Print Friendly and PDF

Sanat Sanatçı

Bunlarada Bakarsınız




Mondrian, “Sanat yapıtı organize edilmiş bir gerilimler bütünüdür”
İspanyol sanatçısı Pablo Picasso ‘Sanat sizin benden istediğiniz değil, benim
size verdiğimdir.’
Kosuth’un söylemiyle ‘ben düşüncelerime sanat diyorsam o sanattır.’
Ancak Tolstoy; sanat üzerine konuşabilmek için her şeyden önce gerçek sanatı taklit olandan ayırmak gerektiğinden söz eder.
“ Gerçek sanatı taklidinden en kuşku götürmez biçimde ayıran özellik, ondaki aktarılma özelliğidir. Gerçek’ine ne kadar benzerse benzesin, ne kadar şiirsel, etkileyici ya da ilginç olursa olsun, bir yapıt eğer bütün öteki duygulardan farklı bir duygu olarak bir sevinç duygusu, yazarla ya da (o yapıtı okuyan, dinleyen, izleyen) başka insanlarla bir ruh birliği yaratamamışsa, sanat yapıtı değildir, vurgusunu yapmaktadır.”
Eğer her şey sanat olabiliyorsa, sanatı diğer her şeyden ayıran nedir? Elimizde pek de teselli edici olmayan tek bir yanıt var: Her şeyin sanat olabilmesi, her şeyin sanat olduğu anlamına gelmez.

Şizofreni sözcük anlamı itibariyle “duyguda yarıklık-çatlama”demektir. Yunanca “Schizin” yarılma çatlama, “Phren” duygu anlamına gelmektedir. Bu sözcükle ifade edilmek istenen; şahsiyette, kişinin duygusal bütünlüğünde, devamlılığında bir ayrılma-bölünmedir Günümüzde şizofreni terimi ile adlandırılan olgu, çağlar boyu hekimleri ve düşünürleri ilgilendirmiştir.
M.Ö. 1400 yıllarından kalma bir Hindu yapıtında, şeytanların gazabına uğramış ve “obur, pis, çırılçıplak gezen, belleğini yitirmiş ve tedirgin bir biçimde dolaşan bir hasta”dan söz edilmektedir.
M.S. Birinci yüzyılda ülkemizin Kapadokya yöresinde yaşamış olan Areteus ve M.S. İkinci yüzyılda Soranus, şizofrenik tepkilerden bazılarını ve özellikle paranoid tepkileri, günümüzdekine oldukça yakın bir biçimde tanımlamışlardı. Ne var ki, sonraları ve özellikle Ortaçağ’da şizofreni kavramının üzeri batıl inançlarla örtülmüş ve ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bilimsel inceleme konusu durumuna gelebilmiştir
“Eğer iç benliğimi kelimelere dökebilseydim, resim yapamazdım.”
**
 “Kendi gerçeğimin resmini yapıyorum” Kahlo
**
 “Metafor sayesinde yeni fikirlerle tanışmamız söz konusudur: Sıradan sözlerbsadece bildiğimiz şeyleri bize taşır; yeni şeyleri ise en iyi metafordan alırız.”
Freud; yaratıcılığın kökeninin bilinçaltında aranması gerektiğine inançla, ‘bilinçdışı zihin’ kavramının –kendi ifadesiyle– ‘birincil süreç’in, sanat, edebiyat ve bilimde yaratıcılık bakımından önemli olduğunu belirtmiştir. “Bilinçli durumdayken bilince varılamayan şeyler, sanat yoluyla bilinçli hale getirilebilir.” ifadesiyle; sanatçının, diğer insanların da algılamış olduğu, fakat bilincine varamadığı izlenimleri ifade ettiklerini anlatmak istemiştir. Freud; sanat ve sanatçıya ilişkin düşüncelerini ‘Sanatçı, kendi sanatını icra ederken, esasen psikanalistin kendi alanında yaptıklarının aynısını yapmaktadır.’ şeklinde özetlemiştir. Bu noktada; bastırılmış gerçeği ortaya koymak suretiyle bilinçaltını bilinir kılmaktadır.

“Hayatta öyle dertler vardır ki, lepra gibi vücudu sarar” (S.Hidayet) Sanat öyle bir derttir ki eğer ortaya çıkışı sağlanmaz ise, insanın iç dünyası yıpranır. Benim için dert kavramı sanatı tanımlamak amacı ile kullanılan bir ölçü birimidir. Bu anlamıyla sanatçı, zamansal koşullar nedeni ile derdini gizleyemeyen insandır.
1995 yılında New York Metropolitan Müzesi’nde Rembrandt sahtelerinin, asıllarıyla birlikte sergilendikleri bir sergi görmüştüm:
Rembrandt/Not Rembrandt.
Amerika’nın Avrupa sanatını kendi tarihine mal etme sevdasıyla 19. yüzyılda başlattığı yoğun müzeleşme hareketi sırasında Avrupa koleksiyonlarından ve yoksullaşan Avrupa aristokrasisini soyan Duveen gibi sanat tüccarlarından edindikleri Rembrandt’lar genellikle sahte olanlardı. Yani yıllarca sanatseverler sahte ikonlara tapınmışlardı. Ve o kadar gelişmiş olan teknolojilerine ve konösörlük sistemlerine rağmen sahteleri atlayan müzecilerdi. Ancak asılları ortaya çıktıkça kopyaları yakalamak mümkün olabiliyordu. Ama bir de taklit eserler var. Michelangelo’nunkiler gibi asıllarından daha orijinal olan sahteler. Örneğin Han van Meegren’in 1930’larda boyadığı Vermeer’ler. Veya John Myatt’ın provenanslarıyla birlikte sahtelerini yaptığı Giacometti’ler, Braque’lar; Sotheby’s ve Christie’s’de müzayedeye çıkan Beltraci’nin Max Ernst sahteleri… Kimbilir daha müzelerde görüp bayıldığımız ve sahteliği keşfedilmemiş neler neler, hatta belki kimi şaheserler. İşte bir gün öncesine kadar ilahi duygularla izlediğimiz ama sahteliği anlaşılınca şeytan çarptıran ve bir anda sanat eseri olma özelliğini yitiren işlere duyulan tepkiyi Lenain, Hıristiyanlıktan devrolan röliklere tapınmayla açıklıyor.
Rönesans’ta da bildiğimiz anlamda sahte ve orijinal ayrımı yer almamaktadır. Yani sahte, kopya işler yapmak veya başka sanatçıların yapıtlarını taklit etmek herkesi kandıracak kadar kusursuz yapılabiliyorsa suç değil, tam aksine bir ustalık alameti olarak görülmektedir.
Thierry Lenain’e göre, modern biriciklik tutkusu kutsal emanetlerle (rölik) ilgili orta çağdaki Hristiyan inancına dayanmaktadır ve rölikler ait olduğu peygamberin ya da azizin bizzat kendisini canlandırmaktadır. Yani sahte olduğunu iddia etmenin bir işlenecek günah olduğu kadar ağırlığı olan ancak otansitesi ispat edilmesi mümkün olmayan nesnelerdir
Avangardın akademizm ile olan savaşı günümüzde yapısını değiştirerek bağımsız sanatçının piyasanın kuşatıcılığına karşı bir savaşına dönüşmüştür. Ancak ironik olan sanatçının bu sistemi içselleştirerek uyumlu olabilme çabasıdır. Yani sanatçı, onaylanmak ve piyasanın kuşatıcı koşulları içinde var olabilmek için itaat etmektedir. Jean Dubuffet sanatçının bu çelişkisine dair “sanatçıların hemen hemen hepsi de, aslında doğal bir iç dürtü̈ nedeniyle değil, bir zincirleme etkileniş sonucu, bu sahtekârlığın suç ortağıdır” der ve ekler:
“Bu sınıflamada yer kapamayan sanatçı ise halkın gözüne zavallı bir dışlanmış, bir beceriksiz olarak görünecektir. Bütün sanatçıların kültür kurumları tarafından anılmak ve onlardan diploma almak için telaş ve kaygıyla çaba harcamalarının nedeni budur, anahtarları bu kurumların elinde olan saygınlık ve promosyon aygıtlarıyla suç ortaklığının nedeni budur; onlarsız, kendileri ve sergileri için ancak kayıtsızlık ve küçümseme umabilirler”
Çünkü, Dubuffet’e göre, [gerçek] sanatçıların parayla işleri yoktur ve parayı umursamazlar, mevcut durumun baskısı olmadığı durumda, reklam ve promosyon değil, hele para hiç değil, sadece yapıtlarının beğenilip sevilmesinin peşinde koşacak olanlardır. Ancak, halihazırda yapıtlara biçilen yüksek fiyatlar aynı zamanda onlara prestij de sağladığı ve bu olmazsa yapıtlara kimse ilgi göstermediği için parayı da göz önüne almak zorunda kalmaktadırlar.
(Alıntı)


Anlatıldığına göre filozof Sokrat bulundukları kampta kırık bir fıçı içinde barınırmış. Günlerden bir gün yanındaki sanatkârlarla konuşurken:
“Üzülmemek için bir şey edinmemeliyiz” der. Sanatkârlardan biri:
“Fıçı kırılsa da mekân kırılmaz ya” diye cevap verir. Filozofun dediği doğru, çünkü her kaybolanın yerine geçen bir başka şey vardır.
Fütürizm akımının ortaya çıkmasından sonra, akımın resimsel dili Umberto Boccioni ile hayat bulmuştur. 18 Mart 1910’da Chiarella Tiyatrosu’nda bu sefer de Fütürist resmin manifestosu ilan ediliyordu. Umberto Boccioni’nin kaleme aldığı manifesto önemlidir.
Bütün taklit biçimler dışlanmalı, bütün özgün biçimler desteklenmeli ve yüceltilmelidir.
 “Uyum” ve “beğeni” sakızına karşı, dahi ve yüce olan, Rembrandt, Goya ve Rodin’in eserleri kutsallık rafından indirilmelidir.
Sanat eleştirmenleri yarasız ve zararlıdır.
Hayatımıza yön veren konular çelikle, gururla ve ateşle, vazgeçilmezlik noktasında bırakılmalı ve yeni sürece süratle yol alınmalıdır.
Bütün icat edenlere yaftalanan “deli” etiketi onurlu bir unvan gibi görülmelidir.
Doğuştan tamamlanabilirlik resimde vazgeçilmez bir zorunluluktur, tıpkı şiirde serbest ölçü ya da müzikteki çok seslilik kavramı gibi.
Resmin evrensel kütlesinde yer alan dinamiklik, bir duyum, arzu olarak aktarılmalıdır.
Doğayı sanata taşımak için, doğa gibi ciddi ve şeffaf olmak şarttır.
Hareket ve ışık hareket halindeki kütlelerin (bedenlerin) maddesel yapısını bozar.
**
“Bbir sanat eserinde duyguların ifade edilmesi o eseri iyi yapmaya yetmez, sadece bir memnuniyet yaratmak, bir sanat eserini meydana getirmek için iyi bir neden değildir; ifade anlaşılır ve samimi olmalıdır. Sanatın insan yaşamında ne kadar önemli olduğu, ortaya konan ürün ile insanlarla duygusal bir alışverişin ve iletişimin başladığını görmekteyiz”. Tolstoy
Metaforik kaplar bir anlamda düşünen objelerdir. Anlam kelimelerden kurtularak üç boyutlu bir şekle bürünmüştür. Nesne düşünmeye başlamıştır. Nesne olarak kap, başlı başına metaforiktir. Onun aracılığı ile anlatılan “ne” ise kap onun metaforudur. Yaratma dinamikleri ile birlikte; bilgi, akıl, sezgi, bilinç ve bilinç dışı düzeyde “Ben’i” oluşturan her şey, anlamı biçime dönüştürürken, dile habersizce giren metafor sanatta bilinçli bir seçimdir ve biçime dönüşen anlamı zenginleştirir, nesnelere disiplinlerarası bir özgürlük tanır.
Bu noktada kült kapları ilk metaforik kaplardır. Metaforik kap, onu yaratanın boşluktaki izidir. Ancak Kullanım amacıyla yapılmayan her kap metaforik değildir. Kap taşıdığı düşünceyi ona bakana aktarabilmeli, varlığını öncelikle taşıdığı düşünceyle ortaya koyabilmelidir. Kap bu noktada aracıdır ve varlığıyla en baştan metaforiktir. Sözü ve düşünceyi, boşluğu da içine alarak aktarmaktadır. Gözle görülmeyen bir şeyi görünür kılmak için seçilmiş, ilkel zamandan beri başvurulan boşluğun izleridir.
Geçmişte Tanrı bilincine sahip olduktan sonra panteist bir tavırla doğayı Tanrısı ile içkinleştiren ilkel insan, bilinç dışını kült kaplar aracılığı ile görünür kılarken; metaforik kap yapan sanatçı da bilinç dışı varlık sorunsallarını kap aracılığı ile aktarmıştır.

Bedri Rahmi Eyüboğlu, resim sanatının temel öğelerini bir şiirle anlatır ve noktayı, benek olarak bu dört öğe içinde sayar;
Dört küheylan çeker arabamızı
Biri çizgi, biri leke, biri renk
Biri de mini minnacık benek
Monolog insanın kendi kendisiyle iletişimi ile gerçekleştirdiği, kendi varoluşunu en derinlerde sorguladığı, kendi gerçekliğiyle karşı karşıya kaldığı alandır. Bu yapısından dolayı edebi eserlerde ruh tahlillerini derinleştirmek isteyen yazarlar tarafından içsel yaşamı anlatma tekniği olarak kullanılır.
Euripides, Shakespeare, Dostoyevski, James Joyce, Sartre, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Atiq Rahimi monolog tekniğini olabildiğince kullanarak insanın gizemli iç dünyasını etkili ve çarpıcı bir şekilde sunan yazarlardandır.
Monologlar ölüm, yalnızlık, iç hesaplaşma, vicdan ve öteki gibi sorunları açığa vurarak insanın varoluşsal sancılarını dolaysız olarak dışavurulmasını sağlar.
Görsel Sanatlar alanında da benzer varoluş kaygılardan yola çıkarak içsel yaşamını sanat eserine dönüştüren sanatçılar vardır. Rembrandt, Kathe Kolwitz, Frida Kahlo, Nan Goldin, Sofie Calle, Elina Brotherus kendilerine dair, hayatlarına dair bütün varoluşsal sorgulamaları samimi bir şekilde eserlerine yansıtan sanatçılar arasındadır. Monolog yansıtılmak istenen zamansız ve mekansız yaşanan ortak duyguların edebiyat ve görsel sanatlardaki dışavurumudur.
İnsanlar başkaları ile konuşmadan önce kendileri ile iletişime geçerler. Kendisiyle iletişime geçen birey kendini sorgulayan bir eylem içine de girer. "Bu durumda en büyük eylem, kişiyi kendisine döndüren ve kendi varoluş gerçekliği ile tanıştıran eylem olacaktır; bu, insanın, hiçbir sahte sorunun, hiçbir göstermelik edimin ardına sığınmadan, dürüstçe, açıkça, kendi kendisini aldatmadan ve kendi kendisine yalan söylemeden kendi kendisiyle tanıtacak bir iletişimdir” Şüphesiz insana bu iletişim olanağını veren monologlardır.
İnsan kendisiyle iletişime geçerek varlığını, hayatını, cinsel ve etnik kimliğini anlamaya çalışır. Herhalde dünyada bunu yapmayan insan yoktur, bunu yapamayan ve yapmaktan kaçan insan mutlaka kimlik bunalımına girebilir. İnsan aslında hayatında yaşadığı birçok şeyi atlatmak ve başa çıkmak için de kendi iç dünyasına yönelir. İnsan kendisiyle hesaplaşır, olmadığı dünyaya gider ya da içinde bulunduğu durumu başka koşullarda hayal eder, uzaktakini yakına getirir, kendini sever, nefret eder, öldürür ve yalnızlığına isyan eder. Monolog, düşüncelerin insanın kendini kendisine açığa vurmasıdır. İçteki bir şeyi açığa vururken insan kendisiyle hesaplaşır ve kendi varoluşuna çözümler üretmeye çalışır. Bunu yaparken aynı zamanda bazen öteki benlerini oluşturup tartışır. Ya da sadece yalnızlığını gidermek için başka bir ben’e ihtiyaç duyar. İnsanın kendi içine yönelmesi insanlık tarihi boyunca bireyin kendisini sorgulamaya başlamasıyla meydana gelmiştir. Daha sonra insanın içinde bulunduğu çağın durumuna göre bu sorgulamaların derinliği artmış ve her alanda yeni gelişmelerin olması sağlanmıştır.
Trajediyi insan ruhunun derinlerine ölümsüz eserleriyle zirveye ulaştıran Rönesans dönemi İngiliz yazarı William Shakespeare (1564-1616) oyunlarında, monolog tekniğini sıklıkla kullanmıştır. Shakespeare’in iç dünyayı en etkili bir şekilde temsil ettiği Macbeth ve Hamlet eseri bu alandaki en önemli örneklerdir. "Yüzyılın dönümünde, çığır açan bir atılıma girişmişti Shakespeare. İç-dünyayı temsil etme yolarını mükemmelleştirmişti”  Hamlet’in "var olmak ya da olmamak, bütün sorun bu!”   repliği, en unutulmaz ve günümüz insanının da içinde bulunduğu varoluş sorununu anlatmıştır adeta. "Shakespeare'in ölümsüzlüğü bundandır; onun yapıtlarında hem bütün çağların güncelliği ve değişkenliği, oluşmakta olan insanın davranışları, olaylar içindeki tavrı, hem de bireyin kendi varoluşunun özeti vardır”
Kitap okuduğumuz zaman satırlar ilerledikçe içimizden nasıl "beni anlatıyor” ya da "tam olarak hissettiklerimi yazmış” dediğimiz zamanlar oluyor ve o satırları yazma dürtüsünü kendimizde bulup anlıyorsak yazarın kitabındaki bu cümlelerde bana aynı şeyleri hissettirmişti deriz. Aslında kendimi bulma yolundaki bir birey olarak beni sarsan bir etki de bırakmıştı diyebilirim. Burada kendimizi roman karakterinin yerine koymaktan ziyade oradaki ortak duyguyu paylaşıp içimize beliren duyguyla, onları yazma dürtüsünü anlayıp hissetmek daha doğru bir ifade olacaktır.
İnsanın yaşadığı  deneyimler ve bu doğrultudaki sorgulamaları  zıtlık olarak algılanan ama algılananın ötesinde birlikte varolan yaşam-ölüm gerçeğini irdelemesiyle; biraz geriye giderek yaşamın ölümle alakası bellekte kalan imge  geleceğe yer vermeye başlar.
İnsanın kendi varoluşunu en derinlerde sorguladığı bir yöntem olan monologun sanat eserlerine nasıl yansıdığını araştırmanın süreç ve sonucu kişisel çalışmalara da yön ve biçim vermiştir. Bu bağlamda resim ve fotoğraf çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Monologun görsel sanatlarda nasıl yer ettiğinin irdelenmesi, gerçekleştirilen eserlere farklı boyutlar katmıştır. Bu, monolog kavramını sanatsal açıdan irdelemenin başka bakışlara ve odak noktalarına, perspektiflere yerleşerek sanatçıya yeni öznellik potansiyelleri sunarak görsel ve kuramsal düşünme biçiminin, paralel bir yönde düşünme ve üretme gücüne katkı sağlamıştır. 
Bertolt Brecht’in 1934 tarihli Doğruyu Yazmanın Beş Güçlüğü adlı Bildirgesi sanatın, sanatçının, izleyicinin, kamuoyunun üzerinde hala çok geçerlidir.
1. Yazar hakikati yazmak zorunda; burası açık; yazar hakikati saklamaya çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiçbir şey yazmamalı. Güçlülere boyun eğmemeli, güçsüzleri aldatmamalı.
2. Her alanda gizlenen, örtbas edilmeye çalışılan hakikati yazmak güç iş olduğundan, birçoğu için hakikatin yazılması ya da yazılmaması yalnızca bir namus sorunundan ibarettir. Hakikati yazmak için bir tek yürekli olmanın gerektiğini sanırlar. İkinci güçlüğü ise hep unuturlar. Bu ikinci güçlük hakikati bulabilmektir. Hakikati bulmanın kolay bir iş olduğunu kimse söyleyemez.
3. Sanat, hakikati silaha dönüştürebilme, onu bir silah olarak kullanabilme sanatıdır.
 4. Yazılanların fikirler ve sanat yapıtları pazarında karşılaştığı, yüzyıllardır süregelen alışılmış ticari kurallar, yazarı, yazdıklarının sorumluluğunu taşımaktan kurtarıyordu; yazar, müşterisinin ya da çalıştığı yayınevi patronunun, yani aracı kişinin, yazdıklarım herkese ulaştırabildiğini sanıyordu.
Kısacası şöyle düşünüyordu yazar: Ben konuşurum, beni dinlemek isteyenler de dinlerler. Gerçekte yazar konuşuyordu, ama onu parası olanlar (eseri satın alabilenler) dinliyordu. Herkes işitmiyordu konuştuklarını; işitenler de her şeyi duymak istemiyorlardı.
5. Hüner, çok kişiye hakikati ulaştırabilme, onu çok kişiye yayabilme hüneridir.
Leonardo da Vinci, Mona Lisa, 1503, Ahşap Üzerine YağlıBoya, 77 x 53 cm, Louvre Müzesi, Paris, Fransa. Leonardo’nun 1503 yılında yapımına başladığıve dört yıl boyunca hiç yanından ayırmadığı Mona Lisa adıyla bilenen resim ahşap pano üzerine yağlıboya tekniği ile yapılmıştır. Resimdeki yüzünün Lisa adında Floransalı bir kadın olduğu ileri sürülse de net bir verinin olmaması, yüzün kime ait olduğuna dair bir gizem yaratmaktadır. O güne kadar birçok sanatçının figürü yumuşatma ve kenar kontörlerden kurtarma probleminde başarılı olamazken Leonardo çözümü bu tabloda bulmuştur. Sfumato tekniği adı verilen bu teknik ile sanatçı resminde dışhatları çok belirgin çizmiyor, formları gölgede kayboluyormuş gibi belirsiz bırakıyor ve resmin tamamını okumayı seyircinin hayal gücüne bırakıyordu. ”Yani bir formun diğeriyle kaynaşmasını sağlarken, daima hayal gücümüze bir şeyler bırakan, bulanık dış hatların ve yumuşak renklerin kullanıldığı ‘erime’ tekniği. Bu tekniği çok iyi kullanan sanatçı gözlerin ve ağzın köşelerini öylesine ustaca yumuşatmıştır ki portrede ki ifade tam bir gizeme bürünmüştür. Bununla birlikte resmin sağ ve sol tarafları birbirine simetrik değildir. Resimde iki farklı ufuk çizgisi kendini hissettirmektedir. 
Ara Güler ile 21-23 Kasım 2017’de yapılan söyleşilerde Mimar Sinan ile olan bağı ve onun hakkındaki düşünceleri sorulmuştur (Ara Güler, kişisel görüşme, 23 Kasım 2017):
Tamer Akça: Sinan’ı konuşalım biraz. Ayasofya’yı Sinan’ın eserlerini defalarca fotoğrafladınız Mimari sizde ne uyandırıyor, size ne söylüyor?
Ara Güler: Mimari uzakta olan bir şeyi belki kozmos alanı olan bir şeyi hatırlatıyor bana. Şimdi ben gidiyorum Mimar Sinan’ın bir camisini gezerken o boşlukta Allah’ı buluyorum. Yani ben onun boşluğunda Allah’ı buluyorum. Mimar zaten onu onun için yapmıştır ama sen onu anlayamıyorsun. Bina zannediyorsun. Değil. Mimar Sinan’ın bir camisinin içini, avlusunu söylüyorum. Bir duvar, metreye 30 metre, o duvar tek renk beyaza yakın bir renkti. Ne buluyorum ben o duvarın içinde biliyor musun? Mimar Sinan’ın camisine özel oraya diktikleri ağacın gölgesini görüyorum. Günün bir saatinde o gölge onun üzerine düşüyor, o bile düşünülmüş.
TA : Sinan kendi zamanını size mi ulaştırmış oluyor? Devirleri iç içe mi geçiriyor? Sizi etkileyen bu mu?
AG : Beni hiçbir şey ilgilendirmez, ben realist bir adamım. Her şey var sanatın içinde. Sanat mı diyeceğiz demeyeceğiz mi bilmiyorum. Bir önemi de yok benim için.
TA : Bir röportajınızda şöyle diyorsunuz,” Sinan zaman zaman kuş olur, eserlerinin üzerinde gezer ve bakar onlara ne oluyor diye.” Diğer sanatçıların da eserlerinin üzerinde kuş olarak gezdiğini düşünüyor musunuz? Sadece Sinan mı gezer?
AG : İşte ağacı gördüğüm gibi aynısıdır o da zaten. Bir takım parçalar etrafımızda dolaşır, onların gölgeleri düşer. Görsek de görmesek de o gölge vardır.
TA : Nasıl göreceğiz? Nasıl farkına varacağız?
AG : Özel bir objektif icat edeceğiz. …
TA : Sinan’dan bahsediyorduk. İlker Maga’ya demişsiniz ki, “Sinan başka bir dünyanın atmosferini hissettirir bana, kendimi küçülmüş hissederim.” Sinan sadece bir duvar mı yaptı? Nedir, neden o sizi küçük hissettiriyor? Kompozisyonu mu sizi etkiliyor? Işık mı? Işığa hayransınız çünkü.
AG : Kendimi küçülmüş hissediyorum. Yani daha acizlenmiş.
TA : Sinan bunu nasıl başardı? Bunu algılamak da önemli. Bunu herkes hissedemez.
AG : Duvarı kullandı, ışığı kullandı, her şeyi kullandı. Mesela Mihrimah Camiinin tavanını düşün, oraya düşen ışığa dikkatle baktın mı? Ne garip ışıktır o. Bir de çoktur gibi gelir ama değildir.
TA : Mekânı kullanmayı, ışığı kullanmayı biliyor.
AG : Bilinen bir sürü şeyler var. Bazı adamlar farkına varmaz bunun.
TA : Nasıl farkına varacak? Dediniz ya Sinan kuş oluyor eserlerinin üzerinde dolanıyor. Biz o kuşu nasıl göreceğiz? Siz görüyorsunuz, acaba ne yapılması gerekir?
AG : Hiçbir şey gördüğüm yok.
TA : Sinan iç süslemelere çok önem de vermez. Mesela Rüstem Paşa Camii iç süslemelere ağırlık verdiği tek eseridir, başka da böyle yok. Buna rağmen bütün dikkatini mekâna vermiş gibi duruyor. Bu planı özellikle mekâna önem vermesi, iç süslemeleri daha az önemsemesi, mekâna insanların da önem vermesini sağlamak için mi? Neden bizi böyle aciz hissettiriyor? Süsleme olmadığı halde.
AG : İyi ki öyle yapıyor, yoksa kendimizi bir şey zannedeceğiz. Bir sürü insan var mesela kendini mühim bir herif zanneder.
TA : Selimiye’ye gittiğimde oturur etrafı izlerim sadece hiçbir şey yapmama gerek yok. Ezici bir ihtişamı var bence.
AG : Ve çok düzgün, bütün çizgi. Kapının üzerindeki dönen yerleri biliyorsun değil mi. Onlar oturdu mu bitti zaten. İşi bitmiş demek değildir, daha 500 sene dayanır. Mimar için bitti. O biliyor ki birkaç yüz sene sonra yıkılacak.
TA : Bir sanat eseri ısmarlama değilse o sanat eserini neden fotoğraflarsınız? Kültürel hassasiyet mi? Kişisel koleksiyon mu? Neden bir sanat eserini fotoğraflarsınız?
AG : Bilmiyorum ki. Hatırlamıyorum.
TA : Selimiye, Süleymaniye gibi size “gel de beni gör fotoğraflarımı çek, beni başka kuşaklar taşı” diyen, sizi çağıran eser oldu mu?
AG : Süleymaniye. Unik olduğu için, dünyada altı minareli iki
TA ne cami var. Biri şimdi başbakanın yaptırttığı bir de hakikisi.
TA : Bir mimari eseri nasıl çekmek gerekir? Hem teknik, hem de estetik olarak soruyorum. Sabit bir eserden bahsediyoruz.
AG : Bakacaksın ışık nereden geliyor, o eseri sana iyi anlatıyorsa onu iyi kullanacaksın. Etrafında, içinde neresinde dolaşırsan dolaş. Sonuç olarak en güzel anlatanı çekmiş oluyorsun.
TA : Reprodüksiyon çekimlerini nasıl yapıyorsunuz? Teknik olarak soruyorum.
AG : Işığa dikkat edeceksin. Anlatabiliyor mu eseri, bakacaksın. Mimar Sinan olduğu veya bilmem ne olduğu anlaşılıyor olması lazım ki çekesin. Yoksa niye çekiyorsun evine git. 


Fovizm, kübizm, fütürizm gibi birçok sanat akımının da tam anlamıyla saf soyut olarak, görsel gerçekten uzaklaşmadığını görebiliriz. Sanatın da doğa gibi kendine özgü gerçekliği olduğuna inanan Kandinsky’ye göre: “Sanat doğayı taklit etmeyi bırakmış kendi doğasını ortaya koymuştur”
İlk önceleri Tanrı taklit ediliyordu, doğaya rağbet vardı. Şimdi ise sanatçı kendi tanrılığını ifşa etmeye çalışıyor. Saçmalıklarını artırdıkça en ulu tanrı olmaya çalışıyor.
"Artık yaşamıyoruz, yaşanıyoruz; hiçbir özgürlüğümüz kalmadı, kendimiz hakkında karar veremiyoruz, tükendik ruhsuzlaştık, doğa insansızlaştı(...) Daha önce hiçbir dönem böyle bir dehşetle, bu kadar derin bir ölüm korkusuyla sarsılmamıştı. Dünya hiçbir zaman bu kadar sessiz, mezar kadar sessiz olmamıştı, insan hiç bu kadar anlamsızlaşmamış, kendini bu kadar ürkek hissetmemişti, mutluluk hiç bu kadar uzak, özgürlük bu kadar ele geçmez olmamıştı. Kulaklara acının haykırışı doğuyor, insan ruhu için ağlıyor. Çok şeye gebe zaman bir büyük ızdırap çığlığı. Sanat da bunun dışında değil; o da bir yardım umarak karanlıklara sesleniyor; işte dışavurumculuk bu."
(BAHR, H. Modernizmin Serüveni. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Çev: Doğan Şahiner., ? :229)

E. H. Gombrich(1909-2001), “Sanat diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır.”
Kendim hakkında böyle düşünüyorum, benim her şey olduğumu ve benden başka hiçbir şey olmadığını; gördüğüm her şeyin bu olduğunu, çok cepheli, çok düzlemli varlığımı, kendimi gördüğümü söylerken, kendimi ilahlık katına yükseltiyorum. (…) Dünyalar benim bilincimde yaratıldığından, her şeyin başlangıcı benim. Tanrı’yı arıyorum. Kendi içimde kendimi arıyorum.
Rus ressam Kazimir Maleviç “Tanrı Devrilmedi”
[Maleviç’in kendine bu üstün niteliği, Tanrı oluşu atfetmesinin en büyük nedeni, ne maddeci bir ateist oluşu ne de anarşist çevreye yakınlığıdır.]
Mondrian’ın sanatında açık teozofist simgelemeler Mondrian’ın yakın arkadaşı ve eleştirmen-yazar Michel Seuphor, Mondrian’ın 1899 yılında ilk defa teozofi kavramı ile tanıştığını ve bu yıldan itibaren bu konuda yoğun okumalar yaptığını aktarmaktadır. (Seuphor, 1956, 56-58)
Mondrian’ın teozofi ile olan ilişkisi, 1909 yılında Hollanda Teozofi Cemiyeti’ne üye olmasına kadar okumalarla ve cemiyetin üç ayda bir yaptığı toplantılara katılmakla gelişir. Mondrian’ın bu süre içerisinde teozofi öğretisinin kurucularından olan H.P Blavatskaya’nın Gizli Öğreti, Alman Teozofi Cemiyeti liderleri Annie Besant ve C.W. Leadbeater’in Düşünce Şekilleri ve Görünen ve Görünmeyen İnsan adlı kitaplarını okuduğu ve Steiner’in Hollanda’da verdiği konferansı izlediği bilinmektedir.
Dostları tarafından okuduğu hemen hiçbir kitabı elinde tutmadığı söylenen Mondrian’ın Blavatskaya’nın kitabını ömrü boyunca sakladığı belirtilmektedir.
1900’lü yılların başlarından itibaren resimlerinde öne çıkmaya başlayan teozofist simgeler bu yıldan itibaren resimlerinin egemen öğesi haline gelmektedir. Kendisi de bir tasarımcı ve mimar olan Rudolf Steiner’in gerçekliğin bilgisini edinebilecek özel kişiler arasında saydığı teozofistler, durugörülü kişiler ve filozofların yanına sanatçıları eklemesi de sezgi yoluyla edinilen bilgiyi daima sanatçının üstün bir vasfı sayan Mondrian’ın kimlik arayışında ve sanatının bu erken döneminde teozofiye olan inancının güçlenmesinde etkili olmuştur. Teozofi düşüncesinde yer alan görmeyi unutmuş varlığımızın tinsel gözlerini, gerçek, tinsel bilgiye açmak, bunu da kişiyi üç aşamalı bir eğitimden geçirip, özel kişi haline getirmekle gerçekleştirdiği savunulan tinsel evrim savı, özellikle 1911 tarihli Evrim Üç Kanatlısı’nda her adımda izlenebilmektedir. Tinsel evrimin bu adımları hazırlanma, aydınlanma, özel kişi oluştur. Hazırlanma imgelemle; aydınlanma esinle; özel kişi oluş sezgiye, sezgisel bilgiye ulaşmakla mümkündür. Bu üç aşama süresince adaylar sınanır, arılaştırılır, güçlendirilir, böylece tinsel yükseliş başlar. (Galbreath, 1986, 388-389) Mondrian bu savı sadece betimlemekle kalmamış, bu üç basamağın sanat üretiminde esas olduğunu, daha sonraları kaleme aldığı yazılarında sıkça vurgulamıştır. Bu resim Mondrian’ın bütün sanat üretiminde bu denli açık bir simgeciliği uyguladığı tek yapıt olmasıyla da önemlidir.
   Sol kanatta tinsel yükselişe hazırlanmakta olduğunu gördüğümüz dişi figürün omuzlarındaki çiçek benzeri motifler, doğrudan Çarkıfelek Çiçeği tablosunu anımsatmaktadır.
Mondrian şüphesiz, tinsel kurtuluşa giden bu hazırlanma sürecini İsa’nın çilesine benzetmiştir. Dişi figürün omuzlarından çıkan bu çiçekleri aynı zamanda bu hazırlık evresinde meyve vermeye başlamak olarak değerlendirmek de mümkündür. Sağ kanatta bu çiçekler altı köşeli yıldıza dönüşmektedir. Altı köşeli yıldız dinsel sembolik arka planının yanı sıra Teozofi Cemiyeti’nin sembolüdür. Nitekim bu eserde Steiner’in iddia ettiği tinsel aydınlanmaya yani özel kişi oluşa doğru giden öğrencilik yani aydınlanma süreci adım adım yaşanmaktadır. İç yaşamını bu anlamda etkileyebilen, tinsel kavrayışta adım adım ilerler. (…) Bu dünya ile ilgili gerçeklerin ne anlama geldiğini öğrenir (…) İnsan neslinin büyük tinsel-önder güçleri ona, anlamını ancak şimdi kavrayabileceği bir biçimde bilgeliğin gizlerini açarlar. (…) Kavrayış yolcusu bilgeliğin öğrencisi olur. (…) Kavrayış ışığı artık dışından aydınlatmaz, kendisi bu ışığın kaynak noktasında yer alır. (Steiner, 2002, 162-163) Yolculuğun son basamağında yani özel kişi oluşun betimlendiği merkez panoda, adeta Steiner’in aktardığımız cümlesi betimlenmektedir. “Kendi ışığı ile aydınlanan” figürün meditasyon halinin sona erdiğini ve gözlerini kocaman açıp bakmakta olduğunu görürüz. O artık, Steiner’in deyimi ile gözleri tinler ülkesine, tinsel gerçekliğe açılmış olan kişidir. (Steiner, 2002, 113-114)
 Bu “gören kişi” oluş imgesi, figürün başı etrafındaki hale ile de desteklenmektedir. ‘Gören kişi’ için ruhsal yaşamın kendine özgülüğü hale ile açıklık kazanır. (Steiner, 2002, 113-114) Bu tinsel süreç sadece figürün deneyiminin öykülenmesi ile değil, renk seçimi ve rengin uygulanma biçimi ile de ifade edilmektedir. Yoğunlaştırılmış, ancak ışığını içinde barındıran mavinin gücü ile kırmızı ve sarının güçlü kontrastı beslenmektedir. Mondrian’ın eserini sadece ana renkler ve bir renk olmayanla –beyaz- oluşturması sezgisel bir tavır mıdır bilinmez, ancak bu renklerin teozofist Düşünce Şekilleri metninde yüklendikleri sembolik anlam açıktır. Bu metne göre kişi net olamadığı, karmaşık duygu ve düşüncelere sahip olduğunda düşünce-şekillerinin rengi arı değildir ve değişkendir, değişkendir çünkü henüz kendi varlığının idaresini taşıyamadığı için başka düşünce biçimlerinden etkilenmektedir. Kişi kendi varlığına haiz olunca bu renk arılaşacaktır (Besant ve Leadbeater, 1988, 20).
Yine aynı metinde parlak mavi dinsel duygunun ve adanmışlığın ifadesiyken, çiçek formu özveri ve kendini adamanın simgesi olarak değerlendirilir. Metinde koyu ve parlak kırmızı soylu öfkenin, siyah kötülüğün rengi olarak ifade edilmektedir. Nitekim sol kanattaki çileyi ve arınma mücadelesini temsil eden çarkıfelek çiçeği, kötülüğü zapt etmeye, sınırlandırmaya uğraşan bir öfke gibi kırmızı ve siyahla oluşturulmuştur. Sağ kanattaki altı köşeli yıldızın altın sarısı ise aydınlanmanın, bilgeliğin halesinin rengidir. (Besant ve Leadbeater, 1988, 25-41) Merkez panoda bu altın sarısı, figürü neredeyse tamamen kuşatmıştır. Mondrian’ın 1910 tarihli Kumul adlı tablosu bu dönemde en çok kullandığı temalardan biri olan Hollanda sahilindeki kumulları resmettiği eserlerden biridir. İleride “kıvrımlı yapısından dolayı ve ufki düzlük hissi yarattığı için kadın ruhunun deniz ve kumulların yatay çizgilerinde bulunacağını” yazacak olan Mondrian’ın bu eserinde resmedilen kumul, daha ziyade teozofist kurama göre arı bilgeliğin rengi olan altın sarısının, saf dinsel sevginin parlak mavisi ile birleşmesi sonucunda gizemli bir yolculuğa giden yönü işaret eden bir yükseliş duygusu ile betimlenmiştir. Blavatskaya’nın öğretisine göre teozofinin başlıca amaçları dinsel dogmacılıkla ve bilimde maddecilikle mücadele etmek; evrenin yasalarını bilimsel olarak araştırmak; insanın gizil güçlerini ve insanlığın kardeşliğini geliştirmektir. Teozofi Hıristiyan kilisenin aksine Doğu dinlerinin öğretilerine, özellikle Budizm’e ağırlıklı yer verir ve İsa’yı Hıristiyan kilisesinden bağımsız olarak bir sembol olarak kullanır. Blavatskaya’nın gizli öğretisi bilim, din ve felsefenin bir sentezidir. Blavatskaya’nın bu anlayışı özellikle Mondrian’ın yeldeğirmeni ve kilise kulesi betimlerinde adeta görselleşmektedir. Geometrik bir anıtsallıkla yükselen değirmenler ve kuleler, ilahi varlıklarını yansıtırken, teozofist renk ve sembollerle, özellikle teozofist aydınlanma sürecinin temel bir unsuru olan yükseliş duygusuyla beslenirler. 1911 tarihli Kırmızı Değirmen Mondrian’ın yaklaşık 1900’lerin başlarından beri sıklıkla kullandığı bir tema olan yeldeğirmeni motifini adeta teozofist bir simgeye dönüştürmektedir. Devasa gövdesi ve kırmızının yarattığı kararlılık ve sağlamlık duygusuyla bir anıtsallık yaratarak göğe doğru ulaşan bu değirmenin kolları ise adeta Evrim Üç Kanatlısı’nın merkez panosundaki figürün başının çevresindeki haleyi işaret etmektedir. Bu eserde değirmen adeta kendi içine yönelmiş, tinsel varlığını keşfetmiş ve kendi ‘özerk’ varlığının idaresini eline almış bir insan figürü gibi sapasağlam durmakta ve insanın doğaya bağlı kökeni –toprak- ile, tinsel varlığına ve bunun simgesi olarak ulaşmaya çabaladığı gökyüzü arasında güçlü bir dengeyi sağlamakta, bir yandan göksel olanla temas ederken bir yandan da dünyevi varlığını güçlendirerek toprağa adeta kök salmaktadır. Evrim Üç Kanatlısı’nda olduğu gibi burada da renkler olabildiğince indirgenerek iki ana renkte, kırmızıyla mavide ve onların güçlü kontrastlarında karar kılınmıştır. Bu kontrast resmin ilahi mesajını güçlendirirken, yükselme duygusunu artırmaktadır. Toprağın renginin de maviye çalması tinsel bilgiye erişmiş kişinin –sanatçının-, maddi dünyaya bu tinsel varlığından ve bilgisinden bir şeyler katacağı olarak yorumlanabilir. İlerleyen yıllarda Mondrian’ın resminin temelini oluşturacak olan ve burada yerin yatay kuruluşu ve değirmenin dikey kuruluşu ile ortaya konan yatay-dikey, eril-dişi kontrast, değirmenin kollarının yerleştirilmesi ile bir anlamda dengelenmekte ve bu kollar hem göksel olanla temas kurarken hem de değirmeni “dünyevi” olanda zaptetmektedir. (Alıntı)
Hollandalı ressam Piet Mondrian’ın (1872-1944) geometrik soyut bir resim biçemi olan yeni-plastik resim dilini, temelde insanın birtakım duyuüstü beceriler geliştirerek maddi gerçekliğin ötesini, aşkın olanı idrak edebileceği savına dayanan metafizik bir öğreti olan teozofi ile tanışması sonucunda, sanatının özgün bir dönüşüm sürecine girmesi ile sanatının geleceğin aydınlanmış insanına anahtar olacak bir anlayışını kurgulamıştır. Mondrian’ın ızgara resimlerinde yatay dikey karşıtlığına nasıl kaynaklık ettiği ortaya konmuştur. Spinoza’nın geometrik bir temele dayanan ontolojisinde cevher hakkında bilgi edinmenin yolları olarak sunulan ve cevherin sıfatları olan düşünce ve uzamın, Mondrian’ın ızgara resimlerinde, rengi kapamadan sınırlandıran dikeylik unsuru ile renk elemanının ilişkilerine yorum getirmiştir. Ayrıca Spinoza’nın ontolojik tartışmasının önemli noktalarından biri olan sonluluk-sonsuzluk ilişkisinin Mondrian’ın ızgara resimlerinde tuvalin dışında da devam ettiği düşündürülen şeritlerde ortaya konduğu ve bu şeritlerin hem Spinoza hem de Mondrian’ın hakikate götüren bilgi olarak gördüğü sezgisel bilgi biçimine işaret etmiştir.
Bir gün, iki cinsin birleşip tek bir yetkin varlık olacağı şeklindeki teozofist inançta olduğu gibi, dikey/eril ve yatay/dişi eleman burada birbirlerinin niteliğini karşılıklı olarak içermektedirler.
Bütün bu nedenler Izgaralı Kompozisyonda (...) şimdilerde bazı parçaları  biçiminde asıyorum, böylece kompozisyon + gibi oluyor; buna karşın ◇ şeklinde asarsam kompozisyon x gibi oluyor.

https://www.youtube.com/watch?time_continue=26&v=Ar7lJ7kh8yo
“Sanatkârın Ölümü”
Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrı’da kaldı.
Geldi çattı en son ölmek.
Ne bir yemiş, ne bir çiçek;
Yanıyor güneşte petek;
Bütün bal arıda kaldı.
(Cahit Sıtkı Tarancı)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar