Hüzün, Melâl, Aşk
“Hüzün”
kelimesi Arapça kökenli olup ‘üzülme’, “iç sıkıntısı, kalb üzüntüsü, keder,
tasa, gam” , “Gönül üzgünlüğü, gönül kırgınlığı, iç kapanıklığı” olarak
karşılamaktadır.
Bu bağlamda Hazreti Peygamber’in, “Kur’an hüzünle indi. Siz de onu
okuduğunuzda ağlayınız, ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapınız.” hadisi kanıt
olarak kullanılmaktadır.
“Melâl”
Lugatlerde şu şekillerde tanımlanmıştır: “ Usanç, usanma, bıkma... sıkılma,
sıkıntı” , “Can sıkıntısı, usanç, bıkkınlık; ruhu kaplayan sıkıntı, üzüntü,
keder” Gamlılık. Zaaf ve fütûr”
Bu tanımlara baktığımız zaman “hüzün” ve “melâl” arasında bazı
farklar var gibi gözükse de, esasında aynı denilebilecek derecede yakın
anlamlarda olduğu görülmektedir. Ancak “melâl”, ‘hüznün biraz daha koyusu, daha
ağırı, daha ağırlaşmış, kronikleşmiş, âdeta hayat tarzı hâline gelmiş bir hâli’
olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Hüzün”, insanoğlunun insanlık vasfını gösteren ve onun en hassas
duygularının başında gelmektedir. Bu duyguyu âcizlik olarak görenler de vardır;
ancak bu duygu konusunda uzmanların verdiği önemli bilgi ve vardıkları önemli
kararlardan biri, bunun insanlar için bir âcizliğin değil, bir tecrübenin, bir
imkânın, hattâ bir yüce hasletin ifadesi olmasıdır. Fakat modern çağda “hüzn”,
bir nevi ‘hastalık’ olarak görüşmekte, kronik bir sorun hâline gelmekte,
depresyon gibi ciddi sorunların müsebbibi, hattâ sonu intihara kadar varan
vahim bir hâl olarak algılanmaktadır. Psikiyatri profesörü Kemal Sayar
diyor ki.
“Oysa hüzün insan hayatının olmazsa olmaz bir parçası.
Kadim dinî geleneklerde hüzne olumlu bir anlam atfedilmesi, onun insanı
zenginleştiren bir tecrübe olarak sayılması, modern zamanlarla birlikte terk
ediliyor. Modern zamanlar hayatımızdan hüznü, acıyı ve ağrıyı uzaklaştırmak
istiyor. Tabiî ölümü de. Izdıraba tahammül Budizm’den İslâm’a dek pek çok
gelenekte kişinin ruhsal gelimi için hayatî önemi haiz bir meziyet olarak
görülürken, günümüz toplumunda böylesi bir durum ancak marazî olarak
görülebilir”
Carrel’e göre, “Gözlemlemesini, görmesini bilen için, her insanın yüzünden
onun beden ve ruh tarifini okumak mümkündür”
Hüzün konusunu ele alırken “Ya’kub hüznü”nden de bahsetmek gerekir. Hz.
Yusuf’un başına gelen olaylardan dolayı Hz. Ya’kub’un çektiği acı ve
ıstırabları Kur’ân, “hüzün” kelimesiyle ifade etmiştir. Yusuf Suresi 85. ayette
hüzün verilmiştir: “Allah’a yemin olsun ki, dediler, halâ Yusuf’u anıp
duruyorsun. En sonunda üzüntüden eriyeceksin veya yok olanlara karışacaksın”.
Yine aynı sûrenin 86. âyetinde hüznün nasıl takvaya dönüştüğü, “(Yakup), “‘Ben,
dedi, derdimi ve üzüntümü ancak Allah’a şikâyet ederim ve Allah’tan sizin
bilemeyeceğiniz şeyler bilirim” ifadeleriyle gösterilmektedir. “Hüzün”
hadislere de girmiştir. Çünkü Hz.Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem, bir
“hüzün peygamberi”dir.
“Hüzün ve türevleri hadislerde de değişik konumlarda kullanılmıştır. Bu
hadislerin bazılarında ölüm gibi acılı olaylar karşısında hüzünlenmenin normal
olduğu (Buhârî, “Cenâ’iz”, 44; Ebû Dâvûd, “Cenâ’iz”, 24),
Kur’anın hüzünlü bir ortamda indiği (İbn Mâce, “İkâme”, 176),
İnsanları hüzünlendiren sıkıntıların günahlarına kefaret olacağı (Müsned,
VI, 157),
Allah’ın musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalbleri azaba
uğratmayacağı (Buhârî, “Cenâ’iz”, 45, “Merdâ”, 1; Müslim, “Cenâ’iz”, 12,
“Birr”, 52),
Hz. Peygamber’in acı ve hüzün veren sıkıntılara uğramaktan Allah’a
sığındığı (Buhârî, “Cihâd”, 74, “Da’avât”, 35, 40; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 32)
ifade edilir”
“Hz.Ali’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur:
Marifet sermayem, akıl dinimin aslı, sevgi temelim, arzu
bineğim, zikrullah dostum, itimat(güven) hazinem, hüzün yoldaşım, ilim silahım,
sabır gömleğim, rıza kazancım, fakirlik övünç vesilem, zühd mesleğim, yakin(şüphesiz
inanç) kuvvetim, doğruluk şefaatçim, hakka itaat şerefim, cihad ahlakımdır,
gözümün aydınlığı ise namazdadır”
“Hüzün” bir psikolojik unsur mudur;
bir hastalık mıdır?
Yoksa bir depresyonun semptomlarından sadece biri midir veya bir sonuç
mudur?
Bu soruların cevabı hüzne sebep olan şeylerde aranmalıdır.
“Aşk, kadın, ölüm, melankoli” gibi, hüzne sebebiyet veren bazı unsurlar
olduğu gibi, “intihar” da bazen bir sonuç olabilmektedir. Hüzne sebebiyet veren
unsurların başına “aşk”ı getirmek herhalde yanlış olmayacaktır; çünkü “aşk”
diğer hususları da bünyesinde barındırmaktadır.
Aşk
“Arapça “ışk” kökünden gelen aşk
lügatte, sevda, aşırı ve şiddetli sevgi; bir kimsenin kendisini bütünüyle
sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona bağlanması,
yakınlık duyması ve düşkünlük göstermesi manalarına gelir. Yine aynı kökten
olup, “sarmaşık” anlamına gelen “aşeka” da, aşk kelimesi ile ilgilidir. Nasıl
ki, sarmaşık kuşattığı ağacın suyunu emer, yaprağını soldurur bazen de
kurutursa, sevgi de sevenin sevgilisinden başka şeylerden ilgisini, alakasını
kestirir ve onu soldurur”
Yukarıda da ifade edildiği gibi ‘sarmaşık’ ile ‘aşk’ kelimeleri arasında
bir bağlantı vardır. Bu dikkate değer bir şeydir. Çünkü:
“Aşk, aşkını dile getiremeyenlere, sevdiğinden uzak
düşenlere veya aşkını ilan edip de karşılık bulamayanlara ıstırap veren; aşkını
anlatıp da karşılık bulanlara ve sevdiğine kavuşanlara da mutluluk veren bir
yapıya sahiptir. Tüm bunların en kısa ve etkili anlatım türlerinden biri şiir
sanatıdır. Aşkın içe ait bir sanat olmasının yanında şiir de Ahmet Hamdi
Tanpınar (1901-1962)’ın betimlemesiyle bir iç kale sanatıdır. Şiir, aşkı
ebedileştiren bir sanattır. Dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında
da aşk şiirlerinin önemli bir yeri vardır...”
Aşkı ve aşkın şiire etkisini söz konusu edenler, onun Yavuz Sultan Selim
Han’a nüfûzunu meşhur hikâyesiyle tahkiye etmekten geri durmazlar.
Rivayetler odur ki,
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferinde halifenin kızı,
bazılarında da otağının temizliğini yapan bir Türkmen kızı, konakladığı yerde
hünkâra âşık olur. Bu yer bazen halifenin konağı bazen de padişahın otağıdır.
Ancak Yavuz’un celâlinden korkar. Buna rağmen, aşkın verdiği cesaretle gizli
gizli de sultanın odasına “Seven insan neylesin”mısraını yazar. Odasında bu
dizeyi gören han şaşkınlıkla bakar ve “Hemen derdin söylesin” karşılığını
verir. Kızcağız odada karşılığı görünce hayretle “Ya korkarsa neylesin”
dizesiyle derdini makama sunar. Padişah bu dizeyi de boş çevirmez “Hiç
korkmasın söylesin” mısralarını yazar. Bir zaman sonra padişah bu kızın kim
olduğunu öğrenir ve derhal düğün dernek kurulur. Kız, aşkının şiddetinden
dolayı düğünün son günü ölür. Yavuz’un derin hüznünü gösteren mısraları, bu
gencecik kızcağızın mezar taşına işlenir:
“Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebun etti felek.”
Bazı kelime ve tamlamaların anlamları şöyledir:
Merdüm-i dîde: Gözbebeği. Füsûn: Sihir, büyü. Girye: Gözyaşı. Füzûn: Çok
fazla. Eşk: Gözyaşı. Hûn: Kan. Şîr: Arslan. Lerzân: Titrek, titreyen. Âhû:
Ceylan. Zebun: Zayıf, güçsüz, âciz.
*Günümüz Türkçesi ile şöyledir:
Bilmem ki felek gözlerime nasıl bir büyü yaptı
Felek gözyaşımı öyle çok artırdı ki gözyaşım kan oldu
Aslanlar hiddetimin pençesinden tir tir titrerken
Beni bir ceylan gözlü sevgili karşısında zayıf bıraktı
Bu olaya benzeyen bir başka olay da, asr-ı saadette olmuştur. “Peygamberle
nikâhı gerçekleştiği haberi kendisine müjde edildiğinde aşırı derecede sevinen
Esma Hanım, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem ile bir araya gelmeden
vefat etmiştir. Allah rahmet eyleye. Esmâ’nın adını Sena olarak gösterenler
de vardır”
Mısır Sarayındaki Zeliha’nın Hz. Yusuf’a olan aşkı da,
aşk bahsi açısından önemlidir.
“Ahsenü’l-Kasas buyurulmuş Yusuf sûresinde; aşkı anlattığı için bu sûre.
Mevlâna “Zeliha o hâle gelmişti ki..diyor,
“... çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu onun için. Yusuf
un adını başka adlara gizlemişti; mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte
yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu,
dese; söğüt dalı yeşerdi, dese (...); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı
geçti, iyiyim, dese hep ayrı mânâları vardı bu sözlerin. Birini övse onu
överdi, birinden şikayet etse onun ayrılığım söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin
adını ansa, maksadı da Yusuf tu onun, dileği de..”
Aşkın İlk Belirtileri
• İnsanın içinde sürekli bir
coşku, kıpırtı olur.
• Herkes dost görünür, her
şey olumlu karşılanır.
• Sevilenle görüşülecek
saatler iple çekilir.
• Kişi çok duygusallaşır,
kolayca ağlar.
• İştahı kesilir, uyumakta
zorlanır.
• İşler önemini kaybeder.
• Dalgınlık artar, başka
konulara dikkat göstermek zorlaşır.
• Kulak sürekli telefondadır.
• Sürekli maşuku mutlu
edeceği düşünülen hayaller kurulur.
• Onun ilgilendiği şeylere
ilgi duyulur.
• Her zaman ve herkesle onun
hakkında konuşmak isteği duyulur.
• Onunla ilgili her türlü
haber takip edilir.
• Onu düşünmek insanın
yüzünde garip bir tebessüme yol açar.
• Aslında insanın âşık olduğu
gözünün parlamasından anlaşılır”
Bu maddeler, aşkın hüznün kaynaklarından olduğunu açıkça göstermektedir.
Platonik Aşk/ Mor Aşk
Platonik aşklar gözü kara aşklardır diye yorumlanabilir. Tutkulu,
takıntılı, tozpembe, zor, aşırı sevdalı, hassas, kırılgan... ve de belki de en
hüzünlü aşklardır. Aşka âşık olmaktır dâima aşkı yaşamaktır aslında. Platonik
aşk’a düşenler için aşkları her zaman, eksiksizdir, kusursuzdur, mükemmeldir ve
de ayın on dördü gibidir. Platonik aşklar âşığı biraz da sanatkâr yapar. Aşkın
devamı vuslat değil hicrandır. Bu da koyu bir hüzündür. Eflâtunik aşklar biraz
eflâtunidir; morumsudur. “Sanatçı kişilik, tolerans ve düşünce gücü, mor
renk ile bağlantılıdır”
Bu rengin uzman gözüyle tamamlayıcısının sarı olması ilginçtir. “Sarı
renk açık görüşlülüğü ve ilhamı simgeler. Parlak bir renk olmasından dolayı da,
bilgiyi ve bilgeliği ön plana çıkarır. Sarı renk, tüm bu özelliklerine bağlı
olarak entelektüel bir bakış açısı ve anlayışla da uyuşur”
“Platonik aşk”ın ‘mor aşk’ olması, eflâtunik âşığın da sanatçı
ruhla çoğu kere şiirler yazmasına, ya da bir tuvale ayrılık hoşnutluğunu
kazımasına vesile olmaktadır. Sarının özellikleri de bu bağlamda verilmiştir: “Derin
bir karamsarlığa ve zihinsel depresyona sebep olabilecek özellikleri de
bünyesinde barındırır”
Bu da eflâtunik âşığın hâllerinden sayılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki,
bu aşk tarzı, kültürümüze esas itibariyle uymamaktadır; çünkü, nihai noktada
varılan yorumlara göre, ‘sapkınlık’ halidir. O bakımdan bizdeki şekline,
“hayâlî aşk” veya “manevî aşk” demek her halde daha doğru ve yerinde olacaktır.
“İlk büyük sufiler, aşk kelimesi
Kur’an-ı Kerim’de geçmediği için “hub” ve “muhabbet” kelimelerini tercih
etmişlerdir”
“Demirle mıknatısın hâli” misâli insanda artık aşkın, dayanılmaz, tatlı,
heyecanlı, mutlu, cezbeli, cazibeli aşkın çekiciliğine doğru kendini
bırakmıştır. Bu aşırı mutluluk, bu aşırı aşk, hüznün de bir sebebidir. Çünkü
aşırı sevgi yani aşk, vuslatı ister; vuslat olmayınca da hüzün başlayacaktır. Aşk
zâhirde de bâtında güçlü ve hüzünlendirici özelliğe sahiptir. Fuzûlî’ nin
söylediği,
“Aşk derdiyle höşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur”
“Aşk derdinden memnun olduğu ve bununla yaşadığı için, derdinin iyileşmesi
Fuzûlî için ölüm demektir. Şair beyitte aşksız yaşayamayacağını söylüyor. Öte
yandan aşk derdinin çaresi yoktur. Çaresi ancak ölüm olabilir.
Tasavvufî bakımdan da ilâhî aşktan kurtulmak âşık için manevî ölüm
demektir.
Ayrıca doktorlar aşk derdine ilâç veremez, çâre bulamazlar. Şair doktor
“hiç boşuna uğraşma” demek istiyor. Aşk derdinin çaresi yine sevgilidir”
Aşk her dâim vardır. Ama neden her dâim vardır?
Neden ölümsüzdür aşk?
Buna verdiği cevap tatmin edici olmaktan uzaktır.
Kısaca “yaşam aşktır”
Melankoli
Aşkın çok ağır ve hatta bir kat daha üstte bir basamağı vardır ki, bireyin
fizyolojisini tehlikeli boyutlarda bozma kuvvetine sahip, psikolojisini yok
etme seviyelerine kadar getirebilecek düzeyde gücü olan, genellikle de sonunda
intihar ipini boğaza geçirtecek, revolveri şakağa dayatacak, zehri sineye
çektirecek kadar intihara meyillidir. Psikolojik hastalıkların derininde
fizyolojik bir temel aranabilir. Vucuttaki salgıların miktarının bozulması
psikolojik sorunlara sebep oluşturabilmektedir.
“Bu hastaların, kara maya gibi kustukları, kusmuğun bazı
kereler kanlı, şarap posası ya da mürekkep balığı salgısı gibi kara, ekşi ve
keskin olduğu... kusanların ağızlarının, boğazlarının yandığı
anlatılmaktadır...”
“Sophokles, Trakhis Kadınları trajedisinde, melankoliyi isim olarak değil,
“kara safra gibi.” diye sıfat olarak kullanmıştır. Sophokles’e göre melankoli
bir olgu değil, durumdur”
“Karasevdalılarda
gözlenen, dış dünyaya ilgisizlik, insanlardan kaçma, kendi iç dünyalarına göç,
güçsüzlük, acılı ruhsal huzursuzluk, mutsuzluk, kendini suçlama, hatta hezeyan
ve sanrılar gibi bulgular, melankolide gözlenenlere benzerlik gösterir. Ancak,
gene de karasevdalı insanlar, içinde bulundukları çaresizliğe bir neden
gösterebilirler. Sevdalandıkları insana kavuşmaları durumunda tüm sorunlarının
çözüleceği sanısını taşırlar. Böyle bir durum, melankolide söz konusu olamaz”
İntihar
İntihar en basit tarifiyle bireyin veya bireylerin hayatlarına kendi
istekleriyle son ver-meleridir. Elbette ki bu son veriş normal bir ölüm
değildir. Altında yatan muhakkak ki yoğun hüzünler bulunur.
1) Nilgün Marmara: Nilgün
Marmara’nın boşluğa atlayışı.
“Nilgün Marmara 29 yaşında, Beyoğlu’nda evinin balkonundan kendini aşağı
bırakarak intihar etti.
Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi günlüğü ölümünden sonra yayınlandı.
(Kırmızı Kahverengi Defter)”
2) Nazir Akalın: Hüznü melâle
doğru gitmiş şâirlerden bir diğeri olan Nazir Akalın.
Nazir Akalın Ankara’da bir banliyo trenin altında kalarak hayatını
kaybetmiştir. Ancak Akalın’ın yakın arkadaşlarından onun intihar ettiğini
tahmin ettiklerini söyleyenler de vardır.
3) Hüseyin Alacatlı: Hüseyin
Alacatlı’nın zehri soluyarak intiharı.
“Hüseyin Alacatlı, 23 Mayıs sabahı şofben zehirlenmesi (LPG) suretiyle
intihar etti”
4) İlhami Çiçek: İlhami Çiçek’in
şifa için yattığı hastaneden kendini bir cinnet anında yere bırakışı. “1982
yılında Tokat’ta kısa dönem askerlik görevine başladıktan sonra rahatsızlandı
ve bunalıma girdi. Bir süre hastanede tedavi gördü. Mevki hastanesindeyken
geçirdiği bir kriz sonucu bulunduğu hastanenin beşinci katından atlayarak
intihar etti”
5) Rabia Bayraktar: Rabia
Bayraktar’ın denize atlayarak intiharı seçişi.
S. D. Karahaliloğlu Ahmet Günbaş’la yaptığı söyleşisinde Ahmet Günbaş Rabia
Bayraktar’ın Kordon’dan denize atlayarak intihar ettiğini ama bazılarının onun
kalorifer borusuna kendini astığını söylediklerini ama olayın aslını Nedret
Gürcanla yazışmalarıyla öğrendiğini ifade ediyor
Bu derin hüzün sonrasında oluşan ölümün çağrılışında kullanılan yöntemler
çağrışımlar olabilir. Neden bazıları atlayarak, bazıları zehirle, bazıları
boğularak intiharı seçmişlerdir?
Bu sadece bir tesadüf mü? Yoksa başka bir sebebi mi var aceba?
Cinnet hâlinde akıl dağıldığı için çağrışımdan söz etmek belki zor
olacaktır; ama tasarlanmış intiharlarda çağrışımın var olması muhtemeldir. Şâir
hayattayken yazdığı şiirleriyle bir şeyler anlatmak isteyen farklı bir insan
olduğu için ölümüyle de bir şeylere çağrışım yapmak isteyebilir. Psikiyatri
Profesörü Jamison’un kitabından aldığımız bazı bilgiler şaşırtıcıdır:
“1970’lerde yapılan bir çalışma hem kadınların hem de
erkeklerin ilaç ve zehirleri “en makbul” intihar biçimleri olarak gördüklerini
ancak erkeklerin ateşli silahları daha “erkeksi,” etkili ve kullanımı kolay
olarak algıladıklarını saptamıştır. Kadınların ilaç ve zehirleri tercih etmesi
bu yöntemlerin acısız, erişilmesi ve kullanımı kolay olarak algılanmasından
kaynaklanmaktadır. Çirkinleşme korkusu kadınların şiddet içermeyen intihar
yöntemlerini seçmesinin muhtemel bir sebebi olarak ileri sürülmektedir, ne var
ki buna dair kanıtlar pek azdır.
Yaşında intihar seçiminde rolü vardır. Antik çağlarda olduğu gibi günümüzde
genç insanlar genellikle asmayı tercih etmektedir. Yüksek bir yerden atlamak ve
kendini hareket halindeki trenin önüne atmak da gençlerin tercih ettiği
yöntemlerdir. Ateşli silahları gençlerde yaşlılarda kullanıyor, ama gençlerin
kullanımı giderek artmaktadır. Psikopatolojinin türü ve derecesi de seçilen
yöntemi etkiler. Ağır ruhsal hastalıkları olan hastaların kendilerini kesme,
trenlerin önüne atlama ya da özellikle acayip ve sakat bırakması muhtemel
yöntemleri seçme olasılıkları daha yüksektir”
“Sembolizm ve çağrışımda intihar sonucu ölüm vakalarında kendi paylarına
düşeni yaparlar”. Şâir ruhlu insanlarda bu duruma rastlamak gayet mümkündür.
İntihar şekli aynı olmasa da etkilenme bakımından söylersek eğer Nilgün Marmara
ilginç bir örnektir. Sylvia Plath’i çalışması daha da ilginçtir.
Zamana ve mekâna da bağlı olmakla beraber denize atlamanın da atlayan
açısından özel bir sebebi vardır. Diğer intihar olayları gibi suda boğulma
farklı kişilerce farklı yorumlar da yapılmıştır:
“Farklı intihar yöntemlerine sembolik anlamlar yüklendiği ve kuvvetli
yorumlar yapıldığı halde -Karl Menninger suda boğulmanın ana rahmine geri dönme
arzusunu simgelediğini farz etmiştir, Freud çeşitli intihar yöntemlerinin
cinsel arzuların doyurulmasını simgelediğini varsaymıştır (kendini zehirleme
hamile kalma arzusu, suda boğulma karnında bir çocuk taşıma arzusu, yüksek bir
yerden atlama da çocuğu doğurma arzusuydu; Freud bu yorumların her iki cins
için eşit bir şekilde geçerli olup olmadığını belirtmemiştir)- yorumların
yaratıcılığı mevcut kanıtlardan daha ağır basacak gibi gözükmektedir. Standart
psikolojik testlerle ölçülen ve bireylere intiharlarından önceki ay veya
yıllarda uygulanan testlerle saptanan kişilik özellikleri, seçilen intihar
yönteminin türüyle korelasyon içinde değildir. Silah, zehir, yüksekten atlama,
asma veya suda boğulmayı seçenler arasında herhangi bir zekâ düzeyi farkı da
saptanmamıştır”
Ahmet Haşim Kaderi
Ahmet Haşim’de bir hüzün hep baki idi…
“Arap Hâşim” lakabının yanından hiç ayrılmaması.
“Muharebe oldu mu, sen Türksün, buyur cepheye! derler. Sulh olup da bir yerden
iş, memuriyet istedin mi, haydi ordan Arap! diye savarlar” derdi.,
Hâşim’in bu sözleri de içinde
barındırdığı kırgınlığın ifadeleridir.
Garibim Şiirler
Sevdaya mı Tutuldum?
Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykususuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?
Orhan Veli
Yalnızlık Şiiri
Bilmezler yalnız yaşamıyanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.
Orhan Veli
Yolculuk
Rıfkı Melûl Meriç’e
Ne var ki yolculukta,
Her sefer ağlatır beni,
Ben ki yalnızım bu dünyada?
Bir sabah kızıllığında
Yola çıkarım Uzunköprü’den;
Yaylının atları şıngır mıngır;
Arabacı on dört yaşında,
Dizi dizime değer bir tazenin,
Çarşaflı, ama hafifmeşrep;
Gönlüm şen olmalı değil mi?
Nerdee!...
Söyleyin, ne var bu yolculukta?
Orhan Veli
Sırası Gelince
acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
sen ki eyvan ağıtlarda
sürekli ve ahşap bir gülümseme gibi durdun
gözlerin bozkırdan devşirme
yolların bozgundan derlenmiş
karanlık yolcusu turnaların ve kurdun
ey hüzünlere reâyâ olan derviş
acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
tarlalarla uzar gider al kısrak
gökçe çiçek tozar durur sılalarla
oysa ölüm, bir uçtan bir uca
bir uzun kervansaraydır ki
savrulur günü saati gelince
yıkılır yırtıla yırtıla
Hilmi
Yavuz
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar