Print Friendly and PDF

Güvercin Gerdanlığı

Bunlarada Bakarsınız


İbn Hazm mücadeleci bir ruha sahip olduğunu çağdaşları ile birçok tartışmalara girmiştir. Birisi:
"Keyravanlı Ebu Abdullah Muhammed bin Küleyb çenesi düşük birisiydi. Çeşitli konularda sorular sormaya çok meraklıydı. O zamanlar ben Kurtuba' da oturuyordum. Çeşitli konularda sohbet ediyorduk; aşktan söz ederken bana
'Eğer sevdiğim kişi benimle karşılaşmaktan iğreniyor ve benden kaçıyorsa ne yapmalıyım?'
diye sordu. Ben de şöyle cevapladım:
'Seninle karşılaşmaktan tiksinirse bile, sevgilinle karşılaşmayı deneyerek gönlünü yatıştırıp sevindirmeye zorlamalısın kendi kendini.'
'Ben de aynısını düşünüyorum',
dedi,
'tam tersine onun aşkını kendi aşkıma, onun arzusunu kendi arzuma tercih ederim. Kendim için, öleceğimi bilsem bile sabrederim, sabredeceğim de.' 'Bense',
dedim,
'ancak kendi nefsim için severim onu, sevgilinin suretinden hoşlanması için, haz alması için severim. Ben kendi mantığıma uyarım; kendi ilkelerime göre davranırım. Ruhumu neşelendirmek için kendime özgü yönteme sadık kalırım.' 'İşte',
dedi,
'tam bir mantık zulmü. Ölümden daha güçlü olan birşey, bize ölümü göze aldıran şeydir.' 'Eğer canını feda ettiysen, onu istediğinden dolayı değil, fakat gerektiği için'
dedim.
'Eğer başka türlü yapabilseydin, onu feda etmezdin. Kendi isteğinle sevgilinle karşılaşmaktan kaçındığını kabul edecek olursak, o zaman kınanacak birisi olursun. Çünkü canına haksızlık etmiş ve bizzat kendi elinle onu öldürmüş olursun.'
O zaman bana şöyle dedi:
'Sen kıyasçı bir adamsın. Aşkta kıyasa yer yoktur.' 'Bu durumda aşığın başı büyük derttedir,' dedim.
'Aşktan daha büyük dert var mı ki?'
dedi."
İbni Hazm anlatıyor…
Bir gün dostumuz Ebu es-Sari Ammar bin Ziyad'ın -el-Müeyyid'in kölesi- yanına gittim. Onu çok düşünceli ve oldukça zihni meşgul gördüm. Neyin var diye sorduğumda önce cevap vermekten kaçındı, sonra şöyle dedi:
-"Başıma duyulmadık birşey geldi."
-"Nedir söylesene" dedim ona.
-" Bu gece düşümde", dedi, "bir genç kız gördüm. Uyandım, ama gönlümü ona kaptırmıştım. Ona sırılsıklam aşık oldum. Şimdi beni bu dayanılmaz duruma soktu bu dert."
Gerçekten de uzun zaman, belki bir aydan fazla endişe ve yürek sıkıntısı içinde kaldı. Hiçbir şey yüreğinin acısını dindirmedi. Tutkusu o denli zorluyordu. Sonunda onu kınadım ve şöyle dedim:
-"Nefsini hiç gerçekliği olmayan bir nesneyle uğraştırmakla ve gönlünü mevcut olmayan bir varlığa bağlamakla ne büyük yanlışlık yapıyorsun? En azından onun kim olduğunu bari biliyor musun?"
-"Yok vallahi" diye cevap verdi.
-"Sende düşünce kıtlığı var. Hiç görmediğin ve asla yaratılmayan, bu dünyada olmayan birisini sevdiğine göre aklın arızalı olmalı senin. Hamamlardaki figürlerdent birine aşık olsaydın, seni daha mazur görürdüm."
Teselli oluncaya kadar ona uyarılarda bulundum. Ama kolay olmadı bu. Bence bu, ruh telkinlerinden ve görüntülerinden bir parçadır; dilek, temenni ve düşünceye dalına arzusuna girer böyle şeyler.
Bu konuda bir şiir yazdım. İşte birkaç dizesi (Basit):
**
"Keşke bir bilebilseydim onun kim olduğunu ve nasıl ilerleyip yol aldığını geceleyin; acaba doğan güneş mi yoksa ay mıydı?
Acaba o, onun düşüncelerinden doğmuş olan bir akıl sanısı mı, yoksa benim düşüncelerimden doğan ruhsal bir imge mi?
Ya da umutlarımın ruhumda çizdiği bir hayal mi?
Çünkü gözlerim onu görür gibi oluyor. Yoksa bunların hiçbirisi mi değil
Yalnızca alınyazımın, ölümüme neden olması için, sürükleyip getirdiği bir rastlantı mı?"
(G. G)
Lut kavminin işlediği eşcinsellik konusuna gelince, bu çok kötü, çok korkunç ve çok çirkin bir iştir. Allah buyuruyor: "Siz, sizden önce evrende hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?"
Allah bu çirkin işi yapanlar üzerine, ibret olsun diye taş yağdırmıştır.
 Allah rahmet etsin, Malik' e göre, bu durumda hem 'fail' e hem de 'meful' e, ister evli olsun ister bekar, recm gerekir.
Allah'ın bu çirkin işi yapanlara verdiği cezayı, yani her ikisinin de, hem yapanın hem de yapılanın recm edilmesi gerektiğini bildirmesini kimi Malikiler bu konuda kanıt olarak kullanıyorlar. "Rabbin katında işaretlenmiş taşlar, bu zulümlerden uzak değildir, bu azabı hak etmişlerdir. "
 Şimdi buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Kim böyle bir zulmü işlerse, taşlar ona o denli yakın demektir.
Bu konudaki düşünce ayrılıklarını anlatmak istemiyoruz. Konumuz o değil. Allah kendisinden razı olsun, Hazreti Ebu Bekir'in bu suçu işleyen birisini diri diri yaktırdığını Ebu İshak İbrahim bin es-Sırri1 anlatmıştı.
Ebu Ubeyde Ma'mer bin el-Müsennat bu şekilde yakılan kişinin adını bile veriyor: "O kişi Şüca bin Varka el-Esedi idi. . Ebu Bekir onu ateşte yaktırdı. Çünkü kadın gibi kendini kullandırıyordu."
Fakat bilge kişi için günahlardan kaçmanın pek çok yolu vardır. Allah kullarına, kimi şeyleri yasaklamışsa, mutlaka karşılığında daha iyi ve daha güzel helal şeyler koymuştur. O'ndan başka Tanrı yoktur!
Bu bağlamda, öğüt kabilinden, insanın tutkusuna bağlanıp yenik düşmesinden kaçınması gerektiğini vurgulayan bir şiir yazdım (Tavıl):
"Kendi kendime diyorum ki, açık olan kapalı olan gibi değildir; insanlar ölümlüdür, ölümlünün çocuğudur her insan.
 Nefsini küçük düşüren, şerefini zedeleyen şeylere karşı kendini koru; tutkuyu bırak, çünkü tutku yokluk kapısının anahtarıdır.
 Gördüm ki sevdanın başlangıcı tatlı, kolay ve hoş; fakat sonu pek acı oluyor; sevda yollan pek tehlikeli.
 İnsanın bu dünyada alacağı tad nedir ki? Çünkü çok geçmeden ölüm gelip çatıyor, dayanıyor kapıya; Lakem'in oğlu Nuh gibi iki kez ömür sürse bile.
 Öyleyse, bu denli kısa süren bir dünyaya bel bağlama! Bizim fani oluşumuzu bizzat bu dünya haber veriyor.
 Fakat insan bu dünyayı ancak ona sahip olunca bırakıyor; nice insanlar onu bırakıyor ama gönüllerinde hep ona bağlı kalıyor.
 Henüz sütü olmayan genç düveler durumundaki umutlarını bırakan kişi, memeleri sütle dopdolu inekler halindeki umutlarını bırakan kişi gibi değildir elbet.
 Her kim gönlünden geçirdiği bir nesneye kavuşsa, aşığın sevgilisine duyduğu aşkla ve ilgisiz birinin umursamazlığıyla karşılasa bunu.
 Allah katında kurtuluşa ermeye en layık kişidir o; firdevs cennetinde, tahtlar üzerinde oturmaya hak kazanandır o.
 Bir insan neyi istediğini iyi bilirse, öteki insanların sahip olduğu herşeyin geçiciliğini kolayca farkeder.
 Bir kimse Rahman'ı tanısa, emirlerine kesinlikle karşı gelmez, dünyadaki tüm krallıktan kendisine verseler bile.
Takva ve dindarlık yolu yolların en iyisidir.
 Uzak görüşlülükle bu yola girenlerse yolcuların en iyisidir.
 Tam tersine, kim bu yoldan saparsa, çok sıkıntı çekecektir; duygularına hakim olamayıp kendini tutamayansa, hiç kuşku yok mutsuz olacaktır.
 Bu yola, saf gönlüyle, engin ruhuyla, yumuşak ve güzel huyuyla yönelenlere ne mutlu! Onlar kimi ruhları içinden kemiren gizli kinlerden uzaktır; sultanların şeref ve izzetinin, dilencilerin güvencesinin iki katına sahiptirler.
 Dolayısıyla onlar diledikleri gibi yaşarlar, diledikleri gibi ölürler; ebedi âlemde mutlu, güleryüzlü ve sevimli olarak ebedi kurtuluşa ererler.
 Onlar, karanlıkları yırtarak kainatı aydınlatan ışık sayesinde şehvani isteklerine karşı koydular.
 Bedensel isteklerini de karşılamamış olsalardı, onları meleklerden ayırd edemezdiniz.
 Öyleyse ey Rabbim onlara ön sırayı ver, onları daha da mutlu kıl; nereye giderlerse gitsinler, yardımını, bağışını ve nimetlerini esirgeme onlardan.
 Ve sen ey nefsim, metin ol, asla yılma! Öte dünyada ebedi mutluluğu kazanmaya çalış.
 Eğer tutkuda gösterdiğin çabayı inceleyecek olursan, göreceksin ki böyle davranmak gereksiz, doğrusu hiç de böyle değil.
 Çünkü Yüce Tanrı, dinini son derece açıkça, Samanyolu'ndaki yıldızların parlaklığından daha canlı bir berraklıkla bildirmiştir tüm insanlığa.
 Öyleyse ey nefsim, kurtuluşa doğru koş; keskin ince ağızlı, bilenmiş kılıçlar gibi ol, nüfuz et iyice derinlere.
 Çünkü, eğer insanlar yaratılış incelikleri üzerinde düşünselerdi, niçin yaratıldıklarını araştırsalardı, hiçbir insan gülme nedir bilmezdi.”
[İbn-i Hazm G.G. ]
İbn Hazm tümevarımlannı 'sahih dini nas'larla berkitir. Örneğin aşkı tanımlarken şöyle der:
"İnsanlar aşkın mahiyeti üzerinde tam anlamıyla anlaşamadılar. Üzerinde çok kafa yordular, uzun inceleme yaptılar. Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme onların en yüksek temel ögelerinde meydana gelir. Bu birleşme ruhların yüksek konumlarındaki elverişli durumlara uygun bir biçimde ve bu durumların ruhun şekillendirdiği bütün içerisinde birbirlerine az veya çok yakın olmalarına göre meydana gelir. Beraberlik ve ayrılığın varlıkların birleşimi ve ayrışımıyla ilgili olduğunu biliyoruz. Her şekil kesinlikle kendine uygun olan şekli çağırır, onu arar bulur. Herşey misli mislinedir. Birbirine yakınlık duygusal bir iştir, apaçık etkileri vardır. Aramızda karşıtların birbirini çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur. Niçin aynı durumlar ruhlar için sözkonusu olmasın?
Çünkü onların alemi saf ve temiz bir alemdir. Özü ahenkli bir şekilde yüceliğe dayanır. Kendisini oluşturan ilke onu, eğilimlere; yaklaşım ve uzaklaşımlara, sevgiye ve nefrete yaraşır hale getirir. Bütün bunları insanoğlunun değişik davranış biçimleriyle çok açık seçik biliyoruz. Bu değişik durumlara insan kolayca kendini uydurabiliyor. Yüce Allah şöyle diyor: 'Sizi bir candan, Adem' den yaratan, bundan da gönlü kendisine yatıp ısınsın diye eşini yapan O'dur. Allah'tır.'
 Demek oluyor ki, Allah, Adem'in eşinde bulacağı ısınma ve huzurun nedenini Havva'nın kendisinden bir parça olmasında kılmıştır."
 Ve gene şöyle demektedir: "İleri sürdüğüm bu düşüncenin bir başka kanıtı da şudur:
Eğer aralarında doğal nitelikler bakımından bir benzeşme, bir uyuşma yoksa birbirini seven iki kişi bulmak imkansızdır. En azından bunun böyle olması gerekir. Benzeşmeler ne kadar çoksa, birleşme o kadar büyük, sevgi o kadar sağlam olur. Bunu anlamak için kendine bak. Aynısını görürsün. Allah'ın elçisinin şu sözü de bunu yeterince açıklığa kavuşturuyor:
"Ruhlar askere alınmış bir ordu gibidir. Orduyu oluşturan erler birbirleriyle ne denli tanışıyorlarsa aralarında o denli bir geçim olur. Birbirleriyle hiç tanışmıyorlarsa aralarında geçimsizlik ve uyuşmazlık olur."
Ve yine bu konuda dindar, iyi birisi şöyle diyor: "İnananların ruhları birbiriyle çok iyi tanışır ve anlaşırlar." İşte bu yüzden Hipokrat, sevdiği bir insan hakkında kendisine bir yığın kusur ve eksiklik anlatıldığında hiç kuşkuya kapılmadı ve şöyle dedi:
"Eğer o beni seviyorsa, ben de ona birçok huyumla ve yönümle benzemeliyim."
 Kimi bilge kişiler de bunun nedenini şöyle açıklamaktadırlar:
"Allah ruhları yarattı, bazılarını parçalara ayırdı ve arşın çevresinde sürekli döndürdü. İki ruhtan hangisi diğer parçayla orada tanışmış, dolayısıyla birbirine kavuşmuşsa, bu dünyada da aynı şekilde birbirleriyle birleşmişlerdir."
(G.G)
Aşkta meydana gelen şaşılacak durumlardan birisi de sevenin sevgilisine boyun eğmesidir. Âşık, kendi şahsiyetini, karakterini sevdiğinin karakterine zorla bağlar. Nice hırçın, söz anlamaz, dik kafalı, inatçı, gururlu, huysuz kimseler aşk rüzgarlarını içlerine çeker çekmez aşk denizine daldılar, içinde dolaştılar. Bükülmez huylan yumuşadı, zorlukları kolaylaştı; keskin bıçaklan köreldi; kibirleri alçakgönüllülüğe dönüştü. Bu konuda bir şiir yazdım (Mütekârib):
"Kavuşmak bize nasip olacak mı?
Zamanın değişkenliği son bulacak mı?
Kılıç kılıcın kölesi oldu; esir ceylan aslan kesildi."
 Gene şöyle dedim (Tavîl):
"Usta bir ayar memurunun elinde, düşük ayarlı paranın değerini kaybetmesi gibi,
Beni ayıplasan da, senin için kendimi harab etsem ne önemi var.
Senin aşkın uğruna kendimi ölüme atmam benim için bir zevktir.
Kendi ölümünden bile zevk duyabilen bir adamın durumu ne tuhaftır değil mi?"
Kimi zaman sevgili, yakınmalardan, şikâyetlerden nefret eder, aşktan söz edildiğini duydukça öfkelenir. O zaman aşkı üzüntüsünü saklar, umutsuzluğunu ve sıkıntısını içinde, en derin yerinde gizli tutar. Sevgili haksız suçlamalarla aşığını bunaltır, ona göz açtırmaz. Âşık ise, bütün kusur ve kabahatlerinden özür diler; suçunu itiraf eder. Oysa masumdur, suçsuzdur; bütün yaptığı sevgilisinin istediği gibi olmak ve ona karşı gelmemek içindir. Ben böyle birini tanıyorum: Sevgilisi durmadan işlemediği suç ve günahlarla onu suçlayıp duruyordu; onu sitemlere boğuyordu; ona karşı duyduğu öfkeyi yüzüne karşı hissettiriyordu. Oysa aşığı tertemizdi. Arkadaşlarından birinin isteği üzerine, bunun tam aynısı olmayan fakat buna yakın bir konu hakkında bir şiir yazdım. Birkaç dizesini aşağıya yazıyorum (Tavil):
"Sevimli bir yüzle karşılıyordun beni; sana yaklaştıkta daha net görüyordum yüzündeki sevinci, senden uzaklaştıkça yüzün değişiyor, öfkeli bir şekil alıyordu.
Böyle basit bir kızgınlığa darılmam, karakterim böyledir benim; gerçi ağarmaya yüz tutan saç yavaş yavaş değerden düşer.
Ama kimi zaman olur, insan kendi kendine bile kızabilir; yüzü kimi zaman benler, kimi zaman sinekler güzelleştirir.
Fakat bunlar yüzde az olduğu zaman yüz güzeldir; çok olursa yüzü çirkinleştirir; aşırılık herşeyde bir kusurdur."
 Gene aynı şiirden:
 "Gel imdadına yetiş, çünkü onun o kadar çok derdi var ki kağıt, mürekkeb ve yazı onun için ağlamakta!"
Biri kalkıp da, bir aşık için, sevgilisinin kendisine çektirdiği küçültücü işkencelere sabretmesi bir aşağılıktır demesin. Bu büyük bir yanlışlık olur. Hepimiz biliriz ki, sevgili aşığının ne dengi ne de benzeridir; dolayısıyla ona karşı misillemede bulunmaz ve eziyetine katlanır. Sevgilisinin küfürleri, sövüp saymaları, aşığına karşı yaptığı kabalıkları kesinlikle onur kırıcı değildir; çağlar boyunca, kuşaklarca bir hakaret sayılmamıştır asla. Ayrıca bu konu gerek halifelerin meclislerinde, gerek büyüklerin meclislerinde geçmez; böyle aşın bir hoşgörülülük ve sabır küçültücü, böyle bir boyun eğme değer düşürücü olsun, yok öyle birşey. Kimi zaman bir adamın, üzerinde mutlak efendilik hakkı kurduğu, kölelerinden birine tutulduğunu görürüz. O zaman ona zor kullanmasına hiçbir şey engel olamaz. Peki nasıl olur da onun hakkında zor kullanılabilir? Hayır! Sövüp saymaların gerçekten insanı öfkelendirmesi için başka birşey gerek. Bu ancak nefeslerini sayılı kullanan, sözlerine büyük bir değer vermek için iki ölçüp bir biçerek, gayet ölçülü konuşan yüksek düzeyde insanlar arasında olabilir; çünkü onların ağızlarından boş söz çıkmaz ve olur olmaz yerde lüzumsuzca konuşmazlar. Oysa sevgili hem sağlam bir kargı, hem de dayanıksız bir kamış gibidir. Durumuna göre, hiç anlamsız yere, bazen çok soğuk bazen çok sıcak davranır. Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki dizeleri yazdım (Kamil):
"Aşkta aşağılanmak hiç de kusur değildir; en kibirli insan dahi aşkta boyun eğer. Beni aşağılanmış bir halde görürseniz şaşmayın; benden önce Mustansır’da aynı durumda kalmıştı. Sevgili sevenin ne dengi ne benzeridir; öyleyse bu durumda sabretmek hiç de aşağılanmak değildir.
Bir elma yere düştü; düşüşü seni üzdü; onu kesip yerken büyük bir zafer kazandığını iddia eder misin ?"
(İbn-i Hazm, G.G)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar