ÇATIŞAN KÜLTÜRLER-Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler
1492’nin çeşitli yıldönümleri ve 1492’nin farklı yerlerde, farklı
insan gruplarınca algılanmasında ve anılmasında görülen keskin karşıtlıklardı. Amacım
başta İber Yarımadasındaki Müslüman iktidarının son ileri karakolu Gırnata’nın
(Graneda) Hıristiyanlarca fethedilmesi ve birkaç ay sonra İspanya’nın her
yanındaki Yahudilerin ülke dışına sürülmesi olmak üzere aynı yıl içinde meydana
gelen başka bazı olaylara dikkat çekmek, görünüşte birbirinden farklı olan bu
olayların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermek ve bunu yaparken de üç
süreci, yani fetih, ülkeden çıkarma ve keşif süreçlerini uluslararası,
dinlerarası ve hatta denebilirse kıtalararası tarihin oluşturduğu daha geniş
bir çerçeve içine oturtmaktı.
Avrupa’nın batı ucunu geri almaya ve yeniden fethetmeye yönelik
uzun mücadelenin tamamlandığının işareti olan Hıristiyanların Gırnata’yı ele
geçirmesi, Avrupa’nın büyük karşı saldırısına da zemin hazırladı. Derin bir
anlamda bu karşı saldırının başlangıç noktası İspanyol ve Portekiz
denizcilerinin seyahatleriydi.
1492’ye gelindiğinde İber Yarımadası’nın her yanında Hıristiyan
yönetimi hüküm sürmekteydi; ama Yahudiler ve çok daha büyük sayıdaki
Müslümanlar olmak üzere geride Hıristiyan olmayan birçok insan kalmıştı.
İspanya’nın ve birkaç yıl sonra da Portekiz’in Hıristiyan hükümdarları, yeniden
fetih ve karşı saldın sürecinin zorunlu bir parçası olarak bunları tasfiye etme
işini yerine getirdi. İki azınlıktan daha küçüğü ve daha zayıfı Yahudilerin
kovulması atılan ilk adım oldu. Daha büyük çapta, daha karmaşık ve daha
tehlikeli bir iş olan Müslümanların ülkeden atılması ise biraz daha uzun bir
zaman aldı.
Avrupa’nın yayılması her iki uçta aynı anda meydana geldi ve her
ikisinde de yüzyıllar boyunca sürmüş Müslüman egemenliğini ortadan kaldırma
çabasıyla başladı. Doğuda Ruslar uzun bir mücadelenin ardından sonunda
tarihçilerinin deyişiyle “Tatar boyunduruğu”ndan kurtulmayı başardı. Batıda
Hıristiyanlar sekiz yüzyıl önce kurulmuş olan Mağribi egemenliğine ve hatta
zaman içinde Mağribi varlığına son verdiler. Avrupa’nın hem doğusunda, hem de
batısında yeniden dirilen Hıristiyanlar bu mücadeleyi düşman kampın içlerine
taşıdılar. Doğuda Ruslar Tatarları önlerine katarak Tatar topraklarına
girdiler, Orta ve Kuzey Asya üzerinde bir egemenlik kurdular. Batıda daha sonra
öteki denizci halkların da izlediği İspanyollar ve Portekizliler, kovaladıkları
Mağribilerin peşinde Afrika ve Asya’ya yöneldiler ve neredeyse tesadüfen
Amerika’yı “keşfedip” sömürgeleştirdiler.
Bernard Lewis
Princeton, Şubat 1994
Princeton, Şubat 1994
Duyarlı
bir Venedik yurttaşı 13 Nisan 1602’de, Fondaco dei Turchi’nin sürekli hizmet
vermek üzere kurulması önerisine karşı çıkan bir dilekçeyle cumhuriyet
yönetimine başvurdu. Kenti ziyaret eden Türk tüccarlara yiyecek ve barınak
sağlayan bu kurum, dilekçe sahibine göre bir dizi nedenden dolayı sakıncalı ve
tehlikeliydi. Tek bir yerde çok sayıda Türk’ün varlığı kaçınılmaz olarak bir
caminin inşasını ve Muhammed’e tapınılmasını getirecekti. (Anlaşılan dilekçe
sahibi İslamiyet hakkında çok az şey biliyordu. Müslümanlar Muhammed’e
tapmazlar.) Bu durum halihazırda Yahudi ve Protestan Alman varlığının yol
açtığından daha büyük bir skandal olacaktı. Bir kere, Türklerin sefih
davranışları ahlak bozucu bir etki yaratacaktı. Ayrıca, çok daha önemlisi
Fondaco Türklerin siyasal tasarılarını kolaylaştıracaktı. Böylelikle “tek bir
padişahın yol gösterdiği ve büyük bir deniz gücüyle donanmış” Türkler, “bir
reis ya da hükümdardan yoksun” ve “dünyanın ayaklar altına aldığı” Yahudilere
oranla Venedik’e çok daha fazla zarar verebilirdi.[1]
Müslümanlar
ile heretikler arasında bağlantı kurmak alışılmadık bir şey değildi. Ortaçağ
Batı dünyasında yaygın olan bir hikâye daha da ileri giderek, Muhammed’i,
papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve
orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.[2]
Hatta bu tür saçma fantezilerin ötesinde, Protestanlara yönelik Katolik
polemikleri bazen İslamiyeti erken bir Reform hareketi gibi sunuyor,
suretlerden hoşlanmama, Teslis ve Mariolatry
(Meryem’e tapma) öğretilerini reddetme gibi ortak yönlerini ve başka bir düzeyde
de padişah ile Protestan hükümdarlar arasındaki danışıklı dövüş iddialarını
ileri sürüyordu. Ama Müslümanlarla Yahudileri kilise ve din düşmanları olarak
göstermek çok daha eski ve çok daha yaygındır; bu anlayışın kökleri en azından
Birinci Haçlı Seferi dönemine kadar inmektedir.[3]
Karanlık
Çağ denen dönemde Hıristiyan Avrupa’daki Yahudiler oldukça ileri bir
hoşgörüden yararlanmışlardı. Yahudilerin sıkıntıları Haçlı askerlerinin Kutsal
Topraklar’da kâfirlerle çarpışmaya koyulması ve işe önce içerideki kâfirlerden
başlamanın uygun olacağını düşünmesiyle ortaya çıktı. Dönemin bir İbrani
tarihçisi durumu şu sözlerle anlatıyordu:
Artık
yola çıkma zamanı geldi. Yahudilerin oturduğu kentlerden geçerken birbirlerine
şöyle dediler: “Bak şimdi, kâfir mabedini arayıp bulmak ve İşmaeloğullarından intikamımızı almak için uzun bir yola
koyuluyoruz; oysa burada tam da içimizde ataları O’nu haksız yere katledip
çarmıha germiş Yahudiler bulunuyor. İntikamımızı önce onlardan alalım, İsrail
adının bir daha hiç hatırlanmamasını sağlamak üzere ülkelerimizde onların
kökünü kazıyalım ya da onlara kendi dinimizi kabul ettirelim.”[4]
11. yüzyıl sonlarından başlayarak Orta
ve Batı Avrupa’daki birçok Yahudi cemaati din değiştirme ya da ölme, daha
doğrusu onların bakış açısıyla dinden çıkma (irtidad) ya da din uğruna şehit
olma arasında bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya bırakıldı. Çoğu kez bu
feveranları kışkırtan da bizzat inananları yeni bir Haçlı seferine çıkmaya
çağıran kişiler ya da yetkili makamlardı. Bunlar arasında heretikleri ve
Yahudileri sindirmede dikkate değer başarılar kazanmakla birlikte, insanları
Haçlı Seferleri için harekete geçirmede çok daha az başarılı olan 15. yüzyılın
Fransisken vaizi ve Engizisyon yargıcı Joāo de Capistrano gibi meşhur
şahsiyetler de vardı. Daha sonra azizler listesine alman Joāo’nun adı hâlâ
Kaliforniya haritasını süslemektedir.
Dinsel
duyarlılığın en üst düzeye çıktığı, Hıristiyan âleminin gerek içeride gerekse
dışarıda bölünme, heretiklik ve inançsızlığın oluşturduğu üç yönlü bir tehdit
altında göründüğü o günlerde, daha önce ay kın görüşlere karşı gösterilmiş
olan ve her zaman nazik bir dengeye dayanan hoşgörü iyice azalarak yok denecek
bir düzeye kadar indi. Özellikle Hıristiyanlık adına geri alınmış olan yeni
topraklarda Yahudiler ve Müslümanlar, güçlükle kazanılmış olan Hıristiyan
birliği ve bağımsızlığı için sürekli bir tehdit olarak görülmekteydi. Batı
Avrupa’da Yahudiler ile Mağribiler, Doğu Avrupa’da da Yahudiler ile Türkler
polemik yazılarında, vaazlarda ve hatta yerel birimlerin, kralların ve
papaların yasal düzenlemelerinde genellikle Hıristiyan âleminin düşmanları
olarak birlikte anılmaktaydı. Onların gündelik alışkanlıkları bile sanki bu
algılayışı doğrular gibiydi. 1670 gibi geç bir tarihte, Akdeniz’deki bir gemide
görevli olan ve zamanını bir günce tutup kötü şiirler yazarak geçiren bir
İngiliz askeri vaizi bu çağrışımın bir yönünü şöyle yansıtmaktaydı:
Tanrım Kral Charles’ı, York Dükü’nü
Ve kraliyet ailesini
Domuz eti yemeyen Yahudi ve
Türklerden sen koru;
Güzel Efendimiz kurtar beni.
Bu
ortamda ateşli kuruntuların bazen fesada dönük tertipler görmeye yönelmesi
şaşırtıcı değildir: Müslümanlar zaman
zaman Yahudi ajanı, daha sıklıkla olmak üzere Yahudiler de Müslüman ajanı,
gizli görevlisi ya da en azından sempatizanı sayılmaktaydı. 1877-88 arası gibi geç bir dönemde, Disraeli’nin izlediği Türk
yanlısı politikanın Liberal muhalifleri bu sava sarılmaktaydı. Parlamento’daki
Liberal üyelerden biri ve yazar T. P. O’Connor’a göre, “onun [Disraeli’nin]
Türkiye sorununa (...) genel bakışını belirleyen, bir Yahudi olarak Türklerin
hısmı olması ve yine bir Yahudi olarak kendini Türklerle ortak davaya baş
koymak zorunda hissetmesi”ydi. Seçkin bir tarihçi ve Oxford öğretim üyesi olan
E. A. Freeman daha da ileri gitmekteydi: “Avrupa genelinde basının
en sıkı Türk taraftarı olan kesimi büyük ölçüde Yahudilerin elindedir. Çok
küçük bir istisna grubu dışında, Yahudiler her yerde Türk dostudur.” Liberal Parti’nin lideri Gladstone bile Argyll Dükü’yle bir
sohbetinde şu belirlemede bulunmaktaydı: “Dizzy’nin gizli Yahudiliğinin bu
politikalarla bir ilişkisinin olduğu yolunda güçlü kuşkularım var.”[5]
Victoria dönemi İngiliz liberallerinin bile bu doğrultuda düşünüp
konuşabildiği göz önüne alınırsa, hoşgörünün daha az olduğu zaman ve
mekânlarda başka kimselerin çok daha yoğun kuşkular beslemesine ve Yahudilere
karşı harekete geçmeye yatkın olmasına pek şaşmamak gerekir.
Yeni
birleşmiş olan İspanya’nın Katolik hükümdarları, Ocak 1492’de Gırnata
zaferinden sonra kendilerini iki tehlikeyle karşı karşıya buldular. Bunlardan
biri siyasal ve askeri nitelikteydi: Bir Müslüman karşı saldırısı tehlikesi.
Akdeniz’in öteki ucunda, kırk yıl kadar önce Konstantdnopolis’i ele geçirdikten
sonra muzaffer bir tavra giren yeni ve kudretli bir Müslüman imparatorluğu hem
ordu, hem de deniz gücünü batıya doğru genişletiyordu. Mağribilerin 1578’de Üç
Kral Çarpışması’nda Portekizlileri ezici bir yenilgiye uğratmalarının da
gösterdiği gibi, yalnızca birkaç mil ötedeki Kuzey Afrika’da hâlâ zorlu
Müslüman kuvvetleri vardı. Müslümanların olası bir geri dönüşüne karşı
savunmaya ve belki önce davranmaya dönük tedbirler almak gerektiği açıktı.
Öteki
tehlike dinsel nitelikteydi. Bu bakımdan İslamiyet artık tehlikeli bir düşman
olarak görülmemekteydi. İlahiyat çerçevesindeki bir hesaplamada, deyim
yerindeyse, İslamiyete aldırış edilmeyebilirdi. Hıristiyanlığın yeryüzüne
inişinden sonra geldiği için, Hıristiyan anlayışına göre zorunlu olarak
asılsızdı ve heretik bir akım ya da bir sapma olarak bertaraf edilebilirdi.
Hatta Hıristiyan eskatologyası içinde Vahiy Kitabı’nda sözü edilen “şeytan”
kapsamında ele alınabilirdi. Müslüman ilerleyişi sırasında dönmeler arasında
çok güçlü olan İslamiyetin çekiciliği, geri çekilmeleriyle birlikte zayıflamaya
yüz tutmuştu. Osmanlıların olağanüstü zaferleri bile, halifelerin daha önceki
zaferlerinde olduğu gibi fethedilen topraklarda çok sayıda insanı İslamiyetin
kesinlikle Allah’ın hakiki dini olduğuna inandıramamaktaydı.
Buna
karşılık Yahudilerin farklı bir durumu vardı. Siyasal ve askeri açıdan güçleri
önemsizdi. Venedikli dilekçe sahibinin işaret ettiği gibi, onlar öndersiz ve
ayaklar altında çiğnenen bir halktı; isteseler bile herhangi bir zarar
verebilecek güçleri yoktu. Ama Yahudiliğin zımnen Hıristiyanlık için
oluşturduğu dinsel tehdit başka bir konuydu. Hıristiyanlıktan sonra değil, önce
geldiği için heretik bir akım ya da bir sapma olarak savuşturulması mümkün
değildi. Adını Eski Ahit olarak değiştirerek İbranice Kitab-ı Mukaddesi benimseyen Hıristiyanlar, buna vahyi tamamlamak ve Tanrı’nın
Yahudilere vermiş olduğu sözleri yerine getirmek üzere İsa’nın nasıl geldiğini
açıklayan bir Yeni Ahit eklemişlerdi. Bu mantığa göre, yeni indirilen dini hoş
karşılayıp benimseyen ve Tanrı’nın seçtiği yeni lütuf sahibi olarak Hıristiyan
kilisesiyle kimliklerini birleştiren ilk kişilerin Yahudiler olması gerekirdi.
Birçok
Yahudi gerçekten de bu görüşü benimsedi ve sonradan Hıristiyan âlemine dönüşen
cemaatin çekirdeğini oluşturdu. Ama ötekilerin ısrarla Hıristiyanlığı
reddetmesi ve Yahudiliğin ayrı bir din olarak varlığını sürdürmesi, birçok
Hıristiyan tarafından inançlarının ana ilkelerine karşı çıkma olarak
görülmekteydi. Müslümanların tersine Yahudiler Eski Ahit’i bilmemekle ya da
Tercih ve Vaat’ten habersiz olmakla suçlanamazdı. Dolayısıyla bu kitaplara ve
öğretilere ilişkin Hıristiyan yorumunu kabul etmeye yanaşmamaları, en duyarlı
olduğu bir alanda Hıristiyanlığa meydan okumaydı.
Zorla
Hıristiyanlaştırılan ve yeni inanca göre yetiştirilen çok sayıda Yahudinin yine
de gizlice eski inançlarını korumada ve bunu, doğarken vaftiz edilen ve
Hıristiyan olarak eğitilen çocuklarına ve torunlarına aktarmada diretmesi, bu
meydan okumayı ve üstü örtülü hakareti daha incitici hale getirmekteydi.
Yahudileri ülkeden çıkarmanın gerekçelerinden biri, boyun eğmeyen ve din
değiştirmeyen Yahudilerin süregelen varlığının baskı altında vaftiz olmayı
kabul edenlerin gerçekten yeni dine dönmesini kösteklemesi ve sürekli ayakta
kalan bir dinden çıkma tehlikesi yaratmasıydı.
Yahudilerin
en azından kilise otoritesi için yarattığı bir başka ve uzun vadede daha sinsi
bir tehdit vardı. Bu tehdidi doğru bir biçimde belirleyen Aziz Joāo de
Capistrano, Almanya’da ve Viyana’da verdiği vaazlardan bazılarında Yahudilerin
Hıristiyanlar arasında yaymaya çalıştığı “aldatıcı” bir görüşten söz ediyordu: “Yahudiler herkesin kendi inancına göre günahlardan
kurtulup mağfirete erebileceğini söylüyor, oysa bu olanaksızdır.”[6]
Bir kere, Aziz Joāo de Capistrano’nun belirttiği şey Yahudilere ya da inançlarına
yönelik bir iftira değildi. Haham öğretisine göre, On Emir’in Musa’ya
bildirilmesinden önce, Nuh’a indirilen ve bütün insanlık için bağlayıcı olan
yedi emir vardı.[7]
Bunlardan dinsel olarak nitelendirilebilecek ilk ikisi tek bir Tanrı’ya
inanmayı emreder ve çoktanrıcılık ile oyma putları yasaklar. Cinayet,
hırsızlık, zina, hayvanlara eziyet ve benzeri şeyleri yasaklayan öteki emirler
gerçek adaleti tanımlayan bir tür doğal hukuk yasasını oluşturur. Çok iyi
bilinen bir haham darb-ı meseline göre, bütün halklar arasındaki dürüst
insanların cennette bir payı vardır. Aziz Joāo de Capistrano ve ona benzer
öteki kişiler için, kendi anlayışlarına öylesine yakın olan İslamiyetin zafer
tutkusunu anlamak ve onunla, uygun biçimde, yani savaş alanında kavgaya tutuşmak
kolaydı. Silahsız Yahudi komşularının dinsel göreceliği farklı bir meydan
okumaydı ve farklı bir karşılığı zorunlu kılmaktaydı.
Gırnata’daki
zaferlerinden ve İspanyol krallıklarının birleşmesinden sonra, Katolik
hükümdarlar siyasal ve askeri birliği sağlamışlardı. Ama dinsel birliği
sağlamış değillerdi; çünkü yönetimleri altındaki topraklarda hâlâ çok sayıda
Yahudi ve daha da çok sayıda Müslüman vardı. Kuşku yok ki, ideolojik olduğu
kadar, geçerli pratik nedenlerle, dikkatlerini önce Hıristiyan öğretileri için
en tehdit edici ve Hıristiyan iktidarı için en kolay alt edilebilir olan
Yahudilere çevirdiler.
Yahudilerin,
yani “şu öndersiz ve ayaklar altına alınmış halk”ın ülkeden çıkarılması görece
güvenli ve kolaydı. Bu hareket aynı zamanda daha sonra girişilen ve daha büyük
çaplı, daha zorlu ve kapsam bakımından daha önemli olan Müslümanları ülkeden
atma işi için yararlı bir tecrübe sağladı.
Yahudilerin
Ülkeden Çıkarılma Fermanı 31 Mart 1492’de Gırnata’da imzalanıp duyuruldu ve 29
Nisan’da yürürlüğe kondu. Bütün Yahudiler 31 Temmuz’a değin ya vaftiz olmayı
kabul edecek ya da krallıktan ayrılacaktı.
Yahudilerin
1492’de Fernando ve Isabel’in fermanı uyarınca İspanya’dan çıkarılması, bu tür
eylemlerin en iyi bilineni olmakla birlikte hiçbir biçimde ilk örneği değildi.
13. yüzyıl sonlarında ve 14. yüzyıl başlarında Yahudiler yine krallık
fermanlarıyla Napoli, İngiltere ve Fransa krallıklarından, ayrıca birçok kent
ve prenslikten kovulmuşlardı. İspanya son örnek de olmadı. Yalnızca birkaç yıl
sonra, 1496’da Portekiz Yahudileri ve ayrıca onlar arasında kısa süreli ve
aldatıcı bir sığınak bulan tahminen 100.000 dolayındaki İspanyol Yahudisi çok
daha sert bir sınırdışı etme eylemine maruz kaldılar.
Böylesine ıstırap verici seçeneklerle
karşı karşıya kalınca, çok sayıda İspanyol ve Portekiz Yahudisi kendisine
dayatılan inancı dışarıya karşı kabul etme ve özel yaşamda reddetme tutumlarını
birleştirerek, sorunlarına rahat olmayan ve tehlikeli bir çözüm buldu.
Dönmeler resmi olarak conversos ya da nuevos cristianos (yeni Hıristiyanlar) olarak anılıyordu;
gayriresmi olarak ise çoğunlukla viejos cristianos (eski Hıristiyanlar)
tarafından marranos olarak nitelendiriliyordu.
Asıl anlamı “domuz” olan ve mecazi bakımdan “domuzca karaktere ve huylara
sahip bir kişi”yi ifade eden İspanyolca marrano sözcüğü, zaman içinde
özellikle gizlice Yahudi ibadetini sürdürdüğünden kuşku duyulan yeni
Hıristiyanlar için kullanılır hale geldi. Bu anlamda marranizm, yani gizlice
bir inanca bağlı kalırken görünüşte başka bir inancı kabul etme, hiçbir
biçimde İber Yarımadası’yla sınırlı değildir; başka zaman ve mekânlarda birçok
benzer örneği vardır. Ama önemli bir istisna dışında hiçbir yerde, derece ve
etki bakımından İspanya ve Portekiz’deki gizli Yahudilerin düzeyine
ulaşmamıştır.[8]
1492’nin
ilk yıldönümü olayı olan Gırnata’nın ele geçirilmesi, İspanyol ulusu ve
Hıristiyan kilisesi için büyük bir zafer olarak hâlâ mümince kutlanmaktadır.
1492’nin beş yüzüncü yılına giren ikinci olay, yani Yahudilerin kovulması en
azından açıkça kutlanmadı,[9]
ama uygun bir havada anıldı. Bununla
birlikte 1992’de en azından bir yerde, İstanbul’da, yalnız anmayla yetinilmeyip
kutlama töreni de düzenlendi; haliyle bu kutlama Yahudilerin İspanya’dan
ayrılmasıyla değil, Türkiye’ye varmasıyla ilgiliydi. İspanya ve Portekiz
sürgünleri arasında ötekileri çok geride bırakan en büyük grup burada kalıcı
sığınak ve yeni yurtlar bulmuştu. 1992 yılı birçok anma törenine sahne oldu;
bunları beş yüz yıl önce yeni yurtlarına varanların torunları, onlara kucak
açmış olanların torunlarının desteği ve işbirliğiyle düzenledi.
İspanya
ve Portekiz’den kaçan Yahudiler birçok ülkeye gittiler: Fransa, Hollanda ve
daha sonraları İngiltere. Bir başka ülke de, İspanya ve Portekiz’deki Katolik
baskılarından kaçan bir grup mültecinin, garip bir cilveyle, papalığa bağlı
kilise devletlerinde barınak bulduğu İtalya’ydı. Bu Yahudiler, marrano kökenlerini belirtmenin, özgürlüklerini ve hatta hayatlarını
tehlikeye sokabileceği Venedik’te, doğudan gelenler için kullanılan
“Levantini”nin karşıtı olarak batıdan gelen anlamındaki “Ponentini” adıyla
anıldı. İspanya’dan kovulmayı izleyen yıllarda Kuzey ve Güney Amerika’daki
Avrupa kolonilerinde yeni yurtlar edinen ve yeni hayatlar kuran bazı Yahudiler
bile çıktı. Batılı mülteciler ve onların soyundan gelenler arasında seçkin
şahsiyetler vardı. Ama ötekilerden çok daha kalabalık olan en önemli grup
İslam ülkelerine, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Asya ve daha
sonraları Afrika’daki geniş topraklarına gidenlerdi.[10]
Yahudilerin
bir İslam ülkesini tercih etmelerinin özel bir nedeni vardı. Birçok Yahudi,
daha sonraki bir tarihte göç edip yeniden Yahudiliğe dönmek için uygun bir
fırsatı kollamak üzere İspanya ve Portekiz’deki yurtlarında kalıp vaftiz
olmayı kabul etmişti. Herhangi bir Hıristiyan ülkesinde, hatta en hoşgörülü
olanlarda bile, bu biçimde dinden çıkmak ölüm cezasını gerektirebilirdi. İslam
ülkelerinde de Müslümanlıktan çıkma idamla cezalandırılıyordu, ama
Hıristiyanlıktan cayıp Yahudiliğe geçmek kayıtsızlıkla karşılanan bir konuydu.
Her ne olursa olsun Müslüman fikıh âlimleri çoğu zaman zora dayalı din
değiştirmenin geçerli olmadığı ve dolayısıyla, böylesi bir din değiştirmeden
vazgeçmenin dinden çıkma suçu oluşturmadığı görüşünü savunmaktaydı.[11]
Bu bakımdan Yahudi marrano’ların eski inançlarına yeniden dönmek için Hıristiyan
bir ortam yerine Müslüman bir ortamı tercih etmelerinde açık bir çıkarları
vardı. Bu farklılığın gaddarca bir örnekle ortaya çıktığı bir olay,
1555-1556’da papalığa bağlı devletlerden Ancona’da açıkça bu tarzda yaşayan bir
grup Portekizli Yahudinin, marrano olmakla suçlanması ve
dinden çıkma suçuyla yargılanmasıydı. Soruşturma sırasında itirafta bulunarak
yeminle Yahudilikten vazgeçenler, kalyonlarda ömür boyu kürek cezasına
çarptırılarak ödüllendirildi. Geriye kalan yirmi dört erkek ve bir kadın
devlet yetkililerine teslim edildi ve ardından boğularak yakıldı. Osmanlı
padişahının sert diplomatik müdahalesi bile serbest bırakılmalarını
sağlayamadı.[12]
Osmanlı
topraklarına yerleşen Yahudiler, İspanya ve Portekiz’den kaçanların en büyük
grubuydu ve sayıca ötekilerden çok daha fazlaydı. Ayrıca öbür Avrupa
ülkelerinden gelme Yahudiler ile bölünme yanlısı olmaları ya da heretiklik
nedeniyle uğradıkları baskılardan kurtulmaya çalışan Hıristiyanlar da dahil olmak
üzere, Avrupa’dan Türkiye’ye kaçmış birçok mülteci grubu arasında da en büyük
grup olarak öne çıkmaktaydı. Öte yandan Türk yetkililerinin Yahudilerin
gelişine izin vermekle kalmayıp, bunu özendirdiğini ve hatta desteklediğini
gösteren ciddi veriler vardır. 15. ve 16. yüzyıllarda böyle bir politikanın
izlenmesi bir açıklamayı gerektirmektedir.
İspanya’dan
kovulmanın henüz belleklerde taze olduğu ve hâlâ kaygı uyandırdığı 1523’te,
Eliyahu Kapsali adlı bir Yahudi tarihçi tuttuğu bir güncede şunları yazıyordu:
Osmanlı
hükümdarı Sultan Bayezid, İspanya kralının Yahudilere yaptığı bütün kötülükleri
duyup onların bir sığınak aradıklarını öğrenince, hallerine acıdı. Bunun
üzerine ülkesinin her tarafına özel görevliler göndererek, kendisine bağlı
kentlerdeki valilerin Yahudileri almama ya da sürme yoluna gitmemeleri, tersine
onlara kucak açmaları gerektiğini duyurdu ve bu emrini yazılı hale getirdi. Ve
böylece ülkesinin her tarafındaki bütün insanlar Yahudileri iyi karşılayıp
gece ve gündüz korudu. Yahudilere kötü davranılmadı ve hiçbir zarar verilmedi.
İspanya’dan kovulan binlerce ve onbinlerce kişi Osmanlı topraklarına vardı ve
ülke onlarla doldu. Ardından Osmanlı topraklarındaki Yahudi cemaatleri sayısız
büyük hayır işleri yaptılar ve tutsakları fidye verip kurtarmak için su gibi
para akıttılar.[13]
Alıntının
sonunda sözü edilen kişiler, korsanlarca yakalanan ya da yolculuk için
bindikleri gemilerin kaptanları ya da mürettebatı taraflından sırf fidye için
tutulan çok sayıda Yahudidir. Aktarılan metnin bir bölümü doğrudan Kitab-ı Mukaddesin içindeki Ezra Kitabı’ndan (1:1) yapılmış bir alıntıdır. Burada
Eski Ahit’in adil ve iyiliksever yabancı hükümdar paradigması olarak sunduğu
Pers kralı Kyros’un Yahudi halkına mağfiret ve himaye getirişi anlatılmaktadır.
Kapsali
ne bir İspanyol Yahudisiydi ne de Osmanlı tebaasındandı. Girit’teki eski
Yahudi cemaatinin bir mensubuydu; dil ve kültür bakımından Yunan kimliğine
sahipti ve siyasal bağlılık bakımından Venedik Cumhuriyeti’nin tebaasıydı.
Tarih uzmanı olma gibi bir iddiası yoktu; tersine birçok yönden anlaşıldığı
kadarıyla oldukça basit ve cahil bir insandı. Hepimizin bildiği gibi,
tarihçiler bilgilerini genellikle öteki tarihçilere dayandırırlar. Kapsali ise
bu yola başvurmamıştı. Kitabında da açıkladığı gibi, etrafta dolaşarak
insanlara olaylar hakkındaki haberleri sormuştu. “Adamızdaki limanlara
dünyanın her tarafından birçok tüccar ve gemici gelir ve onlarla konuşarak
olup bitenleri öğrenmek mümkündür” demektedir.[14]
Bu durum Kapsali’nin anlatımına, özel bir anlam kazandırmaktadır. Dönemin
tarihçilerinden çoğunun tersine, bize aktardıktan, olayların aşağı yukarı resmi
bir anlatımından çok, Akdeniz limanlarında dolaşan söylentilerin bir özetidir.
Bu bakımdan bize kesin olarak gerçekte olup bitenlerin bir yansımasını değil,
dönemin olaylarının, en çok ilgili olan çevrelerde nasıl algılandığının ve ne
tür duygular uyandırdığının bir yansımasını sunmaktadır. Muhakkak ki, bu da en
azından aynı ölçüde önemlidir.
Dikkati
çeken bir nokta, Kapsali’nin özellikle Hıristiyan âlemindeki Yahudiler arasında
görülen olağanüstü bir trajedi duygusunu yansıtmasıdır; bunlar Hıristiyan
âleminin dünyadaki gücünün gözle görülür biçimde artmasıyla birlikte
kendilerini daha çok tehlike altında hissetmekteydi. Bir çare, bir sığmak, gidilecek
bir yer bulma gereği vardı ve sonunda o yer bulunmuştu.
Kapsali
Yahudilere gösterilen sıcak karşılamayı merhamet duygusuna, bir başka deyişle
padişahın onlara acımasına bağlamaktadır. Sunduğu tablonun oldukça efsane
niteliği taşıdığı açıktır; Sultan Bayezid’in özel bir ilgi duyduğunu ya da bu
tür kaygılarla hareket ettiğini gösteren hiçbir veri yoktur. Ama böylesi
durumlarda çoğu kez olduğu gibi, dönemin popüler bir imajı gerçek bir tarihsel
doğruyu yansıtır; üstelik bu olayda Kapsali’nin algılayışı daha derinlikli
öteki yazarlarca da doğrulanmaktadır.
Merhamet
soylu bir duygudur ve belirli olaylarda bireysel hareketleri açıklamada yeterli
olabilir. Ama birbirini izleyen hükümdar ve yönetici kuşaklarınca uzun bir
dönem boyunca izlenen bir devlet politikasını açıklamada yetersiz kalır.
Tarihçinin, insani merhametin yerine olmasa bile, en azından buna ek olarak
başka açıklamalar araması kaçınılmazdır. İnsanlık tarihini araştırırken
merhamet duygusunun belirlediği önemli devlet politikaları bulmak zor ve belki
de olanaksızdır; dahası böyle bir belirleme, söz konusu dönemin koşulları
açısından pek akla yakın görünmemektedir. Bir cevap bulabileceğimiz yer Yahudi
kaynakları değil, daha çok Türk kaynaklan, özellikle de belgeleridir.
Birkaç
yıl önce Budapeşte’ye yaptığım kısa süreli ziyaret sırasında, otel idaresinin
nazik bir tavırla odama koymuş olduğu turistlere yönelik yazılı kaynakları
okumaya dalmıştım. Bu kaynaklar arasındaki küçük bir broşürde, otelin ön
kapısından dışarıya çıkıp sağa doğru iki yüz metre kadar yürüdüğümde bir
sinagoğun yıkıntılarını ve bazı İbranice yazıtlar bulacağım bildiriliyordu. Bu
talimata uyarak oraya gittiğimde bir sinagog olması pek muhtemel bazı
yıkıntılar ve İbranice olduğu kuşku götürmez bazı yazıtlar gördüm. Buda kalesine kazınmış olan bu İbranice
yazıtların garip tarafi, kullanılan İbranice alfabenin ve yazı stilinin Orta
Avrupa’daki Eşkenazi Yahudilerine değil de, Osmanlı topraklarındaki Sefarad
Yahudilerine ait olmasıydı. İnsanın aklına ister istemez Osmanlı Sefarad
Yahudilerinin 17. yüzyılda Buda’da ne işlerinin olduğu sorusu geliyordu.
Dönemin
Orta Avrupa tarihi bu soruya verilebilecek cevabın ana hatlarını, Türk
arşivlerindeki belgeler de ayrıntılarını sunmaktadır. Türkler 16. yüzyıl
başlarında Macaristan’ın bir bölümünü fethedip bir idare oluşturduklarında,
kendi Yahudilerini beraberlerinde getirdiler ve Macar Yahudilerine de öteki
Osmanlı topraklarına gitme çağrısında bulundular. Daha sonra 1686’da
Macaristan’dan ayrılırken, kendi Yahudilerini geri götürdüler. Macaristan’dan
çekilmenin ardından Yahudilerin korunmasına, güvenlik içinde ayrılmalarının
sağlanmasına ve Osmanlı topraklarındaki uygun yerlere yeniden
yerleştirilmesine ilişkin padişah fermanlarının kayıtları vardır.
Başka
kaynaklara dayalı bulgularla birlikte ele alındığında, Türk arşivlerindeki
belgeler bu olayın gerçekleştiği koşulları ve nedenlerini ortaya koymaktadır.
Bunu, yaşadığım bir başka kişisel tecrübeyle anlatmaya çalışayım. Kırk yılı
aşkın bir süre önce Osmanlı arşivlerine ilk kez daldığım sıralarda, padişah
emirlerinin yer aldığı sicil defterlerini gözden geçirirken, Kutsal
Topraklar’daki Safed’in sancakbeyine hitaben yazılmış ve 8 Ekim 1576 tarihli
bir belgeye rastladım. Belgeye göre padişah “Safed kasabası ve çevresinden bin
Yahudinin kaydedilmesini ve Kıbrıs’taki Magosa şehrine gönderilmesini”
emretmişti. Valiye, bu emri alır almaz “zengin ve hali vakti yerinde bin
Yahudiyi kaydetme, bunları mal ve eşyalarıyla birlikte, münasip bir muhafaza
refakatinde bahsedilen şehre gönderme” talimatı veriliyordu.
Safed’den
Şam’a giden yol üzerindeki Mansure ve Kuneytra’nın kadılarına hitaben yazılmış
olan 27 Ağustos 1577 tarihli bir başka emirde, padişahın emrettiği bir işi
yerine getirmek için Kıbrıs’a götürülmekte olan “Safed’in zengin ve varlıklı
Yahudilerinden seçilmiş 500 Yahudi ailesi”nin nakli üzerinde duruluyordu.
Kıbrıs beylerbeyine yazılmış aynı tarihli bir başka emirde, “adanın hayrına
olan” bu işler bildiriliyor ve “her seferinde emrindeki kalyonlardan birini
gönderme, onları adaya getirme ve münasip bir şehre iskân etme” talimatı
veriliyordu. Bu olayda Kutsal Topraklar’ı bırakıp Kıbrıs’a gitmeyi hiç
istemeyen Yahudiler, fikir değiştirmeleri için Osmanlı yetkililerini ikna
etmeyi başardılar. Safed kadısına yazılan 23 Mayıs 1578 tarihli bir padişahlık
emri bunun nedenini açıklamaktadır. Safed’deki Yahudilerin ödediği yıllık
cizyenin tutan 1.500 altın sikkeyi bulmakta ve özel vergileri de tamamen
padişah hâzinesine gitmekteydi. Bu Yahudiler Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra ve
el-Haramü’l-İbrahimi’l-Halil Camii’ne bağışlanmış bir vakıf malı olan bir han
için her yıl 400 altın ödemekteydi. Kentin gümrük idaresi Yahudilerden yılda
10.000 altının üzerinde bir gelir elde etmekteydi. Kıbrıs’a nakledilmeleri
halinde, devlet varidatı bütün bu paraları kaybedecekti. Belgede bu durum şöyle
anlatılıyordu: “Safed kasabası harap olmanın eşiğine gelecektir. Şam hâzinesi
büyük kayba uğrayacaktır. (...) Evleri metruk kalacak, hiçbir alıcı çıkmayacaktır.
Gayrimenkul malları bedavaya gidecektir. (...) Mühim bir zarar ve hasar ortaya
çıkacaktır.” Dolayısıyla Yahudileri Kıbrıs’a nakletme emri iptal edilmekteydi:
“Mevcut yerlerinde yaşayacak ve işlerine devam edeceklerdir. Bahsedilen konuda
rahatsız olmalarına izin verilmeyecektir.” Ertesi yıl Kıbrıs beylerbeyine
gönderilen bir emir, onun kendi adına Yahudilerini hâlâ istediğini ortaya
koymaktaydı. Selanik’ten Safed’e giderken Kıbrıs’ta duran bir grup Yahudiyi
alıkoyduğunu bildiren beylerbeyi, bunları tutup Kıbrıs’a yerleştirmek için izin
verilmesi ricasında bulunmaktaydı. İstenen izin verildi.[15]
Osmanlıların
1571’de Kıbrıs’ı Venediklilerden almasını izleyen yıllara ait bu emirler, aynı
kalıpta yazılmış bu türden emirlerin bir parçasıdır. Defterlerde, ekin
yetiştirmek ve hayvan gütmek üzere Kıbrıs’a köylülerin ve göçerlerin
gönderilmesi için padişahça Anadolu’nun çeşitli eyaletlerindeki
beylerbeylerine gönderilmiş benzer nitelikte ve aynı döneme ait emirler
bulunmaktadır. Bütün bunlar güvenilir unsurları -mümkün olan durumlarda çağrı,
olmazsa zor yoluyla yeni fethedilmiş topraklara nakletme yönündeki genel
Osmanlı politikasının bir parçasıydı. Buda’daki İspanyol Yahudilerinin işlevi
de Kıbrıs’taki Safed Yahudilerinin ve yeni ele geçirilmiş kentlere gönderilen
ötekilerin gördüğü işlevle aynıydı: Osmanlı beylerbeyinin ekonomik açıdan etkin
ve siyasal açıdan güvenilir bir unsura dayanmasını sağlamak.
Tebaa
nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanların tersine, Yahudiler açısından
Bizans’ın yitirilmiş ihtişamına yönelik bir özlem, şu ya da bu biçimde Osmanlı
boyunduruğundan “kurtulma” arzusu söz konusu değildi. Yahudilerin birçoğu,
belki de büyük bölümü Hıristiyan ülkelerden gelme mültecilerdi. Aslında
Osmanlı padişahlarının yönetimi altındaki birçok farklı etnik ve dinsel grup
arasında, yalnız Yahudiler bu yönetimi gönüllü benimsemişlerdi.
Avrupa
Yahudilerinin Osmanlı topraklarına göçü 1492’de başlamadığı gibi, bu göçün tek
kaynağı da İspanya değildi. Birçok Yahudi, haklı ve açık nedenlerle İspanyol
yönetimi altındaki İtalyan topraklarından kaçtı. İtalya’nın başka kesimlerinden
ve hatta Orta Avrupa’dan gelen Yahudiler de vardı. Ama 16. yüzyıla ait Osmanlı
mali kayıtlarında sıralanan cemaatlerin büyük çoğunluğu İspanyol kentlerinin
ve illerinin adlarını taşımaktadır. Yahudilerin beraberlerinde getirdiği İspanyol
dili günümüze değin varlığını sürdürmüş ve garip bir paradoksla birçok kentte
İspanyol sürgünlerinin gelişinden önce var olan ve Yunanca konuşan yerli
Bizans Yahudilerince bile benimsenmiştir.
Ren
bölgesindeki kıyımların Haçlı Seferleri için bir prova olduğu doğruysa,
Yahudileri İspanya’dan kovmanın da Müslümanları ülkeden atma açısından benzer
bir işlev gördüğü söylenebilir.
Yüzyıllarca
süren yeniden fetih savaşları sırasında, yani İspanya’nın Hıristiyan ve
Müslüman devletçikler arasında bölünmüş olduğu dönemde Hıristiyan hükümdarlar
genelde Müslüman emirler kadar ve bazı durumlarda onlardan daha fazla
hoşgörülüydü. Bunlar yönetimleri altında bulunan Müslümanlara ve Yahudilere,
serbestçe ibadet etme karşılığında haraç ya da cizye ödemeye dayanan “zimme”[16]
koşulları çerçevesinde Müslüman emirlerce tanınan statüye benzer biçimde,
koruyucu ama tâbi kılıcı bir statü vermeye yatkın bir tutum içindeydi. Aslında
ortaçağ İspanya’sında Yahudilerin Müslüman baskısından kaçarak Hıristiyan
hoşgörüsüne sığındığı olaylara rastlanıyordu. Ama bu alışılmış davranış kalıbı
değildi.
Yahudiler
açısından yeniden fetih başlangıçta, bir efendinin yerine diğerinin
geçmesinden öte bir anlam taşımıyordu. Müslümanlar açısından bu değişim daha
zordu, çünkü egemen konumdan bağımlı konuma geçiş anlamına geliyordu. Çok
sayıda Müslüman yeni statüyü kabul etmeye ve Hıristiyan yönetimi altında
hayatını sürdürmeye razıydı. Bu duruma boyun eğenler İspanyolcada, kökeni
Arapça müdeccen ya da ehlü’d-decn sözcüklerine
dayanan mudejar[17] adıyla anılıyordu. Normalde “vahşi hayvanatın karşıtı olarak
“uysal ya da evcil hayvanat” anlamına gelen bu sözcüğün, fethedilen yurtlarını
gönüllü olarak terk eden ya da yurtları henüz fethedilmemiş olan Müslümanlar
tarafından kullanılma biçimi, Hıristiyan yönetimi altında kalanları belirtmeye
yönelik bir aşağılama ifadesi taşıyordu.
Ama
sözcük, aşağılamanın ötesinde şeyler içeriyordu. Reconquista hareketinin güç kazanmasıyla birlikte, Müslüman fıkıhçılar
Müslümanlar için gayrimüslim yönetimi altında kalmanın caiz olup olmadığını,
bir başka deyişle Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretini örnek alarak,
Müslüman bir yönetimin başta olduğu ve şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye
gitmenin gerekip gerekmediğini tartışmaya başladılar. Kuzey Afrika ve İspanya
Müslümanlarının büyük çoğunlukla bağlı olduğu Maliki mezhebinin âlimleri
arasında ağır basan görüş, böyle bir durumda insanın yurdundan ayrılmasının
gerektiği yönündeydi.[18]
Kadı
ve Kurtuba Camii’nin imamı olan ünlü İbn Rüşd -kendisiyle aynı adı taşıyan, çok
daha büyük şöhrete kavuşan ve Avrupa’da Averroes olarak bilinen filozofun
dedesi hicret, yani kâfirlerin yönetimde olduğu yerden göç etme yükümlülüğünün
her zaman geçerli olduğu ve bir Müslümanın inançsızların yönetiminde olan bir
yerde kalmaması, buradan ayrılıp bir İslam ülkesine gitmesi gerektiği görüşüne
vardı. Tıpkı Mekke’ye ancak Müslümanlarca ele geçirilmesinden sonra dönmelerine
izin verilen Peygamber’in yakın çevresi gibi, bu şekilde göç edenlere de
İslamiyetin yeniden egemen konuma gelmesiyle kendi yurtlarına dönme izni
verilecekti.
Daha
sonra yaşamış Faslı bir fikıhçı olan Ahmed el-Venşerîsî daha da ileriye gitti.
Hıristiyan fatihlerin adil ve hoşgörülü olması durumunda kalınıp
kalınamayacağı yolunda bütünüyle varsayıma dayalı bir soruyu ortaya atarak,
buna “hayır” cevabını verdi: Buna göre Müslümanlar yine de yurtlarından
ayrılmalıydı; çünkü ancak Müslüman yönetimi altında gerçek bir İslami yaşamı
sürdürebilirlerdi ve hoşgörülü bir kâfir rejimi altında dinden çıkma tehlikesi
çok daha büyüktü.[19]
Aslında
Hıristiyan hoşgörüsü yeniden fethin tamamlanmasıyla birlikte bitti. Son adım
olan Gırnata’nın fethinin saldırıyla değil, müzakereye dayalı bir teslimle
gerçekleşmesi bakımından, değişim çok daha çarpıcıydı. Bu teslim anlaşması,
Gırnata emirine ve soylularına can güvenliği sağlıyor, ayrıca Müslümanların
kendi evlerini ve mallarını ellerinde tutmalarını, serbestçe ibadet etmelerini,
İslam hukukunca öngörülmüş olanlar dışında herhangi bir vergiden muaf
tutulmalarını ve kendi yasalarına göre kendi yargıçları tarafından yargılanma
hakkına sahip olmalarını güvence altına almak amacıyla muzaffer Katolik
hükümdarlarca verilen bir dizi taahhüdü içeriyordu. Anlaşmada, önemli hususlar
olarak, şunlar da belirtiliyordu:
İster
büyük ya da küçük ister erkek ya da kadın olsun (...) Berberi ülkesine ya da
uygun görecekleri başka benzer yerlere gidip yaşamak isteyen Mağribiler
gayrimenkul, menkul ya da günlük eşya niteliğindeki mallarını diledikleri biçimde
ve diledikleri kimselere satabilirler; bu tür mallar ne sancılardan ne de
alıcılardan el koyma yoluyla alınmayacaktır.
Anlaşmanın
başka bir dizi hükmü “Mağribiler”in aileleri ve “ateşli silahlar dışında olmak
üzere her türden malları ”yla birlikte ayrılma “hakkı”nı güvence altına
alıyordu.[20]
Bu
aşamada Müslümanların ülkeden kovulması söz konusu değildi. Tersine Gırnata
teslim anlaşmasında, ayrıca daha önceki bazı benzer belgelerde Müslümanların
gönüllü ayrılması için ortaya konan ayrıntılı ve lehte koşullar, fatihlerin
tercihini ve nihai niyetini belirli bir açıklıkla göstermektedir. Anlaşmanın
neredeyse hemen ardından, üst sınıflara mensup çok sayıda insan Kuzey
Afrika’nın yolunu tuttu.
Ünlü
Toledo Başpiskoposu Francisco Jimenez de Cisneros’un 1498’de gelişiyle birlikte
bir politika değişikliği ortaya çıktı ve Müslümanlar kendilerini din değiştirme
ya da ülkeden ayrılma yönünde gittikçe artan bir baskıyla karşı karşıya
buldular. Bu baskılar, ülkede kalmış Müslümanları 14 Aralık 1499’da açık
isyana yöneltti ve bu isyan ancak 1501’de silahlı güç kullanılarak
bastırılabildi. Sindirmenin ardından gittikçe artan sayıda Müslüman, din
değiştirme ya da göç etme yolunu seçti; Şubat 1502’de artık Gırnata’nın da
içinde yer aldığı Kastilya Krallığı’nda yaşayan Müslüman ahali on yıl önce
Yahudilerin önüne konmuş tercihle karşı karşıya bırakıldı: Vaftiz, sürgün ya da
ölüm.
İzleyen
yıllarda bu tercih Navarre, Aragon ve Valencia ile İspanya’nın öteki
kesimlerindeki Müslümanlara da dayatıldı. Ayrılanlar mallarının büyük
bölümünden vazgeçmeye zorlandı; kalanlar çoğu kez haklı olarak eski dinlerini
gizlice sürdürdükleri ve Müslüman devletlerle gizli işbirliği yaptıkları
yönünde kuşkulara hedef oldu. Bu ikinci kesim, gizli Yahudi marranos kitlesinin Müslümanlar arasındaki karşılığı olarak moriscos[21] adıyla anıldı. Kâğıt üzerinde Hıristiyan olan her iki grup da
Engizisyon’un yargı yetkisi kapsamındaydı ve bu anlamda özel ilgiye mazhar
oldu.
Kraliyet
ve kilise yetkilileri ile morisco’lar
ve ötekiler arasındaki sürtüşme 16. yüzyıl boyunca sürdü. Her zaman kuşkuyla
bakılan morisco’’lar çoğu kez ayrımcı yasal düzenlemelere ve vergilere maruz
kaldı; bu uygulamalarda onları hâlâ mudejar
gibi ele alan fiili bir davranış güdüldü. Şöyle ya da böyle gönüllü
sayılabilecek göçlerle sayılarının gittikçe azalmasına karşın, morisco’lar nüfusun önemli bir kısmını oluşturmaya devam etti ve
yakınmaları bazen açık ayaklanma biçiminde patlak verdi. İspanyol piskoposlarının
1608-1609’daki bir toplantısında morisco’ların
toptan dinden çıkmış kişiler olarak mahkûm edilmesi yolundaki bir başvuru
reddedildi ve bunun yerine gerçekten din değiştirmelerini sağlamaya yönelik
yeni bir çabaya girişilmesi ısrarla savunuldu.
Bununla
birlikte 1609’da düşman yabancı devletlerle gizli bir tertibe giriştikleri gibi
göstermelik bir gerekçeyle, bütün morisco'’ları
ülkeden çıkarma yolunda bir karar alındı. Kovma işlemi 1614’te tamamlandı. O
sıralarda morisco nüfusu 320.000 dolayında, yani toplam nüfusun yüzde 3’ü
düzeyindeydi. Morisco’ların çoğu Kuzey
Afrika’ya geçti; bazıları da deniz yoluyla ya da Avrupa üzerinden kara yoluyla
Osmanlı topraklarına gitti.
Yahudiler
ile Müslümanların kovulması ve ardından marrano’lar ile morisco'ların sindirilip
ülkeden atılması bife bunların yarattığı düşünülen tehdide ilişkin İspanyol
endişelerini yatıştıramadı. Yahudi ya da Müslüman etkisini açığa çıkarıp önüne
geçmek, herhangi bir biçimde Yahudi ya da Müslüman kanı taşıyanları ortaya
çıkarıp ayıklamak ve böylece İspanyol devletini, kilisesini ve toplumunu
kirlenmekten korumak üzere, yasama, soruşturma ve yürütme düzeyinde dört başı
mamur bir aygıt oluşturuldu.[22]
Endişeler
yüzyıllar boyunca sürdü ve zaman zaman yeni dış tehlikelerle daha da güçlendi.
Etnik ve dinsel farklılıklara karşı daha aldırışsız bir tutumu olan Büyük
Britanya’nın 1704’te ele geçirdiği Cebelitarık’a az sayıda “Yahudi ve
Mağribi”nin geldiği yolundaki haberler İspanya’da yeni bir telaşa yol açtı.
İspanya hükümeti 1713’teki Utrecht Antlaşması uyarınca Cebelitarık üzerindeki
egemenliğini Britanya’ya bıraktı, ama ısrarlı bir tutumla şu önemli şarta yer
verilmesini sağladı:
Katolik
Kral’ın ricası üzerine, Majeste Britanya Kraliçesi hangi gerekçeyle olursa
olsun Yahudilere ve Mağribilere söz konusu Cebelitarık kasabasında oturma ya da
ev kurma izni verilmeyeceğini onaylar ve kabul eder.
Önceleri
bu şart yerine getirilmeye çalışıldı ama sonra, bu taahhüde uyulmadı, uymamak
için bir gedik arandı. Daha 1721’de söz konusu şart dolaylı olarak çiğnendi.
Aynı yıl İngiltere ve Fas arasında imzalanan antlaşmanın VII. maddesinde
İngilizlerin Fas’ta seyahat etme ve ticaret yapma hakları ortaya konuyor ve şu
hüküm ekleniyordu:
İmparatorun
Tebaası da Büyük Britanya Kralı’nın Dominyonları’nda aynı usul ve muameleyi
göreceklerdir.
Tarafların
1729’da imzaladığı ek anlaşmada bu husus açıkça belirtiliyordu:
Fas
İmparatoru’nun tebaası olan bütün Mağribilere ve Yahudilere otuz gün boyunca
Cebelitarık Kenti’nde ya da Minorca Adası’nda serbestçe dolaşma, satın alma ve
satma izni verilecektir; bunlar her iki yerde de ikamet edemeyecek, ama
buralardan mallarıyla birlikte ayrılabilecek ve sözü edilen Fas İmparatoru’nun
Dominyonları’nın herhangi bir kesimine engel ya da tecavüze uğramaksızın
gidebileceklerdir.
Bu
sınırlama bile çok geçmeden bir yana bırakıldı. Londra’daki İspanyol
büyükelçisinin 18. yüzyıldaki sürekli protestolarına karşın, çoğu İspanyol
kökenli büyük bölümü Faslı Yahudiler, zamanla Cebelitarık’taki sivil nüfusun
dörtte üçü ile üçte biri arasındaki bir kesimi oluşturacak sayıya ulaştı.[23]
Gerek Müslüman gerekse Yahudi sürgünler Arapça ve İbranice adlarıyla,
yani Endülüs ve Sefarad olarak hatırladıkları yitirilmiş yurtları için kuşaklar
boyunca matem tutmaya devam ettiler.
Endülüs kökenli Müslüman aileler Kuzey Afrika’da yüzyıllar boyunca,
İspanya’daki geçmişlerine ilişkin mağrur anıları taşıyan ve kolayca ayırt edilebilen
bir toplumsal grup olarak kaldılar. Sonunda kaçınılmaz olarak Müslüman ahali
içinde eridiler, ama yitirmişlik duygusu canlı kaldı. Modern çağın oldukça yakın bir zamanına değin
tutsaklar dışında İspanya’yı görebilen belki de tek Müslümanlar olan Fas
büyükelçilerinin raporları, Endülüs’ün yitirilmiş ihtişamına duyulan
nostaljiyi yansıtır; bu raporlarda bir yer adının geçtiği hemen her seferde
“Allah çarçabuk İslam’a geri kazandırsın” duası eklenir.
Yahudi
sürgünler de sığınak buldukları ülkelerde dindaşlarıyla zaman içinde
kaynaştılar; ama Kuzey Afrika’da berbericos
ve Doğuda da griegos dedikleri
Yahudilerle bu kaynaşma ancak gerilim ve kavgalardan sonra gerçekleşti. Kuzey
Afrika’da İspanyol Yahudileri zamanla yerli Kuzey Afrika Yahudileri tarafından
benimsendiler. Türkiye ve Balkanlar’da ise sayıca daha kalabalık ve daha iyi
eğitimli olan İspanyol Yahudileri, Bizans döneminden kalan ve Yunanca konuşan
yerli Yahudilere kendi dillerini ve kültürlerini kabul ettirdiler.[24]
Osmanlı
Sefarad Yahudi toplumunun en büyük iki merkezi olan İstanbul ve Selanik’e,
imparatorluk politikasının bir gereği olarak, Osmanlı yetkilileri tarafından
çok sayıda yerli ve yabancı Yahudi yerleştirilmişti. İstanbul’un 1453’te
alınmasından sonra padişah, imparatorluğun yeni başkentinin imarı ve iskânı
işine koyuldu. Yahudiler onun bu planında önemli bir rol oynadı. Yeniden inşa
çerçevesinde çeşitli Osmanlı eyaletlerinden çok sayıda Yahudi, zorla yeni
başkente nakledildi. Bu Yahudiler sayıca yeterli olmadığı için, dışarıdan gelen
mülteciler özellikle hoş karşılandı.
Selanik’teki
durum çok daha çarpıcıydı. Kentin 1430’da alınmasından sonraki ilk yıllara ait
defterler, nüfusun büyük ölçüde Ramlardan oluştuğunu, ayrıca küçük, ama
gittikçe artan bir Türk topluluğu ile yine küçük ve gittikçe azalan bir Katolik
topluluğunun bulunduğunu göstermektedir. 1478 gibi geç bir tarihe ait bir hane sicil defterinden
kentte hiç Yahudi olmadığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra,
Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait tarihsiz bir defterde ise en az yirmi
Yahudi cemaati yer almaktadır. 17. yüzyıl başlarına gelindiğinde Yahudi
cemaatlerinin sayısı yirmi beşe çıkmıştı. Bu dönemde Selanik’in toplam nüfusu
içinde Yahudiler artık belirgin bir çoğunluğa ulaşmış durumdaydı. Selanik 20.
yüzyıl başlarına kadar Yahudi ağırlıklı bir kent olarak kaldı.
Selanik,
dört yüzyılı aşan bir süre boyunca Osmanlı Avrupa’sının ekonomi, Sefarad
Yahudiliğininse kültür merkezi oldu. Bu merkezi yaratanlar, din değiştirme ve
sürgün tercihleriyle karşı karşıya kaldıklarında sürgünü seçmiş olanlardı. 20.
yüzyılda Üçüncü Reich orduları Yunanistan’ı ele geçirip işgal ettiklerinde, bu
topluluğun uzak torunlarına böyle bir seçenek sunulmadı ve çok küçük bir kesim
dışında hepsi Nazi Almanya’sındaki ölüm kamplarında can verdi. Kuşku yok ki 15.
yüzyılın Katolik İspanya’sının sunduğu tercihlerin tanınmasından memnun
olacaklardı.
İspanya’da
Yahudilik ile İslamiyet’in yok edilmesinden sonra, her iki topluluktan da
geçmişteki başarıların ve acıların anılarını korumaya çalışan bazı kimseler
çıktı. Fransa, İtalya ve Türkiye’deki Yahudi tarihçiler, İspanya ve
Portekiz’in, tek olmasa da, ağırlıklı bir yer tuttuğu şehit menkıbeleri
yazdılar. Başka Yahudi bilginler ortaçağ İspanya’sında yaşamış birçok büyük
Yahudi şairine ve filozofuna ait yazıları korudular ve zamanı geldiğinde
bastılar. 17. yüzyılda Kuzey Afrikalı bir Müslüman âlim ve edebiyatçı olan
Ahmed ibn Muhammed el-Mekkeri kendini Müslüman İspanya’yı incelemeye adadı ve
tarihi ile edebiyatına ilişkin anıtsal bir yapıt ortaya koydu.[25]
Ama
zamanla bu anılar bile solmaya yüz tuttu ve unutulup gitti, ta ki 19. yüzyıl
başlarında Batı Avrupa’da Romantik akımın canlanmasının ortaçağ İspanya’sına
yönelik yeni bir ilgiyi uyandırmasına değin. Bu ilgi zamanla, hem Yahudileri
hem de Müslümanları kapsayan bir nitelik kazandı. Açılan bu yeni dönemde
Victor Hugo’nun 1830’da sahnelenen Hernani
adlı oyunu ve Theophile Gautier’nin 1845’te yayımlanan Voyage en Espagne adlı yapıtı Paris’te modayı belirledi; Washington Irving’in iki
kitabı, The
Conquest of Graneda ve Tales of the Alhambra İngilizce konuşulan dünyada çok geniş bir okur ilgisi gördü.
Luis Viardot adlı bir Fransız 1833’te Essai sur l’histoire des Arabes et des Mores d’Espagne adlı yapıtını yayımladı. Bunu birkaç yıl sonra dönemin önde gelen
Türk aydınlarından birinin Türkçe çevirisi izledi ve Müslüman Doğu’da da
İspanyol Müslümanlığına ilişkin yeni bir kült başladı.[26]
Londra’da Elias Haim Lindo adlı bir Sefarad Yahudisi 1846’da History of Jews in Spain and
Portugal adlı yapıtını yayımladı.
Benjamin Disraeli’nin kuzenlerinden biri olan Lindo, Müslüman İspanya’da
Yahudilerin rolü ve yeri konusunda kendisinden daha ünlü kuzeninin romanlarına
yansıyan Sefarad gururunu ve efsanevi bakış açısını belirgin biçimde etkiledi.
Yahudiler
ve Müslümanlar İspanya’dan sürgün olarak ayrıldılar ve sığınacak bir yer
bulmak üzere çoğunlukla güneye ve doğuya gittiler. Ama aynı sıralarda, yeni
Hıristiyanların yanı sıra birçok eski Hıristiyan da İspanya’dan ayrıldı ve
mülteciler değil, fatihler, sömürgeciler ve neredeyse kazara, yeni bir dünyanın
kâşifleri olarak doğu yerine batıya yöneldi.
Sh:18-38
Kaynak:
Bernard LEWIS, Çatışan Kültürler-Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar,
Yahudiler, Özgün Adı: Cultures in Conflict Christians, Muslims and Jews, in the
Age of Discovery, Çeviren Nurettin Elhüseyni, TARİH VAKFI YURT YAYINLARI,
Dördüncü Basım: Ekim 2002,İstanbul
[2] Ortaçağda ve modern çağda
Batının Hz. Muhammed'i nasıl gördüğüne ilişkin bkz. El2, 'Muhammad"; bu maddede geniş çaplı yol gösterici
bibliyografik bilgi verilmektedir. Daha eski literatür açısından başvurulması
gereken klasik bir çalışma: Alessandro d'Ancona, 'La leggenda di Maometto in
Occidente", Giornale storico della letteratura
italiana, 13(1899), s. 199-281.
[3]
Daha
11. yüzyıl başlarında Fransız tarihçi Adhömar de Chabannes, Fatımi halifesi
elHâkim'in emri üzerine Kudüs'teki Kutsal Kabir Kilisesi'nin yıkılmasının
sorumluluğunu Yahudilere yıkar ve Batılı Yahudilerin Doğuya Hıristiyanları
suçlayıcı mektuplar gönderdiğini ve Doğulu Serazenlere karşı Batılılardan
oluşan bir ordu göndermeye hazırlandıkları yönünde uyarılarda bulunduğunu öne
sürer. Bkz. Adh6mar de Chabannes, Chronican Aquitanicum et Frarıcicum 137,
aktaran Hatem, Les PoĞsies âpiçues, s. 43. Allan Harris Cutler ve Helen
Elmquist Cutler'ın The Jew As Ally of the Müslim: Medieval Roots of
Anti-Semitism, Nötre Dame, 1986 adlı yapıtında yer alan ve anti-semitizmin
temeldeki nedenini bu sanal ilişkiye bağlayan iddia abartılı görünmektedir.
[4] Shlomo Eidelberg, çev. ve ed., The Jews and the Crusades: The Hebrew Chronicles of the First and
Second Cmsades, Madison, 1977, s. 22.
[5] Bu konularda bkz. Bernard
Levvis, 'The Pro-lslamic Jews', Judaism, 17 (1968), s. 391-404; aynı yazının gözden geçirilmiş yeni
baskısı, a.y., İslam in History, 2. b., Chicago, 1993, s. 137-51.
[6] Johannes Hofer, Johannes
Kapistran: Ein Leben im Kampf um die Reform der Kirsche, c. 2, Heidelberg, 1964, s. 155. Karş. H. H. ben-Sasson, ed., A
History of the Jewish People, Cambridge, Mass.,
1976, s. 580.
[7] Nuh'un emirleri için bkz. Midrash
Bereshit Rabba, Noah, 34.8, İngilizce çeviri, H.
Freedman ve Maurice Simon, The
Midrash Rabbah: Genesis, c. 1, Londra, 1977, s. 272.
[8] Marrano'lora ilişkin geniş bir literatür vardır, İspanya’daki ve İspanyol
imparatorluğu'ndaki akıbetlerine ilişkin genel bir inceleme için bkz. Antonio
Domınguez Ortiz, Los judeoconversos en Espana y America, Madrid, 1978. Ispanya'da 'kan saflığı'nın araştırılması üzerine
bkz. Albert Sicroff, Les Controverses des
statuts de 'Purete de sang' en Espagne du XVe au XVIle
siecle, Paris, 1960. Osmanlı yönetimindeki Kudüs'te yeniden din
değiştirmiş bir İber marranosunun yaşadığı manevi olaylara ilişkin dikkate değer bir inceleme için
bkz. Minna Rozen, Jewish Identity and Society in the
Seventeenth Century: Reflections on the Life and Work of Rafael Mordekhai
Malki, Tübingen, 1992. Şiilerin dinsel düşüncelerini gizleme âdeti için
bkz. El2, 'Takîya*.
[9] Venezuela'da 1985'te verilen
ve sonuncusu Ekim 1992'de olmak üzere 'Dinsel Oturumlar' dizisini başlatan bir
konferans, ülkeden çıkarılmayı, fiilen kutlamasa da, ulusal birliği sağlamak
için zorunlu önlemler olarak Engizisyonla birlikte haklı göstermekte ve
dolayısıyla ehven-i şer saymaktadır. Bkz. Jorge Olavarrıa, Conmemoraciön
del descubrimento de Amârica, Caracas, 1985,
özellikle s. 13, 16-18. Bu konferansa dikkatimi çektiği için Netanel Lorch'a
teşekkür borçluyum.
[10] Geniş kapsamlı bir araştırma için bkz. The Sephardi Heritage: Essays on the History and Cultural
Contribution of the Jews of Spain and Portugal,
c. 1: The Jews in Spain and Portugal Before and After the Expulsion of
1492, ed. R. D. Barnett, Londra, 1971; c. 2: The Western Sephardim,
ed. R. D. Barnett ve W. M. Schwab, Grendon, Northants 1989.
[11] Kurtuba'da (Cordova) doğup gençlik yıllarını orada ve Fas'ta
geçiren büyük Yahudi ilahiyatçı ve hekim Maimonides'in (Ibni Meymun)
yaşadıkları bu konuda çok iyi bilinen bir örnektir. Bir kaynağa göre,
mutaassıp Muvahhid yönetimi altında dışarıya karşı İslam dinini benimsemek
zorunda kalır, ama ilk fırsatta ailesiyle birlikte daha hoşgörülü bir ortamın
olduğu Mısır'a kaçar. Orada Yahudiliğe döner ve Kahire'deki bir Yahudi
cemaatinin başına geçer. Bir gün Fas'tan gelmiş bir Müslüman ziyaretçi onu
tanıdığını iddia eder, onu Islamdan dönmekle suçlar ve işlediği ağır suçtan dolayı
hukukun gördüğü en yüksek cezaya çarptırılmasını ister. Mısırlı kadı sözü
edilen din değiştirme eyleminin gönüllü olmadığı için geçerli sayılamayacağı ve
bu nedenle dinden çıkma suçunun oluşmadığı kararına varır. Maimonides kendi
dinine göre ibadet etmede serbest bırakılır ve mesleğine yeniden döner. Bu
hikâyeyi 13. yüzyılın bir Mısır âlimi hekimlerin tarihiyle ilgili kitabında
anlatır. Bkz. Ibn al-Qiftî Ta'rtkh
alHukamâ, ed. J. Lippert, Leipzig, 1903, s. 317-19.
[12] Bkz. Attilio Nilano, Storia
degli ebrei in Italia, Torino, 1963, s. 250-52;
kitapta daha önceki kaynaklar ve araştırmalar belirtilmektedir.
[13] Eliyahu Capsali, Seder
Eliyah Zûtâ, c. 1, ed. Aryeh Shmuelevitz, Kudüs, 1975, s. 218-19; bazı
bölümlerin yer aldığı daha eski bir baskı, M. Lattes, De
vita et scriptis Eliae Kapsalii, Padova, 1869, s.
12-13. Kapsali ve eserleri hakkkında, bkz. Moritz Steinschneider, Die
Geschichtsliteratur der Juden, Frankfurt, 1905,
s. 93-94. Yahudi kaynaklarında Hıristiyan Avrupa'da baskıların uygulandığı bir
sırada Osmanlı Imparatorluğu'nun bir sığınak sunmasına ilişkin daha birçok
şükran ifadesi vardır. Bunlardan biri olan Edirne mektubunun 15. yüzyıl
başlarında, yani İspanya’dan nihai kovulmadan önce, ama baskıların bir hayli
ilerlediği bir sırada yazıldığı anlaşılmaktadır. Kendisini Almanya'da doğmuş
olan ve Edirne'de yaşayan Fransız kökenli bir Yahudi olarak tanıtan yazar,
Avrupa'da Yahudilerin çektiği eziyetleri ve Osmanlı ülkesindeki hoşgörüyü ve
huzurlu ortamı dokunaklı bir dille anlatır. Bir yüzyılı aşkın bir süre sonra
Samuel Usque adında bir Portekizli Yahudi, ünlü kitabı The
Consolation for the Tribulations of Israel de dindaşlarına hem ilahi hem de insani bakımlardan teselliler
verir. İkinci tür teselli kaynaklan arasında 'en fazla dikkat çekeni yüce
Türkiye'dir. Bu konularda bkz. Lewis, Jews
of İslam, s. 135-36.
[15] Bu belgeler için bkz.
Bernard Lewis, Notes and Documents from the Turkish
Archives: A Contribution to the History of Jews in the Ottoman Empire, Kudüs, 1952, s. 28-34, y. b., a. y., Studies
in Classical and Ottoman İslam (7th-l6th Centuries), Londra, 1976; önceki emirlerin iptali için bkz. Uriel Heyd, Ottoman
Documents on Palestine, 1552-1615, Oxford, 1960, s.
167-68. Yeniden iskâna ilişkin bu ve diğer benzer emirler için bkz. Lewis, Jews
of İslam, s. 121 -25.
[18] Bu konuda bkz. Friez
Meier, 'Über die umschrittene Pflicht des Muslims, bei nichtmuslimischer
Besetzung, seines Landes auszuwandem', Der
İslam, 68 (1991), s. 6586; Bernard Lewis, 'Legal and Historical
Reflections on the Position of Müslim Populations Under Non-Muslim Rule', Journal
of the Institute of Müslim Minority Affairs, 13 (1992), s. 1-16, y. b., a. y., İslam
and the West, New York, 1993, s. 43-57; A. L. Udovitch, 'Muslims and Jews in
the World of Frederic II: Boundaries and Communications', Princeton
Papers in Near Eastem Studies, 2 (1993), s.
83-104.
[19] Abu'l-Abbâs Ahmad ibn
Yahyâ al-Wansharîsî, 'Asnâ al-matâjir fi bayân ahkâm man ghalaba 'alâ vvatanihi
al-Nasârâ wa-lam yuhâjir", ed., Husayn Mu'nis, Revista
del Instituto Egipcio de Estudios Islamicos en Madrid, 5 (1957), s. 129-91.
[21] Morisco'lar, özellikle de ülkeden çıkarılmalarına ilişkin belgeler için bkz.
Mercedes Garcı'a Arenal, Les moriscos, Madrid, 1975, s. 251-55; Antonio Domı'nguez Ortiz ve Bernard
Vincent, Historia de los moriscos; vida y tragedia
de una minoria, Madrid, 1978; Andrevv C. Hess, 'The Moriscos: An Ottoman Fifth
Column in Sixteenth-Century Spain', American
Historical Review, 7A (1968), s. 1-25; El2, 'Morisco*. Cisneros için ayrıca bkz. Harvey, a.g.e., s. 329-334. ispanya Müslümanlarının ve morisco'ların Kuzey Afrika'ya varması ve yeniden iskân edilmesi için
bkz. J. D. Latham, 'Tovvards a Study of Andalusian Immigration and Its Place in
Tunusian History', Cahiers de Tunisie, 5 (1957), s. 203-52; Latham, 'The 'Andalus' in North Africa', El2, c. 1, s. 496-97.
[22] Kapsamlı bir
değerlendirme için bkz. Sicroff, a.g.eayrıca bkz. S. W. Baron, A
Social and Religious History of the Jews, c. 13, 2.
b., New York, 1969, s. 84-91. Kısa bir anlatım için bkz. Bernard Levvis, Semites
and Anti-Semites, New York, 1986, s. 82-84.
[23] Bkz. M. Benady, 'The
Settlement of Jews in Gibraltar, 1704-1783', Transactions
of the Jewish Historical Society of England, 26 (1979), s. 87-110; Benady, 'The Jewish Community of
Gibraltar', Sephardi Heritage'm içinde, c. 2: Western
Sephardim, ed. Barnett ve Schvvab, s. 144-79; Sir Joshua Hassan, The
Treaty of Utrecht and the Jews of Gibraltar, Londra, 1970; A. B. M. Serfaty, The
Jews of Gibraltar Under British Rule, Cebelitarık, 1933.
I. Löpez de Ayala, (Historia de Gibraltar, Madrid, 1792) adlı yapıtında Ingiltere'yi antlaşmayı çiğnemekle
suçlar (s. 322).
[24] Kuzey Afrika'daki Iber
asıllı Yahudi sürgünlerin özümsenmesi konusunda bkz. H. Z. (J. W.) Hirschberg, A
History of the Jews in North Africa, c. 1, Leiden,
1974, s. 362-446; Doğu'daki Yahudi sürgünler için bkz. Minna Rozen, Akdeniz
Yollarında: On Altıncı Yüzyıldan On Sekizinci Yüzyıla Değin Ispanyol
Yahudilerin Diasporası (İbranice), Tel Aviv, 1993,
özellikle 1. bölüm; Mark Alan Epstein, The
Ottoman Jewish Communities and Their Role in the Fifteenth and Sixteenth
Centuries, Freiburg, 1980; Lewis, Jews
of İslam, 3. bölüm; Aryeh Shmuelevitz, The
Jews of the Ottornan Empire in the Late Fifteenth and the Sixteenth Centuries, Leiden, 1984. Dönemin Yahudi ve Türk belgelerinin değerli bir
derlemesini sunan bir kaynak: Haim Gerber, 16.
ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğumdaki Yahudilerin Ekonomik ve Toplumsal
Yaşamı (Ibranice), Kudüs, 1982. Sonraki
dönemlerde Osmanlı topraklarındaki Sefarad Yahudilerinin durumu için bkz. Aron
Rodrigue, ed., Ottoman and Turkish Jewry: Community and
Leadership, Bloomington, 1992;
Avigdor Levy, The Sephardim in the Ottoman Empire,
Princeton, 1992; Stanford J. Shaw, The
Jews of the Ottoman Empire and the Turkish Republic,
New York, 1992; Walter E. Weiker, Ottomans,
Turks, and the Jevvish Polity: A History of the Jews of Turkey, New
York, 1992; Esther Benbassa ve Aron Rodrigue, Juifs
des balkans: Espaces judöo-iberiques XIVe-XXe siâcles,
Paris, 1991. Bazı Türk yazarların Osmanlı Imparatorluğu'ndaki Yahudilerin ve
öteki gayrimüslimlerin konumuna ve rollerine ilişkin anlayışları için bkz. Ali
İhsan Bağış, Osmanlı Ticaretinde Gayrimüslimler:
Kapitülasyonlar-Beratlı Tüccarlar, Avrupa ve Hayriye Tüccarları (1750-1839),
Ankara, 1983; Gülnihâl Bozkurt, Alman-lngiliz Belgelerinin ve Siyasi
Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu
(1839-1914), Ankara, 1989.
[25] Mekkeri) Müslüman
Ispanya'nın tarihine ve edebiyatına ilişkin Nefhü't-Tib
min gusnü'l-Endelüsü'r-Ratîb (Endülüs'ün Taze
Dalından Güzel Rayihalar) başlıklı başlıca yapıtını 1629'da Kahire'de yazdı.
Uzun yıllar unutulmuş olarak kalan yapıt, Ispanyol bilgin Don Pascual de
Gayangos'un 1840'ta, Müslüman Ispanya'nın tarihini ele alan birinci bölümden
uyarlanmış bir İngilizce versiyonu yayımlamasıyla gün ışığına çıktı. Bu bölümün
Arapça metni ilk kez 1855-61 arasında Leiden'de Hollandalı Reinhart Dozy,
Fransız Gustave Dugar, Alman Ludolf Krehl ve Ingiliz William Wright'tan oluşan
bir uzmanlar ekibince yayımlandı. Eksiksiz Arapça metnin yer aldığı kitap
1862'de Mısır'da çıktı ve daha sonraları birçok baskısı yapıldı.
[26] Müslümanlar arasında Ispanya
islamına yönelik ilginin yeniden canlanması konusunda bkz. Henri Peres, L'Espagne
vue par les voyageurs musulmans de 1610 d 1930, Paris, 1937; Lewis, "The Cult of Spain and the Turkish
Romantics", İslam in History, s. 129-33; Fransızca olarak yayımlanmış ilk hali, Etudes
d'orientalisme dâdiees â la memoire de Lâvi-Provençal, c. 2, Paris, 1962, s. 185-90. Aynı kitapta Aziz Ahmad'ın 'İslam
d'Espagne et İnde musulmane modeme' başlıklı önemli bir incelemesi de yer
almaktadır (s. 2, s. 461-70). Ispanyol Arap uzmanlarının katkıları için bkz.
Manzanares de Cirre, Arabistas espanolas del
siglo XIX, Madrid, 1972; Victor Morales Lezcano, Africanismo
y orientalismo espanol en el siglo XIX, Madrid,
1988.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar