzaraları,
eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken hep gördüğüm o resmi. Bütün düşlerimde
düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik gibi bana eşlik edersin. Seninle
belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de yoklukla, insani olmayan
şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan ülkeler gezmişimdir, esas
bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, soğuk hatlarla çizilmiş sakin ova ve
dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek düşsün sen ve belki yüzümü
seninkine yapıştır- sam, gözlerinde imkânsız manzaraları, sahte sıkıntıları,
yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun kovuklarını dolduran o duyguları
bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar, seni düşlememek için bir yol olmasın
sakın? Kim olduğunu bilmiyorum, ama ben kimim, onu biliyor muyum sanki? Düş
görmenin ne olduğunu gerçekten biliyor muyum ki, sana düşüm demenin tam olarak
ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim parçamsın, belki en önemli, en
gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş benim, gerçeklik sen misin, ben
senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım bir düş değil misin?
Nasıl bir hayat seninki?
Seni nasıl görüyorum? Profilin mi? Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor.
Bildiğimden söylüyorum bunu, ama bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak
olsun ister giyinik hep aynı, otursa da, yatsa da, ayakta dursa da hep aynı
pozisyonda. Bütün bu anlamsızlıkların anlamı ne?
Hayatım hüzün dolu ve
şikâyet edesim bile yok; yaşadığım saatler o kadar sahte olduğu halde, elimi
kaldırıp dağıtmayı bile hayal etmiyorum.
Nasıl düşlemem, düşlerim
seni?
Geçen Saatlerin Sahibesi,
uyuyan suların, ölü yosunların Madonnası, uçsuz bucaksız çöllerin, çorak
kayalıklarla kaplı kapkara manzaraların Koruyucu Tanrıçası - beni gençliğimden
koru.
Devasızların tesellisi,
hiç ağlamayanların Gözyaşı, asla çalmayan Saat - neşeden ve mutluluktan esirge
beni.
Bütün sessizliklerin
afyonu, el sürülmez Lir, uzaklaşmanın ve yalnızlığın işlendiği Nakışlı Cam -
erkeklerden nefret eden, kadınlara gülüp geçen bir nesne yap beni.
Ölüm Çanı, elsiz Okşama,
karanlıkta ölmüş Güvercin, hayal kurmakla geçen saatlerin Kutsal Yağı - beni
dinden sakın, çünkü dinginliktir, inançsızlıktan da koru, çünkü güç demektir.
Gün biterken solan
Zambak, kuru güllerle dolu Çekmece, iki dua arasındaki Sessizlik - hayattan
tiksindir beni, sıhhate karşı öfke ver, gençliğimi küçümset.
Ey bütün belirsiz düşlere
açılan Kucak, gereksiz, kısır bir varlık yap beni; nedensizce saflaştır,
aldatmayı sevmez bir aldatıcı et beni, sen ki Yaşanmış Hüzünlerin Nehrisin;
ağzım buzdan bir ülke olsun, gözlerim iki ölü göl, hareketlerimse kadim
ağaçlardan usulca dökülen yapraklar - ey Sıkıntıların İlahisi, ey
Yorgunlukların Mor Ayini, ey Taç, ey Ele Avuca Sığmaz, ey Uruç!
Sana bir kadınmışsın gibi
dua etmek ne kadar koyuyor bana, bilemezsin, seni bir erkek gibi sevememek,
gözlerimi düşlerimden kaldırıp, gökyüzünde bir yer edinememiş meleklerin
gerçekdışı cinsiyetinin tam tersi bir Tan kızıllığına bakar- casına sana
çevirememek!
* * *
Bir dua okurcasına
söylüyorum sana olan aşkımı, çünkü aşkım da başlı başına bir dua; ama ne
sevgili olarak düşünebilirim seni, ne de karşımda bir azize gibi dururken
tahayyül edebilirim.
Yaptıkların vazgeçişin heykeli
olsun, ellerin ise kayıtsızlığın kaidesi, kelimeler
Hiçliğin ihtişamı, perişanlığın adı,
Ahiret'in huzuru..
Tanrılardan önce, tanrıların
babalarından önce ve hatta aynı tanrıların babalarının babalarından önce
gelen, bütün dünyalara çorak, bütün ruhlara kısır ölümsüz Bakire..
Varlıklar ve günler senindir;
yıldızlar mabetlerine asılmış adaklardır ve tanrıların yorgunluğu, bilinçsizce
kurduğu yuvasına dönen kuş gibi, gelir bağrına sığınır.
Sıkıntı son haddine vardığında
gündüzü keşfedelim ve gündüzler hiç keşfed- ilmeyecekse bile, o gün gene de
keşfin günü olsun!
Ey güneşsizlik, bir daha kamaştır
gözleri; ey var olmaktan vazgeçmiş ay ışığı, parla...
Sen ki parlamayan güneş, bir tek sen
ışırsın mağaralarda, çünkü kızlarındır onlar. Bir tek sen, var olmayan ay,
[...] verirsin kovuklara, çünkü kovuklar [...]
Hayal edilmiş şekillerin
cinsiyetindensin sen, şekillerin hükümsüz cinsiyetinden [...] Kâh salt profil,
kâh salt davranış ya da tek bir ağır hareketsin - sen, benim oldukça can bulan
anlardan, davranışlardan yaratılmışsın.
İçimizdeki sessizliklerin Madonnası
kıyafetinin altında ne olduğunu düşlüyor- sam, cinsiyetin cazibesine
kapıldığımdan değil kesinlikle. Göğüslerin öpülmesi tahayyül edilecek cinsten
değil. Bedenin tepeden tırnağa et-ruh, ama insan değil, beden. Etinin özü
tinsel değil, tinselliğin ta kendisi. Sen Düşüşten önceki kadınsın, cenneti
[^görmüş7] topraktan bir heykel.
Sana bir cinsel organı olan, gerçek
kadınlara duyduğum tiksintiden geçerek vardım. Yeryüzünün kadınları [...]
olabilmek için bir adamın kıpır kıpır ağırlığına katlanmak zorundadır - insan
zevkin cinselliğin emrine gireceğini daha baştan gördüğü halde kadınları nasıl
sever, aşkın hemen pörsümesine nasıl engel olabilir? Kadın-Eş'i farklı bir
duruşu olan, cinsel birleşme halindeki kadın gibi görmekten nasıl kaçabilir,
nasıl saygı duyabiliriz ona? Kendimizin de aslen dişilik organından
geldiğimizi, iğrenç bir şekilde yavrulandığımızı 103 düşününce, bir
anneye sahip olma fikrinden iğrenmemek mümkün müdür? Ruhumuzun aslen etten geldiğini
- etimizi doğuran o bedensel [7] idrak edince ne biçim bir tiksinti sarar bizi;
ve ne kadar güzel olursa olsun, kökeni yüzünden çirkindir ruhumuz, doğum şekli
de mide bulandırıcıdır.
Gerçek hayattaki sahte idealistler
Eş'e methiyeler düzer, Anne fikrinin karşısında diz çökerler... Bir şeyleri
saklamaya yarayan bir gömlektir onların idealizmi, yaratma gücüne sahip bir
düş değil.
Arı olan yalnız sensin Düşlerin
Sahibesi, hem sevgili hem lekesiz olarak tahayyül edebileceğim bir sen varsın,
çünkü gerçekdışısın. Seni anne olarak kafamda canlandırıp sana tapabilirim de,
çünkü ne döllenmenin iğrençliğiyle lekelendin, ne doğurmanın.
Tapılacak yalnız sen iken, nasıl
tapmam sana? Sevgiye bir sen !ayıkken seni nasıl sevmem?
Kim bilebilir seni düşledikçe, başka
bir gerçekliğin içinde gerçek kılmadığımı; bedenlerimize dokunmadan, farklı
hareketlerle sarmaşarak, başka türlü birbirimize sahip olarak
sevişebileceğimizi, başka, arı bir dünyada benim olmayacağını? Hem belki zaten
varsındır ve ben seni yaratmak şöyle dursun, seni başka bir gözle, saf gönül
gözüyle başka, kusursuz bir dünyada görmüşümdür sadece, buna kim itiraz
edebilir? Kim söyleyebilir seni düşünmenin sadece seninle buluşmak, sevmenin
ise sadece seni düşünmek olmadığını; tenden tiksinmemin, aşktan iğrenmemin,
daha tanımadan kaygıyla bana yolunu gözleten o karanlık arzudan ya da hakkında
hiçbir şey bilmediğim halde beni olduğum gibi sana iten tarifsiz özlemden
kaynaklanmadığını?
Ve hatta, kim iddia edebilir çok
eskiden, belirsiz bir başka yerde seni zaten sevmemiş olduğumu? Şu tükenmez
sıkıntıyı başıma saran da, o yerin hasretidir belki. Belki varlığımın duyduğu
tarifsiz bir özlemsin sen, yokluktan ibaret bir beden, Uzaklık'ın bedeni ve
belki de dişiyi dişi yapanlardan başka nedenlerden dolayı dişi.
Seni bakire olarak da düşünebilirim,
anne olarak da, çünkü bu dünyadan değilsin. Kollarındaki çocuk, karnında
taşıyarak lekeleyeceğin kadar küçük olmadı asla. Hep şimdi olduğun gibiydin, bu
durumda bakire olman gerekmez mi? Hem sevebilirim seni, hem tapabilirim, çünkü
aşkım sana el koymaz, hayranlığım da seni benden uzaklaştırmaz.
Sonsuz-Gün ol, batan güneşlerim,
benliğinle kuşatılmış güneşinin 1°4 ışıkları olsun.
Görünmez Alacakaranlık ol ve
arzularım, hırçınlığını kararsızlığının renkleri, belirsizliğinin gölgeleri
olsun.
Mutlak-Gece, Yegâne Gece ol, ben de
kendimi tamamen kaybedip sende hükümsüz kalayım ve düşlerim yıldızlar gibi
parlasın, uzaklaşma ve inkârdan yapılmış bedeninde.
Harmaninin kıvrımları olayım,
tacındaki taşlar, parmaklarındaki yüzüklerin o bambaşka altını.
Ocağında kül olacaksam, adıma toz
deseler ne çıkar? Odanın penceresiysem eğer, boşluk olsam ne yazar? Su saatinde
saat isem geçsem ne olur, değil mi ki sana ait olduğum sürece duracağım, ölsem
ne olur, sana ait oldukça ölmeyeceğim madem; seni kaybetsem ne olur, seni
kaybettikçe bulacaksam eğer?
Sen ki saçma şeyleri Yapan, kopuk
cümleleri 1°5 Eğirensin, sessizliğin beni yatıştırıp uyutsun,
saf-varlığın okşasın, yatıştırsın, rahatlatsın, [...]in uyku versin bana, ey
Ahiret' in Hanımı, ey Yokluğun Üstadı; bütün sessizliklerin Bakire-Ana'sı,
üşüyen ruhların Ocağı, kimsesizlerin koruyucu Meleği, hüzünlü, ölümsüz Kusursuzluğun
insani, gerçekdışı Görüntüsü.
Hayır, kadın değilsin. Yüreğimin en
derin yerinde bile, dişilik namına hiçbir şey çağrıştırmıyorsun. Bir tek
hakkında konuşurken sana dişi diyor kelimeler, ifadeler de seni bir kadın
olarak çiziyor. Seninle aşk hayalimle dopdolu bir şefkatle konuşmam gerekir ve
kelimelerin sesi ancak seni dişi bir varlık olarak tahayyül ettiklerinde böyle
çıkıyor.
Ama sen, belirsiz özüne bakınca,
hiçbir şeysin. Gerçekliğin yok, salt sana ait bir gerçekliğin bile. Aslına
bakarsan ne gördüğüm var seni, ne de hatta hissettiğim. Bir duygu gibisin, aynı
zamanda kendinin nesnesi olan, kendi kendinin en mahrem yerine yuvalanmış bir
duygu. Görür gibi olduğum görüntüsün hâlâ, sonsuz bir Şimdi' de, bir dönemecin
ötesinde kaybolan, kıl payı kaçırdığım bir gömleğin eteği. Profilin hiçbir şey
olmamanın profili ve ideal bedeninin hatları, bizzat hat imgesinin kolyesinin incilerini
tek tek döküyor. Çoktan geçtin sen, çoktan var oldun sen, ben seni çoktan
sevdim - senin varlığını hissetmek, bunların hepsini hissetmek demek.
Düşüncelerimin arasındaki mesafeleri,
duygularımın boşluklarını dolduruyorsun. İşte bunun için hissetmiyorum seni,
düşünmüyorum da, ama düşüncelerim varlığını hissettiğim çapraz tonozlar,
duygularımsa adını andığım gotik kemerlerdir.
Kendi kendini ifşa eden kusurlu
doğamın, o berrak, o bomboş, o karanlık manzarasında kaybolmuş hatıraların
ay'ısın. Varlığım belli belirsiz algılıyor seni, belinde kemerin seni
hissedeceği gibi. Huzursuzluğumun gece sularının dibinde ak yüzüne eğiliyorum,
biliyorum ki göğümde ayı uyandıran aysın ya da, nasıl bilmiyorum ama, ay'ı
taklit eden tuhaf bir denizaltı ay'ısın.
Ne kadar da isterdim seni
görebileceğim Yeni Bakış’ seni düşünmemi, hissetmemi sağlayacak Yeni
Düşünmeler'i ve Duygular'ı yaratmayı'.
Harmanine dokunabilsem keşke, oysa
sözlerim, kendi uzattıkları ellerin kalkıştığı hareketten bitap düşüyor ve acı
veren, büyük bir yorgunluk kelimelerimi üşütüyor. Şu kuşun döne döne inmesi de
bundan, sanki hep yaklaşmak isterdi de bu kuş, bir türlü gelemezdi, sen demek
istiyorum etrafında döndüğü şeye, ama cümlelerimin tabiatı ayak seslerinin
özünü yansıtmaktan âciz ya da bakışlarının ağır akışını veya hep yarım kalan
jestlerindeki kıvrımların boş, hüzünlü rengini.
Ve uzak bir varlığa konuştuğum
doğruysa ve eğer bugün olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru
olarak yeryüzüne yağarsan - şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş
olmandan gelir. Hayatta daima yalnız bir adamın düşü ol, bir âşığın sığınağı
olma sakın. Kutsal çanak olarak kal. Gereksiz bir amfora olarak gizemini koru.
Kimse senin hakkında, nehrin kendi kıyıları için söylediğini söylemesin: Sadece
beni sınırlamak için varlar, diyemesin. Bunun yerine düşlere yaslanıp ömür
boyu hiç akmamak, kuruyup gitmek yeğdir.
Kendini yüzeyselliğe ada, hayatını,
hayata bakma sanatına dönüştürmeye ve asla aynı kalmayan, hep bakılan olmaya
ada. Asla başka bir şey olma.
Bugün bu kitabın profilinden başka
bir şey değilsin, tamamen yapay bir profil, ete kemiğe bürünerek ötekilerden
ayrılmış bir zaman parçası. Bütün bunların hepsi olduğuna yürekten inansam,
seni sevmek hayali üzerine bir din kurardım.
Sen her bir şeyde eksik kalan
parçasın. Sen, onları sonsuza kadar sevebilmemiz için her şeye lazım olansın.
Mabet'in kapılarının kayıp anahtarı, Saray'a giden gizli yol, sisin ebediyen
gözden sakladığı uzak Ada'sın..
H.K.
Manzaranın Hayat'ı bir hale gibi
kuşattığı, hayal kurmanın ise kendi kendini hayal etmekle sınırlı kaldığı bu
saatlerde, huzursuzluğumun sessizliğinde aşkım, içindeki ağaçlıklı bir yolun en
ucunda, terk edilmiş bir evin kapılarının açıldığı bu kitabı büyüttüm. Bütün
çiçeklerden ruh topladım onu yazmak için, kuş cıvıltılarındaki geçici anlarla
bir sonsuzluk ve durgunluk ağı dokudum.
Dokumacı kız gibi [...], hayatımın
penceresine kuruldum ve yaşadığımı, var olduğumu unutarak ılık bir cenaze için,
sessizliğimdeki sunaklara serilen lekesiz keten örtülerden kefenler yaptım
[...]
Şimdi bu kitabı sunuyorum sana, çünkü
onun gereksiz olduğu kadar güzel olduğunu biliyorum. Hiçbir şey öğretmiyor,
hiçbir şeye inandırmıyor, hiçbir duygu uyandırmıyor. Rüzgârla savrulmuş
küllerle dolu bir uçuruma akan, ne bereket ne felaket getiren, basit bir
derecik.
Bütün ruhumla yazdım bu kitabı, ama o
sırada kitap değildi aklımdan geçen: Baştan ayağa hüzünle yoğrulmuş kendimi ve
hiç kimse olmayan seni düşünüyordum yalnızca.
Saçma olduğu için seviyorum kitabı;
vermek istiyorsam, o da gereksiz olduğundan; hiçbir işe yaramadığı için vermek
istiyorum sana ve veriyorum...
Sen okudukça dua edilmiş olsun
arkamdan, sen kitabı sevdikçe takdis edilmiş olayım ve sonra bugünkü güneş
dünkünü nasıl unutursa, (ve asla kurmayı beceremediğim hayallerde ben
kadınları nasıl unutuyorsam) 106 sen de öyle unut onu.
Ölü arzularımın yattığı Sessizlik
Kulesi; bu kitap Kadim Sır'ın gecesinde seni yenilemiş olan ay ışığı olsun!
Can yakıcı Kusurluluğun nehri, bu
kitap saf düş-okyanusuna doğru senin sularına kendini bırakmış bir kayık
olsun.
Düşün ve Hüznün manzarası, bu kitap
tıpkı Zaman kadar senin olsun ve sahte kral kıyafetleri giymiş Zaman' da da,
sende de bütün sınırları aşsın.
Sessizliğimin pencerelerinin önünden
sonsuz nehirler akıyor. Hep öbür kıyıda gözüm, niye orada farklı ve mutlu bir
yaşam sürmeyi düşlemem, bilemiyorum. Belki de teselli veren, sakinleştiren,
kutsal yağlar sürüp ayinler yapabilen yalnız sen olduğundan.
Bana kendini varmışsın
gibi gösterip lütufta bulunmak uğruna, hangi sahte ayini yarıda bıraktın?
Dansın hangi kıvrak anında, Zaman'la beraber donup kaldın da, yarıda kalan bu
hareketle ruhuma bir köprü attın, gülümseyişini debdebeme uyan, kralların
erguvan giysisine dönüştürdün?
Tedirginliği ahenkle
yaşayan kuğu, ölümsüz saatlerin liri, mitik acıların elle tutulmaz harpı - sen
Beklenen ve Giden' sin, okşayan ve yaralayan, zevkleri ıstırabın yaldızına
bulayan, hüzünlere gülden taçlar takansın.
Hangi Tanrı yarattı seni,
kendine dünyayı yaratmış Tanrı'nın nefret ettiği hangi Tanrı? Bilmiyorsun, ama
farkında değilsin bunun; ne bilmek istiyorsun ne de bilmemek. Hayatını bütün
tasarılardan arındırdın, kusursuzluk ve dokunulmazlık kisvesini giyerek
görüntünü gerçekdışılıkla kuşattın ki Saatler bile dudaklarıyla değemesin
sana, Günler yüzüne gülümseyemesin, Geceler ayı avuçlarına bırakıp da bir
zambağa benzetmesin.
Dök üstüme ey aşkım, dök
güzelleşmiş gül yapraklarını, gülden de mükemmel zambakları, sırf adlarının
ezgisiyle bile kokular saçan kasımpatıları.
Ve ben de öleyim hayatını
kendimde107 hiçbir sevişmenin beklemediği, hiçbir öpüşmenin göz
koymadığı, hiçbir imgelemin iffetsizliğe sürüklemediği Bakire.
Her umudun önünde uzanan
avlu (ama sadece avlu), her arzunun Kilit'i, her düşe açılan Pencere..
Bütün manzaraları - gece
vakti ormanı ve uzakta, ay seli altında parlayan ırmağı gören Cihannüma..
İnsanın yazmayı aklının
ucundan bile geçirmeyeceği, hayalini kurmakla yetineceği dizelerle,
düzyazılarla dolu sayfalarsın sen.
Biliyorum ki yoksun, ama
acaba kendi varlığımdan emin miyim? Bendeki varlığın olduğuma göre; hayatım
seninkinden daha mı gerçektir ve seni yaşayan da aynı hayat mıdır? 108
Alevden olma hale,
yokluktan ibaret varlık, ahenkli, dişi sessizlik, okunmaz bedenlerle dolu
alacakaranlık, bilinmez bir şenlikten kalma, unutulmuş kadeh, başka bir Dünya'
daki bir Ortaçağ' da bir düş-ressamın boyadığı nakışlı cam.
Kimselerin ayağının değmediği bir
bahçenin ortasında, lekesiz, zarif kutsal kâse ve mayasız ekmek, yaşayan bir
azizenin terk edilmiş sunağı, hayali bir zambağın tacı...
Sıkıntı doğurmayan tek formsun sen,
çünkü duygularımıza uyarak durmadan değişirsin ve sevincimizi öperken,
sıkıntımızı olduğu gibi acımızı da yatıştırırken, afyon gibi rahatlık verir,
uyku gibi dinlendirirsin, ellerimizi birleştiren, kavuşturan ölüm de sensin.
Ey melek, hangi kumaştandır kanatlı
bedenin? Sen ki tutsak bir uçmaksın, sen ki durgun uruç'sun, sen ki esrikliğin
ve huzurun bir işaretisin, nasıl bir hayat, hangi toprağa bağlar seni?
* * *
Senin hayalinle güç bulacağım; ve
yazdıklarım, Güzelliğin konuştuğunda şekillerin ezgisini çalacak, kıtalarında
kıvrımlar olacak ve ölümsüz dizeler gibi, bazen ansızın göz kamaştıracak.
Ey Yalnız Benim Olan, sen varken, ben
de senin var olduğunu görürken, bütün sanatlardan farklı bir sanat yaratalım.
Gereksiz bir amfora olan bedeninden yeni dizelerin ruhunu çıkarayım, titreyen
parmaklarım sessiz çalkantının ritminden, henüz insan kulağı değmemiş, yalan
satırlar bulsun metnime.
Ezgili gülümsemen silinirken,
bastırılmış bir hıçkırığı, kendini hata ve kusurluluktan ibaret gören dünyayı
anlatsın bana. Harp çalanlara özgü ellerin, seni var etmekle tükettiğimde
ömrümü, gözlerimi, gözkapaklarımı kapasın. Ve hiç kimse olmayan sen, Ey Yüce,
sonsuza dek, hiç var olmamış tanrıların en sevdiği sanat, hiç var olmayacak
tanrıların kısır ve bakire anası olarak kalacaksın.
103. Ya da: hayata
I dünyaya doğru itildiğimizi.
104. Ya da: içinde
kendine sahip olan.
105. Ya da: cinsiyetsiz
cümleleri.
106. Ya da:
kendilerinin hayal ettiği gibi hayal edemediğim kadınları.
107. Ya da: Öleyim hayatımı
sende.
108. Ya da: aynı ölü
hayat mı.
“Ölü hayatımın olanca ağırlığını
duyuyorum üzerimde"
Bavyera Kralı II. Ludwig için cenaze marşı 109
Bugün Ölüm, alışık olmadığım ağır
adımlarla, kapıma, çerçiliğe geldi. Her zamankinden daha yavaşça önüme halıları
serdi, ipeklileri, unutuştan ve bize sunduğu avuntulardan dokunmuş dibaları.
Kıvançla gülümsüyor, gülümsediğini fark etmiş olmamı da pek umursamıyordu. Ama
tam aklımı çelmişken, hiçbiri satılık değil, dedi. Onun derdi beni gösterdiği
şeylere değil, kendine heveslendirmekti. Nitekim, halılarını anlatırken,
uzaktaki sarayında da bunlardan serili olduğunu söyledi; ipeklinin böylesi bir
tek onun gölgeler şatosunda giyilirmiş; ahretteki mülkündeki mihrap
arkalıklarını kaplayan dibalarsa, buradakilerden bile güzelmiş.
Beni çıplak kapımda tutan doğuştan
gelen bağı, usulca çözüverdi. "Ocağında," dedi bana, "ateş yok:
Öyleyse ocağı ne yapacaksın? Evinde," dedi, "ekmek yok: Masan olmuş,
ne yazar? Hayatında," dedi, "dost nedir bilmedin: Yaşamanın nesinden
keyif alırsın ki bu halde?"
"Ben/ dedi, "sönmüş
ocakların ateşi, boş masaların ekmeği, yalnızların, anlaşılmamışların sadık
yoldaşıyım. Bu dünyada eksik olan saadet, karanlık krallığımın kıvancıdır.
Benim imparatorluğumda aşk yorgunluk vermez hiç, çünkü sahiplenme denen şeyin
ıstırabını bilmez; yaralamaz da kimseyi, çünkü yormaz, çünkü hiç
sahiplenmemiştir. Elimi usulca düşünen insanların başına koyarım ve unuturlar;
boş umutlara bel bağlamışların göğsüme yaslandığını görürüm, nihayet orada
huzur bulurlar.
Bana duyulan aşkta insanı tüketen o
tutkuya; yoldan çıkaran kıskançlığa; donuklaştıran unutuşa yer yoktur. Beni
sevmek bir yaz gecesine benzer, dilencilerin yıldızların altında uyurken, yol
kenarlarındaki taşlara benzediği bir geceye. Sessiz dudaklarımdan ne
denizkızlarının şarkıları yükselir, ne de ağaçların, pınarların ezgileri; ama
sessizliğim tıpkı anlaşılmaz bir müzik gibi kucak açar insana, verdiğim huzur
ise, meltemlerin taşıdığı tatlı uyuşukluk gibidir.
Seni hayata bağlayan," dedi
bana, "ne var ki? Aşkın seni istediği yok, şan peşinden koşmuyor, kudret
ise yanına bile uğramadı. Miras aldığın ev bir harabeydi. Sana bırakılan
toprakların ilk ürünlerini çoktan don vurmuş, güneş ise vaatlerini çoktan yakıp
kavurmuştu. Bahçendeki kuyular hep kördü. Havuzlarındaki yapraklar sen daha
göremeden solup gitmişti. Ayrıkotları ağaçların altını, hiç yürümediğin
patikaları, yolları kaplamıştı.
Gecenin mutlak hükmündeki benim
imparatorluğumda ise teselli bulacaksın, çünkü umudun olmayacak; unutacaksın,
çünkü arzulardan uzak duracaksın; 110 huzur bulacaksın, çünkü
hayatsız kalacaksın."
Ve Ölüm, iyi günler görmeye muktedir
bir ruhla doğmamış bir insanın, güzel günler umut etmesinin ne kadar boş
olduğunu anlattı bana. Düşün bizi avutamayacağını gösterdi, çünkü uyandığımız
vakit hayat, derdimize dert katarmış. Uyku dinlendiremezmiş bizi meğer,
nesnelerin karaltılarıyla, yaptıklarımızın kalıntılarıyla, arzularımızın ölü
nüveleriyle, işte böyle hayaletlerle doluymuş, hayat denen kazanın enkazıymış
bunlar.
Konuşurken görülmemiş bir yavaşlıkla,
gözümü alan halılarını sardı tekrar, gönlümü çelen ipeklilerini, gözyaşlarımla
ıslanan dibadan mihrap örtülerini.
"Kendine mahkûmsun sen, öyleyse
başkaları gibi olmaya heveslenmek niye? Gülerkenki samimi neşen de sahte
olduğuna, çünkü ancak kim olduğunu unuttuğun zaman neşelenebildiğine göre,
niye gülersin ki? Neye yarar ağlamak, zerre kadar işe yaramadığını bildiğin,
gözyaşlarından teselli bulmak için değil, yaşlar yüreğini ferahlatmıyor diye
ağladığın halde?
Güldüğünde mutluysan, gülüşün benim
zaferimdir; ne olduğunu hatırlamamak mutlu ediyorsa seni, benimleyken, her
şeyin aklından silineceği yerdeyken ne çok mutlu olursun, kim bilir? Düş
görmeyince dinlenebiliyor, hatta uyuyabiliy- orsan, uykunun düşsüz olduğu
yatağımda nasıl güzel dinleneceksin, düşünsene! Güzelliği gördüğünde bir an hem
hayatı, hem kendini unutarak yerinde doğruluy- orsan eğer, sarayımda ne biçim
şahlanırsın, geceden çaldığı güzelliğinde ne uyumsuzluğu, ne yaşlanmayı, ne de
kıyasları barındıran sarayımda; ya da, örtülerin hiçbir rüzgârla oynamadığı,
sandalyelerin arkalarını tozların kaplamadığı, ışığın kumaşları, kadifeleri
soldurmadığı ve zamanın duvarların bomboş beyazlığını sarartmadığı 111
salonlarımda.
Hep aynı kalan şefkatli kollarıma
bırak kendimi; dinmeyen aşkıma teslim 0I! İç tükenmez kadehimden ne mide
bulantısı, ne buruk bir tat veren, ne tiksindiren ne sarhoş eden yüce nektarı.
Ve şatomun penceresinden o güzel, dolayısıyla kusurlu denizi ve ay ışığını
değil; anaç, engin geceyi, dipsiz uçurumun yekpare ihtişamını seyret!
Kollarımdayken, oraya gelene dek kat
ettiğin azap yolunu bile unutacaksın. Göğsüme yaslandığında, sana sinemi aratan
aşkı bile duymaz olacaksın'. Yanıma gel, tahtıma - Graal'a ve Gizem'e hükmeden
dokunulmaz imparatorsun bundan böyle, tanrılarla, kaderlerle yan yana olacaksın,
onlar gibi hiçbir şeysen, öncen ya da sonran yoksa, ne ifrata ne tefrite
meylet, hatta ne de bir kararda durmaya.
Senin anaç kadının olacağım ben,
yeniden kavuştuğun ikiz kız kardeşin. Ve bütün kaygıların benimle evlenince,
kendi içinde arayıp da sahip olamadıkların tamamen bana kalınca, o zaman
esrarlı özümde, hiçe sayılmış varlığımda, dünyanın silindiği, ruhların
yıprandığı, tanrıların bile sönüp gittiği göğsümde kaybedeceksin kendini."
Ey Kopuşların ve Vazgeçişlerin Kralı,
Ölüm'ün ve Yıkım'ın İmparatoru, bu dünyanın yollarından, harabelerinden 112
kovulmuş, olanca görkemiyle başıboş gezinen, canlı rüya!
Ey zenginlikler içindeki Umutsuzluğun
Kralı, içine sinmeyen sarayların çileli efendisi, hayatı bir an olsun
unutturamayan şenliklerin, alayların üstadı!
Ey Kral, sen ki mezarların arasından
doğrulan, mehtaplı bir gecede gelip başka hayatlara hayatını anlatansın, sen ki
zambakları dökülmüş soylu çocuk, sen ki bir imparatorluğun, fildişi soğuğu
habercisisin!
Ey uzun uykusuz gecelerin
Çoban-Kralı, ay ışığı vurmuş yollarda şansız, kadınsız, başıboş dolaşan
Sıkıntılar Şövalyesi, sessiz profili, yüzüne indirdiği tolgasıyla vadilerin
diplerinde yürüyen, köylerde anlaşılmayan, kasabalarda alaya alınan, şehirlerde
ise küçümsenen, koyaklarda asılı kalmış ormanların efendisi'
Ey Ölüm'ün, Benimdir, diyerek takdis
ettiği, kararmış binalar, eprimiş kadifeler arasında, İhtimallerin en ucundaki
tahtında oturan, etrafında karaltılarla, işte böyle imkânsız bir maiyetle
saltanat süren, hem anlamsız, hem de bir o kadar gizemli, fantastik
muhafızlarca korunan, solgun, saçma, unutulmuş, anlaşılamamış Kral.
Soylu çocuklar, getiriniz' -
bakireler, getiriniz' - uşaklar ve hizmetçiler! getiriniz kadehleri,
tepsileri, çiçek kordonlarını Ölüm'ün şölenine' Karalara bürünüp başınıza
mersinden taçlar takıp getiriniz.
Kadehleriniz dibinden kankurutanotu,
tepsilerinizden [...] eksik olmasın, çiçek kordonları menekşelerden, hüznü
çağrıştıran tüm hüzünlü çiçeklerden örülsün.
Kral dağların ortasında, göl
kıyılarında, hayattan uzakta, dünyanın kıyısında yükselen eski sarayında,
akşamleyin Ölüm'ün sofrasına oturacak.
Bir sesiyle insanı ağlatan tuhaf
çalgılarla şenlik için orkestralar kurulsun. Uşaklar bilinmeyen renklerde,
sade kıyafetler giysin; kahraman 113 mezarları gibi hem yalın olsunlar,
hem de görkemli.
Ve şölen başlamazdan önce, ölü kral
kaftanları giymiş, upuzun Ortaçağ alayı, hayatın ayaklanmış tüm o kuralları,
bir kâbusta zuhur eden güzellik misali yürüsün koca bahçelerdeki ağaçlıklı
yollarda.
Ölüm, Hayat' ın zaferidir!
Ölümle yaşarız, çünkü bugün
canlıysak, bu sadece dün için ölmüş olduğu- muzdandır. Beklediğimiz ölümdür,
yarına bizi inandıran, bugünkü bizin öleceğinden emin olmamızdır. Düş görürken
Ölüm sayesinde yaşarız, çünkü düş görmek hayatın inkârıdır. Ölümle ölürüz yaşarken,
çünkü yaşamak sonsuzluğun inkârıdır! Ölüm yol gösterir, ölüm bizi arar, ölüm
yanımızdadır. Yalnız ölümdür bize ait olan, bütün arzuladıklarımız ölümdür,
arzulayabilsek dediğimiz her şey ölümdür.
Sarayın kanatlarında, dirilten bir
esinti dolaşıyor.
İşte geliyor, görünmez ölüm var
yanında ve asla gelmeyen [ ... ]
Haberciler, çalın boruları! Selam
durun!
Hayallere olan sevgin, yaşanmışları
küçümseyişinle birdi.
Aşkı küçümsemiş Bakire-Kral,
Işığı küçümsemiş Gölge-Kral,
Hayatı elinin tersiyle itmiş Düş-Kral,
Çalparaların ve davulların boğuk
gürültüsü altında, Karanlık seni İmparator ilan eder!
Günbatımında, Ölüm'ün hüküm sürdüğü
memleketlere doğru ışık saçar taç giyme törenin.
Bilinmedik renklerde, gizemli
çiçekler takmışlar başına, günahkâr bir tanrı gibi sıkıca sarmış seni bu saçma
kordon.
.. . erguvan düş ayinin, Ölüm' e
açılan şatafatlı oda,
Çöküş'ün imkânsız yosmaları.
Uşaklar! Selamlayın şu muhteşem
şafağı, mazgalların üzerinden boruları çalarak!
Ölümün Kralı, krallığına gelmekte!
Ey siz uçurum çiçekleri, ey siz kara
güller, ay beyazı danlar, kırmızısı aydınlığa kesmiş gelincikler!
Dünya yüzündeki insanlar, dünyayı
sarsacak ya da değiştirecek ne yapmakta? Konu değerli adamlar olduğunda, hepsi
birbirinden değerli değil midir? Sıradan insanlar değerlerini birbirlerinden
alır; eylem adamları, yorumladıkları güçten; fikir adamları ise
yarattıklarından.
İnsanlık için yarattıklarının kaderi,
Yeryüzünün bir kere soğumasına bakar. Gelecek kuşaklara verdiklerin ya seninle
doludur tıka basa ve senden başkası anlamaz ya da çağınla doludur ki, öbür
çağlar anlamayacaktır veya bütün çağlara bir mesajdır, o zaman da bütün
çağların hızla koştuğu nihai uçurum için anlaşılmaz olarak kalacaktır.
Tıpkı pencereler gibi karanlıkta
deviniriz. Arkamızda, gizem [...]
Hepimiz, tam kararında bir ömrü olan
fanileriz. Ne azdır müddetimiz, ne de fazla. Bazıları ölür ölmez ölür,
kimileriyse kendilerini görüp sevmiş olanların anılarında yaşar biraz daha;
uluslarının ya da ait oldukları uygarlığın belleğinde yaşayanlar da vardır; ve
bir de başından sonuna dek, ayrıksı uygarlıkların tersine akışına uyanlar ki,
sayıları üç beşi geçmez. Ama hepsini kuşatır zamanın yıkıcılığı ve sonunda
yutar; evet, yıkıcılığın açgözlülüğünün kurbanı olur hepsi ve [...]
Kalıcı olmak bir Arzudur, sonsuzluk
ise bir yanılsama.
Ölümün olgularıyızdır biz, ölümün
olgularıdır yaşadıklarımız. Ölü doğar, ölü yaşarız; çoktan ölmüşüzdür Ölüm'e
girerken.
Her canlı varlık yaşar, çünkü
değişir; değişir çünkü gelir geçer; ve gelip geçtiği içindir ki, ölür. Her canlı
varlık durmaksızın başka şeye dönüşür ve sürekli reddeder kendini, hayattan
saklanır.
Hayat bir fasıladır yani, bir bağ,
bir ilişki, ama geçmiş olanla geçecek olan arasında bir ilişki, Ölüm ile Ölüm
arasında ölü bir fasıla.
.. . Zekâ, görünenin, başıboşluğun
bir yalanı.
Maddenin hayatı herhalde ya katıksız
düştür ya da zekâmızın ürünlerini de, heyecanlarımızın nedenlerini de görmezden
gelen, atomların basit bir oyunu. Demek ki hayatın özü bir yanılsamadır, bir
hayal; bir arı varlıktır ya da yok-varlık, hiç olma yanılsaması, hayali de bu
durumda yok-varlık olmalı; hayat ise, ölüm.
Ne kadar da boştur gözlerini
ölümsüzlük yanılsamasına dikip didinmek! "Ölümsüz şiir," deriz;
"asla ölmeyecek sözler." Ama yeryüzü gerçekten soğuyunca sadece
üzerini kaplayan canlıları değil, ayrıca [...]
Bir Homeros, bir Milton, yeryüzüne
çarpacak bir kuyrukluyıldızdan daha güçlü değildir.
H.K.
Hayatımdaki tüm olayların Yenilik
denen iğrençliğe dokunmak anlamına geldiğini, yanaştığım her yeni insanın,
masama koyup karşısında her zamanki korkulu düşüncelerime daldığım
bilinmezliğin yeni ve canlı bir kırıntısı olduğunu fark ettiğim anda - her
şeyden el çekmeye karar verdim, hiçbir amacım olmayacak, olabildiğince az
hareket edecek, mümkün olduğu kadar saklanacaktım ki ne insanlar ulaşabilsin
bana ne de olaylar, bu perhize büyük özen gösterecek, vazgeçişlerimi en uç
noktaya dek götürecektim. Sırf yaşama olgusu öylesine korku veriyor, öylesine
eziyet ediyordu bana.
Bir karara varmak, bir şeyi tamamına
erdirmek, kararsızlıktan ve karanlıktan çıkmak - birer felaket gibi, evreni
sarsan kıyametler gibi gelir bunlar bana.
Hayat benim için, bir kıyametler ve
felaketler silsilesidir. Günbegün, elimi oynatmaya bile, kendimi gayet açık,
gerçek durumlarda hayal etmeye bile iyice âcizleştiğimi duyumsuyorum.
Başkalarının varlığı (hep şaşkına
çevirmiştir bu beni) gün geçtikçe daha çok acı, daha çok kaygı veriyor.
Ötekilerle konuştukça ürpertiler geliyor üzerime. Biri benimle ilgilenecek
olsa, derhal kaçıyorum. Biri yüzüme baksa, olduğum yerde sıçrıyorum.
Hep savunma hattındayım. Hayatın ve
başkalarının acısını çektiriyorum kendime. Gerçeklikle yüzleşebilmekten âcizim.
Güneş bile, salt varlığıyla eziyor, hüzne boğuyor beni. Sadece gece vakti
-geceleyin, kendimle baş başayken-, her şeyden uzak, her şeyi unutan, ne
gerçeklikle ne de bir şeylerin yararıyla ilgisi olmayan, yitik gecede kendime
kavuşuyor, biraz teselli buluyorum.
Hayatım üşüyor. Varlığım nemli
mağaralardan, yeraltındaki ışıksız mezarlardan ibaret. Son imparatorluğu ayakta
tutan son ordunun uğradığı büyük bozgunum ben. Bitmiş bir uygarlığın tadını
alıyorum kendimden - eski, muzaffer bir uygarlığın. Bir vakitler bir bakıma
başkalarına hükmeden ben, yalnızım artık, yüzüstü bırakılmışım. Hep yol
gösterenim olmuşken, dostsuz, kılavuzsuz kalmışım.
İçimde bir merhamet arsızı var, ne
tapanı, ne mabedi kalmış ölü bir tanrıymış gibi kendi arkasından ağlıyor, çünkü
güya genç barbarlar sınır boylarında görünmüş ve hayat gelip imparatorluktan
yaşama sevincinin hesabını sormuş.
Hep korkarım hakkımda
konuşulmasından. Neye elimi attımsa kuruttum. Herhangi bir şey olmayı düşlemeye
bile cüret edemedim; hele de bir şey olmayı dileyebileceğimi düşünmek - işte bu
düşte bile olmaz, çünkü düşlerimde bile yaşamaktan âciz olduğumu gördüm ben, gönül
gözü açık, katıksız bir hayalciyken bile.
Başımı şu yastıktan, şu bedene,
yaşadığım fikrine ve hatta başlı başına hayat fikrine dayanamadığım için
gömdüğüm yerden kaldıracak bir duygu mevcut değil.
Gerçeklerin dilinden konuşmam ben ve
hayatın içinde, nicedir ilk kez ayağa kalkmış yatalak bir hasta gibi sallanırım
yürürken. Bir tek yataktayken normal bir hayat sürdüğümü hissederim. Ateşim
çıktıysa eğer, müzmin bir hasta olarak gayet doğal gelir, hoşuma gider. Rüzgâra
tutulmuş bir alev gibi titrer, şaşkına dönerim. Yalnızca kapalı odaların ölü
havasında solurum normal hayatımı.
Okyanus kıyılarında esen meltemleri
dirhem özlemeyeli çok oldu. Bir manastır gibi ruhuma kapanmaya razı oldum
çoktan ve kendim için ıssız topraklarda kupkuru bir sonbahar olmaya, su
birikintilerinin üzerinde kubbeleşen karanlıkta, solan bir ışığı andıran bir
suretten başka diri yok o sonbaharda, ne de o mor ihtişamın - dağların
doruklarında can çekişen sürgün edilmiş günbatımının dışında bir gayret ya da
renk.
Aslında acıyı didiklemekten başka
zevk yok ve aşınan, çürüyen duyumların donuk, ağır akışından başka şehvet -
göz gözü görmez karanlıkta kulağımıza yumuşacık ayak sesleri gelir örneğin,
kimindir diye dönüp bakmayız bile; sözlerini anlamaya çalışmadığımız
anlaşılmaz, uzak şarkılar duyarız, ama daha sonra söylenecek anlaşılmaz sözler
ve geldikleri belirsiz yer şarkıların kendisinden daha büyük tesellidir bize;
gece uzamlarını tüy gibi uzaklıklarla dolduran, ışığı solmakta olan suların
narin sırları duyumsanır; kim bilir nerelerden dönen, buradan duyulmayan kim
bilir hangi kahkahaları getiren, yaz mevsiminin dermansız kalıp sonbahara
döndüğü ikindilerde, o ılık uyuşuklukta ağırlaşan faytonların çıngırakları
işitilir... Bahçedeki çiçekler öldü, solup başka çiçeklere döndü - daha eski,
daha soylu, solgun sarılarıyla gizemin, boşvermişliğin, sessizliğin çağına daha
yakın çiçeklere. Su birikintilerinin yüzüne çıkan kabarcıkların, düşler içinde
bir varlık nedeni var. Uzaklardan gelen kurbağa sesleri, içimde uzanan ölü
topraklar! Düşte yaşanan kır dinginliği! Ve bir de hayatım var ki, işten kaçan,
yol kenarlarında uyuyan bir serseri kadar yararsız; çimenlerin kokusunun bir
sis misali, yarı saydam, serin ve derin, ucu bir yere bağlanmayan her şey kadar
sonsuz bir ses misali ruhuna nüfuz ettiği, - yıldızların soğuk merhameti
altında göçebe yaşayan, geceye ait, ihmal edilmiş, yorgun bir serseri..
İmgeleri basamak olarak kullanıp
yenilerini yaratarak, tesadüfen doğup içgörümle gördüğüm büyük tablolara
yığılmış metaforları yelpaze gibi açarak düşlerimle akıyorum; hayatı kendimden
koparıp dar gelmiş bir kıyafet gibi bir köşeye koyuyorum. Yollardan uzağa,
ağaçların arasına saklanıyorum. Kayboluyorum. Usulca akan kısacık bir anda,
yaşama sevgisini unutmayı, ışığı, keşmekeşi yok etmeyi, duygu selinin içinde,
saçma bir şekilde, gözeneklerimden sıkıntılar akıtarak koca bir imparatorluğun
harabesini yıkmayı başarıyorum, ki hiçbir şeye ağlamayacağım, arzularımdan,
isteklerimden tamamen kurtulacağım, hatta kendimden var olmayı bile
istemeyeceğim o büyük, o son şehre davullar ve bayraklarla, başım dik
girebileyim.
Düşlerimdeki havuzların mavimsi yüzü
nasıl da yakıyor canımı. Hayalimdeki ayın, ormanlar üzerinde salınan solgunluğu
benimdir. Hiç görmediğim halde hatırımda kalmış şu durgun sonbahar göğü, kendi
yorgunluğumdur. Ölmüş hayatımın, bütün boş hayallerimin, içimdeki göklerin
mavisinde, ruhumda akan nehirlerin gözle görülür fısıltısında, görmeden
gördüğüm buğday tarlalarının huzursuz, engin sakinliğinde asla bana ait
olmaksızın benim olmuş şeylerin ağırlığı üzerime çökmüş sanki.
Bir fincan kahve; loş bir odada, yarı
kapalı gözlerle içilen, kokusu içe işleyen bir sigara... Hayattan bu
gerçeklikten başka talebim yoktur, bir de düşlerimden.. Az mı bu? Bilmiyorum.
Hem az nedir, çok nedir, onu biliyor muyum?
Dışarıda bir yaz ikindisi. Ne kadar
da isterdim bir başkası olmayı... Pencereyi açıyorum. Dışarısı yumuşacık, ama
sinsi bir sancı gibi, anlamsız bir tatminsizlik gibi yaralıyor beni.
Beni inciten, içimi parçalayan,
ruhumu lime lime eden son bir şey daha var. Şu an, bir başıma pencerede durmuş,
böyle hüzünlü, tatlı şeyler düşünürken, tablolardaki insanlar gibi güzel,
estetik olmam gerekirdi - oysa öyle değilim, o kadarını bile olamadım..
Geçsin şu an, silinip gitsin..
Gece gelsin, büyüsün,
çöksün her şeyin üstüne ve kalkmasın bir daha. Şu ruh sonsuza dek kabrim,
kapkara dünyam olsun benim ve hissetmeden, arzu duymadan yaşayamaz olayım
bundan böyle. 114
Ağır binaların kara
taşlarına kazınmış, duyulmadık gelenekleri olan eski şehirlerin şafakları;
güneş doğmazdan önceki hava gibi nemli, çamurlu, taşkına uğramış çayırlarda
titreşen tan; her şeyin başa gelebileceği daracık sokaklar; modası geçmiş
odalarda, ağır yüzlü eski sandıklar; ay ışığında, avlunun dibindeki kuyu; hiç
tanımadığımız bir büyükannenin ilk aşklarından kalma bir mektup; geçmişi sürgün
ettiğimiz odalardaki küf kokusu; artık kimsenin kullanmayı bilmediği bir tüfek;
pencerelerde geçirdiğimiz sıcak ikindilerde yükselen ateş; yoldaki hiç
kimseler; sıçramalarla bölünen uyku; üzüm bağlarına musallat olan hastalık; çan
sesleri; yaşamanın manastırlara özgü hüznü... Zarif ellerinin kutsadığı
vakit... Okşayış gelmez asla, yüzükteki taş yarı-aydınlıkta kanar... Ruhumuzda
inancın zerresi yokken katıldığımız kilisedeki bayramlar: Kaba, çirkin
azizlerin bedenlerinin güzelliği, imgelemimizde eksiksiz yaşadığımız romantik
tutkular, soğuk havayla nemi iyice artan şehrin rıhtımlarında, gece çökerken iç
bulandıran deniz kokusu..
İncecik ellerin, hayatın
tutsağı bir varlığa uzanır. Uzun koridorlar ve mazgal delikleri, ardına kadar
açık, kapalı pencereler, yerde mezar soğuğu, yarım kalmış ülkelere yolculuklara
çıkmayı istercesine, özlemek sevmeyi... Eski kraliçelerin adları... İriyarı
şövalyelerin nakşolunduğu pencereler.. . Kilisenin içinde, nüfuz edemediği
zeminin karanlığında yoğunlaşan soğuk bir tütsü kalıntısı gibi, hafifçe dağılan
sabah aydınlığı... Kavuşturulan, kupkuru eller.
Kadim bir kitabı açıp
saçma rakamlarda büyücülerin ilmini, gösterişli gravürlerde Müritliğin
mertebelerini keşfeden bir keşişin tedirginliği.
Kıyıda güneş, bende ateş.
Deniz, kaygımı boğazımda ışıtıyor... Uzakta yelkenliler var, nasıl da
süzülüyorlar ateşimde ... Ateşin içinden, denize inen merdivenler... Denizi
yalamış, serin meltemde sıcaklık, mare vorax, minax, mare tenebrosum11^
gece ötelerde argonotların uğruna sulara gömülüyor, yanan alnım da ilkel
karavelalar için..
Her şey başkalarına ait,
onlara sahip olmamanın hüznü hariç.
İğneyi ver bana... Bugün
evde o hafif ayak sesleri eksik, bir de nerede olduğunu bilemeyişim var, onun,
ayrıca kıvrımlar, renkler, iğnelerle gerçekleştirebildiklerinin. Dikişleri
artık sonsuza kadar komodinin çekmecelerine hapis -haddinden fazla bu
çekmeceler-, annemin boynuna sarılmış hayali kolların sıcaklığı ise hiçbir yerde
yok.
109. Wittelsbach
Hanedanı’na mensup olan 11. Ludwig (1845-1886) "Düşler Kralı" olarak
bilinir. 19 yaşında tahta çıktı. 1886 yılında delirdiği gerekçesiyle Berg
Şatosu’na kapatıldı. Üç gün sonra cesedi Starnberg Gölü’nde bulundu; olayın
intihar mı kaza mı olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı. (Ç.N.)
110. Ya da: pişmanlık
duymayacaksın.
111. Ya da: beyaz süslerin
aklığını.
113. Ya da: kendi
canına kıyanların.
114. Çok zor
okunabilmiş olan bu cümle şaşırtıcı; Pessoa’nın daha ziyade "dünya yüzünde
herhangi bir arzu ya da istek duyamaz olayım" demesi beklenirdi.
115. Yırtıcı,
tehditkâr, karanlık deniz. (Ç.N.)
H.K.
Derin aşkı ve doğru kullanılışını
yüzeysel ve görünüşe bağlı bir şey olarak kavramışım. Ben görsel tutkulara
meyilliyim. Daha gerçekdışı yazgılara adanmış yüreğimi ise, olduğu gibi
koruyorum.
Bir insanda "tablo'sundan, saf,
basit dış'ından başka bir şeyi sevdiğimi hatırlamam, ruh sadece dışı
canlandırmak, yaşatmak, böylece onu, ressam elinden çıkma tablolardan farklı
kılmak için işe karışır.
Sevdim mi şöyle severim: Şu veya bu
nedenden ötürü güzel, çekici gelen bir resme, bir kadın ya da erkek resmine
uzun uzun bakarım -arzunun olmadığı yerde cinsiyet tercihi de olmaz-, böylece
resim aklıma takılır, beni tutsak alır, tamamen ele geçirir. Ne var ki onu
görmektir tek dileğim, en nefret edeceğim şey, resimde sergilenen kimseyle
tanışıp konuşmak olur.
Bakışımla severim, hayal gücümle bile
değil, çünkü gönlümü çelen resimle ilgili hayallere de dalmam. Onunla aramda
başka herhangi bir bağ canlandırmam kafamda, tamamen görüntüye dayalı olan
aşkımda bundan öte psikolojik bir yön yoktur [7] Dış görünüşünü sergileyen bu
varlığın kim olduğu, ne yaptığı, ne düşündüğü beni hiç ilgilendirmez.
Dünyayı oluşturan dev insanlar ve
nesneler silsilesi, içi beni hiç ilgilendirmeyen sonsuz bir tablo galerisidir
gözümde. İlgisizliğimin nedeni ise, ruhun tekdüzeliği, herkeste hep aynı
olmasıdır; sadece bireysel çıkışlar farklı kılar ruhu, en iyi kısmı ise düşe,
görünüşe ve jestlere taşan, böylece aklımı alan tabloya da sızanıdır, sevgimi
verebileceğim değişmez figürler görürüm tabloda.
Bana göre, bir insanın ruhu yoktur.
Ruh, sadece sahibini ilgilendirir.
Böylece, en saf hale indirgenmiş
bakışımla, nesnelerin ve varlıkların hareketli dışını yaşar, iç-ruhuna ise bir
başka dünyanın tanrısı gibi kayıtsız kalırım. Varlığı ancak bir satıh üzerinde
derinleştiririm, gerçekten derinlik istediğimde ise, bunu kendimde, şeyleri
kavrayışımda ararım.
Bu durumda, böyle salt görünüş
olarak sevdiğim varlıkla kişisel bir ilişki kurmamı ne sağlayabilir? Bunun bir
hayal kırıklığı olamayacağı kesin; daha ötesini hiç düşünmeden sadece
görüntüsünü sevdiğime göre, varlığın aptal ya da sıradan olması hiçbir
olumsuzluk yaratmaz; çünkü ondan, aslında beklemediğim dış görünüşünden başka
beklentim yoktur ve dış görünüş hâlâ yerindedir. Ama kişisel bir ilişki kurmak
gereksiz, dolayısıyla zararlıdır; ne var ki gerçekleşmesi gerekmeyen şeylerin
hepsi zararlıdır zaten. İnsanların ismini bilmek neye yarar? Ne var ki birileriyle
tanışma faslı sırasında, bana ilk belletilen de hep bu olur.
Kişisel ilişkinin bize, sevme
tarzımın da gerektirdiği üzere, karşımızdakini keyfimizce seyretme özgürlüğünü
vermesi gerekirdi. Ama insanın şahsen tanıdığı birini istediği gibi seyretmesi
ya da süzmesi de mümkün olmuyor.
Fazladan her unsur sanatçı için bir
rahatsızlık kaynağıdır, zira bulanıklık yaratarak yapıtın etkisini zayıflatır.
Kaderimin doğal akışında varlıkların
görünüşünün, görüntüsünün edebi, tutkulu seyircisi olmak var - düşleri
nesnelleştiren, doğadaki şekillerin ve tezahürlerin görünür âşığı [...]
Psikiyatrların deyimiyle bir psişik
mastürbasyon, hatta erotomani vakası bile değil benimkisi. Psişik
mastürbasyondaki gibi hayal kurmuyorum; rüyamda kendimi baktığım ya da andığım
kişinin seviştiği sevgili, hatta sadece bir arkadaşı olarak bile görmüyorum.
Bir erotoman gibi o kişiyi idealize edip somut estetiğin dışına taşıyor da
değilim: Önce gözlerime, ardından gözlerimin gördüğünün saf, dolaysız anısına
sunduklarının ötesinde ondan bir talebim de yok, hakkında herhangi bir
düşüncem de.
H.K.
Seyretmesi hoşuma giden dişi
şahsiyetler bile, düşlemime gizli bir aşkın tohumunu atacak güçten yoksun.
Onları görüyorum ve benim için bütün değerleri görülmüş olmalarından ileri
geliyor. Onlara ne eklesem küçülürler, çünkü deyim yerindeyse
"görünürlükleri" küçülmüş olur o zaman.
Bu kişilerle ilgili ne hayal edersem
edeyim, daha ilk anda baştan sona sahte gelir; hayal ne kadar hoşuma gidiyorsa,
sahtelikten de o kadar tiksinirim. Katıksız hayaldir beni büyüleyen, gerçekle
hiçbir bağlantısı, teması olmayan. Çıkış noktası hayat olan kusurlu hayal ise
iğrendirir beni, daha doğrusu o yola sapmış olsam iğrendirirdi.
İnsanlık, gözleri ve kulakları
sayesinde, bir de psikolojik coşkusuyla yaşayan bir bezektir bence. Hayattan
tek dileğim, karşısında seyirci olmaktır - kendimden de hayatı görmekten
ötesini istemem.
Bir başka hayattan gelmiş, bu hayatın
içinde dalgınca ilerleyerek zamanını dolduran bir varlık gibiyim. Her bakımdan
yabancıyım ona. Aramızda adeta bir cam var. O cam hep tertemiz olsun ki, arada
olmasından rahatsızlık duymaksızın gözleyebileyim hayatı; ama cam hep olsun.
Bilimsel düşünen kafalar için, bir
şeyin içinde gerçekte var olandan fazlasını görmek, o şeyi iyi görememek
demektir. Maddi eklentiler, tinsel yönden küçültür varlığı.
Müzelere olan nefretim de, galiba
ruhumun bu eğiliminden kaynaklanıyor. Benim için bir müze hayatın ta
kendisidir, resim daima doğrudur orada ve yanlış varsa o da ancak seyircinin
kusurundan ileri gelir. İşte o kusuru azaltmaya çalışıyorum, bu mümkün değilse,
o zaman duruma razı oluyorum, başka türlü olamaz zira ve her şey için
geçerlidir bu.
H.K.
Hepimiz farklıyız; işte size
yapımızla ilgili 117 bir aksiyom. Sadece uzaktan bakıldığında, yani
kendimiz olmadığımız boyutun içindeyken benzeriz birbirimize. Dolayısıyla
hayat, belirsiz kalan insanlar içindir: Yalnızca belirli hale gelmeye
kalkışmayanlar ve belirli de belirsiz de olmayıp, basbayağı hiç kimse olanlar
anlaşabilir.
Her birimiz iki kişiyiz; iki insan
karşılaşıp, yakınlaşıp birbirine bağlandığında dördünün yıldızının barıştığı
enderdir. Hareket edenin içindeki hayalci adam, zaten hareketliyle sık sık
bozuşurken, Öteki'nde var olan hareketliyle ve hayalciyle nasıl dalaşmasın?
Hepimiz başlı başına bir
gücüz, çünkü canız. Kendimize doğru yola çıkar, başkalarında mola veririz.
Kendimize, ilgiye değer bulacak kadar saygımız varsa, başkalarıyla her türden
yakınlaşma bir çatışma demektir. Öteki, arayanın önünde engeldir daima. Bir tek
aramayan mutludur; çünkü sadece aramayan bulur, çünkü zaten sahiptir bulduğuna
ve her neye olursa olsun sahip olmak, mutluluk demektir (tıpkı düşünmemenin
zenginliğin en önemli parçası olduğu gibi).
İçimin derinliklerinde
sana bakıyorum farazi nişanlım ve daha şimdiden, sen henüz var olmadan aramızda
anlaşmazlıklar başladı bile. Net hayaller kurma alışkanlığım sayesinde,
gerçeklik hakkında da kesin bir fikir edindim. Fazla hayal kuran bir adam,
hayaline gerçeklik katmaya ihtiyaç duyar. Hayale gerçeklikle birlikte,
gerçekliğin dengesini de katmak zorundadır. Hayale gerçekliğin dengesini
katarsa, bu sefer de hayatın gerçekliğinden olduğu gibi hayalin gerçekliğinden
de ve gerçekdışı hayattan olduğu kadar hayalin gerçekdışılığından da mustarip
olur.
Hülyamın en derin
yerinde, iki kapılı odamızda bekliyorum seni; bana doğru geliyorsun ve
hayalimde sağ kapıdan giriyorsun; geldiğin vakit soldaki kapıdan girersen, bu
bile hayalimle senin aranda bir fark yaratır. İnsanlığın bütün trajedisi bu
küçük örnekte yatıyor işte, düşüncelere daldığımız sırada yanımızda olanların,
asla düşündüğümüz gibi olmadığını ortaya koyuyor bu.
Aşk, kişiliği farkta
arar, bu ise salt mantıksal boyutta, hele gerçek dünyada kesinlikle
imkânsızdır. Aşk sahip olmak, dışında kalması gerekeni kendine ait kılmak
ister, sevilen varlık kendisinin bir parçası haline gelsin, ama o
olmasın diye. Sevmek, kendini vermektir. İnsan ne kadar çok verirse, aşk da
o kadar büyük olur. Ama kendini tamamen vermek ötekinin bilincini de ortaya
sermek olur. 118 Dolayısıyla aşkların en büyüğü ölüm, unutuş ya da
vazgeçiştir - aşkın saçmalığında barınan bütün aşklar.
Eski sarayın denize
uzanan taraçasında, aramızdaki farkı düşüneceğiz sessizce. Denize uzanan bu
taraçada ben prenstim, sen prenses. Güzellik nasıl ayla dalgaların
buluşmasından doğduysa, aşkımız da buluşmamızdan doğmuştu.
Aşk sahiplenme ister -
neye benzediğini bilmeksizin. Kendimize bile ait değilken, ben sana ya da sen
bana nasıl ait olabiliriz ki? Kendi varlığıma sahip değilken, yabancıladığım
bir varlığa nasıl sahip olayım? Benzediğim insandan bile farklıyım ben: Farklı
olduğum birine nasıl benzeyeyim?
Aşk, pratiğe dökülmesi gereken
bir gizemcilik, sırf gerçekleştirilmek üzere hay
Amma metafiziksel konuştum. Fakat
bütün hayat zaten, tanrıların karmaşık sesleri ve yolumuzun tek yol olduğunu
bilmeyişimiz arasında, el yordamıyla kurulmuş bir metafiziktir.
Perişan zihnimin bana karşı en beter
numarası, sağlığa ve aydınlığa olan zaafımdır. Oldum olası, güzel bir bedenin,
bir gencin yürüyüşündeki neşenin evrende, bende var olan bütün düşlerden daha
etkili olduğunu düşünmüşümdür. Bazen, zihnen çoktan yaşlanmış bir adamın
neşesiyle, kıskançlık ya da arzu duymaksızın, batan günün rasgele
birleştirdiği, gençliğin bilinçsiz bilincine doğru kol kola yürüyen çiftleri
izlerim. Beni ilgilendirip ilgilendirmediğini bir kenara bırakıp bir gerçekliği
seyredercesine keyif alırım karşımda dururlarken. Kendimi onlarla
kıyasladığımda da sürer keyfim, ama bu kez adeta yaralayıcı bir gerçekliğin
verdiği ve yaranın ıstırabına, tanrıları anlamış olmanın bilincini -ve
kıvancını- karıştıran bir adamın duyduğu bir keyiftir bu.
Sembolist spiritüalistlerin 119
tam tersiyim ben, onlar tüm varlıkları ve olayları bir gerçeğin gölgesi olarak
kabul eder, ki kendileri de gölgeden başka bir şey değildir. Bana göreyse her
şey bir son durak değil, bir çıkış noktasıdır. Okültistler için her şey, her
şeyde biter; benim için her şey her şeyde başlar.
Tıpkı onlar gibi ben de kıyas ve
çağrışımla gidiyorum, ama onlara düzeni ve ruh güzelliğini hatırlatan küçücük
bahçe, bana olsa olsa, mutsuzluğa mahkûm hayatın insanlardan uzakta, mutlulukla
dolabileceği daha geniş bahçeyi çağrıştırır. Her bir şey bana, gölgesi olduğu
gerçeği değil, üzerinden geçerek varılan gerçeği telkin eder.
Estrela bahçesi, ruhun
tatminsizliğinden yüzyıllar önce tasarlanmış bir eski zaman parkını hatırlatır
bana akşamüstlerinde.
Sahiplenme, zihnimde saçma bir göldür
- devasa, kapkara ve alabildiğine sığ. Tuzundan dolayı yanılıp suyunu derin
sanır insan.
Ölüm mü? Ölüm hayatın yüreğindedir.
Tepeden tırnağa ölmekte miyim? Hayat hakkında hiçbir bilgim yok. Yaşamak bir
yük mü bana? Yaşamayı sürdürüyorum.
Hayal mi? Hayal hayatın yüreğindedir.
Hayalimizi mi yaşarız? Yaşarız. Sadece hayal mi ederiz hayali? Ölürüz. Ve ölüm
hayatın yüreğindedir.
Tıpkı gölgemiz gibi
peşimiz sıra gelir hayat. Ve gölge ancak, gölgeler her yeri sardığında yok
olur. Hayat ancak, devinimine teslim olduğumuzda bırakır peşimizi.
Hayalin en acı tarafı,
var olmayışımızdır. Aslında hayal kurabildiğimiz de yok.
Sahip olmak nedir? Hiç
bilgimiz yok; öyleyse herhangi bir şeye sahip olmayı nasıl isteyebiliriz?
Yaşamanın ne olduğunu bilmeyiz, diyeceksiniz şimdi bana - ama yaşarız... Peki
ama, gerçekten yaşıyor muyuz7 Hayatın ne olduğunu bilmeden yaşamak,
yaşamak bu mudur7
Ne atomlar, ne ruhlar,
hiçbiri iç içe geçmez. İşte bu yüzden herhangi bir şey, bir ötekine sahip
olamaz. İster gerçeklik söz konusu olsun ister bir mendil - hiçbir şey
sahiplenilemez. Mülkiyet hırsızlık değil, bir hiçtir.
H.K.
Tam olarak kaç aydır,
bilemiyorum, size baktığımı, ısrarla, hep aynı kararsız ve telaşlı havayla
baktığımı görüyorsunuz. Fark ettiğinizi biliyorum. Ve fark ettiğinize göre,
ürkek denemeyecek bu bakışta herhangi bir mesajın esamisinin okun- mayışına
şaşırmış olmalısınız. Daima dikkatli, kararsız ve aynı, üstelik yalnız hüznü
barındırdığına memnun gibi... Hepsi bu. Bunları aklınızda evirip çevirirken
-nasıl bir duyguyla olursa olsun-, niyetlerimi de yoklamış olmalısınız. Açıklamanızdan
kendiniz de pek tatmin olmadan, tuhaf bir sıkılganlığı olan, hatta hafif çatlak
biri ya da deli cinsinden bir şey olduğumu düşünmüşsünüzdür.
Canım Efendim, size
bakmam münasebetiyle, ne tam olarak utangaç denebilir bana, ne de tescilli
deli. Başka bir şeyim ben, inandırmaya ümidim yoksa da size göstereceğim gibi
ilkel, farklı bir şey. Defalarca mırıldandım hayalimdeki varlığınıza:
"Gereksiz bir amfora olma görevinizi, sıradan bir kadeh olarak işlevinizi
yerine getiriniz!"
Kendimce uydurduğum
imgenize duyduğum derin özleme gark olmuşken, günün birinde öğrendim ki
evliymişsiniz! Hayatımın en trajik günlerinden biriydi. Kocanızı kıskandığımdan
değil. Hatta bir eşiniz olup olmadığını merak etmemiştim bile. Tek sorun,
hakkınızda edindiğim fikrin mahvolduğunu hissetmemdi acılar içinde. Günün
birinde tablonun birindeki bir kadının evli olduğu gibi saçma bir şey öğrensem
-evet, harfiyen böyle-, gene aynı ıstırabı çekerdim.
Size sahip olmak mı? Nasıl yapılır,
onu bile bilmem. O fazlasıyla insani lekeyi üzerimde taşısaydım, yani bunu
bilseydim de, kocanızın seviyesine inmeyi sırf aklımdan geçirmekle bile, kendi
gözümde ne kadar alçalır, azametime ne okkalı bir tokat indirmiş olurdum'.
Size sahip olmak mı? Günün birinde,
tesadüfen karanlık bir sokaktan geçerken adamın biri üzerinize saldırıp sahip
olabilir, hatta sizi dölleyip ardında rahimdeki o izi bırakabilir. Sahip olmak,
bedeninize sahip olmak demek ise, ne değeri var?
Ruhunuza sahip olmak mı? Bir ruha
nasıl sahip olunur? Hem ayrıca, "ruhunuzu" ele geçirmeyi başaran
açıkgözler, çapkınlar da çıkabilir. O da kocanız oluyor işte! Onun seviyesine
inmeme gönlünüz razı olur muydu?
Yanı başımda fikrinizle, gizlice ne
saatler geçirdim'. Hayal âlemimde nasıl da sevdik birbirimizi' Ama yemin
ederim, orada bile düşlemedim size sahip olmayı. Hayallerimde bile namuslu,
efendi bir erkeğim ben. Güzel bir kadının imgesine de saygım var.
***
Ruhumu asla, bedenimi sizinkine sahip
olmaya zorlamaya ikna edemem. Bunu aklımdan geçirdiğim anda, içimde görünmez
engellere çarpıyorum, bilmediğim ağlara yakalanıyorum. Size gerçekten sahip
olmayı istesem, kim bilir daha ne beter işler gelir başıma!
Çünkü, bir daha söylüyorum, denemeye
bile kalkışamazdım. Kendimi o işi yaparken hayal edemiyorum.
Kuzum Hanımefendi, bakışlarınızdaki
anlam ve istemsizce yansıttığı soru bir yana, işte bunlardı yazacaklarım. Size
yazılmış bu mektubu ilk olarak, bu kitapta okuyacaksınız. Üstünüze
alınmazsanız, sağlık olsun. Size gerçekten bir şey söylemekten çok, oyalanmak
için yazıyorum... Yalnızca ticari mektuplar belli birine yazılır. Geri
kalanlar, en azından yazan bir üstün insansa, sadece kişinin kendine yazılmalı.
Başka bir diyeceğim yok. Tabiatım
gereği size hayranlık beslediğimden kuşkunuz olmasın. Arada sırada beni
düşünürseniz pek mesut olurum.
Bari tek görevinin, bir hayalcinin
hayali olmak olduğunu anlayabilseydin. Sadece bir düş katedralinin
buhurdanlığı olmak olduğunu. Ellerinin hareketlerini yontup tıpkı hayaller
gibi, ruhundaki yeni manzaralara açılan pencerelere dönüştürmek olduğunu. Bedeninin
mimarisini bir hayal taklidi gibi kabul etmek olduğunu, öyle ki insanlar başka
şeyler düşünmeden göremesin seni, sana bakan, bir tek sen hariç bütün dünyayı
düşünsün ve seni görmek müzik dinlemek, başka zamanların derinliklerinde
kaybolmuş, ölü göllerle, sessiz, sisli ormanlarla dolu manzaralardan uyurgezer
gibi geçmek olsun, bize benzemeyen, görünmez çiftler bilmediğimiz duyguları
yaşasın o manzaralarda.
Seni, sana sahip olmamaktan başka
hiçbir şey için istemem. Hayal kursam ve sen bana görünsen, hâlâ hayal
kurduğumu zannetmek isterim - hatta belki seni görmesem de, ay ışığının ölü
gölleri birdenbire kapladığını, imkânsız çağlarda kaybolmuş o koca, kapalı
ormanda şarkı kırıntılarının salındığını fark ettiğimde de.
Görüntün ruhumun, hasta bir çocuk gibi,
bir kez daha bir başka gök hayal etmek üzere kıvrılıp uyuyacağı yatak olsun.
Ve konuşacak olursan eğer, seni duymak gerçekten seni duymak değil, ay
ışığında, kadim okyanusa akan nehrin iki yakasını birleştiren büyük köprüler
görmek olsun, karavelalarımız da sonsuza dek bize ait olsun o okyanusta.
Ne o, gülümsüyor musun? Hiç haberim
yoktu, meğer içimdeki göklerde yıldızlar yürürmüş. Derin uykumda çağırıyorsun
beni. Fark etmemiştim ama, hayali yelkeniyle ay ışığında süzülen şu uzak
gemide, uzak deniz manzaraları görürmüşüm.
116. "Eros’a
karşı" anlamındaki Anti-Eros’tan ya da "Eros’tan önce"
anlamındaki Ante-Eros’tan türetilmiş olabilir. Anteros aynı
zamanda Pessoa’nın yazmayı tasarladığı bir şiirin de adıydı; bu şiir Antinous
ve Epithalame’yle birlikte Batı’da cinselliği anlatacaktı -Yunan, Roma,
Hıristiyanlık, modern çağ ve geleceğin uygarlığı olarak "Beşinci
İmparatorluk"-.
117. Ya da: insanlığımızın
I olgunluğumuzun.
118. Tam
anlaşılamamış bir cümle; "ötekinin özbilincini" de demek istiyor
olabilir, R. Zenith’in ileri sürdüğü gibi, "sevgilinin ötekini
kavrayışını" da.
119. Ya da: Hıristiyan
Platoncu/arın.
“İyi hayal kurma sanatı üzerine"
İyi hayal kurma sanatı üzerine (1)
En başta hiçbir şeye saygı
göstermemeye, inanmaya, hiçbir [...] özen göstereceksin. Bununla birlikte, hiç
saygı duymadıklarına karşı tavrını ortaya koyarken, bir şeylere saygı gösterme
isteğini de koruyacaksın; sevmediklerinden tiksinirken, sevmeye duyulan sancılı
arzuyu; hayatı küçümserken onu yaşamanın ve sevmenin ne kadar da güzel olduğunu
aklında tutacaksın. Böylece hayallerinin temelini atmış olacaksın.
Gerçekleştirmeye soyunduğun yapıtın,
geri kalan her şeyin en tepesinde durduğunu aklından çıkarmayasın sakın. Hayal
etmek, kendini bulmak demektir. Ruhunun Kristof Kolomb'u olacaksın. Ruhundaki
manzaraların peşine düşeceksin. Dolayısıyla doğru istikamete gittiğinden,
aletlerinin hatasız çalıştığından emin olmalısın.
Hayal kurma sanatı zordur, çünkü
bütün çabanın, çaba harcamamaya yoğunlaşmaktan ibaret olduğu bir edilgenlik
sanatıdır. Uyuma sanatı diye bir şey olsa aşağı yukarı buna benzerdi.
Şunu da unutma ki hayal kurma sanatı,
hayallerimize yön verme sanatı değildir. Yön vermek, bir eylemdir. Gerçek
hayalci kendine bırakır kendini, kendisinin kendini sahiplenmesini bekler.
Dünyevi tahriklere kapılmayasın
sakın. İlk başta canın mastürbasyon yapmak isteyecek. Sonra alkol, afyon, [...]
Bunların hepsi gene çaba demek, aktifbir arayış demek. İyi bir hayalci olmak
için sadece bir hayalci olmalısın. Afyonla morfin eczaneden alınır - bunu bile
bile, hayal kurmana yardımcı olacaklarını nasıl düşünebilirsin? Mastürbasyon
bedensel bir mesele, nasıl [...]
Mastürbasyon yaptığını hayal edersen
mesele yok; hayallere daldığında afyon çekiyorsundur belki, morfin kullanıyor,
afyon fikriyle sarhoş oluyorsundur, [...] hayallerdeki morfinle - olsa olsa
tebrik edebiliriz seni: O şanlı, kusursuz hayalci rolünü layıkıyla üstlenmişsin
demektir.
Kendini hep olduğundan
daha hüzünlü, daha mutsuz olarak düşün. Zararı olmaz. Hatta, yarattığı
yanılsama sayesinde, hayale giden bir merdiven görevi bile görebilir bu.
İyi hayal kurma sanatı üzerine (2)
Her şeyi ertele. İnsan,
yarın da savsaklayabileceği bir şeyi, kesinlikle bugün yapmamalıdır.
Hatta ne bugün ne de
yarın, herhangi bir şey yapmaya gerek yok.
Ne yapacağını düşünme
sakın. Yapma.
Hayatını yaşa. O seni
yaşamasın.
Doğruda ve yanlışta,
zevkte ve sıkıntıda gerçek varlığını kuşan. Bunu ancak hayal kurarak
başarabilirsin, çünkü gerçek hayatın, insani hayatın, kendini geç bir kalem;
başkalarına ait olandır. Dolayısıyla hayatın yerine hayali koyacak, sırf
mükemmelliği hayal etmeyi iş edineceksin. Doğumundan ölümüne dek, gerçek
hayattaki eylemlerin hiçbirinde iş gören sen değilsin: İş görülürsün;
yaşamazsın: Sadece yaşanırsın.
Başkalarının gözüne saçma
bir sfenks gibi görün. Fildişi kulene kapan, ama kapıyı çarpmadan. Fildişi
kule, sensin.
Kalkıp bunların yanlış
olduğunu, saçma olduğunu söyleyen olursa, kulak asmayasın. Ama benim
söylediklerime de inanma, çünkü hiçbir şeye inanmamalı insan.
Her şeyi küçük gör, ama
öyle bir yap ki, küçümsemek seni rahatsız etmesin. Küçük görmenin seni üstün
kıldığını sanma. Asaletle küçümseme sanatı budur işte.
İyi hayal kurma sanatı üzerine (3)
Her şeyi hayal ettiğin
için, hayatta var olanların tümü sana daha çok acı verecek.
Bu da sırtındaki haçın
olacak.
Metafiziğe yatkın zihinlerin iyi hayal kurma sanatı üzerine
Fikir yürütme, [...],
hepsi kolaylaşacak [...], çünkü benim için varsa yoksa hayal. Kendime hayal et
şunu, der ve hayal ederim. İçimde bir filozof yaratırım bazen, o büyük bir
ciddiyetle felsefelerinden bahsederken, ben de soylu bir delikanlı olarak
kızına kur yaparım, ki onun da evinin penceresinden bakan ruhuyumdur.
Bildiklerim, haliyle
sınırlar beni. Kalkıp bir matematikçi yaratmam elbette. Sonsuz kombinasyonlar
denememe, sayısız hayaller kurmama izin veren elimdeki bilgiyle yetinirim. Hem
kim bilir; belki hayal ede ede belki daha iyilerini de yapabilirim bir gün.
Ama değmez. Böyle yetiyorum kendime.
Kişiliğin un ufak oluşu.
Fikirlerim, duygularım ya da karakterim nasıldır, bilmiyorum... Bir şey
hissediyorsam da, içimde beliren sıradan bir adamın görünür hale gelen
kimliğinde, belli belirsiz algılanıyor ancak. Özvarlığımın yerine hayalleri
kaydum. Her birimiz, kendi kurduğumuz hayaliz sadece. Ben ise, bu bile
değilim.
Hiçbir kitabı bitirmeyelim,
baştan sona, sayfa atlamadan okumayalım.
Hissettiğimin ne olduğunu
asla bilememişimdir. Herhangi bir duygu bahis konusu olduğunda ya da tarif
edildiğinde, ruhumun bir parçasını anlatıyorlar gibi gelirdi, ama sonradan
tekrar düşündüğümde hep şüpheye kapılırdım. Gerçekten de hissettiğim gibi
miyim, yoksa sadece öyle olduğumu mu sanıyorum. Kendi dramlarımın bir
kahramanıyım. 1 20
Çaba göstermek boşunadır,
ama bizi oyalar. Akıl yürütmeler asla bir sonuca varmaz, ama eğlencelidir.
Sevmek bir karın ağrısıdır, ama belki de sevmemekten iyidir. Buna karşılık
hayal, her şeyin yerini tutabilir. Gerçek bir çaba yokken, çaba fikrini
barındırabilir. Hayalimde, korkmaktan, vurulmaktan çekinmeden savaşlara
katılabilirim. Zaten asla varamayacağım bir gerçekliğe121 ulaşmak
için uğraşmak- sızın; çözemeyeceğimi gayet iyi bildiğim bir soruna çözmeye
niyet etmeksizin; [...] olmadan fikir yürütebilirim. Reddedilmekten,
aldatılmaktan, nefret uyandırmaktan korkmadan sevebilirim. Sevgili
değiştirebilirim, nasıl olsa hep aynısı olacaktır. Beni aldatmasını, benden
kaçmasını istersem, tek bir emrimle, canımın çektiği, zevkime zevk katacak
şekilde olur bunlar. En büyük dertleri, en büyük işkenceleri, en büyük
zaferleri yaşayabilirim. Sanki gerçekmiş gibi yaşayabilirim her şeyi: Yeter ki
hayalleri canlandırmayı, berraklaştırmayı, gerçek kılmayı bileyim. Bu da için
için çalışmayla, sabırla olur.
Hayal kurmanın farklı yöntemleri var.
Bunlardan biri, iyice netleştirmeye çalışmadan kendini düşlere bırakmak,
duyguların çalkantısına, alacakaranlığına dalıvermektir. Seviyesiz, yorucu bir
hayal yöntemidir bu, çünkü tekdüzedir, hep aynı şekilde devam eder. Bir de
hayali netleştirip yönetmek var, ama düşlemi yönetmek uğruna harcanan
çaba fazlasıyla yapmacık kaçar. Sanatının zirvesindeki benim gibi bir hayalci
ise, hayalin şu hayal olmasını, şöyle fantezileri barındırmasını ister
sadece: Hayal derhal karşısında tam dilediği gibi, ama müthiş çabalar pahasına
bile tasarlayamayacağı bir şekilde akmaya başlar. Diyelim ki kendimi kral
olarak hayal etmek istiyorum. Ansızın buna karar veriyorum ve bir de bakıyorum
ki, memleketin birine kral olmuşum. Hangi kral, nasıl bir kral, bunları bana
hayal söylüyor... Bu bir yana, hayallerime egemenliğimi öyle bir kabul
ettirdim ki, beklenmedik bir şekilde, daima ne arzuluyorsam onu veriyor
düşlerim. Düzeni tam oturmamış bir fikri netleştirip mükemmel hale getirdiğim
çok olur. Farklı çağlara, hayallerimde yaşadığım farklı ülkelere yayılan
Ortaçağ'ı bilinçli olarak düşleyebilmem mümkün değil. Varlığından habersiz
olduğum aşırı hayal gücüm karşısında gözlerim kamaşmış vaziyette, ben de
bakmakla yetiniyorum. Hayallerimi kendi haline bıraktım... O kadar temizler
ki, beklentilerimin hep üstüne çıkıyorlar. Arzuladığımdan hep daha güzel
oluyorlar. Ne var ki, ancak mükemmelliğe ulaşmış bir hayalci böylesi sonuçlar
ümit edebilir. Dalgınca bunu aramakla yıllarım geçti. Bugün ise, kolayca
yapabiliyorum.
Hayal kurmaya en iyi kitaplarla
başlanır. Romanlar, acemilere müthiş yardımcı olur. Kendilerini kitaba
kaptırmayı, büsbütün roman kahramanlarıyla yaşamayı öğrenmekle, ilk adımı atmış
olurlar. Ailemizi ve yaşadığı mutsuzlukları içimizi daraltan birer budalalık
gibi görmeye başladıysak, aşama kaydetmişiz demektir.
Dikkatimizi hikâyenin üslubuna
saptıran edebi romanlardan kaçınılmalıdır. Hiç utanmadan itiraf edeyim ki, ben
böyle yaptım. Tuhaftır, içgüdüsel olarak elim hep polisiye romanlara [...]
giderdi. Baştan sona okuyabildiğim aşk romanı olmadı. Ama bu tamamen kişisel
bir mesele, sorun hayallerimde bile, mizacımın aşkı kaldıramamasından
kaynaklanıyor. Herkes kendindeki eğilimleri geliştirmeli. Hayal kurmanın,
özümüzü aramak olduğunu hiç aklımızdan çıkarmayalım. Cinselliğe düşkün bir
adam, okumak için benimkilerin tam tersi kitaplar seçecektir.
Hayalci heyecanı bedeninde
duyduğunda, hayalin ilk basamağını atladığı söylenebilir. Başka bir deyişle
dövüşlerin, kaçışların, çatışmaların olduğu bir romandan bedenimiz gerçekten
bitmiş, bacaklarımız kırılmış olarak çıkıyorsak... ilk evre aşılmıştır.
Cinselliğe düşkün bir adam ise, romanda böyle bir bölüme geldiğinde, sadece
zihninde mastürbasyon yaparak boşalabilmelidir.
Ardından sıra, buraya
kadar olanları zihinsel boyuta aktarmaya gelir. Cinselliğe düşkün adamın
durumunda, boşalma (bunu örnek seçtim, çünkü en şiddetlisi, en çarpıcısı bu), gene
de yaşanmaksızın hissedilmelidir. Adam katbekat fazla yorulacak, ama her
bakımdan çok daha yoğun bir zevk duyacaktır.
Üçüncü aşamada, bütün
duyulanımlar tamamen zihne taşınır. Zevk, yorgunluk kadar artar, ama beden
artık hiçbir şey duymaz ve eller, kollar yorulacağına, hayalin sonunda bitap
düşen, gevşeyen zekâ, istenç ve heyecandır... Bu noktaya varınca, artık hayalin
en üst evresine geçme vakti gelmiş demektir.
İkinci evrede kişi kendi
için romanlar inşa eder. Yukarıda da söylediğim gibi, hayali zihne tam
olarak zerk etmeden buna girişilmemelidir. Yoksa, roman yaratmak için başta
harcanacak çaba, hayalin mükemmel bir şekilde zihinselleştirilmesini engeller.
Hayal gücümüzü iyice
eğittikten sonra, isteklerimizi sıralayalım yeter, o kendi kendine romanlar
yazacaktır.
Yorgunluk artık hemen
hemen sıfıra inmiştir, zihinsel boyutta bile. Kişiliğin tamamen çözüldüğü,
dağıldığı görülür. Bir ruh ile donanmış saf kül olmuşuzdur, ama belli bir
şekilden yoksunuzdur - içine girdiği vazonun şeklini alan suya bile benzemeyiz.
Güzelce hazırlandıktan
sonra [...], içimizde dramlar belirebilir, bunlar bize yabancı, mükemmel
dramlar olarak, dizebedize oynanabilir. Onları yazmaya mecalimiz kalmamıştır
belki... Ama zaten buna gerek olmayacaktır. İkinci kademeden yaratıcılar
olabiliriz - içimizde yazmakta olan bir şair hayal edebiliriz, o belli bir tarz
tuttururken, bir başkası da farklı türde yazacaktır..
Bu konuda zirveye ulaşmış
biri olarak, hepsi özgün ve farklı, sayısız şekilde yazabiliyorum.
Bir tablo ve kişiler
yaratıp hepsini aynı anda yaşadığımızda - hepsinin birbirine
bağlanacağı, birbirini etkileyeceği şekilde bütün bu ruhlar olduğumuzda,
hayalin en üst mertebesine erişmişiz demektir. Bunun sonucunda zihin inanılmaz
ölçüde kişiliksizleşir, tozumsu bir küle döner; itiraf edeyim ki, varlığın
tamamen tükenmesini engellemek de zordur... Ama öyle büyük bir zaferdir ki
kazanılan!
Çileciliğin nihai aşamasına ancak
böyle varılır. Bu mertebede hiçbir inanç, hiçbir Tanrı yoktur.
Tanrı, benim.
Yanımda başkaları varken hoş bir
duyguya kapıldığımda, onların da bundan pay aldığını düşünerek kıskanırım.
Benimle aynı şeyi hissetmeleri, ruhlarını kullanarak ruhumu kurcalamaları bir
tür edepsizlik gibi gelir bana.
Bir manzarayı seyrederken gururumu en
çok yaralayan şey, başka birinin, benzer bir amaçla burayı çoktan seyretmiş
olduğunu bilmenin acısıdır. Tabii başka saatlerde, başka günlerde olmuştur bu.
Ne var ki bu bahaneyi öne sürersem, hiç tarzım olmayan skolastik bir oyunla
sırtımı sıvazlamış, ağzıma bir parmak bal çalmış olurum. Gayet iyi biliyorum ki
arada pek bir fark yok ve başkaları bu manzarayı benimle aynı değilse de, çok
benzer bir şekilde, aynı ruhu taşıyan gözlerle gördüler.
Gördüğüm şeyleri değiştirmeye,
tamamen bana ait kılmaya uğraşmamın nedeni budur işte - dağların profilini,
güzelliğini fazla bozmadan, güzelliğinin çizgileriyle pek oynamadan
değiştirmeye; bazı ağaçların, bazı çiçeklerin yerine, alabildiğine, tamamen
farklı olan aynılarını koymaya; günbatımında her zamanki etkileri yaratan başka
renkler görmeye uğraşmam bundandır; bu işte ustalaştığını için, -hatta bakma
eyleminde bile ustalaştım ki artık hiç zorlanmadan görebiliyorum- dış dünyayı
içeriye uyarlamış oluyorum.
Ne var ki bu, gözle görülebilir
şeyleri değiştirme çalışmalarımın en alt basamağını oluşturuyor. Kendimi
tamamen koyuverdiğim, hayallere daldığım anlarda çok daha iyisini de
yapabiliyorum.
Manzaranın üzerimde bir müzik etkisi
yapmasını, görsel imgeler çağrıştırmasını sağlıyorum - esrimeyle elde edilen,
tuhaf bir zafer bu, çağrışımı başlatan etkenle, çağrıştırması gereken
duyguların aynı yapıda olmasından dolayı da alabildiğine zor. Bu alanda en
büyük zaferime, anlaşılmaz bir ışık ve atmosferin hüküm sürdüğü bir gün, Cais
do Sodre Meydanı'na bakarken ulaşmıştım, meydanı düpedüz, çatıların uçlarında
saçma sapan şapkalara benzeyen tuhaf çanların asılı olduğu bir Çin pagodası
olarak görmüştüm - boşluğa, şu iğrenç üçüncü boyutta varlığını sürdüren uzamın
üzerindeki atlas-boşluğa, kim bilir nasıl çizilmiş bir Çin pagodası.
O an, sahiden de,
yerlerde sürünen, kıskançlıkla karışık bir gerçeklik arzusuyla yanıp tutuşan,
uzak bir kumaşın kokusu geldi burnuma.
Hayatı hayalden çekip
çıkardığımızda ve duygularımızı fanusta işleyerek bir din ve bir politika
yarattığımızda, yani ilk adımı attığımızda, bu ilk adımın ruhumuzdaki
yansıması, en ufacık şeyleri bile olağanüstü ve sınırsız olarak hissetmem-
izdir. îlk adım budur işte, ama sadece ilk adım. Bir fincan çaya, normal
insanın kolay doyurulan ihtirasların verdiği büyük sevinçlerde, bir fiskede
silinen özlemlerde ya da aşkın nihayete erdiği tensellikte bulabileceği sonsuz
şehvetin tadını katabilmek; güneşin batışını ya da bir bezemenin ayrıntısını
seyrederken, genellikle görülüp duyulanların değil, sadece solunan ya da
tadılanların verebileceği şiddetli duyguyu - yalnız tensel duyuların (dokunma,
tat alma, koku alma) bilinç düzeyine çıkardığı, duyu nesnesiyle yakınlaşma
halini yakalayabilmek; gönül gözünü, hayallere özgü işitme duyusunu (bütün farazi
duyuları ve farazilik duyusunu) dışadönük duyular gibi algılayabilir,
dokunabilir hale getirmek: Kendi kendini hissetme sanatında ilerlemiş bir
heveslinin bir kere denedikten sonra, benim ifade etmek istediğime oldukça
yakın, somut bir fikri iletebilsinler diye son raddeye dek büyütmeyi
başarabileceği duyguların arasından bunları seçiyorum (tabii başka benzer
duygular da düşlenebilir).
Ne var ki duyguların bu
mertebesine varınca, duygu meraklısının üzerine bir ağırlık ve fiziksel yük
biner, çünkü geldiği noktayla bağlantılı olarak, dikkatini topladığı her anın
karşılığında dışarıdan, bazen de içeriden, gene bilerek gitgide şiddetlendirilen
acılar dayatıldığını hissetmiştir. Hayalci, aşırı duygunun bazen uç boyutta
zevk anlamına gelse de aynı zamanda sonsuz ıstırap çekmeyi de getirebileceğini
gördüğü ve bu tespiti yapmaya itildiği için kendine doğru yükselişinde ikinci
adımı atmak durumunda kalır.
Belki aşıp belki de aşamayacağı
evreyi bir kenara bırakıyorum, duruma göre şu ya bu tavrını, hatta ilerleme
kaydettikçe ne şekilde yürüyeceğini bile belirleyebilen bir evredir bu - yani
gerçek hayattan tamamen kopup kopamamasına, başka bir deyişle zenginleşip
zenginleşememesine göre demek istiyorum; çünkü dönüp dolaşıp varılacak nokta
budur. Gerçi satır aralarımdan, hayalcinin büyük eserine yoğunlaşması
gerektiğinin anlaşılacağını umuyorum, herhalde bunun kendini dünyadan ne kadar
tecrit edebildiğine, kendini ne yoğunlukta kendine adayab- ildiğine bağlı
olduğu da anlaşılacaktır: Varlıklardan ve hayallerden çekip çıkardığı
duyguların işlerliğini, hastalıklı bir şekilde uyandırmak olacaktır eseri.
İnsanlar arasında aktif olarak yaşamak, onlarla düzenli olarak görüşmek
zorundaysak -aslında insanlarla samimiyeti gerçekten minimuma indirebiliriz
(çünkü zararlı olan basit bir temasta bulunmak değil, samimiyet kurmaktır)-
ötekiyle temasımızın yüzeyini tamamen donduralım ki, bize yönelik bütün dostane
ya da kardeşçe hareketler içimize giremeden, benliğimizde yer edemeden kayıp
gitsin. Bu kadarı bile zor görünüyor, ama bu henüz başlangıç. İnsanları
uzaklaştırmak kolaydır: Yanlarına yaklaşmazsınız, olur biter. Her neyse, burayı
geçip kaldığım yerden anlatmaya devam edeyim.
En basit, en kaçınılmaz
duygularımızın bir anda yoğunlaştığını, karmaşıklaştığını farz etmek, daha önce
de söylediğim gibi duyumun verdiği zevki aşırı derecede artırmak anlamına
gelir, ama bu aynı zamanda, istenmeyen bir şekilde acıyı da büyütmek demektir.
Demek ki hayalci için ikinci aşama,
acıyı engellemek olacaktır. Bir stoacı ya da sofu Epikürcü gibi davranmamalıdır
bunu yaparken - onlar bütün ortamlarından koparlardı, çünkü böylece acıya
olduğu gibi zevke karşı da dayanıklılık kazanırlardı. Hayalci tam tersine
acıdan zevk çıkarmayı bilmeli, ardından sahtekârca acı çekmeyi, başka bir
deyişle acıyla beraber herhangi bir zevk duymayı öğrenmek için alıştırma
yapmalıdır. Bunu başarmanın iki farklı yolu var. Bunlardan biri acıyı aşırı
derecede tahlil etmek, zihni de önceden, zevk varken tahlilden kaçınmaya,
sadece hissetmeye ayarlamaktır; tarifinde göründüğünden çok daha kolay bir yöntemdir
bu, tabii üstün insanlar için. Acıyı tahlil etmek, acı her bastırdığında onu
tahlile teslim etmek, bunu da içgüdüsel olarak, düşünmeden yapacak hale gelene
kadar sürdürmek, bütün acılara tahlilin zevkini ekler. Bu yöntem, tahlil gücünü
ve içgüdüsünü abartarak geri kalan her şeyi kısa sürede yutar ve acıdan geriye
sadece tahlile tabi, şekilsiz bir iz kalır.
Daha zor, daha incelikli bir başka
yöntem ise, acıyı ideal bir figürde canlandırmaya; içimizde acı çekmekle,
ıstırabımızı duymakla görevli bir başka Ben yaratmamıza dayanır. Ardından
içte, kendi acısından, bir başkasına aitmiş gibi zevk alabilecek, sapına kadar
mazoşist bir sadist var edilmelidir. İlk okuyuşta uygulanması imkânsız görünen
bu yöntemi izlemek kolay değildir, ama kendi kendine yalan söyleme sanatında
ustalaşmış olanlar için pek zor sayılmaz. Aslında tam tersine,
gerçekleştirilmesi büyük oranda mümkündür. Bunu bir kez başarınca da, ne biçim
bir kan ve hastalık tadı, nasıl da kokuşmuş, uzak, tuhaf bir zevk kokusu siner
acıya ve ıstıraba! Acı, bazı sancıların kaygı verici, yürek paralayıcı
şiddetine yaklaşır. O uzun, ağır çile sararır, bir hastalığın ardından yaşanan
derin iyileşme dönemlerine özgü belirsiz mutluluğun rengidir sarı.
Yatışmazlığın, maraziliğin çiçeklerini açan zarif bir yorgunluk, zevklerimizin
verdiği karmaşık kaygıyı, zevklerimizin elimizden gideceği fikriyle kıyaslar,
şehvetli duyguların yorgunluk-öncesi halimizden aldıkları hastalıklı zevki ise
bize verecekleri yorgunluğun düşüncesiyle.
Istıraplara zevklerin zarafetini
katmak için üçüncü bir yol daha vardır ki, aynı zamanda şüphelerimizi,
kaygılarımızı yumuşacık bir tabakaya dönüştürmeye de yarar. Bu yol, dikkatimizi
azdırarak azabımızı ve çilelerimizi alabildiğine yoğunlaştırmaya dayanır; o
derecede ki, sırf aşırılıklarıyla, bütün aşırılıkların zevkini verebilirler
bize, şiddetleriyle de, -alışkanlıktan ve ruhsal terbiyesinden ötürü zevki
arayan, kendini zevke adamış bir varlığa- acıtan bir zevk telkin edebilirler,
acıtır, çünkü aşırı bir zevktir bu, bizi yaralamış olan, kan tadında bir
doyumdur. Ve, yapay incelikler üzerine uzmanlaşmış biri; sözgelimi zekâ,
hayattan feragat etme, tahlil ve acının kendisi sayesinde saflaşmış duygularla
kendini inşa eden bir mimar olarak ben; bu üç yöntemi bir arada kullandığımda,
özel bir strateji belirlemeye fırsat bırakmadan, ansızın saplanıveren bir
acıyı, kurutana kadar tahlil edip zalimce bir dış Ben' e kapattığımda, acının
en uç halini içime gömdüğümde, işte o an kendimi gerçekten kahraman, muzaffer
hissederim. Hayatım ertelenir o zaman, sanat ise ayaklarımda sürünür.
Bütün bunlar, hayalcinin hayaline
ulaşmak için aşması gereken ikinci evreyi oluşturur sadece.
Mabedin muhteşem kapısına uzanan
üçüncü evreyi, benden başka kim tamamlayabilmiş? Asıl zahmetli aşama budur,
çünkü insan kendi içinde, gerçek hayattaki bütün çabalardan sonsuz kere daha
zorlu çabalar göstermek zorundadır, ama aynı zamanda ruhun her boyutunda,
hayatın asla veremeyeceği doyumlar sağlar. Her şey tamamlandıktan, her bir şey
tamamen, birbiriyle bağlantılı olarak
yerine getirildikten sonra, evet, üç
incelikli yöntemim de eskiyene dek kullanıldıktan sonra, üçüncü aşamada duyum
doğrudan saf akıldan geçirilir, üstün bir tahlille süzülür, sonunda da edebi
bir tarzda şekillendirilerek, özgün bir biçime ve çekiciliğe kavuşturulur. O
zaman, evet, onu kesin olarak sabitlemişim demektir. Ger- çekdışıyı gerçek
kılmış, ulaşılmaz olanı ebedi bir kaideye oturtmuşumdur. İçimin derinliklerinde
kutsal İmparator olmuşumdur.
Sanmayın ki yayımlansın
diye ya da yazmak olsun, hatta sanat olsun diye yazıyorum. Ruh hallerini
işlemeye dayanan sanatımın nihai amacı, varabileceği en üstün incelik,
bilinçdışına göre mantıksız olan incelik bu olduğu için yazıyorum. Sıradan bir
duyumu alıp, gene onu kullanarak Yabancılar Onnanında ya da Çıkılmamış
Yolculuk adını verdiğim katıksız içsel gerçekliği yaratabileceğim ana dek
kurcalıyorsam, inanın bana, dupduru, ışıltılı bir nesir kurmak ya da yazdıklarımla
doyuma ulaşmak değildir derdim -aslında bunu da istemiyor değilim, hatta bu
nihai inceliği hayallerimden oluşan dekorun üzerine güzel bir kapanış perdesi
olarak da indiriyorum-; asıl emelim, nesrin içsel olanı tamamen dışsal kılması,
böylece gerçekdışı hale sokulabilir olanı gerçekleştirmesi, çelişkili kutupları
yan yana getirmesi, hayali dışsallaştırarak ona saf haldeki hayallere özgü
azami gücü bahşetmesidir - ben ki hayat durgunu, yanlışlar kuyumcusu, Kraliçe
ruhumun şikâyetçi uşağıyım, dizime açtığım Hayat kitabımda yazan şiirler
değildir Kraliçeye alacakaranlıkta okuduklarım, o şiirler hiç bıkmadan yazıp
okur gibi yaparken, Kraliçe'nin de duyar gibi yaptıklarıdır, o sırada, ne
nerede, ne de nasıl, bilmem ama, Akşam dışarıda bir yerde, içimde mutlak
Gerçeklik olarak, ruhun gizemli bir gününün nihai, hafif aydınlığı olarak
yükselen bu metaforla yumuşar.
Hayatı hayallerde
yaşamak, hem de yalandan yaşamak, gene de yaşamaktır hayatı. Hayattan feragat
etmek, gene de bir eylemdir. Hayal kurmak, gerçekdışı hayatı gerçek hayatın
yerine koyarak, yaşamaya duyulan ihtiyacı itiraf etmektir, insan böylece,
hayatı yaşama arzusunu içinden atamayışını da dengelemiş olur.
Bütün bunlar mutluluğu
aramak değilse nedir? Dünya yüzünde kim, başka neyin peşinden koşar ki?
Durmaksızın hayal kurmak,
sürekli tahliller yapmak, temel olarak hayatın vere
İnsanlardan koptum, ama
kendimi bulamadım [...]
Bu kitap her açıdan
tahlil edilmiş, enine boyuna taranmış tek bir ruh halidir.
Benimsediğim tavır hiç
olmazsa bir yenilik getirdi mi bana? Böyle bir tesellinin izi bile yok.
Herakleitos ve Vaiz söylenecekleri söylemişti çoktan: "Hayat kumda
unutulmuş bir oyuncaktır [...] ruhun boşluğu ve derin üzüntüsü." Zavallı
Eyüp'ten ise tek bir cümle: "Ruhum hayat yorgunu."
Hayal ederken kendimi
dinlerim. Art arda dizilmiş imgelerimin gizli ezgileriyle sakinleşirim [...]
Resimli bir cümlenin sesi
kaç jeste bedeldir! Bir metafor ne çok şeyin tesellisidir!
Kendimi dinliyorum.. .
İçimden tören alayları geçiyor. Kortejler.. . sıkıntımda parlayan pullar..
Maskeli balolar . ..
Hayranlıkla seyrediyorum ruhumu..
Parçalanmış görüntülerden
bir çiçek dürbünü..
Fazla yoğun duyguların o
ihtişamı. Issız şatoların dibinde kral yatakları, ölü prenseslerin
mücevherleri; mazgallardan hayal meyal görülen körfezler; şeref ve iktidar
gelecek mutlaka, en talihliler için sürgün gittikleri yerlerde alaylar kurulacak...
Uyuyan orkestralar, ipeklilerin sırma ipleri, ipçikleri..
Pascal'de:
Vigny'de: sende [...]
Amiel'de, eksiksiz olarak
Amiel'de: ...(bazı cümleler)..
Verlaine'de ve
sembolistlerde:
Ne ağır bir hasta var
içimde... Hastalık hiç olmazsa azıcık bir özgünlük kazandırsaydı. Yaptıklarımı,
benden önce kim bilir kaç kişi yaptı zaten... Miyadı dolmuş bir acıya katlanmak
benimkisi... Bunları da çoktan akıl edip acısını çekenler olmuştur, ben şimdi
niye düşünüyorum ki?
Ama, evet ya, benim de
getirdiğim bir yenilik var. Ne var ki onu yaratan ben değilim. Gece'den geldi o
ve bir yıldız gibi parlıyor benliğimde. Bütün çabalarıma rağmen ne üretebildim
onu ne de silebildim... İki gizem arasına kurulmuş bir köprüyüm, fakat nasıl
inşa edildiğimden bile habersizim.
H.K.
Madde günbegün hırpalıyor
beni. Rüzgâra tutulmuş bir alev hassaslığındayım.
Sokakta yürüyorum, gelip geçenlerin
yüzündeki gerçek ifadeleri değil, hayatımı tanımış, nasıl bir adam olduğumu
bilmiş olsalar, ruhumun ürkek, gülünç aykırılığını hareketlerime, yüzüme
hafifçe yansıtmış olsam beni gördüklerinde takınacakları ifadeyi görüyorum.
Dönüp yüzüme bile bakmayan bakışların derinliklerinde alaylar seziyorum, çok
da doğal buluyorum bunu, zevk duyabilen, bir şeyler yapan insanlarla dolu bir
dünyadaki istisnalığıma bu alaylar; karşıma çıkan simaların altında, hayatımın
huzursuz sakarlığının bilincimdeki katman katman, her yere sızan izdüşümünün
kıkırdadığını duyar gibi oluyorum. Böyle şeyler düşündükten sonra kendimi
boşuna ikna etmeye çalışıyorum, gülünçlüğün ve o hafif utancın sadece benden
kaynaklandığına, yalnız benden fışkırıp etrafa sıçradığına. Başkalarına
yansıyıp nesnelleştikten sonra, kendi gülünçlüğümü gördüğüm imgeyi bir daha
hatırlatamam kendime. Birdenbire, alaylarla, kötülükle dolup taşan, sıcak bir
fanusta hissediyorum kendimi, boğuluyorum, titriyorum. Herkes, ruhunun en derin
yerinde parmağıyla beni gösteriyor. Yolda karşıma kim çıksa, sevimli,
küçümseyen alaylarıyla taşa tutuyor beni. Hastalıklı hayal gücümün doğurup
gerçek kişilerle özdeşleştirdiği düşman hayaletler arasında yürüyorum. Dört bir
yandan, sırf tokatlar, alaylar yağıyor üzerime. Ve bazen sokak ortasında, kimse
beni gözetlemezken duruyor, sendeliyor, yeni bir boyut arıyorum, uzamın içine,
uzamın öte yanına ansızın açılıverecek bir kapı, başkalarının bilincimdeki
yansımasından, etrafımdaki insanların canlı ruhlarının gerçekliğinin fazlasıyla
nesnelleştirdiği içgüdümden kaçabileceğim bir yere.
Acaba başkalarının ruhuna yuvalanma
alışkanlığımdan mıdır, kendimi onların gördüğü gibi - ya da beni fark etseler
görecekleri gibi görmem? Herhalde. Beni sahiden tanımış olsalar ne
hissedeceklerini anladığım andan itibaren, gerçekten böyle hissediyorlarmış,
nasıl hissettiklerini de şimdi, şu anda ifade ediyorlarmış gibi oluyor her şey.
İnsanlarla yârenlik etmek benim için bir azap. Başkalarını kendimde taşıdığım
için, uzaktayken bile, gene de görüşmeye mecburum onlarla. Yapayalnızım,
kalabalıklarca kuşatılmışım. Kendim dışında kaçabileceğim hiçbir yer yok.
Ey alacakaranlıkta yükselen yüce
dağlar, ay ışığında adeta daralan sokaklar - ah, keşke bilinçsizliğiniz, saf
Madde'ye özgü, yargıdan, duyarlılıktan yoksun, duyguları, düşünceleri, ruhun
şaşkınlıklarını barındıracak bir yeri olmayan tinselliğiniz bende olsaydı!
Ağaçlar, ey ağaçlar, içimi açan yeşilinizle kaygılarımın ve acılarımın
alabildiğine dışındasınız, sıkıntılarıma devasınız, çünkü dertlerime çevirecek
gözünüz, o gözlerin dibinden bakıp da bunalımlarımın değerini anlamayacak,
onlarla alay edecek bir ruhunuz yok! Ey yollardaki taşlar, parçalanmış kütükler
ve sen koca dünyaya zemin olan, isimsiz, sıradan toprak, ey kız kardeşim -
ruhuma duyarsız kalarak bana rahat, huzur veren sizler [...] Anam Yeryüzü' nün
ayında ya da güneşinde - sen ki şefkatli bir annesindir, insan annem gibi beni
ayı- playamazsın bile, hem farkında olmayarak da olsa beni çözümleyecek ruhun
da yoktur senin, ne de kendine itiraf edemeyeceğin fikirlerini açığa vuran
anlık bakışların. Engin okyanus, çocukluğumun sesli dostu, sakinleştirir,
avutursun beni, çünkü sesin insana ait değildir, insan kulaklarına
zayıflıklarımı, kusurlarımı fısıldayamaz. Engin gök, masmavi gök, meleklerine
gizemine yakın gök [...], sahte parıltılar saçan yeşil bir bakışla bakmazsın bana;
güneşi göğsünde taşıyorsan da aklımı çelmek değildir niyetin ve yıldızlarla
[...], derdin beni aşağılamak değildir.. Doğa'nın uçsuz bucaksız Huzur'u ana
kucağı gibidir, çünkü tanımaz beni; atomların, sistemlerin uzak dinginliği,
hakkımda hiçbir şey bilmediği için öyle kardeşçe davranır ki.. . Minnetimin bir
ifadesi olarak enginliğinize ve huzurunuza bir dua okumak isterdim, nihayet
onların sayesinde başardım kuşkuların, şüphelerin gölgesinde sevebilmeyi; bizi
dinlerken bile dinleyemeyişinizi dinleyebilsem keşke, bakan gözlerinizin yüce
körlüğüne baksam, bu hayali gözler ve kulaklarla dikkat etseniz bana, dikkatli
Hiçliğinizin huzurundayken, geri dönüşsüz bir ölümün mutluluğunu duysam; ve
başka bir hayat umut etmeden hiç olmanın tadını çıkaran, bütün maddelerin
tinsel renklerine sahip başka varlıkların olması ihtimalinin de, bütün
Tanrıların da ötesine geçsem.
Hayatım: meleklerin
yuhalamaları arasında afişlerden silinmiş, sadece ilk perdesi oynanmış bir
trajedi.
Dostlar mı? Bir tane bile
yok. Olsa olsa, aramızda bir yakınlık olduğunu sanan tanıdıklar; trenin altında
kalsam, cenaze günü de yağmur bastırsa üzülürler belki.
Hayattan uzaklaşmamın kazandırdığı
doğal ödül, başkalarının benimle kesinlikle uyuşamaz hale gelmesi oldu.
Etrafımda insanları uzaklaştıran soğuk bir hale var, buzdan bir çember.
Yalnızlığımdan acı duymamayı beceremedim henüz, yalnızlığın sadece sıkıntısız
bir dinginlik anlamına geldiği ruhsal mertebeye ulaşmak öyle zor ki.
Bana dostça davranılmasına asla prim
vermedim, kalkıp aşkını gösteren olsa ona da vermezdim, ki zaten imkânsızdı.
Dostum olduğunu söyleyenler hakkında hiç hayallere kapılmadımsa da, gene de ne
zaman hayallerimi yıksalar acı çekmeyi başardım - acı çekmekten ibaret kaderim
öyle çetrefil, öyle karmaşık ki.
Her adımda ihanete uğradığımdan adım
gibi emindim; ve ne zaman ihanete uğrasam afallamışımdır. Beklediğimin başıma
gelmesi, benim için hep beklenmedik bir şeydi.
Kendimde bir insanı cezbedecek
herhangi bir özellik göremediğimden, bir insanın cazibeme kapılabileceğine de
hiç inanmadım. Hep beklediğim beklenmedik olaylar günbegün beni haklı
çıkarmasa, budalalık derecesine varan bir alçakgönüllülük denebilirdi bu
düşünceye.
Acıyıp da bana bağlananlar olacağını
bile hayal edemiyorum, insanın içinin kaldırmayacağı kadar çirkin olduğum
doğruysa da, başkalarının gözünde acınacaklar takımına girecek kadar eciş
bücüş değilimdir, sebep o kadar belirgin olmadığı için, sonradan merhamete
dönüşebilecek şekilde yakınlık duyulacaklardan da sayılmam; merhamet uyandırabilecek
tarafıma gelince, o cihetten hiç umut yok, çünkü ruhu sakat olanlara kimse
acımaz.
Geçen ömrüm, hayatımın ne kadar kötü,
iğrenç olduğunu pek hissetmeksizin bu duruma ayak uydurmak üzere sürekli
çabalamamla özetlenebilir.
Bir insan enkazından, eskaza hayatta
kalmış bir piçten, henüz hastanelik olmamış bir deliden -22 başka bir şey
olmadığımızı teslim etmek sıkı bir entelektüel cesaret ister; ama bütün bu
olguları sineye çektikten sonra, kaderimize mükemmelen uyum sağlamak, Doğa'nın
bedenimize layık gördüğü laneti isyan da etmeden boyun da eğmeden, elimizi bile
kaldırmadan, hatta kaldırmaya yeltenmeden kabul etmek için, daha da büyük bir
ruh cesareti lazımdır. Bu haldeki bir varlığa acı çekmemesini söylemek fazla
olur, çünkü, apaçık bir mutsuzluğu görüp de üzerine mutluluk yaftası
yapıştırmak, işte bu insanoğlunun gücünü aşıyor; ama mutsuzluğu olduğu gibi
kabul edince de bu sefer acı duymamak imkânsız.
Kendimi dışarıdan bakarak tahayyül
ettiğim için kaybettim - kaybettim yaşama sevincimi. Başkalarının gözüyle
görünce kendimi aşağıladım • - aşağılanmayı haklı çıkaran huylarımı
keşfettiğimden değil, kendimi başkalarının gözüyle görmeye, bana duydukları
horgörüyü duymaya başladığımdan. Kendimi tanımanın utancını yaşadım. Bu azabın
sonunda ne yüceliyor insan, ne de birkaç gün içinde diriliyor, tek yapabildiğim
çilenin bütün iğrençliğine katlanmak oldu.
Şunu açıkça anladım ki,
bir insanın beni sevmesi imkânsız, tabii estetik duygusundan nasibini almamış
biri değilse - kendimi ne biçim aşağılardım o zaman; ve gene anladım ki,
birinin yakınlık duyması da, ancak bana karşı kayıtsızlığının bir cilvesi
olabilir.
Kendimizi de,
başkalarının bizi nasıl gördüğünü de açıkça anlamak! O gerçekle yüzleşmek'. Ve
nihayet, kendi gerçeğiyle yüzleştiğinde azap çeken Mesih'in çığlığı:
"Tanrım, Tanrım, beni neden bıraktın?"
(Pessoa'nın
ölümünden sonra 1938 Nisanı'nda adını
Pessoa'nın 1934'te yayımlanmış ünlü
kitabından alan Mensagem dergisinin ilk sayısında yayımlandı.)
H.K.
8 Ekim 1919
Doğuştan gelen
mutsuzluğumun özünü hiçbir şey, gerçekten en sevdiğim hayal türü kadar, var
olma sıkıntıma sık sık, gizlice sürdüğüm merhem kadar samimiyetle anlatmaz
bana, bütünsel bir şekilde de yorumlamaz. Dileğimin esası, özeti şudur: hayatı
uyumak. Hayatı, yaşanmış olarak arzulamayacak kadar çok seviyorum; yaşamamayı
ise, hayatı fazlasıyla yakışıksız bir şekilde arzulamayacak kadar seviyorum.
İşte bundan ötürü, burada
sergilediğim hayal, sevdiğim hayaller içinde en iyisidir. Bazen, akşamleyin,
içindekilerin belki gittiği, belki sessizleştiği huzurlu evde penceremin
panjurlarını kaparım, ağır iç panjurları da Üzerlerine çekerim; sırtımda eski
bir kıyafet, koltuğuma gömülüp kendimi emekli bir binbaşı olarak hayal etmeye
dalarım, bir taşra otelinde yaşarmışım; akşam yemeğinden sonra daha mütevazı
bir müşteriyle beraber kalmışız, müşteri de nedensiz yere orada oturmuş
bekleyen, gecikmiş misafirmiş.
Böyle doğmuş hayal ediyorum kendimi:
Emekli binbaşının gençliği de, şu an hissettiğim derin arzuya ulaşmak için
askeriyede hangi basamakları tırmandığı da beni hiç ilgilendirmiyor. Zaman'dan
ve Hayat'tan bağımsız, ben olarak hayal ettiğim binbaşının bir geçmişi, bir
ailesi yok, hiç de olmamış; vakit öldürmek için arkadaşlarının anlatıp durduğu
fıkralardan bıkmış vaziyette, şu taşra otelinin hayatını yaşamakta ebediyen.
H.K.
Devlet ve şehir işlerinin bizim
üzerimizde bir kudreti yoktur. Bakanların, idarecilerin milletin
zenginliklerini har vurup harman savurmasını pek umursamayız. Tıpkı yağmurlu
günlerin çamuru gibi, dışarıdadır bunlar. Ne bizim onlarla bir alıp
veremediğimiz vardır, ne de onların bizle.
Savaş ya da milli kriz gibi büyük
çalkantılar da ilgi alanımıza girmez. Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.
Başkalarına alabildiğine tepeden bakmamızdan ileri geliyor gibi görünse de, bu
tavırlar aslında sadece, kendimize oldukça şüpheyle yaklaşmamızdan kaynaklanır.
Ne iyiyiz, ne de merhametli - tam
tersi olduğumuz sanılmasın, sadece ne öyle de değiliz böyle de. İyilik, kaba
ruhların zarafetidir. Başka türlü bir düşünce, bizimkinden farklı ruhlarda
cereyan eden bir fenomen olarak anlam taşır gözümüzde. Onaylamaktan kaçınarak
bakmakla yetiniriz, ama kınamayız da. İşlevimiz hiç olmaktır.
Kendi kendine alt tabaka diyen bir
sınıftan ya da yükselmekle veya alçalmakla dahil olabileceğimiz başka bir
sınıftan gelseydik, anarşist olurduk. Ne var ki çoğumuz sınıfların, toplumsal
katmanların aralarında doğduk - özellikle aristokrasiyle (yüksek) burjuvazi
arasındaki yerde, kanımızın uyuşabileceği dehalara ve delilere ait toplumsal
uzamda. 123
Eylem bizi yoldan çıkarır, bunda
bedensel zayıflığımızın payı varsa da, daha ziyade manevi açıdan iştahlı
olmayışımızdır etken. Etkin olmak ahlakdışı gelir bize. Kelimelere döküldüğü
anda her düşünce değerinden kaybeder, kelimeler başkalarına ait bir şeye
dönüştürür onu, anlayabilenin anlayabileceği hale sokar.
Okültizme ve sırlarla ilgili bütün
sanatlara büyük zaafımız vardır. Ne var ki tam olarak okültist sayılmayız.
Okültist olmak için doğuştan olması gereken arzu eksik bizde, bunun dışında,
büyücülere ve manyetizmacılara bu işi öğretip onlara mükemmel bir araç
kazandıracak sabrımız da yok. Ama gene de yakınız okült- izme, çünkü, esasen
kendini öyle bir ifade ediyor ki, konu hakkında okuyanların, hatta meseleyi
çözdüğünü sananların büyük çoğunluğu aslında hiçbir şey anlamıyor. Okültizmin
bu gizemli tavrında muhteşem bir kibir var. Bunun yanı sıra, gizemin ve
dehşetin damgasını taşıyan duygular doğuran verimli bir kaynak: Yıldız
larvaları, büyü ayinlerinde tapınaklarda adı geçen, eciş bücüş tuhaf
yaratıklar, bizim boyutumuzda maddenin, kapalı duyularımızın etrafında,
içimizdeki bir mırıltının elle tutulur sessizliğinde gezinen, hiç ortaya
çıkmamış halleri - dehşet verici, vıcık vıcık bir el gibi değerek,
tehlikelerin, karanlığın kucağına atar bunlar bizi.
Fakat okültistlerle yıldızımız hiç
barışmaz, nedeni de yüreklerinde sevgiyle, insanlığın havariliğini yapmalıdır:
Bu da gizemlerinden arındırır onları. Bir okültist astral boyutta ancak üstün
bir estetik uğruna çalışmalıdır, yoksa yakınına iyilik yapmak gibi iğrenç bir
amaç için değil.
Doğru dürüst farkında bile değiliz
ama, kara büyüye, aşkın bilimin yasak kollarına, Mahkûmiyet'e ve değeri giderek
azalan Reenkarnasyon' a kendini satmış Kudretin Efendilerine karşı atadan kalma
bir zaafın pençesinde kıvranırız. Zayıf, kararsız varlıklara özgü gözlerimiz,
tersine işleyen mertebelerle ilgili bitip tükenmez teorilere, soysuzlaşmış
törenlere, giderek alçalan hiyerarşinin uğursuz eğrisine bir dişi şehvetiyle
atılarak kaybolur.
Şeytan, elimizde olmadan, erkeğin
dişiyi çektiği gibi çeker bizi. Bedensel Zekâ yılanı, tıpkı haberci Tanrı'nın
simgesel asasına olduğu gibi, yüreğimize de dolanmıştır: Merkür'dür bu tanrı,
Anlayış'ın efendisi.
Aramızda oğlancı olmayanlar,
cesaretlerini toplayıp olmaya can atar. Eyleme karşı iştahsızlık, insanı ister
istemez efemine yapar. Şimdiki hayatımızda, bir cinsiyet hatasından dolayı, ev
hanımlığı ve aylak şato sahibeliği olan gerçek mesleğimizi elimizden kaçırmış
durumdayız. Buna kesinlikle inanmıyor olsak da, içimizden inanıyor gibi
yaparsak ağzımızda kanlı bir mizah tadı kalacaktır.
Bütün bunların nedeni kötülüğümüz
değil, sadece zayıf olmamız. Kendimizle baş başa kaldığımızda kötülüğe taparız,
sırf kötü olduğundan değil, İyi'den daha kudretli, daha yoğun olduğundan ve
kudretli, yoğun olan her şey sinirlerimize cazip geldiğinden, kadın siniri
olmalıymış bizimkiler. Pecca fortite: 124 Bu bize hitap
etmez, çünkü gücümüz yok, hatta zekâ gücünden bile yoksunuz, oysa elimizde
yalnız o vardır. Ağır günahlar işlemeyi düşün - bu aklı başında emir, bizim
_____________________________________ 474/506
için bu anlama gelebilir. Ama bazen, bunu yapmak bile imkânsızdır: İç hayatımızın
da kendince bir gerçekliği vardır ki, kimi zaman, herhangi bir gerçeklik gibi
bizi yaralar. Çağrışımları ya da zihinsel işlevleri yöneten kanunların varlığı,
işte bu, doğuştan gelen disiplinsizliğimize bir hakarettir.
120. Ya da: kahramanlarının
parça/arıyım.
121. Ya da: eğer
ulaşamazsam üzüleceğim bir gerçekliğe.
122. Pessoa
delirmekten çok korkardı, hatta iki Fransız psikiyatra gittiğini bile hayal etmişti.
123. Pessoa’nın
ailesinde, hem ana tarafında hem de baba tarafında yüksek rütbeli subaylar
vardı, üvey babası da Durban’da konsolostu.
124. İşleyeceksen
ağır günah işle, anlamında; erken dönemde günah işlemek üzerine kurulu bir
Hıristiyan mezhebi de kurulmuştu. (Ç.N.)
v
H.K.
Kesin, sarsılmaz
görüşlere, içgüdülere, tutkulara, oturmuş, kendini kabul ettirmiş bir
karaktere sahip olmak; hepsi dönüp dolaşıp şu korkunç sonucu doğurur: ruhumuzun
bir olguya, dışarıya ait, maddi bir şeye dönüşmesi. Yaşamak, var olanları ve
kendimizi bilmediğimiz, tatlı, kıpır kıpır bir haldir; bir bilgeye yakışan, hayat
veren biricik yaşam tarzıdır bu.
Var olanlarla kendisi
arasında daimi bir aracı olmayı bilmek, oturaklı, bilge bir insanın
ulaşabileceği en yüksek mertebedir.
Kişiliğimiz, bizim için
bile bir muamma olarak kalmalı: Dolayısıyla kendimizi de içine dahil ederek
sürekli hayal kurmayı görev bilmeliyiz ki, kendimize dair bir görüş edinmemiz
imkânsız hale gelsin.
Başkalarının kişiliğimizi
istila etmelerinin de özellikle önüne geçmeliyiz. İnsanların bizimle herhangi
bir şekilde ilgilenmesinde, eşi görülmemiş bir hoyratlık vardır. Şu sıradan
"Nasılsınız?" lafını affedilmez bir kabalık olmaktan çıkaran şey
varsa, o da genellikle zaten içinin boş, samimiyetsiz olmasıdır.
Sevmek, yalnızlıktan
yorulmaktan olur; yani bir alçaklıktır, insanın kendine ihanetidir (son derece
önemlidir sevmemek).
Birine güzel tavsiyelerde
bulunmak, Tanrının başkalarına bahşettiği hata yapma yeteneğine bir tecavüzdür.
Zaten başkalarının yaptığı şeylerin, onları bizim de aynı anda yapamamamız gibi
iyi bir tarafı olmalı. Kabul edilebilir en üst sınır, bizim biz olduğumuzu,
Başkasılar' la kesinlikle uyuşamadığımızı zihnimize kazıyalım diye, söylenenin
tam tersini yapmak üzere görüş almaktır.
Araştırmalar yapmanın tek
iyi tarafı, başkalarının söylememiş olduğu bir yığın şeyin ağır ağır tadına
varmaktır.
Sanat, bir yalnızlıktır.
Sanatçı başkalarını tecrit etmenin, yalnız başına kalmaya heveslendirmenin
yolunu aramalıdır. Bir sanatçı, okurları kitaplarına okumaksızın sahip olmayı
tercih ediyorsa, zirveye ulaşmış demektir. Tanınmış yazarlar zaten bu halde;
ama bu en büyük bedel olduğundan [...]
Bilinçli olmak, kendine
karşı kötü davranmayı getirir. İnsanın kendi derinliklerine gözünü diktiği
zaman girmesi düşmesi gereken doğru ruh hali, sinirlere ve kararsızlıklara
bakarkenki halidir.
Üstün bir varlığa
zihinsel olarak tek yakışan, kendi olmayan her şeye karşı mesafeli, soğuk,
sakin bir edayla acımasıdır. Tavır zerre kadar doğru ya da özgün olduğu için
değil; ama o derece özendiricidir ki, benimsenmezse olmaz.
Milimetreler (en küçük şeylerin
hissettirdikleri)
H.K.
Her şey var olduğu sürece
şimdiki zamanda yer aldığı, bu nedenle de şimdiki zaman alabildiğine eski
olduğu için, şimdinin bir parçası olan şeylere bakarken bir antikacının
şefkatini, bir koleksiyoncunun öfkesini duyuyorum, bugünde var olanlara
ilişkin yanılsamalarımı geçerli, hatta doğru ve kesinlikle haklı temellere dayanan
bilimsel açıklamalarla elimden alan herkesin gerisinde kalmış bir
koleksiyoncunun.
Bir kelebeğin boşlukta uçarken
çizebileceği değişik görüntüler, kamaşmış gözlerim için görünmez bir şekilde
boşluğa kazınan farklı birer varlıktır. Kafamdaki bulanık anılar öyle yoğun ki
[...]
Hayatımı sadece minicik şeylerin uyandırdığı
küçücük duygular derinleştirir. Önemsiz şeyleri sevmemden kaynaklanıyor
olabilir bu. Belki de ayrıntılara olan aşırı titizliğimdendir. Gene de bence,
tabii böyle meseleleri tahlil etmekten hep kaçındığım için kesin konuşamam ama,
sebep küçük şeylerin toplumsal ya da fiili boyutta hiçbir öneminin olmaması, bu
sayede gerçeklikle de o iğrenç bağları kurmaması. Küçük şeyler, gerçekdışı
tadındadır bence. Yararsız güzeldir, çünkü ayak direyen, uzayan yararlı şeyler
kadar gerçek değildir; o muhteşem önemsiz şey, o şanlı sonsuz-küçük ise
neredeyse orada kalır, sadece ne ise odur ve alabildiğine özgür, bağımsız
yaşar. Tıpkı önemsiz şey gibi yararsız şey de gerçek hayatımızda, alçakgönüllü
bir estetiği olan bir mola yaratır. Bir kurdeleye batırılmış iğnenin o basit, o
anlamsız varlığı, ne cazip hayaller, ne lezzetler uyandırır ruhumda! Çok
önemlidir bu olgu, bilmemekse ne büyük talihsizliktir!
Bundan başka bizi en derinden,
hoşlanılacak hale gelecek kadar derinden örseleyen duygular arasında gizemin
verdiği huzursuzluk, en karmaşıklarından, en enginlerinden biridir. Gizem ise,
en iyi küçük şeyleri seyrederken belli eder kendini, çünkü küçükler yer
değiştirmedikleri gibi saydamdırlar da, üstelik kıpırdamadan durup gizeme yol
verirler. Bir çatışmayı seyrederken gizemi yakalamak zordur, -ama şu da var ki,
insanoğullarının varoluşundaki, toplumlarındaki ve savaşlarındaki saçma taraf,
zihnimizde gizemi fethetmek üzere bayrak açan şey olabilir aynı zamanda -
diyordum ki yolda duran basit bir taşı seyretmekten zordur savaş, çünkü taş var
olduğundan başka herhangi bir fikir uyandırmaz, dolayısıyla düşünmeye devam
edecek olursak derhal varoluşundaki gizem gelir aklımıza, bundan başka herhangi
bir fikir çağrıştıramaz zaten.
Şükürler olsun kısacık anlara,
milimetrelere ve küçücük şeylerin, kendilerinden bile alçakgönüllü olan
gölgelerine! Anlar [...] Milimetreler ise - bir cetvelde yan yana, sıkış sıkış
dururken, nasıl da ürkek ve cesurdurlar! Bazen hem acı duyarım, hem de bütün bu
şeylerden inanılmaz bir haz alırım. Biraz kaba bir gurur verir bu bana.
Duyarlılığı gereksiz yere artırılmış
bir fotoğraf camıyım ben. Bütün ayrıntılar, dışımdaki şeylere kıyasla ölçüsüzce
kazınıyor üzerime. Cam sadece kendimle uğraştırıyor beni. Apaçık görülüyor ki,
dış dünya benim için saf duygudan ibaret. Asla unutmuyorum hissettiğimi.
H.K.
İnançların ölümüne,
dinlerin toza toprağa karışmasına tanıklık eden, bilimlerin alacakaranlığa
gömüldüğü bu devirde, duyumlarımız elimizde kalan yegâne gerçekliktir.
Aklımızı kurcalayan tek sıkıntı, bizi tatmin edebilen biricik bilim, duyumlar
bilimidir.
İçimizin donanımına özen
göstermek - varlığımıza bir anlam katmanın üstün ve akılcı bir yolu varsa, o da
budur bence. Hayatımı muhteşem dibalarla kaplı bir ruhta yaşayabilmiş olsaydım,
şikâyet edeceğim dertlerim olmazdı.
Geçmişe bütün saygısını,
geleceğe ise bütün inancını ya da umudunu yitirmiş bir kuşağa, daha doğrusu bu
kuşağın bir parçasına aidim. Dolayısıyla şimdiki zamanı, gidecek başka yeri
kalmamış insanların iştahıyla yaşıyoruz. Ve duyumlarımız, hele de hayallerimiz
(gereksiz, basit duygular) geçmişi de, geleceği de hatırlatmayan bir bugüne
kavuşabildiğimiz yegâne mekân olduğundan, iç hayatımıza gülümsüyor, kibirli
bir uyuşukluk içinde, varlıkların nicel gerçekliğiyle bağımızı koparıyoruz.
Hayatta aklı fikri
eğlenmekte olan insanlardan farklı sayılmayız belki de. Yalnız, bencil
sıkıntımızın güneşi batmakta artık, hazcılığımız da alacakaranlık ve çelişki
tonlarında bir soğuğa teslim oluyor ağır ağır.
Yeni yeni iyileşen
hastalarız biz. Genellikle ne bir sanat ne bir meslek edinen, hatta hayattan
tat alma sanatını bile öğrenmeyen insanlarız. Uzun ilişkiler bizi huzursuz
ettiğinden, genellikle en iyi dostlarımızdan yarım saatte sıkılırız; sadece
aklımıza gelince görüşelim isteriz onlarla, birlikte geçirdiğimiz en iyi anlar
ise, onlarla beraber olduğumuzu hayal ettiğimiz anlardır. Bu, dostluk
anlayışımızda bir eksikliğe mi işaret eder, bilmiyorum - belki de etmez. Kesin
olan bir şey varsa, o da en çok sevdiğimiz -ya da sevdiğimizi sandığımız- şeyin
ancak hayalini kurduğumuzda tam, eksiksiz değerine kavuştuğudur.
Gösterilerden
hoşlanmayız. Oyunculara, dansçılara burun kıvırırız. Gösteri, sırf hayaliyle
yetinilmesi gereken şeylerin, özünün bozularak taklit edilmesinden ibarettir.
Başkalarının görüşlerine
kayıtsızız -doğuştan gelen bir kayıtsızlık değil bu, genellikle acı
tecrübelerin sonucunda duygularımızı terbiye etmek zorunda kalmamızdan ileri
geliyor-, onlara hep kibar davranabilir, hatta her şeye rağmen
ilgi de barındıran bir
ilgisizlikle bağlanabiliriz bile, çünkü hayallerde herkes ilginçtir ve farklı
insanlara dönüştürülebilir; ve biz de geçeriz [...]
Sevmekten âciziz, sevilmek için
gereken sözlerse daha söylemeden yorar bizi. Zaten içinizden kim ister ki
sevilmeyi? Rene'nin severek yoruyorlardı onu, sözü, tam olarak şiarımız
sayılmaz. Sevilmeyi düşünmektir bizi tek yoran, telaşa düşürecek kadar yorar
hem de.
Hayatım daimi bir ateş, durmaksızın
tazelenen bir susuzluk. Gerçek hayat, eyyamı bahur gibi bunaltır ki beni, bunda
bir parça alçaklık da yok değil.
H.K.
... Zehirli bir tinsellikten akan,
eli yüzü düzgün cümlelerle..
... soylu kıyafetleri yırtılmış
ritüeller, dünyada ayinleriyle yaşıt kimse 12 kalmamış
gizemli törenler,
... cismani bedenimizden ayrı bir
bedende hissedilen tutsak duyumlar, yalınla karmaşık arasındaki incelikleri
ayırarak karıştıran, gene de kendince cismani bir bedende..
... günün birinde gerçekleşmesi
ihtimalinden zarafetle koparılmış, tüylü, donuk sarı bir sezginin yüzdüğü
göller ve hiç kuşkusuz kararsız incelikler sayesinde bembeyaz ellerde tutulan
zambak..
... uyuşukla sıkıntı arasında
yeşil-siyah anlaşmalar, bakışlarda ılık, sıkıntının nöbetçileri arasında
alabildiğine yorgun..
... boş sonuçlara gebe sedef, sık sık
suya gömülen kaymaktaşı - altın, mor ve işlemeli kıyılar, teselliler gibi batan
güneş; ama en güzel kıyılara çıkacak ne bir gemi var, ne de daha engin
alacakaranlıklara bağlanan bir köprü..
... hatta havuzlar imgesinin
kıyısında bile yok, uzaktan, saatin adeta telaffuz ettiği isimlerden yakalanabilen
hecelere göre belki kavakların, belki servilerin arasından hayal meyal seçilen
sayısız havuzlar..
... işte bunun içindir
rıhtımlara açılan pencereler, hiç durmadan doklara vuran şıpırtılar, kıvrıla
kıvrıla açılan opallere benzeyen karmaşık kortej, horozibiklerinin ve
sakızağaçlarının, duyma ihtimalinin karanlık duvarlarına aklın uykusuzluk
... değerli gümüşlerden uzun teller,
tarazlanmış mor düğümler, ıhlamurların altında gereksiz duygular ve çalıların
sustuğu yollarda eski zaman çiftleri, ani yelpazeler, anlaşılmaz hareketler; ve
ayrıca, yollardan, ağaçlarla dolu sonsuz caddelerden başka bir şey görmemenin
huzurlu bıkkınlığını bekleyen daha güzel parklar var kuşkusuz..
... beş yapraklı dallar, yeşillikler,
sahte mağaralar, düzgün dağlar, yüksek fıskiyeler - ölü ustalardan miras
kalmış koca bir sanat, tatminsizlikle gerçeklik arasında mahrem bir düello
sürdürürken, eski duygu köylerindeki daracık sokaklarda, hayallere sunulmuş
şeylerle alaylar kurmaya karar vermiş ustalarmış bunlar..
... uzak saraylarda, mermerlerde
yankılanan baladlardır buşeyler, gelip elimize sarılan bulanık anılar,
kararsızlıkların kaçamak bakışları, gecenin yıldızlarla donattığı yazgısal
göklerde, çöken imparatorlukların engin sessizliğinde alacakaranlıklar..
Duyumu bir bilime indirgemek,
psikolojik tahlilleri bir mikroskop kadar kesin sonuç veren bir yönteme
dönüştürmek - hayatımın arzu düğümünü işgal eden hırs, sessiz susuzluk..
Hayatımın bütün büyük trajedileri,
duyum ile, onun bilincimdeki hali arasında oynanıyor. Net olarak görmeye
çabaladımsa da bir türlü başaramadığım gerçek varlığım, ormanlarla, fısıldayan
sularla dolu, savaşlarımızın sesine bile aldırmayan bu karanlık, sınırsız
bölgede akıyor.
Hayatımı gömüyorum. (Duyumlarım ölü
hayatıma yapışmış, upuzun 126 bir mezar yazısından ibaret.) Kendime varıyorum,
ölüyüm, alacakaranlığım. Bir tek kendi mezarım var iç güzelliğiyle süsleyerek
yontabileceğim.
Yalnızlığımın kapıları sonsuzluğun
bahçelerine açılıyor, ama hayallerimde bile yok gelen giden - gene de yararsız
şeylere sonsuza dek açık kalacak, ebediyen sahteliği seyredecek o demir
parmaklıklar..
Şatafatlı gönül bahçelerimde zafer
sayfalarını koparıyorum tek tek, hayali çalıların arasında, uzun uzun
yankılanan adımlarla, Karmaşaya giden yolları arşınlıyorum.
Karmaşanın içinde, sessizliklerin
sınırında İmparatorluklar kurdum, Doğrunun sonunu getirecek vahşi savaşlar
vermek için.
# * *
Bilimadamı, kendisinden başka
gerçeklik, duyumsayabildiği dünyadan başka gerçek dünya olamayacağını kabul
eder. Dolayısıyla tarafsız bilim adına, duyumsadıklarını başkalarınınkine göre
düzeltmek gibi hatalı bir yol izleyeceğine, tam tersine, kendi evrenini ve
kişiliğini eksiksiz olarak tanımaya çalışır. İnsanın hayallerinden daha
tarafsız bir şey olamaz. Özbilincinden daha kişisel bir şey olamaz. Bilimini,
bu iki gerçeğe sarılarak daha ileri götürür - eski bilginlerinkinden çok
farklıdır onun bilim dediği, eskiler kişiliklerini belirleyen yasaları ve
hayallerinin düzenini kavramaya çalışacaklarına "dışarının"
yasalarını, "Doğa" dedikleri şeyin düzenini ararlardı.
• • ♦
Hayal kurma alışkanlığım ve
yeteneğim, benim ilkel tarafımdır. Hayat koşulları, çocukluğumdan beri sakin
ve yalnız oluşum ve belki de uzaktan uzağa, birtakım karanlık mirasları
kullanarak beni şekillendirmiş olan başka güçler, zihnimi bir düş nehrine
çevirdi. Olup olabileceğim bu temelin üstünde gelişmiştir ve hayalciliğe en
uzak görünen tarafım bile, aslında hayal kurmaktan başka bir şey yapmayan,
böylece varabileceği en üst mertebeye yükselmiş olan bir ruha aittir, bundan da
hiç utanç duymaz.
Sırf kendimi tahlil etme zevkini
tatmak için, tamamen hayale adanmış bir hayatı, tamamen hayalle şekillenmiş
bir ruhu yaratan, benimle bütünleşmiş olan zihinsel süreçleri, kendimi hazır
hissettikçe, yavaş yavaş kelimelere dökmek isterim.
Kendime dışarıdan baktığımda, ki
hemen hep o şekilde görürüm kendimi, eylemekten âciz bir adamım, elini
oynatmayı, bir işe girişmeyi düşününce bile rahatsızlık duyan, başkalarıyla
konuşmayı beceremeyen bir adam, gönlümün zihinsel emek isteyen şeylerle avunacak
kadar olgunlaşmamış olması bir yana, ayrıca, hiç olmazsa çalışırken beni
oyalayacak el işlerine de yatkınlığım da yok.
Böyle olmam normaldir. Hayalcilerde
kabul edilebilir bir hal bu. Gerçeklikler karşısında allak bullak olurum.
Başkaları konuştukça içimi sonsuz sıkıntılar basar. Öbür ruhların gerçek olması
hep şaşırtır. Yapılıp edilen ne varsa, geniş bir bilinçsizlikler ağından
ibaret gözümde, akla yatkın bir tutarlılıktan yoksun, saçma bir yanılsama -
hiç.
Fakat, insan psikolojisini
çarklarından anlamadığımı, benzerlerimin en mahrem düşüncelerini, güdülerini
tam olarak algılayamadığımı düşünenler varsa, ne olduğumu doğru anlamamışlar
demektir.
Mesele şu ki, öylesine bir hayalci
değilim ben: Münhasıran hayalciyim. Hayal kurmaya ve yalnız bunu yapmaya
alıştıkça, gönül gözümün görüşü müthiş berraklaştı. Düşlerimdeki kişileri ve dekadan
şaşırtıcı, bazen de ürkütücü bir belirginlikte görmekle kalmıyorum, soyut
düşüncelerimi, insani duygularımı ya da onlardan geriye kalanları, gizli
eğilimlerimi, kendime karşı psişik yaklaşımlarımı da gene belirgin olarak
görüyorum. Diyebilirim ki, en soyut düşüncelerimi kendimde, içimdeki bir
uzamda, gönül gözüyle görüyorum. Bütün çetrefillikleri de görünür hale geliyor
böylece, hem de en ufak ayrıntılarına dek.
Sonuç olarak eksiksiz tanıyorum
kendimi ve kendimi eksiksiz tanıyınca, bütün insanlığı da eksiksiz tanımış
oluyorum. Ruhumda bir an için parlamamış ne aşağılık bir içgüdü vardır, ne de
soylu bir coşku; her birimizin ne şekilde kendimizi ortaya koyduğumuzu da bilirim.
Kötü düşüncelerin, ister yüzlerdeki mertlik ya da kayıtsızlık maskelerinin
altında, ister her birimizin içindeki en derin yerde olsun, hareketlerinden
çıkarırım ne olduklarını. İçimizde neyin bizi tatlı umutlarla kandırmaya
çalıştığını bilirim. İşte bu sayede, yanımdaki insanların çoğunu kendilerinden
bile iyi tanırım. Sık sık derinliklerine inmeye uğraşırım, benim olsunlar diye.
Açıklayabileceğim her ruhsal yaşam bana aittir, çünkü bence hayal etmek, sahip
olmak demektir. Dolayısıyla her ne kadar hayalci olsam da, iddia ettiğim gibi
bir ruh çözümcüsü olmam da gayet doğaldır.
Bundan ötürü, okumayı sevdiğim nadir
şeyler arasında, tiyatro oyunlarına ayrı bir zaafım vardır. Her yeni gün, bende
farklı bir oyun seyreder, ruhların Mercator projeksiyonuna göre bir düzleme
nasıl yansıtılacağını iyi bilirim. Aslında pek sıkıntımı giderdiği de yok
bunun, dramaturglar öyle çok, öyle benzer, öyle büyük hatalar yapıyorlar ki.
Beni gerçekten tatmin edebilen bir dram çıkmadı. İnsan psikolojisini, bir
bakışta bütün tenhaları yoklayan bir şimşek berraklığıyla incelerken, ruh
çözümlemesindeki ve tiyatrocuların yapısındaki kabalıktan rahatsız oldum; bu
konularda okuduğum azıcık şey, yazılı bir sayfanın orta yerindeki bir mürekkep
lekesi gibi tiksindirdi beni.
Varlıklar, düşlerimin malzemesidir;
Dışarı'nın bazı ayrıntılarına dalgınca da olsa, aşırı bir dikkatle bakmam
bundandır.
Düşlerime belirginlik kazandırmak
için, gerçek manzaraları, hayattan alınmış insanları üç boyutlu olarak nasıl
gördüğümüzü bilmem gerekir; çünkü hayalcinin görüşüyle varlıkları görüşümüz
arasında fark vardır. Düşte bakış, gerçekte olduğu gibi belli bir nesnenin
önemli ya da önemsiz taraflarına takılıp kalmaz. Hayalci neyi görüyorsa, önemli
olan odur. Bir nesnenin hakiki gerçekliği, varlığının bir parçasıdır sadece;
geri kalanı ise, boşlukta var olma ayrıcalığının karşılığında maddeye ödediği
ağır bedeldir. Aynı şekilde, düşteyken elle tutulur bir gerçekliği olup da
boşluğun içindeyken böyle olmayan olaylar da var. Gerçek bir günbatımı, tartıya
gelmez, geçici bir şeydir. Hayali bir günbatımı ise sabit ve ölümsüzdür. Bir
insan, düşlerini net olarak görebiliyorsa (zaten aslında öyledirler) ya da
hayatı düşte görmeyi, hayatı maddesiz olarak görmeyi ve düş denen aletle
fotoğrafını çekmeyi biliyorsa yazmayı da bilir, yararlı, ağır ve sınırlı' dan
yayılan ışınların hiçbir etkisi yoktur o alet üzerinde, çünkü onlar olsa olsa
tinsellik levhasını örtmeyi bilir.
Kendi adıma, düşleri kullana kullana
adeta içimde kemikleşen bir alışkanlıkla, gerçeklikteki düşü yakalıyorum hep.
Varlıklara bakarken, düşlemimin kullanamayacağı taraflarını yok ediyorum.
Daima düşte yaşıyorum kısacası, gerçek hayatta yaşarken bile. Bir günbatımını
kendimde seyretmekle dışarıda seyretmek benim için bir, çünkü ikisini de aynı
şekilde görüyorum, görme biçimim her iki duruma da kendini aynı şekilde
ayarlıyor.
Bu nedenle kendime dair fikrim, pek
çoklarına hatalı gelebilir. Bir bakıma öyledir de. Fakat kendi kendimi hayal
ediyor, kendimde hayal edilebilir olanı seçiyorum; uzun uzadıya kendimi
oluşturuyor, mümkün olan her şekilde tekrar oluşturuyorum, ta ki olduğum ve
olmadığım kişiden talep ettiğime kıyasla, tatmin edici bir imge elde edene dek.
Bazen bir nesneyi görmenin en iyi yolu onu ortadan kaldırmaktır, ama gene de
kalır o, nasıl desem, inkâr edilmişliğinin ve hükümsüzlüğünün maddesiyle
yoğrulmuş olarak kalır; gerçek varlığımın koca parçalarına uygularım bunu,
portremden silindikçe kendi gerçekliğime doğru evirirler beni.
Bu durumda, kendimi kandırmakta
kullandığım mahrem yöntemler hakkında yanılgılara düşmekten nasıl
kurtulabilirim? Mesele şu ki, dünyanın bir halini ya da hayali bir insanı
gerçekötesi bir gerçekliğe sürükleyen süreç, aynı zamanda bir duyguyu ya da
fikri de taşır aynı yere; onları soylu ya da saf gösteren araçlardan sahte
olanları da alır ellerinden, ki hemen hepsi sahtedir. Tarafsızlığımın mutlak
bir tarafsızlık olduğuna dikkat edilsin, tüm tarafsızlıklar içinde en mutlak
olandır benimki. Somut olmasına rağmen mutlaklığın özellikleriyle donanmış,
mutlak nesneyi yaratabilirim. Ruhum daha rahat uyusun diye hayattan saklanmış
sayılmam; sadece hayat değiştirdim, düşlerimde hayattaki tarafsızlığın aynısını
buldum. Düşlerim -bu konuyu başka sayfalarda ele almıştım- irademden bağımsız
olarak doğar içimde, çoğu zaman da gücendirir, incitir beni. Kendimde keşfettiklerim
genellikle üzücü, utanç verici (belki de içimde bir parça insanlık kalmış -
utanç da neyin nesi?) ve korkutucudur.
Kesintisiz düş hali bende
dikkatin yerini aldı. Gördüklerime, içimde taşıdığım başka düşleri ekleyecek
noktaya geldim, düşümde zaten o hale gelmiş olsalar bile. Varlıkları düşte
görmek dediğim şeyi hakkıyla yapacak kadar dikkatim dağılmış olsa da,
dikkatsizlik aralıksız çalışan hayal gücümden ve -aşırı bir dikkatle değilse
de- düşlerimin akışına kafa yormamdan kaynaklandığı için - bir adım daha ileri
giderek düşlediğim şeyi gördüğüm düşe ekliyorum ki, maddeden arınmış gerçeğin
mutlak maddesizlikle temas etmesini sağlayabileyim.
Aynı anda pek çok farklı
düşüncenin peşinden gidebilme, hem etrafımı gözlemleyip hem de bambaşka şeyler
düşleyebilme yeteneğini böyle edindim; bir yandan sapına kadar gerçek bir Tejo
Nehri'nde sapına kadar gerçek bir günbatımı hayal ederken, bir yandan da
içimdeki bir Pasifik Okyanusu'nda hayali bir sabah düşlemeyi örneğin; hayal
edilen iki şey, iyice karışmaksızın iç içe girer, her birinin bende yarattığı
farklı duygulardan başka şey bulaştırmazlar birbirlerine; sanki hem sokaktan
geçenleri görüyormuşum, hem de aynı anda her birinin zihnini kendimde
hissediyormuşum gibi olur -ancak duygu birliği sağlandığında olabilecek bir şey
bu- ve aynı anda farklı bedenlerin -farklılıklarını görmezsem olmaz- sayısız bacakların
kıpırdandığı sokakta karşılaştığını görüyorumdur adeta.
125. Ya da: kimsenin anlayışıyla
yaşıt ayinleri.
126. Ya da: upuzun, Gongora
tarzında.
VI
Küçük kız gayet iyi bilir bebeğinin
gerçek olmadığını, ama gerçek bir varlıkmış gibi davranır, hem de kırıldığı
zaman ağlayacak, üzüntüden harap olacak kadar. Çocuğun marifeti, her şeyi
gerçeklikten uzaklaştırabilmesidir. Şükürler olsun ki hayatın düşlerle geçen
böylesi bir dönemi var, hayatı 127 inkâr edersin, çünkü cinsellik
yoktur, gerçekliği inkâr edersin, sırf oyun olsun diye, olmayan şeyleri de gerçek
sanırsın! Keşke tekrar çocuk olsam, insanların etraflarındaki şeylere
verdikleri değere de, aralarında kurdukları bağlara da kendimi kaptırmaksızın,
hep öyle kalsam. Küçükken kurşun askerlerimi baş aşağı çevirirdim sık sık ...
Peki siz, gerçek askerlerin baş aşağı yürümemesi gerektiğini kanıtlayacak, beni
buna ikna edebilecek tek bir mantıklı argüman biliyor musunuz?
Çocuk, altına camdan fazla itibar
etmez. Peki, gerçekte altın daha fazla eder mi? - Çocuk, yetişkinlerin
edimlerine adeta perçinlenmiş gördüğü tutkuları, öfkeleri ve korkuları içten
içe saçma bulur. Sahi, korku, nefret ve aşklarımızın istisnasız hepsi boş, bir
o kadar da saçma değil midir?
Ey çocukluğa özgü tanrısal, saçma
sezgi! Bizdeki en çıplak hayali bile önyargılarla örtülmüş olan, en dolaysız
baktığımızda bile öznel fikirleri bulaştırmadan edemediğimiz şeylerin
gerçek-görünüşü!
Tanrı koskoca bir çocuk olmasın
sakın? Ya bütün evren bir şaka, bir çocuk afacanlığıysa?128 O derece
gerçekdışı, o [...]
Bu fikri komiklik olsun diye atmıştım
ortaya ve şimdi uzağımdayken, görün nasıl da ansızın iğrençliğinin farkına
vardığımı. (Gene de, kim bilir ya gerçeği yansıtıyorsa?) İşte fikir ayaklarımın
dibine düşüyor tekrar, kırılıp binlerce dehşet tozuna, gizem kırıntısına
dönüşüyor..
Var olduğumu bilmek için uyanıyorum..
Belirsiz, derin bir
sıkıntının münasebetsiz tazeliğinin cıvıltısı geliyor kulağıma, oradan,
bahçenin aptal dibinden, arı kovanlarının arkasındaki şelalelerden.
Yanlış evlilikler yapmış kadınlara
öğütler (1)
H.K.
(Yanlış evlilikler yapmış
derken, evli kadınların tümünü ve ayrıca bazı bekâr kadınları kastediyoruz.)
İlk olarak insancıl
duygular beslemekten kaçınınız. İnsancıllık büyük bir kabalıktır. Sizi gidi
zavallı, yanlış evlenmiş kadınlar, soğukkanlılıkla, akıllı uslu yazıyorum, sizi
ve rahatınızı düşünerek.
Tıpkı sanat gibi her anlamda
özgürleşmek de ruhumuzu mümkün olduğu kadar cendereye sokmamakla, bedenimizin
de isteklerimize itaat etmesini sağlamakla olur.
Ahlaksız olmaya gerek
yok, çünkü kişiliğinizi başkalarının gözünde alçaltır ya da sıradanlaştırır bu.
Ahlaksız olun, evet, ama içten içe, bir saygı halesiyle kuşatılmış olarak.
Bedeni bakireliğe meyilli sadık bir eş ve anne olmak, bir taraftan da bakkaldan
[...] varıncaya kadar bütün komşu erkeklerle anlatılmaz tensel hastalıklara
[...] yakalanmak, fingirdek kadınların yöntemlerine de -tam kendilerine göre,
beş para etmez yöntemlerdir bunlar-, [...] herhalde çıkarların kızı [...],
aptallıkta sınır tanımaz kadınların katı namus anlayışına da düşmeksizin
hayattan zevk almak, kişiliğini geliştirmek isteyenler için apayrı bir lezzettir.
Ey bu satırları okuyan
dişiler, yazdıklarımı anlamanız ne kadar üstün olduğunuza bağlı. Zevk beyinden
gelir, işlenen suçlar ise sadece düşte suçtur! Sapına kadar gerçek, nefis bir
suç biliyorum. Hiçbir zaman işlenmedi. Bilmediğimiz suçlardır güzel olanlar.
Cesar Borgia'nınkiler güzel midir? Kesinlikle hayır, inanın bana. O güzelim, o
sayısız, o verimli suçları işleyen varlık hayalimizdeki Cesar Borgia'dır, her
birimizdeki Borgia fikridir. Kalıbımı basarım, gerçek Cesar Borgia alelade,
aptal adamın tekiydi; başka türlü olamazdı zaten, çünkü var olmak aptalca,
sıradan bir iştir.
Size tavsiyede bulunurken
hiçbir çıkar beklemiyorum, yöntemimi beni hiç ilgilendirmeyen bir vakaya
uygulamış oluyorum. Şahsen iktidar ve şan hayal ederim ben; cinselliğe hiç yer
olmayan hayallerdir bunlar. Ama size yardımım dokunsun istiyorum, belki de sırf
kendimle çelişmek olsun diye, zira yararlı olmaktan nefret ederim. Kendimce bir
özgecilik benimki.
Yanlış evlilikler yapmış kadınlara
öğütler (2)
Şimdi, kocanızı hayalinizde nasıl
aldatabilirsiniz, size bunu öğretmek isterim.
İnanın bana: Sadece kaba saba
kadınlar kocalarını gerçekten aldatır. Edep yoksa cinsel zevk de olmaz. Kadın
birden fazla erkeğe kendini verirse edep diye bir şey kalmaz.
Şunu da belirtmeden geçmeyelim ki,
kadın kendisinden üstün olduğu için bir erkeğe ihtiyaç duyar. Kanımca, kadın
kendini tek bir erkekle sınırlamalıdır ki, gerekirse onu hayali erkeklerden
oluşan, giderek büyüyen bir çemberin merkezine oturtabilsin.
Bunu gerçekleştirmek için en uygun
zaman, âdet kanamasından önceki günlerdir.
Yani:
Kocanızın bedenini olduğundan daha
beyaz hayal ediniz. İyi hayal ederseniz, üzerinizde de daha beyaz
hissedeceksinizdir.
Cinsellikte her türden aşırılıktan
kaçınınız. Üzerinizde yatan kocanıza sarılıp hayal gücünüzü kullanarak, tek bir
bakışla değiştiriniz onu - yüreğinizde saklı olan erkeği düşününüz.
Hazzın özü ikiye bölünmekten gelir.
İçinizdeki Kedi'nin penceresini ardına kadar açınız.
Kocanızın canını nasıl
sıkabilirsiniz.
Kocanızın arada bir öfkelenmesi önemlidir.
Önemli olan tiksindiğiniz şeylerin
size cazip gelmeye başlaması, ama bu sırada dış disiplininizi korumanızdır.
Doludizgin iç disiplinsizlikle en
sıkı dış disiplinin el ele vermesinden, dört dörtlük cinsellik doğar. Bir düşü
ya da arzuyu gerçek hale getiren her hareket, aslında onu gerçeğin
dışına itmiş olur.
Yerine koyma sandığınız kadar
zor değildir. Yerine koyma derken kastım, A erkeğiyle çiftleşirken hayalinizde
B erkeğiyle doyuma ulaşmaya çalışmaktır.
Yanlış evlilikler yapmış kadınlara
öğütler (3)
Kıymetli talebelerim,
öğütlerimi harfiyen yerine getiriyorsanız, kilisenin ya da devletin sizi
rahminizle ya da isminizle bağladığı erkek hayvanla birlikte, ama onun
marifetlerinin sayesinde değil, size üst üste, sayısız doyumlar dilerim.
Kuş, ayaklarını yere sıkı
basarak havalanır. Sevgili kızlarım, bu imgeyi düşündükçe, var olan yegâne
tinsel emri hatırlayasınız her daim.
Bilmediği kirli zevk
kalmamış, fakat kocasını asla, gözüyle bile aldatmayan bir aşifte olmak
- müthiş bir haz verir bu, tabii becerebilirseniz.
İçinden aşife
olabilmek, kocasını içinden, sarmaş dolaşken bile aldatabilmek, kocasına
verdiği öpücüğün (gerçek?) anlamı olmayabilmek -ah, siz üstün kadınlar, ah
esrarlı Beyinlerim benim- işte haz diye buna derler.
Aynı öğüdü erkeklere niye
mi vermiyorum? Çünkü Erkek başka bir türdür. Alt seviyeden olanlara, önüne
gelen kadını kullanmalarını öneririm: Yapsınlar bunu, yapsınlar da [...] zaman,
onları ne kadar hor gördüğümü bellesinler. Üstün erkeğin ise kadına ihtiyacı
yoktur. Hazza ulaşmak için birine sahip olmaya hiç gerek duymaz. Ne var ki,
kadınların üstün olanları bile kabul etmez bunu: Kadın, esasen cinselliğine
düşkündür.
H.K.
Düş âlemim bir Doğu
şehridir. Boşlukta yer işgal eden bir gerçeklik olarak, gösterişli, yumuşak bir
halının şehveti vardır yüzünde. Sokaklarını rengârenk yapan dükkânlar
kendilerine ait olmayan, anlaşılmaz bir fonun üzerine işlenmiş gibi durur; uçuk
mavi satenlerdeki, sarılı kırmızılı kabartma nakışlara benzerler. Şehrin bütün
hikâyesi, loş odamda belli belirsiz kulağıma çalınan kelebek misali, düşümdeki
lambanın etrafında dönüp durur. Düşlerim eski zamanların görkemli hayatlarında
gezinmiş, kraliçelerin ellerinden zamanla solmuş mücevherler almıştır. Olmayan
varlığımın kıyılarını sahici uyuşukluklar sarmış, alacakaranlık nefes aldıkça
yosunlar nehirlerimin sere serpe yayılan yüzeyine vurmuştur. İşte bunun için
kayıp uygarlıkların sütunlu avlularıydım vaktiyle, ölü frizlerdeki arabesk
motiflerin ateşiydim, kırık sütunlara kıvrıla kıvrıla sarılan kara sonsuzluk
lekeleriydim, uzakta batan gemileri gözleyen gemi direkleriydim, sırf devrilmiş
ağaçlara çıkan basamaklar, upuzun örtülerdim, örtmeyi bilmezdi bunlar, ama
kıvrımlarında gölgeler saklarlardı sanki, yere çalınmış buhurdanlıklardan
yükselen dumanlar gibi doğrulan hayaletler. Ne uğursuz bir saltanattı sürdüğüm,
en ırak sınırlardaki savaşlar, sarayıma huzuru zehir ederdi. Uzak şenliklerin
belirsiz mırıltısı hep yakınımızdaydı; penceremin önünden geçmeye mecbur
alaylar ebediyen yürürdü; ama havuzlarımda ne bir kırmızı altın balık
bulunurdu, ne de meyve bahçelerimin durgun yeşilinde tek bir meyve; hatta
başkalarının mutlu mesut yaşadığı derme çatma kulübelerden yükselip ağaçların
ardından kendini gösteren bir duman bile yoktu, o basit baladlarıyla, özbilincimin
doğuştan gelen esrarını uyutacak.
Pedro'nun kır şiiri
Seni ne nerede, ne de ne zaman
gördüğümü biliyorum. Bilmem bir tabloda mıydı, yoksa sapına kadar gerçek
kırlarda, bedeninle yaşıt ağaçların, bitkileri arasında mıydı; bir tablodaydı
belki, bende kalan hatıran öylesine temiz, öylesine okunaklı. Acaba ne zamandı,
hatta gerçekten oldu mu bu -belki bir tabloda bile, hiç görmedim seni- ama
aklımın olanca coşkusuyla biliyorum ki, hayatımın en dingin anıydı o.
Yanında kocaman, uslu bir öküzle
çevik adımlarla gelmekteydin küçük sütçü kız, sakince yürüyordunuz enli bir
kurdele gibi uzanan yolda. Sizi uzaktan görür gibi oldum, sonra bana doğru
geldiniz ve geçip gittiniz. Fark etmemiş gibiydin beni. Ağır ağır yürüyordun,
sen, koca öküzün dalgın çobanı. Bakışların bütün anılardan arınmış, ruhun
hayatını barındıran geniş bir düzlük gibi açılmıştı; özbilin- cin terk etmişti
seni ve o anda sen sadece [...]
Seni görünce şehirlerin değiştiğini
hatırladım, kırlarınsa ezeli ve ebedi olduğunu. Dağlara, taşlara kutsal
deniyorsa, Kutsal Kitap zamanından bu yana hep aynı kaldıkları içindir.
İsimsiz siluetinin ömürsüz çizgileri
oldu bütün bir kır âlemini gözümün önüne getiren ve şimdi, seni düşündüğümde
hiç bilmediğim engin bir huzur sarıyor benliğimi. Yürüyüşünde hafif bir
kıvraklık vardı, belli belirsiz bir oynaklık, her hareketinde bir kuş yere
konuyordu; görünmez sarmaşıklar gövdene sarılıyordu. Sessizliğin -akşam
iniyordu, yorgun sürüler zamanın solgun yamaçlarına doğru meliyor,
şangırdıyordu-, sessizliğin son çoban kızının şarkısıydı, Vergilius'un asla
yazmadığı bir kır şiirinde unutulmuştur bu kız, yüceltilmekten ebediyen mahrum
edilmiş, çayırlarda ölümsüz bir karaltı olarak kalmıştır. Belki yürürken
gülümsüyordun da - kendine ya da ruhuna, içinden kendini gülümserken gördüğün
için. Ama dudaklarının kıvrımı dağ sıraları kadar sakin, köylü ellerinin
hatırımdan çıkmış hareketleri, kır çiçekleriyle bezeliydi.
Evet, bir tabloda gördüm
seni. Öyleyse, nereden çıkardım yolumda giderken bana doğru yürüdüğünü,
yolumuzun kesiştiğini, benimse ardıma dönüp bakmaksızın yürüdüğümü, ardından
gene ve daima hayalini gördüğümü? Zaman durup sana yol veriyor, ben ise,
hayatta - ya da hayatın bir taklidinde yerine bir başkasını koymak istediğimde
aldatıyorum seni.
Boş
mezar
Kharon'a verilecek parayı
ağzına koyan bir tek dul, bir tek yetim olmadı. Görmeyelim diye bağlanmıştı
gözleri, oysa Styx'i o gözlerle geçmişti ve cehennem sularında tam dokuz kez,
tanımadığımız yüzünün suretini görmüştü. Ölüm nehirlerinin kıyılarında bugün
başıboş gezinen o karaltının bizim için bir adı yok artık; adı ise sadece bir
gölge.
Vatan için öldü, nasıl,
neden olduğunu anlamadan. Görkemli bir fedakârlıktı bu, çünkü kendini bir
kenara bırakmıştı. Ruhundaki olanca mertliği ortaya koyarak hayatını verdi: İçgüdüyle
yaptı bunu, görev icabı değil; Vatan aşkı uğruna öldü, edinebileceği Vatan
bilinci için değil. Mantıken öyle gerektiğinden değil, sadece bizi doğurduğu
için oğlu olduğumuz bir anaymış gibi savundu onu. Asli sırra sadık kalarak ne
düşündü ne de istedi ölmeyi, ama tıpkı hayat gibi ölümü de, nedenini
bilmeksizin yaşadı. Şimdi onun olan gölge, Thermopylai'de düşmüş olanlarla
kardeştir, daha doğmazdan önce ettikleri yemine sadakatlerini bedenleriyle
kanıtlamıştı onlar.
Güneş her sabah nasıl
doğarsa, o da öyle öldü Vatan uğruna. Var olmak onun doğal haliydi, öyle ki,
Ölüm değiştirmek zorunda kaldı onu.
Ateşli bir inancın kölesi
olmadı, büyük bir idealin alçaklığı uğruna savaşırken vurulmadı. Bir yanıyla
inancın küfür, insancıllığın hakaret olduğunu bilmeksizin, ne bir politik
düşünceyi, ne insanlığın geleceğini, ne henüz arafta bekleyen birtakım dinleri
kurtarma uğruna girdi toprağa. Muhammed'in müritleriyle Mesih'in talebelerinin
kendini kandırmasına yarayan ahiret inancıyla da hiç arası olmadığından, ölümü
gördüğünde ondan bir hayat beklemedi, daha iyisini umut etmeksizin seyretti
hayatın geçişini.
Rüzgâr gibi, gün gibi doğal oldu
ölümü, onu farklı biri yapan ruhunu da götürdü giderken. Bir kapının önüne
gelip içeri girercesine daldı karanlığa. Vatan için öldü, insandan üstün olan,
ne olduğunu gerçekten bildiğimiz biricik şey için. Yeryüzünde canlı bir varlık
olmasını sağlayan ateş bakışlarının derinlerinde söndüğünde, ne Müslüman'ın ya
da Hıristiyan'ın cenneti yansıdı gözlerine, ne de Budist'in aşkın unutuşu.
Biz onu bilmediğimiz kadar, o da
kendinden habersizdi. Ne yaptığını bilmeden görevini yerine getirdi. Gülleri
açtıran, yaprakların ölümüne nice güzellikler katan şeyin kılavuzluğuna
güvendi. Hayatın bundan öte bir anlamı, ölmeninse daha güzel bir ödülü olamaz.
... Şehadetle cenneti kazanacağından
da, acı kuvvetiyle insanlığı kurtaracağından da habersiz, gayet mütevazı bir
kahramanlıkla; barbarlarla düşmanları istemeyen, Şehir' e ait kadim, pagan
ırktan biri.
... ama, oğula anasını sevdiren
coşkuyla; kendisi oğul olduğundan değil, öteki anası olduğundan [7] 129
Tanrıların da rızasıyla gez şimdi
sonsuza dek ışıksızlığa mahkûm memleketleri, yolda Kokytos Nehri'nin
şikâyetlerini, alev alev Phlegeton'u dinle; gecenin derinliklerinde Lethe'nin
solgun sularının hafif akışına kulak ver.
Kendisini ölüme sürükleyen içgüdü
gibi isimsizdir o. Vatan için öleceği aklına gelmemişti: Ama öldü. Görevini
yapmaya karar vermemişti: Ama yaptı. Oldum olası ruhu isimsiz kalmış bir adama,
bedenini hangi isimle tarif ettiği sorulmamalı. O Portekizliydi; şu ya da bu
Portekizli değil, sınırlar içine hapsedilmemiş Portekizli.
Yeri, Portekiz'i kuranların yanında
değil, onlar apayrıdır, bilinçleri de bambaşkadır. Cesaretleriyle bize denizin
yollarını açan, daha geniş krallıkları kucaklamamızı sağlayan o
yarı-tanrılarla yârenlik edemez o.
Ne bir heykel olsun ne de bir mezar
taşı, hepimizi kendinde toplayan o'nun halini hatırlatacak; o bütün bir halk
olduğuna göre, ülke baştan sona mezarı olsun. Onu kendi anısına gömelim, mezar taşı
niyetine de verdiği örneği yüceltelim.
Hafifçe sonbahara dönmüş bir şafak
vakti çıktım o hiç gerçekleşmeyen yolculuğa.
-Gerçekdışı bir şekilde
hatırladığım- gökyüzünde morlar karışmış, hüzünlü sarı döküntüler vardı,
dağların can çekişmeli, berrak hatlarıysa, onları yumuşatan, kıvrımlarına sızan
ölüm rengi bir haleyle kuşatılmıştı.
Geminin öbür tarafındaki
küpeşteden (durduğum tarafta, büyük tentenin altı daha soğuktu), okyanus
doğuda, ufkun hüzne boğulduğu çizgiye dek kıpır kıpırdı, 130 karanlıkların
soluğu da aynı yerde, sıcak bir günde bastıran sis misali, en son denizin sıvı,
karanlık sınırına gece nakışlı bir alacakaranlık bırakarak süzülüyordu.
Hatırlıyorum da, deniz,
yanıp sönen ışıkların çizdiği kıvrımların karıştığı, karanlık renklere
bürünmüştü - mutlu bir anda birdenbire akla düşüveren, kim bilir neyin
habercisi hüzünlü bir düşüncenin esrarı vardı bütün bunlarda.
Bilinen herhangi bir
liman değildi yola çıktığım yer. Hangi limandı, bugün hâlâ bilmem, çünkü hiç
gitmedim. Zaten yolculuğun kutsal amacı, var olmayan limanları keşfetmekti -
limanlara-girmek'ten ibaret limanlar; nehir ağızlarındaki unutulmuş körfezler,
gerçekdışılığı söz götürmez şehirleri birbirinden ayıran boğazlar. Okudukça
saçma buluyor olmalısınız bu satırları. Ne var ki, siz hiç benimki gibi bir
yolculuk yapmadınız.
Gerçekten gittim mi? Evet
dersem yalan olur. Başka memleketlerde, başka limanlarda buldum kendimi, başka
şehirlerden geçtim - gerçi bu şehir de, ötekiler de aslında dünyanın hiçbir
şehriydi. Gidenin manzara değil de ben olduğuma; başka diyarlardaki o ülkelerin
beni değil, benim onları kat ettiğime yemin et deseler - hayır, edemem. Ben ki
hayatın ne olduğunu bile bilmezken, ben mi onu yaşıyorum yoksa o mu beni
("yaşamak" fiili hayatla dolduğunda kazandığı anlamda), bunu bile
ayırt edemezken yemin edecek değilim herhangi bir şeye.
Bir yolculuk yaptım,
hepsi bu. Buna aylar, hatta günler ya da herhangi bir zaman ölçüsüne göre
herhangi bir zaman birimi harcamadığımı söylememe gerek yok herhalde.
Yolculuğum zamanda geçti elbette, ama zamanı saat, gün ve ay hesabına
vurduğumuz kıyıda değil; öbür tarafta, zamanın ölçü tanımadığı yerde. Zaman
orada da geçiyor, ama ölçülemiyor. Bir bakıma, bizi yaşadığına tanık olduğumuz
zamandan daha hızlı olduğu söylenebilir. 131 İçinizden sorup
duruyorsunuz- dur, ne anlatıyor bu cümleler, diye. Sakın o hataya düşeyim
demeyin. Çocuk gibi kelimelere ve varlıklara anlamlarını sormaktan vazgeçin
artık. Hiçbir şeyin anlamı yoktur.
Hangi gemiyle mi yaptım
yolculuğu? Adı Herhangibiri’ydi. Gülüyorsunuz. Ben de gülüyorum, hatta belki
size. Tanrıların anlayabileceği semboller yazmadığımı, size de, bana da kim
iddia edebilir?
Her neyse. Şafak vakti
çıktım yola. Demir alınırken çıkan madeni ses hâlâ kulağımda. Belleğim, vincin
kollarının ağır ağır hareket edip en sonunda mola verişini gözucuyla görüyor
hâlâ, saatler boyunca hiç durmaksızın indirip kaldırdığı sandık ve fıçılarla
bakışlarımı yormuştu o kollar. Yükler zincirlerle bağlanmış olarak küpeştenin
üzerinden ansızın yükseliyor, küpeşteyi hafifçe sıyırıp geçiyordu; ardından
sallanarak sintine kapağına kadar yuvarlanıyor, yuvarlanıyordu ve nihayet
döşemeden yükselen, boğuk bir gürültüyle yere düşüp ambarın karanlık bir
köşesine yığılıyordu. Zincirler çıkarılırken en dipten gıcırtılar geliyordu; ve
nihayet zincir şakırdayarak yukarı çekiliyor ve her şey, görüldüğü kadarıyla
gereksizce sil baştan başlıyordu.
Yepyeni Avrupalardan,
yelkenlimle beni sahte Boğaz kıyılarında karşılayan bambaşka İstanbullardan
geçtim. Sözümü kesiyorsunuz: Yelkenlim mi? Evet ya, ne söylüyorsam o. Yola
çıktığım buharlı gemi, limana vardığında bir yelkenliydi. İmkânsız mı dediniz?
Tam da bunun için başıma geldi zaten.
Başka buharlı gemiler,
imkânsız Hindistanların derinliklerindeki hayali savaşların haberlerini
getirdi. O memleketlerin adı geçtikçe bunaltıcı bir sıla hasreti çökerdi
üstümüze, öyle geride kalmıştı ki ülkemiz - bu dünyada mıydı, o bile belli
değil..
Kapının arkasına
saklanıyorum ki, Gerçeklik içeri girince beni göremesin. Masanın altına
sığınınca, Olası birden korkuyor. Öyle ki, kucaklaşmış iki kol gibi uzaklaştırıyorum
kendimden beni sarmalayan iki sıkıntıyı - Gerçeklik’ten başka şey yaşayamamanın
sıkıntısı ve sadece Olası’yı tahayyül edebilmenin sıkıntısı.
Böylece alt ediyorum tüm
gerçekliği. Zaferlerimi kumdan kalelere mi benzettiniz? Kumdan olmayan
kalelerin malzemesinde bir tanrısallık mı var?
Nereden biliyorsunuz
yolculuklar yaptıkça anlaşılmaz bir şekilde gençleşmediğimi 7
Saçmaladıkça çocuklaşarak küçüklüğüme
dönüyorum, kavramlarla çocukken kurşun askerlerimle oynadığım gibi oynuyorum:
Asker imgesine hiç uymayan şeyler yaptırırdım onlara.
Hatalardan sarhoşlaşmış halde,
nihayet yaşadığımı hissettiğim saniyelerde kendimden geçiyorum.
-Deniz kazası mı? Hayır, hiç
görmedim. Ama bütün yolculuklarımı kazaya uğrattım galiba, kurtuluşum ise
dağınık bilinçsizliklerde saklıydı.
-Belirsiz düşler, anlaşılmaz
pırıltılar, şaşkın manzaralar - onca yolculuktan ruhumda kalan bundan ibaret.
Her renkten saat, her lezzetten aşk,
her boyutta açgözlülük gördüm zannedersem. Ömrüm boyunca kendimi yoldan
çıkardım hep ve ne kendime yettim, ne de yetmeyi hayal ettim.
-Şunu da belirteyim ki, ben gerçekten
düştüm yollara. Ama tek anladığım, yolculuk yaptıysam da yaşamamış olduğum. Bir
uçtan bir uca, kuzeyden güneye, doğudan batıya, arkamdaki geçmişin
yorgunluğunu, şimdiyi yaşamanın sıkıntısını, bir gelecekle tanışmak zorunda
olmanın öfkesini taşıdım. Ama o kadar çabaladım ki, nihayet şimdiki zamanda bir
bütün olarak kalmayı, benliğimde geçmişi ve geleceği öldürmeyi başardım.
-Adını bile bilmediğim nehir
kıyılarında yürüdüm. Geçtiğim şehrin zevkine göre bir kafede oturup her şeyi
bulanık gördüğümü keşfettim, tıpkı düşlerdeki gibi. Hatta bazen, yoksa bizim
eski evdeki masada, düşlerimden gözüm kamaşmış bir halde kıpırdamadan oturuyor
muyum sadece, diye sorduğum oldu kendime'. Böyle olmadığına, şu an hâlâ orada
oturmadığıma ve şimdi size söylediklerim de dahil kalan her şeyin sahte,
uydurma olmadığına da güvence veremem. İyi ama, beyefendi, siz kimsiniz?
Buyurun, bir saçmalık daha: Söylemeniz mümkün değil...
Bir limana çıkmamak dendi mi,
çıkılacak liman kalmaz. Asla varamamak, asla varamamak demektir.
128. Pessoa’nın yan
kimliklerinden Caeiro bu konuyu geniş biçimde ele almıştır.
129. Son iki paragraf
büyük olasılıkla metnin son halinde yer almayacaktı.
130. Portekiz
kıyılarının doğusunda deniz görünmez; Pessoa bu oyuncaklı şiirsel
metinde belki bir "göz kırpıyor", belki de çocukluğu Güney Afrika’da,
Durban’da geçmiş olan yazarın bir anısı su yüzüne çıkmış.
131. Ya da: bizim
zamanımızdan daha hızlı, ama yıla vurulduğunda ne daha hızlı ne (...) yavaş..
EKLER
Vicente Guedes'in adının geçtiği
metinler
Vicente Guedes'le tamamen rastlantı
sonucu tanıştım. [132] İkimiz de sık sık, aynı
tenha, ucuz lokantaya giderdik. Göz aşinalığımız vardı ve sonunda
kendiliğinden, sessizce selamlaşır olmuştuk. Bir gün aynı masada karşı karşıya
geliverdik; öylesine iki çift laf ettik, derken sohbet koyulaştı. Her gün,
akşamla kalmayıp öğlen yemeğinde de buluşmaya başladık. Akşam yemekten sonra
bazen birlikte çıkıyor, çene çalarak biraz geziniyorduk.
Vicente Guedes bu bomboş hayata, kimi
sırlara erenlerin kayıtsızlığıyla katlanıyordu. Zihni tamamen zayıflara özgü
stoacılığa göre işliyordu.
Ruhsal yapısı yüzünden bütün arzuları
duymaya mahkûmdu; kaderi ise her şeye sırt çevirmeye mecbur ediyordu onu. O
güne dek kimse bu kadar şaşırtmamıştı beni. Bu adam, dünyadan el etek çekmek
gibi bir niyeti olmaksızın, tabiatının çizdiği doğru hedeflerin hepsinden vazgeçmişti.
Hırs içine işlediği halde, hiçbir hırs beslememenin zevkini çıkarıyordu ağır
ağır.
.. . Huzur dolu bu kitap.
Dünya dünya olalı, durgunluğunun
altında en büyük incelikleri saklayan, katıksız düşlerde en çok çığırından
çıkan insanlardan birinden geriye kalan ve kalacak olan sadece bu. Bana öyle
geliyor ki, dışarıdan insan denilen varlıklar arasında, özbilincini bu kadar
karmaşık bir şekilde yaşamış biri daha yoktur. Bu züppe ruhlu adam, var olmak
denen tesadüfün içinde hayal kurma yeteneğini taşıdı her yere.
Bu kitap, hiç hayatı olmamış bir
adamın biyografisidir. [133]
Vicente Guedes'in ne kim olduğu
bellidir, ne de ne iş yaptığı [...]
Bu kitap için onun elinden çıktı,
denemez; onun ta kendisidir çünkü. Fakat burada bize söylenen her kelimenin
ardında, karanlıkta kıvranıp duran muammaların olduğunu da unutmayalım.
Vicente Guedes için, kişinin kendini
bilmesi bir sanat, bir ahlaktı; düş kurmak ise onun diniydi.
İç asalet denen şeyi yarattı,
dört dörtlük bir aristokratın dış görünüşünün, ruh
Lüks evinin terasında otururken
hayattan sıkılan bir adamın mutsuzluğu bir şeydir; benim gibi Aşağı Şehir' de,
dördüncü kattaki bir odadan manzarayı seyretmek zorunda olan, ne yaparsa
yapsın bir yardımcı muhasebeci olduğunu un- utamayan bir adamın mutsuzluğu
başka bir şeydir.
"Tout notaire a reve de sultanes...”132 133 [134]
Resmi belgelerde, meslek hanesine büro
çalışanı diye yazdığımda kimse şaşırmazken, ben yersiz bir alaycılıkla
karışık gizli bir zevk duyuyorum. Nasıl olup da adımın ticaret yıllığında, bu
şekilde yer alabildiğini merak ediyorum.
Günlük'e epigraf:
Guedes (Vicente), büro
çalışanı, Rua dos Retroseiros[135]
Anuario Comercial de
Portugal. [136]
Bavyera Kralı II. Ludwig için cenaze
marşıyla ilgili parçalar
Ey Ölü, sana sunuyoruz ruhumuzu ve
inancımızı, umudumuzu ve huzurumuzu!
Son şeylerin ecesi, Esrarın ve
Çöküş'ün Fani Adı - seni ararken bile peşinden gitmeye cesaret edemeyeni
teselli et, rahatlat!
Tesellinin Ecesi, kayaların arasında,
hayatın çamurundan, pisliğinden uzakta, mehtapta uyuyan Göl!
Saçma Dünya'nın Bakire-Anası,
anlaşılmamış Kaos' un bir görüntüsü, saltanatını her şeye uzat ve yay -
solacaklarını sezen çiçeklere, ihtiyarlıktan titreyen vahşilere, hayat
yanılgısıyla kandırmacası arasında seni sevmek için doğmuş ruhlara!
Hayat, var olamayanlara doyamayan,
Hiçlik'ten örülü sarmal.
Yok yere sırları çözen şövalye,
getiriniz altınlarla ve ölümle dolu sayvanı. O beyaz el yere çalmazdan önce,
vazolarda solup kalan o boş düşün, kanla ve güllerle örülü anısını
hatırlayınız. 137 Yorgunluğun patlamasından hemen önce, parlak
şamdanların, sıkıntının çifte kilidi vurulmuş değerli eşyaların cilasında donuklaştığı
saatte, ipeklere bürünmüş bir haberci gibi usulca geçiniz sakin salondan.
Eski benliğiniz, efendimiz,
denizkızlarının, ölü denizlerdeki ay ışığına benzer unutuşların arasında kaldı.
Aya yalnız kendileri arzulayınca yanaşan hastalıklı suların şarkılarını duydu
ve sevincinin yarım kaldığı sarayın bahçesinde, güllerin yapraklarını yoldu tek
tek. Lavta sesleri -daha iyi şeylerin müjdesidir bu-, anlaşılmaz sesler
arasında kaybolmakta olan imparator sözlerinin (uyandırdığı?) dikkati
kulağınızdan sildi. Sevincinizi bölen varlığın elini bıraktı eliniz, çünkü içli
ezgilerin sürüklediği yalnızlıklara benzemek zorundaydınız. Ağaçların
arasındaki havuz, ada ormanları içinde bir su hayali gibiydi ve arzu [...]
gibiydi [...]
Bulut-olayda takılıp kalmış mehtap
saati, kararsız gök ve soylu delikanlıların geçişi [...]
137.
Cümle açık değil. Portekizce jarro kelimesinin
iki anlamı olduğu düşünülürse, şu şekilde de çevrilebilir: "O beyaz el
yolmadan önce yılanyastığı yapraklarında solan..."
Huzursuzluğun Kitabı'na dahil
edilmemiş parçalar
Sıska adam beceriksizce gülümsedi
bana. Bakışlarından güvensizlik okunuyordu, ama düşmanlık yoktu. Sonra tekrar
gülümsediyse de hüzünlü bir hali vardı. Nihayet, gözlerini tekrar tabağına
eğdi. Sessizce, bütün dikkatini vererek yemeğine devam etti. 138
Annesine 139
5 Haziran 1914
Bu sıralar sağlığım gayet iyi,
tuhaftır, aklım da yerinde sayılır. Gene de canımı sıkan, anlaşılmaz bir kaygı
var, ancak zihnim kaşınıyor, diye tarif edebileceğim bir şey, sanki ruhum
suçiçeği çıkaracak. Ne hissettiğimi anlatabilmek için böyle saçma sözlere
başvurmaktan başka çarem yok. Fakat size arada bir bahsettiğim o hüzünlü ruh
hallerime pek benzemiyor bu, hani hüznümün, her zamanki bildik hüzün olduğu
hallere. Şu anki ruh halimin gerçek bir nedeni var. Etrafımdaki her şey
uzaklaşıyor benden, çöküyor. Üzücü anlamıyla kullanmıyorum bu iki fi.ili. Yalnızca
görüştüğüm insanların değişimlerden geçeceğini, hatta belki de geçtiğini,
hayatlarında kimi dönemlerin kapanacağını söylemeye çalışıyorum ve bütün bunlar
---;ocukluk arkadaşlarının öldüğünü gördükçe kendini ölüme daha yakın hisseden
ihtiyarlar gibi- çözemediğim, esrarlı bir şekilde, kendi hayatımın da değişmek
zorunda olduğunu ya da değişeceğini soktu aklıma. Böyle olursa işlerin kötüye
gideceğine inanıyor değilim; hatta tam tersine. Ama bir değişiklik söz konusu
ve benim için değişiklik, bir halden bir başkasına geçmek kısmen ölmektir;
içimizden bir parçadır ölen ve ölenin, göçenin kederi ister istemez dokunur
ruhumuza.
İyisi mi açık konuşayım: Yarın en
büyük, en yakın dostum 140 Paris'e gidecek, kısa bir seyahate değil,
yerleşmek üzere; Anica teyze de (mektubuna bakınız)
kızıyla birlikte
İsviçre'ye gidecek, kızı da o sırada evlenmiş olacak. Çok sevdiğim
arkadaşlarımdan bir başkası bir süreliğine Galiçya'ya geçecek. Biri de Porto'ya
yerleşecek, o ilk söylediğimden sonra en yakın arkadaşımdır kendisi. Uzun
lafın kısası, beni saran insani ortamda öyle düzenler kuruluyor (ya da
bozuluyor) ki ya yalnız kalacağım ya da henüz bilemediğim, yeni bir yola
sapacağım. Yakında bir kitap yayımlayacak olmak gibi basit bir olay bile
hayatımı altüst ediyor. Kaybettiğim bir şey var: yayımlanmamış olma
hali. Yani olumlu yönde de olsa herhangi bir değişiklik, sırf her
değişiklik kötü olduğundan, daima olumsuzdur. Bir kusuru, bir zayıflığı
ya da bir direnişi kaybetmek de kayıptır. Düşününüz anne, bu şekilde hisseden
bir varlık, gündelik hayatın acılarının pençesinde kıvranmaya ne kadar dayanabilir
7
On yıl sonra ne olacağım
- ne on yılı, beş yıl sonra? Dostlarıma sorarsanız, en büyük çağdaş şairler
arasında sayılacakmışım - ama bunu yazmış olduklarıma dayanarak söylüyorlar,
yazabileceklerime göre değil (öyle olsa, zaten aktarmazdım ne dediklerini.. .).
Diyelim ki oldu, gerçekten bunun ne anlama geldiğini biliyor muyum? Nasıl
bir tat vereceğini nasıl bilebiliriz? Belki de şöhret, ölüm ve gereksizlik
tadındadır, zafer ise çürük kokuyordur.
H.K.
Noel günü. (Hümanizm. Noel'in
"gerçekliği" tamamen özneldir. Sadece varlığımda duyumsadığım.
Heyecan geldiği gibi geçti. Ama bir an için, gizemcilerin kurumuş soyundan
gelme sayısız kuşakların, şimdi ölmüş hayali dünyaların umutlarını ve
coşkularını paylaştım.)
Sosyoloji - politik
kuramların ve uygulamaların kullanışsızlığı.
Istırabın kötü tarafı - acıyı
tattırmasıdır, çünkü acıyla aynı tözden olan kendi kişiliğimizin tadına varırız
o an. Yaşamaya1 zevk almaya susayınca sığınılacak son sahici sığınaktır bu.
Ben ne olmanı istersem, o olacaksın.
Coşkularımla yoğrulmuş bir süs yapacağım seni, en derinimde, canımın çektiği
yerde, keyfime göre duracaksın. Kendiliğinden hiçbir şeyin yok senin. Bilinçli
olmadığına göre hiç kimse değilsin; sadece diriler arasında bir dirisin.
Qu 'est-il de frere en toi et ceux
qui veulent vivre 7141
• « *
Klasik yazarların üslubu ve
dekadanların yapıtları ruhumla uyuşuyor.
Hiçbir şeye doymadığım gibi, bütün
varlıkları merak ediyorum, bütün fikirlere oburca saldırasım geliyor [...]
kaybetmiş gibi kederleniyorum, her şeyi görüp, okuyup düşünmemizin
imkânsızlığı aklıma geldikçe..
Fakat gördüklerime dikkat etmiyorum,
okuduklarımı önemsemiyorum, düşündüklerimin arkasını getirmeye çalışmıyorum.
Şiddetli, hoyrat bir hevesle saldırıyorum her önüme gelene.
Ruhum, kendi coşkusunu bile
taşıyamayacak kadar zayıf. Eksik kalmışlığın artıklarından yoğrulmuşum, en iyi,
münzevilerle dolu bir manzara tarif ederdi beni.
Dikkatimi toplayayım desem
sayıklamaya başlıyorum; her şeyim, sisin arkasından seyredilen bir tiyatro
oyunu gibi gösterişli ve silik.
Düşünceleri söze dönüştürmeye, daha
doğrusu her bir düşüncemi bir söz olarak görmeye, heyecanlara bir şekil, bir
renk kazandırmaya, hatta tüm olumsuzlarda bir ahenk [...] dayalı bu tensel
eğilim [...]
Büyük bir ifade gücüyle yazıyorum;
hissettiğimin ne olduğunu bilmiyorum bile. Bir yarım uyurgezer, öbür yarım hiç.
Kendimi gerçekten
anlayabildiğimde, varlığımdaki kadını görüyorum.
Görkemli şafakların afyonu ve sahte
pırıltılarından kurtulan elin yanı başında, karanlığa yayılmış o harika.
Dalgın zihnimde akan o yoğun imgeler
ve doğru ifadeler seli bazen öyle güçlü, öyle hızlı, öyle gür oluyor ki öfkem
kabarıyor, kıvranıyorum, onları kaybedeceğime ağlıyorum - çünkü hep
kaybediyorum. Ömürlerini doldurduktan sonra, bir daha çağırmak mümkün olmuyor.
Aklına kazıyamadığı güzel bir yüzü özleyen âşık gibi benim de elimde tek kalan,
ölmüş insanların bıraktıklarına benzeyen, kendi varlığımın anısı; kaçıp giden
fikirlerle, imgelerle, sisten doğmuş, sisten olmuş böyle ölü şekillerle dolu
bir geçmişin uçurumuna eğilmişim.
Olmasa da olur, oynak, dalgın
benliğimi, hiçliğin içinde boğulurcasına kaybediyorum kendimden; değişkenim ve
bu özlü kelime her şeyi söylüyor, her şeyi içeriyor.
Kelimenin ahengi, çağrıştırdığı imge
ve bir fi.kir olarak anlamı gibi, her kelimede doğal olarak birbirine bağlı
olan unsurlar, bende de bağlantılı, ama ayrı ayrı. Tek bir kelime üzerinden
koca bir Kutsal Teslis kavramını anlayabilirim. "Sayısız" kelimesini
düşünüyorum şimdi, soyut ve tuhaf olduğu için onu örnek seçiyorum.
"Sayısız"ı varlığımda duymamla koca dalgalar kabararak, sonsuz denizde
bile bitmeyen bir ses üretiyor; gökler de donanıveriyor birden, yıldızlarla
değil, tüm dalgaların, ışıklı seslerden oluşan ezgisiyle ve akan bir sonsuzluk
fikri bir bayrak gibi açılarak yıldızları ya da denizin sesini gösteriyor bana
ve bütün yıldızları yansıtan bir ben'i.
Dom Sebastao'nun sisler içinde
dönmesi efsanesine zarar vermez. Sisin bağrında bütün bir tarihtir kıpırdanan
ve bize anlatılan en büyük savaşlar, en büyük bayramlar, en güzel başarılar,
siste oynanan oyunlardır sadece, uzakta, alacakaranlıkta eriyen, silinen tören
alaylarıdır.
Kendini ifade eden, somut bir ruhum
var benim. Ya varlık-dışı bir hal içinde durgunlaşırım ya da uyanırım ve bu
durumda, tüm varlığımın gözü ansızın açılmışçasına kelimelere yansıtırım
kendimi. Düşündüğümde düşünce zihnimde kuru, ahenkli cümleler halinde doğar,
onu dile getirmemden önce mi, yoksa söylemiş olduğumu fark etmemden sonra mı
aklıma geldiğine emin olamam hiçbir zaman - düşünce salt hayalidir, kelimelerse
kendiliğinden doğar içimde. Benim kafamda bütün heyecanların bir görüntüsü var,
düşler ise, bestelenmiş resimlerdir. Yazdıklarım kötü olabilir, ama
düşünebileceğim her şeyden katbekat fazla ben dir onlar. Bazen böyle
geliyor.
Yaşadım yaşayalı kendimi
anlatıyorum, kendimle olan sıkıntılarımın en küçüğü bile, üzerine biraz
eğilecek olsam, bir büyünün etkisiyle [ ...] serpilip ezgili uçurumlarda açan
renkli çiçeklere dönüyor hemen.
138. Bu kısa parça,
kitabın başında, Pessoa’nın Bernardo Soares’i tanıttığı metinle bağdaşıyor.
139. Pessoa,
Pretoria’ya, annesine gönderdiği bir mektuptan bu bölümleri Huzursuzluğun Kit- abı’nda yayımlamak düşüncesiyle, kendi
eliyle kopyalamıştı.
140. Büyük olasılıkla
Mario de Sa-Carneiro’dan bahsediyor.
141. Metinde
Fransızca: Sen ve yaşamak isteyenler arasında ne gibi bir benzerlik var?
[127] Metinde İngilizce; öğle yemeğini. (Ç.N.)
[128] Henri-Frederic Amiel (1821-1881):
İsviçreli yazar. Cenevre’de yaşadı, saygın bir akademisyen olarak bilindi.
Sağlığında pek az yapıtı yayımlandı. Asıl olarak ölümünden sonra, 17000 sayfa
tutan günlüklerinin bulunmasıyla ün kazandı. Yalnızlık ve bir tamamlanmamışlık
duygusu içinde ürettiği yapıtı, belli noktalarda Pessoa’nınkiyle benzerlik
gösterir. (Ç.N.)
[129] Pessoa, bu kitabın birçok yerinde de söz
ettiği gibi, fırtınalardan paniğe kapılacak kadar çok korkuyordu.
[130] Ya da: bulunmaz kadının.
[131] ^X. yüzyılın
başında, İspanyolcada ve İtalyancada olduğu gibi Portekizcenin imlasında da reform
yapıldı. (Ç.N.)
[132] Vicente
Guedes, Pessoa’nın ilk başta Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak
tasarladığı yan kimliklerinden biriydi. A Educaçao do Estoico’nun
"yazarı" olan Baron Teive’ye benzer.
[133] Portekizcedeki
cümle karışıktır: "Tam olarak yaşamamış birinin" ya da "hiç
yaşamamış birinin", yani var olmamış birinin, olarak da anlaşılabilir. Öte
yandan bir başka versiyonda, "Bu kitap, olaysız bir otobiyografidir,"
denilir ki, bu cümle, R. Zenith tarafından kitabın alt başlığı olarak
kulanılmıştır.
[134] Flaubert’den alıntı; metinde Fransızca;
"Her noterin gönlünde bir hanım sultan yatar ..."
[135] Kelime anlamı: Tuhafiyeciler Sokağı.
[136] Portekiz Ticaret Yıllığı. (Ç.N.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar