Tanrıca
Pan-enteizm kavramı XIX. Yüzyılın başlarında
Alman düşünür Karl Kraus’e (1874-1936) tarafından deizm ile panteizmin
aşırılıklarına karşı orta bir yol bulmak amacı ile ortaya atılmıştır.
Pan-enteizm kavramındaki “Pan” her şey “En” içinde “Teos” Tanrı anlamındadır.
Bu anlayışa göre
“Her şey Tanrı’dadır ama Tanrı ile evren aynı
değildir.
Bu anlayışa Çift kutuplu Tanrı anlayışı da
denir.
Tanrı’yı soyut, mutlak ve değişmez gibi
yönleriyle evrenin üstünde aşkın bir varlık olarak nitelerken; somut, göreli ve
değişen yönleriyle de evrenin içinde içkin bir varlık olarak niteler. Tanrı
evrenin dışında, onunla birlikte olmasına rağmen aşkınlığa sahiptir. Hem
zamanın içindedir hem dışında; hem değişendir hem de değişmeyendir. Bu akımın
Temsilcileri White Head, Hegel, Spinoza, İbn- ül Arabî gibi birtakım
felsefecileri sayabiliriz”. [Aydın, Din Felsefesi, 195; Mohapatra A.R, Tanrı ve
Evren, Çev. Metin Yasa, Tabula rasa, Isparta,2001, yıl:1 sayı:3,212; Kılıç ve
Reçber, Din Felsefesi, 73]
Richard Dawkins’in : "Tüm kurgular
içinde en nahoş karakter. Kıskanç ve bununla gurur duyuyor, bir dar kafalı,
adaletsiz, merhametsiz kontrol manyağı, bir kin dolu kana susamış soykırımcı,
bir kadın düşmanı, homofobik, ırkçı, çocuk katili, soykırımcı, evlat katili,
öldürücü (veba getiren), megalo.., sadomazoşist, kaprisli hain zorba" [Richard
Dawkins, Tanrı Yanılgısı, Çev. Tunç Tuncay Bilgin, , Kuzey Yay, 2012, 22]
Ben kulumun düşündüğü gibiyim, diye bir kelamı
varsa Allah Teâlâ’nın, dili kötü olana kim yardım eder, katında…
Ali Emiri
Tanrı’nın güzelliği ise, Tanrı gibi
başlangıçsız onunla var olan ve onunla devam edecek güzelliktir. Augustine bunu
şöyle ifade eder:
“Seni geç sevdim. Çok eski ve çok yeni
güzellik. Sen benim içimdeydin ben ise kendimin dışında seni arıyordum…” [Ausgutine, The Confessions of Saint Augustine, (Trans. Edward B.
Pusey), The Modern Library, New York 1949, s. 221]
“Tanrım, mutlak gerçek, gerçek olan bütün
şeylerin en gerçeği... Tanrım, bilge olan şeylerin en bilgesi... mutlak yaşam,
mutlak mutluluk, mutlak iyi, iyi olan şeylerin en iyisi ve güzel olan şeylerin
en güzeli…” [ Augustine, The Divine Providence and the
Problem of Evil, (trans. Robert P. Russel), Cima Publishing Co. U.S.A, New York
1948, s. 344.]
“Ey benim Tanrım, hayatım, Ey benim tatlı
mutluluğum, seninle ilgili insan ne söyleyebilir ki….Senden hiç söz etmeyenler
daha zavallıdırlar. Tanrım, senden söz edenlerde ne kadar konuşursa konuşsunlar
zavallıdırlar.” [Augustine, Confessions, s. 5, Augustine’nin
Türkçeye “İtiraflar” adıyla çevrilen bu kitabın Türkçe çevirisinden de
yararlanılmıştır. S.t. Augustine, İtiraflar, çev. Dominik Pamir, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 2010.]
“Sen güzelsin. Çünkü yarattıkların güzel; sen
iyisin, çünkü yarattıkların iyi. Ancak onlar yaratıcısı olan senin kadar ne
güzel, ne iyi, ne de gerçek. Seninle kıyaslandıklarında ne güzellikleri, ne
iyilikleri, ne de varlıkları kalır.” [Augustine, Confessions, s. 247.]
Peki
öyleyse Tanrı nedir? Dünya sen Tanrı mısın diye sordum, o da bana: “Ben
Tanrı değilim dedi.” Dünyada bulunan her varlık bana aynı karşılığı verdi.
Denize ve derinliklerine ve içinde yaşayan yaratıklara sordum, bana “Biz
senin Tanrı’n değiliz, onu bizim üstümüzde arayacaksın.” dediler. Esen
yele, dünyayı çeviren atmosfere ve içinde yaşayanlara sordum. “Biz senin
Tanrı’n değiliz.” dediler. Göğe, güneşe, aya, yıldızlara sordum: “Senin
aradığın Tanrı biz değiliz.” dediler. Algılama alanıma giren her yaratığa:
“Tanrı olmadığınıza göre hiç olmasa onun hakkında bana bir fikir veremez
misiniz?” diye sordum. Yüksek sesle hep bir ağızdan, “Bizleri o
yarattı.” diye haykırdılar. [Augustine, Confessions, s. 222.
]
Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği
putuna bir tilkinin gelip bevl ettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu
saygısızlık karsısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini,
tepesi atarak söyle dile getirmiştir:
"Tilkinin basına işediği, tanrı mıdır –
Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." (İmriu’l-Kays)
‘Soyut İnsan’ kendini bilmeye
çalışırken, “varlık”tan “varoluş”a yönelirken yaşayan, acı çeken, kaygı duyan,
umut eden ve umutsuzluğa düşen, çelişkiler ve tutarsızlıklarıyla var olandır.
İnsan kendini soyutluktan kurtarıp, yaşamla ilgili, bireyi temele alan ve onu
mutluluğa ulaştıran bir bilgeliğe yönelince sonsuz beklentilerin geciken
tecellisinden mutsuzluğa ve ümitsizliğe düşmez.
Hakikati bilginin nesnesi ile ilgili soyut
bir sorunudur. İnsan eylemlerini belirleyen bilginin hakikat değerini ve
kaynağını Tanrı’dan almaktadır.
İnsan kendisini tanıyacak ve eylemlerini
Tanrı’nın isteğine göre belirleyecektir. Aradığı hakikat kendi varoluşu ile
doğrudan ve zorunlu bir ilişkisi olan hakikattir. Çünkü ölüm başkasıyla bir
değer kazanmaz, ancak yakınıyla acıyı hissettirir.
Soyut bir seçim
değildir, gerçeklikten kopmaktır. Kendisini bilen kişi, kendisini somut birey
olarak görecektir. Bu kişi, kendi dışında bulunan somut dünyanın ürünü olan iştahları,
eğilimleri, içgüdüleri, tutkuları ile somut birey olarak kendisinin
farkındadır. Tanrı’dan bağımsızlaşmaya başlayınca umutsuzluğa düşer. Umutsuzluk
yalnızlık halinden doğmaktadır. Oysa “Ben”, bir ilişkinin kendine dönüşü olarak
kişinin hiçbir zaman kendisinden kaçamayacağı bir şeydir. Onun umutsuzluktan
kurtulmasının tek yolu yine olması gereken bir “ben” haline gelmesi, yani
koptuğu kaynağa tekrar dönmesidir. Böylece umutsuzluk ben’i yok eder. İnsan
beninden ne kadar kaçmaya çalışsa da, asla ondan kurtulamayacaktır. Gerçeğinin
zayıflığı ve ölümü ona bir güçlünün var oluşunu hissettirdiğinde somut gerçeği
eriyip soyut insanlığa yönelip tanrıya yakınlaştıkça aradaki farkı kaybedecek
ve kaybolacaktır.
1603 yılında İngiltere tahtına çıkan (Mary
Stuart’ın oğlu) I. James, henüz İskoçya kralı iken 1598’de kaleme aldığı The
Trew Law of Free Monarchies (Özgür Monarşilerin Gerçek Yasası) adlı
yapıtında, krallıktan ne anladığını açıkça dile getirmişti.
“Özgür Kral” kavramı ile anlatmak istediği şey,
kralın feodal beylerden, dinsel cemaatlerden ve parlamento gibi anayasal
kurumlardan özgür olmasıydı.
Daha açıkçası I.
James’in savunduğu siyasal sis tem, bu yeryüzünde hiçbir sınır tanımayan mutlak
monarşiydi.
Ona göre, bütün kararlan alan ve bütün
yasaları yapan kralın karşısında uyrukların ya da parlamentonun hiçbir hakkı
yoktu. Onların temel görevi, kral despotça bir tutum içine de girse, ona
karşı mutlak bir biçimde boyun eğmekti. Çünkü kralın erki Tanrı’dan geliyordu.
I. James, her ne kadar kralın ülke
üzerindeki hükmünü fetih hakkına dayandırıyorsa da, bu erki “kralların
tanrısal hakları” kuramıyla pekiştirip meşrulaştırma yoluna gidiyordu: “Krallar,
yalnız Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olup onun tahtında oturmakla
kalmazlar, ayrıca Tanrı’nın kendisi bile krallara ‘tanrılar’ diye hitap eder.”
Kralın iktidarının kökeninin Tanrı’ya
bağlanması nedeniyle, ülkeyi yöneten yasalar da kralın istenciyle (iradesiyle)
eşanlamlı oluyordu.
Kral, yasaların üstünde olduğu için, bütün
yasaları, keyfince yorumlamak, uygulamak ya da değiştirmek hakkına sahipti .
Krallık iktidarı Tanrı’dan kaynaklanan bir giz ile çevriliydi; bu nedenle
kralın kararlarının tartışılma konusu yapılması söz konusu olamazdı;
dolayısıyla da kralın bu yeryüzünde hiç kimseye karşı bir sorumluluğu yoktu. “Yönetiminden
dolayı hesap verdiği tek güç Tanrı’ydı.”
İşte İskoçya kralı VI.
James, Ingiltere tahtına I. James adıyla oturduğunda bu düşüncelere sahipti ve
karşısında bir muhalefetin bulunmasına katlanamayacağı açıktı.
Oysa İngiltere’de, kralın ister istemez
taraflardan birisi konumuna gelmek zorunda olduğu üç çatışma konusu
bulunuyordu: Devlet hazinesi, dış politika ve din. I. James, vergi konusunda
kendisine zorluk çıkartan parlamentoyu 1611’de dağıtıp 10 yıl boyunca
toplanmasını engelledi. Dış politika sorunları nedeniyle 1621’de yeniden
topladığı parlamentoyu da, kendi görüşleri doğrultusunda bükemediği için kısa
sürede feshetmek gereğini duydu. Parlamentosuz hüküm sürmeye alışan I. James’in
karşılaştığı en çapraşık sorun, kuşkusuz din konusundaydı.
Taç ile özdeşleşmiş olan Anglikan Kilisesi,
bir yanda Katoliklere karşı kendisini savunmak zorundaydı, öte yanda “Aşağı
Anglikan Kilisesi” diye de adlandırılan Püritenlerin saldırısına göğüs germek
durumundaydı. Kendi aralarında farklı dinsel yaklaşımları nedeniyle
Presbiteryenler ve Bağımsızlar ya da Kongregasyonistler diye ayrılan
Püritenler, gerçekte anayasal hak ve özgürlükler ile parlamentoyu savunan bir
siyasal muhalefet odağını oluşturuyorlardı. Bunun bilincinde olan I. James,
1603’te parlamentoda yaptığı bir konuşmasında, Püritenlerin kendilerinden “din
açısından değil, fakat mezheplerini iyi yönetilen herhangi bir devlette
katlanılmaz hale getiren, var olan yönetimden hiçbir şekilde memun olmayan ve
herhangi bir üstünlüğe tahammül edemeyen özellikleri ve sapkın siyasa ve
eşitlik anlayışları bakımından aynldıklarını” söylüyordu. Toplumsal ve siyasal
boyutlar taşıyan din konusunda bir uzlaşma sağlanması mümkün değildi; ve bu
sorun, daha da alevlenerek I. Charles’a miras kaldı.
1625 yılında tahta geçen I. Charles’ın
hükümdarlığında, babasının karşılaştığı bütün güçlükler iyice su yüzüne çıktı.
Kralın İspanya ve Fransa ile giriştiği savaşın giderlerini karşılamak amacıyla
yeni vergiler koyması ve askerlerini mülk sahiplerinin kesesinden baktırdığı
öze] evlere yerleştirmesi sonucunda, parlamento 1628’de- Haklar Bildirisi’ni
(Petition of Rights) kabul etti. Bu belge, parlamentonun onayı olmadan vergi
alınamayacağını, askerlerin özel evlere yerleştirilemeyeceğini (yani fiili
olarak kralın sürekli bir ordu bulunduramayacağını), barış zamanı sıkıyönetim
uygulanamayacağını, belirli bir suçlama olmadan ve düzenli yasal kuralların
korunması altında bulunmadan hiç kimsenin tutuklanamayacağını karara
bağlıyordu. I. Charles, ilk önce bu belgeyi kabul etmek zorunda kaldı;
fakat daha sonra, parlamento, kendisinin hem yetkisiz vergilerine, hem de
Yüksek Kilise politikasına karşı çıkınca, tutumunu sertleştirip 1629’da
parlamentoyu dağıttı ve Avam Kamarasının dokuz üyesini hapise attırdı.
Bundan sonra İngiltere,
11 yıl boyunca parlamentosuz yönetildi. Ancak mali sorunların üstesinden gelememiş
olan I. Charles’ın Ingiliz Yüksek Kilisesinin ayin biçimini ve örgütünü
Presbiteryenliğe sıkıca bağlı olan İskoçya’ya zorla kabul ettirmeye kalkışması,
İskoçların ayaklanmasına neden oldu. Kuzeye yapılacak bu küçük askeri seferin
devlet hazinesini tamtakır bırakmaması için de, I. Charles 1640’ta parlamentoyu
toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Tarihte “Kısa Parlamento” adıyla bilinen bu
parlamento, krala karşı katı tutumundan dolayı 18 gün sonra dağıtıldı. Fakat
Ingiliz ordusunun Iskoçlar tarafından yenilgiye uğratılması nedeniyle I.
Charles, parlamentoya yeniden gereksinim duydu. 1640 yılının bu ikinci
parlamentosu, İngiliz Devrimi’nin ünlü “Uzun Parlamento”su olacaktır.
Parlamentonun kralın erkini törpüleyen
kararlar alması, kralın ise kişisel iktidarını mutlak bir biçimde sürdürme
çabaları sonucunda, İngiltere kaçınılmaz olarak bir iç savaşın içine
sürüklendi. Oliver Cromwell’in Püritenlerden oluşturduğu ordusu, krallık
güçlerini artarda yenilgiye uğrattı ve I. Charles 1648’de Cromwell’in eline
geçti. Savaşın başlangıcında hiç kimse, Charles Stuart’ı devirmek, hele hele
krallığa son verip cumhuriyet kurmak gibi bir düşünceye sahip değildi. Fakat
uzun süren iç savaş yılları içinde, köprüler atılmış, geriye dönüş yolları
kapanmıştı. Bir bakıma, tarihin hemen her devriminde yaşandığı gibi, Ingiliz
Devrimi de, olayların zorlamasıyla başlangıçta öngörülemeyen çok daha aşırı bir
noktaya doğru sürüklenmişti. Cromwell’in liderliğini yaptığı radikaller,
parlamentodaki ılımlıları tasfiye edip kralın yargılanması kararını
çıkarttılar. İlk baştaki 500 üyesinden yalnızca 60 kadar radikal üyeyi
barındıran Uzun Parlamento, özel bir mahkeme kurarak kralı yargılayıp suçlu
buldu. I. Charles, 30 Ocak 1649’da kafası kesilerek idam edildi. Bunun
ardından İngiltere, “Commonwealth” adı altında bir cumhuriyet oldu; fakat
gerçekte Cromwell’in askeri diktatörlüğü kurulmuş oluyordu. [Alıntı]
Tasavvuf kültüründe
saf kalp Tanrı 'nın cemalini yansıtan bir aracı gibi algılanır: bu nedenle saf
kalp mürşitle ilişkilendirilir. Tasarımın mantığı gereği ayna, sufi için bir
eğitim aracıdır. Arkasında birinin konuştuğu aynanın önüne yerleştirilen
papağanın aynadaki görüntüsünü bir başka papağan sanıp onu taklit etmesi gibi
mürit de Tanrı'nın aynası durumundaki mürşidin sözleri ile eğitilir.
Gönlünü-kalbini saf bir ayna haline getiren insan, başkalarının
düsüncelerini-isteklerini sanki bunlar kendininmis gibi algılama yeteneğine kanısacaktır.
İnsan insanın aynasıdır. Özdeyişi ayna tasarımını açıklar niteliktedir.
Kedimizi özelden genele taşıdığımızda âlem tanrının cemal ve ihtişamının
yansıdığı bir ayna olarak algılanabilir. Gizli bir hazine iken bilinmek isteyen
Tanrı kendi cemalini seyrelmek için dünya-âlemi ayna olarak yaratmıştır: daha
doğrusu aynaya baktığında kendini dünya-âlem alarak görmüştür. Özetle ayna âşık
ile maşuku birleştiren aracı nesnedir. Yeryüzü ile özdeşleştirilen ayna doğa
tasarımı gereği dişildir: saf bir ayna biçiminde inanca taşınan gönül-kalp de
dişildir."
Jean-Jacques Rousseau
ise dilin kökenini jestlere bağlamayıp, jestlerin doğal gereksinimlerden ortaya
çıktığını savunur ve şöyle der:
“Eğer sadece doğal
gereksinimlerimiz olsaydı, çok büyük bir olasılıkla hiç konuşmayabilirdik. Jean
Chardin Hindistan’daki aracıların, birbirinin elini tutarak ve kimsenin fark
edemeyeceği bir biçimde tutuşlarını değiştirerek, herkesin içinde ama gizlice,
tek bir söz etmeden bütün işlerini gördüklerini anlatır. Aynı gözleme dayanarak
diyebiliriz ki düşüncelerimizi iletme sanatının icadı bu iletişimi bize
sağlayan organlardan çok insana özgü bir yetiye bağlıdır, bu yeti onun
organlarını bu iş için kullanmasını ve eğer bunlar onda yoksa başka organlarını
aynı iş için kullanmasını sağlar.”
Bilindiği gibi Hititlerde Krallar öldüğünde “tanrı oldu”
denmektedir. “Ölmeden önce ölün” çok doğru…
Dominique de Menil, Rothko’nun resimlerini: “
Mahvolmuşluğumuzun trajik gizemi, Tanrının sessizliği, Tanrının dayanılmaz
sessizliği” tarif etmiş.
Paganizm inanç biçiminin Mekke toplumunda ne
zaman ortaya çıktığı hakkında kesin bilgiye sahip olmamakla birlikte Huzaa
kabilesinin lideri Amr b. Luhay ile başladığı söylenebilir. Amr b. Luhay
tamamen şahsi ve bölgesel kaygıları dikkate alarak Mekke’nin sarsılan imajını
da düzeltmek maksadı ile çevre bölgede ibadet edilen tüm inançlara ait putların
Kâbe’ye konulmasını teklif etmesi üzerine pagan inancının temeli
atılmıştır. [Cevad Ali, el-Mufassal:
Târihu’l-arap Kable’l-İslâm, Bağdat, trs, 7,126]
Dikkat edilirse paganizm kültürünün Mekke’de
şekillenmesinde yer alan esas kaygı dini olmayıp Mekke’nin ticari yapısı ve onu
geliştirmekle alakalıdır. Yani zannedildiği gibi çok masum sapmalardan
değildir. Amr b. Luhay her kabilenin Tanrısına ait putu Kâbe’ye getirmek sureti
ile her kabileye değer vermek ve onların önemli olduğunu hissettirmekle
kalmamış, böylece hem kabile savaşlarının önüne geçmiş hem de Mekke’nin önemli
bir ticaret merkezi olmasını sağlamıştır. [Ezraki Ahbâru Mekke ve mea câe fîha
mine’l- âsar, 1:165]
Öznesi somut, yaşayan, duyguları olan ve
varoluş içinde bulunan bir insandır. Ahlakî ve dinî varoluş “ben olmak”, “birey
haline gelmek”, “insan olmak” ve “kendi bilincine varmak” dır. “İnsan olmanın
ne anlama geldiği” ve “nasıl iyi bir dindar olunacağı” sorunlarını araştıran
insan gerçek anlamını “dinsel varoluş” içinde bulabilir. İnsanın “benliğini
bulma” sürecinde “umutsuzluk” ve “kaygı”nın da ona eşlik ederken insanın
kurtuluşunu “inanç”da bulur. Kişi “tutkulu” bir teslimiyetle, iç âlemininin
öznesi sahibi olan “Tanrı”ya yönelerek ve O’nun karşısında bir “yok-ben” ile
mutluluğa kavuşur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar