Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e Vekâleti ve Temsili
Hz. Ali denilince akla gelen en önemli yönlerden bir tanesi ilimdir.
Daha çocuk iken Hz. Peygamber tarafından himâyesine alınan ve onun gözetiminde
büyüyen Hz. Ali, bu sâyede Kur’ân’ın nüzulüne ve Hz. Peygamber’in sözlerine,
hareketlerine ve uygulamalarına yakından şahit olmuştur. Bu bakımdan diğer
sahâbe arasında ayrıcalıklı bir konuma sâhiptir. Ayrıca erken yaştan îtibâren
okuma-yazma bilenler arasında olması ona ayrı bir değer katmaktadır. Hz. Peygamber, onun ilim ve hikmet sâhibi
olma vasfına işâret etmek üzere “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır.
Kim ilim talep ederse (ilim şehrinin) kapısına gelsin” buyurmuştur. Bu açıdan Hz. Ali, Hz. Peygamber’den sonra
ilmi ve hikmeti ile mü’minlere örnek ve rehber olmuştur.
Ömer Nasûhi Bilmen, onun ilmî müktesebâtının önemine şu ifadelerle
dikkat çekmiştir: “Hz. Ali, Allah ve Resûl’ünden sonra Ashâb-ı Kirâm’ın en
âlimi ve en fakîhi idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfân meydana gelmiş ve
büyük bir içtihat gücü ortaya çıkmıştı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi sahâbenin
büyükleri, her zaman Hz. Ali ile ilmî ve fıkhî meselelerde müzâkere ve
istişârede bulunurdu. Hânedân-ı Nübüvvet erkânından olduğu üzere pek büyük
ilim, irfân ile mücehhez olduğu cihetle Hz. Peygamber’in hayatına, sünnetine
herkesten daha fazla muttalî idi. Bu hususta kendisi İslâm’ın yegâne mercii
idi.”
Hz. Peygamber hayatta iken onun yanında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş
olan Hz. Ali, özellikle fıkıh alanında kendisini kabul ettirmiş bir otoritedir.
Sahâbe arasında bu yönüyle temâyüz etmiştir. Bu alandaki bilgisinin
genişliğinin ise, yukarıda belirttiğimiz üzere Hz. Peygamber’in onu Yemen’e
kadı olarak gönderirken yaptığı duâdan kaynaklandığı belirtilmiştir. Hz.
Peygamber “Yâ Rabbi! Ali’nin kalbi hidâyet nûrunun kaynağı, dili doğruluğun
tercümânı olsun” şeklinde duâ buyurarak onu bu vazîfeye göndermiştir.
Hz. Ali böylece sahâbe arasında temâyüz etmiş ve özellikle ilk üç
halîfe fıkhî meselelerde onunla istişâre de bulunmuşlardır. Hz. Ömer onun fıkhî
derinliğini şöyle ifade etmiştir: “Görüşünde ve hükmünde en isâbetli hüküm
verenimiz Ali’dir.” Saîd b. Müseyyeb de Hz. Ali’nin
bulunmadığı ve önemli bir meselenin görüşüldüğü toplantılarda “Hz. Ömer,
Allah’a sığınırdı” diyerek onun sahâbe için ne kadar vazgeçilmez olduğunu
belirtmiştir. Onun bu yönünü iyi
bilen sahâbe de, Hz. Ali’nin görüş belirttiği bir konu hakkında başkasına sorma
ihtiyacı hissetmemiştir.
Fıkhî bilgisi yanında Hz. Ali tefsîr ilminde de müstesnâ bir yere
sâhiptir. Bu hususta da otorite olduğunu onun şu ifâdelerinde açıkça
görebilmekteyiz: “Bana Allah’ın Kitâbı’ndan sorun! Allah’a yemîn ederim ki,
onun gece mi, gündüz mü, kır da mı, dağda mı nâzil olduğunu bilmediğim âyeti yoktur.”
Bu ifâdesiyle onun özellikle
âyetlerin iniş sebeplerini de ne kadar iyi bir şekilde bildiğini anlamaktayız.
Bu aynı zamanda her ânını Hz. Peygamber ile geçirmesinin ona eşsiz değerler
kattığının bir delîlidir. Ayrıca Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm bilgisini târif eden “Kur’ân
benimledir. Kur’ân’ı tanıdığımdan beri ondan ayrılmadım” sözüyle de bir
önceki ifâdesini teyit etmektedir.
Âyetleri tefsîr eden birçok rivâyeti bulunan Abdullah b. Abbâs da bu
rivâyetleri Hz. Ali’den aldığını belirtmiştir. Kendisine yöneltilen “Senin
tefsîr ilmin Hz. Ali’ye göre nasıldır?” sorusuna ise “Engin bir
okyanusun karşısında bir yağmur tanesi gibidir” şeklinde cevap vermesi, Hz.
Ali’nin bu alandaki engin bilgisini göstermektedir.
Hz. Ali, fıkıh ve tefsîrin yanı sıra hayatının her ânını birlikte
yaşadığı Hz. Peygamber’in sünnetini de çok iyi bilmektedir. Onun bu husustaki
meziyetini Hz. Âişe bir olayda şöyle ifâde etmiştir: Cerse bint Cedâne adlı bir
kadın Hz. Âişe’ye gelerek “Ali, aşûre orucunu emrediyor, sen bu konuda ne dersin?”
diye sorunca Hz. Âişe “Ali, sünneti çok iyi bilir” cevabını vererek Hz.
Ali’nin söylediği ve belirttiği hususların muhakkak sünnette yeri olduğunu
vurgulamıştır. Hz. Ali böylece hadîs
ilmine me’hâz olacak bilgisi ile de temâyüz etmiştir. Fakat o, birçok sahâbeden
daha az yaşadığı ve ömrünün bir bölümünü mücâdele ve savaşlarla geçirdiği için,
ancak 586 hadîs rivâyet edebilmiştir.
Bunun yanında Hz. Ali’nin hadîsleri yazdığı ve kendisine ait bir hadîs
sahîfesinin olduğu belirtilmektedir. Yine kendisinin ifadesi ile içinde
“Maktûlün diyeti, esirlerin serbest bırakılması, bir kâfir için Müslüman’ın
öldürülemeyeceği ve Mekke’nin Harem bölgesi sınırları” gibi hükümlerin
bulunduğu bu sahîfeyi kılıcının kınında saklamıştır.
Hz. Ali, zâhirî bilgisinin hikmet ile bütünleşmesi neticesinde zuhûr
eden hakîkat ve mârifet ilmiyle de irfân sâhibidir. Abdullah b. Mes’ûd’un “Kur’ân yedi harf üzere
indirilmiştir. Onda her bir harfin zâhiri ve bâtını vardır. Ali b. Ebû Tâlib’de
hem zâhir hem de bâtın ilmi vardır” şeklindeki tavsîfi Hz. Ali’yi bu
yönüyle tanıtmaktadır.
Şüphesiz Hz. Ali, Allah’ı ve Hz. Muhammed’i (sallallâhü aleyhi ve
sellem) tanımak, bilmek ve ahlaklarıyla ahlaklanmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm ve
Sünnet-i seniyye’yi tam mânâsıyla tatbik eden bir yaşayış ortaya koymuş ve bu
örneklik asırlar boyunca Allah ve Resûlüne îmân, itaat, ittibâ ve muhabbet yolu
olarak tâkip edilmiştir. Hz. Peygamber bir konuşmasında Allah’a hamdü senâ
ettikten sonra şu ifâdelerle bu gerçeği ümmetine duyurur: “Ey insanlar! Ben
de bir beşerim ve âhirete göç etmede hepinizden önde bulunuyorum. Size paha
biçilmez iki şey bırakıyorum, onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız. Onlardan
ilki Allah’ın Kitâbı, diğeri ise Ehl-i beytimdir.” Ehl-i beyt’in bir ferdi olarak Hz. Ali, bilgi
birikimini hem aile içerisinde hem hayatı boyunca karşılaştığı topluluklar
arasında paylaşmış ve yaymıştır.
Hz. Ali, taabbüd noktasındaki hassasiyeti ile de seçkin bir kulluk
sergilemiştir. Bu konuda nakledilen birçok örnek bulunmaktadır. Vecd timsâli
ibâdet aşkını gösteren özellikle şu hâdise onun vecdini açıklar. Hz. Ali bir
gün Hz. Peygamber’e gelerek şöyle der: “Ey Allah’ın Resûlü! Bana öyle birşey
öğret ki Allah’a ulaşmakta bana kolaylık olsun ve bu yolu tâkip edenler
Allah’ın affına ulaşabilsinler.” Hz. Peygamber ona “Zikre devam eyle”
karşılığını vermiştir. Hz. Ali “Zikirden bir an bile olsun ayrı değilim ey
Allah’ın Resûlü” deyince Hz. Peygamber “Doğru ey Ali! Fakat ben sana onu Cebrâil’in bana
öğrettiği şekilde öğreteceğim” diyerek onu önünde diz çöktürmüş ve
diz dize oturmuşlardır. Bu esnada Hz. Peygamber gözlerini yumarak üç kere
sağdan nefiy ve soldan ispat ederek yüksek sesle telkin buyurmuştur. “Lâ ilâhe
illallâh Muhammedü’r-Rasûlullâh” olarak tarif etmiştir.
“Hz. Muhammed’e ve Allah’a mânevî açıdan erişmede rehberlik eden bir
mürşîde bağlı kimseler (derviş, mürîd vb.) için konulmuş, mânevî, ahlâkî ve
sosyal kuralların bütünü ve bu kurallara göre teşkilâtmış müesseseler” olarak târif edilen tarîkatler genel olarak
incelendiğinde sûfilerin Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’yi belli
uygulamalarında dayanak olarak benimsedikleri ve onu imâm olarak kabul
ettikleri görülmektedir. Sûfiler tarîkat
ilmini Hz. Peygamber’den Hz. Ali’ye geçen bâtın ilmi olarak kabul etmişlerdir. Tasavvuf alanında Hz. Ali’ye atfedilen bu
yönler özellikle tarikatlaşma dönemlerinde daha belirgin hâle gelmiştir.
Kendilerini silsile yolu ile Hz. Peygamber’e dayandıran tarikatlar, bu
bağlantıyı Hz. Ali üzerinden kurarlar. Önde gelen tarikatlardan olan
Nakşîbendiyye, Kâdiriyye ve Halvetiyye silsilelerinde ana unsur Hz. Ali
olmuştur. Velâyet kavram üzerine
özellikle duran İbn Arabî, Hz. Ali’yi velîlik makamında olduğu için,
peygamberlerden sonraki en üst makama yerleştirmiştir.
Konumuz îtibâriyle ayrıntılarına girmeden kısa olarak ele almaya
çalıştığımız üzere Hz. Peygamber’in serdettiği maddî-mânevî ilmin muhafazası ve
intikalinde Hz. Ali onu temsîl etmiştir. Hz. Peygamber hayatta iken sahâbenin
her türlü sıkıntılarına çözüm bulmuş, sorularını cevaplamış ve öğrenmek
istedikleri konularda onları aydınlatmıştır. Asr-ı saâdet’ten sonra ise
özellikle İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ve farklı kültürlerden
birçok insanın Müslüman olması yeni problemleri ve sıkıntıları da beraberinde
getirmiştir. İlk üç halîfe başta olmak üzere karşılaşılan meselelerde öncelikle
Hz. Ali’ye müracaat etmişler ve onunla istişârede bulunmuşlardır. Fıkhın
yanında Kur’ân ilimleri noktasında da onun görüşlerine müracaat etmişlerdir. Bu
konudaki sayısız örnek Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den öğrendiklerini hayatına tatbik
ederek ve tevârüs ettiği ilmini insanların hizmetine sunarak Hz. Peygamber’in
hatırasını devam ettirdiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber’in kendisi ile Hz. Ali arasında kurduğu temsîlî
bağlardan bir diğeri mevlâlıktır. Resûl-i Ekrem, Gadîr-i Hum denilen yerde bu
konuda bir açıklama yapmıştır. Gadîr-i Hum, Mekke ile Medîne arasındaki
Cuhfe mevkiine yaklaşık dört kilometre uzaklıkta bulunan bataklık bir bölgedir. Hz. Peygamber, Vedâ Haccı dönüşü Mekke ile
Medîne arasında bulunan bu mevkide bir süre konaklamıştır. Bu konaklama
esnasında ise ashâbına bir konuşma yapmıştır. Hz. Peygamber bu hutbesinde
Allah’a hamdü senâ ettikten sonra “Ey insanlar! Ben de bir beşerim ve
âhirete göç etmede hepinizden önde bulunuyorum. Size paha biçilmez iki şey
bırakıyorum, onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız. Onlardan ilki Allah’ın
Kitâbı, diğeri ise Ehl-i beyt’imdir.”
Daha sonra Hz. Peygamber devam ederek, “Benim kadın-erkek her mü’mine
kendi nefsinden daha çok hak sâhibi olduğumu bilmiyor musunuz?” diye
sormuş; orada bulunanlar, “Evet, senin bütün mü’minler üzerinde daha çok hak
sâhibi olduğunu biliyoruz” şeklinde cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Hz. Ali’nin elini tutarak “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
mevlâsıdır” buyurmuştur.
Hz. Peygamber, bu hadîsi ile bütün dikkatleri Hz. Ali’nin üzerine
çekmiştir ve onun kendi nezdinde ne kadar değerli olduğunu belirtmiştir. Bu
durumu bir kez daha hatırlatmak ihtiyacı hissetmiştir; çünkü o günlerde bazı
Müslümanlar, Hz. Ali’yi tenkit eden ifadelerle onu hakkında şikâyette
bulunmuşlardır. Bu tepkinin ise iki nedeni vardır. Birincisi Hz. Ali’nin
geçmişte müşrik akrabalarını savaşlarda öldürmesidir. İkincisi ve en önemlisi
yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere Yemen seferi esnasında yanında
bulunan silah arkadaşlarının, ganîmet taksiminde katı davranması sebebiyle onu
Hz. Peygamber’e şikâyet etmeleridir.
Burada Hz. Ali ile ilgili
olarak bir hadîsi nakletmenin konumuz açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Bu Hac esnasında, Yemen seferinde Hz. Ali ile birlikte olan sahâbîlerden dördü
seferden dönüldükten sonra bazı davranışları sebebiyle Hz. Ali’yi Hz.
Peygamber’e şikâyet etmişlerdir. Seferden dönülünce bu dört sahâbî Hz.
Peygamber’e gelerek içlerinden bir tanesi “Ey Allah’ın Resûlü! Ali’nin şöyle
şöyle yaptığını görmedin mi?” diyerek Hz. Ali’yi şikâyet edince Hz.
Peygamber ondan yüz çevirmiştir. Daha sonra sırasıyla ikinci, üçüncü ve
dördüncü sahâbîlerde kalkarak aynı şekilde Hz. Ali’yi şikâyet etmişlerdir.
Bunun üzerine Hz. Peygamber yüzünde kızgınlık ifâdesi görünür bir şekilde
onlara yönelerek, “Ali’den ne istiyorsunuz, Ali’den ne istiyorsunuz, Ali’den
ne istiyorsunuz” diyerek onlara çıkışmıştır. Bunun ardından da Hz.
Peygamber “Ali bendendir, ben de Ali’denim” buyurmuştur.
Böylece Hz. Peygamber, Hz. Ali hakkında yayılabilecek ve onu olumsuz
etkileyecek dedikoduların önüne geçmiş ve ona ne kadar değer verdiğini
göstermiştir. Böylece Hz. Ali’nin yanındaki kıymetini belirten Hz. Peygamber,
Hz. Ali’nin diğer sahâbîye nazaran yanındaki değerini böylece ifâde etmiştir.
Zira yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi Hz. Peygamber, bizzat kendi
gözetiminde yetişmiş ve kardeş edinmiş olduğu Hz. Ali’ye ayrı bir değer vermiş
ve ona her fırsatta sevgisini göstermiştir.
Hz. Peygamber’in zikrettiği “mevlâ” kelimesini izah etmek konunun daha
iyi anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Sözlükte “Birinin arkadaşı,
dostu ve yardımcısı olmak” anlamındaki velâ kökünden masdar ismi ve sıfat
olan “mevlâ” kelimesi “Birbirine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı;
sâhib ve mâlik” mânâlarına gelmektedir.
Ayrıca Râgıb el-İsfahânî, kelimenin temel anlamının yanında “yan yana
oluş” mânâsının da olduğunu ve bundan dolayı kelimenin “iki veya daha fazla
şeyin aralarında yabancı olmaması kaydıyla birlikte olması” mânâsına da
geldiğini belirtmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “mevlâ” kelimesi birçok yerde Allah’ın mü’minlerin
yardımcısı ve dostu olduğu anlamında kullanılmıştır. Bu âyetlerden birinde
meâlen şu şekilde buyrulmuştur: “Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin
dostunuzdur. O, ne güzel dosttur. O, ne güzel yardımcıdır.”
Bu mânâlar göz önüne alındığında kanaatimizce Hz. Peygamber, bu
rivâyette mevlâ kelimesi ile dost mânâsını kastederek “Ben kimin dostu isem,
Ali de onun dostudur” demiştir. Zira Hz. Peygamber, her mü’minin dostudur;
mü’min için öz nefsinden daha kıymetlidir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız
üzere Hz. Ali ile Hz. Peygamber arasında hem kan bağına hem de muâhat ile
kardeşliğe dayanan bir ilişki mevcuttu. Bu rivâyet ile de Hz. Peygamber, Hz.
Ali’nin kendi nezdindeki değerine dikkat çekmiştir. Ayrıca bu ifâdesiyle Hz.
Peygamber, Müslümanlar arasında müşrik akrabalarını öldürdüğü ve ganîmet
taksiminde titizlik gösterdiği için ona kızgın ve kırgın olanları açıkça
uyarmış ve Hz. Ali’nin bütün mü’minlerin dostu olduğunu alenen ilân etmiştir.
Bu hadîs özellikle Şiiler tarafından Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’den
sonra halîfe olması gerektiğine delîl olarak getirilmiştir. Fakat Hz. Ali’nin
torunu Hasan el-Müsennâ’ya Gadîr-i Hum olayı sorulduğunda o “Allah Resûlü
onunla emirliğini kastetmedi. Eğer böyle demek isteseydi bunu açıkça söylerdi.
Çünkü Rasûlullâh, Müslümanlar’ın en fasîh konuşanıdır” şeklinde cevap
vererek bu husustaki farklı anlamaların önünü kesmiştir.
Hâsılı mevlâlık taltîfiyle Hz. Peygamber Hz. Ali’ye ne kadar değer
verdiğini herkesin huzurunda göstermiştir. Fakat bu kelimeyi kullanarak onu
kendisinden sonra emîr olarak tâyin etmemiştir. Kanaatimizce Hz. Peygamber
Gadîr-i Hum mevkiindeki konaklama esnasında Hz.
Hz. Ali hakkındaki olumsuz sözleri engellemeyi ve onun saygınlığının
herkes tarafından bilinmesini murâd etmiştir.
Hz. Ali, İslâm tarihi içerisinde siyasî yönüyle de ön plana çıkmıştır.
Siyasî hayatı boyunca birçok problem ile karşılaşmış ve bunları çözmek için
mücadele etmiştir. Hz. Ali’yi siyasî yönden etkileyen olaylar ve onun bu
durumlar karşısındaki tutumu Hz. Peygamber’in ahirete irtihâlinden sonra ortaya
çıkmaya başlamıştır. Özellikle Hz. Peygamber’in irtihâlinden sonraki durum
açısından Hz. Ali ile Abbâs arasında geçen diyaloglar dikkat çekicidir.
Hz. Ali, hastalığı iyice şiddetlenen Hz. Peygamber’in yanından
çıktığında halk “Ey Hasan’ın babası! Rasûlullâh geceyi nasıl geçirdi?”
diye sorunca, Hz. Ali, “Allah’a hamd olsun sabaha iyileşmiş olarak çıktı”
cevabını vermiştir. Amcası Abbâs ise ona yaklaşarak “Hz. Peygamber bu
hastalıktan iyileşemeyecek, ben Abdülmuttaliboğulları’nın yüzlerine bakarak
ölüm hâlindeki vaziyetlerini bilirim. Onun için sen Allah Resûlüne gidip bu
halîfelik işinin kime ait olduğunu sor. Bize ait ise bunu anlamış oluruz, bizde
değil ise yerine geçecek olana bizim hakkımızda emir ve tavsiyelerde bulunur”
demiştir. Hz. Ali ise bu teklifi kabul etmeyerek, “Bunu Allah Rasûlüne sorar
ve o bizi bu işten men ederse insanlar bu işi asla bize vermezler” diyerek
bunu Hz. Peygamber’e soramayacağını belirtmiştir.
Hz. Peygamber’in hastalığı esnasında kendisinden sonra kimin yerine
geçeceği sorusunun sahâbe arasında konuşulmaya başlandığını görmekteyiz. Biz
çok fazla teferruata girmemekle birlikte burada Hz. Ali ile olan diyaloglara da
kısaca temas etmenin de faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere rahatsızlığı esnasında Hz.
Peygamber’in hizmetini gören Hz. Ali ve Hz. Abbâs arasındaki diyalog bize Hz.
Peygamber sonrası için sahâbenin bir belirsizlik içinde olduğunu göstermiştir.
Hz. Ali ise, bu vazîfenin kendilerinin hakkı olduğunu düşünmektedir. Zira
amcası Abbâs ile aralarında olan başka bir diyalog da şöyledir: Hz. Peygamber
vefat ettiği esnada Hz. Abbâs, Hz. Ali’ye “Hazır elimizde iken ben ve buradakiler sana biat edelim”
demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “Bu işe bizden başkası da olur mu?” diye sorunca, Hz. Abbâs, “Vallahi başkası da çıkacaktır”
cevabını vermiştir. Bu diyalogdan kısa bir süre sonra Hz. Ebûbekir’e biat
edilip onlar da mescide gelince Hz. Ali tekbir seslerini işitmiş ve bu nedir?
diye sorunca, Hz. Abbâs “İşte
bu seni çağırdığım; şeninde reddettiğin şeydir” cevabını vermiştir.
Bu diyaloglara göre Hz. Ali, Hz. Peygamber sonrası için halîfelik
görevinin Haşimoğulları’nda kalacağına ve kendisinin bu görevi üstleneceğine
inanmaktadır. Fakat o esnada kendisi ve amcası Hz. Abbâs, Hz. Peygamber’in
cenazesi ile meşgul olurlarken Sakîfetü Benî Saîde de Hz. Ebû Bekir’e halîfe
olarak biat edilmiştir.
Hz. Abbâs, halîfelik mevzuunda yukarıda temas etmeye çalıştığımız
diyaloglarda Hz. Ali’nin dikkatini çekmesine rağmen Hz. Ali, halîfeliğin
kendileri dışında birine verileceğini ihtimal dâhilinde düşünmemiştir. Bununla
birlikte Hz. Ali açık bir şekilde Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğine karşı
çıkmamıştır. Fakat bu işte
kendilerine danışılmadığı için kırılmış ve Hz. Ebû Bekir’e altı ay kadar sonra
biat etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’e biat ederken “Ey Ebû Bekir!
Bizim sana biat etmeyişimiz, senin faziletini inkâr ettiğimizden ve Allah’ın
sana ihsan ettiği hayrı kıskandığımızdan dolayı değildir. Biz bu vazîfenin
kendi hakkımız olduğunu ve sizin bunu elimizden aldığınızı düşünüyorduk”
diyerek düşüncesini ifâde etmiştir.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in en yakın akrabası, ilk imân edenlerden
olması ve onu en iyi tanıyanlardan olması ayrıca ilim ve fazilet bakımından
önde bulunuş gibi meziyetlerinden dolayı bu hakkın kendisinin olduğunu
düşünmüştür. Fakat halîfelik için Kureyşli olmak yanında yaşlılık ve tecrübe
gibi ki “Araplar arasında liderlik için bu son derece önemlidir ” meziyetler de
ön plana çıkmıştır.
Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesinde bu meziyetler etkili olmuştur.
Halîfe seçiminde doğrudan doğruya bir nas veya Hz. Peygamber’in bir vasiyeti
bulunmamaktadır. Hz. Ali de kendisinin bu işe layık olmasını özellikle Hz.
Peygamber’e olan yakınlığı dolayısıyla düşünmüştür. Zira o, bu konuda herhangi
bir nas veya vasiyet zikretmemiştir. Bu hususu daha iyi anlamak için Suyutî’nin
naklettiği şu rivâyet önemlidir: Bu rivâyete göre Hz. Ali Basra’ya gelince
Basra’nın ileri gelenlerinden iki kişi Hz. Ali’ye gelerek ümmetin başına geçip
buralara kadar geldiğini ve Müslümanları birbirine kırdırdığını; bunu Hz.
Peygamber’den aldığı bir yetkiye mi dayandırdığını yoksa kendi görüşüne göre mi
yaptığını sormuşlardır. Hz. Ali bu iki kişiye “Allah Resûlü bana bir yetki
vermemiştir. Allah’a yemîn ederim ki ben ona ilk îmân eden kimseyim. Onun adına
yalan söyleyen ilk kişi de olmam. Eğer Allah Resûlü hilâfet mevzuunda bana bir
vasiyette bulunmuş olsa idi Ebû Bekir ve Ömer’in onun minberine çıkmasına asla
izin vermezdim. Bu iş için ellerimle mücâdele ederdim. Allah Resûlü ne
öldürüldü ne de âniden öldü. Günlerce hasta yattı. Müezzin geliyor onu namaza
çağırıyordu. O da Ebû Bekir’in cemaate namaz kıldırmasını emrediyordu.
Hanımlarından Aişe bu işi babasından uzaklaştırmaya çalışmış fakat Allah Resûlü
buna kızarak “Sizler Yusuf’u faka bastıran kadın cinsindensiniz; Ebû Bekir’e
emrimi bildirin namazı kıldırsın” buyurmuştur. Allah Resûlü vefat edince, bizler
de Allah Resûlünün imamlık için seçtiğini dünyamız için seçtik ve Ebû Bekir’e
biat ettik. Ona bu konuda herhangi bir ihtilaf ve suçlama olmadı. Ben, Ebû
Bekir’e hakkını verdim. Ordusunda savaştım, emri ile yanında şer’î cezaları
uyguladım.” şeklinde cevap vermiştir.
Hayatının her ânında Hz. Peygamber ile olan Hz. Ali, Hz. Peygamber’in
dâr-ı bekaya göç etmesinden sonra da onun hizmetini görmüş, cenaze ve tekfîn
işleriyle meşgul olmuştur. Bu esnada Hz. Ebû Bekir’in kendilerine
danışılmadan halîfe seçilmesine kırılmış olmasına rağmen daha sonra onun
faziletini dile getirerek Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğine karşı çıkmamıştır.
Ve ona biat etmiştir. Böylece Hz. Ali bir nevi ümmetin birliğine de katkıda
bulunmuştur. Zira onun Hz. Ebû Bekir’e biat etmemesi ile ümmet arasına ayrılık
girebilirdi. Hz. Ali o dönemde Hz. Peygamber, dâr-ı bekaya göç ettiği için
Hâşimoğulları’nın lideri konumuna gelmiştir. Onun Hz. Ebû Bekir’e biat etmesi
ile Haşimoğulları Hz. Ebû Bekir’e biat etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir’ in halife olmasından sonra karşılaştığı ilk problem,
irtidad hareketleridir. Mürtedlere karşı verilen mücadelede Hz. Ali, halife Hz.
Ebû Bekir ile birlikte hareket etmiş ve ona tavsiyelerde bulunmuştur.
Bu dönemde Hz. Ebû Bekir,
orduyla birlikte Medine yakınlarında bulunan Zülkassa’ ya, mürtedlerle savaşmak
üzere gitmeye karar verdiğinde, Hz. Ali’ nin de aralarında bulunduğu bir grup
sahâbî ile istişare etmiş, ancak kendisine sefere çıkmasının doğru olmayacağı
belirtilmişti. Rivâyete göre Hz. Ebû Bekir, sefer için yola çıktığında Hz. Ali
onun bineğinin yularını tutmuş ve "Kılıcını kınına sok ve kendini feda
ederek başımıza musibet getirme. Medine'ye dön. Allah'a yemin ederim ki eğer
seni kaybedersek, ebediyen İslâm'ın nizam ve düzeni kalmaz." demiştir.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ordunun başında sefere gitmekten vazgeçmiştir.
İbn Kesîr, VII, 22; Süyûtî, Târîhu’ l-hulefâ, s. 75.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar