Print Friendly and PDF

BİR SAHTE DERVİŞİN ORTA ASYA GEZİSİ

Bunlarada Bakarsınız



Siyonizmin ünlü lideri Theodor Herzl, kendisiyle görüştükten sonra, günlüğüne şunları yazar: “Yetmiş yaşını aşkın bu topal Macar Musevisinin şahsında dünyanın en ilginç insanlarından birini tanıdım. Kendisinin Türk mü, yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu insan, Almanca kitap yazmakta, oniki dili aynı akıcılıkta konuşmaktadır, ayrıca ikisine ruhban olarak bağlandığı beş din değiştirdiğini iddia etmektedir. Bana Şark’ın binbir muammasını ve Padişah’la olan ilişkisini anlattı. Bana tümüyle güvenerek kendisinin Türkiye’nin ve İngilte­re’nin gizli ajanı olduğunu söyledi. Musevilere düşman olan bir toplumda çektiği sıkıntıları anlatarak Macaristan’daki öğretim üyeliğinin göstermelik olduğundan sözetti.” ( R. Patai, The Complete Diaries of Theodor Herzl, Londra, 1960, c,DI, s.960-3. Nakleden Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, İstanbul, 1991, s.215.)
Herzl’in deyimiyle bu “dünyanın en ilginç insanlarından biri­nin kişiliğim oluşturan daha başka nitelikleri de var: 33 dereceli masonluk, siyonizmin sadık hizmetkarlığı, sahte dervişlik, gezginlik, kaşiflik, Türk-Macar soy birliği savunuculuğu, Türk hayranlığı ve dostluğu, Jön Türklerin akıl hocalığı, devletler arası arabuluculuk... Bütün bu nitelikleri kendinde toplayan ki­şi, yazarımız Vâmbery’den başkası değildir.
Gerçekten de dünyanın en ilginç kişiliklerinden birisi olan Vâmbery 1831 yılında, bugün Çekoslovakya sınırları içinde kalan Bun Szerdahely kasabasında, yoksul bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Babasını hiç tanıyamadan kaybetti. An­nesi, kendisinin sonradan “geçimi kolay, iyi kalpli” bir insan olarak tanıttığı Fleischman adlı birisiyle evlendi.
Düzensiz biçimde süren öğrenim hayatı açlık ve sefalet içinde geçti. Sık sık bırakmak zorunda kaldığı Hristiyan okullarında okurken bir yandan da çalışmak zorunda kalıyordu. Ama daha kötüsü, Hristiyanlarca Museviliği yüzünden aşağılanırken, Musevilerce de dışlanmasıydı. Ne ki, tüm olumsuzluklara kar­şın akıl almaz zekâsı ve filolojik yeteneği kendini göstermekte gecikmedi. Sekiz yaşında Almanca ve Macarca’nın yanısıra İbranice’yi de okuyup yazmayı öğrenmiş, tüm Tevrat’ı ezberle­mişti. Onbir yaşından sonra hayatını özel öğretmenlik yaparak kazanmayı başladı. Bu arada, bildiği dillere Türkçe de eklen­mişti. Üniversite yıllarında Türkçeyi daha da ilerletti.
Yirmiyedi yaşına kadar Macaristan’ın çeşitli kentlerini dolaşa­rak serseri bir hayat sürdüren Vâmbery, ünlü doğubilimci Hammer’in önerisi üzerine, hayatında bir dönüm noktası oluşturan kararını vererek İstanbul’a gitti (1857). Bir süre, hayatını ka­zanmak umuduyla yabancıların yaşadığı çevrelerde zaman öl­dürdü. Ama çok geçmeden Müslüman halk arasına karışmanın kendisi için daha yararlı olduğunu anladı. Kısa bir zamanda da paşa konuklarının aranılan öğretmenlerinden birisi durumuna geldi.
Ama yıldızı, dönemin önde gelen devlet adamlarından Hüseyin Daim Paşa’nın konağına yerleştikten sonra parladı. Bu Paşa, kendisine Reşid Efendi adını verdi. Arkasından, çeşitli nazırlık­larda bulunan Sadık Rıfat Paşa'nın konağına geçti. Bu konak­larda Osmanlı aristokrasisinin hayat biçimini, gelenek ve göre­neklerini öğrenerek “tipik bir Türk centilmeni” oldu. Ünü sara­ya kadar yayıldı. Abdulhamid’in kız kardeşi Fatma Sultan’a Fransızca dersleri verdi. Bu sırada, zaman zaman derselerine katılan, sonradan yakın bir ilişki içine gireceği Abdulhamid'le de tanıştı. Başta Mithat Paşa olmak üzere, ileride önemli görev­ler üstlenecek birçok kişiye de öğretmenlik etti. Bu arada kendi­sine Hariciye Nezareti’nde tercümanlık görevi verildi.
Vâmbery, rahata ve bolluğa kavuşmuştu ama, içindeki öğren­me ateşi sönmek bilmiyordu. Boş zamanlarını ya bir kütüpha­nede araştırmalar yaparak ya da medreselerde ders izleyerek değerlendiriyordu. Bu çalışmalarıyla bir yandan Arapça ve Farsça’yı, diğer yandan çeşitli İslâm bilimlerini öğreniyordu. Bu arada bilimsel çalışmaları da elden bırakmıyor, küçük bir Almanca-Türkçe sözlük hazırlayıp yayımlıyor, Abuşka Lügati olarak bilinen Çağatayaca-Osmanlıca sözlüğü Macarca’ya çe­viriyordu. Öte yandan da hem Macar Bilimler Akademisi 'ne, hem de Batı’nın önde gelen gazetelerine muhabirlik yapıyor; yazı ve yorumlarıyla kendisine uluslararası bir yer ediniyordu.
Dört yıl süren bu ilk İstanbul hayatı, Vâmbery'nin kafasında önemli bir düşüncenin yerleşmesine neden oldu. Orta Asya'dan gelen hacılarla görüşmelerinin uyandırdığı bu düşünce, bir Orta Asya gezisine çıkarak Macar dilinin köklerini araştırmaktı. O dönem için son derece tehlikeli olan bu düşünce, giderek Vâmbery’nin başlıca amacı haline gelecek, gerçekleştirme yol­larını araştırmaya başlayacaktı. Bu nedenle İstanbul'dan ayrılarak Budapeşte’ye geldi (1862). Burada, Bilimler Akademisi’nde Türkiye hakkında bir konferans verdi. Sonra, akademi başkanına düşüncesini açarak desteğini kazandı. Kurumdan al­dığı mali destekle yeniden İstanbul’a döndü.
Bu ikinci İstanbul yolculuğu, Vâmbery’yi, bir derviş kılığında Orta Asya içlerine kadar götürecekti. Vâmbery’ye büyük ün sağlayan, kendisine “Orta Asya Kaşifi” ünvanını kazandıracak olan bu yolculuk, elinizdeki kitabın konusunu oluşturuyor. Bir yılı aşkın bir süreyi içine alan Orta Asya gezisinin arkasından, İstanbul’da sadece birkaç saat kalan Vâmbery, soluğu Buda­peşte’de aldı. Akademi başkanının itiraflarına karşın, bulgulan bilim çevrelerince ciddiye alınmadı. Bunun üzerine, yolculuğu öncesinde, Tahran’daki temsilcileri aracılığıyla bağlantı kurdu­ğu İngiltere’ye gitti.
İngiltere’de büyük bir ilgiyle karşılandı Vâmbery. Orta As­ya’ya ilişkin notlarını Coğrafya Kurumu’na verdi. Gözlem ve izlenimlerini yazılarıyla, konferanslarıyla bilim çevrelerine ve kamuoyuna anlattı. Fakat bir süre sonra buradaki hayat tarzın­dan sıkılmaya başladı. Herkesin maddi çıkar peşinde koşup dur­masından nefret ediyordu. Burada, Doğu dünyasındaki doğal ve içtenlikli hayatın özlemini çekmeye başladı. Sonunda, iki dünya arasında köprü olarak kabul ettiği ülkesine dönmeye ka­rar verdi.
Budapeşte’de yapacağı en uygun iş, üniversitede bir görev al­mak olacaktı. Üniversitede bir Doğu dilleri kürsüsü açmak üze­re başvurdu. Başvurusu, akademik kariyeri olmaması, özellikle de Yahudi oluşu gibi nedenlerle olumlu karışılanmadı. Ama ıs­rarlı çabalan sonunda isteğine kavuştu. Böylece Vâmbery’nin en verimli yıllan başladı. Orta Asya üzerine yazdığı inceleme­ler Macaristan, Türkiye, İngiltere, Fransa ve Almanya’da ya­yımlandı. Avrupa’nın yüksek trajlı gazete ve dergilerinde siya­sal makaleler yazdı, önemli merkezlerde konferanslar verdi. En önemlisi, Çağatayca Dil İncelemeleri, Uygur Dil Anıtlan ve Kutadgu Biliğ, Türkçe ve Tatarcanın Etimolojik Sözlüğü gibi kitaplarının da içinde bulunduğu bilimsel eserlerini kaleme al­dı.
Kısa bir sürede kendisini tüm dünyaya bir numaralı Orta Doğu ve Asya uzmanı olarak kabul ettiren Vâmbery’nin eserlerinde, siyasal makalelerinde ve konferanslarında bu bölgeler ağırlıklı bir yer tutuyordu. Özellikle makale ve konuşmalarında Rus­ya’nın Orta Asya’ya yönelik yayılmacı politikalarına şiddetle karşı çıkıyor, İngiltere’nin bu bölgede çağdaşlaştırmacı bir gö­rev üstlenmesi gerektiğini savunuyordu. Dikkati çeken diğer bir yönü de Türklere duyduğu hayranlık ve bağlılıktı. Vâmbery, dünya kamuoyu önünde, “İftiraya uğramış bir ulus” olarak nite­lediği Türklerin hak ve çıkarlarının savunuculuğunu yapıyor­du. Bu yönü, II. Abdülhamid’in dikkatini çekmekte gecikmedi. Yabancılara karşı çok temkinli davranan, elçileri bile binbir güçlükle kabul eden Sultan, görüşmek üzere Vâmbery’yi İstan­bul’a davet ederek Yıldız Sarayı’nda ağırladı (1880). Böylece uzun süreli yakın bir ilişkinin temelleri atıldı.
Başta Mısır’ın işgali olmak üzere ortaya çıkan birçok sorun ne­deniyle Qsmanlılarla geleneksel ilişkileri bozulma noktasına gelen İngilizler, resmî görevlilerinin üstesinden gelememesi üzerine, sorunların çözümlenmesinde arabuluculuk yapacak, uzlaşma imkânlarını araştıracak, Sultan’ın gerçek düşünce ve politikası hakkında bilgi edinecek sivil bir adama ihtiyaç duy­dular. Abdulhamid’in güvenini kazanmış tek yabancı olan Vâmbery’den daha uygun birisi bulunamazdı. Kendisine teklif edilen bu görevi Vâmbery, Türk-İngiliz dostluğunun tehlikeli boyutlara ulaşan Rus yayılmacılığına set çekeceği düşüncesiy­le kabul etti (1883). Bu kabulle birlikte Vâmbery’nin İngilizler hesabına casusluk ya da uluslararası arabuluculuk dönemi baş­ladı.
Vâmbery, İstanbul’a giderek Abdulhamid’le görüştü. Edindiği bilgileri iki rapor halinde İngilizlere bildirdi. Bir süre sonra da Abdulhamid tarafından ikinci kez İstanbul’a davet edildi. Abdulhamid, görünüşte, Türkiye kütüphanelerinde araştırma yap­ması için çağırıyordu, ama asıl amacı Vâmbery’yi kendi adına İngilizlerle ilişki kurmaya razı etmekti. Böyle bir göreve dün­den hazır olan Vâmbery, Abdulhamid’le görüştükten sonra İngilizlere mektup yazmaya başladı. Ama daha ikinci mektubu, İngilizlerce Vâmbery’nin sultan tarafından satın alındığı bi­çimde yorumlandı. Ama yine de sürdürdüler yazışmayı. Ne ki, Vâmbery’nin on yılı aşan bir süre boyunca gösterdiği çabaya karşın İngilizler, geleneksel politikalarından vazgeçip Rusya ile birlikte Türkiye’yi paylaşma stratejisini benimsediler. Bu politika değişikliğini şiddetle protesto eden Vâmbery, daha sonra İngilizlerin Abdulhamid’le görüşmesi yolundaki isteklerini reddetti.
Vâmbery, İngiltere ile Osmanlı Devletini uzlaştırma çabalanın sürdürürken, ikinci bir görev daha üstlendi. Bu yeni görev, Abdulhamid’i Yahudilerin Filistin’de toplanarak kendi devletleri­ni kurmalarına izin vermeye ikna etmekti. Yahudiliği nedeniyle dışlanmanın acısıyla büyüyen Vâmbery, Theodor Herzl’in yar­dım isteği üzerine (16 Haziran 1890) bu konuda elinden geleni yapacağına söz verdi. Vâmbery, Herzl’in önerisini Abdulhamid’e götürdü, bir yıl sonra da, doğrudan görüşmelerini sağladı. Herzl, Filistin karşılığında tüm Osmanlı dış borçlarını konsoli­de etmeyi öngörüyordu. Bu öneriyi reddeden Abdulhamid, sü­ren pazarlıklar sonunda, Yahudi göçmenlere kapılan açmayı, Osmanlı uyruğuna girmeleri şartıyla bunlara, Filistin dışında istedikleri her yerde kolonizasyon izni vermeyi, buna karşılık Yahudilerin Osmanlı borçlarını konsolide etmelerini, varolan ve bulunacak olan tüm madenlerin işletilmesini üstlenmelerini önerdiyse de Herzl buna yanaşmadı. Vâmbery’nin bu konudaki çabalan da sonuçsuz kaldı.
Vâmbery, Abdulhamid’le ilişkilerini sürdürürken, Jön Türkler­le görüşmekten de çekinmedi. Peşte’deki evi Jön Türklerce sık sık ziyaret edildi. Vâmbery, bu idealist ama genç ve deneyimsiz insanlara İslâm ve batılılaşma üzerine dersler, Türkiye’de parlamentarizmi yeniden oluşturabilmeleri için öğütler veriyordu. Abdulhamid bu ilişkiden habersiz değildi, “sen de onlardansın” diye sitem ediyordu. Ama Vâmbery’nin dostluğu kişisel değil­di. O daha çok Türk ulusunun dostu sayıyordu kendisini ve her durumda bu ulusa hizmet etmeyi borç kabul ediyordu. Bir gö­rüşmelerinde, “Dün hiç idim, bugün ilmim var, şöhretim var.. diyecektir Tunalı Hilmi’ye ve şöyle sürdürecektir sözlerini: “Hep Türkler sayesinde. Ben bu nimete mazhariyetten mütevellid hatıratı hiç unutmam. Türkler için düşünmekten, Türkler için çalışmaktan geri durmam.” [Cemal Kutay, Sahte Derviş, İstanbul, 1970, s.5-6, 82 ve 100.]
Gerçekten de Vâmbery, ömrünün sonuna kadar bu sözünün eri olmuş, dünya basınındaki yazılarıyla Türklerin hak ve çıkarlarını korumaya çalışmış, Türk aydınlanyla yaptığı görüşmeler­de, verdiği konferanslarda Türk dünyasının iyiliği için doğrulu­ğuna inandığı görüş ve düşüncelerini açıklayarak, onlara biri­kimlerini aktararak yol göstermeye çalışmıştır. Örneğin sırf bu amaçla İstanbul’a gelerek konferans verir, Türkçü aydınlara sü­rekli bilgi, belge ve ders notları gönderir.
14 Eylül 1913 tarihinde öldüğünde, belleklerde “Türk dostu” olarak derin bir iz bıraktı. Ahmet Hikmet Müftüoğlu onu, ‘Türk âleminin mümtaz ve eşsiz bilgini aziz üstad” olarak anar. Cemal Kutay ise, onun Orta Asya’dan “ateşli bir Türkçü” olarak dön­düğünü öne sürer. ( Tunalı Hilmi,  Peşte'de Reşid Efendi ile, Kahire, 1317. Nakleden Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, İstanbul, 1991, s.254-5.) Hakkında, Saraydaki Casus adlı bir mo­nografi yayımlayan Prof. Dr. Mim Kemal Öke de şunları söylü­yor:
“Bizim için ise Vâmbery’nin ayrı bir yeri vardır. O araştırmalarıyla dikkatimizi Orta Asya’ya çekerek, tarihimizi milattan en az ikibin yıl öncesine değin uzatmış, millî kültürümüzün vazgeçilmez bir boyutunun kazandırılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Ayrıca, bu bağlamda Vâmbery Oryantaliz­mi’ndeki vurgulama farkını da kaydetmek isteriz. Sırf Batı normlarına uymuyor diye Türk çalışmalarına küçümseyici bir gözlükle bakmayı bir yöntem alışkanlığı haline getiren bazı pe­şin hükümlü yabancı doğubilimcilere kıyasla Vâmbery, her za­man Avrupa karşısında Türk uygarlığının üstünlüğünü savun­muş gerçek bir ilim adamı ve Türk dostu olarak hatırlanmalı­dır. [ Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, s.273.]
19. yüzyılın ikinci yansına gelindiği, Orta Asya hâlâ bilinmez­liğini koruyordu. Bilinmezliğin karanlığına gömülü bu gizemli ve korkulu ülkeyi keşfetme girişimleri tam bir başarısızlıkla so­nuçlanmıştı. Bu gizi çözmeye çalışan batılı gezginler ya öldü­rülmüş ya da köle olarak satılmıştı. Kendi halkından birisinin bile tek başına uzun bir yolculuğa çıkamadığı bu ülkeyi bir ya­bancının, hele hele bir batılının gezip dolaşması imkânsızdı.
Gerçekleştirdiği geziyle Vâmbery, bu imkânsızı başardı. Gerçi derviş kimliğine bürünmüştü ve elinde bir Osmanlı pasaportu taşıyordu. Ama yine de onun başarısı geniş ön araştırmalarından, zekasından, bilgi ve beceresinden kaynaklanıyordu. Çün­kü bölgede tüm Müslümanların halifesi olarak kabul edilen Osmanlı Sultanının, kendi istekleri üzerine, Buhara’ya gönderdiği askerî öğretmenler bile güvenlik içinde olamamışlar, içlerinden yalnız birisi kaçmayı başararak hayatını kurtarabilmişti.
Vâmbery, gezisine uzun bir hazırlıktan sonra Tahran’dan baş­ladı. 28 Mart 1863 tarihinde çıktığı yolculuğu tam bir yılda ta­mamladı. Gezisi sırasında hanlık merkezleri olan Hiyve, Buhara ve Semerkant’a uğradı. Semerkant’tan Herat’a, oradan da Tahran’a geçerek yolculuğunu tamamladı. Bu uzun ve tehlikeli gezisi boyunca daha birçok yerleşim alanını görmek, incele­mek; hâlâ göçebe halinde yaşayan toplulukları tanımak imkânı buldu.
Vâmbery, gezisi sırasında, gördüğü yerler, tanıdığı topluluklar hakkında, tüm kasaba ve kentlerin fizikî, askerî ve etnik yapıla­rından halklarının ekonomik ve kültürel özelliklerine, gelenek ve göreneklerinden sayılarına, birbirleriyle ilişkilerine varınca­ya kadar son derece geniş ve kapsamlı bilgiler topladı. Ülkesine dönünce, zaman zaman Macarca olarak, ama Arap alfabesiyle tuttuğu notları belleğindeki bilgilerle bütünleştirerek “Bir Sah­te Dervişin Orta Asya Gezisi”ni oluşturdu.
Vâmbery’nin topladığı bilgiler tüm batılı ülkeler, özellikle de Ruslar ve İngilizler için büyük önem taşıyordu. Ruslar, bu böl­geyi istila planlan içindeydi. Hindistan’a yerleşen İngilizler ise, burayı da nüfuz alanları içine almak istiyorlardı. Geziyi tamam­layıp Tahran’a dönünce, Rus büyükelçisi Von Giers, “Rus­ya’da parlak bir gelecek” karşılığında bu bilgileri Vâmbery’den almak istedi. Ama o, Ruslara duyduğu düşmanlık nedeniyle bu görevi geri çevirdi.
Ülkesinde de beklediği ilgiyi göremeyen Vâmbery, İngilte­re’ye giderek tüm notlarını İngiliz Coğrafya Kurumuna (Royal Geographical Society) teslim etti. Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi’ni de burada yayımlattı (Travels in Central Asia, Lond­ra, 1864). Eser daha sonra Fransa’da (Voyages d’un Faux Derviche dans l’Asia Centrale, Paris, 1865), Macaristan’da (Kozep-Azsiai Utazas, Peşte 1865), Almanya’da (Reise in Mittelasien, Leipzig 1865), İtalya’da (Viaggi di un falso dervish nell’Asia Centrale, Milano, 1865) ve nihayet Türkiye’de (Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vustada Seyahati, İstanbul, 1295/ 1878) yayımlandı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Asya, Vâmbery’nin gezip dolaştığı zamankine benzer bur duruma geldi. Vâmbery, bölgenin önemini, Rusya ile bağlantılı olarak şöyle açıklıyordu:
“Ruslar, yarınki kudretlerini Orta Asya’dan alacaklardır. Çünkü Avrupa kıtasından büyük, on bir milyon kilometrekare olan bu tarihî diyarda tabiat cömert ve sonsuz dere­cede zengindir. Her türlü maden vardır. Yeraltı su kaynaklan bugün stepleşmiş gözüken geniş sahaları en verimli topraklar haline sokabilir. İpek yolu şeklen kapanmıştır: Dünyaya hâkim olacak bir devlet, insanlığın üzerinden akıp gittiği temel yollar­dan müstağni kalamaz. Ruslar, rejimleri ne olursa olsun, Türk anavatanını elden kaçırmamak için icabında hatıra gelebilecek bütün entrikalara başvuracaklar, şeklen sulhsever olacaklar, gerektiği zaman ırklarının ve idare tarzlarının kendilerine en uygun şekli olan zulmü ve istibdadı bütün dehşetiyle tatbik ede­cekler, bu geniş kıtayı sömürmeye devam edeceklerdir. Bunda da şüpheniz olmasın ki, muvaffak olacaklardır. Zamanın tekni­ğini, Avrupa karasındaki topraklarından daha büyük dikkatle buraya sokacaklar, bakir kıymetleri işleyeceklerdir. Bu yol ve tarz onların cihan devleti olabilmeleri için tercih etmeye mec­bur oldukları yoldur. Dünyaya hakim olmak iddialarını ve ihti­raslarını başka türlü devam ettiremezler.”( Cemal Kutay, Sahte Derviş, s.83.)
Bugünde, birçok devlet, aynı nedenlerle, Orta Asya ile ilgili he­saplar yapıyor. Sözün kısası, Orta Asya hâlâ önemini koruyor. Özellikle bizim için bilinmezliğini de. Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, biz bu bilinmeyen ülkede adım adım dolaştıracak, bütün sırlarını önümüze serecektir.
N. Ahmet Özalp
Sh: 7-16
Kaynak: Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi,  Arminius Vambery , Hazırlayan N. Ahmet Özalp, Orijinal Adı: Bir sahte dervişin Asya-yı Vustâ'da seyahati,Ses Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 1993, İstanbul,


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar