Print Friendly and PDF

Yahudili Bilgiler



Herkes Seçildi Seçilmeyenler Kim



Günümüzde dinler arası diyalog, hoşgörü kavramlarının sıkça kullanılmaya başlamasıyla dinlerin birbirlerine bakışı da önem kazanmıştır. Ancak, hemen hemen bütün din mensuplarının bir taraftan diğer dinlerdeki kişilere diyalog çağrısı yaparken diğer taraftan da kendi üstünlüklerini ispatlama çabası içinde oldukları görülmektedir.
Bu meyanda dinlerin kendilerini üstün gördüklerinin en açık ifadesi olan seçilmişlik anlayışının hepsinde bulunuşudur.
Gnostikler, kendilerinin doğru inanclı, gerçeği temsil eden ve kurtuluş yoluna giren “seçilmişler” olarak tanımladıkları görülmektedir.
Gnostik dinlerden Maniheizm’de din mensupları kendi içlerinde bile “seçkinler” ve “dinleyiciler” olarak ikiye ayrılmışlardır.
Seçilmişliğin kişilerin kendi iradelerine bağlı olmadığını düşünen Sabiiler ise, dışarıdan bir kişinin Sabiiliğe girişini kabul etmemekte, ancak Sabii anne-babadan doğanların Sabii olabileceğine inanmaktadırlar.
Özellikle modern dönemde kendilerini evrensel din veya din ötesi bir sistem olarak tanımlayan Hindularda, diğer dinleri kendi dinlerinin içerisinde yer alan bir mezhep olarak görürler. Hinduizm’den ayrılan Şıhızm’e göre de, bir Şıh olarak dünyaya gelmek, Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük nimettir. Kurtuluş için kişinin özel bir gayret göstermesine gerek yoktur. 
İlahi dinlerden  İslam’da ise seçilmişlik, Allah’ın kendisine inananlarla, peygamberleri aracılığıyla ahitleşmesi ve onlara bazı vaatlerde bulunması şeklinde anlaşılmıştır. Kur’an’da, peygamberlerin ve bazı ailelerin seçilmişliğinden bahsedilmektedir. Ancak bu seçim sebepsiz ve şartsız değildir. Allah, kendisine inanarak emirlerini yerine getirecek kişilere yardım edeceğini ve onları ödüllendireceğini bildirmektedir. Bu seçimde, Yahudilerde olduğu gibi, ırkî mensubiyet şartı aranmamaktadır. Kur’an’da, Yahudilerin ve Hıristiyanların seçilmişlik anlayışlarından da bahsedildiği görülmektedir.
Yahudilerin bir zamanlar âlemlere üstün kılındıklarına vurgu yapılarak, itaatsızlıkleri sebebiyle bu ayrıcalıklarını kaybettikleri açıkça bildirilir. Hıristiyanların da Allah’ın emirlerine uyacaklarına dair verdikleri sözleri tutmamaları sebebiyle üstünlüklerini kaybettiklerinden bahsedilir.
Kur’an’da, Yahudi ve Hıristiyanların seçilmişlik anlayışlarına benzeyen bir seçilmişlik iddiasına rastlanmazken, Müslümanların, özellikle hadislere dayanarak  İslam’ın ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğünü ispat etmeye çalışır.
Tanrı ile ahitleşerek üstün bir millet olduklarına inanan Yahudilerin bütün inanç sistemleri bu düşünce üzerine kurulmuştur. Yahudiler, kutsal kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak, kendilerini diğer milletler arasından seçilmiş ve onlara üstün kılınmış olarak görürler.
Tanah’ta verilen bilgiler doğrultusunda Tanrı’nın insanlık tarihinde ilk defa Nuh ile ahitleştiği görülmektedir. Ancak Yahudilerin seçilmişliği Tanrı’nın  İbrahim ile yaptığı ahde dayanmaktadır. Tanrı,  İbrahim’e soyunu çoğaltmayı, onu milletlerin babası yapmayı ve Kenan toprağını vermeyi vaat ederek Yahudilerin seçilmişlik süreçlerini başlatmıştır.
Tanrı vaatlerini  İbrahim’den sonra  İshak ve Yakup ile de tekrarlamıştır. Özellikle Yakup ile yapılan ahit, Yahudi ırkının seçilmişliğinin işareti olarak görülmüştür. Atalar döneminden sonra, yerleştikleri Mısır’da sıkıntıya düşen bu kavmi Tanrı’nın olağanüstü olaylarla kurtarması, onların Tanrı katında ayrıcalıklı bir yere sahip oldukları düşüncesini kuvvetlendirmiştir.
Tanah’ta Tanrı’nın,  İsrail’in atalarını ve bu halkı niçin seçtiği hakkında bilgi verilmemektedir. Yahudi düşüncesinde,  İbrahim’in iyi işleri ve imanı sebebiyle seçildiği düşüncesine rastlanmakla birlikte, Tanah’ta bu konuda bir açıklama yapılmamaktadır. Tanah’ın genelinde görülen bu sebepsiz seçilmişlik anlayışı Yakub’un seçimiyle iyice netleşmektedir. Ayrıca, Tanrı’nın,  İshak’ı  İsmail’e, Yakub’ü Esav’a tercih etmesi de,  İbrahim soyu içinde de bir ayrımın yapıldığını göstermektedir.
Mısır’dan çıkışta Tanrı’nın, vaat edilen topraklara ulaşmaya çalışan halkına Musa aracılığıyla uymaları gereken emirlerini bildirmesi, seçilmişliği korumak için Tanrı’ya sadık kalmaları gerektiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak, bu emirlere uymamaları sebebiyle Tanrı’nın seçtiği kavmini sürgüne göndermesi de, Tanrı’nın nimetlerinin tamamen şartsız olmadığını göstermektedir. Ancak, Yahudilerin bütün itaatsızlıklerine ve asiliklerine rağmen Tanrı’nın onları bırakmaması da, bu halkın sonsuza kadar süreceğine inandıkları seçilmişlik iddialarını doğrulamaktadır.
Yahudilerin seçilmişlik anlayışları özellikle sürgün dönemlerinde daha sık dile getirilmiştir. Yahudiler bu inançları sayesinde dinlerine ve kimliklerine daha çok bağlanarak diğer milletler içinde kaybolmamışlardır.
Tanah’ın geneline hakim olan seçilmişlik anlayışı, Yahudi düşünürlerinin de bu konu üzerinde ısrarla durmalarına sebep olmuştur. Özellikle sürgün dönemlerinde ve sonrasında yaşayan Yahudi alimleri bu konuya çok önem vermişlerdir. Tanrı ile yapılan ahdin sonsuz olduğunu düşünen Rabbiler, bu seçimin sebepleri hakkında farklı fikirler ortaya koymuşlardır. Rabbilerin bir kısmı seçilmişliğin sebebini  İsrail halkının Sina Dağı’nda Tanah’ı kabul etmelerine bağlarken, bir kısmı da Tanrı’nın onlara duyduğu sevgi sebebiyle seçildiklerini iddia etmişlerdir. Rabbi Akiba başta olmak üzere Tanrı’nın bu halkı koşulsuz olarak dünyanın yaratılmasından önce seçtiğini dile getiren âlimler de vardır.
Rabbiler, seçimin Yahudi halkına sorumluluklar yüklediği düşüncesinde ise mutabıktırlar. Ortaçağ din adamlarından Judah Halevi bu konudaki düşünceleriyle dikkat çekmektedir. Ona göre, Yahudi halkına verilen özel bir dini özellik sebebiyle bu halk Tanrı ile ilişkiye girebilmiştir. Yahudilerin en önemli din alimlerinden Maimonides ise, seçilmişliğin onların meziyetleri sebebiyle değil, Tanrı’nın  İbrahim ile yaptığı ahitle kazanıldığını ifade etmiştir. 18. yüzyılda başlayan aydınlanma hareketleriyle Yahudilerin seçilmişlik düşüncelerinde de bazı değişiklikler olmuştur. Yahudilerin kendilerini diğer toplumlara kabul ettirme çabası, seçilmişliğin bir ayrıcalıktan daha ziyade sorumluluk olduğu şeklinde anlaşılmasına sebep olmuştur. Moses Mendelsshon başta olmak üzere Reformist Yahudiler tarafından dile getirilen bu düşünceye göre, Yahudiler, ilahi ve ahlaki emirleri diğer milletlere ulaştırmak için seçilmişlerdir. Modern dönemde bu konu ile ilgili en çok dikkat çeken isim Mordecai Menahem Kaplan’dır. Yahudilerin diğer milletlerden bir üstünlüğü olmadığına inanan Kaplan’a göre, Tanrı Yahudileri değil, Yahudiler Tanrı’yı seçtikleri için seçilmişlik inancının bir anlamı yoktur. Seçilmişlik anlayışı, birçok Yahudinin Nazi kamplarında öldürülmesiyle de farklı anlamlar kazanmaya başlamıştır. Yahudilerin, yalnızca kendi ırklarının Tanrı tarafından sonsuza kadar sürecek bir ahıtle seçildiklerini düşünmeleri, seçilmişliği elde etmede insanların iradelerinin etkili olmadığına inandıklarını göstermektedir. Bu konuda ortak fikre sahip olan Yahudi alimleri, seçilmiş olmada insan iradesinin etkisinden daha ziyade insanların kötülüğe yada iyiliğe meyletme konusunda özgür olup olmadıklarını tartışmışlardır.
Tanrı’nın Yahudileri seçerek onları diğer milletlerden ayırması ve onlara birçok ayrıcalık tanıması, Yahudi – Yahudi olmayan ayrımının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Yahudilerin diğer milletlerle münasebetleri de yine Tanrı’nın bu konudaki emirleri doğrultusunda gelişmiştir. Halkının diğer milletler içerisinde kaybolmasını istemeyen Tanrı, yabancılarla antlaşma yapmayı, evlilikleri kesinlikle yasaklamıştır.
Tanah’ın diğer milletlere bakışı, Yahudilerin kendileri dışındaki halklar hakkındaki düşüncelerini ve davranışlarını etkilemiştir. Özellikle Rabbinik literatürde ve Kabbalist gelenekte yabancılar için ağır ifadeler kullanılmıştır. Elbette bütün Yahudiler, Yahudi olmayanlara karşı sert ve dışlayıcı bir tavır takınmamışlardır. Özellikle, seçilmişliği takva açısından bir seçim olarak yorumlayanlar, Yahudi olmayanlardan “Nuh Kanunları” olarak adlandırılan kurallara uyanların erdemli olduğunu ve gelecek dünyada paylarının olabileceğini söylemişlerdir.
Tanrı’nın, ilk doğan erkek çocuklarına tanıdığı ayrıcalıklar ve  İsrail kavmi içerisinden Levilileri seçmesi, Yahudilerin kendi içlerinde de bir seçime tâbi tutuldukları düşüncesini akla getirmektedir.
Ayrıca, Yahudi tarihinde Esseniler ve Sefaradlar gibi bazı grupların kendilerinin seçilmiş olduğunu iddia ettikleri de görülmektedir.  Hz. İsa’nın, Yahudileri uyarmak ve onları hatalarından döndürmek amacıyla gönderilmesine rağmen, Yahudilerin  Hz.İsa’ya karşı takındıkları olumsuz tavır Hıristiyanlığın oluşumuna zemin hazırlamıştır. Yahudilerden birçok konuda ayrılan ve  Hz.İsa’nın takipçileri olarak bilinen kişilerin  Hz.İsa’nın öğretileri doğrultusunda yeni bir inanç sistemi geliştirmeleriyle, seçilmişlik konusunda da farklı bir anlayış ortaya konulmuştur.
Hıristiyanlar,  Hz.İsa’nın gelişiyle Yahudilerin seçilmişlik statülerinin kendilerine geçtiğini düşünmekle birlikte, eski ahdi inançlarının bir parçası olarak görmüşler ve  İsrail atalarını da kendi ataları olarak kabul etmişlerdir.
Ayrıca Hıristiyanlar,  İsrail’in seçilmişliğini,  Hz.İsa’nın gelişinde ve Tanrı’nın Krallığı’nın kurulmasında bir hazırlık evresi olarak görmüşlerdir. Hıristiyanlara göre,  Hz.İsa’nın çarmıhta ölmesiyle yeni bir ahit yapılmıştır. Bu yeni ahit ile birlikte,  Hz.İsa’ya iman eden herkes Tanrı’nın seçilmiş kulu haline gelmiştir. Böylece seçilmişlik,  İsrail ırkına ait bir özellik olmaktan çıkmıştır. Özellikle Pavlus’un,  İbrahim’in soyundan olan herkesin gerçek  İsrailli olmadığı yönündeki sözleri, seçilmişliği elde etmek için iman etmenin şart olduğu düşüncesinin kabul edilmesini sağlamıştır. Yeni ahitle birlikte Kilise’nin kendini “Gerçek  İsrail” olarak tanımlamasıyla da  İsrail’e ait bütün özelliklerin Kilise’ye geçtiğine inanılmaktadır. Hıristiyanlara göre, seçilmişliğin en önemli göstergesi imanlı olmaktır. Hıristiyanlığın oluşumunda büyük rol oynayan Pavlus, imanı, seçilmişliğin bir işareti olarak görmekle birlikte, bu imanı elde etmede iyi işlerin bir etkisi olmadığı inancındadır. Çünkü ona göre, iman Tanrı’nın önceden belirlediği kişilere sunduğu bir armağandır. Pavlus’un seçilmişlik hakkındaki bu düşünceleri Hıristiyanlık tarihindeki birçok kişinin seçilmişlik anlayışını etkilemiştir.
Katolik Kilisesi’nin önemli isimlerinden Aziz Augustinüs, aslı günah inancı doğrultusunda, Tanrı’nın günahkar insanlardan bazılarının alnına kurtuluşu yazarken diğerlerini günahın azabı ile baş başa bıraktığını iddia etmiştir. Augustinüs’ün görüşlerini benimseyen Martin Luther’de, insanların yalnızca imanla kurtuluşa ulaşacağı, imanında kişisel çabalarla değil Tanrı’nın lütfüyle elde edilebileceği inancındadır. Hıristiyan düşüncesinde seçilmişlikle ilgili en çok fikir beyan eden isimlerden biri de John Calvin’dir. Tanrı’nın insanları ezelde “seçilmişler” ve “reddedilmişler” olarak ikiye ayırdığına inanan Calvin, kurtuluşun tamamen Tanrı’ya bağlandığını, bu seçimde insanların iyi işlerinin bir etkisinin olmadığını ve insana hiçbir sorumluluk yüklemediğini iddia etmiştir.
Hıristiyan Kutsal Kitabı’nda verilen bilgiler doğrultusunda seçimin Tanrı’nın bir lütfü olduğu inancı, insan iradesinin bu seçimde etkisinin olup olmadığı tartışmalarına sebep olmuştur. Seçilmişlerden olmada insan iradesinin hiçbir etkisinin olmadığını düşünen Augustinüs’ün bu konuda Pelagius ile yaptığı tartışmalar dikkat çekmektedir. Martin Luther’in insanın iradesini işlevsizleştiren görüşleri de dönemin hümanistleri tarafından eleştirilmiştir. Calvin’in Tanrı’nın iman edeceklerin hiçbir şarta bağlı olmaksızın kendi iradesiyle önceden belirlediği görüşüne de Jacobüs Armınıus karşı çıkmıştır. Armınıus, Tanrı’nın iman edeceğini önceden bildiği kişilerin alnına kurtuluşu yazdığını iddia ederek, kurtuluşu elde etmede insanın hür iradeye sahip olduğunu dile getirmiştir.  Hz.İsa’nın, Havarilerine dünyanın bütün milletlerine giderek öğretilerini yaymayı emretmesi ve Havarilerin de bu konuda hassasiyet göstermeleri,  Hz.İsa’ya iman ederek seçilmişler arasına girecek kişilerde herhangi bir ırka mensubiyet şartı aranmadığını göstermektedir. Bu sebeple, Hıristiyanların diğerlerine bakışlarını belirleyen tek unsurun  Hz.İsa’ya iman olduğu söylenebilir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde,  Hz.İsa’dan sonra yaşayanlar için Kilise’ye tâbi olmaktan başka kurtuluş yolunun olmadığı düşüncesi kabul edilmiştir.  İlk dönem Kilise Babalarından Aziz  gnatıus, Aziz  renaeus ve Origen kurtuluşun Kiliseye katılmakla mümkün olacağını iddia etmişlerdir. Hıristiyanlık dışındaki dinlerin ve mensuplarının Hıristiyanlık karşısındaki konumu ilk defa gündeme getiren Aziz Justın ise,  Hz.İsa’dan önce yaşayan Yahudilerin kurtuluşa ulaşabileceklerini söylemiştir.  Hz.İsa’dan önce yaşayanlar için kurtuluş ümidinin olabileceğinden bahseden Kilise Babaları,  Hz.İsa’dan sonra yaşayanlar için Kilise’ye tabi olmaktan başka bir kurtuluş yolunun olmadığı düşüncesinde ısrar etmişlerdir. Kartaca piskoposu Aziz Cyprian’ın bu iddiayı “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” şeklinde bir doktrin haline getirmesiyle de bu düşünce Kilise’nin temel ilkelerinden biri haline gelmiştir. Kilisenin bu sert tavrının 15. yüzyıldan itibaren değişmeye başladığı görülmektedir. II.Vatikan Konsili’nde Kilise ilk defa diğer dinlerden bahsetmiştir. Konsil’de, Yahudilerin Tanrı ile ahitleşen ilk kavim olduklarına dikkat çekilerek, Yahudilerin, Tanrı için hala önemli bir millet olduklarına vurgu yapılmıştır.
 İbrahim’e bağlılıkları ve tek tanrı inancına sahip olmaları sebebiyle Konsil’de Müslümanlar hakkında da olumlu ifadeler kullanılmıştır. Hinduizm ve Budizm’deki doğru davranışlar övülerek, hayatında kilise’yi duymamış ancak, Tanrı’ya ulaşma çabası içinde olan kişilerin de kurtulabileceklerinden bahsedilmiştir. Kilisenin bu konuda ortaya koyduğu fikirler doğrultusunda Hıristiyan düşüncesinde üç farklı yaklaşımın ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar; dişlayıcı (exclusıvist) yaklaşım, kapsayıcı (inclusıvist) yaklaşım ve çoğulcu (plüralist) yaklaşımdır.
Sonuç itibariyle, hemen hemen bütün din ve inançların üstünlüklerini ortaya koymak amacıyla seçilmişlik iddiasında bulundukları söylenebilir. Bu seçilmişlik iddiası; Yahudilik’te ırkî bir seçilmişlik düşüncesiyle kendini gösterirken, Hıristiyanlık’ta, Tanrı’nın kurtuluşa ulaştırmak istediği kullarına verdiği iman lütfü olarak ifade edilmiştir. (Alıntı)

Davut Yıldızı:


"Davut Yıldızı veya Davud Mührü veya Davud Kalkanı gibi değişik isimlerle adlandırılan, altıköşeli veya altıuçlu bir yıldızdır ki, iki eşkenar üçgenin eşit noktalardan birbirini çapraz olarak kesmesiyle meydana gelmiştir. Fakat ne Ahd-i Atik'te ne de Talmud'da bu tabirlerin hiçbiri geçmemektedir” Kutsal kitaba göre çocuk Davut Golyat adlıbir devle savaşırken Davud’u koruyan bu kalkana altıgen motifi işlenmiştir. Birçok kültürde rastlanan bir semboldür. Yahudi halkının tarihsel, kültürel ve dini geçmişinde önemli rol oynayan sembol Siyon yıldızıolarak ta adlandırılır. 13. ve 14. yy. lar arasında Davut Yıldızı, Davut Kalkanıve Süleyman Mührü isimleriyle ayırım yapılmadan kullanılmıştır. Fransız İhtilalinden sonra dini kimliklerini rahatça açıklayabilen Yahudiler Davut Yıldızınıdini simgeleri olarak rahatça kullanmaya başlamıştır.14. yy. ın sonlarına doğru Batı Avrupa’da Yahudiliği açıklayan popüler bir sembol olarak sıkça görünmeye başlanmıştır.


Davut Yıldızı - Mühr-ü Süleyman (Star of David)

Hz. Süleyman aleyhisselâm İsrailoğulları’ nın peygamberlerinden Hz. Davut aleyhisselâmın oğludur. Yaklaşık olarak M.Ö 970-931 yılları arasında yaşadığı düşünülür. Büyük güçleri olduğu, tüm hayvanların ve cinlerin dilinden anladığı, cinlerden, hayvan ve insanlardan büyük bir ordu kurduğu, rüzgârlara hükmedebildiği ve bu güçleri kontrol altında tutabilmesini sağlayan bir yüzüğü olduğu tüm büyük dinler tarafından kabul edilir. İşte bu yüzüğe İslam dünyasında “ Mühr-ü Süleyman yani Süleyman’ın Mührü “ adı verilir. Hıristiyan ve Yahudi inanışındaki adı ise “ Davut’un Yıldızıdır “.
Biri aşağıya, biri de yukarıya bakan iki eşkenar üçgenin meydana getirdiği bu hexagram şeklindeki mühür yüzük rivayete göre Allah’ın en büyük adını (İsm-i A’zam) temsil etmektedir. “ Davut’ un Yıldızı “ İslam dünyasında kullanılan adıyla “ Mühr-ü Süleyman “ tunç çağından itibaren Ortadoğu da sıklıkla kullanılmış, Romalılar döneminde ilk kez İsrail’de, Yahudilik ile bağlantılı bir sembol olarak benimsenmiştir.
Bu simgenin ilk kullanımı Pagan inancında görülür. Paganizmde üçgen ▲ ; erkeği, erkek cinselliğini ve gücünü, ters üçgen ▼ ise kadını, kadın cinselliğini ve kadının doğurganlığını simgeler. İkisinin birleşmesi ise kadın ve erkeğin cinsel birleşimini, doğumu ve gelecek yeni nesil’ i temsil eder.
Eski İbrani’ce de ise Davut 3 harf ile yazılırdı ; “ Dalet,Vav,Dalet Dalet harfinin simgesi ise bir üçgendi. Yahudi kral Davut’ da kalkanında kendi imzası niteliğinde olan ve içi içe geçmiş 2 üçgeni belirten 6 köşeli yıldızı kullanırdı. Bu yıldız; Allah’ın kâinatı yönettiği ve bizi 6 yönden, kuzey, güney, doğu, batı, yerden ve gökten gelebilecek her türlü tehlikeye karşı koruduğunun bir işaretiydi. Ayrıca 6 köşeli yıldızın her köşesinde, sırası ile İbrahim, İshak, Yakup, Harun ve Davut isimlerinin yazılı olduğuna inanırlar. Mührün, İlahî himayeyi sembolize ettiğine inanan Yahudiler sonraki dönemlerde bu şekli sancak ve flamalara, muskalara nakşetmişler, büyücülük tılsımı olarak sıklıkla kullanmaya başlamışlar, zamanla ona kutsallık atfedilmiş ve özellikle dinî amaçlar uğrunda kullanmışlardır.
“ Mühr-ü Süleyman, İslam tezyini sanatlarının metal, ahşap, mimari, taş işçiliği, dokuma gibi pek çok dalında da nakış amaçlı kullanılmıştır. Birinin tepesi diğerinin tabanına geçirilmiş iki eşkenar üçgenin figüratif birleşimindeki kontrast, özellikle yapı süslemelerinin göbek motifi olarak çok cazip görülmüştür. Mühr-ü Süleyman’ın bulunduğu yere şeytanın giremediğine dair halk inancından dolayı da taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif niyetine kullanılmıştır. Yine bu inanıştan dolayı cami, tekke vb. mekânların kubbe veya tavan nakışlarında vb. Mühr-ü Süleyman desenleri bulunur.
Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlıların eserlerinde bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır. Osmanlılarda ise başta hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, anıtlar ve kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda şeytanı uzaklaştırma amacıyla; mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde zehirlenmeye karşı tılsım niyetine; serpuş, tolga vb. başlıklarda güç sembolü olarak; giyim eşyaları ve takılarda da kullanılmıştır. 
Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın, rüzgâra hükmedebilmek maksadıyla sancağına Mühr-ü Süleyman motifi nakşettirmesi bu geleneğin bir neticesidir.” 
Günümüzde Davut’un Yıldızı olarak bilinen bu işaret Yahudilerin evrensel simgesi olmuş, Kızıl Haç ve Kızılay’ın Yahudi versiyonu olan “ Magen David Adom “un simgesi halini almış, İsrail bayrağında da yerini almıştır.
**

Tılsım Yasaları

 “ Doğaüstü güçleri olduğuna ve insanları kötü ve şer kuvvetlerden koruduğuna inanılan muska ve tılsımların bazı temel ilkeleri olduğu kabul edilir ve bu ilkeler “ Koruyucuların 6 Yasası “ olarak da adlandırılır.
Eğer kötü ruhların etkisindeyseniz, dini inançlarınızı yardıma çağırarak onları yenebilirsiniz:
Benzer, benzeri ile mücadele eder. Doğaüstü güçlere doğaüstü güçlerle karşı konulur. Haç göstermek veya Haç çıkartmak bu tür davranışlara örnek gösterilebilir.
Kötü ruhların tehdidindeyseniz onlara karşı dimdik ayakta durup, sizde onları tehdit ederek onlara karşı koyabilirsiniz:
Kendi mücadelelerini yapmak isteyenler incir işaretinden ( Mano Fico ), halka işaretine, parmak göstermekten ( Mano Cornuto ), “ V “ işaretine kadar çeşitli kaba jest ve müstehcen hareketleri uygularlar.
Kötü ruhların etkisi altındaysanız, onları dikkatlerini başka yere çekerek yenebilirsiniz:
Kötü ruhların şehvet düşkünü olduklarına inanıldığından, cinsel bir sergilemeye karşı koyamazlar. Onlara kaba bir cinsel imaj göstermek, onların dikkatlerini dağıtmak ve büyülerini bozmak için uygulanır. Eski kiliselerde yer alan açık cinsel kabartmaların varlığı bu sebeptendir. “ Sheela Na Gig”ler bunlara güzel bir örnek teşkil eder.
Kötü ruhların etkisi altındaysanız, gözlerinizi üzerlerine dikerek etkilerinden kurtulabilirsiniz:
Mısırdaki Horus’un Kutsal Gözü, Türkiye’deki nazar boncuğu ve Akdeniz de balıkçı kayıklarında ve evlerde sıklıkla kullanılan göz simgeleri kem gözleri uzak tutmak için kullanılır.
Kötü ruhların tehdidi altındaysanız, onların duyularını etkisiz hale getirmeniz üzerinizdeki etkilerini yok edecektir:
Ruhların kem gözlerini üzerinizden uzaklaştırmak için güneşte parlayan, parlak metaller veya ufak aynalar kullanılır. Bu parlak yüzeylerden yansıyan parlak ışık üzerinizdeki kem gözleri uzaklaştırır. Bir başka yol ise gürültü ve kokudur. Özellikle Ortaçağda atlara takılan çıngıraklar ile rahiplerin cübbelerine taktıkları ufak çıngırakların onları kötülüklerden koruduğuna inanılırdı. Bunun dışında sarımsak gibi kötü kokulu bitkiler vb. kötü ruhları ve kem gözleri uzaklaştırmak için çeşitli kültürler tarafından sıklıkla kullanılmıştır.
Kötü güçlerin etkisinden kurtulabilmenin son yolu ise doğa güçlerini yardıma çağırmaktır:
Canlı bitkiler, mineraller, mistik ve koruyucu güçleri olduğuna inanılan değerli veya yarı değerli taşları kullanmak bu guruba girer. Bitki veya hayvan şeklindeki muska ve tılsımlar ile ametist, mercan vb. gibi doğal unsurlar bu yüzden sıklıkla kullanılırlar. “


Yüce Tanrı : El

Samilerin inandıkları en yüce ilah "El" veya "İl" diye anılan Tanrı idi. Bu Akadlar'da "İlü" şeklinde görülür. Fenikelilerde ve Güney Arabistan’da da görülen ve sami dilinde Allah'ı ifade eden bu kelime bütün sami kavimlerde vardır.
"El", Allah kelimesinin kökü ve ilk zamanlardaki şeklidir. Hz İbrahim'in doğup büyüdüğü Ur şehri ve çevresinde de "İl" ve "An" isimli ilahların var olduğu arkeolojik araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki, Suriye ve Filistin bölgesinde yüce Allah’ın ismi "El" idi.
O'nun herşeyin yaratıcısı, hâkimi ve sahibi olduğuna inanılmakla birlikte O'na oğullar ve kızlar isnad ediyorlardı. Kuzey Arabistan ilahlarının başında "EL (İlah-Allah) denen tanrı vardır. En büyük tanrı O'dur; Fakat şerikleri pek çoktur.
O, diğer tanrıların babasıdır. İbranilerdeki tanrı ismi Eloah, El'in genişlemesinden ibaret ve Arapça'daki Allah kelimesinin karşılığı olan bir kelimedir. Yahudilik'te de El'e yüce bir tanrı olarak ibadet edilirdi.
O, Kenan diyarının baş tanrısı, tanrıların babası ve göklerin efendisi olarak övülür ve Yahve için eş anlamlı bir isim olarak da kullanılırdı. Allah isminin, "El" ve "ilah"ın birleşmesiyle El-ilah şeklinde okunarak oluştuğunu kabul edenler vardır.
Bu okuyuşta kolaylık sağlamak için ilah kelimesinin hemzesi kaldırılıp lam’lar idğam edilmiş ve Allah şeklinde telaffuz edilmiştir.
El-lat isminde olduğu gibi, idğam sonucu Yüce Allah isminin "El" ve "Elehe" kelimesinin birleştirilmesi sonucu oluştuğu ve Allah şeklinde değiştiği Belirtilmektedir. Bu konuda daha başka görüşler de vardır.
Rabb kelimesinin kökeninin Sâmî dillerden olabileceğine dair ihtimaller vardır.  Bundan dolayı Arapça kelimelerin anlamlarını derleyen çoğu sözlükte r-b-b köküne yer verilmez. Rabb, muhtemeldir ki Baʿal ve Adonis  gibi Tanrıyı tanımlayan isimlerden birisidir.53 Nitekim İbranicede Kur’an’da bir put ismi olarak geçse bile , נעל (baʿal), “efendi, sahip, eş, koca” anlamlarına gelmektedir. İbranice sözlüklere bakıldığında da ר-ב ב - kökünün “Haham (Yahudi din adamı), şampiyon, eğitmen, sözlü kanun, ulema” anlamlarına geldiği görülmektedir. Tanah sözlüklerinde de bu kök “çok olmak, büyük olmak, ok, lider” anlamlarına gelir.  İbranicedeki רב שוק (rab sū) aynı Arapça terkiplerde gördüğümüz “ev sahibi, ev hanımı” gibi “çarşının efendisi/sahibi” anlamına gelmektedir. Mesela Akatça ve Aramicedeki רַב/רַבָּא (rav, rava) kelimelerine bakıldığında, bu kelimelerin “efendi, sahip, ulu, büyük” gibi anlamlara geldiği görülür. Bu anlamları göz önüne alarak “el-Lāt” putu çok büyük göründüğünden Taif’te “el- Rabba” diye bilinir.
 Bu, akraba diller arasında geçiş olduğunu gösterir. Araplar arasında “tapınağın efendisi” olarak el-Lāt putu için kullanılan el-Rabba kullanımının Kur’an’da ureyş Suresi 3. ayette de Allah için “bu evin sahibi” / ر بَ هَذا اَلبيتَ ” olarak yer verildiği de dikkate değer bir husustur. Yine not etmek gerekir ki Rabb İslam öncesi dönemde aynı zamanda sadece bazı kâhinlere verilen bir isim olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca eski dönemlerde r-b-y kökünün s-h-r (ay) anlamı ile yönetimde sözü geçen rahiplere verildiği de bu konudaki önemli ayrıntılardan birisidir.
 Eski dönemden bu yana kullanılıp sonra İslam dininde bu denli yer eden Rabb kelimesinin daha çok Mekkī surelerde geçmesi de kelimenin Kur’an’ın anlam dünyasındaki yerinin kesin sınırlarla çizilmek istenmesi olmalıdır. Peygamberin kölenin efendisi için “ربي (rabbim)” demesini yasaklaması ve onun yerine “سيدي (efendim)” demesini istemesi de bu amaca yönelik olmalıdır.

İlah

Kur’an’da İlāh kavramı sadece tek anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. Tapılmaya layık görülen her yüce varlık İlāh olma özelliğini taşır. Daha çok eşsiz ve benzersiz mâbud manasına gelir.  “Şaşırma, hayret etme” anlamlarına gelen اله fiilinden türediği de söylenir.  Hz. Ali’nin bir sözünde Allah’ın sıfatları karşısında şaşkınlığa düşüldüğünü anlatması buna örnek olarak verilebilir.  Ayrıca Allah lafzının aslının ولاه olduğunu, baştaki vav harfinin hemzeye dönüştüğünü ve Allah’ın da bu şekilde adlandırılmasının her varlığın ona yönelmiş olmasından kaynaklandığını söyleyenler de vardır.
 Bazı görüşlere göre ise Allah lafzı لاه يَلوه لَياها - - kökünden gelmektedir ve anlamı “perde arkasında kalmak, gizlenmektir”. 6/Enʿām:103’te görüldüğü gibi kimsenin O’nu idrak edememesi de bu yüzdendir.
 İbranice de אל (el) olarak gelen ve Tanrı’yı tanımlayan kelime Tevrat’ta El ve Elohim  kelimeleri ile karşılanır. Bunun dışında Tevrat’ta el elyon  (Yüce Tanrı), el olam  (Ebedî Tanrı), el şadday  (Yüce Tanrı) gibi isimlerde İlāh kavramıyla eş değer olarak kullanılan kelimelerdir. Elohim Tevrat’ta Tanrı için kullanılan ilk isimdir ve çok sık bir şekilde zikredilir. Ayrıca diğer tanrılar, Güneş, Ay veya krallardan  bahsederken de kullanılmıştır. Ugaritçe il, Akadca ilu veya ilânu şeklinde veya Mezopotamya dinlerinde Enlil, Enki gibi Tanrı isimleriyle karşılanmaktadır.
 Âsur dilinde de “El” tanrı olarak kullanılmıştır; örneğin Babil olarak bildiğimiz şehir isminin kökü Bab-el şeklindedir ve “Tanrı Kapısı” anlamına gelir. İbranice isimlerin çoğunda da el bulunması hepsini tanrı ile özdeşleştirmektedir. Örneğin İsra-el, Gabri-el, Mika-el, Dani-el gibi. Mesela Kur’an’da Cebrail olarak adlandırılan melek Gabriel “Tanrı Gücü” anlamına gelmektedir. Arapların da Allah kelimesine benzer bir şekilde yaklaştığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in babasının adı olan Abdullah’ın “Allah’ın kölesi” anlamına gelmesi buna örnek olarak verilebilir. Bu bakımdan hem kendilerinden önceki milletlerin bu kelimeyi kullanması hem de çevrede karşılaştıkları dinlerle yaptıkları ticaret dolayısıyla Araplar, İslam ortaya çıktığında ilāh kavramına hatta Allah ismine yabancı değillerdi denilebilir. 29/ʿAnkebūt:61 bu noktada müşriklerin anlayışını göstermesi açısından örnek verilebilir: “Şayet o inkârcılara, ‘Gökleri ve yeri yaratan, Güneşi ve Ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?’ diye soracak olsan, hiç tereddütsüz ‘Allah’tır’ derler.”
İlāh kelimesinde asıl olan çoğul yapılmamasıdır. Ancak Araplar birçok Tanrıya inandıklarından dolayı onlara آلهة (ālihe) diyorlardı. Kelime Kur’an’da bu kullanım şekli ile ele alınarak Allah dışında insanların taptıkları şeyler kastedilirken çoğul halde kullanılmıştır. Örneğin 38/ād:5, “Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” diyerek şaşkınlığa düşen müşriklerin hem ilāh anlayışlarının ortaya konmasında, hem de semantik açıdan o devirde genel olarak çoğul kullanılan kelimenin tekil formunun sadece Allah için kullanımının vurgulanması açısından da güzel bir örnektir. Sadece özel kullanım olarak güneşe hitaben “ilāhe” dedikleri sözlükte yer almaktadır. Ancak Arapların bu kelime ile bir tanrıyı kast edip etmedikleri kaynaklarda yer almadığı gibi, Kur’an’da da bu konuya temas edilmediği görülmektedir.


Yahudi İntihar


Tevrat’ta Samson, Saul, Abimelek ve Ahitofel gibi önemli dört kişinin intiharları anlatılmaktadır. Ayrıca, M.S. 73 yılında kuşatılmış olan Masada Kalesinde 960 Yahudi’nin Romalılara esir düşmemek için topluca intihar etmeleri, Yahudiler arasında intihar olaylarının dinsel yasaklara rağmen engellenemediğini göstermektedir.


"Medine’den Yahudilerin Hepsi Sürüldü" Diyen  “Er”Kökünden Olan Yazara


Çokbilmiş, mürekkep yalamış, ağzı mor dilli ve fahşa fiilli birisi, hezeyanlarını Hz. Peygamberimiz Efendimize kadar vardırması, salyaları akarken çekinip söyleyemediklerini, akbaba tırnakları ile hazırladığı müsveddeleri sanallardan yuvarlayıp, gündem olmak için üstüne elzem olmayan konularda, gayriyetine bakmadan haddini aştığı bir konuda Medine’den kovulan Yahudi meselesidir. Konu için kıraat ettiğim alıntıyı iktisaben yazmak gerekli oldu. (Ali Emiri)

Yahudi kabilelerin şehirden çıkarılmaları (1)  şehrin demografik ve içtimaî yapısında ciddi değişimlere yol açmış oldu. Yahudi nüfusun şehri terk etmesiyle genel nüfus önemli ölçüde azaldı. Toplumun tamamına yakını Araplardan oluşmaya, dolayısıyla eskiye nazaran daha homojen bir yapıya kavuşmaya başladı. Bununla birlikte şehirde hiçbir Yahudi’nin kalmadığını söylemek de mümkün değildir. Hayber (2) seferi için Müslümanlar hazırlık yaptıklarında bu seferin Resulullah ile antlaşma yapmış olan Medineli Yahudilere zor geldiğine, (3)  Resulullah’ın vefatına sebep olan hastalığı sırasında zırhının bir Yahudi’de rehin bulunuyor olmasına, (4)  vefatından bir yıl önce Hz. Ebû Bekr’in bir Yahudi tarafından zehirli bir yiyecekle zehirlendiğine (5) dair rivâyetler şehirde hala Yahudi nüfusun bulunduğunu göstermektedir.


Notlar

1--- S.D. Goitein, Yahudilerin Medine’den çıkarılmalarını teolojik ve ekonomik iki sebebe dayandırmaktadır: “Muhammed’ten kendisinin peygamberliğini inkar eden ve muhtemelen Tevrat kıssalarındaki ve hükümlerindeki bazı gaflarıyla alay eden komşusu bu monoteist topluluğa müsamaha göstermesi de beklenemezdi. Ancak Muhammed’in Yahudi komşularıyla mücadelesinde basit bir başka sebep daha vardı. Mekkeli Muhâcirler her şeylerini bırakarak Medine’ye hicret ettikleri için arazileri yoktu. Yahudilerin kaleleri ve hurma bahçeleri bu gayeye de hizmet etmiştir.” Goitein, 93-94. Goitein’in bu fikrine iki gerekçe ile katılmadığımızı belirtmek isteriz. İlk olarak, çevirenlerin de s. 94/4 nolu dipnotta belirttiği gibi Yahudilerin şehirden sürülmelerinin nedeni kendilerinin de taraf olduğu Medine Vesikası’ndaki hükümlere aykırı davranmaları ve düşmanla işbirliği, Hz. Peygamber’e suikast girişimi gibi faaliyetlerde bulunmalarıdır. Ayrıca üç Yahudi kabilesi şehirden çıkarıldıktan sonra da burada yaşamaya devam eden başka Yahudi kabilelerin bulunuyor olması Goitein’in iddialarını çürütmektedir. Bilindiği üzere o dönemde Medine’de yaşamakta olan Yahudi kabilelerin sayısı Semhûdî’nin verdiği bilgiye göre yirmidir. Semhûdî, I/1, 130-131.
 2 --- Hayber, Medine’nin yüz seksen kilometre kadar kuzeyinde bulunan ve Yahudilerin yaşamakta olduğu bir yerdi. Hayber’in Hz. Peygamber tarafından fethi ve Yahudiler ile yapılan antlaşmalar için bkz., İbn Hişâm, III, 331-346; Yakûbî, Târîh, I, 374-376; Taberî, Târîh, III, 9-16; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil, II, 99-104; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 296-309; Hamidullah, el-Vesâik, 106-109; Muhammed Hamidullah, “Hayber”, DİA, İstanbul 1998, XVII, 20-22; Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, 128-138; Mahmudov, 321- 336.
3---  Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 634.
4 --- Buhârî, Rehn: 2, 5; Buyû’: 14, 33, 88; Silm: 5, 6, İstikrâz: 1, Cihâd: 89, Meğâzi: 85; Müslim, Müsâkât: 124; Nesâî, Buyû’. 58, 87.
5 --- Mesûdî, II, 159. 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar