Hz. Osman ve Karışık İşler
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin
vefat haberi duyulunca Hz. Ömer'in bu haber karşısında takındığı tavır
beklenilenin dışındadır.
Hz. Ömer:
“Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem
ölmemiştir, o ölmez, ancak Musa (aleyhisselâm) gibi Allah ile buluşmak üzere
gaib olmuştur. Dönecektir, ona öldü diyenin ellerini ayaklarını keserim."
diyerek feryad etmiştir.
Hz. Ebu Bekir gelerek Zümer Suresi 31. ayetini
"Bu kitabın indirilişi, güçlü, hikmet sahibi olan Allah
tarafındandır." okuyup peşinden, "Kim Muhammed’e tapıyorsa
bilsin ki o ölmüştür, kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O ölmez.” Sözünü
söyledikten sonra Âli İmran 144. Ayetini " Muhammed ancak bir
peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. Şimdi o, ölür veya
öldürülürse, siz gerisin geriye mi döneceksiniz? Her kim geri dönecek olursa,
kesinlikle Allah'a bir zarar veremeyecektir. Fakat Allah, şükredenleri yakında mükâfatlandıracak."
okumuştur.
Bunu dinleyen Hz. Ömer'in, hatasını anladığı
ve sözlerinin derin üzüntüden kaynaklandığını ifade ettiği belirtilse de, bu
fevri tutumun kodlarında tamamen teessür mü yoksa cahiliyye döneminde içinde
yetişilen kültürden kalma figürlerin ve bilinçaltının İslami formda çıkışı mı
olduğunu kesin olarak kestirebilmek mümkün görünmemektedir.
Sahabe Efendimizin vefatı karşısında ilk
duruşu, Hz. Ömer’in tavrı gibi iken, sonra ona ve herkese karşı cesaretle tek
karşı çıkabilen ve hakikati haykıran Hz. Ebubekir radiyallâhü anh olmuştur.
Yine şu konu unutulmamalı ki, Hz. Ali
kerremallâhü aleyhi vecheh olmasaydı kimse Efendimizi toprağa sırlayacak
cesareti kendinde bulamayacaktı.
Hz. Ebubekir’in konuşması ilk halife olmasına,
Hz. Ömer’in itiraz edecek kadar ölümüne inanmayışı ikinci halife olmasına, Hz.
Osman’ın bu konuda suskunluğu üçüncülüğüne, Hilafet 30 yıldır hadisine muvafık
olması ile Asr-ı saadetin tamamlanması ise ancak Hz. Ali ile mümkün olacağından
dördüncü halife olmasına neden olmuştur.
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin
güzide arkadaşları gittikten sonra fitne devri kendiliğinden değil özüyle
meydana çıkmış ve kırılan kapı bir daha kapanmamıştır.
Ali Emiri
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin
vefatından sonra yerine kimin geçeceği konusu, O’nun defni esnasında
tartışılmaya başlanmış, o dönemin örfî anlayışları da göz önünde bulundurularak
ensar ve muhacirûn tarafından Hz. Ebû Bekir halife seçilmiştir. Bu mesele Hz.
Ebu Bekir’in halife seçilmesiyle bitmemiş, daha sonraki dönemlerde bunun siyasî
yansımaları farklı boyutlar kazanarak artmış ve bazı rivayetlere de ulaşmıştır.
Çok sayıda hadis kitabında yer alan hilafete konu olan hadisler senet ve metin
bakımından incelenince şu sonuçlara ulaşılmıştır:
1. Hz. Peygamberin vefatından sonra yönetime
geçenlerin, araştırmaya konu olan rivayetler dikkate alındığında değişik
unvanlarla anıldıkları görülmüş ve mesela Hz. Ebû Bekir Halife, Hz. Ömer
Emîru ’l-Mü 'minin, Muaviye ise Melik şeklinde isimlendirilmiştir. Ayrıca
bu unvanlar dışında halifeler, Büyük Sultan ve İmam şeklinde de
adlandırılmıştır. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir’le kullanılmaya başlanan halife
kavramının Hz. Peygamber tarafından nasla belirlenen bir yönünün olmadığını
söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Rivayetlerde yer aldığı şekliyle
özellikle halifelerin halife, halifetu Rasûlillah ve halifetullah şeklinde
isimlendirilme meselesinin Hz. Peygambere isnat edilmesi, rivayetlerin subûtu
ve delaleti açısından söz konusu değildir. Ayrıca halifelerin isimlendirilmesi
ile ilgili rivayetlerin birbirleriyle çeliştiği de görülmüştür.
2. Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde yer alan
halife kelimesinin iddia edildiği gibi, siyasî anlamda hilâfete delil olması
söz konusu değildir. Bahse konu olan ayetlerde dile getirilen husus, insanların
yeryüzünde nasıl bir görev üstlenmeleri gerektiği ile ilgilidir. Ayrıca, Hz.
Davud ve Süleyman’ın durumundan söz eden ayetler esas alınarak, hilâfetin
Kur’an’m bir emri olduğunu söylemek de tutarlı bir yaklaşım değildir.
Kanaatimizce Ehl-i Sünnet tarafından ayetlerin zorlanarak hilâfete delil
gösterilmesinin nedeni, Şia’nın Hz. Ali’nin hilâfetinin nassa dayandığı
iddiasına cevap verme gayretidir.
3. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali’nin hilâfet sıralarıyla ilgili bilgiler veren hadislerin sıhhatli olduğunu
söylemek mümkün görünmemektedir. Her ne kadar söz konusu hadislerden bazılarının
senet bakımından sıhhatli olduğu tespit edilse de, bu durum o hadisin metin
sıhhati hakkında karar vermek için tek başına yeterli değildir. Yapılan metin
tenkidi sonucunda rivayetlerin delaletlerinde problemler olduğu görülmektedir.
Bir kısım rivayetlerde, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ismi zikredilmiş,
bazılarında da Hz. Osman ve Hz. Ali bu sıralamaya dahil edilmemiş bazı
rivayetlerde ise, dört halifenin ismi hilâfete geçtiği sıra dahilinde
rivayetlerde yer almıştır. Bu durum, rivayetlerin belli bir amaca yönelik
olarak haraket eden kimselerce ortaya atıldığını göstermektedir.
4. Hz. Peygamber ile bir kadın ve Hz. Aişe
arasında geçen özel bir konuşmaya dair rivayetlerin de siyasî olarak
yorumlanması söz konusu değildir. Çünkü Hz. Peygamberin insanların
problemlerini çözmek için ihtiyaç duyan her insanla konuştuğu ve onlara
sorunlarının çözümü noktasında yardım ettiği bilinmektedir. Söz konusu
rivayetlerin bir kısmının isnad bakımından sıhhatli olduğu görülse de
Hz.Peygamberin bir kadına kendinden sonra yardım edebilecek kimselerin ismini
zikretmesi,
ileride o kimsenin Hz. Peygamberin işareti ile halife olacağı anlamında
düşünülmesi rivayetlerin delaleti bakımından zorlama bir yorum olarak
görünmektedir. Hz. Peygamberin, kendinden sonra yönetime geçecek halifeleri
rüyâsında gördüğüne dair rivayetler de senet bakımından zayıf olduğu gibi, Hz.
Peygamberin hayatı boyunca bütün faaliyetlerini rüya yoluyla değil de bir işin
gerekleri ne ise ona göre yaptığı ve meseleleri de vahyin yol göstericiliğiyle
çözme yoluna gittiği gerçeğiyle çelişmektedir. Aynca Hz. Peygamberin hastalığı
sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmak için görevlendirmesi ile ilgili
rivayetleri de halife tayini ile ilişkilendirmek mümkün değildir. Çünkü Hz.
Peygamber daha Önceleri Hz. Ali’yi Tebûk Gazvesi’nde, Ummu Mektûm’u Hendek
Gazvesi’nde ve Hz. Osman’ı da Zâtu’r-Rıka Gazvesi’nde yerine vekil olarak
bıraktığı için aynı şeyi onlar için de düşünmek mümkündür. Bu husustaki
rivayetler, daha sonraki nesil tarafından Hz. Peygamberin Hz. Ebû Bekir’i
hilâfete işareti olarak yorumlanmış olup, yapılan senet ve metin tetkiki
sonucunda bunun zorlama bir yorum olduğu belirlenmiştir.
5. Otuz sene hilâfetten sonra saltanatla
yönetimin olacağı hususu hadislerde yer almıştır. Otuz yıllık nübüvvet hilâfetinden
sonra saltanatla yönetimin, daha sonraki dönemde zorba krallık ve sonrasında da
rahmet hilâfetinin yeniden olacağına dair rivayetler, senet bakımından zayıf
olduğu gibi metin bakımından da delaletlerinde problemler olduğu görülmüştür.
Nasıl ki hilâfeti, nassa dayanan bir kurum olarak kabul etmek söz konusu
değilse, aynı şekilde saltanatı, zorba krallığı ve rahmet hilâfetini de ayet ve
hadislere dayanan siyasal kurumlar olarak düşünmek doğru bir yaklaşım değildir.
6. Aynı dönemde iki halife ortaya çıktığında,
diğerinin veya daha sonra halife olduğunu iddia edenin ne şekilde yönetimden
uzaklaştırılacağı sorunu hadisler vasıtasıyla çözülmek istenmiştir. Böyle bir
çözüm yolu söz konusu hadislerin senet ve metin tetkiki sonucu tutarlı
görünmemektedir. Çünkü hadisler isnad bakımından zayıf olduğu gibi, metin
bakımından da Hz. Peygamber sonrası siyasî rekabeti dile getirir niteliktedir.
7. Halifelerin sayısı hakkında ileri sürülen
üç, beş ve on iki sayılarının yer aldığı rivayetlerin daha sonraki dönemlerde siyasî
amaçla Hz. Peygambere isnat edildiğini söylemek mümkündür. Çünkü rivayetler
isnad bakımından zayıf olduğu gibi metin bakımından da birimleriyle
çelişmektedir. Bazı rivayetlerde “on iki emir” bazılarında ise “on iki halife”
kavranılan yer almaktadır-. Aynca Emevî halifelerinin sayısının dahi 14 olduğu
göz önünde bulundurulduğunda, halifelerin sayısının Hz. Peygamber tarafından
tespit edildiği iddiası realiteye de ters düşmektedir. Hadis kaynaklarında yer
alan on iki imam ve benzeri hadislerin ortaya çıkmasında Şia’nın on iki imam
anlayışının etkisinin büyük olduğunu söylemek mümkündür.
8. Gelecekte halifelerden birinin çok mala
sahip olacağı ve bu malı insanlar arasında dağıtacağını dile getiren hadislerin
Hz. Peygambere ait olması söz konusu değildir. Çünkü vahyin bildirmesi dışında
Hz. Peygamberin gelecekte vuku bulacak olaylar hakkında bilgi vermesi Kur’an’a
aykırı bir durumdur. Ayrıca halife, mehdî ve deccal ilişkisini dile getiren
hadislerin de hilâfetin nassa dayandığını iddia eden kimselerin iddialarını
haklı çıkaracak sıhhatte olmadıkları yapılan senet ve metin tetkiki sonucunda
görülmüştür.
9. Hz. Peygamberin vefatından sonraki
dönemde Müslümanların siyasî literatürüne giren ve pek çok sayıda rivayette yer
alan, ayrıca çeşitli tartışmalara konu olan hilâfet meselesi, günümüzde bazı
kesimlerin zihinlerini meşgul etmektedir. Hilâfeti o günün şartlarına göre
şekillenmiş siyasî bir kurum olarak görmeyerek ona dinî kutsiyet katmak isteyen
ve bu kurumun yeniden hayata geçirilmesini dinî bir emir telakki eden dinî
cemaat, grup ve oluşumlar bu düşüncelerini rivayetler yoluyla desteklemeye
çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bu grupların hilâfetle ilgili düşüncelerini
mesnet kabul ettikleri dinî naslar/rivayetler çerçevesinde yeniden gözden
geçirmeleri yararlı olacaktır. Aksi takdirde Kur’an’da yer almayan ve ayrıca
Hz. Peygambere ait olduğu senet ve metin bakımından eleştiriye açık çok sayıda
rivayet esas alınarak geçmişin siyasî tecrübelerini dinin mutlak emri kabul
etmek gibi bir yanlışlığa düşülmüş olacaktır.
(Alıntı)
Hz.
Ebu Bekir’in kısmi bir seçimle göreve gelmiş idi. Ancak Hicri 13/miladi 634
Cemaziyelahir ayında vefat etti. Hastalığı sırasında da Hz. Ömer’i imam tayin
etti. Bu göreve kendisinden sonra halifelik makamına Hz. Ömer’in geçmesini
istiyordu. Çünkü Hz. Ömer, Ebu Bekiri’r-Sıddık zamanında icra olunan bütün
işlerin tahakkuk etmesinde büyük yardımda bulundu. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir,
halife olarak yerine geçecek en muktedir ve en liyakatlı şahsiyetin Hz. Ömer
olduğuna kani olmuştu . Hz. Ebu Bekir bu düşüncesini Abdurrahman b. Avf, Osman
b. Affan , Sa’d b. Ebi Vakkas ,Üseyd b. Hudayr gibi Ensar ve Muhacirlerin ileri
gelenlerine söyledi. Abdurrahman b. Avf , Hz. Ebu Bekir’in bu düşüncesine
olumlu baktı fakat Hz. Ömer’in sert bir mizaca sahip olduğunu belirtti. Bunun
üzerine Ebu Bekir: “Bunun nedeni onun beni yumuşak görmesidir. Eğer iş ona
düşerse şu anda yaptıklarının pek çoğunu yapmayacaktır. Ben kendisini uzun uzun
gözetledim. Birisine kızdığım zaman beni ondan hoşnut etmeye çalışırdı.
Birisine yumuşak davrandığımda ona karşı daha sert davranmak yolunu gösterirdi”
dedi.
Abdurrahman
b. Avf, Hz. Ömer’in halife olacak özelliğe sahip olduğunun farkındaydı ve bu
sebepten dolayı onun halife olmasında bir sakınca görmemekteydi. Hz. Ebu Bekir
Avf’dan olumlu bir yanıt alınca Hz. Osman’a düşüncesini söyledi. Hz.
Osman’da Hz. Ömer’in içinin dışından daha iyi olduğunu söylemiş ve aramızda bu
vazifeye en uygun kişi Ömer’dir demiştir. Hz. Osman’ın bu müspet cevabından
sonra, Ensar ve Muhacirin ileri gelenleride olumlu cevaplar vermiş idi.
Ancak
Hz. Ömer’i destekleyip halife olması yönünde olumlu kararlar bildirenler kadar
menfi yönde onu eleştiren ve halife olmasını istemeyen kişilerde var idi. Bu
yönde itirazlarını bildirmek maksadıyla bazı sahabeler Hz. Ebu Bekir’in yanına
gitmişlerdi. Talha b. Ubeydullah bunlardan bir tanesiydi. O, Ömer’i niçin
halife tayin ediyorsun, Rabbi’ne nasıl cevap vereceksin diyerek Hz. Ebu
Bekir’e itirazını belirtmiş idi. Bu sözleri hasta yatağında duyan Hz. Ebu Bekir
hem öfkelenir hem de biraz da üzülür ve “beni oturtun” der. Oturduktan
sonra, Talha’ya, ; “Beni Allah’a vereceğim hesapla mı korkutuyorsun. Ben
Allah’a diyeceğim ki, bu dünyada mevcut en iyi şahsı tavsiye ettim. Ben Ömer’i
sizden daha iyi tanıyorum. Ben Allah’ı da sizden daha iyi bilirim. Ömer,
şüphesiz serttir; fakat hilafete geçip mesuliyeti yüklenirse başka şekilde
hareket edecektir” diyerek Talha’nın itirazına cevap vermiş idi.
Daha
sonra ise Hz. Osman’ı çağırıp şu vasiyeti yazdırmıştır. Bu vasiyetname de Hz.
Ebu Bekir şöyle demekteydi:—
Yargılayan,
bağışlayan Allah adıyla. Abdullah b. Ebu Kuhafe’nin dünyadan çıkarken son
deminin hitamında, ahirete giderken ilk deminin başlangıcında , kafirin imana ,
facirin iykana geldiği , yalancının bile doğru söylediği son deminde ki ahit ve
vasiyetidir. Ömer b. Hattab’ı kendime halef tayin ediyorum. Onun sözünü
dinleyiniz. Ona itaat ediniz . Ben bununla Allah’a ve peygamberine, dinime,
kendime ve size iyilik istemiş bulunuyorum. Adalet üzerine yürürse ondan umudum
ve beklediğim budur. Başka bir hareket tarzı takip ederse, biliniz ki, kişi ne
işlerse onu kazanır. Benim maksadım ve gayem hayırdır. Gaybı bilmem. Zulüm
edenler, nelere duçar olacaklarını kendileri de bilir. Allah’ın selamı, rahmet
ve bereketi üzerinize daim olsun.”
Daha
sonra yazdırdığı vasiyetnameyi mühürledi. Hz. Osman bu vasiyeti dışarı çıkıp
halka okudu. Kendiside evinin penceresine yaklaşarak, burada toplanan halka,
başınıza, akrabamdan birini değil, Hattab oğlu Ömer’i seçtim , kabul ediyor
musunuz diye sordu. Halk halifenin bu sorusuna olumlu yanıt vermiş idi.
Hz.
Osman Mekkeliler arasında okuma yazma bilen az sayıda ki kişiden biriydi. Bu
sebepten, Hz. Peygambere vahiy katipliği de yapmıştır. Hz. Osman Hz.
Peygamberin sünnetine ve Kuran-ı Kerimin kurallarını yaşamı boyunca tatbik
etmiştir. Hz. Peygamber Hz. Osman’dan dolayı aşırı haya ve edep sahibi bir
kimse olarak bahsetmiştir. Hatta “göklerde melekler bile Osman’ın hayasına
bakar da utanırlar” demiştir. Aynı şekilde “Her Peygamberin cennette
Refiki vardır, benim cenneteki refikimde Affan oğlu Osman’dır” diyerek ona
şereflerin en büyüğünü vermiş idi. Hz. Peygamber’in vefatıyla beraber aynı
şekilde samimi bir müslüman olarak hayatını yaşamaya devam etmiştir. Ebu
Bekir’in Halifeliği döneminde de O’na biat etmiş ve O’nu katipliğini
üstlenmiştir. Hz. Ebu Bekir’in vefatından önce yazdırdığı vasiyet name de
göstermiş olduğu doğrulukla yine samimi ve adil bir müslüman olduğunu
kanıtlamıştır.
Hasta olan Ebu Bekir, kâtibi Hz.
Osman'ı çağırmış . Benim söylediklerimi yaz demiştir. Besmele ve salvele'den
sonra
“Allah' ın kulu olan Ebu Bekir bu
dünyadaki son dakikada ve öbür dünyaya intikal edeceği ilk dakikada sizden,
aşağıdaki hususları istiyor. Ben sizin için şu şahısa biat etmenizi
istiyorum...”
dedikten sonra isminin yerini boş
bırakmış ve o anda bayılmıştır. Hz. Ebû Bekir bayıldığı için, Hz Osman cümleyi
tamamlayamamıştır. Sonra Osman cümleyi tamamlayarak “Ömer” adını yazmıştır.
Kendine gelen Hz. Ebu Bekir Hz.
Osman’ın yaptığı bu hareketten dolayı “Sen kendi
adını da yazabilirdin fakat Ömer’in adını yazdın Allah senden razı olsun, Sen
halifeliğin bütün vasıflarına sahipsin” demiştir.
Daha
sonra Hz. Ebu Bekir halefini çağırarak ona bir çok nasihatte bulundu. Hz. Ebu
Bekir’in bu kararı almasında, şüphesiz kendi başkanlığının seçimi zamanında
ümmetin parçalanma noktasına gelmiş olmasının, böyle bir tecrübe yaşanmasının
önemli bir etkisi olmuştur. Müslümanların tekrar aynı tehlike ile karşı karşıya
kalmasını istememesi onu bu kararı almaya zorlamıştır.
Hz.
Ebu Bekir’in vefatı ve defnedilmesiyle beraber Hz. Ömer halifelik makamına
geçmiş idi. Halktan ilk biati de Mescid-i Nebevi de kabul etmiştir. Böylelikle
Hz. Ömer resmen İslam devletinin 2. Halifesi seçilmiş idi. Hz. Ömer’in bu
şekilde halifeliğe gelmesi dolayısıyla istihlaf adı verilen, önceki yöneticinin
kendisinden sonra kimin yönetime geleceğini etrafındakilerle istişare ettikten
sonra açıklaması şeklindeki seçim biçimi ortaya çıkmış olmaktaydı.
Hz.
Ömer’in vasiyet yoluyla olduğu kadar Ehl-i hal ve’l akd diye tabir edilen
seçkinler zümresi ve halkın görüşünün de alınmasıyla bu göreve getirildiğini
görmekteyiz. Böylelikle Hz. Ömer vasiyet yoluyla halife olan ilk kişi olmuştur.
Hz. Ömer’in göreve gelme biçiminde demokratik bazı uygulamaların varlığı da
dikkat çekmektedir. Hz. Ebu Bekir’in halkın ileri gelenlerine düşüncelerini
sorması ve olumlu yönde cevap alması bunun destekleyicisi niteliğindedir. Aynı
zamanda vasiyetten sonra Hz. Ebu Bekir’in halka Hz. Ömer’i halife olarak
onaylıyor musunuz diye sorması da kısmi seçimin ve demokrasinin göstergesiydi.
Hz. Ömer Ashabın ve halkın seçimiyle göreve geldiğini söylemek de kanaatimizce
yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, Hz. Ömer'in bu şekilde (vasiyetle)
halife tâyin edilişi tartışma
konusu
olmuştur. Hz. Ömer'in "meşveretsiz" ve "anti- demokratik"
halife olduğu, Sünnet'e uygun olmadığı ileri sürülerek eleştirilmiştir.
(alıntı)
Hafs b. Amr er-Rabâlî, Zeyd b. Hubâb, Fudayl
b. Mezrûk, Zeyd b. Yusay’ Ali b. Talip (ö. 40/660) isnadıyla gelen bu rivayette
Hz. Peygamber’in hayatta iken halifelerin sırasına, Hz. Osman eksiğiyle işaret
etmesi dikkat çekicidir.
“Şayet siz Ebû Bekir’i yönetime getirirseniz,
onu dünyada zahit, ahirete de çok rağbet ettiğini görürsünüz. Hz. Ömer ’i iş
başına getirirseniz, onu güvenilir ve emin bulursunuz. Allah yolunda, hiçbir
şekilde kınayanının kmamasına aldırmaz. Şayet Hz. Ali ’yi iş başına
getirirseniz, o hidâyete götüren bir kimsedir ve sizi doğru yola götürür. Siz
asla bunu böyle yapmayacaksınız”
[el-Heysemî, Keşfu’l-Estâr an
Zevâidi’l-Bezzar, H. No: 1571, II, 225. (Bezzar bu hadisi Hz. Ali dışında bu
isnatla rivayet eden kimseyi bilmiyoruz demektedir. Aynı yer).]
Abdullah b. Vaddâh el-Kûfî, Yahya b. el-Yemân,
İsrâil, Ebu’l-Yakzan, Ebû Vail ve Huzeyfe isnadıyla gelen bir haberde sahabeden
bir grubun Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme soru sormasıyla o da şu
şekilde bir sıralama yapmaktadır . Sahabeden bir grup:
"Ey Allah ’m Rasûlu bizim için bir halife
tayin etseniz” der. O da
"Şayet ben size herhangi bir kimseyi
halife tayin edersem sizler benim halife tayin ettiğim kimseye asi olursunuz ve
üzerinize azap gelir, "şeklinde karşılık verir. Bunun üzerine onlar:
Ebû Bekir ’i tayin etsek?
Hz. Peygamber de, “onu halife tayin
etseniz, beden bakımından zayıf Allah ’ın emirlerine bağlılık bakımından güçlü
bulursunuz."
Biz Ömer’i tayin elsek?
Siz Ömer'i tayin etseniz onu hem beden
bakımından hem de Allah ’ın emrine bağlılık bakımından güçlü bulursunuz.
Biz, Ali ’yi tayin etsek?
Şayet
Ali ’yi tayin ederseniz, ki asla böyle yapmayacaksınız, o sizi doğru yola
götürür, ve onu hidâyete götüren bir kimse olarak bulursunuz"
[Heysemî, Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzar,
H. No: 1570, n, 224-225. Bezzar, “HadisiHuzeyfe’den başka, bu isnatla rivayet
eden kimseyi bilmiyoruz” demektedir., 11,225. Dolayısıyla hadis “fert
-gariptir”.]
Başımızdakiler kader mi yoksa rıza mı ortada…
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer istişare
müessesesini çok iyi işletiyorlardı. Devlet işleri ile ilgili konularda bir
karar alınacağı zaman Ali b. Ebi Talib, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha gibi
sahâbînin ileri gelenleri ile ve toplumla istişare ediyorlardı. Fakat Hz. Osman
aynı uygulamayı pek devam ettirmedi ve dolayısıyla yaptığı uygulamaların
meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oldu.
Özellikle hilafetinin ilk altı yılından
sonraki döneminde, gerek kendisinin gerekse valilerinin icraatları, geniş halk
kesimlerinin ve ashabın önde gelen bazı isimlerinin rahatsızlık duymaya
başlamasına neden olmuştu. Zeyd b. Sabit, Ebu Useyd es-Saidi, Ka’b b. Malik ile
Hasan b. Sabit bu ashabtan bazılarıydılar ve Hz. Ali’nin yanına gelerek
rahatsızlık duydukları konuları ona iletmiş, Hz. Osman’la konuşmasını
istemişlerdi. Bunun üzerine de Hz. Ali, Halifenin yanına gelerek bu durumu
onunla tartışmıştı. Hz. Osman’ın, kendi döneminde yaşanan olaylara ve bu konuda
oluşan rahatsızlıklara karşı yaklaşım tarzını yansıtmakta olan ve Hz. Ali ile
aralarında geçen bu diyalogu aktarmamız faydalı olacaktır. Çünkü buradaki
yaklaşım tarzını bilmemiz, Hz. Osman’ın, toplumda hilafetinin meşruiyetinin
sorgulanmasına ve itiraz seslerinin yükselmesine rağmen neden cereyan eden
olayları ihmal ettiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Hz. Ali, yaşananları ve rahatsızlıkları Hz.
Osman’a ilettiğinde aralarında şöyle bir diyalog geçmiştir:
Hz. Osman:
—Vallahi, senin bu söylediklerini
söyleyenlerin kimler olduğunu anladım. Vallahi, sen benim yerimde olsaydın sana
böyle serzenişte bulunmaz ve kınamaz, seni böyle ayıplamazdım.
Hz. Ali:
—Vallahi, sen bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını
giderseydin ve Ömer b. el- Hattab’ın yaptığı gibi zayıf bir kimseyi barındırmış
olsaydın kesinlikle sana gelip böyle kınamalarda bulunmazdım.
—Muğire b. Şu’be şu anda burada değildir.
Hz. Ali:
—Evet, şu anda burada değildir.
Hz. Osman:
—Hz. Ömer onu görev başına getirmişti.
Hz. Ali:
—Evet.
Hz. Osman:
—Ben akrabam ve yakınım olan İbn Amir’i vali
tayin ettim diye beni kınıyorsun?
Hz. Ali:
—Ömer, tayin ettiği valilerinden herhangi
birisinin en ufak bir hatasını işittiği anda onu en büyük bir cezaya
çarptırırdı. Fakat sen bunu yapmıyorsun. Bu konuda da biraz zayıf düştün ve
akrabalarına karşı da yumuşak davrandın.
Hz. Osman:
—Onlar aynı şekilde senin de akrabalarındır.
Hz. Ali:
—Onlar akraba olarak en yakınlarımdır, ancak
fazilet ve hayır onlardan başkasındadır.
Hz. Osman:
—Muaviye’yi Hz. Ömer’in tayin ettiğini biliyor
musun? Ben de onu görevinde bıraktım.
Hz. Ali:
—Allah’ını seversen Muaviye’nin, Hz. Ömer’in
kölesi Yerfe’den daha fazla Ömer’den korktuğunu bilmiyor musun?
—Evet biliyorum.
Hz. Ali:
—Fakat bu gün Muaviye sana danışmadan bir sürü
işler çeviriyor ve “Osman böyle emretti” diye konuşup duruyorken sen bunu
biliyorsun fakat onu alıkoymuyorsun.
Bu diyalog aslında sorunun temelini ortaya
koymaktadır; dikkat çekici olan şey, taraflardan birisinin sorun olarak gördüğü
şeyin diğer tarafça mantıklı bir durum olarak görülmesi ve sorun olarak
algılanmamasıdır. Bu konsensüs eksikliği sorunlara karşı ortak çözüm
üretilmesine engel olmuş ve olayların kontrolden çıkmasına neden olarak
neticede Hz. Osman’ın şehid edilmesine kadar uzanmıştır.
Şimdi, halkın gündemine girmiş fakat Hz. Osman
tarafından üzerinde fazla durulmamış olduğunu düşündüğümüz olaylara
geçebiliriz. Bu olaylar, kaynaklarda Hz. Osman’ın şehid edilmesine neden olan
ve halkın tepkisini çeken olaylar olarak zikredilmektedir. Bunlar siyasi
tasarruflarla birleşince de her biri ayrı bir kriz konusu haline gelmiştir.
Bunları maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Ebu
Zerr el-Ğifari’yi sürgün etmesi.
Ebu Zerr el-Ğifari, Muaviye b. Ebi Süfyan’ı
müsriflik ve mal biriktirme ile suçluyordu. Muhalefeti halk üzerinde etkili
olmaya başlayınca zor durumda kalan Muaviye b. Ebi Sufyan durumu halife’ye
iletti ve Ebu Zerr halife tarafından Rebeze’de mecburi iskâna tabi
tutuldu.
2. Hz.
Muhammed’in kovmuş olduğu, kendisinden önceki halifelerin dönmelerine müsaade
etmediği Hakem b. Ebi’l-Âs ve Abdullah
b. Sa’d b. Ebi Serh’i yanına alması ve kollaması.
3. Hürmüzan’ın
kanını heder etmesi.
4. Ammar
b. Yasir’i dövdürmesi.
Bakillani’nin aktardığına göre Ammar, Hz.
Osman’a muhalefet edenlere “onun hakkındaki şikâyetlerini bir kâğıda yazıp
kendisine vermelerini” söylemişti. Bu kâğıtla Hz. Osman’ın yanına giren Ammar,
halifeye ağır ithamlarda bulunmuş ve hakaret etmişti. Bu yüzden de halife
kendisini cezalandırmıştı.
5. Mervan
b. Hakem’e Afrika’nın gelirlerinin beşte birini vermesi.
6. Cuheyne
isminde altı aylıkken doğum yapmış bir kadının zina ettiği suçlaması nedeniyle
recmedilmesine izin vermesi.
7. Rasülüllâh
salla'llâhü aleyhi ve sellemin uygulamalarını takip eden kendisinden önceki
halifelerin aksine Cuma namazında iç ezanı ihdas etmesi, Mina ve Arafat’ta
namazı tam kıldırması.
Hac mevsiminde Mina’da ve Arafat’ta namazların
farzlarını dörder rekat kıldırması Müslümanların onun aleyhine ilk defa açıkça
konuştukları konu olmuştur. Hz. Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer zamanlarında ve
hatta halifeliğinin ilk zamanlarında iki rekat olarak kılınıyordu. Bu duruma
Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf başta olmak üzere sahâbî itiraz etti.
8. Hz.
Peygamberin mührünü Medine’ye iki mil mesafedeki Erîs kuyusuna düşürmesi ve
bulunamaması.
9. Hutbe
okuduğu zaman Mescid-i Nebevi’deki minberde Hz. Muhammed Sallallâhü aleyhi ve
sellemin durduğu basamakta durması. Hâlbuki kendisinden önceki halifeler
Peygamber’in durduğu basamağın bir aşağısında durmuşlardı.
10. Amir
b. Abdikays’i Şam’a sürgün etmesi.
Amir b. Abdikays da Cuma namazı kılmadığı, et
yemediği, evlenmediği, bu türlü davranışlarıyla halka kötü örnek olduğu
suçlamalarıyla halifeye şikayet edilmişti. Bu durum Hz. Osman’a şikâyet
edilince Şam’a sürgün edildi.
11. Kur’ân’ı
çoğalttıktan sonra İbn Mes’ud’un nüshasını imha ettirmesi.
Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir’in tek bir nüsha
haline getirttiği Kur’ân-ı Kerim’i çoğaltıp İslam beldelerine dağıttıktan sonra
ihtilaf ortaya çıkmaması için farklı nüshaları imha ettirmişti. İbn Mes’ud bu
uygulamaya muhalefet etmiş ve insanların bir kısmı da buna tepki göstermişti.
Bu muhalefeti yüzünden halifenin, İbn Mes’ud’u da Ammar gibi cezalandırdığı
rivayet edilmektedir.
12. Bazı
Arazileri Devletleştirmesi.
Hz. Muhammed zamanında, zekât develerinin
otlaması, beslenip korunması, ordunun hizmetine hazır halde muhafaza edilmesi
için, bazı araziler mera olarak kullanılıyordu. Daha sonraki dönemlerde ihtiyaç
arttıkça meraların arttırılması uygulaması yapılmıştır. Hz. Osman’da bu artırımı
yaptığında ilk anda herhangi bir tepki oluşmamıştı fakat daha sonraları bazı
kimseler ve çevreler tarafından tenkid edilmeye başlandı.
Zikretmiş olduğumuz, farklı derecelerde öneme
sahip olan idari tasarruflar ve olaylar, toplumda Hz. Osman’ın hilafetinin
meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu olaylara ilave olarak, devletin
önemli merkezlerinde, geniş halk kesimlerini etkileyen ve yakından ilgilendiren
bazı gelişmeler meydana gelmişti ki esas isyanın fitilini ateşleyenler de
bunlar olmuştur. Bu önemli merkezlerden bir tanesi olan Kûfe’de yaşanan isyanın
ve bu isyana yol açan süreçte neler yaşandığının bilinmesi, konunun iyi
anlaşılması için gereklidir.
(ALINTI)
Ubeydullah b. Ömer meselesi, Hz. Osman
hilafete geçtiğindeki en önemli mesele idi. Hz.ömer'in yaralanmasından sonra,
Hz.Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah'a Ömer’in katili
Ebu Lü'lü'yü Hürmüzan ve Cufeyne ile birlikte gördüğünü haber vermişti. Bunun
üzerine Ubeydullah b. Ömer intikam hırsıyla Hürmüzan'ı, Cufeyne’yi ve Ebu
Lü’lü'nün kız çocuğunu öldürdü. Hatta Ubeydullah, yaptığından pişman olacağı
yerde, "öldürmedik hiç bir acem bırakmayacağım" şeklinde
beyanda dahi bulundu. Hz. Osman bu olayı
dini değil tamamen siyasi bir hadise gibi düşündü ve idari insiyatifıyle
meseleyi çözümlemeye çalıştı. Halbuki Hz. Osman bu konuda ashabın ileri
gelenleri ile de istişare etmiş ve görüşlerini de almıştı. Çoğunluğun görüşü
Ubeydullah'ın kısasen öldürülmesi yönünde idi. Fakat halife kısas yapmadı,
hatta onun adına diyet ödedi ve Ubeydullah'ı şu cümleleriyle savundu: "Hürmüzan
bir müslümandır varisi yoktur. Varisi olmayanın varisi tüm müslümanlardır. Ben
de sizin imamınızım, bundan dolayı Ubeydullah'ı affettim" Bu sözler sahabeyi ve özellikle Hz. Aişe, Hz.
Ali başta olmak üzere ashabın ileri gelenlerini kızdırmış ve Hz. Osman'a karşı
soğukluk beslemelerine sebep olmuştur. Bu ve bunun gibi zikrettiğimiz ve
zikredemediğimiz olaylardan rahatsızlık duyan ashab, Halife'yi uyarmayı
kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu konuda sorumluluk duygusu taşıyanlardan
biri şüphesiz Hz. Ali'dir. Hz. Ali konu ile ilgili olarak oğlu Hasan'ı halifeye
göndermiş ve ona halkın halife hakkında duydukları endişeleri bildirmesini
istemiştir. Bu uyarı karşısında sinirlenen Hz. Osman, Hz. Hasan'a "Baban zannediyor ki, hiç
bir kimse yaptığım bilmiyor; fakat biz ne yaptığımızı biliriz"demiştir.
Böyle sert bir tepki ile karşılaşan Hz.
Ali'den şüphesiz bunun ötesinde daha ileri bir tavır beklenemezdi. Nitekim o da
bu olaydan sonra Hz. Osman'ın icraatları karşısında sessizliğini muhafaza
etmiştir.
Hz. Osman'ın uygulamalarından hoşnut olmayan
bir diğer kişi de Ümmü'l-Müminin Hz. Aişe'dir. Hz. Aişe'de, Hz. Osman'ın bazı
uygulamalarından dolayı O'nu uyarmıştır.
Hatta Hz..Aişe, Hz. Osman'ın uygulamaları
sonucu o kadar sert düşüncelere sahip olmuştur ki, uygulamalarından dolayı Hz.
Osman'ın Kur'an'a göre dini açıdan yanlış yolda olduğu kanaatini dahi
beslemiştir. (alıntı)
Takdir edileceği gibi, Hz. Ali halife seçildiğinde toplumda birçok problem
vardı. Bu problemlerin en büyüğü de hiç şüphesiz Hz. Osman'ın katillerinin
cezalandırılması meselesi idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları
ikibin beşyüzü aşan, hatta on bin dolaylarında bir kalabalık "Osman'ı
hepimiz öldürdük" demekte idi. Şehre hakim olan bu asilerle hemen başa
çıkılamayacağı da gayet açıktı.
Hz. Ali halka "isyancı arapları
uzaklaştırın" diyor, isyancı topluluğuna da "geldiğiniz yerlere
dönün" şeklinde tavsiyelerde bulunuyordu. Fakat bu tavsiyeler pek fayda
sağlamıyordu. İsyancıların gayeleri zaten karışıklık çıkarmaktı ve
çıkarmışlardı da. Nitekim bu uğurda Hz. Osman'ı şehit etmişlerdi. Meidne'liler
de bu duruma seyirci kalmışlardı. Medine'lilerin böyle pasif bir davranış içine
girmelerini Hz. Osman'ın uygulamalarından memnun olmadıklaarının işareti olarak
görmek belki mümkün olabilir.
Hz. Ömer'in şûra'sında önceden de değindiğimiz gibi Hz. Ali'den yana tavır
koyan Talha ve Zübeyr gibi sahabenin, isyancılar karşısında Hz. Osman'a
yeterince sahip çıkmadıklarını, Hz. Aişe'nin de tıpkı onlar gibi sahip
çıkmadığını görmekteyiz. Zaten Hz. Aişe'nin, Hz. Osman'ın uygulamalarından
zaman zaman şikayetçi de olduğu bilinmektedir.’ Bu sebepten olsa gerektir ki
Hz. Aişe, Hz. Osman kuşatma altında iken hacca gitmeye karar vermiştir. Onu bu
kararından vazgeçirebilmek için Mervan b. Hakem, Zeyd b. Sabit ve Abdurrahman
b. Attab, yanma gelerek "Ey müminlerin Annesi, seferden vazgeçiniz.
Gördüğünüz gibi, mü'minlerin emiri kuşatılmıştır. Senin Mü'minler yanındaki
mevkiin sayesinde Allah ondan bu belayı defedebilir" dediler, fakat Hz.
Aişe fikrinden dönmedi ve Mekke'ye gitti.’
Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi kendisine ulaşınca, Hz. Aişe Medine’ye
dönmek üzere yolda bulunmakta idi. O da yeni halifenin kim olacağı üzerinde
düşünüyordu. Hz. Osman'ın ölüm haberi üzerine Hz. Aişe "sanki insanları
Talha'ya bey'at ederken görüyorum" şeklinde bu konudaki arzusunu da
açığa vurmuştu. Hatta Hz.
Aişe, Hz. Osman'ın ölümünden duymuş olduğu üzüntüyü ifade eden bir cümle de
sarfetmemişti. Bundan sonra da Medine halkının Hz. Ali'ye bey’at ettiği haberi
kendisine ulaşmıştı. Bunun üzerine Hz. Aişe Hz. Ali'nin halife olmasından
hoşnut olmadığını ifade ederek: "Osman'a yazık oldu" dedi ve
Mekke'ye geri döndü.
Burada rivayetler doğru ise
düşündürücü olan Hz. Aişe'nin tavrındaki tenakuzdur. Hz. Ali'nin
hilafetini duyana kadar Hz. Osman'ın şehit edilmesi ile ilgili bir yorumda
bulunmuyor, fakat Hz. Ali'nin hilafeti haberini duyduktan sonra "Osman'a
yazık oldu" ifadesini kullanıyor. Yine Hz. Aişe'nin kardeşi Muhammed
b. Ebi Bekir'in katillere yol göstermesi de olayın başka bir ilginç boyutunu
oluşturmaktadır.
Tarihi rivayetler gözönünde bulundurulduğunda şayet doğru iseler Hz.
Aişe'nin Hz. Osman'la ilgili tavırlarında bir farklılık ve tenakuz göze
çarpmaktadır. Hz. Aişe'deki bu tavır farklılığının sebebi nedir? sorusuna Hz.
Ali'nin halife seçilmesi şeklinde bir cevap verilmektedir. Bize ulaşan
rivayetler ışığında Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'nin halife seçilmesini istemediği ve
bu konuda görüş beyan etmekten kaçındığı şeklinde bir yorum belki mümkün
olabilir. Çünkü bunu beyan ettiği takdirde görüşü halk arasında hoş
karşılanmayabilirdi. Bunun için de halkın desteğinin üzerinde bulunabileceği
bir görüş ortaya atmış ve Hz. Osman'ın masum olduğu, onun mazlum olarak
öldürüldüğü ve Hz. Osman'ın kanının sorumlusunun da Hz. Ali olduğu gibi
görüşler beyan etmiştir.
Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'ye fiili olarak cephe almasının sebeplerini biz Talha
ve Zübeyr'in teşvikine bağladığımız gibi, bize ulaşan kaynaklarda Hz. Peygamber
devrinde cereyan eden bir olaya da bağlanmaktadır. Bu olaya göre, Hz. Ali'nin
yanlış tutumu Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'ye cephe almasını sağlamış ve Ona kin
beslemesine sebep olmuş olabilir. İşaret edilen bu olay hicretin beşinci yılı
Şaban ayında, Benî Mustalik Gazvesinde Hz. Peygamber'e eşlerinden Hz. Aişe'nin
refakat ettiği sırada cereyan etmiştir. Olay genel olarak şu şekilde rivayet
edilmektedir: Kafile, gece bir yerde konakladı. Hz. Aişe zaruret sebebiyle
kafileden ayrıldı. Geri döndüğünde ise, boynunda takılı gerdanlığının
olmadığını gördü.. Gerdanlığı bulmak için kafileden tekrar ayrıldı ve
gerdanlığı buldu. Ancak kafileye yetişemedi. Bunun üzerine çarşafına bürünerek
olduğu yerde durakaldı. Hz. Aişe orada iken, askerin bazı ihtiyaçlarını
gidermek için ordunun gerisinde kalan Safvan b. Muttal es-Sülemı geldi. Hz.
Aişe'yi kafileye yetiştirdi.
İşte meydana gelen bu durum
münafıklar için büyük bir fırsat oldu. Onlar Hz. Aişe'ye iftira etmekten geri
kalmadılar. Hatta bazı müslümanlar da buna inandı. Hz. Peygamber bu duruma çok
üzüldü.. Konu ile ilgili olarak Hz. Ali ve Üsame b. Zeyd'in fikrini aldı.
Üsame, Hz. Aişe hakkında hayırdan başka bir şey bilemeyeceğini ve olanların
söylentiden ibaret olduğunu bildirdi, fakat Hz. Ali, Hz. Peygamber’i teskin
etmek için; "Ey Allah'ın Elçisi, Kadınlar çoktur. Yerine başkasını
almaya gücün de yeter" dedi. Ali'nin bu sözü, ister istemez Hz.
Aişe'yi üzdü. İşte Hz. Aişe'yi üzen ve Hz. Ali'ye karşı soğuk duygularının
doğmasına da bu olay sebeb olmuş, Hz. Ali halife olunca da halife aleyhine
tezahür etmeye başlamış olabilir. Fakat burada değinmemiz gereken Hz. Aişe'nin
bir kadın olarak bu olayların bil fiil içinde oluşu sadece kendi şahsından
kaynaklandığı gibi bir düşüncenin kabul edilmesinin zorluğudur. Hz. Aişe'yi bu
olayların bizzat içine çeken kimselerin var olduğu düşünülebilir. Bu kimselerin
de Hz. Ali'nin halifeliğinden umdukları maddi menfaati bulamayıp halifeye cephe
alan Talha veZübeyr'in olması muhtemeldir. Çünkü bilinmektedir ki Talha ve
Zübeyr halifeden umdukları valilik makamına ulaşamayınca Ona cephe almışlar ve
Mekke'ye giderek Hz. Ali aleyhine konuşmuşlar, hatta belki bu dönemde Hz.
Aişe'yi de Hz. Ali aleyhine olmak üzere kendi yanlarına çekmişlerdi.
Hz. Aişe, Talha
ve Zübeyr Mekke'de bir görüş teatisinde bulunmuşlar, yapılacak işler hususunda
bir durum muhakemesi yapmışlar ve Basra'ya gitmek hususunda fikir birliğine
varmışlardı. Basra'yı tercih sebebi de Şam tarafına Muaviye'nin kafi geleceği
ve Basra'da Talha’nın otoritesi olduğu görüşü idi.
Hz. Aişe, Talha
ve Zübeyr 3000 askerle beraber Basra'ya yöneldiler. Hz.
Aişe, Ya’la b. Münye tarafından kendisine hediye edilen bir deve ile yola
koyuldu. Hz. Aişe ve taraftarları Basra'ya giderken yolda yaklaşık 20.000
savaşçı da etraflarında toplandı. Hz. Ali ise Medine'den yaklaşık 4000 kişilik
bir kuvvetle ayrıldı. Hz. Ali'ye de yolda 12.000 Kufe'li asker katıldı. O,
bundan sonra Basra'ya yöneldi. Talha ve Zübeyr ile görüşüp savaşa mani olmak
için çaba sarfetti fakat, görüşmelerden bir netice çıkmadı. Savaş h. 14
cemaziye'l-eweI/36 m. 9 aralık 656 Perşembe günü başladı. Zübeyr ve Talha dâhil
olmak üzere bunların taraftarlarından 13.000 kişi, Hz. Ali taraftarlarından da
2.000 kişi olmak üzere toplam 15.000 kişi öldü. Hz. Aişe de olayın sonunda bu olaydan dolayı
pişman oldu ve tövbe ederek olay yerinden ayrıldı.
Hz. Aişe'nin pişman olarak olay yerinden ayrılması hadisesi de bize
gösteriyor ki, Halife ye karşı içinde bir takım soğuk duygu ve düşünceler
bulunsa da bunlar ancak beşeri özellikler olarak değerlendirilebilir. Hz. Aişe
hiç bir şekilde bu duyguların tesiri altında kalarak müslümanları bölüp
parçalamak gibi bir düşünce içerisinde olmamıştır. Zaten Mü’minlerin
annesini de böyle karanlık düşüncelerin tesiri altında düşünmek asla mümkün
değildir. O sadece bir insan olarak çevresindeki insanların, özellikle
Talha ve Zübeyr gibi kimselerin tesiri altında kalmış, sonucunu tahmin
edemediği bir aksiyon içine girmiştir. Gelişen olayları gördüğünde de hatasını
anlamış ve pişman olmuştur.
İslam tarihinde
üzücü bir hadise olarak kalan bu müthiş vakıanın gerçek sebepleri kesin
çizgilerle tespit edilemediği için başlangıçta çelişkili tavırların arkasından
patlak verdiği gözönüne alınarak bu tavırlardan sebepler çıkarılmaya çalışılmıştır.
Fakat genel manada savaşın tek sebebinin insan unsuru olduğu düşünülmektedir.
Kişisel ihtiras ve çeşitli duygular da burada zikredilebilir. Bu tür
ihtirasları ve kişisel özellikleri belli zaman ve mekanlarla sınırlamak pek
mümkün olmamakla beraber bu tür hadiseleri her devir ve her insanda görebilmek
mümkündür. Dolayısıyla insanın insanlığından kaynaklandığını sandığımız bu
türden bir hadiseyi insanlığın herhangi bir devresinde görmek ve yaşamak
mümkündür. Dolayısıyla bu olayın sebeplerini cahiliyye devri kültürü ile
sınırlamanın uygun olamayacağı kanaatindeyiz. Bu olayın gerçek sebebinin ve
gerçek failinin bilicisi hiç şüphesiz her şeyde olduğu gibi Cenâb'ı Allah'tır.
Biz kendimize ulaşan bir takım kaynaklar ışığında kendi gücümüz nispetinde olayları
değerlendirip bir takım sonuçlara ulaşmaya gayret etme çabasındayız. Bunu
yaparken de hatadan salim olmamız mümkün değildir. Hatamız varsa bunda
kesinlikle herhangi bir kasıt aranmamalı ancak elimizdeki mevcut bilgilerin
objektif bilim anlayışı dairesinde bizi bu neticelere götürdüğü düşünülmelidir.
Raşid halifelerden ilk üçü ihtiyaç
duyduklarında Beytülmâl hâzininden borç alabilmekte, alınan miktar kayda
geçirilmekteydi. 1
Hz. Ebû Bekr’in beytülmâlden aldığı borcu
vefatından sonra kızı Hz. Âişe ödemişti. 2 Hz. Ömer’in zaman zaman
Beytülmâl’den borç alıp bunu parası olduğunda, gecikme durumunda ise atâsı
çıktığında veya ganimetten payına hisse düştüğünde dilimler halinde ödediği 3
ve ölmeden önce de oğlu Abdullah’tan bu borçların hesap edilerek ödenmesini
istediği bilinmektedir. 4
Hz. Ömer yaralandığında oğluna borçlarını
nasıl ödeyeceği konusunda tavsiyede bulunmuş, oğlu Abdullah da babasına ait evi
ve Gâbe’deki bir arsasını satarak borcunu ödemiştir. (İbnu’n-Neccâr, 210.)
Mevcut rivâyetlere göre Halife Osman ise
hazineden aralıklarla yüzbinlerce dirhem borç almaktaydı. Bir keresinde
beytülmâlden aldığı yüz bin dirhemlik borç beytülmâl sorumlusu olan Abdullah b.
el-Erkam tarafından müslümanların hakkı olarak yazılmış ve Hz. Ali, Hz. Talha,
Hz. Zübeyr, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas ve Hz. Abdullah b. Ömer şahit tutulmuştu.
Bu borç, vadesi geldiğinde Halife tarafından
ödense de Hz. Osman ve Hz. Abdullah b. el-Erkam arasında Halife’nin borç
trafiği nedeniyle sürtüşmeler yaşanmaktaydı. 5
Bir rivâyete göre Halife beş yüz bin dirhem
borç almış fakat zamanı geldiği halde ödememişti. Beytülmâl sorumlusu olan Hz.
Abdullah b. el-Erkam’ın ikazlarına rağmen Halife ödemeye yanaşmayıp yeni borçlar
edinince Abdullah, Mescid’de cemaatin bulunduğu bir sırada anahtarları minbere
asarak istifa etmişti.6
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin borç
aldığı rivayeti yoktur.
Medine döneminde oluşmaya başlayan bu devlet
gelirleri üzerinde Hz. Peygamber bir mal sahibi olarak değil bir kamu
görevlisi, bir devlet başkanı olarak tasarruf etmiştir. Onun, zekât
hurmalarından birini ağzına atan torunu Hz. Hasan'a, "Bırak, o ne Allah
Resulü'ne ne de ailesinden birine helâldir"7 demesi, zekât
gelirlerinin Peygamber ailesine helâl olmamasının sonucu olduğu kadar
beytülmâla ait bir malın Hz. Peygamber'in şahsî serveti gibi görülmediğinin de
işaretidir 8. Bu bakımdan devlet başkanının mal varlığından ayrı olarak devlete
ait müstakil bir mal varlığı kavramının ilk dönemlerden itibaren mevcut olduğu
anlaşılmaktadır.
Kaynaklar
1 İbn Şebbe, I, 373; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
VI, 173.
2 Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, VI, 206.
3 İbn Sa’d, III, 257; VI, 73; İbn Şebbe, I,
373; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, X, 308; Taberî, Târîh, IV, 208;
Suyûtî, 248.
4 Bkz., Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, X, 436;
İbnu’n-Neccâr, 210.
5 Bu yaşanan sürtüşmeye örnek olarak ayrıca
bkz., Bkz.Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, VI, 173.
6 İbn Sa’d, VI, 73; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
VI, 209.
7
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Cilt: I, s. 200
8Salih
Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, ss.77-78. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, Cilt: II, s.967.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar