Kadınca
Hz. İsa, yük taşıyan
beş eşeğe binmiş bir vaziyette Şeytan'a rastladı. Ona bu yüklerin ne olduğunu
sordu. "Alıcısını aradığım satılık mallar." diye cevapladı Şeytan.
“Nedir bu
mallar?"
"İlki
zulümdür."
“Kim alır bunu?"
.
“Hükümdarlar, İkincisi
de gururdur."
“Onu kim alır?"
“ Devlet yöneticileri,
üçüncüsü de kıskançlıktır."
“Onu kim alır?"
“Din âlimleri,
dördüncüsü de sahtekârlıktır."
“Onu kim alır?"
“Tüccarların adamları,
beşincisi de kurnazlıktır."
“Onu kim alır?"
“Kadınlar,"
Kadın ihtiyaçları
gereği ipi keşfetti. İpi inceltti, eğirdi, dokudu. İpi bir şeylerin üzerini
kapatacak, koruyacak, güneşten, soğuktan saklayacak olan kumaşa dönüştürdü.
Anaerkil yaşam biçiminden ataerkil yaşam biçimine geçişte değişim gösteren
ataerkil anlayış, kadının ürettiği biçimlendirdiği kumaşın içine yine kadını
koydu.
Toplumsal
baskı, kadının kendisini örtmesine, gizlemesine neden oldu.
Kadının
özgürlüğüne kendi icadı ket vurmuş, kadın güce ve özgürlüğe yabancılaşmış,
özüne ve doğasına aykırı bir biçimde içe dönmüştür.
Aşığın saç teline
kendisini feda etmesi, kement olup boynuna dolanması, yılan gibi kıvır kıvır
olması gibi simgeler eril gücün, kadının karşısında duramayacağı kanaatine
vardığında saçtaki gücü kontrol altına almak istemesinin göstergeleridir.
Tarım toplumunda iç ve
dış mekanlardaki konumu gereği kadın saçlarını yemek yapmak için yaktığı
ateşten korumalı, güvenli olmayan barınaklarda en değerli ziynetini
başlıklarının altında taşımalı, sosyal konumlarını başlarındaki biçim
değişikliği ile ortaya koymalıdır.
Freudizmde, eş
seçiminin büyük oranda daha çocukluktan karşı cins ebeveyne duyulan hayranlıkla
ilişkili olduğu ifade edilmektedir. Bu nedenle de, kız çocuklarının babalarına
benzeyen erkekleri, erkek çocukların ise annelerine benzeyen kadınları eş
olarak tercih ettikleri belirtilmektedir.
Ötekileştirmeyen “İyi
ki tanıdım” dediğim insanlarının artmasıdır. Gerçek dostların bulunmasıdır. Kişilerin empatik
durumu. Bu acıları çeken bir kişini yerine kendini koymak, diğer kişilerin
üzüntülerinin bilincinde olmaktır.
Rivayet ederler ki
Buhara’da bu hikâye çok değerlidir. Çocuk, mal, dünya ve ahiret ve başka isteği
olanlar Hz. Bahuddin Nakşibendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin annesi ruhu için
yemek sadaka verip ona sığınırsa her ne haceti varsa giderilir, inşallah.
Verilecek yemek
sadakası şu şekilde yapılır ve dağıtılır:
Bir kadın dışarı
çıkabiliyorsa yedi evden un ister.
Eğer dışarı
çıkamıyorsa odanın dört köşesinde dört tabakta un koyar her dört tabaktan azar
azar un alır bir tencere sütlü umaç çorbası pişirir, ayrıca üç lavaş ekmek ve
bir yağlı ekmek hazırlayıp dul kadın ve yetim kızlarla yer.
Erkeklere vermesin.
Sonra o mecliste Hz.
Bibi’nin hikâyesini anlatsın. Eğer her kim bu çorbayı ihlasla yapıp ona
sığınırsa veya Bibi’nin hikâyesini ihlasla dinlerse her ne isteği varsa Allah
verir, inşallah.
“Hz. Bibi Seşenbe
yemek yapıp istekte bulunan her kişinin isteğinin gerçekleşmesine kefilim” der,
hikâye şöyledir: Bir yetim kız Üvey annenin elinde zor günler yaşıyormuş.
Annesi her gün eline bir yumak pamukla bir sığır verirmiş. Her gün yaylaya
çıkarak pamuğu eğirip sığırı da otlatıp gelmesini istermiş. Eğer kız pamuğu ipe
çevirip getirmezse annesi kıza çok zülüm edermiş. Bir gün eline pamuğu ile
ineğini alıp gelirken birden bire ineği kaçarak bir mağaraya girmiş. Kız da
ineğinin peşinden mağaraya girmiş, birden gözü ay gibi aydın, yüzü ibadet
nurundan parlayan içindeki güzelliği dışına yansıyan ibadetle meşgul olan bir
kadın oturuyormuş. Kız selamlayıp içeri girer, Bibi ise selamına karşılık verip
kızı okşayarak hal hatırını sorar. Kız ümitsiz ve muzdarip bir ifade ile
annesinden çektirdiği sıkıntılar ve zorluklarını tek tek anlatır. Hz. Bibi
Seşenbe kızın durumuna acıyarak “Kızım bundan sonra her gün benim yanıma uğra,
ben sana dua ederim sen de gidip pamuğu ineğe yedir sonra arkasından ipleri
topla” demiş kıza. Kız sevinçle her gün gelip Hz. Bibi’nin duasını alır. Dediği
gibi pamuğu ineğe yedirip arkasından ipi toplar ve annesine götürürdü. Annesi
buna çok şaşırır işin ne olduğunu çözemezdi. Bir gün kızın ineğini keser ve kız
ise üzgün bir hal ile Bibi’nin yanına varıp ağlar ve “İneğin bahanesi ile her
gün gelip mübarek yüzünü görürdüm, şimdi ise sizi nasıl görürüm” der.
“Düşman annem beni
bırakmaz diye gözünden nisan yağmuru gibi yaş akar. Hz. Bibi kıza öğüt verip
teselli ederek “Kızım ağlama git ineğin kemiklerini yere göm” demiş. Kız gidip
ineğin kemikleri gömer. Kız her gün çok sıkıntı çekermiş. Bir gün o şehrin beyi
düğün yapar, herkesi düğüne davet eder köyün genç kız ve delikanlıları süslenip
düğüne giderler. Kızın üvey annesi bir elek dolusu darı ile mısırı karıştırarak
önüne koyar ve “Ben gelinceye kadar bunları birbirinden ayıklayacaksın” der.
Kendi kızını alıp düğüne gider. Kız ağlayıp oturmuş. Onun bir tavuğu varmış o
da imdadına koştu gelip tohumları bir birinden ayırıp vermiş. Kız ise çok
sevinmiş bu fırsattan yararlanarak hemen Bibi’nin yanına gelmiş.
Hz. Bibi “Kızım nasıl
gelebildin?” diye sormuş. Kız “Şehrin beyi düğün yapmış tüm genç kızlar ve
delikanlılar düğüne gitti annem de gitti. Bu arada ben sizi görmeye geldim”
demiş. Hz. Bibi “Kızım sen üzülme, düğüne gitmek istersen git” diye dua etmiş.
Cennete el uzatıp bir bohça, ipekten yapılmış elbise, bir kutu altın takı ve
hizmet olarak da birkaç tane huri hazırlamış. Kızı süsleyip düğüne götürmüşler.
Padişahın kızı geliyor diye Bey’e haber verdiler. Bey karşılamaya gelir ve onu
haram saraya götürüp önüne sofra sererek çeşit çeşit yemek koyar. Bu sırada kız
baktı ki annesi kapının önünde oturuyor. Önündeki yemekleri annesine göndermiş.
Kendisi düğünden eve gitmek üzere yola çıkar.
[91. sayfa]
(Bu sayfanın yarısı
yırtılmıştır).
kızı varmış diye
duyarlar sonra savcı gönderirler. Üvey annesi ise bunu duyar duymaz kızı
tandırda saklar ve kendi kızını süsler ama ayakkabı kızın ayağına dar gelir.
Annesi kızın ayağını yontar yine ayağına gelmez. Bu arada kızın tavuğu
sabırsızlanarak tandıra doğru işaret eder. Gelen kişi şaşırarak tandırı açıp
bakar ve bir huri gibi kız tandırda oturmuştur.
(Bu sayfanın yarısı
yırtılmıştır).
O sırada vasiyet
aklına gelir: “Sen benim için yemek yapıp hikâyeyi her kese anlat” demişti.
Sonra evin dört köşesine tabaklarda un koyar ve o undan alıp bir tencere umaç
çorbası yedi lavaş ekmeği ve bir yağlı ekmek pişirirken bu sırada Bey kapıdan
girer yemeği görünce sinirlenir ve “Benim servetime hakaret ediyorsun
[93. sayfa]
buna ne gerek var hala
fakirliğe özeniyorsun” diyerek çorbayı döker ve çekip gider. O sıralar kavun
zamanıydı. O kavun tarlasına gider dönüşte “Kızın gönlünü kırdım” diye pişman
olur. Kızın gönlünü almak için üç adet kavun alıp heybesine koyar ve yola
çıkar. Bu arada padişahın üç oğlu üç, günden beri kayıp söylentilerini duyar.
Padişahın oğullarını aramaya çıkanlardan birinin gözü Bey’in heybesine ilişir.
Heybeden kan aktığını görür. Heybeyi açıp bakarlar ki üç şehzadenin saçlarını
birbirine dolaşmış durduğunu fark ederler. Hemen Beyi’ attan indirip boynuna ip
takarak sürüklemeye başlarlar. Bey yalvararak kısa bir mühlet ister. “Bana izin
verin çok büyük bir suç işledim eve gidip tövbe ederim, sonra bir kaşık kanım
padişaha kurban olsun” der. Ona biri izin verir. Bey, eve gelip kıza sorar “O
çorba ne çorbasıydı döküp büyük belaya tutuldum” diyerek ağlar. Kız olayı
anlatır. Bey tövbe ederek Bibi Seşenbe için çok sayıda adak verdi ve umaç
çorbasını da yaptırdı. Sonra dönüp tekrar cellâdın yanına döndü. Baktı ki halk
müjde diye koşturmaya başlamışlardı. Bey bunu duyunca çok sevindi. Şehzadeler
heybeyi açıp baktığında üç adet kavun olduğunu gördüler. Bu işe çok şaşırdılar
ve bütün herkes istediğini buldu ve çok sayıda adak Hz. Bibi adına adadılar.
Ondan sonra her kimin ne isteği olursa Bibi Sesşenbe annelerinin adına yemek yapardı.
Onun hikâyesini hatırlayan herkesin bütün sıkıntılarını Allah giderir. Bu
dünyada her murâdını varsa görür ve ahrette izzet ve saygı görür, inşallah.
Dişi Örümcek’te Hayati Bey, kadının cinsel çekiciliğini, gazetede okuduğu
bilimsel bir yazıdan yola çıkarak yorumlar:
- Şu “cinsi cazibe” denilen şeyi kabul etmek lazım; hatta evvelki gün
gazetede okuduğum “Dalga Onde” meselesini de! Kadının vücudundan bir elektrik
dalgası yayılırmış, eğer bu dalga aynı dalgayı neşreden erkeğinki ile
karşılaşırsa arada aşk hâsıl olurmuş. Pekiyi anlamadım ama şimdi aklım kesiyor:
Nurper’in dalgasiyle benimki uyuştu.
(R. H. Karay, Dişi Örümcek ,1964: 86)
Erkeklerin
Fransızlarca “demon dü midi” ismi beliren bir “kırk yaş ve sonrası” çılgınlığı
olduğu söylenir. Galiba bu çağ dönümü kadınlarda otuzunda başlıyor. Tabii ve
rahat yerleşmiş hayatını alt üst eden bir cinsiyet ihtirası! Onu atlatmak
lazım. Tanıdıklarımdan birkaç hanım atlatamadı; içlerinde üç çocuğunu gözü
görmeyen taşkınlara rastladım, hiç biri eskisi kadar bile mesut olamadı
(R.H.Karay, Ayın On Dördü, 1980: 285).
erkekler,
kendilerini uğraştıran ve merakta bırakan kadınların davranışını, “sadistlik”
olarak ifade ederler. Bunun nedeni kadınların beğenilme arzularına bağlarlar.
Çünkü kadınlar, sevdikleri erkekleri kendilerine bağlamak için planlar kurar ve
gizemli hareketlerle merakta bırakmayı severler. Sonunda aşklarında tutarlı
olan erkekler, kadınların güvenini kazanırlar.
Bu nedenle
bu tip kadınlar için, “sevgi yorucusu, zulmeden, sadist” gibi yakıştırmalar
kullanılmış ve kadının anlaşılmaz olduğu söylenir. Yine erkekler, kadınların
beğenilme arzularını, narsistlik özeliklerine bağlarlar. Bu sebeple “ayna”
önemli bir yere sahiptir. Çünkü kadınların ekserisi, vücutlarını ayna önünde
seyredip beğenilen bir kadın olmanın hayalini kurarlar.
Bunun
yanında ailelerine ve çevrelerine karşı aidiyet duygusu oluşturduklarından
sosyal hayatta deneyimsiz olan kadınlar, aşk ilişkilerinde de erkekler
karşısında edilgen konumda olmaktadırlar. Aşk ilişkilerinde gözleriyle konuşup
sezgileriyle hareket ederler. Bu deneyimsizlikleri kadınları, annelerini model
almaya itmiştir. Bunun sonucunda annelerinin yönlendirmesiyle zengin erkeklerle
çıkara dayalı evlilik yapmışlardır. Anneyi model alan kadınlar, mutsuz bir
evlilik yaşamaya başlamışlardır. Sonrasında ya bu şekilde evliliklerine devam
etmişler ya da kocalarını başka bir erkekle aldatmaktadırlar.
Aşka dayalı
evlilikleri olan kadınların, geneli
mutsuz ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir yaşamla karşılaşmıştır. Bununla beraber
kocalarını aldatan kadınları bu noktaya getiren erkeğin olduğu söylenebilir.
Kadınlar,
mutlu olacakları aşkın peşindedirler. Bu yüzden de sevdikleri erkeğe, bütünüyle
sahip olmak isterler. Sevdikleri erkeklerden en büyük beklentileri, sevilen
kadın olma arzularıdır.
Çünkü aşklarının karşılığında, sürekli ilgi görmek isterler. Bu da kadınların,
eşlerine aşkla bağlandıklarını gösterir. Kadınların, aşk ilişkilerinde bir erkeği tutkuyla
sevebilmelerinin koşulu ise güvendir.
Kadınlar, genellikle kendilerine güven veren,
iradeli ve görünüşü ile kişiliği uyumlu erkeklerle ilişki kurmayı tercih
ederler. Buna
karşın erkeklerse, cinselliklerini ön planda tutan olgun ve çekici kadınlara
ilgi duyarlar. Arzuladıkları, ama dokunamadıkları bu kadınların süs eşyalarından,
elbiselerinden cinsel fanteziler kurarak kendilerini tatmin ederler. Bu nedenle
erkeklerin kadınlara cinsel açıdan yaklaşımlarında, fetişist davranışlar
sergilediklerini söyleyebiliriz.
Erkekler,
cinsel açıdan çekici olan bu tip kadınlarla evlenmezler. Görgülü, güzel, genç, millî değerlere sahip,
namuslu, zeki, halktan kopmamış kadınlarla evlenmeyi tercih ederler.
Beğendikleri kadınlarla, genelde seyahat ortamında karşılaşırlar. Özellikle
yurt dışına yapılan seyahatler, erkeklere beğendikleri kadınlara daha rahat
yaklaşabilme imkânı sağlamıştır.
Genelde kadın ile erkek arasındaki yaş farkı 12-13
arasındadır. Kadınların kendilerinden yaşlı bir erkek seçmelerinin temelinde,
Electra karmaşası olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kendilerini, yaşça büyük
erkeklerin yanında daha çocuk, daha rahat ve güvende hissederler. Buna, çevrelerindeki
genç erkeklerin bedenlerini nesneleştirmesine karşın, yaşı ileride olan
erkeklerin cinselliklerini ön planda tutmamaları da etkendir.
Böylece
çevreleriyle çelişen bir hayat süren bu tip kadınlar, kendilerini koruyan ve
yeni bir yaşam sunan orta yaşın üzerinde erkeklerle evlenerek toplum önünde
rahatlık duyarlar.
Kadın
kimliği ile toplumsal yaşamda değişmeye başlayan kadın kimliği paralellik
gösterir. Yaşanan kültürel yozlaşmadan duyulan kaygı kadın üzerinde odaklanır; kadının lüks
düşkünü, millî değerlerini küçümseyen, sosyete hayatına özenen davranışlarını
ve fikirleri eleştirilmiştir. Mesela
toplumsal değerlerle uyuşan davranışlara sahip ideal kadınlar; gelenekçi,
ailesine bağlı, özverili, namuslu, toplumsal değerlerle uyuşan yapıdadırlar.
Toplumla çelişen davranışları sergileyen kötü kadınlar ise, erkekler konusunda
deneyimli, cinselliklerini ön planda tutan, eğlence ve lüks düşkünü nitelikte
düşünülür.
Aile
hayatındaki sadakatsiz eşler, boşanma, annelerin eğitimsizliği, evdeki baba
otoritesinin zayıflaması, apartmanların ahlâksızlığın mekânı olarak
kullanılması, kaç-göçün kalkmasından sonra kitle ulaşım araçlarında yaşanan
cinsel tacizler gibi sosyolojik unsurları, kadın-erkek ilişkileri zemininde
değerlendirerek, bunların toplumsal yönüne işaret etmeliyiz.
Sonra zengin
sınıfa mensup aileler, kızlarını yabancı okullara gönderirlerken; orta sınıfa
mensup aileler ise öğretmen veya sanat okullarına yollarlar. Orta sınıftan gelen
kızlar ise evdeki baba otoritesi eksikliğinden lüks bir hayatın peşinden
giderler. Yine de Orta sınıftan gelen, halkla bağını koparmamış, üretime dâhil,
üniversite mezunu genç kızların toplumsal yozlaşmanın önüne geçeceği fikridir.
Böylece kurtuluşu yeni düzen içinde sivrilecek orta sınıfın insanlarında
görülmelidir.
Tamamen kendini bırakmış, ağlamakta ve
titremekte olan kırk bir yaşındaki bir akademisyen ofisime gelmişti.
Konuşmamızın başlangıcında, tekrar tekrar,
"Yaşamaya dayanamıyorum. Ölmek
istiyorum,"
-diyordu. Daha sonra şu açıklamayı yaptı:
"Ani kaygı ve
huzursuzluk ataklarından rahatsızım, bu durum tansiyonumun aniden düşmesine
neden oluyor. Her an olabildiği ve hiçbir belirti göstermediği için bende büyük
bir güvensizlik yaratıyor. Fiziksel yetilerimde azalma var. Huzursuzluk
duygusu, özellikle arabayla kırmızı ışıkta beklerken birdenbire çok kuvvetli
bir biçimde geliyor. Beklemek benim için çok zor. Her tür bekleme odasından
uzak durmaya çalışıyorum."
Hastada daha sonra kalp düzensizlikleri
oldu. Hemen yapılan klinik muayenede organik bozukluğun bir nedeni bulunamadı.
Düzensizlik, hasta klinikteyken, öğleden sonra 2'de başlıyor ve akşam 10'da
kendiliğinden bitiyordu. Hasta klinikten bir hafta sonra taburcu oldu, ama
durumu görünür şekilde kötüleşmişti.
Şöyle anlatıyordu:
"Yalnız olmayı
tercih ediyorum. Ani olaylardan (kapı çalması, habersiz ziyaretçi, kötü haber
vb.) çok rahatsız olurum. Giderek yatak yerine ofisimi (kendi işim var) tercih
ediyorum. Düşünceye dalıyor ve birden hayatın anlamını düşünmeye başlıyorum.
Daha fazla böyle yaşayamam. Ölmek istiyorum."
Uzun süre kendisinden bu türden kalıplaşmış
ifadelerin dışında bir şey alamadım. Fakat, yavaş yavaş çatışma içinde olduğu
ve çıkış yolu bulamadığından söz etmeye başladı. Çatışması şöyle
özetlenebilirdi:
Evli, iki çocuk babası, mesleğinde başarılı
olan bu hasta, başka bir kadınla tanışmış. Şimdi onunla karısı arasında karar
vermek durumunda kalmış. Şanssızlığı o ki, karısı ve çocuklarıyla ilişkisi uzun
süredir iyi gidiyormuş. Bu gerçek, ailesini terk etmesini kolaylaştıracak
geçerli bir nedeninin olmadığını gösteriyormuş.
Sadakata çok önem veren ve sadakatsiz bir
evliliği kabul etmeyen karısı, bu ilişkiyi öğrenmiş ve bir karar vermesini
istemiş. Çatışması ona çok acı veriyordu. Boşanmalarının ailesi, kendisi,
karısı, çocukları, akrabaları, mesleği ve geleceği üzerindeki etkilerini
düşünüyordu. Aynı zamanda, kız arkadaşına da çok önem veriyor, onu üzmek
istemediğini, bunun kendini de üzeceğini düşünüyordu. Bu sorun artı ve
eksileriyle onu gece gündüz meşgul ediyordu. Hatta kendisi düşünmediğinde de
karısı veya kız arkadaşı konuyu açıyordu. Tüm tartışmalar mantıksal sırasını
kaybedip kafasında hızla dönüyordu. Bütün hayatı veremediği karara
odaklanmıştı. Yardım isteğine karşın yoğun bir karamsarlık içindeydi. Şöyle
anlattı:
"Haftalarca, aylarca düşündüm. Bana uygun
gelen çözümler aradım, ama faydası olmadı. Arkadaşlarım, olayı bildikleri
kadarıyla nasihatlerde bulundular. Fakat bu duygularımı hiç mi hiç etkilemedi.
Kendim gibi duygularım da karışık."
Hasta aşırı depresifti ve intihar riski
taşıyordu. Nasihat vermek veya çözüm önermekten çok, yoğun ve sonsuz
düşüncelerinden kurtulmasını sağlamak amacıyla ona, "İki Eşli Olmanın
Talihi" hikâyesini anlattım.
[Şeyh dünyadaki en büyük
şansa sahipmiş, çünkü iki karısı varmış. Kendini çok mutlu hissettiği bir gün
çarşıya gitmiş ve birbirinin aynısı olan iki tane altın kolye almış. Eşleriyle
geçirdiği güzel saatlerden sonra onlara hediye olarak vermiş. Ne var ki, şeyh
kolyeleri verirken, eşlerinden birbirlerine bunu söylememeleri konusunda söz
almış. Fakat hiçbir dünyevi zevk sıkıntısız olmaz. Bir gün rekabet ve
kıskançlık duyguları içinde kıvranan eşler gelmiş ve onu soru yağmuruna
tutmuşlar: "Tüm erkeklerin en mükemmeli, söyle bize, hangimizi daha çok
seviyorsun?"
"Canlarım, ikinizi
de herşeyden çok seviyorum," diyerek şeyh kendini yumuşak bir şekilde
savunmaya çalışmış.
"Hayır,
hayır," diye kadınlar karşı çıkmışlar ve "Hangimizin senin sevginin
daha fazlasına sahip olduğunu bilmek istiyoruz, " diye ısrar etmişler.
Şeyh, "Fakat
yavrularım, niye mutsuzluk arıyorsunuz? İkiniz de kalbimdesiniz," demiş.
Demiş, ama kadınlar bundan da tatmin olmamış.
"Bizden
kurtulamazsın. Haydi söyle, kim kalbinin kraliçesi?" diye sormuşlar.
Eşlerinin bunaltıcı
sorularına dayanamayan şeyh, ses tonunu yumuşatıp fısıldayarak, "Kesin
olarak bilmek istiyorsanız, size söyleyeceğim. Altın zinciri kime verdiysem,en
çok onu seviyorum," demiş. Bunun üzerine iki kadın da birbirine zafer kazanmış
insan edasıyla bakmış. Artık ikisi de mutluymuş.(İran Hikâyesi)]
Hikâyeyi dinleyen hasta gülmeye başladı,
başını hafifçe salladı ve "İki eşe sahip olmanın talih olduğunu ben de
düşünürdüm. Uykuya dalmadan önce iki kadın tarafından şımartılmanın nasıl
olduğunu hayal ederdim," dedi. O ve ondan sonraki seansta, niye böyle bir
isteği olduğu, eşini seçerken ne tür ölçüler kullandığı ve kız arkadaşının ne
tür özellikleri olduğu konularını konuştuk.
Bu konuşmalar sırasında, daha derinde yatan
psikodi-namik temel ve içerikle de ilgilendik. Bu konuşmalar yaşantısına bir
düzen getirmesine ve bağımsız karar vermesine yardımcı oldu. Bana verdiği
bilgiye göre, sonunda, "mutlu olmanın" ikisiyle birlikte olanaklı
olmadığını görerek karısı ve ailesini seçmişti.
Fakat terapinin amacı bu somut karar
değildi. Aslında bu kararla hasta gerçek çatışma ve sadakatin özel anlamından
uzaklaşmıştı. Onun yerine, çatışmanın kişilikle ilgili diğer alanları ele
alınmıştı. Var olan bu çatışmaların temelindeki nedenlere bağlı olarak da psikosomatik
sorunlar gelişmişti.
Psikoterapi uygulamalarında, birliktelik
ile evlilik, bazen ahlâki değerler ve doğru davranış normlarının zorunlu
kıldığından çok farklı biçimlerde gözükür. Sanki evlilik, sadakat ve eş,
oldukları iddia edilen şeyler değildir. Olan ve olması gereken arasındaki
farklılık, ilişkilerde felakete neden olan durumun temeli ve koşulları
bilindiğinde, belirgin hale gelir. Bu koşullar, kişinin sadece iç dünyasıyla,
bilinçaltıyla, kontrol edilemeyen geçmişiyle veya sadece dış gerçeklikle, sosyal,
ekonomik ve toplumsal ilişkilerle sınırlı değildir. Tersine, daha çok iç ve dış
dünya arasındaki yakın ilişkidedir.
Nietzsche evliliğin kötü yönünü kadın gözüyle anlatır. Şöyle yazar: "Bir evliliği bitirmek, razı olmak
veya yalan yaşamaktan yeğdir. Nitekim bir kadın şöyle der: Belki evliliği ben
bitirdim, ama evlilik beni çoktan bitirmişti."
“Hadesten
Taharet” Kültü
Hades:
cehennem
(i.),
(mit.), öIüler diyarının tanrısı Pluton'un diğer bir adı; ölülerin ruhlarının
bulunduğu yer.
:Kronos'un
oğlu. Cehennemlerin karanlık alemlerin ve ölüler diyarının tanrısı.
(Antik Yunanca: Ἅιδης/ᾍδης), Yunan mitolojisinde ölülere
hükmeden yeraltı tanrısıdır. Zeus, yeryüzünün hâkimiyetini kardeşleri arasında
paylaşırken Zeus'a gökyüzü, Poseidon'a denizler ve Hades'e yeraltı düşer. O
artık ölüler ülkesi tanrısıdır; ancak kötü değildir. Yer altının tüm hazineleri
Hades'in olduğu için Romalılar onun adını varlıklı yani, Plüton olarak
değiştirmiştir. Karısı, Demeter ve Zeus'un kızı Persephone'dir. Hades ve karısı
Persephone amansız, insafsız, yürekleri hiçbir yakarış, hiçbir sunu ya da
kurbanla yumuşamayan korkunç tanrılar olarak bilinir. Gigantlar arasındaki
karşıtı Alcyoneus'dur.
:
yeni, sonradan, abdest bozan bir hâl.
Hellen
mitolojisinde, Kronos ile Rhea’nın çocuğu Zeus’un erkek kardeşi olan Hades,
erken dönemlerde sadece yeraltı dünyasının hakimi olarak düşünülen ve
çoğunlukla korkulan bir tanrı olmuştur. Ancak tarihi gelişimi boyunca Hades’e
yüklenen bu kimlik genişlemiş ve yeraltı zenginliklerinin hakimi oluşu da eklenerek
Hades Kültü bambaşka bir anlam kazanmıştır. Hades’in bu imajının değişmesinin
temelinde, Persephone’yi kaçırıp karısı olarak yeraltı dünyasına götürmesi ve
bu olay nedeniyle Eleusis Gizemleri’nin bir parçası haline gelmesi vardır.
Ploutōn adı verilerek Hades’in yeraltı zenginliklerine de sahip oluşu
desteklenmiş görünmektedir. Homeros, Hesiodos, Aristophanes, Pausanias,
Vergilius gibi pek çok antik dönem yazarından Hades’in yönettiği yeraltı
dünyası hakkında ayrıntılı bilgiler elde edilmiştir. Bu bilgilere göre, hem
yeraltı dünyası hem de burayı yöneten tanrı için Hades ismi kullanılmıştır.
Bununla birlikte, yeraltı dünyası kendi içinde farklı bölümlere ayrılarak
değişik isimler de verilmiştir. Hellen mitolojisi incelendiğinde, yeraltı
dünyasında, aynı yeryüzünde olduğu gibi bir sistemin işlediği, burada da bazı
görevleri olan tanrıların olduğu görülebilir. Yeraltı dünyasına yalnızca
ölülerin gidebildiği ve oradan dönüşün olmadığı anlatılır. Ancak, bazı istisnai
durumlara da rastlanır. Aineias, Herakles, Odysseus, Orpheus ve Theseus
yeraltına canlı olarak giden ve geri dönmeyi başaran kişilerdir.
Hades
Kültü incelenirken Bereket Kültü ve Ana Tanrıça figürünün Antik Hellen
toplumundaki yeri gözler önüne serilmektedir. Eleusis Gizemleri’nde uygulanan
ritüellerle sadece ritüellere katılanların bildiği gizli ve oldukça güçlü bir
tapınıma dönüşmüştür. İnsanların yaşamları boyunca gösterdikleri
davranışlarıyla yargılanmaları, cennetle ödüllendirilmeleri ya da cehennemle
cezalandırılmaları, cehennemin yerin altında olması ve ateşin, azabın varlığı
Antik Hellen’in ve tek tanrılı inanç sistemlerinin ortak noktasıdır. Ölümün
mutlak bir yokluk olmayıp ebedi ve daha yüksek bir hayata geçiş olduğu
düşüncesi, Antik Hellen dünyasındaki Hades Kültü’nde olduğu gibi İslam felsefesinin
de temel unsurları arasında olmuştur. Fakat Hades adı, Eski Ahit ya da Yeni
Ahit’de olduğu gibi ölümü, ölüler dünyasını, cehennemi tasvir etmek için
kullanılmamıştır.
Hades
kelimesi İslamiyet’te “hadesten taharet” olarak isimlendirilen abdestin
farzlarından biri arasında zikredilmiştir. Buradaki hades kelimesinin, tarihi
süreçlerde çeşitli vasıtalarla yaşanan iletişim ve etkileşimler sırasında
Hellen dilinden diğer dillere ve özellikle Arapça’ya geçerek, terminolojik bir
anlam kazandığı düşünülebilir. Bu husustaki düşüncemizi destekleyecek mahiyette
herhangi bir filolojik açıklamaya ulaşılamamış olmakla birlikte, İslamiyette,
abdestin farzları arasında sayılan “hadesten taharet” kavramı
incelendiğinde, “hades”le ifade edilen şeyin, Hellen çağındaki kelimenin
taşıdığı anlamla benzerlikler gösterdiği görülebilmektedir. “Temizlenmek,
arınmak” anlamındaki taharet (tuhr) terim olarak “maddi (necaset, habes) veya
manevi kiri (hades) gidermek” anlamına gelmektedir ve isim olarak “temizlik”
demektir. Hades, insanda meydana geldiği varsayılan manevi (hükmi) kirlilik
halidir. Bu durumda bulunan kimseye muhdis denir. İnsan hem maddi kirlerinden
(habes) hem de manevi kirlerinden (hades) su ile arınmaktadır. Bu anlamıyla
hades, kirliliği ve kötülükleri temsil etmesi sebebiyle Hellenlerin ölüler
dünyasında sakınılması, uzak durulması gereken manasına oldukça yakın bir
anlamı ifade etmektedir.
“Hadesten
taharet”, manevi kirlerin suyla temizlenmesi (söndürülmesi) olarak düşünülürse,
buradaki hadesin kızgınlık, kin, nefret vb gibi kötü duygu ve düşünceler ya da
görünmeyen diğer kirlerden arındırılması hususu ile, ateşin onun zıddı olan
suyla temizlenmesi konusuyla ilişkilendirildiği söylenebilir. Yukarıda
ayrıntılarıyla ele alınan Hellen dünyasının inandığı tanrı ve mekan olarak
Hades, ya da tek tanrılı dinlerde onun benzeri ya da eşdeğeri olarak görülen
mekanlar pis sular, kötü ruhlar ve tehlikeli ateşler gibi tezat elementleri de
içermektedir.
M.Ö.
5. yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı düşünür ve bilim adamı Empedokles’in “Dört
Element Doktrini”, bu ilişkilendirmenin erken örneği olarak
değerlendirilebilir. Empedokles, temel özün (arke) dört temel elementten (hava,
su, ateş, toprak) meydana geldiğini ileri sürmekte ve elementleri maddenin
ötesinde görerek onları ruhani bir öz olarak tanımlamaktadır. Tanrıları,
elementlerin gücünün kaynağı olarak görmekte ve ateş elementi ile Hades
arasında bağlantı kurmaktadır.
Görüldüğü
kadarıyla Hades, tek tanrılı dinlerde bütünüyle yok olmamış, “Tanrı” anlamını
yitirerek “ölüm”, “yeraltı dünyası” ya da “nefs”i ifade etmek için
kullanılmıştır. Hellen ve Roma çok tanrılı inanç sistemi ile tek tanrılı
dinlerdeki ölümden sonraki yaşam beklentilerinin benzerlikler içerdiği açıktır.
Dürüst olanlar sonsuz mutluluk ile ödüllendirilirken dürüst olmayanlar
cezalandırılacaktır. Kötü davranışların cezalarının çekileceği, yeryüzündeki
“günahkar” yaşamın bedelinin ödeneceğine inanılan mekan genel olarak yeryüzünün
altıdır.
Sonuç
itibariyle Hades, kendisine yüklenen anlamlarla insanoğlunun varoluşuyla
yokoluşu arasında hayatının bir parçası haline gelmiş ve geniş anlamda bu
dünyadaki “iyi ve kötü” kavramlarının öbür dünyadaki yansımaları olarak tek
tanrılı dinlerde dönüşüm geçirerek varoluşunu sürdürmüştür.
«Manevî varlığını
kurtarmak için maddî yanını çarmıha geren Tolstoy ahlâkı..»
Hikâyenin kahramanı Serge Baba, bozkırda
tek başına yaşayan bir ermişti; ama onun bir âşık kırılışıyla ortadan kaybolan
eski bir çar yaveri olduğu söylentileri dolaşıyordu. Ünlü yosmalardan biri,
dünyadan vazgeçmiş bu ermişi dişiliğinin esiri yapabileceğini ileri sürüyor,
Serge Baba'ya bu durumun denenmesi için bir tuzak hazırlanıyordu. Islak
elbiselerini ocak başında çıkaran yosma, çıplaklığının bütün çekiciliğini Serge
Baba'ya sunuyor ve onun tam yenilgiye uğrayacağı bir zayıflık anının ardından
yeniden toparlanarak o güzel çıplaklığa kayıtsız kalışı karşısında bozguna
uğruyordu. Ne olabilir bir saniye içinde?
Niçin bu kızışmış yakınlık, bir anda tam
bir ilgisizliğe dönüşebilir?
Kadının sorularının
cevabı kapı dibindeki kütükte duran kesilmiş bir parmaktır.
Ve Serge Baba, şehvetine tutsak olacağını
sandığı son saniyede baltayı eline indirerek kendisine çekilmez bir acı
sağlamış, böylece uyanan erkekliğinin yenilme olasılığını o maddi ıstırabın
önceliği ardına atmıştır.
“İnsan, bütün
isteklerine gem vurabilir, kendisini bilerek bazı eğilimlerden uzakta
tutabilir, zayıflıklarını iradesinin içine hapsedebilirdi.” [Hilmi Ziya Ülken]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar