Yahudili Bilgiler
Herkes Seçildi Seçilmeyenler Kim
Günümüzde dinler arası diyalog, hoşgörü
kavramlarının sıkça kullanılmaya başlamasıyla dinlerin birbirlerine bakışı da
önem kazanmıştır. Ancak, hemen hemen bütün din mensuplarının bir taraftan diğer
dinlerdeki kişilere diyalog çağrısı yaparken diğer taraftan da kendi
üstünlüklerini ispatlama çabası içinde oldukları görülmektedir.
Bu meyanda dinlerin kendilerini üstün
gördüklerinin en açık ifadesi olan seçilmişlik anlayışının hepsinde
bulunuşudur.
Gnostikler, kendilerinin doğru inanclı,
gerçeği temsil eden ve kurtuluş yoluna giren “seçilmişler” olarak
tanımladıkları görülmektedir.
Gnostik dinlerden Maniheizm’de din mensupları
kendi içlerinde bile “seçkinler” ve “dinleyiciler” olarak ikiye ayrılmışlardır.
Seçilmişliğin kişilerin kendi iradelerine
bağlı olmadığını düşünen Sabiiler ise, dışarıdan bir kişinin Sabiiliğe girişini
kabul etmemekte, ancak Sabii anne-babadan doğanların Sabii olabileceğine
inanmaktadırlar.
Özellikle modern dönemde kendilerini evrensel
din veya din ötesi bir sistem olarak tanımlayan Hindularda, diğer dinleri kendi
dinlerinin içerisinde yer alan bir mezhep olarak görürler. Hinduizm’den ayrılan
Şıhızm’e göre de, bir Şıh olarak dünyaya gelmek, Tanrı’nın insana bahşettiği en
büyük nimettir. Kurtuluş için kişinin özel bir gayret göstermesine gerek
yoktur.
İlahi dinlerden İslam’da ise seçilmişlik, Allah’ın kendisine
inananlarla, peygamberleri aracılığıyla ahitleşmesi ve onlara bazı vaatlerde
bulunması şeklinde anlaşılmıştır. Kur’an’da, peygamberlerin ve bazı ailelerin
seçilmişliğinden bahsedilmektedir. Ancak bu seçim sebepsiz ve şartsız değildir.
Allah, kendisine inanarak emirlerini yerine getirecek kişilere yardım edeceğini
ve onları ödüllendireceğini bildirmektedir. Bu seçimde, Yahudilerde olduğu
gibi, ırkî mensubiyet şartı aranmamaktadır. Kur’an’da, Yahudilerin ve
Hıristiyanların seçilmişlik anlayışlarından da bahsedildiği görülmektedir.
Yahudilerin bir zamanlar âlemlere üstün
kılındıklarına vurgu yapılarak, itaatsızlıkleri sebebiyle bu ayrıcalıklarını kaybettikleri
açıkça bildirilir. Hıristiyanların da Allah’ın emirlerine uyacaklarına dair
verdikleri sözleri tutmamaları sebebiyle üstünlüklerini kaybettiklerinden
bahsedilir.
Kur’an’da, Yahudi ve Hıristiyanların
seçilmişlik anlayışlarına benzeyen bir seçilmişlik iddiasına rastlanmazken,
Müslümanların, özellikle hadislere dayanarak
İslam’ın ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğünü ispat
etmeye çalışır.
Tanrı ile ahitleşerek üstün bir millet
olduklarına inanan Yahudilerin bütün inanç sistemleri bu düşünce üzerine
kurulmuştur. Yahudiler, kutsal kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak,
kendilerini diğer milletler arasından seçilmiş ve onlara üstün kılınmış olarak
görürler.
Tanah’ta verilen bilgiler doğrultusunda
Tanrı’nın insanlık tarihinde ilk defa Nuh ile ahitleştiği görülmektedir. Ancak
Yahudilerin seçilmişliği Tanrı’nın
İbrahim ile yaptığı ahde dayanmaktadır. Tanrı, İbrahim’e soyunu çoğaltmayı, onu milletlerin
babası yapmayı ve Kenan toprağını vermeyi vaat ederek Yahudilerin seçilmişlik
süreçlerini başlatmıştır.
Tanrı vaatlerini İbrahim’den sonra İshak ve Yakup ile de tekrarlamıştır.
Özellikle Yakup ile yapılan ahit, Yahudi ırkının seçilmişliğinin işareti olarak
görülmüştür. Atalar döneminden sonra, yerleştikleri Mısır’da sıkıntıya düşen bu
kavmi Tanrı’nın olağanüstü olaylarla kurtarması, onların Tanrı katında
ayrıcalıklı bir yere sahip oldukları düşüncesini kuvvetlendirmiştir.
Tanah’ta Tanrı’nın, İsrail’in atalarını ve bu halkı niçin seçtiği
hakkında bilgi verilmemektedir. Yahudi düşüncesinde, İbrahim’in iyi işleri ve imanı sebebiyle
seçildiği düşüncesine rastlanmakla birlikte, Tanah’ta bu konuda bir açıklama
yapılmamaktadır. Tanah’ın genelinde görülen bu sebepsiz seçilmişlik anlayışı
Yakub’un seçimiyle iyice netleşmektedir. Ayrıca, Tanrı’nın, İshak’ı
İsmail’e, Yakub’ü Esav’a tercih etmesi de, İbrahim soyu içinde de bir ayrımın
yapıldığını göstermektedir.
Mısır’dan çıkışta Tanrı’nın, vaat edilen
topraklara ulaşmaya çalışan halkına Musa aracılığıyla uymaları gereken
emirlerini bildirmesi, seçilmişliği korumak için Tanrı’ya sadık kalmaları
gerektiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak, bu emirlere uymamaları sebebiyle
Tanrı’nın seçtiği kavmini sürgüne göndermesi de, Tanrı’nın nimetlerinin tamamen
şartsız olmadığını göstermektedir. Ancak, Yahudilerin bütün itaatsızlıklerine
ve asiliklerine rağmen Tanrı’nın onları bırakmaması da, bu halkın sonsuza kadar
süreceğine inandıkları seçilmişlik iddialarını doğrulamaktadır.
Yahudilerin seçilmişlik anlayışları özellikle
sürgün dönemlerinde daha sık dile getirilmiştir. Yahudiler bu inançları
sayesinde dinlerine ve kimliklerine daha çok bağlanarak diğer milletler içinde
kaybolmamışlardır.
Tanah’ın geneline hakim olan seçilmişlik
anlayışı, Yahudi düşünürlerinin de bu konu üzerinde ısrarla durmalarına sebep
olmuştur. Özellikle sürgün dönemlerinde ve sonrasında yaşayan Yahudi alimleri
bu konuya çok önem vermişlerdir. Tanrı ile yapılan ahdin sonsuz olduğunu
düşünen Rabbiler, bu seçimin sebepleri hakkında farklı fikirler ortaya
koymuşlardır. Rabbilerin bir kısmı seçilmişliğin sebebini İsrail halkının Sina Dağı’nda Tanah’ı kabul
etmelerine bağlarken, bir kısmı da Tanrı’nın onlara duyduğu sevgi sebebiyle
seçildiklerini iddia etmişlerdir. Rabbi Akiba başta olmak üzere Tanrı’nın bu
halkı koşulsuz olarak dünyanın yaratılmasından önce seçtiğini dile getiren
âlimler de vardır.
Rabbiler, seçimin Yahudi halkına sorumluluklar
yüklediği düşüncesinde ise mutabıktırlar. Ortaçağ din adamlarından Judah Halevi bu konudaki düşünceleriyle
dikkat çekmektedir. Ona göre, Yahudi halkına verilen özel bir dini özellik
sebebiyle bu halk Tanrı ile ilişkiye girebilmiştir. Yahudilerin en önemli
din alimlerinden Maimonides ise, seçilmişliğin onların meziyetleri sebebiyle
değil, Tanrı’nın İbrahim ile yaptığı
ahitle kazanıldığını ifade etmiştir. 18. yüzyılda başlayan aydınlanma
hareketleriyle Yahudilerin seçilmişlik düşüncelerinde de bazı değişiklikler
olmuştur. Yahudilerin kendilerini diğer toplumlara kabul ettirme çabası,
seçilmişliğin bir ayrıcalıktan daha ziyade sorumluluk olduğu şeklinde
anlaşılmasına sebep olmuştur. Moses Mendelsshon başta olmak üzere Reformist
Yahudiler tarafından dile getirilen bu düşünceye göre, Yahudiler, ilahi ve
ahlaki emirleri diğer milletlere ulaştırmak için seçilmişlerdir. Modern dönemde bu konu ile ilgili
en çok dikkat çeken isim Mordecai Menahem Kaplan’dır. Yahudilerin diğer
milletlerden bir üstünlüğü olmadığına inanan Kaplan’a göre, Tanrı Yahudileri
değil, Yahudiler Tanrı’yı seçtikleri için seçilmişlik inancının bir anlamı
yoktur. Seçilmişlik anlayışı,
birçok Yahudinin Nazi kamplarında öldürülmesiyle de farklı anlamlar kazanmaya
başlamıştır. Yahudilerin, yalnızca kendi ırklarının Tanrı tarafından
sonsuza kadar sürecek bir ahıtle seçildiklerini düşünmeleri, seçilmişliği elde
etmede insanların iradelerinin etkili olmadığına inandıklarını göstermektedir.
Bu konuda ortak fikre sahip olan Yahudi alimleri, seçilmiş olmada insan
iradesinin etkisinden daha ziyade insanların kötülüğe yada iyiliğe meyletme
konusunda özgür olup olmadıklarını tartışmışlardır.
Tanrı’nın
Yahudileri seçerek onları diğer milletlerden ayırması ve onlara birçok
ayrıcalık tanıması, Yahudi – Yahudi olmayan ayrımının ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.
Yahudilerin diğer milletlerle münasebetleri de
yine Tanrı’nın bu konudaki emirleri doğrultusunda gelişmiştir. Halkının diğer
milletler içerisinde kaybolmasını istemeyen Tanrı, yabancılarla antlaşma
yapmayı, evlilikleri kesinlikle yasaklamıştır.
Tanah’ın diğer milletlere bakışı, Yahudilerin
kendileri dışındaki halklar hakkındaki düşüncelerini ve davranışlarını
etkilemiştir. Özellikle Rabbinik literatürde ve Kabbalist gelenekte yabancılar
için ağır ifadeler kullanılmıştır. Elbette bütün Yahudiler, Yahudi olmayanlara karşı sert ve dışlayıcı bir
tavır takınmamışlardır. Özellikle, seçilmişliği takva açısından bir
seçim olarak yorumlayanlar, Yahudi olmayanlardan “Nuh Kanunları” olarak
adlandırılan kurallara uyanların erdemli olduğunu ve gelecek dünyada paylarının
olabileceğini söylemişlerdir.
Tanrı’nın,
ilk doğan erkek çocuklarına tanıdığı ayrıcalıklar ve İsrail kavmi içerisinden Levilileri seçmesi,
Yahudilerin kendi içlerinde de bir seçime tâbi tutuldukları düşüncesini akla
getirmektedir.
Ayrıca, Yahudi tarihinde Esseniler ve
Sefaradlar gibi bazı grupların kendilerinin seçilmiş olduğunu iddia ettikleri
de görülmektedir. Hz.
İsa’nın, Yahudileri uyarmak ve onları hatalarından döndürmek amacıyla
gönderilmesine rağmen, Yahudilerin
Hz.İsa’ya karşı takındıkları olumsuz tavır Hıristiyanlığın oluşumuna
zemin hazırlamıştır. Yahudilerden birçok konuda ayrılan ve Hz.İsa’nın takipçileri olarak bilinen
kişilerin Hz.İsa’nın öğretileri
doğrultusunda yeni bir inanç sistemi geliştirmeleriyle, seçilmişlik konusunda
da farklı bir anlayış ortaya konulmuştur.
Hıristiyanlar,
Hz.İsa’nın gelişiyle Yahudilerin seçilmişlik statülerinin kendilerine
geçtiğini düşünmekle birlikte, eski ahdi inançlarının bir parçası olarak
görmüşler ve İsrail atalarını da kendi
ataları olarak kabul etmişlerdir.
Ayrıca Hıristiyanlar, İsrail’in seçilmişliğini, Hz.İsa’nın gelişinde ve Tanrı’nın
Krallığı’nın kurulmasında bir hazırlık evresi olarak görmüşlerdir.
Hıristiyanlara göre, Hz.İsa’nın çarmıhta
ölmesiyle yeni bir ahit yapılmıştır. Bu yeni ahit ile birlikte, Hz.İsa’ya iman eden herkes Tanrı’nın seçilmiş
kulu haline gelmiştir. Böylece seçilmişlik,
İsrail ırkına ait bir özellik olmaktan çıkmıştır. Özellikle
Pavlus’un, İbrahim’in soyundan olan
herkesin gerçek İsrailli olmadığı
yönündeki sözleri, seçilmişliği elde etmek için iman etmenin şart olduğu
düşüncesinin kabul edilmesini sağlamıştır. Yeni ahitle birlikte Kilise’nin
kendini “Gerçek İsrail” olarak
tanımlamasıyla da İsrail’e ait bütün
özelliklerin Kilise’ye geçtiğine inanılmaktadır. Hıristiyanlara göre,
seçilmişliğin en önemli göstergesi imanlı olmaktır. Hıristiyanlığın oluşumunda
büyük rol oynayan Pavlus, imanı, seçilmişliğin bir işareti olarak görmekle
birlikte, bu imanı elde etmede iyi işlerin bir etkisi olmadığı inancındadır.
Çünkü ona göre, iman Tanrı’nın önceden belirlediği kişilere sunduğu bir
armağandır. Pavlus’un seçilmişlik hakkındaki bu düşünceleri Hıristiyanlık
tarihindeki birçok kişinin seçilmişlik anlayışını etkilemiştir.
Katolik Kilisesi’nin önemli isimlerinden Aziz
Augustinüs, aslı günah inancı doğrultusunda, Tanrı’nın günahkar insanlardan
bazılarının alnına kurtuluşu yazarken diğerlerini günahın azabı ile baş başa
bıraktığını iddia etmiştir. Augustinüs’ün görüşlerini benimseyen Martin
Luther’de, insanların yalnızca imanla kurtuluşa ulaşacağı, imanında kişisel
çabalarla değil Tanrı’nın lütfüyle elde edilebileceği inancındadır. Hıristiyan düşüncesinde
seçilmişlikle ilgili en çok fikir beyan eden isimlerden biri de John
Calvin’dir. Tanrı’nın
insanları ezelde “seçilmişler” ve “reddedilmişler” olarak ikiye ayırdığına
inanan Calvin, kurtuluşun tamamen Tanrı’ya bağlandığını, bu seçimde insanların
iyi işlerinin bir etkisinin olmadığını ve insana hiçbir sorumluluk
yüklemediğini iddia etmiştir.
Hıristiyan Kutsal Kitabı’nda verilen bilgiler
doğrultusunda seçimin Tanrı’nın bir lütfü olduğu inancı, insan iradesinin bu
seçimde etkisinin olup olmadığı tartışmalarına sebep olmuştur. Seçilmişlerden
olmada insan iradesinin hiçbir etkisinin olmadığını düşünen Augustinüs’ün bu
konuda Pelagius ile yaptığı tartışmalar dikkat çekmektedir. Martin Luther’in
insanın iradesini işlevsizleştiren görüşleri de dönemin hümanistleri tarafından
eleştirilmiştir. Calvin’in Tanrı’nın iman edeceklerin hiçbir şarta bağlı
olmaksızın kendi iradesiyle önceden belirlediği görüşüne de Jacobüs Armınıus
karşı çıkmıştır. Armınıus, Tanrı’nın iman edeceğini önceden bildiği kişilerin
alnına kurtuluşu yazdığını iddia ederek, kurtuluşu elde etmede insanın hür
iradeye sahip olduğunu dile getirmiştir.
Hz.İsa’nın, Havarilerine dünyanın bütün milletlerine giderek
öğretilerini yaymayı emretmesi ve Havarilerin de bu konuda hassasiyet
göstermeleri, Hz.İsa’ya iman ederek
seçilmişler arasına girecek kişilerde herhangi bir ırka mensubiyet şartı
aranmadığını göstermektedir. Bu sebeple, Hıristiyanların diğerlerine
bakışlarını belirleyen tek unsurun
Hz.İsa’ya iman olduğu söylenebilir. Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinde, Hz.İsa’dan sonra
yaşayanlar için Kilise’ye tâbi olmaktan başka kurtuluş yolunun olmadığı
düşüncesi kabul edilmiştir. İlk dönem
Kilise Babalarından Aziz gnatıus,
Aziz renaeus ve Origen kurtuluşun
Kiliseye katılmakla mümkün olacağını iddia etmişlerdir. Hıristiyanlık dışındaki
dinlerin ve mensuplarının Hıristiyanlık karşısındaki konumu ilk defa gündeme
getiren Aziz Justın ise, Hz.İsa’dan önce
yaşayan Yahudilerin kurtuluşa ulaşabileceklerini söylemiştir. Hz.İsa’dan önce yaşayanlar için kurtuluş
ümidinin olabileceğinden bahseden Kilise Babaları, Hz.İsa’dan sonra yaşayanlar için Kilise’ye
tabi olmaktan başka bir kurtuluş yolunun olmadığı düşüncesinde ısrar
etmişlerdir. Kartaca piskoposu Aziz Cyprian’ın bu iddiayı “Kilise dışında
kurtuluş yoktur.” şeklinde bir doktrin haline getirmesiyle de bu düşünce
Kilise’nin temel ilkelerinden biri haline gelmiştir. Kilisenin bu sert tavrının
15. yüzyıldan itibaren değişmeye başladığı görülmektedir. II.Vatikan Konsili’nde Kilise
ilk defa diğer dinlerden bahsetmiştir. Konsil’de, Yahudilerin Tanrı ile
ahitleşen ilk kavim olduklarına dikkat çekilerek, Yahudilerin, Tanrı için hala
önemli bir millet olduklarına vurgu yapılmıştır.
İbrahim’e bağlılıkları ve tek tanrı inancına
sahip olmaları sebebiyle Konsil’de Müslümanlar hakkında da olumlu ifadeler
kullanılmıştır. Hinduizm ve Budizm’deki doğru davranışlar övülerek,
hayatında kilise’yi duymamış ancak, Tanrı’ya ulaşma çabası içinde olan
kişilerin de kurtulabileceklerinden bahsedilmiştir. Kilisenin bu konuda
ortaya koyduğu fikirler doğrultusunda Hıristiyan düşüncesinde üç farklı
yaklaşımın ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar; dişlayıcı (exclusıvist)
yaklaşım, kapsayıcı (inclusıvist) yaklaşım ve çoğulcu (plüralist) yaklaşımdır.
Sonuç
itibariyle, hemen hemen bütün din ve inançların üstünlüklerini ortaya koymak
amacıyla seçilmişlik iddiasında bulundukları söylenebilir. Bu seçilmişlik iddiası; Yahudilik’te ırkî bir seçilmişlik düşüncesiyle
kendini gösterirken, Hıristiyanlık’ta, Tanrı’nın kurtuluşa ulaştırmak istediği
kullarına verdiği iman lütfü olarak ifade edilmiştir. (Alıntı)
Davut Yıldızı:
Davut Yıldızı - Mühr-ü Süleyman (Star of David)
Hz. Süleyman aleyhisselâm İsrailoğulları’ nın peygamberlerinden Hz.
Davut aleyhisselâmın oğludur. Yaklaşık olarak M.Ö 970-931 yılları arasında
yaşadığı düşünülür. Büyük güçleri olduğu, tüm hayvanların ve cinlerin dilinden
anladığı, cinlerden, hayvan ve insanlardan büyük bir ordu kurduğu, rüzgârlara
hükmedebildiği ve bu güçleri kontrol altında tutabilmesini sağlayan bir yüzüğü
olduğu tüm büyük dinler tarafından kabul edilir. İşte bu yüzüğe İslam
dünyasında “ Mühr-ü Süleyman yani Süleyman’ın Mührü “ adı verilir.
Hıristiyan ve Yahudi inanışındaki adı ise “ Davut’un Yıldızıdır “.
Biri aşağıya, biri de yukarıya bakan iki eşkenar üçgenin meydana
getirdiği bu hexagram şeklindeki mühür yüzük rivayete göre Allah’ın en büyük
adını (İsm-i A’zam) temsil etmektedir. “ Davut’ un Yıldızı “ İslam dünyasında
kullanılan adıyla “ Mühr-ü Süleyman “ tunç çağından itibaren Ortadoğu da
sıklıkla kullanılmış, Romalılar döneminde ilk kez İsrail’de, Yahudilik ile
bağlantılı bir sembol olarak benimsenmiştir.
Bu simgenin ilk kullanımı Pagan
inancında görülür. Paganizmde üçgen ▲ ; erkeği, erkek cinselliğini ve gücünü,
ters üçgen ▼ ise kadını, kadın cinselliğini ve kadının doğurganlığını simgeler.
İkisinin birleşmesi ise kadın ve erkeğin cinsel birleşimini, doğumu ve gelecek
yeni nesil’ i temsil eder.
Eski İbrani’ce de ise Davut 3 harf ile yazılırdı ; “ Dalet,Vav,Dalet
Dalet harfinin simgesi ise bir üçgendi. Yahudi kral Davut’ da kalkanında kendi
imzası niteliğinde olan ve içi içe geçmiş 2 üçgeni belirten 6 köşeli yıldızı
kullanırdı. Bu yıldız; Allah’ın kâinatı yönettiği ve bizi 6 yönden, kuzey,
güney, doğu, batı, yerden ve gökten gelebilecek her türlü tehlikeye karşı
koruduğunun bir işaretiydi. Ayrıca 6 köşeli yıldızın her köşesinde, sırası ile
İbrahim, İshak, Yakup, Harun ve Davut isimlerinin yazılı olduğuna inanırlar.
Mührün, İlahî himayeyi sembolize ettiğine inanan Yahudiler sonraki dönemlerde
bu şekli sancak ve flamalara, muskalara nakşetmişler, büyücülük tılsımı olarak
sıklıkla kullanmaya başlamışlar, zamanla ona kutsallık atfedilmiş ve özellikle
dinî amaçlar uğrunda kullanmışlardır.
“ Mühr-ü Süleyman, İslam tezyini sanatlarının metal, ahşap, mimari,
taş işçiliği, dokuma gibi pek çok dalında da nakış amaçlı kullanılmıştır.
Birinin tepesi diğerinin tabanına geçirilmiş iki eşkenar üçgenin figüratif
birleşimindeki kontrast, özellikle yapı süslemelerinin göbek motifi olarak çok
cazip görülmüştür. Mühr-ü Süleyman’ın bulunduğu yere şeytanın giremediğine dair
halk inancından dolayı da taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif
niyetine kullanılmıştır. Yine bu inanıştan dolayı cami, tekke vb. mekânların
kubbe veya tavan nakışlarında vb. Mühr-ü Süleyman desenleri bulunur.
Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlıların eserlerinde
bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır. Osmanlılarda ise başta
hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, anıtlar ve
kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda
şeytanı uzaklaştırma amacıyla; mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde
zehirlenmeye karşı tılsım niyetine; serpuş, tolga vb. başlıklarda güç sembolü
olarak; giyim eşyaları ve takılarda da kullanılmıştır.
Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın, rüzgâra hükmedebilmek maksadıyla
sancağına Mühr-ü Süleyman motifi nakşettirmesi bu geleneğin bir
neticesidir.”
Günümüzde Davut’un Yıldızı olarak bilinen bu işaret Yahudilerin
evrensel simgesi olmuş, Kızıl Haç ve Kızılay’ın Yahudi versiyonu olan “
Magen David Adom “un simgesi halini almış, İsrail bayrağında da yerini
almıştır.
**
Tılsım Yasaları
“ Doğaüstü güçleri olduğuna ve
insanları kötü ve şer kuvvetlerden koruduğuna inanılan muska ve tılsımların
bazı temel ilkeleri olduğu kabul edilir ve bu ilkeler “ Koruyucuların 6
Yasası “ olarak da adlandırılır.
Eğer kötü ruhların etkisindeyseniz, dini inançlarınızı yardıma
çağırarak onları yenebilirsiniz:
Benzer, benzeri ile mücadele eder. Doğaüstü güçlere doğaüstü güçlerle
karşı konulur. Haç göstermek veya Haç çıkartmak bu tür davranışlara örnek
gösterilebilir.
Kötü ruhların tehdidindeyseniz onlara karşı dimdik ayakta durup, sizde
onları tehdit ederek onlara karşı koyabilirsiniz:
Kendi mücadelelerini yapmak isteyenler incir işaretinden ( Mano Fico
), halka işaretine, parmak göstermekten ( Mano Cornuto ), “ V “ işaretine kadar
çeşitli kaba jest ve müstehcen hareketleri uygularlar.
Kötü ruhların etkisi altındaysanız, onları dikkatlerini başka yere
çekerek yenebilirsiniz:
Kötü ruhların şehvet düşkünü olduklarına inanıldığından, cinsel bir
sergilemeye karşı koyamazlar. Onlara kaba bir cinsel imaj göstermek, onların
dikkatlerini dağıtmak ve büyülerini bozmak için uygulanır. Eski kiliselerde yer
alan açık cinsel kabartmaların varlığı bu sebeptendir. “ Sheela Na Gig”ler
bunlara güzel bir örnek teşkil eder.
Kötü ruhların etkisi altındaysanız, gözlerinizi üzerlerine dikerek
etkilerinden kurtulabilirsiniz:
Mısırdaki Horus’un Kutsal Gözü, Türkiye’deki nazar boncuğu ve Akdeniz
de balıkçı kayıklarında ve evlerde sıklıkla kullanılan göz simgeleri kem gözleri
uzak tutmak için kullanılır.
Kötü ruhların tehdidi altındaysanız, onların duyularını etkisiz hale
getirmeniz üzerinizdeki etkilerini yok edecektir:
Ruhların kem gözlerini üzerinizden uzaklaştırmak için güneşte
parlayan, parlak metaller veya ufak aynalar kullanılır. Bu parlak yüzeylerden
yansıyan parlak ışık üzerinizdeki kem gözleri uzaklaştırır. Bir başka yol ise
gürültü ve kokudur. Özellikle Ortaçağda atlara takılan çıngıraklar ile
rahiplerin cübbelerine taktıkları ufak çıngırakların onları kötülüklerden
koruduğuna inanılırdı. Bunun dışında sarımsak gibi kötü kokulu bitkiler vb.
kötü ruhları ve kem gözleri uzaklaştırmak için çeşitli kültürler tarafından
sıklıkla kullanılmıştır.
Kötü güçlerin etkisinden kurtulabilmenin son yolu ise doğa güçlerini
yardıma çağırmaktır:
Canlı bitkiler, mineraller, mistik ve koruyucu güçleri olduğuna
inanılan değerli veya yarı değerli taşları kullanmak bu guruba girer. Bitki
veya hayvan şeklindeki muska ve tılsımlar ile ametist, mercan vb. gibi doğal
unsurlar bu yüzden sıklıkla kullanılırlar. “
Yüce Tanrı : El
Samilerin inandıkları en yüce ilah "El" veya "İl"
diye anılan Tanrı idi. Bu Akadlar'da "İlü" şeklinde görülür.
Fenikelilerde ve Güney Arabistan’da da görülen ve sami dilinde Allah'ı ifade
eden bu kelime bütün sami kavimlerde vardır.
"El", Allah kelimesinin kökü ve ilk zamanlardaki şeklidir.
Hz İbrahim'in doğup büyüdüğü Ur şehri ve çevresinde de "İl" ve
"An" isimli ilahların var olduğu arkeolojik araştırmalardan
anlaşılmaktadır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki, Suriye ve Filistin
bölgesinde yüce Allah’ın ismi "El" idi.
O'nun herşeyin yaratıcısı, hâkimi ve sahibi olduğuna inanılmakla
birlikte O'na oğullar ve kızlar isnad ediyorlardı. Kuzey Arabistan ilahlarının
başında "EL (İlah-Allah) denen tanrı vardır. En büyük tanrı O'dur; Fakat
şerikleri pek çoktur.
O, diğer tanrıların babasıdır. İbranilerdeki tanrı ismi Eloah, El'in
genişlemesinden ibaret ve Arapça'daki Allah kelimesinin karşılığı olan bir
kelimedir. Yahudilik'te de El'e yüce bir tanrı olarak ibadet edilirdi.
O, Kenan diyarının baş tanrısı, tanrıların babası ve göklerin efendisi
olarak övülür ve Yahve için eş anlamlı bir isim olarak da kullanılırdı. Allah
isminin, "El" ve "ilah"ın birleşmesiyle El-ilah şeklinde
okunarak oluştuğunu kabul edenler vardır.
Bu okuyuşta kolaylık sağlamak için ilah kelimesinin hemzesi kaldırılıp
lam’lar idğam edilmiş ve Allah şeklinde telaffuz edilmiştir.
El-lat isminde olduğu gibi, idğam sonucu Yüce Allah isminin
"El" ve "Elehe" kelimesinin birleştirilmesi sonucu oluştuğu
ve Allah şeklinde değiştiği Belirtilmektedir. Bu konuda daha başka görüşler de
vardır.
Rabb kelimesinin kökeninin Sâmî dillerden olabileceğine dair
ihtimaller vardır. Bundan dolayı Arapça
kelimelerin anlamlarını derleyen çoğu sözlükte r-b-b köküne yer verilmez. Rabb,
muhtemeldir ki Baʿal ve Adonis gibi
Tanrıyı tanımlayan isimlerden birisidir.53 Nitekim İbranicede Kur’an’da bir put
ismi olarak geçse bile , נעל
(baʿal), “efendi, sahip, eş, koca” anlamlarına gelmektedir. İbranice
sözlüklere bakıldığında da ר-ב ב -
kökünün “Haham (Yahudi din adamı), şampiyon, eğitmen, sözlü kanun, ulema”
anlamlarına geldiği görülmektedir. Tanah sözlüklerinde de bu kök “çok olmak,
büyük olmak, ok, lider” anlamlarına gelir.
İbranicedeki רב שוק
(rab sūḳ) aynı Arapça terkiplerde gördüğümüz “ev sahibi, ev hanımı”
gibi “çarşının efendisi/sahibi” anlamına gelmektedir. Mesela Akatça ve
Aramicedeki רַב/רַבָּא
(rav, rava) kelimelerine bakıldığında, bu kelimelerin “efendi, sahip, ulu,
büyük” gibi anlamlara geldiği görülür. Bu anlamları göz önüne alarak “el-Lāt”
putu çok büyük göründüğünden Taif’te “el- Rabba” diye bilinir.
Bu, akraba diller arasında
geçiş olduğunu gösterir. Araplar arasında “tapınağın efendisi” olarak el-Lāt
putu için kullanılan el-Rabba kullanımının Kur’an’da Ḳureyş Suresi 3. ayette de Allah için “bu evin sahibi” / ر بَ هَذا اَلبيتَ ”
olarak yer verildiği de dikkate değer bir husustur. Yine not etmek gerekir ki
Rabb İslam öncesi dönemde aynı zamanda sadece bazı kâhinlere verilen bir isim
olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca eski dönemlerde r-b-y kökünün s-h-r
(ay) anlamı ile yönetimde sözü geçen rahiplere verildiği de bu konudaki önemli
ayrıntılardan birisidir.
Eski dönemden bu yana
kullanılıp sonra İslam dininde bu denli yer eden Rabb kelimesinin daha çok
Mekkī surelerde geçmesi de kelimenin Kur’an’ın anlam dünyasındaki yerinin kesin
sınırlarla çizilmek istenmesi olmalıdır. Peygamberin kölenin efendisi için “ربي (rabbim)” demesini yasaklaması ve onun yerine “سيدي (efendim)” demesini istemesi de bu amaca yönelik olmalıdır.
İlah
Kur’an’da İlāh kavramı
sadece tek anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. Tapılmaya layık görülen her
yüce varlık İlāh olma
özelliğini taşır. Daha çok eşsiz ve benzersiz mâbud manasına gelir. “Şaşırma, hayret etme” anlamlarına gelen اله
fiilinden türediği de söylenir. Hz.
Ali’nin bir sözünde Allah’ın sıfatları karşısında şaşkınlığa düşüldüğünü
anlatması buna örnek olarak verilebilir.
Ayrıca Allah lafzının aslının ولاه
olduğunu, baştaki vav harfinin hemzeye dönüştüğünü ve Allah’ın da bu
şekilde adlandırılmasının her varlığın ona yönelmiş olmasından kaynaklandığını
söyleyenler de vardır.
Bazı
görüşlere göre ise Allah lafzı لاه يَلوه لَياها - -
kökünden gelmektedir ve anlamı “perde arkasında kalmak, gizlenmektir”.
6/Enʿām:103’te görüldüğü gibi kimsenin O’nu idrak edememesi de bu yüzdendir.
İbranice de אל (el) olarak gelen ve Tanrı’yı
tanımlayan kelime Tevrat’ta El ve Elohim kelimeleri ile karşılanır. Bunun dışında
Tevrat’ta el elyon (Yüce Tanrı), el
olam (Ebedî Tanrı), el şadday (Yüce Tanrı) gibi isimlerde İlāh kavramıyla
eş değer olarak kullanılan kelimelerdir. Elohim Tevrat’ta Tanrı için
kullanılan ilk isimdir ve çok sık bir şekilde zikredilir. Ayrıca diğer
tanrılar, Güneş, Ay veya krallardan
bahsederken de kullanılmıştır. Ugaritçe il, Akadca ilu veya
ilânu şeklinde veya Mezopotamya dinlerinde Enlil, Enki
gibi Tanrı isimleriyle karşılanmaktadır.
Âsur
dilinde de “El” tanrı olarak kullanılmıştır; örneğin Babil olarak bildiğimiz
şehir isminin kökü Bab-el şeklindedir ve “Tanrı Kapısı” anlamına gelir.
İbranice isimlerin çoğunda da el bulunması hepsini tanrı ile
özdeşleştirmektedir. Örneğin İsra-el,
Gabri-el, Mika-el, Dani-el gibi. Mesela Kur’an’da Cebrail
olarak adlandırılan melek Gabriel “Tanrı Gücü” anlamına gelmektedir.
Arapların da Allah kelimesine benzer bir şekilde yaklaştığı
görülmektedir. Hz. Peygamber’in babasının adı olan Abdullah’ın “Allah’ın
kölesi” anlamına gelmesi buna örnek olarak verilebilir. Bu bakımdan hem
kendilerinden önceki milletlerin bu kelimeyi kullanması hem de çevrede
karşılaştıkları dinlerle yaptıkları ticaret dolayısıyla Araplar, İslam ortaya
çıktığında ilāh kavramına
hatta Allah ismine yabancı değillerdi denilebilir. 29/ʿAnkebūt:61 bu noktada
müşriklerin anlayışını göstermesi açısından örnek verilebilir: “Şayet o
inkârcılara, ‘Gökleri ve yeri yaratan, Güneşi ve Ayı yasalarına boyun eğdiren
kimdir?’ diye soracak olsan, hiç tereddütsüz ‘Allah’tır’ derler.”
İlāh kelimesinde
asıl olan çoğul yapılmamasıdır. Ancak Araplar birçok Tanrıya inandıklarından
dolayı onlara آلهة (ālihe)
diyorlardı. Kelime Kur’an’da bu kullanım şekli ile ele alınarak Allah dışında
insanların taptıkları şeyler kastedilirken çoğul halde kullanılmıştır. Örneğin
38/Ṣād:5,
“Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” diyerek
şaşkınlığa düşen müşriklerin hem ilāh anlayışlarının
ortaya konmasında, hem de semantik açıdan o devirde genel olarak çoğul
kullanılan kelimenin tekil formunun sadece Allah için kullanımının vurgulanması
açısından da güzel bir örnektir. Sadece özel kullanım olarak güneşe hitaben “ilāhe” dedikleri sözlükte yer almaktadır. Ancak Arapların
bu kelime ile bir tanrıyı kast edip etmedikleri kaynaklarda yer almadığı gibi,
Kur’an’da da bu konuya temas edilmediği görülmektedir.
Yahudi İntihar
Tevrat’ta
Samson, Saul, Abimelek ve Ahitofel gibi önemli dört kişinin intiharları
anlatılmaktadır. Ayrıca, M.S. 73 yılında kuşatılmış olan Masada Kalesinde
960 Yahudi’nin Romalılara esir düşmemek için topluca intihar etmeleri,
Yahudiler arasında intihar olaylarının dinsel yasaklara rağmen
engellenemediğini göstermektedir.
"Medine’den Yahudilerin Hepsi Sürüldü" Diyen “Er”Kökünden Olan Yazara
Çokbilmiş, mürekkep yalamış, ağzı mor dilli ve fahşa fiilli birisi,
hezeyanlarını Hz. Peygamberimiz Efendimize kadar vardırması, salyaları akarken
çekinip söyleyemediklerini, akbaba tırnakları ile hazırladığı müsveddeleri
sanallardan yuvarlayıp, gündem olmak için üstüne elzem olmayan konularda,
gayriyetine bakmadan haddini aştığı bir konuda Medine’den kovulan Yahudi
meselesidir. Konu için kıraat ettiğim alıntıyı iktisaben yazmak gerekli oldu.
(Ali Emiri)
Yahudi kabilelerin şehirden çıkarılmaları (1) şehrin demografik ve içtimaî yapısında ciddi
değişimlere yol açmış oldu. Yahudi nüfusun şehri terk etmesiyle genel nüfus
önemli ölçüde azaldı. Toplumun tamamına yakını Araplardan oluşmaya,
dolayısıyla eskiye nazaran daha homojen bir yapıya kavuşmaya başladı. Bununla
birlikte şehirde hiçbir Yahudi’nin kalmadığını söylemek de mümkün değildir.
Hayber (2) seferi için Müslümanlar hazırlık yaptıklarında bu seferin Resulullah
ile antlaşma yapmış olan Medineli Yahudilere zor geldiğine, (3) Resulullah’ın vefatına sebep olan hastalığı
sırasında zırhının bir Yahudi’de rehin bulunuyor olmasına, (4) vefatından bir yıl önce Hz. Ebû Bekr’in bir
Yahudi tarafından zehirli bir yiyecekle zehirlendiğine (5) dair rivâyetler
şehirde hala Yahudi nüfusun bulunduğunu göstermektedir.
Notlar
1--- S.D. Goitein, Yahudilerin Medine’den çıkarılmalarını teolojik ve
ekonomik iki sebebe dayandırmaktadır: “Muhammed’ten kendisinin peygamberliğini
inkar eden ve muhtemelen Tevrat kıssalarındaki ve hükümlerindeki bazı gaflarıyla
alay eden komşusu bu monoteist topluluğa müsamaha göstermesi de beklenemezdi.
Ancak Muhammed’in Yahudi komşularıyla mücadelesinde basit bir başka sebep daha
vardı. Mekkeli Muhâcirler her şeylerini bırakarak Medine’ye hicret ettikleri
için arazileri yoktu. Yahudilerin kaleleri ve hurma bahçeleri bu gayeye de
hizmet etmiştir.” Goitein, 93-94. Goitein’in bu fikrine iki gerekçe ile
katılmadığımızı belirtmek isteriz. İlk olarak, çevirenlerin de s. 94/4 nolu
dipnotta belirttiği gibi Yahudilerin şehirden sürülmelerinin nedeni
kendilerinin de taraf olduğu Medine Vesikası’ndaki hükümlere aykırı
davranmaları ve düşmanla işbirliği, Hz. Peygamber’e suikast girişimi gibi
faaliyetlerde bulunmalarıdır. Ayrıca üç Yahudi kabilesi şehirden çıkarıldıktan
sonra da burada yaşamaya devam eden başka Yahudi kabilelerin bulunuyor olması
Goitein’in iddialarını çürütmektedir. Bilindiği üzere o dönemde
Medine’de yaşamakta olan Yahudi kabilelerin sayısı Semhûdî’nin verdiği bilgiye
göre yirmidir. Semhûdî, I/1, 130-131.
2 --- Hayber, Medine’nin yüz
seksen kilometre kadar kuzeyinde bulunan ve Yahudilerin yaşamakta olduğu bir
yerdi. Hayber’in Hz. Peygamber tarafından fethi ve Yahudiler ile yapılan
antlaşmalar için bkz., İbn Hişâm, III, 331-346; Yakûbî, Târîh, I,
374-376; Taberî, Târîh, III, 9-16; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil, II,
99-104; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 296-309; Hamidullah, el-Vesâik,
106-109; Muhammed Hamidullah, “Hayber”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 20-22;
Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, 128-138; Mahmudov, 321- 336.
3--- Vâkıdî, el-Meğâzî,
II, 634.
4 --- Buhârî, Rehn: 2, 5; Buyû’: 14, 33, 88; Silm: 5, 6, İstikrâz: 1,
Cihâd: 89, Meğâzi: 85; Müslim, Müsâkât: 124; Nesâî, Buyû’. 58, 87.
5 --- Mesûdî, II, 159.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar