Print Friendly and PDF

Söz Kelime Lugat Bahçesi

Bunlarada Bakarsınız

İnsanı insan yapan, lisandır. Belki de, insanı insan yapan yegâne şey lisandır. Aynı zamanda lisan, bilimdeki en büyük sorundur. Dikkat edin, aslında konuşmaktan değil, lisandan bahsediyorum. Bazı insanlar için bu kelimeler eş anlamlıdır. Ne zaman insan evrimi hakkında yeni yazılmış bir kitabın dizin kısmını açıp "lisan: bakınız konuşma" maddesini görsem, içimi bir sıkıntı basar. "Seni aptal, konuşmayı göremezsin," diye bağırmak gelir içimden, "konuşmayı duyarsın." Bir anlam kastetmeden konuşmak da mümkün; pek çok papağan anlamsız anlamsız konuşur. Konuşmak, lisanın araçlarından sadece biri. İşaret dili de bu manada bir araç. (Amerikan İşaret Dili gibi sağırlar için oluşturulmuş işaret dillerinden bahsediyorum, işitme sorunu olmayan insanların doğaçlama el kol hareketlerinden değil. )
Lisan, kelimelerin ve işaretlerin anlamlarını belirler, bunlardan anlamlı bütünler oluşturur, böylece sohbetler, muhabbetler, deneme yazıları, epik şiirler ortaya çıkar. Hatta bunun ötesine geçer lisan; düşüncelerinizi gerçekten anlamlı kılan, fikirlerinizden yapısal bir bütün inşa eden şeydir o.
İmgeler halinde düşündüğünüzü sandığınızda bile, bu imgelerden anlamlı bütünler oluşturan, onları düzensiz, karman çorman bir bulamaç olmaktan kurtaran şey yine lisandır
O halde, mutlak güce sahip bir tanrıyı ya da gizemli bir Akıllı Tasarımcıyı kabul etmemiz gerekir.


Büyü kelime ve isim büyüsü sessiz çığlıktır. Eski Ahit ve Mısır mitolojisi bu türden pek çok örnek ihtiva eder:
“bir tanrının ya da demonun asıl ismini bilen kişi, bundan dolayı onun taşıyıcısının gücünü de mutlak biçimde kendisinin kılan kişidir.”
Mısır mitolojisi, İsis'in, Ra'nın ismini kendi mülkiyetine geçirerek, Ra ve diğer tanrılar üzerinde hâkimiyet kazanışını anlatır. Ayrıca ilkel toplulukların dili kullanımlarına bakılırsa, isim ve ismin gösterdiği şey arasındaki ayrımın henüz söz konusu olmadığı daha iyi anlaşılabilir.
Burada dil, başlangıçta yalnızca düzenlenmemiş sestir, ve onun gücü, korkulan bir durumla başa çıkmak için haykırış ve bağırışlarda ortaya çıkar. Bir deprem, fırtına, güneş ya da ay tutulmasının meydana geldiği durumlarda kabile üyeleri bu olağanüstü hâl ile çığlık atarak ya da haykırarak başa çıkacaklarına, böylece tehlikeli durumu başlarından savacaklarına, onu uzaklaştıracaklarına inanmaktadırlar. Bu sesler bir şeyi temsil etmez, aksine bizzat kendileri bir güce dönüşür. Daha sonra dilin sesleri düzenlenmiş ses formuna dönüştükçe, dilin bu mitik-büyüsel gücü kendini bir başka şekilde yeniden gösterir. Özel isimler şeklinde düzenlenen sesler, bireysel varlığın üzerindeki mutlak bir gücü oluşturur:
Onu [kelimeyi], varlığın özelliğine sır dolu bağlarla bu tarzda bağlayan, bilhassa özel isimdir.
**
Bu bakış noktası altında incelenince mitos da, sanat da, dil ve bilgi de sembollere dönüşür.
« Sembol artık transendental yöntemde bir kendinde-şeyin temsilini değil, “zihnin kendini açışı” nı ifade eder.
Mitos, öyleyse bu gerçekliğe zihinsel açılma yollarından biridir. Mitosun dünyasında gerçekliğe değmek mitosun dille zorunlu ve doğrudan ilişkisini gerektirmektedir.
Burada örneğin bir gölge, bir şeye ait temsildir. O, bir anlama gelmekte, bir şeyin yerine geçmektedir. Oysa sembol kavramının yeni anlamı içinde mitosu kendi özgün içeriğinde değerlendirdiğimizde, gölgenin kendisi bir anlama gelmez, bizzat bir anlam olur; bir şeyin yerine geçmez, bizzat bir karakteristik içerik olur. Bu sayede mitosun dünyasında bir hasmına zarar vermek isteyen biri onun sembolünü ele geçirmeye çalışır. Bu türden sembol büyülerinde bir adamın gölgesi gibi, hasmın balmumundan yapılmış bir modeli veya ona ait dilsel semboller de kullanılır.
Bu büyü araçlarının sembolik nitelikleri, sembolü oldukları unsur ile bir ve aynı olduklarını göstermektedir. Bu nedenle dil ve mitos karşılıklı olarak sürekli temas içinde bulunurlar; birbirlerine dokunurlar, bağlıdırlar Tıpkı diğer semboller gibi kelime ve ismin büyüsü de mevcuttur. Bir isim bir şeyin anlamını dile getiren bir işaret değildir. Kelime ve isim vardır ve etki ederler. Onlar adeta bir ontik görünüme sahip olurlar. İsim insana ait özsel, içsel Olanı dile getirir, o doğrudan doğruya bu içtekidir.
Düşünmenin mi dilden, yoksa dilin mi düşünmeden önce geldiği sorusu, dilin genel olarak bilginin alanıyla ilişkisinde olduğu gibi, mitos ile ilişkisinde de sorulabilecek ortak bir sorudur. 

İnsanın hayvandan üstün bir konuma gelmesi, sözcükleri kullanması, rasyonel hesabı sözcükler üzerine kurması sayesinde gerçekleşmiştir. Hobbes, Elements of Law' da, bilimin nesnelere verilen adların bilgisi olduğunu ileri sürer Bu konuda Alman filozof Leibniz (1646-1716) şu yargıda bulunur: "Hobbes için hakikat yoktur; çünkü o, evrenselleri sözcüklere indirgemekle, hakikati sözcüklerin içine yerleştirmekle yetinmemiş, dahası hakikati, bütün tanımların [adlandırmaların] kaynaklandığı insan yargısına bağlamıştır." (nesnelere verdiği adlandırmalarla) oluşturduğu hakikatler den başka hakikat yoktur. Bu bakımdan, hakikatİn mimarı insandır. "Dünyada adların dışında evrensel bir şey yoktur ...Hakikat, nesnelerin değil, fakat sözcüklerin içinde bulunur" diyen Hobbes, felsefesini adcı (nominalist) bir temele oturtur. Böylece düşünce, onu belirleyen sözcüğe ya da kavrama indirgenmekte ve bundan dolayı da insanın dışında hakikatİn olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. "Doğru ve yanlış, nesnelere değil, konuşmaya (dile) özgüdür. Konuşmanın olmadığı yerde, ne doğruluk, ne de yanlışlık vardır."
Demek ki doğrular gibi yanlışlar da, adları, kavramları yaratıp onları nesnelere yakıştıranlar dan, yani insanlardan kaynaklanır.
Yanlış, duyulardan ya da nesneden değil, fakat adların (aynı adı bir sürü değişik nesneye vermek ya da bir dizi adı tek bir nesneye yakıştırmak gibi) uygunsuz kullanışından doğar. Zaten bu yüzden Hobbes, "insanların daha zengin bir dile sahip oldukça, ya daha akıllı, ya da daha aptal olduklarını" ileri sürer Buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyelim :
Sözcük ya da kavram, görüngünün simgesidir; bir başka deyişle, nesnenin kendisinin değil, bizim nesneyi algılama şeklimizin simgesidir. Maddeler dünyasında da, düşünce evreninde de, her şey devinimdir ve devinimlerin arasındaki ilişkilerdir. Her olan şey, (neden-sonuç ilişkisi biçiminde) gerekli olarak olmuştur. Akıl, sözcükler üzerindeki gerekli mantıksal (lojik) bir hesaptan başka bir şey değildir. Rasyonel hesap, teleolojik hesaptır; yani geleceği düşünerek gücün (erkin) araçlarını insana veren hesaptır.

Metafor kelimesinin kökeni, Yunanca "aktarma" anlamına gelmektedir. Metafor kelimesinin Türkçedeki karşılığı "mecaz" olarak ifade edilirken, bu kelimenin yerine "istiare, eğretileme, deyim aktarması" gibi kelimelerde kullanılmaktadır.
Metafor, "gerçek anlamı dışında benzetme yoluyla başka bir anlam yerine kullanılması" şeklinde de ifade edilmektedir. Metafor kelimesi temelde, "anlamın bir sembolden diğer bir sembole aktanım" anlamına da gelmektedir. Ayrıca Metafor kelimesini tanımlayan ilk düşünür Aristoteles'tir. Aristotales'e göre metaforun tanımı, "Bir kavramın başka bir kavram yerine kullanılması'dır. Aristotales'ten sonra Lakoff ve Johnson tarafından ele alınan metafor kavramıyla, insan zihninin düşünsel süreçteki önemine dikkat çekmişlerdir. 

Anadolu'da "bir çift söz büyüdür insana" denilir. Günümüzde bunun karşılığı hipnozda kullanılan kelimeler dizisi vardır. Reklam metinlerinde merak uyandıracak satışları arttıracak cümleler kurulur. Kişiyi ikna etmeye çalışmakta bir tür büyü yöntemidir. Pazarlamada kullanılan beden dili, güven kazanmak için giyilen renkler, kıyafetler bunların her biri modern çağın büyüleme biçimidir. Büyülü saçlar, büyüleyen tatlar, rüyada gibi hissettiren mekânlar, bunlar fantastik bir zihnin sanal dokümanlarıdır.
Curcânî diyor ki “Anlamlar ortadadır.”
“Bilindiği üzere söz inşa etmek altın veya gümüşü işlemeye benzer. Anlam şekil verilen madde yani yüzük veya bilezik yapmak için kalıba dökülerek işlenen altın ve gümüş gibidir. Yüzüğün dökümünün ve işçiliğinin kaliteli olup olmadığını öğrenmek için yalnızca altın ve yüzüğün madenine bakmak yanlış olduğu gibi bir sözün üstünlük ve meziyetini öğrenmek için de yalnızca anlamına bakmak yanlıştır. Bir yüzüğü öbüründen üstün tutarken sadece bunun gümüşü veya taşı daha kaliteli diyerek değerlendirme yaptığımızda onları yüzük olmak açısından karşılaştırmış olmayız. Bunun gibi bir beyti sırf anlamı açısından öbüründen üstün tutmamız da şiir ve söz olmak açısından mukayese yaptığımız anlamına gelmez.”
“Câhız’ın mana terimi ile neyi kastettiğini anlamak kolay değildir ve üzerinde düşünmeyi gerektirir. Curcânî’ye göre o bu terimle, dilin hammaddesini kastetmektedir. Buna göre Câhız, söz ile kuyumcunun hammaddesi arasında bir karşılaştırma yapar. Kuyumcunun hammaddesi altın veya gümüştür. Eğer kuyumcunun sanatı ve bu sanatın kalitesi hakkında bir hüküm vermek istersen yüzüğe bakarsın; gümüş ya da altına değil. Bu hammadde ortaya atılmış anlama benzer ve doğrudan doğruya sanatın kalitesine ilişkin bir hüküm verilmek istendiğinde bu hammaddede bir üstünlükten söz edilemez.”
Afrika’da av ve avcılığa dair sözcük sayısı fazlayken Kutuplarda balık ve balıkçılığa dair fazla, ülkemizde ise akrabalık ilişkisine verilen önemin sonucu bu alandaki sözcük sayısı fazladır.
Diğer dillerde olmayan kayınbirader, elti, görümce, kayınbaba, kaynana gibi sözcükler bu önemi belirtmede yeterlidir. Çünkü dil, kültürden kültüre farklılık gösterdiği gibi, anlam açısından da bağlı olunan toplumsal yapı bir hayli önemlidir.
 Düşünce ve konuşma yani dil, aynı şeydir. Ruhun kendi kendine içten yaptığı konuşmaya düşünce deriz. Düşünce dille yaşar dille düzene girer. Diğer taraftan düşünceden arındırılmış bir dil ise, hayatiyeti olmayan boş bir kalıptır. Görülüyor ki bu ikisi arasında zorunlu bir ilişki vardır. Gelişmeleri birbirlerine bağlıdır. Düşünce var olana nüfuz edip yeni kavramlar kazanıp onları ifade ederek dili zenginleştirir. Dil zenginleştikçe de düşünce varlığa nüfuz etmede güç kazanır.
Düşüncemizi dile getirmek için bütün doğayı yardıma çağırırız. Uygun kelimeyi bulduk mu, düşüncemiz berraklaşıverir. Belki o güne kadar bu kelime bizim kullandığımız anlamda kullanılmamıştır.

1.       Hoş, Meşru ve Münasip Söz (Kavl-i Ma'rûf)
2.       Doğru ve İsabetli Söz (Kavl-i Sedîd)
3.       Etkili ve Dokunaklı Söz (Kavl-i Belîğ)
4.       Yumuşak Söz/Tatlı Dil (Kavl-i Leyyin)
5.       Saygı Dolu Güzel Söz (Kavl-i Kerîm)
6.       Gönül Alıcı Söz (Kavl-i Meysûr)
7.       Sarsılmaz Söz (Kavl-i Sâbit)
8.       Hak Söz (Kavlu’l-Hak)
9.       Ortak Söz/lJzlaşmaya Çağıran Söz (Kelime-i Sevâ)
10.     Kalıcı/Ölümsüz Söz (Kelime-i Bâkiye)
11.     Takva Sözü (Kelimetu’t-Takvâ)
12.     En Güzel Söz (Ahsenu’l-Kavl)
1. Haktan Sapan Söz/Yalan Söz (Kavlu’z-Zûr)
2.       İkiyüzlü Söz (Lahnu’l-Kavl)
3.       Yaldızlı Sahte Söz(Zuhrufu’l-Kavl)
4.       Çelişkili Söz (Kavl-i Muhtelif)
5.       Kötü Söz (es-Sû’ mine’l-Kavl)
6.       Kulaktan Dolma Batıl Söz (Zâhirun mine’l-Kavl)
7.       Çirkin Söz (Munkerun mine’l-Kavl)
8.       Küfür Sözü (Kelimetu’l-Kufr)
9.       Eğlence Amaçlı Boş ve Yararsız Söz (Lehvu’l-Hadîs)
10.     Vebali Büyük Söz (Kavl-i Azîm)
1.       Dili dikkatli kullanmak
2.       Güzel konuşmak
3.       Yumuşak konuşmak
4.       Doğru konuşmak
5.       Adaletli konuşmak
6.       Alçak/ölçülü sesle konuşmak
7.       Açık ve anlaşılır ifadeler kullanmak, yavaş konuşmak, kelimeleri doğru telaffuz etmek ve gerektiğinde sözü tekrarlamak suretiyle açık ve anlaşılır konuşmak
8.       Yere, zamana ve seviyeye uygun konuşmak
9.       Dikkatli ve sözün sonuçlarını düşünerek konuşmak
10.     Kelimeleri dikkatle seçmek ve yanlış anlaşılmalara fırsat vermemek
11.     Gerekli yerlerde kinayeli konuşmak ve Allah hakkında konuşurken edebi gözetmek suretiyle konuşmada edebe riayet etmek
12.     Musibetler ve olumsuzluklar karşısında dikkatli konuşmak, kader inancına aykırı sözler sarf etmemek
13.     Gelecekte yapılacak işlerden söz ederken “İnşaallah” demek
14.     Karşı cinsle ciddi ve ağırbaşlı konuşmak
15.     Tartışmak gerektiğinde bunu en güzel şekilde yapmak
16.     Muhataba söz hakkı tanımak ve onu güzelce dinlemek
17.     Kendini bilmez cahillerle muhatap olmamak vc sözlerine aynıyla mukabelede bulunmamak
1.       Boş ve fuzuli konuşma
2.       Başta dinî konularda olmak üzere fertler hakkında ve toplumu ilgilendiren konularda bilgiye ve delile dayanmadan, sırf zan vc tahminle konuşmak
3.       Konuşmanın amele uygun olmaması, yani yapılan işlerle söylenen sözlerin birbirini tutmaması ve söylenenlerin yapılmaması
4.       Yalan konuşmak, yalancı şahitlik yapmak vc yalan yere yemin etmek
5.       Gıybet
6.       Allah’a ve insanlara iftira atmak
7.       Nemîme
8.       İnsanlarla, dinle ve dindarlarla alay etmek
9.       Hakaret, beddua ve lanet

Dil; seslere, kelime ve sözlere göre bölümlenir. Dil araştırmalarının mihenk taşı niteliğindeki dil unsurları sırasıyla şunlardır:
Sesbilgisi (Fonetik): Dil seslerindeki değişme ve birleşmeleri inceler.
Yapıbilgisi (Morfoloji): Kelimelerin yapısını ve değişikliklerini irdeler.
Sözdizimi (Sentaks): Dilde kelimelerin sıralanması konusunu inceler.
Anlambilgisi (Semantik): Söz varlığını oluşturan dil unsurlarının barındırdıkları anlamları irdeler.
Metinbilgisi (Filoloji): Dilde metin açıklaması, metin onarımı ve metin tenkidi ile uğraşır.

“Kelimeleri vaktinden evvel öldürmek, genç bir insan öldürmek kadar kanlı bir cinâyettir. Kelimelerin yaşama haklarını, insanların yaşama hakları kadar mukaddes ve muhterem sayanlar, insanlar içinde en az barbar veya en çok medeni olanlardır.” [ Banarlı, Nihad Sâmi, Türkçenin Sırları, 54. b, Kubbealtı Neş., 2017., s. 206.]

Halil b. Ahmed, el- ‘Ayn adlı eserinde, bizzat kendisinin ortaya koyduğu sese dayalı bir yöntem izlemiş ve harflerin mahreçlerini esas alarak ‘ayn harfiyle başladığı için kitabına el- ‘Ayn adını vermiştir.
يَٰٓأَيُّهَا ٱلنَّبِىُّ حَرِّضِ ٱلْمُؤْمِنِينَ عَلَى ٱلْقِتَالِ ۚ إِن يَكُن مِّنكُمْ عِشْرُونَ صَٰبِرُونَ يَغْلِبُوا۟ مِا۟ئَتَيْنِ ۚ وَإِن يَكُن مِّنكُم مِّا۟ئَةٌ يَغْلِبُوٓا۟ أَلْفًا مِّنَ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.”Enfal,65

Âyetlerde geçen kelimelerin anlamı bilinmese dahi kelimelerin birbirine bağlanması için kopmadan okunması ile dikkat çekmiştir. Âdeta birbirine bu tecvid kurallar ile sıkı sıkıya kenetlenmiş gibidirler. Şöyle ki yukarıda geçen âyetin bir kısmı; وَإِن يَكُن مِّنكُم مِّا۟ئَةٌ يَغْلِبُوٓا۟ أَلْفًا مِّنَ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ Burada peşpeşe gelen üç tane meâ’l-gunne, bir ihfâ ve sonrasında kuvvetli bir idğamı misleyn ile okunduğu zaman kelimelerin anlamı olan “eğer sizden (sabredenlerden) yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi yenerler” ifadelerindeki üstün vurguyu tecvîdi ile de hissettirir. Zira harfler de burada yüz kişinin sırt sırta verip bin kişiyi yenmesi için sıkı ve kopmayan birliktelikten bahseder gibidirler.

Kuranda, Taha süresinde yüz yirmi birinci ve ikinci ayetlerde(121-122)51, Hz. Âdem’in hikâyesini anlatırken, birbirine uygun düşen ve ayetin anlam bütünlüğünü sağlayan kelimeler seçildi. عصى kelimesine uygun düşen(zıddı) تاب kelimesidir. غوى kelimesi ise هدى sözcüğüne uygun düşmektedir. Çünkü isyan eden kişinin Allah’tan tövbe etmesi beklenir, doğru yolu kaybedenlerin ise Allah’ın hidayet etmesi beklenir.

Muhammed el-Emîn Diaby

Bu üstün tanrının ismi Duşara  veya cahiliye dönemi Araplarının tapındığı ismiyle Zûşşerâ olarak geçmektedir. “Şaralı olan” veya “Şara’nın sahibi” (bazı okunuşlarda Şı’râ)  anlamlarına gelen ismiyle tanrı Duşara; “âlemlerin rabbi, geceyi gündüzden ayıran, efendilerin tanrısı, her şeyin sahibi ve hâkimi olan, resminin veya heykelinin yapılmasından sakınılan bir dağ tanrısı” olarak tanımlanır.
Bu tanrı ismi yine Kur’an’da el-icr Suresi 49. ayette Nabaīler ile aynı bölgede yaşamış Ād ve Semūd (Hicr Halkı) kavimleri ile bağlantılı olarak geçen ve meallerin genel olarak “Şira yıldızı” olarak çevirdikleri “الشعْرى ” kelimesiyle de ilginç bir şekilde benzerlik göstermektedir. Ayette geçmeyen “yıldız” kelimesinin siyak ve sibak ve Necm suresinin bağlamı dikkate alınarak bir yorum şeklinde meallere eklendiği aşikârdır. Bu açıdan bakıldığında kelimenin aslında Kur’an’da geçen diğer Lāt, Menāt, ʿUzzā gibi Arap tanrılarından birisi olduğu ve Allah’ın Cahiliye Dönemi Araplarının tanrı anlayışlarını düzeltmek adına kendisi ile bir tutulan bu etkin tanrıyı da bu şekilde yerdiği düşünülebilir. Cahiliye Araplarında Allah söz konusu olduğunda herhangi bir resim veya suret yapma işine girişmekten sakınmaları da Duşara’nın Arapların gözündeki yerinin Allah ile bir olabileceğini akla getirmektedir. 
Hititlerde devlet yönetiminde dinin etkisini gösteren en önemli göstergelerden birisi kralların “…Tanrının Gözdesi” unvanını kullanmalarıdır.
Hitit kralları“Tanrının Gözdesi” sıfatını kullanmış oldukları halde, Yaşamları süresince hiçbir zaman tanrısallaştırılmamışlardır, ancak öldüklerinde öldü kelimesi yerine “Tanrı Oldu” denmektedir. 
Lâmsız olarak. O bir kuştur. Çin ve hint diyarında bulunur. Ona ateş tesir etmez. Denir ki ateşte kuluçkaya yatar ve yavrular, orada kalmaktan zevk alır. Tüyünden mendil vb. Şeyler yapılır. Mendil kirlendiğinde ateşe atılır, ateş onun kirini giderir fakat kendisi etkilenmez. İbn. Hallikân şöyle der: kemer uzunluğu ve genişliğinde, hayvan kemeri olarak dokunmuş kalın bir parça gördüm ateşe atıldı, ateş onda tesir etmedi. Birisi kenarını yağa daldırdı ve ateşe koydu tutuştu ve uzun zaman yandı, sonra söndü. O değişmedi aynı haldeydi.

Lâmsız olarak. O bir kuştur. Çin ve Hint diyarında bulunur. Ona ateş tesir etmez. Denir ki ateşte kuluçkaya yatar ve yavrular, orada kalmaktan zevk alır. Tüyünden mendil vb. Şeyler yapılır. Mendil kirlendiğinde ateşe atılır, ateş onun kirini giderir fakat kendisi etkilenmez. İbn. Hallikân şöyle der: kemer uzunluğu ve genişliğinde, hayvan kemeri olarak dokunmuş kalın bir parça gördüm ateşe atıldı, ateş onda tesir etmedi. Birisi kenarını yağa daldırdı ve ateşe koydu tutuştu ve uzun zaman yandı, sonra söndü. O değişmedi aynı haldeydi.

Şarap, Arapça شرب kökünden türetilen kelime olarak her türlü içilecek sıvı, üzüm şarabı her türlü sarhoşluk verici İçecek anlamlarına gelmektedir.
Önce maddi bir anlamda kullanılan bu kelime mecazi bir anlam kazanmış ve tasavvufi terim olarak aşk coşkunluğu sâlikin gönlünde oluşan ve onu huzurlu yapan his ve zevk anlamlarında kullanılmıştır.
Sakî, Arapçaسقى      kökünden türetilen kelime olarak su, şarap ve benzerlerini sunan kişi
anlamındadır. Ancak yaygın olarak işi şarap sunmak olan şahıslar için kullanılmıştır. Bu kelime tasavufi terim olarak ise şu anlamları taşımaktadır ;(1) Feyyaz-ı mutlak,feyiz veren ,
teşvik eden; sırları açıklayarak, hakikatleri anlatarak ariflerin gönlünü imar eden kişi (2) mâlikin, Allaha yönelen kişinin kendilerine bakarak hak sarhoşu olduğu güzelliğe örnek teşkil eden görüntüler (3) Mürşid-i kâmil (4) Allah Taâla; Aşk ve muhabbet şarabını aşıklara vererek onları fanileştiren Allah Teâlâ.
Sâkı-i ruhaniyân, mecazî olarak insanlarım atası Hz. Adem ve Cebrail anlamlarındadır.Sakî-i Kevser, Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin lakabıdır.

Mecusi kelimesi, “Ateşe Tapan "anlamında Farsça bir kelimedir. Mecusiliğin kaynağı İran’dır. Mecusîler; ateşe taparlar. Kâinatta nur ile zulmetin, hayır ve şerrin sürekli olarak birbiri ile mücadele ettiğini belirtirler. Onlara göre hayır, nurun ve şer, zulmetin eseridir.
 Mecusîler, Milattan Önce 500’lü yıllarda yaşamış ve öğretileri Zend-Avesta adlı kitapta toplanmış olan, İranlı din kurucusu Zerdüşt’ün fikirlerinin takipçisidirler. Mecusî inancının özünü, ‘evrenin yaratıcısı, Kadir-i mutlak bir Tanrı’nın varlığı teşkil eder. Zerdüşt, bu inancı telkin ettiği dönemde, Meleklere, seçilmiş kimselere vahyin gelebileceğine, cennet kavramlarına inanıyordu.
 Zend Avesta’nın bugün elimizde bulunan parçalarında putları kıracak olan “Soeshyant”,[ Herkese ve âlemlere rahmet olacak kişi.] adında biri ile “Astvat Ereat’ın”,[ Halkı ayağa kaldırak olan kişi.] geleceğini haber vermiştir. 
Dil ve düşünce sistemindeki değişikliği Michel Foucaoult ise, şöyle ifade etmektedir: Klasik çağda varlığın işaret ettiği şeye nasıl delalet ettiği sorulmaktaydı, modern çağda varlığın işaret ettiği şeye nasıl bağlandığı sorulmaktadır. Yani klasik çağ bu soruya temsil çözümlemesi ile modern çağ ise anlama ve anlam verme aracılığı ile cevap vermiştir.

[Foucaoult, Michel, Kelimeler ve Şeyler, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi, İstanbul, 2001, 82.] 
Kâme (kalkmak, ayakta durmak) fiilinden türemiş bir isim olan makâme kelimesi (çoğulu makâmât) “meclis” ve “insan topluluğu” anlamlarına gelir. Makâme kelimesi, câhiliye döneminde “meclis” ve “mecliste bulunanlar” anlamında kullanılırken, Emevîler döneminde ve Abbâsiler döneminin başlarında, halifelerin dinî ve ahlâkî hikâyeler dinlemek için yaptıkları toplantıları göstermek için kullanılmıştır.
 III. / IX. yüzyıldan itibaren vaaz ve hitâbe özelliğini kaybetmeye başlayan makâme; eğitici, öğretici ve eğlendirici yönü ağır basan “dilenci hitâbesi” hüviyetine bürünmüştür.
Makâme, Arap edebiyatında başlıca iki edebî akımın ürünüdür. Bunlar; hicrî IV. yüzyılda yayılan “dilencilik, yokluk edebiyatı akımı”  ve “edebî sanat akımı”dır. İslâm dünyasında, hicrî IV. yüzyılda dilenciliğin yaygınlaşması üzerine bir yandan sıkıntılı hayat süren insanların kazanç temin etmek için başvurdukları yolları ve atıldıkları maceraları edebiyata sokma arzusu, diğer yandan dönemin gerektirdiği edebî sanatları kullanma arzusu makâme türünün doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Makâme, seci‘li ifâdelerin kullanıldığı bir nesir türüdür. Arap edebiyatında roman, hikâye ve tiyatro gibi edebî türlerin atası olarak görülmektedir. Makâmenin temel amacı; “dil ve ifâde eğitimi”dir. Makâme türünün öncüsü kabul edilen Bedîüzzamân el-Hemedânî (ö. 398/1008) makâmelerini, öğrencilerine Arap dilinin inceliklerini öğretmek için kaleme almıştır.
Makâme türünün genel özelliklerinden bahsedilecek olursa; makâmede beyan ve bediî ilmine ait çeşitli sanatlar kullanılmaktadır. Bu sayede makâme yazarları, dil becerilerini ortaya koymaktadır. Makâmelerde olayları anlatan bir râvî bulunmakta ve makâmeler, râvînin “falanca bana anlattı” şeklindeki ifâdeleri ile başlamaktadır. Ardından keskin zekâ, edebî olgunluk, hayat tecrübesi ve büyüleyici dil sahibi, aynı zamanda hilekâr ve kurnaz kişiliğe sahip olan kahramanın hikâyesi anlatılmaktadır.
Makâmede yer alan en önemli konu dilencilik olsa da, yöneticilerin, kadıların ve devlet adamlarının yolsuzluklarını, toplumsal sınıfların problemlerini ele alan, çeşitli âdet ve geleneklere karşı çıkan, dil, nahiv, edebiyat ve fıkıh problemlerine çözümler getiren ya da vaaz ve irşat içerikli makameler de vardır.
Makâmelerde hikâye üslûbu kullanılmakta, zaman-mekân tavsifleri yer almakta, makâme karakterleri; şekil ve renk gibi dış özellikleri ile ya da iç dünyaları ile tasvîr edilmektedir. Ayrıca makâmelerde âyet, hadis ve atasözlerine, az kullanılan ya da unutulan garîb kelimelerin kullanımına yer verilmektedir.
Makâme türünü edebiyata sokan ilk kişinin Bedîüzzamân el-Hemedânî (ö. 398/1008) olduğu konusunda hemen hemen görüş birliği vardır. el-Hemedânî, Ebu’l-Feth el- İskenderî adında hayalî bir kahramanın, insanlardan para koparmak için yaptığı hileleri veya atıldığı maceraları seci‘li nesirle, zaman zaman da şiirle edebiyata sokmuş ve ortaya çıkardığı bu edebî ürüne “makâme” adını vermiştir. Sonraki dönemde İbn Nâkıyâ (ö. 485/1092) on makâmeden oluşan Makâmât adlı eserini yazmış fakat bu eser, üslûp güzelliği bakımından el-Hemedânî’nin makâmelerine yetişememiştir. el-Hemedânî’den sonra makâme türünde yazan en meşhur kişi, Ebû Muhammed Kasım b. Alî b. Muhammed el-Harîrî (ö. 516/1122) olmuştur. el-Hemedânî ve el-Harîrî’nin makâmeleri, yazıldıkları dönemden itibaren büyük rağbet görmüş, çeşitli ülkelerde istinsah edilerek birçok edip tarafından taklit edilmiştir. Özellikle el-Harîrî’nin makâmeleri Arap belâgatı ve üslûp ustalığının sembolü sayılmış, değerini modern zamanlara kadar korumuştur.
el-Harîrî’den sonraki dönemde es-Sarakustî (ö. 538/1143) onu taklit ederek makâmeler kaleme almış fakat bu makâmeler günümüze ulaşmamıştır. es-Sarakustî’nin çağdaşı olan ez-Zemahşerî (ö. 538/1144) şekil ve içerik bakımından el-Harîrî’nin makâmelerine benzemeyen, ahlâkî konulara hasredilmiş makâmeler, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) ise çeşitli edebî konularda ve vaaz içerikli makâmeler kaleme almıştır.
Zamanla makâmelerde ele alınan konular genişlemiştir; mesela İbn Saykal el-Cezerî (ö. 701/1301) hadis, fıkıh ve nahiv mevzûlarında, İbnü’l-Verdî (ö. 749/1349) ülkelerin nitelikleri konusunda, el-Halebî (ö. 779/1377) hayvanların nitelikleri hakkında, Süyûtî (ö. 911/1505) ise güzel koku, çiçek, meyve ve sebze gibi mevzûlarda makâmeler kaleme almıştır. İbrâhim İbnü’l-Vezîr (ö. 914/1508) el-Makâmâtü’n-nazariyye’de ve Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî (ö. 923/1517) Makâmâtü’l-‘ârifin’de kelâm konularını işlemiş, Mısırlı âlim Şihâbüddîn el-Hafâcî (ö. 1069/1659) makâmelerinde toplumsal problemleri konu edinmiş, Osman b. Ali el-Ömerî (ö. 1184/1770) el- Makâmâtü’d-düceyliyye ve’l-makâmâtü’l-Ömeriyye’sinde İslâm mezhep ve fırkalarını ele almış, Ahmed Berbîr el-Beyrûtî (ö. 1226/1811) ise Makâmefi’l-mufâhare beyne’l- mâ ’i ve ’l-hevâ ’ adlı eserinde su ile hava arasındaki üstünlük yarışını anlatmıştır.
Lübnanlı yazar Nâsîf el-Yâzicî (ö. 1287/1871)’nın kaleme aldığı Mecma‘u’l-bahreyn adlı eser, el-Hemedânî ve el-Harîrî’nin makâmelerinin modern dönemde yapılmış güzel bir taklidi niteliğindedir. Fâris eş-Şidyâk (ö. 1305/1887)’ın 1855’te kaleme aldığı es- Sâk ‘ale’s-sâkfîmâ hüve’l-faryâk adlı eser ise seci‘li olmakla birlikte el-Hemedânî ve el-Harîrî’nin makâmelerine kıyasla daha kolay anlaşılan ve akıcı bir üslûpla yazılmıştır.
Ahmed Şevki (1868-1932)’nin sosyal konuları ele alan Esvâku’z-zeheb adlı eseri,  Ali Mübarek (1823-1893)’in tasavvufî konuları ihtiva eden Senûhu’l-Efkâr adlı eseri, İbrahim el-Müveylihî’nin “sosyal erozyon”u konu edinen, Misbâhu’ş-Şark gazetesinde Haziran, 1899 - Eylül, 1900 tarihlerinde yayımlanan Hadîsü Mûsâ b. 'İsâm adlı üç bölümden oluşan yazı dizisi, Muhammed el-Müveylihî (ö. 1348/1930)’nin Hadîsü ‘Îsâ b. Hişâm adlı eseri ve Hafız İbrahim (ö. 1351/1932)’in Mısır edebiyatı, toplumu ve Mısır'ın siyasî durumu hakkındaki görüşlerini anlattığı Leyâli Satîh adlı eseri modern dönemde telif edilen, makâme türünün özelliklerini yansıtan eserler arasındadır. (Alıntı)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar