Print Friendly and PDF

Hz. Ali: Tevhid, Adalet ve Vahdet

Bunlarada Bakarsınız



“Ben konuşan bir Kuran’ım”
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh
İmam Ali’nin bu tavırları, yöneticilik konusunu put haline getiren, Müslümanlar arasında tefrika nedeni kılan bizlere çok şey öğretmesi gerekiyor.

Muaviye’nin asi ve baği ordusu Sıffın’da savaşı kaybetmek üzere iken Amr B. As’ın hilesi ile mızrakların ucuna Kuran yapraklarını takmış, "Kuran aramızda hakem olsun" demişlerdi. İmam Ali daha önce defalarca Kuran’ın hakemliğine çağırdığında, Kuran’ın hakemliğini kabul etmeyenler, Sıffın’da yenilgiden kurtulmak için Kuran’ı hilelerine alet olarak kullanıyorlardı. İmam Ali hilenin farkına idi. Ama cahil ordusuna sözünü dinletememişti. Ogün o cahil topluluğa Sad Bin Kays, tarihe mal olan şu sözü söylemişti: “Siz deri parçalarına yazılan bu harfleri Kuran’mı zannediyorsunuz? Kuran İmam Ali’nin kendisidir, Kuran Rebeze’de yatan Ebuzer’dir”
İşte İmam Ali’nin “Ben konuşan bir Kuran’ım” sözü Sad b. Kays’ın bu sözü ile birlikte düşünüldüğünde daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum.
Fatiha suresinde “Yarabbi bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” ayeti Nisa-69 ile birlikte düşünüldüğünde: “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler.  Bunlar ne güzel arkadaştır.” İmam Ali’nin kendilerine nimet verilenlerden olduğu, Fatiha suresinde ifade edilen dosdoğru yol için bir örneklik olduğu görülecektir. Dosdoğru yolun Kuran olduğunu bilinen bir gerçeklik. Ama Kuran’ı doğru anlamak için Peygamberimizin ve onun yol arkadaşlarının onu nasıl anladığına bakmamız gerekiyor. Bu noktada Hz. Ali, Peygamberimizin ifadesi ile ilim şehrinin giriş kapısıdır. 
İmam Ali konuşan bir kuran ve kendisine nimet verilenlerden biri olarak kendisinde bizim için güzel örnekler olan bir öğretmendir. İmam Ali’nin vahyi esas alan, vahdet ve adalet anlayışı büyük önem arz etmektedir.
Şehit Ali Şeriati İmam Ali’nin hayatını üç bölüme ayırmaktadır. Şeriati’ye göre İmam Ali‘nin hayatının Yirmi üç yılı Tevhid için mücadele, yirmi beş yılı vahdet için sabır, beş yılı adalet için devrim olarak nitelendirilebilir.[1] Belki buna bir de İmam Ali’nin çocukluğunu eklemek gerekir.
Şeriati’nin İfadesi ile: “Ali, insanlık tarihindeki mazlum adaletin tecessüm etmiş şeklidir. Ali sadece konuşan Kuran değildir, konuşan özgürlüktür, konuşan adalettir, konuşan aşkın insanlıktır.”[2]
İslam’ın esası tevhid ve adalettir. Müslüman olmanın esası ise vahdettir.
İşte bu üç kelime İslam’ın özlü bir ifadesi olduğu gibi, İmam Ali’in hayatının da özetidir. Esasen Müslüman’ın hayatı bu üç kelime ile anlam kazanmaktadır.
Tevhid bir olan eşi ve benzeri olmayan Allah’a imam edip hayatın merkezine Allah’ı koyarak, salih amellerle dolu bir hayat yaşamak, hayatında sadece ve sadece Allah ibadet edip Allah’a kulluk yaparken, insanları sadece ve sadece Allah’a kulluk yapmaya davet etmektir. Yani imanı hayata dönüştürmektir.
İmam Ali’nin tevhidi şöyle anlatır:
“O vardır, ancak birileri o’nu var etmemiştir. Mevcuttur, ancak yokluktan var olmuş değildir. Her şeyle birliktedir ancak beraber değil. Her şeyin dışındadır ancak ayrı değil.”
“Dinin başlangıcı, temeli O’nu bilmektir. O’nu bilmenin, tanımanın kemali ise O’nu tasdik etmektir. O’nun tasdikinin kemali ise O’nu birlemektir. O’nu birlemenin yolu O’na ihlâslı olmaktır. O’na olan ihlâsın kemal yolu O’ndan noksan sıfatları uzaklaştırmaktır. Bilinmelidir ki, hiçbir sıfat O’nu tam anlamıyla tanımlayamaz. Sen akıllarda sona eren bir Allah değilsin ki, akılların düşüncesinin esintisiyle bir şekle bürünesin; hatırlarının düşüncelerine girmezsin ki, sınırlı ve idare edilen olasın.”[3]
Hz. Ali Peygamberimizin evinde büyümüş, çocuk yaşta Müslüman olmuştu. Vahiy ile birlikte büyüyen Hz. Ali’nin hayatının 13 yılı Mekke’de, 10 yılı Medine’de bu tevhidi anlayışın anlaşılması ve hayata hakim olması için geçmişti.
Hz. Ali, Mekke’de Allah Resulünün tebliğ çalışmalarında hep yanı başında olmuştu. O Medine’ye hicrete giderken, onun yerine, onun yatağına, onu öldürmek isteyenlere karşı siper olarak yatmıştı.
Medine’de Allah Resulünün bütün savaşlarına katılmış, savaşların hep ön cephesinde yerini almıştı. Hayber onun kılıcı ile fetih edilmişti. Fedakarlıklarla dolu bir 23 yıl onun tevhid mücadelesinin şahididir.
 “Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutacak şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten ayırarak günaha sürüklemesin. Adil olun. Çünkü bu, Allah'a kulluktaki samimiyetin en iyi göstergesidir. Allah'a kullukta samimiyetinizi sürdürün. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide 8)
“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabalarınızın aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutun…” (Nisa-135)
Rabbimiz "Birilerine olan kininiz ve sevginiz sizi adaletten şaşırtmasın” buyurmaktadır. İşte adaletin gerçek ölçüsü budur. Düşmanın da olsa hakkını vereceksin, kardeşin de olsa haksızlık yaptığında karşı durmasını bileceksin. Düşmanına yapılan haksızlığa karşı çıkamıyorsan, sevdiklerinin haksızlıklarına görmezden geliyor kılıf buluyorsan, İslam’ın adalet anlayışından bahsedemezsin.
İmam Ali “Bin kez zulme uğrasan da bir kez zulüm yapma” diyor.
Bir Müslüman "bana zulüm yapıldı öyle ise bende zulüm yapayım" diye düşünemez, düşünmemelidir.
Rahmetli bilge kral Aliya "Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyor, çocuklarımızı öldürüyor" diyen dostlarına tarihe geçen şu sözle cevap vermişti: “Onlar bizim öğretmenimiz değil, düşmanımızdır.”
Müslümanın adaleti yoksa tevhid anlayışı da zedelenmiş demektir.
Onun için İmam Ali Hz. Osman'ın vefatından sonra kendisine biat için gelen Müslümanlara “Benim adalet anlayışım size ağır gelir. Siz en iyisi başka birini seçin ve ben de ona ilk biat edenlerden olayım” demişti ve adalet şartı ile biat almıştı. Ve o hilafeti döneminde zerre miktarı adaletten şaşmamak için çalıştı.
Hz. Ömer beyt-ül maldan Müslümanları belirli ölçülere göre sınıflandırarak maaş bağlamıştı. Bu sınıflandırma da Bedir ashabından olmak bir ayrıcalıktı. Hz. Osman ise beyt-ül maldan akrabalarına lütufkar davranarak toplumdaki adalet duygusunun zedelenmesine yol açmıştı.  Hz. Osman dönemindeki huzursuzlukların temel nedenlerinden biri de, adalet duygusunun zedelenmesi idi.
İmam Ali halife olunca herkesi aynı maaşı bağlamış Allah’a yakın olanlar bu yakınlıklarının ödülünü Allah’tan alsınlar demişti. Beyt-ül maldan ama olan kardeşi Akil’e bile ayrıcalık yapmamıştı. İmam Ali’nin bu tavrını kabullenemeyen Akil Muaviye’ye gitmişti.
Yakınlarına ayrıcalık yapmayan İmam Ali, kendisine ihanet ve hakaret edenlerden, alaya alanlardan, iftira edenlerden bir tekinin bile maaşını kesmemişti.[4] Bu gerçekten hayret verici bir şeydi. İşte İmam Ali’nin adaleti böyle bir ince çizgide duruyordu. O toplum o gün İmam Ali’nin adalet anlayışını anlayamamıştı. Ama bugün bunca zaman sonrada ne yazık ki hala anlayamadılar, anlayamadık.
Bugün demokrasi, libaralizm, insan hakları söylemlerini bayraklaştıranlar Ali’nin bu tür davranışları karşısında ezildiler. Bu söylemi dillendirenler hiçbir dönemde bu adalet ölçüsüne ulaşamadılar. Müslümanlar daha sonraki süreçte, Ali’nin bu adalet anlayışını ortaya koyamadıkları için demokrasi, libaralizm, insan hakları söylemlerini bayraklaştıranlar karşısında bu üstünlüklerini sürdüremediler.
Ne yazık ki İslam dünyası adil bir yönetim örnekliği ortaya koyamadı. Bugün Müslümanlar pratik uygulamayı bırakın düşünsel olarak İmam Ali’nin adalet anlayışının çok gerisinde kalmaktadır.
İmam Ali kendisini tekfir eden bu insanları, Müslüman olarak görüyor, beyt-ül malda hak sahibi olarak görüyordu. Onların hiçbirini tutuklamıyor, özgürlüklerini kısıtlamıyor, onlara eziyet etmiyor, sadece suç işlendiği zaman suçun şahsiliği ilkesi ile hukuka göre cezalandırıyordu. İsyan ederlerse onlara karşı savaşıyordu. Çünkü suçun cezasını vermek ayrı bir şeydi. Ama insanların maaşları kesildiği taktirde aileleri de cezalandırılmış olurdu.
Şeraiti der ki, “Ali hiçbir şeyin olmadığı ve bir kenara itildiği yirmi beş yıl boyunca muhafazakârdı, büyük bir imparatorluğun yönetimini elinde bulundurduğu gün ise devrimci olmuştu.”[5] Bu, diğer tüm insanların tersini yaşadığı bir yazgıdır. İnsanlar muhalefette iken, ya da yönetimde sorumluluk makamında değilken devrimcidirler, iş başına gelince muhafazakârlaşırlar.
Sizin kendinizi adil görmeniz önemli değildir. Çünkü insanlar her zaman adaletsizliklerine kılıf bulup adalet gibi göstermeye zorlanmazlar. Adaletsizlikleri meşrulaştıracak bir maslahat her zaman bulunur. İşte burada düşmanlarınız, muhalifleriniz, düşüncelerinizi kabul etmeseler de adaletinize şahitlik ediyorlarsa siz gerçekten adilsiniz demektir.
İmam Ali yönetimde olduğu 5 yıl boyunca devrimci bir anlayışla adaleti maslahata kurban etmeden, düşmanlarının bile adaletine şahitlik ettikleri adil bir yönetim ortaya koydu…
İmam Ali'nin adalet anlayışına o kadar çok ihtiyacımız var ki...
 “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Al-i İmran 103)
Allah’ın ipine ister Kuran diyelim, İster İslam diyelim sonuçta bu ayet açık bir şekilde Müslümanlara vahdeti emretmekte dağılıp ayrılmayı yasaklamaktadır. Bu ayete rağmen hiç kimse bir başka Müslüman’ı dışlayamaz, vahdet çağrılarına muhalefet edemez.
Hangi mezhepten, hangi cemaatten olursa olsun, ben Müslümanlardanım diyen herkes bizim kardeşimizdir anlayışı ile hareket etmeliyiz. Kardeşlerimizle nasıl bir ve beraber oluruz diye düşünmeli, birlik ve beraberliğe katkı sağlayacak davranışlar içerisinde olmalıyız.
Hepimizin bildiği bir hadiste Sevgili Peygamberimiz; “Bir birinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız, iman etmedikçe cennete giremezsiniz” buyuruyor.
Burada birbirinden kasıt senin cemaatin ya da mezhebin değil, ben Müslümanlardanım diyen herkestir. Kimsenin imanını sorgulamadan ben Müslümanlardanım diyeni sevmek zorundayız. İmanı sorgulayacak olan sadece alemlerin rabbidir. Tekfirci bir anlayıştan uzak durmalı, bizi sevmese bile Müslümanları sevebilmeliyiz.
Hatta Habil gibi bizi öldürmeye gelen kardeşimize, sen beni öldürsen de ben seni öldürmeyeceğim, ben alemlerin rabbinden korkarım diyebilmeliyiz.  "(Habil) Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Maide 28)
Günümüzde Müslümanlar arasında fitne bu kadar artmışken ben Habil olmayı seçtim diyecek Müslümanlara o kadar çok ihtiyacımız var ki.
Habil olmak kardeşini nefsine tercih etmektir. Habil olmak ümmetin maslahatını, birliğini her şeyin üzerinde tutarak gerekirse haklı olduğunda bile susmasını bilmektir.
Habil olmak bir anlamda İmam Ali gibi davranmaktır. İmam Ali gibi haklı olduğuna inandığın halde ümmetin vahdeti için, fitne ve tefrikalara düşmeden, ümmetin birliğini her şeyin üzerinde tutarak susmasını bilmektir.
İmam Ali hilafetin kendi hakkı olduğuna inandığı halde, Kendisinden önce yapılan üç halife seçimine de itirazı olmasına rağmen, ümmetin birliğini düşünerek susmayı tercih etmiştir. İmam Ali susmayı tercih ettiği gibi, hiçbir dönemde fırsatçı düşünmemiş, halifelerin zafiyetlerini bekleyip hilafete sahip olmanın hesabını yapmamıştır.
İmam Ali Hz. Ebubekir halife seçildiğinde Ebu Süfyan’ın kışkırtıcı sözlerine kıymet vermemiş, "Git İslam düşmanı, sen hiçbir zaman İslam’a dost olmadın" demiştir.
İkinci halife Hz. Ömer İran seferine katılmak istediğinde "Sen halifesin, hilafetin merkezinde kalmalısın" demiştir. İmam Ali, ikinci halife Hz. Ömer’e “Yöneticinin konumu boncuk dizilen ipin konumu gibidir. Boncuklar ona dizilirse boncukları ip bir araya getirir. İp koparsa düzen bozulur”[6] diyerek İran savaşına gitmemesini istemiş, Hz. Ömer de gitmemiştir.
İmam Ali Hz. Osman’ın hilafeti döneminde yapılan yanlışlar konusunda onu uyarmış, nezaketli bir dille Mervan’ın yanlışları konusunda uyanık olmasını istemiştir. O Hz. Osman’a “Vallahi sana ne söyleyeceğimi bilemiyorum, benim bildiklerimi sen de biliyorsun. Senden önceki halifeler senden daha evla değillerdi. Hatta sen akrabalık olarak Resulullah’a daha yakındın. Kendine acı ve zulmeden bir yönetici olma. Bu ümmetin öldürülecek imamı olma, Mervan’ın istediği yere yönlendirdiği biri olma”[7] demiş, isyancılarla konuşup onları ikna etmesini söylemişti. Ve Hz. Ali, Hz. Osman’a karşı gelen isyancılara engel olmaya çalışmıştı. Hz. Osman'ın vefatından sonra kendisine biat için gelenlere  “Benim adalet anlayışım size ağır gelir. Siz en iyisi başka birini seçin ve ben de ona ilk biat edenlerden olayım” demişti.
O hiçbir dönemde fırsatçılık yapmamış, yönetim zafiyeti oluşsun da ben halife olayım diye düşünmemişti. O sizin dünyanızın, sizin dünyevi saltanatınızın benim gözümde “bir keçinin aksırı kadar bile bir değeri yok” demişti.
İmam Ali’nin bu tavırları, yöneticilik konusunu put haline getiren, Müslümanlar arasında tefrika nedeni kılan bizlere çok şey öğretmesi gerekiyor.
Onun vahdet anlayışı bütün siyasi hesapların üzerindedir. İmam Ali adalet konusunda hiçbir zaman maslahatçı olmamış ama vahdet konusunda maslahatçı olmuştu. Çünkü İmam Ali’ye göre Müslümanların birliği tevhid ve adaletten sonra belki de en önemli şeydir.
O ömrünün 25 yılını vahdet için sabrederek geçirmişti. Şeriati’nin ifadesi ile “Bir adam bin üç yüz yıl önce gece yarısı tek başına şehirden çıkıp hurmalıklara giderek ağlıyordu; feryadını içine gömdüğü boğazında düğümleniyordu. Nefesi tutuluyordu, aşağılık kulakların duyabileceği korkusuyla başını kuyuya daldırıyor, içindeki ukdeleri orada açıyor, dertlerini kuyuya döküyor, rahatlıyor, hafifliyordu. Yuvasına ve yavrusuna dönen bir kuş gibi, boş kursağına dert taneleri toplayarak halifenin şehrine dönüyordu, hâlâ yalnızdı.”[8]
O şahsına yapıldığını düşündüğü haksızlıklara sabrediyor, dertlerini kuyulara anlatıyor ama ümmetin birliğini bozacak davranışlardan sakınıyordu. Halifelere danışmanlık yapmaktan da geri durmuyordu, gördüğü kimi yanlışlarını da uyarıyordu.
Kendini tekfir edenleri bile tekfir etmediği gibi, halifeliği döneminde, kendini tekfir edenlerin beyt-ül maldan aldıkları maaşlarını da kesmemişti. İmam Ali gibi, tekfirci anlayışlardan uzak durmamız gerekiyor. Bugün İmam Ali adına, İmam Ali’nin tekfir etmediği gibi danışmanlık yaptığı insanları tekfir edenlere İmam Ali’nin bu tavırlarını hatırlatıyor, ya İmam Ali’yi örnek alın yada İmam Ali’den uzak durun diyorum.
Bugün İmam Ali’yi örnek alarak vahdet, için kardeşlik için, Habil olmayı tercih edecek, Ben Müslümanlardanım diyenleri "beni sevmeseler de ben onları seviyorum" diyecek, bin kez zulme uğrasa da bir kez zulüm yapmayacak, İmam Ali gibi kötülüklere iyilikle karşılık verecek Müslümanlara ihtiyacımız var. 
Rabbim dinini kitabını doğru anlayıp doğru yaşamayı, nasip etsin.
Rabbim özgür Kudüs’ü ve dünya Müslümanlarının birliğini görmeyi nasip etsin….
İmam Ali’ye ve evlatlarına selam olsun…


[1] Ali Şeriati Ali  s.343
[2] Ali şeraiti Ali  s.343 .
[3] Nehcül belağa asr y. 1. Hutbe s.39
[4] Ali Şeriati Ali s. 345
[5] Ali Şeriati Ali  s.343
[6] Nehcül Belağa Asr y. 146. hutbe
[7] Nehcül Belağa Asr y. 164. hutbe
[8] Ali Şeriati Ali Fecr y. S. 568

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar