Hz. Ali Hakkında
Hz. Ali’ye ilk olarak annesi Fâtımâ binti Esed kendi babasının ismi
ile aynı mânâda olan Haydar / Haydere ismini vermiş, babası Ebû Tâlib ise bu ismi Ali olarak
değiştirmiştir. Yükseklik, yücelik, kuvvet ve kudret sahibi olmak mânâlarına
gelen Ali ismi aynı zamanda Esmâ-i Hüsnâ’dan yani Allâh’ın güzel
isimlerindendir. Bu ismin lügat mânâsı
da müsemmâ için övgü unsuru taşımaktadır.
Hz. Ali hem âşık, hem mâşuk hem de aşktır. O, aşkına âşıktır ve ismine
âgâhtır; isminin mânâsı ya da delâletine vâkıftır. Bilindiği gibi Hz. Ali’nin
de ismi olan “el-‘Aliyyü”, Esmâ-i Hüsnâ’dan, yani Allah Teâlâ’nın güzel
isimlerinden bir tanesidir.
1. Hazret-i Ali
2. Cenâb-ı Ali
3. Ali kerremallâhu
vechehû
Genel mânâda Hz. Ali’yi, yalnız kendisine mahsus olarak ve bulûğ
çağından önce müslüman olarak putlara tapınmaktan korunduğunu ifade etmek üzere
kullanılan, “Allah yüzünü dâimâ ak etsin” meâlindeki meşhur övgü ve duâ
cümlesiyle anılmaktadır.
4. Aliy-yi Haydar
5. Aliyyü’l-Murtazâ
6. Ali Şîr-i Hudâ
Hz. Ali’nin mirâcta arslan sûretinde temessül ettiğine dair rivayet
edilir.
7. Aliyyün Veliyyullâh
8. Ali aşkına
“Ali aşkına” ibaresi, tasavvufî
bir deyim olan ve kişinin karşısındakine niyâzım içeren “pir aşkına” deyimi gibi bir yemin ve ısrar ifadesidir.
9. Alilik eylemek
Hz. Ali gibi davranmak, onun hususiyetlerini taşımak mânâsında bir
deyim olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
10. Ali’nin çâkeri
“Bana Ali’nin kulu kölesi
demeleri gayet yerindedir, insaf ediniz hiç böyle bir sultan sevilmez mi?”
diyerek Hz. Ali’ye bağlılığı” dile getirmektir.
11. ‘Avn-i Ali
Hz. Ali’nin yardımını gördüğünü ifade etmektir.
12. ‘Ayn-ı Ali
İbaredeki ‘ayn” kelimesi, ‘ayn harfi olarak değerlendirildiğinde
“Ali’nin gözü” olarak anlaşılmaktadır. Bir diğer ihtimal ise ibaredeki ‘ayn
kelimesinin “aynısı, bizâtihî kendisi” veya dilimizde kullanıldığı şekliyle
“benzeri” mânâsında kullanılmış olabileceğidir.
13. Cemâl-i Ali
Celâl sahibi Hz. Ali’nin cemâl
sıfatıyla tecellî etmesi
14. Cûd-ı Ali
Hz. Ali’ye cömertliğinin âdetâ ona has kılındığını beyan
15. Dâd-ı Ali
Hz. Ali’nin Hakk’ın bir lûtfu olarak adalet sahibi olduğunu ifade
etmek.
16. İmdâd-ı Ali
“Sen onun ihsan eteğini
sadâkatle tut, bırakma ve doğruluğuna, yardım edeceğine inanarak ondan merhamet
iste; darda kalan herkese Hz. Ali’nin yardımı yetişir, kimse bundan mahrum
kalmaz” demektir.
17. Feyz-i Ali
Hakîkî evliyânın âlemde her
yerin Hz. Ali’nin feyzinin kudreti ile dopdolu olduğunu ifade etmesidir.
18. Hâl-i Ali
19. Hayâl-i Ali
Hz. Ali’nin hayâli canlanınca, yani Hz. Ali’nin hayali gönlü
doldurduğunda sineden Allah Allah feryatları yükselmesidir.
20. İlm-i Ali
21. Mihr-i Alî
22. Mîrâs-ı Ali
Peygamber evlâdında bulunan güzel huyların tamamını yine bu kişide
müşâhade edilince ve Hz. Ali’nin gerçek mirasının güzel ahlâk olduğunu beyan
etmektir.
23. Misâl-i/Misl-i Ali
24. Ravza-i Ali
25. Reml-i Ali
26. Semiyy-i Ali, Hem-nâm-ı
Ali
27. Sırr-ı Ali
28. ‘Uluvv-i Ali
29. Visâl-i Ali
30. Yâd-ı Ali
31. Yed-i Ali
32. Aliyyü’z-zamân
33. Alî-cûd
34. Âlî-dil
35. Alî-fütüvvet
36. Alî-heybet
Hz. Ali gibi heybetli, velî rûhâniyetine sahip ve melek sûretli bir
kişi olamak
37. Alî-himmet
38. Alî-ilm
39. Alî-kevkebe
40. Alî-nâm
41. Alî-sehâ
42. Alî-sıfat
43. Alî-sîret
45. Alî-vâr, Alî-veş
Hz. Ali’nin hançerlenmek sûretiyle şehid olmak…Hz. İsâ gibi çarmıha
gerilse, başı kesilse ve zehirlense dahi incinmemesi gerektiğini ifade
etmektedir.
Ebû Türâb Hz. Ali’nin en bilinen künyelerindendir. Bizzat Peygamberimiz tarafından Hz. Ali’ye
verilen bu künyenin Buhârf de yer alan hikâyesi şöyledir: Hz. Fâtımâ’ya bir
sebeple darılan Hz. Ali evi terk ederek Mescid’e gider ve orada yatar. Bu
sırada Hz. Fâtımâ’yı ziyârete gelen Peygamberimiz dâmâdının nerede olduğunu
sorar ve hâdiseyi öğrendikten sonra Mescid’e giderek Hz. Ali’yi üzerinden
ridâsı sıyrılmış ve sırtına toprak bulaşmış bir vaziyette yatarken bulur. Hz.
Ali’nin sırtından topraklan eliyle temizleyen Peygamber Efendimiz iki kere “Otur
yâ Ebâ Türâb! Otur yâ Ebâ Türâb!” diyerek seslenir. Bu rivâyet içerisinde
“Ali’ye bundan daha sevgili bir isim olmamıştır” açıklaması yer
almaktadır. Aynı rivâyet Müslim'de,
hasımlarının hakikati bilmeden bu künyeyi Hz. Ali’ye hakaret sadedinde
kullandıkları, oysa Hz. Ali’nin en çok bu künyesini sevdiği ve bu şekilde hitâb
edilmekten memnun olduğu hatırlatmasıyla yer almaktadır. “Toprağın babası” şeklinde tercüme
edilebilen “Ebü Türâb”, künyesi ile anılmıştır.
“Hasan’ın babası” mânâsındaki Ebü’l-Hasan, Hz. Ali’nin künyelerindendir. Arap geleneğinde isimler kadar önemli yeri
olan künyeler en bilinen şekliyle ilk erkek çocuğa nispetle kazanılmaktadır ve
Hz. Ali’nin “Ebü’l- Hasan” künyesi de böyledir.
“İki torun” anlamındaki “Sıbteyn” kelimesi, Hz. Hasan ve Hüseyin için
âdeta âlem olmuş, bu iki sevgili torun Hz. Peygamber’e nispet edilmelerinin bir
ifadesi olarak “sıbt-i Resûlullâh” olarak anılmışlardır. Bu münasebetle Hz. Ali, diğer künyeleri kadar
şöhret bulmamakla birlikte “iki torunun babası” anlamındaki “Ebü’s-Sıbteyn”
künyesi ile mâruftur.
Lâkap, bir kimsenin asıl isminden başka kendisine verilen isim ve
sıfata denilmektedir ve kullanım açısından umumiyet arzeder. Arap dünyasında
ayrı bir yeri ve önemi olan lâkapların çok defa birer hikâyesi, veriliş
gerekçesi vardır. Lâkaplar dışında da bir kişiyi isim zikretmeksizin hatırlatan
nitelemeler mevcuttur ve bunlar ilgili şahsa delâlet hususunda aynı vazifeyi
görmekle birlikte, yani lâkaplar gibi hakikate dayalı bir yakıştırma içerdikleri
halde onlar kadar yaygınlık kazanmamış ifadelerdir.
Hz. Ali’nin lâkaplarındandır.
Hakk’ın rızâsını kazanmış anlamındaki “Murtazâ” lâkabını Hz. Ali’nin
Tebük gazâsma giderken Hz. Peygamber’in kendisini Medine’de halîfe sıfatıyla
bırakması üzerine aldığı nakledilmektedir:
Rivayete göre Hz. Peygamber’in Tebük savaşma çıkarken Hz. Ali’yi
Medine’de vekil bırakmış, bunun üzerine Hz. Ali, “Yâ Rasûlallâh! Beni
kadınlar ve çocuklar arasında mı vekil bırakıyorsun?” diyerek serzenişte
bulunmuştur. Hz. Ali’nin bu itirazım Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, “Yâ Ali! Bana nisbeten sen, Mûsâ’ya nisbetle Hârûn mevkiinde
olmaya râzı olmaz mısm? Şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur” müjdesiyle cevaplamıştır. Hz. Ali’nin buna
râzı olması ise onun Murtazâ olarak anılmasına sebep olmuştur.
1. Cenâb-ı Murtazâ
2. Murtazâ Ali
3. Murtazâ’nın Sırrı
4. İlm-i Murtazâ
5. Kemâl-i Murtazâ
6. Rûh-ı Murtazâ
7. Zebân-ı Murtazâ
8. Hem-nâm-ı Murtazâ
9. Hâk-i pây-ı Murtazâ
10. Nakd-i cân-ı Murtazâ
11. Murtazâ-heybet
12. Murtazâ-sîret
13. Murtazâ-şân
Haydar ya da Haydere, Hz. Ali’nin lâkaplanndandır. Hz. Ali’nin arslan mânâsındaki bu lâkabı
telâffuz edildiğinde hâsıl olan tesir sebebiyle yani hem kudret hem de cesareti
hatıra gelir.
1. Hazret-i Haydar
2. Cenâb-ı Haydar
3. Haydar Ali
4. Haydariyyet
5. Haydar aşkına
6. Cemâl-i Haydar
7. Feyz-i Haydar
8. Hâl-i Haydar
9. Lûtf-ı Haydar
10. Misl-i Haydar
11. Nakd-i Haydar
12. Na‘ra-i Haydar
13. Nesl-i Haydar
14. Sâye-i Haydar
15. Semiyy-i Haydar
16. Ser-i Haydar
17. Sırr-ı Haydar
18. Silsile-i Haydar
19. Vâris-i Haydar
20. Rezm-i Haydar
21. Pençe-i Haydar
22. Dest-bürd-i Haydar
23. Tîğ-ı Haydar
24. Zûr-ı Haydar
25. Haydar-endazî
26. Haydar-himmet
27. Haydar-ı aşk
28. Haydar-ı devlet-me’âb
29. Haydar-ı devrân
30. Haydar-ı düldül-süvâr
31. Haydar-ı ihlâs
32. Haydar-ı neberd
33. Haydar-ı nigeh
34. Haydar-ı safder
36. Haydar-ı sânî
37. Haydar-ı tecrid
38. Haydariyyü’l-hamle
39. Haydar-âyîn
40. Haydar-azîmet
41. Haydar-ceng
42. Haydar-dil
43. Haydar-menâkıb
44. Haydar-siyer
45. Haydar-meşreb
46. Haydar-nihâd
47. Haydar-sıfat
48. Haydar-şecaat
Hz. Ali’nin “Haydar” lâkabına, “savaşta döne döne saldıran”
mânâsındaki “Kerrâr” sıfatının eklenmesiyle “Haydar-ı Kerrâr” terkibi
oluşturulmuş ve bu sıfat da en az onun “Haydar” lâkabı kadar yaygınlık
kazanmıştır. Bu sıfat öncelikle, savaşlarda düşman askerlerinin arasına tıpkı
ceylân sürüsüne hücum eden bir arslan gibi tek başına hamle ederek döne döne
saldırdığı nakledilen Hz. Ali’nin, savaşlardaki cesaret ve kahramanlığım ifade
etmektedir. Bunun yanında “ma‘nâ”, “feyz” gibi kelimelerle aynı terkip
içerisinde kullanıldığında Hz. Ali’nin daha ziyade tasavvufî yönünü; “endîşe”
ve “nazm” gibi kelimelerle birlikte zikredildiğinde ise Hz. Ali’nin belâgat ve
fesâhat hususundaki üstün kabiliyetini ve mahâretini ifade eden bir sıfat
vazifesi gördüğü dikkat çekmektedir.
1. İştiyâk-ı Haydar-ı
Kerrâr
2. Lûtf-ı Haydar-ı Kerrâr
3. Makarr-ı Haydar-ı
Kerrâr
4. Meded-i Haydar-ı
Kerrâr
5. Nazar-ı Haydar-ı Kerrâr
6. Haydar-ı Kerrâr-ı
endîşe
7. Haydar-ı Kerrâr-ı
felek
8. Haydar-ı Kerrâr-ı feyz
9. Haydar-ı Kerrâr-ı
gâlib
10. Haydar-ı Kerrâr-ı gazâ
11. Haydar-ı Kerrâr-ı ma‘nâ
12. Haydar-ı Kerrâr-ı nazm
13. Haydar-ı Kerrâr-ı
sâhib-kudret
Kerrâr, “savaşta döne döne saldıran” mânâsında bir sıfat olup Hz.
Ali’yi tanımlamaktadır. Hz. Ali’nin “Haydar-ı Kerrâr” lâkabındaki Haydar’ın
hazfı sonucu oluşan bu sıfatı da vardır.
1. Kerrâr hakkı içün
2. Esrâr-ı Kerrâr
3. Mâhiyyet-i Kerrâr
4. Râh-ı Kerrâr
5. Sâhib-i Kerrâr
6. Dest-bürd-i Kerrâr
7. Rezm-i Kerrâr
8. Savlet-i Kerrâr
9. Ser-pençe-i Kerrâr
10. Zûr-ı Kerrâr
11. Kerrâr-ı fazilet
12. Kerrâr-ı vegâ
13. Kerrâr-ı sadâret
14. Kerrâr-ı celâdet
15. Kerrâr-sıfat
16. Kerrâr-meniş
Farsça’da, bir ülkenin tac sahibi hükümdarı anlamına gelen “şah”, Hz.
Hüseyin ve Hz. Ali’nin isimlerinin önüne getirilerek onların sıfatı olarak
kullanılmaktadır.
1. Hazret-i Şâh
2. Şâh Ali
3. Şâh aşkı
4. Şâh-ı aşk
5. Şâh-ı beka
6. Şâh-ı kerbân
7. Şâh-ı kerîm
8. Şâh-ı cümle kâinat
9. Şeh-i ‘izz ü devlet
10. Şâh-ı müzâhir
11. Şâh-ı vefâ-perver
12. Şâh-ı düldül-süvâr
Velâyetin şahı yani sultânı, lideri mânâsındaki bu terkip Hz. Ali’nin
sıfatlarındandır. Hz. Peygamber’in velâyetini tevârüs etmesi sebebiyle Hz. Ali
bu sıfatla anılmıştır. Onun Şâh-ı velâyet olması, Peygamberimiz’e nispet edilen
“Ali bendendir, ben ondanım; o benden sonra bütün mü’minlerin velîsidir” meâlindeki rivâyete ve yine Peygamberimiz’in
Hz. Ali’ye zikir telkin ettiğine dair rivayetlere istinâd etmektedir. Ayrıca tarikatların
tamamına yakın bir kısmının silsile itibarıyla Hz. Ali’ye nispet edilmesi de
onun Şâh-ı velâyet olarak tanımlanmasının sebeplerindendir. Bu mânâda Hz. Ali gerçekten de mânevi yollan
Hz. Peygamber’e ulaştıran kapı vazifesi görmüştür ve sık sık velîlerin ve
veliliğin şâhı anlamındaki Şâh-ı velâyet sıfatı ile anılmaktadır.
Farsça bir terkip olan “Şâh-ı merdân”, erlerin, yiğitlerin şâhı
demektir ve Hz. Ali’nin sıfatlarındandır. Şâirler, Hz. Ali’nin savaş
meydanlarındaki kahramanlıklarını dile getirmek için “yiğitlerin şâhı”
mânâsındaki bu sıfatına sık sık müracaat ettikleri gibi velâyetini söz konusu
ettiklerinde de Hz. Ali’yi aynı sıfatla andıkları dikkat çekmektedir.
Hz. Ali, Necef in şahı mânâsındaki “Şâh-ı Necef” sıfatıyla
zikredilmektedir. Necef ise tarihte Bağdad vilâyetinin Kerbelâ sancağına bağlı
bir kasaba olup Hz. Ali’nin türbesine ev sahipliği yapmaktadır. Bu münâsebetle
Necef, Meşhed-i Ali olarak da bilinmektedir.
Hz. Ali’nin Şâh-ı Necef sıfatıyla zikredildiği beyitlerden seçilen
örneklerle konuyu açıklığa kavuşturmak mümkündür.
Hz. Ali, arslan mânâsındaki Haydar lâkabının Farsça karşılığı olan Şîr
sıfatı ile de anılmaktadır.
2. Şîr-i ceberut
3. Şîr-i merdân
Şîr-i Hudâ, “Allâh’ın arslanı” mânâsında Farsça bir terkip olup Hz.
Ali’nin sıfatlarındandır. Bu sıfatın hem Hz. Ali’nin lâkaplarından olan
Esedullâh’ın tercümesi, hem de husûsen İranlıların Hz. Ali’ye verdikleri bir
lâkap olduğu söylenmektedir.
Şîr-i Yezdân, Allâh’m arslam mânâsında Farsça bir terkip olup Hz.
Ali’nin sıfatlarındandır. Hz. Ali’nin bu sıfatı da esâsen Şîr-i Hudâ gibi
“Esedullâh” lâkabının Farsça tercümesidir ve daha ziyade şecaati söz konusu
edildiğinde Hz. Ali, Şîr-i Yezdân sıfatıyla anılmaktadır.
Hak, Allâh Teâlâ’nın güzel isimlerinden olup “fiilen var olan,
mevcûdiyeti ve ulûhiyyeti gerçek olan”
mânâsındadır. Şîr-i Hak ise Hak Teâlâ’nın arslanı mânâsında bir terkip
olup Hz. Ali’nin sıfatlarındandır. Hak esmâsı gibi yine Esmâ-i Hüsnâ’dan Gafur
ve Rahmân isimleriyle oluşturulan “Şîr- i Gafur”, “Şîr-i Rahmân” tamlamaları da
Hz. Ali’nin birer sıfatı olarak kullanılmaktadır.
Allah’ın arslanı mânâsındaki Esedullâh, Hz. Ali’nin lâkaplanndadır ve
Hz. Ali müslümanlara karşı sonsuz diğergamlığı ve din düşmanlan karşısında
cesaretinin büyüklüğü sebebiyle verilmiş bir lâkaptır.
Hz. Ali “Esedullâh” lâkabının doğrudan bir tercümesi olan “Tanrı
arslanı” sıfatıyla da zikredilmektedir.
Hz. Ali, Esedullâh veya Şîr-i Hudâ gibi lâkaplarının tercümesi olan
“Tann Arslanı” sıfatıyla konu edildiği gibi doğrudan doğruya Haydar lâkabının
Türkçe karşılığı olan “Arslan” sıfatıyla da zikredilmektedir. Bu tercihte
arslan kelimesinin Türkçe’de dâimâ güç, kudret ve cesaret gibi övgüye değer
hususiyetleri hatıra getirmesi kadar Hz. Peygamber’in mi‘râcda Hz. Ali’yi
arslan suretinde gördüğüne dair inanışın da etkisi olmalıdır.
Kevser sûresinde, “(Rasûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik
(Kevser sûresi 108/1)” meâlindeki âyet-i kerîmenin de işaretiyle “Hz.
Peygamber’e cennette bahşedilen nehir” şeklinde izah edilen kevser, yine
Rasûlullâh’a bahşedilen nübüvvet, hikmet, ilim, çok sayıda ümmet, tevhid vb.
mânevî nimetler şeklinde de yorumlanmışta.
Hz. Peygamber’in yönettiği bir savaşla fethedilen (7/628) Hayber
şehri, en muhkem kalelerinden birisi olan Kamus kalesinin fethinde Hz. Ali’nin
gösterdiği fevkalâde muvaffakiyet
sebebiyle İslâm kültür tarihinde asıl şöhretine ulaşmıştır. Hz. Ali’nin
Hayber fethinde gösterdiği insan üstü mücadele örneği, hadis kaynaklarında da
geniş şekilde yer almıştır. Rivayete göre Hz. Peygamber, Hayber kuşatması
sırasında elindeki sancağı, “Bir gün sonra ‘Allah ve Resûlü’nü seven’ birisine
vereceğini ve zaferin de onun eliyle kazanılacağını” söylemiş ve ertesi gün Hz.
Ali’ye teslim etmiştir.
Hz. Ali’nin lâkapları kadar yaygınlık arzetmese de hilâfetini, Hz.
Peygamber ile neseben ve sıhren yakınlığı ile velâyetini ifade eden bazı
sıfatlarla tavsif edildiği tespit edilmektedir. Özellikle Ali na‘tlarında
zikredilen bu sıfatların Hz. Ali’ye delâletleri ekseriyetle doğrudan olmakta,
bazı örneklerde ise karine ile anlaşılmaktadır.
Hz. Ebü Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan soma İslâm’ın dördüncü
halifesi olan Hz. Ali hilâfetini ifade eden “emîrü’l-mü’minîn”, yani
mü’minlerin lideri sıfatıyla da anılmaktadır.
Emîr, liderlik ifade eden bir sıfat olup hilâfeti tanımlayan “emîrü’l-
mü’minîn” ibaresinin de kısa söylenişidir.
1. Emîr-i
Yesrib ü Bathâ
2. Emîrü’n-nahl
İmâm, kendisine tâbî olunan kimsedir.
1. İmâmü’l-mü’minîn
2. İmâmü’l-müttakîn
3. İmâm-ı ins ü cin
4. İmâm-ı dîn ü dünyâ
Hz. Ali, Peygamberimiz’in amcası Ebû Tâlib’in en küçük oğludur.
Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber, amcası Ebû Tâlib’in yükünü
hafifletmek maksadıyla Hz. Ali’yi himâyesine almış, Hz. Ali beş yaşından
itibaren hicrete kadar Rasûlullâh’ın yanında kalmıştır. Peygamber Efendimiz’in gözetiminde yetişen
Hz. Ali, dolayısıyla Hz. Peygamber için herhangi bir amca oğlu değildir. İşte
Hz. Ali’nin Peygamberimiz’e bu yakınlığını ifade maksadıyla şâirler Hz. Ali’yi,
Rasûlullâh’ın amcasının oğlu olduğunu ifade eden “ibn-i ‘amm- i Mustafâ” ibaresiyle
Hz. Peygamber’e nispet ederek medhetmektedirler.
Hz. Ali, Resûlullâh’ın dâmâdıdır. Hz. Fâtımâ ile evlenen Hz. Ali’nin
Hz. Peygamber ile zaten mevcut olan akrabalık bağı, sıhriyet ile daha da
güçlenmiştir. Ayrıca bu izdivâcı Hz. Peygamber’in de bizzat arzuladığı
nakledilmektedir.
1. Sıhr-i Nebî
2. Zevc-i Fâtımâ
El-Vasiyyu, Hz. Ali’nin lâkablarındandır. Fakat bu lâkap genelde “el- Vasiyyu”
şeklinden ziyade Hz. Peygamber’e izâfe edilen “Her peygamberin bir vasisi
vardır, benim vasim ve vârisim ise Ali’dir”
meâlindeki rivayetleri telmîhen, vasiyy-i Resûl, vasiyy-i Nebi, vasiyy-i
Mustafâ terkipleriyle kullanılmıştır.
Seyyid, efendi, lider mânâsında bir kelimedir. İbn-i Abbas’tan gelen
bir rivayete göre Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi işaret ederek “Sen dünya ve
âhiretin seyyidisin” buyurmuştur. Ayrıca
Peygamber Efendimiz’in Hz. Ali’yi “seyyidü’l-Arab”, yani Arapların efendisi
olarak tanımladığı da rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber, “Arapların
efendisini görmek isteyenler Ali b. Ebı Tâlib’e baksınlar” buyurunca Hz. Âişe,
“Ey Nebiyyallâh, ‘seyyidü’l-Arab’ sen değil misin?” diye sormuş, Hz. Peygamber
ise “Ben ‘imâmül-müslimîn’ ve ‘seyyidü’l-muttakînim’; seyyidü’l-Arab’ı görmek
istersen Ali b. Ebî Tâlib’e bak” diyerek sözünü tekrar etmiştir. Bir başka
rivayette ise Hz. Peygamber’in “Ben Âdemoğlu’nun seyyidiyim, Ali ise
seyyidü’l-Arab’dır” buyurduğu nakledilmektedir.
Hz. Ali’nin “seyyid” sıfatı ve bu sıfatla oluşturulan terkiplerle tavsif
edildiği tespit edebiliriz.
Hz. Ali, mahşerde şefaat edeceğini ifade eden “şâfi‘-i mahşer”
sıfatıyla tanımlanmaktadır.
Kasîmü’n-nâr, Hz. Ali’nin lâkaplarındandır. Cehennemin taksim edicisi, yani kimlerin
cehenneme gireceğini ta‘yin eden kişi anlamındaki bu ibare, İbn Cevzî’de Hz.
Ali’den naklen, “Ben, bu benimdir bu şenindir diyerek cehenneme girenleri
taksim ederim” meâlindeki rivayete
de istinâd etmektedir. Hz. Ali’nin “Kasîmü’n-nâr” lâkabı söz konusu rivayetteki
ibarenin bütün olarak zikredilmesiyle yani “Kasîmü’n-nâri ve’l-cenneh” şeklinde
yer almaktadır.
Hz. Ali’nin cennet ve cehenneme girenleri belirleyecek kişi olduğunu
ifade eden ibaresinin rivayetleri hatıra getirmektedir. Mahşer günü kurulacak
mahkemede terâzî ve mizanın Hz. Ali’nin elinde olacaktır.
Mısır hükümdârı Mukavkıs’ın Hz. Peygamber’e gönderdiği değerli
hediyeler arasında bulunan düldül, daha sonra Hz. Ali’ye intikal etmiş ve Hz.
Ali’nin bineği olarak asıl şöhretine ulaşmışta.
Hz. Ali’nin bir sıfatı da “Kurân-ı nâtık”, yani konuşan Kur’an’dır.
Onun bu şekilde tavsifi öncelikle Kur’ân’a vukûfunu ifade etmektedir. Çünkü Hz.
Ali’nin, “hangi âyetin ne zaman ve nerede, hangi sebeple nâzil olduğunu”
bildiği nakledilmekte, kaynaklarda Hz. Ali’nin bu iddianın haklı sahibi olduğu
bilgisi yer almaktadır. Ayrıca Hz. Ali
ve Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili olarak Rasûlullâh, “Ali Kur’ân ile Kur’an da Ali
ile beraberdir; ikisi Havz’a gelinceye kadar ayrılmazlar” buyurmuştur. Hz. Ali ayrıca Peygamber
Efendimiz hayatta iken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamım ezberlemiş bulunan az sayıdaki
sahâbîden birisi idi ve Kur’ân’ın meselelerine hakkıyla vâkıftı.
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi veçheye atfedilen “Ben bâ’nın altındaki
noktayım” sözünü de hatırlatan “Noktavî” sıfatı ile anılmıştır.
Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in velâyetinin vârisidir; Hz. Ali için
“velî” sıfatım bizzat Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin zikrettiği
nakledilmektedir. Rivayete göre ashâbdan bir kısmı Hz. Ali’nin liderliğinde
gerçekleşen bir seriyye sonunda Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’e şikâyet etmişler,
Peygamberimiz ise bu yakınmaları, “Ali bendendir, ben ondanım; o benden
sonra bütün mü’minlerin velîsidir” buyurarak engellemiştir. Bursevî ise Hz.
Ali’nin velâyetini, onun Hak Teâlâ’nın “Velî” esmâsma mazhariyeti şeklinde izah
etmektedir. Hz. Ali kelamda doğrudan
doğruya “velî” sıfatı ile zikredilmemekle birlikte “evliyâ” ve “velâyet”
kelimeleriyle teşkil edilen terkiplerle tanımlanmıştır. “Velî” başlığı altında
tasnif edilen bu terkiplerle ilgili nazım birimi örnekler şunlardır:
1. Delîl-i
evliyâ
2. Evliyâlar
Serveri
3. Serfirâz-ı evliyâ
4. Şehriyâr-ı evliyâ
5. Pîşvâ-yı evliyâ
6. Veliyy-i tâc u külâh
7. Hâkim-i velâyet
8. Velâyet meskeni
Hz. Ali, muhtemelen Hz. Peygamber’in “Ben kimin mevlâsı isem Ali de
onun mevlâsıdır” sözüne istinâden
“Mevlâ /Efendi” sıfatıyla anılmaktadır. Bazı kaynaklarda bu rivâyet, “Allah’ım
ona dost olanlara dost ol, ona düşmanlık besleyenlere düşman ol” meâlindeki
duâ ile tamamlanmaktadır.
Yükseklik, yücelik, kuvvet ve kudret sahibi olmak mânâsındaki Ali
ismi, lûgattaki karşılığıyla mânâsıyla başlı başma bir övgü unsuru olması
yanında “el- ‘Aliyyü” şekliyle Esmâ-i hüsnâdan olup Allah’ın zâtî
sıfatlarındandır. Hz. Ali’nin ismi ile Esmâ-i
hüsnâdan olan “el-Aliyyü” arasındaki benzerlik bazı şâirlerin Ali isminde
tevriye yapmasına imkân tanımıştır. Bununla birlikte bazen Hz. Ali’nin doğrudan
doğruya Hakk’ın esmâsının mazharı olduğu ifade edilmektedir. Esâsen velâyet
makamı, insân-ı kâmilin makamıdır ve insân-ı kâmil bi’l-asâle Peygamber
Efendimiz, bi’l-vekâle peygamberler ve onların vârisleridir. Hz. Peygamber,
İlâhî isimlerin zuhur mahalli ve peygamberlik mesleğinin hâtemidir. Şu halde Hz. Peygamber’in velâyetini tevârüs
eden Hz. Ali’nin de İlâhî isimlere mazhar olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
1. Hak
2. Evvel, Âhir, Zâhir,
Bâtın
3. Vâhid, Ehad, Ferd,
Samed
4. Mâlikü’l-mülk
5. Sübhân
6. Rahmân
7. ‘Aliyyü’l-‘azîm
8. Hüve’llâh
Sözlükte “süs, ziynet, kolye” gibi mânâlara gelen hilye, mecâzen
“yaratılış, sûret ve güzel vasıflar” demektir. Osmanlı kültüründe hilye,
Resûlullâh’ın vasıflarını, bu vasıflardan bahseden kitap ve levhaları ifade
etmek için kullanılmıştır. Hilyenin edebî bir tür olarak edebiyatımızda çok
rağbet görmesinin sebeplerinden biri Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehden
rivâyet edilen,
“Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle
bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azâbından emin olur,
mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” meâlindeki hadistir.
Hz. Peygamber hakkında yazılan hilyelerin en meşhur örneği, Hâkânî
Mehmed Bey’in Hilye-i Hâkânî adlı eseridir. Zamanla diğer peygamberler,
Hulefâ-i râşidîtı ve aşere-i mübeşşere ile din ve tarikat büyükleri için de bu
tür eserler kaleme alınmış olup bunlar da hilye olarak adlandırılmışlardır.
Dört halîfe hilyesi hakkında kaleme alman eserlerden, Şeyhülislâm Es‘ad Mehmed
Efendi’nin Gülistân-ı Şemail adlı eseri ile İbrahim Cevrî’nin Hilye-i
Çehâr-yâr-i Güzin'i bu türün en tanınan örneklerindendir.
Söz konusu bazı sûre ve âyetlerin Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh
ile ilgili olduğu daha doğrusu bazı sûre adları ve âyetlerin Hz. Ali olduğu
zikredilmektedir.
Fâtihâ sûresi, Mekke devrinde nâzil olan sûrelerdendir ve yedi âyetten
ibarettir. Kur’ân-ı Kerîm onunla başladığı ve bir bakıma önsöz gibi olduğu için
bu ilk sûre “Fâtihâtü’l-Kitâb” adıyla anılmış, bu tamlamanın kısaltılmış şekli
olan “Fâtihâ” ismiyle de tanınmıştır. Ayrıca sûre “El-hamdü li’llâh” ibaresiyle
başladığı için “Sûretü’l-hamd” olarak
adlandırılmış, bunun kısaltılmış şekli olan “Elham[d]”s sûrenin Türkçe’deki en
yaygın adı olmuştur.
Fâtiha sûresi ve Şâh-ı merdân olan Hz. Ali arasında doğrudan
bir alâka kurulmamaktadır. Fakat Fâtihâ sûresinin, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi
ve bir bakıma onun özeti hükmünde
olduğundan bütün ilimleri ihtivâ ettiği kabul edilmektedir; Hz. Ali de bir
rivâyete göre ilim şehrinin kapısıdır , yani ilim şehrine ancak onun
delâletiyle girilebilir. Şu halde Fâtihâ sûresi ile Hz. Ali arasında ilme
kaynaklık etmeleri bakımından bir iştiraki düşünmek mümkün görünmektedir.
Ayrıca mahşer günü Muhammed ümmetinin Hz. Peygamber’e ait olan ve Hz. Ali’nin
taşıyacağı “Livâ-yı hamd” adı verilen sancak altında toplanacağını da
telmih etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü sûresi olup Medine devrinde nâzil olmuştur.
Sûre, ismini otuz üçüncü âyette geçen âle îmrâne ibaresinden almaktadır. Bu
terkipteki “âl” kelimesi, “âile, sülâle, akraba ve hânedân”
mânâsındadır. Aynca bu kelime “peygamberlerin ümmeti, hükümdarların sadık
tebâası ve has kullan” anlamına da gelir. “İmrân” ise özel isimdir.
Âl-i îmrân 200 âyetten oluşan bu uzun sûre ile Hz. Ali arasında
doğrudan bir alâka kurabilmek mümkün görünmemektedir. Ancak bununla birlikte
Buhârî’de Hz. Ali’nin Âl-i İmrân olarak tanımlanmasına ışık tutabilecek bir
hadis-i şerif mevcuttur. Bu rivâyete göre Hz. Peygamber, Hz. Ali ile kendi
arasındaki yakınlığı Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn’un yakınlığına benzetmektedir.
İmrân’ın, Hz. Ali’nin atası olduğunu ve Âl-i îmrân sûresinin de onun
hakkında nâzil olduğunu rivayet edilmektedir. Tefsirlerde ve sebeb-i nüzûle
dair eserlerde bu sûrenin Hz. Ali hakkında nâzil olduğuna dair bir bilgiye
ulaşılamamakla birlikte bu sûrenin “De ki: Geliniz sizler ve bizler dahil
olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz kendi çocuklanmızıi siz kendi
kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım (3/61)” meâlindeki
âyeti nâzil olduğunda Resûlullâh’ın Ali, Fâtımâ, Hasan ve Hüseyin’i yanına
alarak, “Allah’ım! Benim âilem bunlardır” buyurduğu nakledilmektedir. Ne
var ki bu hâdise de âyetin nüzûl sebebi olmaktan çok neticesi mahiyetindedir.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali’ye hitâben, “Senin
bana bağlılığın, Hârûn’un Mûsâ’ya bağlılığı derecesinde olmandan râzı olmuyor
musun?” buyurmuştur. Peygamber bunu, Tebük seferine çıkarken Ali’yi
Medine’de halef bıraktığı ve Ali’nin de sefere katılmak istemesi üzerine söylemişti.
O hadiste “Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur” fıkrası da
vardır.
Bu sûre Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke döneminde nâzil olan son sûrelerinden
olup adını, Hz. Peygamberin Mekke’den Kudüs’e götürülüşünden bahseden ilk
âyetindeki “gece yürüyüşü” anlamına gelen isrâ kelimesinden
almıştır. Söz konusu âyet, “Bir
gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmım gösterelim diye (Muhammed) kulunu
Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid- i Aksâ’ya götüren
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir
(17/1)” meâlindedir.
Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin sırrını öğrenmek isteyenin İsrâ sûresine
veya hadisesine bakması gerektiğini ve bu sırdan haberdâr olanların büyük
müjdeden de haberdâr olacaklarını veya bu sırrı öğrenenlerin büyük müjde ile
karşılaşacaklarından bahsedilir. Öncelikle İsrâ sûresinin ilk âyetinde de
anlatıldığı gibi mi‘râcın ilk safhasını ve dolayısıyla Hz. Peygamberin mirâcını
işaret ederek Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin sırrının da bu mûcizevî yolculukta
gizli olduğunu îmâ etmektedir. Mirâcın en büyük sırrı ise Hz. Peygamberim Hak
Teâlâ ile perdesiz olarak görüşmüş olmasıdır.
Mi‘râcdan sonra Peygamber Efendimiz’in bu görüşmenin mâhiyetine dair
esrarı Hz. Ali’ye tevdî ettiğine dair bir inanış da mevcuttur.
Hz. Ali ile alâkalı olarak şiirlerde en fazla zikri geçen âyet, Hel
etâ âyeti; daha doğrusu bu âyet ile başlayan ve bu adı da taşıyan İnsan
sûresidir. Hel etâ'nın Hz. Ali şânında nâzil olduğunu veya bu sûrenin Hz. Ali’yi
vasfettiğini belirtmektedir.
Tefsirlerde İnsan sûresinin, Hel etâ ibaresiyle başlayan, “İnsanın
üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?”
meâlindeki ilk âyeti ile Hz. Ali arasında doğrudan bir münasebet kurulmamaktadır.
Ancak aynı sûrenin, “O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden
korkarak verdikleri sözü yerine getirirler (76/7)” meâlindeki âyetinden
veya bir başka yoruma göre “ebrar” kavramının yer aldığı “iyiler ise, kâfür
katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler (76/5)” meâlindeki âyetinden
itibaren “(Onlara söyle denir) Bu, sizin için bir mükâfâttır. Sizin
gayretiniz karşılığım bulmuştur (76/22)” meâlindeki âyete kadar olan kısmın
nüzûl sebebi olarak Hz. Ali ve âilesinin sabır ve diğergamlık örneği
davranışları gösterilmektedir.
İsmail Hakkı Bursevî bu hadiseyi tefsirinde şöyle anlatmaktadır:
Hz. Hasan ve Hüseyin hastalanmışlardır, ziyaretlerine gelen Hz.
Peygamber ve bazı sahabîler Hz. Ali’ye adak tavsiyesinde bulunurlar. Bunun
üzerine Hz. Ali ve Fâtımâ, çocukları iyileştiği takdirde tutmak üzere üç gün
oruç adarlar; duâlan kabul olunca da oruca başlarlar. Hz. Ali ev halkının üç
iftarlık yiyeceğini temin eder. Birinci günün iftarında sadece ev halkını
doyuracak kadar yemek hazırlanmıştır, iftar vakti kapıya gelen ve “miskin”lik
derecesinde fakir olan bir sâil, onları “Ey Hz. Peygamber’in ehli beyti”
diyerek selamladıktan sonra yiyecek ister; onlar da yiyeceklerini dilenciye
vererek su ile iftar ederler, ikinci gün yine iftar vaktinde bu defa bir “yetim”
kapılarına gelir ve onları aynı şekilde selâmlayarak yiyecek ister;
yiyeceklerini dilenciye veren ev halkı su ile iftar ederler. Nihayet üçüncü
günün akşamında üç günlük yiyeceğin kalan son kısmı hazırlanır ve yine tam
iftar vakti kapılarına bir “esir” gelerek onları “Ey Peygamber’in ev halkı”
diye selamlar ve yiyecek ister; bu dilenciye de öncekiler gibi muamelede
bulunan Ali âilesi ellerindeki son ekmeği de ona verirler. Üç gün boyunca sudan
başka bir gıda ile oruçlarım açamayan Hz. Ali âilesinin fertleri za‘fiyet
geçirirler. Kızı, damadı ve sevgili torunlarının bu durumundan haberdar olan
Peygamber Efendimiz mahzun olur ve bu hadise üzerine Cebrail, Hz. Peygamber’i “Allah
ehli beytin hususunda seni kutluyor” sözleriyle tebrik ederek İhsan
sûresini okur. Bu sûrenin özellikle “Onlar
kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler
(76/8)” meâlindeki âyeti, tam olarak yukarıda nakledilen hadiseyi hikaye
etmektedir. Neticede Hz. Ali ve âilesinin bu emsalsiz davranışı, ilgili âyetlerin
âhirete dair getirdikleri müjdeli haberlerle tebrik edilmiş olmaktadır ki bu
mukabele bütün mükâfâtların üzerindedir.
İnsan sûresinin bir bölümü için nüzûl sebebi olarak gösterilen bu
hadise, esâsen ilgili âyetlerin nüzûl sebeplerine dair farklı rivayetlerden
sadece bir tanesidir. Ayrıca bu hadisenin yegâne kahramanı da Hz. Ali değildir;
Hz. Ali ile birlikte Hz. Fâtıma aleyhisselâm, Hz. Hasan ve Hüseyin’den
müteşekkil Ali âilesidir. Ancak bu husus Hz. Ali’nin ilgili rivayetteki rolünü
azaltmayıp aksine sonsuz cömertlik hususunda Peygamber âilesinin yek vücut
olduklarını ve aynı mânâyı müştereken benimsediklerini göstermektedir. Hz. Ali
şahsında tebellür [Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak] eden
Peygamber âilesi hakikati, Hel etâ sûresinin Hz. Ali şânında nâzil olduğunu
ısrarla ve sarahatle ifade etme imkânı sağlamıştır.
Hz. Mûsâ’nın yed-i beyzâsının da
Hz. Ali’ye ait olduğunu, esasen İmrân soyundan gelen Hz. Mûsâ’nın da Hz.
Ali’den başkası olmadığım ifade edilmektedir.
Hz. Ali kendi ifadesine göre hangi âyetin ne zaman ve nerede, hangi
suâle cevap olarak nâzil olduğunu bilecek kadar
Kur’ân âyetlerine vukufu olan bir sahâbîdir. Bunun yanında Kur’ân-ı
Kerim’de bizzat Hz. Ali’yi işaret eden veya ona dair herhangi bir husûsiyetin
altını çizen ayetlerin bulunduğu da nakledilmektedir.
Allah’ın adıyla (başlarım) mânâsındaki “Bismillâh”, aynı zamanda Nemi
sûresindeki bir âyet olan “Bismillâhirrahmânirrahîm” âyetinin kısa ifadesidir. Dinimizde gerek
dünya gerek âhiretle ilgili olsun her meşrû işe besmele ile başlamak tavsiye
edilmiştir. Besmele ile başlamayan her işin bereketsiz ve sonuçsuz olacağına
dair hadis-i şerif vardır. Ayrıca
besmelenin başındaki bâ harfinin Allah ile âlem, özellikle de insanlık âlemi
arasındaki münasebete işaret ettiği kabul edilmektedir. Bazı peygamberlerin hecâ harflerini
mevcudâtın merâtibi ile aynı hizâda değerlendirdiklerini söyleyen Kâşânî’ye
göre mevcüdât, bismillâhın M’sında zahir olmuştur. Çünkü bâ, zât-ı İlâhî
hizasına konulmuş olan eliften sonra gelen bir harftir. O halde bâ, evvel-i
mahlûk olan ve “Bana senden sevgili ve daha mükerrem hiçbir mahluk
yaratmadım, seninle veririm, seninle alırım, seninle sevap ve seninle ikab
ederim” meâlindeki hadis-i kudsîye muhatap bulunan akl-ı evvele
işarettir. İbnü’l-Arabî’ye göre ise
varlık mertebelerinden ikinci mertebede olan bâ harfi, bu mertebedeki ilk
mevcûd olduğundan değerli bir harftir. Bundan dolayı Hazret-i Allah, Kur’ân’a
“Besmele” ile başlamıştır. Hz. Ali de “Allah’ın kitabında ne varsa Fatiha’da,
Fatiha’da ne varsa Besmele’de, Besmele’de ne varsa başındaki bâ harfindedir. Bâ
harfinde ne varsa altındaki noktadadır. Ben M’nın altodaki noktayım” sözüyle
bâ’nın kutsiyetine işaret etmektedir.
Hz. Ali’nin Hak Teâlâ tarafından innemâ ibaresiyle ya da bu ibarenin
yer aldığı bir âyetle medhedildiğini ifade etmektedir.
Bu âyetler arasında Hz. Ali medhini de ihtiva ettiği
nakledilen âyet, Mâide sûresinin, “Sizin dostunuz (velîniz) ancak Allah’tır,
Resûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı
kılar, zekâtı verirler (5/55)” meâlindeki âyetidir.
Nüzûl sebepleri arasında Hz. Ali’nin sehâveti gösterilen bu âyet ile
ilgili İbn-i Abbas ve Ebû Zer’den gelen rivâyet şöyledir:
Resûlullâh ve ashabı öğle namazından sonra mescidde bulunurlarken bir
sâil [dilenci] gelir ve “Şâhid ol Ya Rab! Resûlullâh’ın mescidine geldim,
dilendim, kimse bana bir şey vermedi” diye şikâyetçi olur. O sırada
namazda, rukûda olan Hz. Ali, dilenciye serçe parmağındaki yüzüğü işaret eder
ve dilenci de gider, yüzüğü alır. Bu hadiseye şâhit olan Hz. Peygamber, “Allahım,
kardeşim Mûsâ senden, “Rabbim! Yüreğime genişlik ver, bana işimi kolaylaştır
(Tâ Hâ sûresi 20/25-26)” diye niyaz etti, sen de “Seni kardeşinle
destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz (mûcize
yardımlarımız) sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbî olanlar
üstün geleceksiniz (Kasas sûresi 28/35)” diye Tevrat’ı inzal buyurdun.
Allâhım ben de peygamberin Muhammed’im, benim de sîneme genişlik ver, işimi
kolaylaştır, bana da ehlimden Ali’yi vezir yap ve bununla arkamı kuvvetlendir”
diye duâda bulunurlar. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem sözlerini henüz
tamamlamadan Cebrâil, Mâide sûresinin 55. âyetini getirir.
Yâ Sîn sûresinin sırlarının, Hamse-i âl-i abâda toplandığını, Hz.
Ali’nin ise Tâ-Sîn ibâresiyle başlayan Nemi sûresinin remzi olduğunu ve
innemâya mazhar olduğunu ifade edilmektedir. Hamse-i âl-i abâ ise bilindiği
üzere Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin abâsı altına aldığı Hz. Ali,
Hz. Fâtımâ, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den ibarettir.
Kur’ân-ı Kerim’de ‘urvetü’l-vüskâ ibaresi, Bakara sûresinin “O
halde kim tâğutu reddedip Allâh’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır
(2/256)” meâlindeki âyeti ile Lokman sûresinin “iyi davranışlar içinde
kendini bütünüyle Allâh’a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır
(31/22)” meâlindeki âyetinde zikredilmektedir. “En sağlam kulp”
olarak Hz. Ali’nin sıfatı olarak kullanmıştır.
Şûrâ sûresinin “İşte Allâh’ın, imân eden ve iyi işler yapan
kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık
sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını
fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah
bağışlayan, şükrün karşılığını verendir (42/23)” mealindeki âyetinde yer
almaktadır.
‘urvetü ’l-vüskâ olan Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh ümmet için
bir istinad noktasıdır. Şûrâ sûresinin 23. âyetinde zikri geçen iki
kelimeyi iktibas eden şâir, Hz. Ali’nin meveddet nûrunun idiği yer ve Hz.
Peygamber’e yakınlığın da sırrı olduğunu söylemektedir. Hasan Basri Çantay, söz
konusu âyet-i kerîmede yer alan fi’l-kurbâ ibaresinin Resülullâh’a akraba olmak
olarak tefsir edildiğini, Hz. Peygamber’in yakın akrabalarının ise Hz. Ali, Hz.
Fâtımâ, Hz. Hasan ve Hüseyin olduğunu ifade etmektedir.
Bursevî ise bu âyet nâzil olduğunda Hz. Peygamber’in, “Ey Allâh’ın
Resulü, bu âyet ile sevmemiz emredilen akrabaların kimlerdir” suâlini “Ali,
Fâtımâ ve onların oğulları Hasan ve Hüseyin’dir” şeklinde cevapladığını
nakletmektedir.
Mâ evhâ ibaresi mi'râcın söz konusu edildiği Necm sûresinin, “Bunun
üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi (Necm 53/10)”meâlindeki âyetinde yer
almaktadır. Elmalılı, Hz. Peygamber’in mi'râcda vasıtasız olarak kendisine
vahyedileni ifade eden mâ evhâ ibaresinin tefsirine dair rivayetleri
naklettikten sonra o husûsî meclisteki vahyin tafsilatım ancak Hak Teâlâ ve
Resûlullâh’ın bileceğini ifade etmektedir.
6. “ve’l-kamer”
Şems sûresinin, “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi
takip ettiğinde aya yemin ederim (91/1-2)” meâlindeki âyetlerinde yer alan
ve’l-kamer ibaresini aşağıdaki beytinde Hz. Ali olarak yorumlanmakta, daha
doğrusu âyetteki ve ’l-kamer ibaresinin Hz. Ali’yi işaret ettiğini ifade
edilmektedir:
Hz. Peygamber’i Şemsü’d-duhâ, Hz. Ali’yi ve’l-kamer ibareleriyle
tanımlamışlardır. Yani Hz. Peygamber’in
güneşe; Hz. Ali’nin de aya benzetilmiştir.
İbn-i Abbas’a dayandırılan bir rivayete göre Hz. Peygamber, Kur’ân-ı
Kerim’de kendi isminin Ve’ş-şemsü ve duhâhâ (91/1), Hz. Ali’nin ve ’l-kameri
izâ telâhâ (91/2), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isimlerinin ise Ve’n-nehâri izâ
cellâhâ (91/3), yani “Onu açığa çıkarttığında gündüze yemin ederim”
şeklinde olduğunu beyan etmektedir.
Bilindiği gibi ay, nûrunu güneşten alır; gündüz güneş ile aydınlanan
dünya, gece ayın ışığıyla karanlıkta kalmaktan kurtulur ki vech-i şebeh de bu
olmalıdır. Çocukluğundan itibaren Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişerek
Peygamber ahlâkım şahsında en güzel şekilde temsil eden Hz. Ali ve evlâdı,
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemden aldıkları velâyet nûru ile Hz.
Peygamber devrinden uzaklaşıldıkça daha fazla belirginleşen küfür karanlığına
karşı âlemi tenvîre devam etmişler ve etmektedirler.
“Kuşluk vaktine yemin ederim” meâlindeki ve ’d-duhâ ibâresi, Kur’ân-ı
Kerim’in 93. sûresi olan Duhâ sûresinin ilk âyetidir. Mekke’de nâzil olan sûre
11 âyettir ve burada Hz. Peygamber’in yetim olması konu edilerek tesellî
edilmektedir. Çantay, duhâ ibaresi ile ilgili te’villeri naklederken bu
kelimenin Ehl-i beytin erkekleri olarak da yorumlandığını söylemektedir.
Hz. Ali’nin ilmi, fazileti ve menkıbelerine dair rivayetler, diğer
sahâbîler hakkında vârid olanla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bunun sebepleri
arasında öncelikle Emevî döneminde Hz. Ali’ye muhalif olan bazı idarecilerin
onun fazileti hakkında hadis rivayet edenleri tehdit etmeleri gösterilmektedir.
Bu baskı karşısında sahabîler, Hz. Ali ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den
duydukları her sözü, her hâdiseyi tespit ederek nakletmek hususunda özel bir
gayret göstermişlerdir. Bu gayretin
bir neticesi olarak Hz. Ali ve Ehl-i beytinin faziletleri konusunda 300.000’den
fazla hadis uydurulduğu da nakledilmektedir ki Kandemir bu rakamın mübalağalı
olmakla birlikte bu alandaki terâküm hakkında fikir verdiğini ifade etmektedir. Hz. Ali’nin faziletleri hakkındaki 200 kadar hadisi İmam Nesâî,
uydurulmuş olanları ayıklamak süretiyle Kitâbü’l-hasâ’is fi fazlı Alî b. Ebî
Tâlib adlı eserinde toplamıştır. Ahmed b. Hanbel’in Fezâilü’s-
sahabe adlı eserinde de Hz. Ali’nin faziletlerine dair 300 kadar hadis
mevcuttur.
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehin ilmi ve fazileti hakkındaki
hadislerle Hz. Peygamber’in ona yakınlığı ve muhabbetini dile getirdiği bazı
sözlerinin arasında özellikle “Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır” ve “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” meâlindeki hadis-i şerifler pek
çok defa konu edilmiştir. Bu çok tekrar edilen hadisler yanında Hz. Ali ile
ilgili olarak Hz. Peygamber’e nispet edilen fakat sıhhati tartışmalı olan “Eti
etimden, rûhu rûhumdandır” meâlindeki rivayet ve varyantları epeyce fazla
söylenir.
Hz. Peygamber’in yine Hz. Ali ile yakınlığını ifade sadedinde “Sen
bendensin ben de sendenim” ifadesi ile “Ali ve ben bir tek nurdan
yaratıldık” meâlindeki rivayetler, Nâdı Ali” olarak bilinen ve
Uhud’da Hz. Peygamber’in yaralandıktan sonra Cebrâil’in tavsiyesi üzerine Hz.
Ali’yi çağırması, daha doğrusu ona seslenmesi meşhurdur. En nihayet, hadis olmasa da hadis
kitaplarında yer alan ve “Ali’den başka yiğit, zülfikârdan başka kılıç
yoktur” mealindeki sözün Arapça’sı da asırlar boyunca Türk-İslâm
edebiyatında bazen redif, bazen de bütün bir mısrâ olarak kullanılmıştır.
“Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır. İlim öğrenmek isteyen bu
kapıya gelsin”
mealindeki bu hadis-i şerif bazı kaynaklarda “Ben hikmet eviyim” şeklinde yer almaktadır.
Besmele’deki bâ harfinin Hz. Peygamber’e, bu harfin altındaki noktanın
da Hz. Ali’ye delâlet ettiğini ifade edenler Hz. Peygamber’in ilim şehrinin
şâhı, Hz. Ali’nin ise bu şehrin kapısı olduğu rivayetini nakletmektedirler.
Hz. Peygamber’in Hz. Ali ile yakınlığım beyan sadedinde “Ali
bendendir, ben ondanım; o benden sonra bütün mü’minlerin velîsidir” buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz.
Peygamber’e, “Ali’nin eti benim etimden, kanı benim kanundandır. Onun bana
olan yakınlığı Hârun’un Mûsa’ya yakınlığı gibidir” sözü isnad edilmektedir. Peygamberimiz’in Hz.
Ali’ye muhabbet ve iltifatının derecesini beyan sadedindeki bu söz, İbn-i Abbas
kanalından gelen daha mufassal bir rivayet ile Yenâbi ‘ül-mevedde adlı eserde
de mevcuttur. Buna göre Hz. Peygamber; “Ey Ali, seni sevmediği halde beni
sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır. Çünkü sen bendensin ben de şendenim. Etin
etimden, kanın kanundan, rûhun rûhumdan, sırrın sırrımdan ve aleniyetin de
benim aleniyetimdendir. Sen ümmetimin imâmı ve benim vasîmsin; sana itaat eden
mesut, sana isyan eden ise bedbaht olur; seni dost edinen kazanır, düşman olan
kaybeder. Senden ayrılmayan kazanır, senden ayrılan ise helak olur” buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in Gadir Hum günü Hz. Ali ile ilgili olarak “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır”
buyurduğu nakledilmektedir. Bazı kaynaklarda bu rivâyet, “Allah’ım
ona dost olanlara dost ol, ona düşmanlık besleyenlere düşman ol” meâlindeki
duâ ile tamamlanmaktadır. Gadir Hum günü
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali’nin elini tutarak “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer
“Ey Ebû Tâlib’in oğlu, benim ve bütün müslümanlann efendisi oldun”
sözleriyle Hz. Ali’yi tasdik ve tebrik etmiştir. Bu rivâyetin devamında ise o
gün, “Bugün size dîninizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İslâm’ı beğendim (Mâide sûresi 5/3)” meâlindeki
âyetin nâzil olduğu belirtilmektedir.
Hz. Peygamber’e, Hz. Ali ile yaratılıştan gelen birlikteliğini ifade
eden “Ali ve ben bir tek nurdan yaratıldık” sözü isnâd edilmektedir. Bu
rivayetin kaynaklarda yer alan daha tafsilâtlı ifadesi şöyledir: “Ben ve Ali
bir tek nurdan yaratıldık. Adem yaratılmadan binlerce sene evvel biz arşın
sağındaydık. Sonra Allah Adem’i yarattı ve ademoğlunun sulbüne intikal ettik.
Sonra Abdülmüttalib’in sulbüne konulduk. Sonra kendi isminden bizim
isimlerimizi ayırdı. Allah Mahmud, ben Muhammed; Allah el-A‘lâ, Ali ise
Ali’dir.”
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin Hz. Ali’ye olan yakınlığını
beyan mahiyetinde “Ali bendendir, ben ondanım; o, benden sonra bütün
mü’minlerin velîsidir” buyurduğu
nakledilmektedir. Bu hadis-i şerifte Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin
Hz. Ali’ye muhabbeti söz konusu edildiği gibi müslümanların Hz. Ali karşısında
alacakları tavra da zımnen işaret edilmektedir.
Hz. Peygamber’e isnad edilen bir rivayete göre Hz. Ali, cennetin ve
cehennemin taksim edicisidir; onu sevenler cennete ona düşmanlık edenler ise
cehenneme girecektir. Cennet ve
cehennemin taksim edicisi, yani kimlerin cennete, kimlerin cehenneme
gireceklerini ta‘yin eden kişi anlamındaki bu ibarenin sadece cehennemle ilgili
olan kısmı İbn Cevzî’de Hz. Ali’den naklen, “Ben, bu benimdir bu senindir
diyerek cehenneme girenleri taksim ederim”
şeklinde yer almaktadır ki cehenneme girecekleri belirlemek aynı zamanda
cennette kalacakları da tâyin etmek anlamına gelmektedir. Bütün bu rivayetlerin
neticede Hz. Ali’nin Hak katındaki derecesinin yüksekliğini gösterdiği ve yine
bu sebeple ona muhabbeti âmir olduğu anlaşılmaktadır.
Nâdı Ali, “Ali’yi çağır” mânâsında bir ibare olup Bektâşî-Alevî
zümrelerinde okunan ve şifahî olarak nakledilen bir duânın ilk iki
kelimesidir. Hz. Ali’den istimdâd
sadedinde okunan bu duânın hikâyesi şöyledir: Uhud savaşı esnâsında yaşanan
kargaşada Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve selleme isabet eden bir taş O’nun
bir çukura düşmesine sebep olur ve iki dişini şehid eder. Bu arada şeytan “Muhammed
öldü” diye bağırır ve bunu duyan ashabın savaşma azmi kırılır. Bu sırada
Cebrâil Hz. Peygamber’in yanına gelerek Hz. Ali’yi çağırmasını tavsiye eder ve
Resûlullâh ile birlikte Nâdı Ali duâsını tekrar eder. Hz. Ali uzakta olmasına
rağmen velâyet kuvvetiyle Resûlullâh’ın çağrısına icâbet eder, “lebbeyk”
diyerek imdâdına koşar ve savaşın müslümanlar lehine dönmesine sebep olur.
Duâ’nın Türkçe tercümesi şöyledir: “Allâh’m kudret eseri olan kerâmetlerin
zuhûr ettiği (veya kerâmet sahibi olan) Ali’yi çağır. Vekillerin arasında onu
yardımcı bulursun. Allâh’a muhtâcım. Bütün dert ve üzüntüler ey Allah’ım senin
azametinle, ey Muhammed senin nübüvvetinle ve ey Ali senin velâyetinle açılır
ve aydınlığa dönüşür. Hâlimi değiştiren O’dur. Ey Ali bana yetiş (üç defa).” Aliyyül-Kârî bu duânın Hz. Peygamber’e ait
olmayıp Şi‘a’nın uydurması olduğunu söylemektedir.
نَادِ عَلِياً مُظهِرَ العَجَائِب تَجِدهُ عَونَاً لَكَ في النَّوَائِب
كُلُّ هَمٍّ وَغَمٍّ سَيَنجَلي بِعَظَمَتِكَ يا الله بِنُبُوَّتِك يا محمد
بولايتك يا عليُّ يا عليُّ يا عليُّ
“Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeyi istedim ve bilinmek için
mahlûkâtı yarattım”
meâlindeki bu rivâyetteki küntü kenz ibaresi Hz. Ali’nin de İlâhî sırlar
hazînesinin mazharı olduğunu ifade etmektedir.
Bedir günü Rıdvan adlı meleğin semâdan “Zülfikârdan başka kılıç,
Ali’den başka yiğit yoktur” anlamına gelen Lâ seyfe illâ zülfikâr lâ fetâ
illâ Ali diye seslendiği rivayet olunmaktadır.
İbn Hişam ise aynı hâdisenin Uhud günü gerçekleştiğini
nakletmektedir. Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
veznindeki bu sözün Hz. Ali için bizzat Cebrâil tarafından söylendiğini
belirten Gölpınarlı, bu ibarenin Farsça ve Türkçe birçok murabbâ muhammesin
mütekerrir mısrâı olarak İslâmî edebiyatta yaygın bir şekilde kullanıldığını
ifade etmektedir.
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehin “Hilye-i Pâk-i Ali” başlığı
altında ve Arapça olarak yer alan hilyesi meâlen şöyledir:
“Hz. Ali buğday tenliydi, boyu uzundan kısaya daha yakındı, saçı
çoktu. Sakalı geniş ve sarıydı, başının tepesinde ve önünde saç yoktu, başının
arkasında vardı. Güzel yüzlüydü. Karnı büyüktü, bir miktar semizliğe mâildi.
Gözleri kara ve büyükçe idi. Omuzlarının arası genişti. Bilek ve pazusu
birbirinden fark edilmezdi. Sırtı enliydi. Avuçları etliydi. İri kemikliydi.
Boynu gümüş ibrik gibiydi. Arkası hariç başında saç yoktu. Yürüdüğü zaman önüne
eğilerek yürürdü.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar