Print Friendly and PDF

Namaz hep vardı

Bunlarada Bakarsınız


Kur’an-ı Kerim’den, hemen bütün ilahi dinlerde namaz ibadetinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Adem, Nuh ve İbrahim’den sonra namazı terk eden nesillerin geleceği,  Hz. Zekeriyâ’nın namaz kıldığı, Hz. İsâ’nın beşikteki mucizevî konuşmasında namaz vecibesine atıfta bulunduğu,    Hz. İbrahim’in yanı sıra Lût, İshak ve Ya’kub’a namaz emrinin vahyedildiği, Hz. İsmail’in halkına / ailesine namazı emrettiği, Hz. Lokman’ın oğluna namazı hakkıyla kılmasını öğütlediği, Hz. İbrahim’in namazı yalnız Allah rızası için kıldığını söylediği, kendisini ve neslini namazı dosdoğru kılan kullarından eylemesi için Allah’a dua ettiği, Hz. Musa’ya, Allah’ı anmak üzere namaz kılmasının emredildiği ifade edilmekte, Allah’ın İsrailoğulları’ndan yerine getirme sözü aldığı görevler arasında namazın da yer aldığı görülmektedir.
Yine Ashab-ı Kehf kıssası anlatılırken, mescid kelimesinin zikredilmesinden, o dönemde namaz ibadetinin var olduğu anlaşılmaktadır.

 Yahudilerin Namaz İbadeti / Rukû/Tefillah/ Amidah


Yahudilik’te ibadetler günlük, haftalık ve yıllık olarak, ferdî veya cemaat halinde icra edilir.
İbadete başlamadan önce takdis edilmiş suya eli daldırarak veya bileğe kadar yıkayarak, ibadete hazırlık için bir nevî abdest alınır.
Ayrıca gerekli durumlarda vücudu tamamen suya daldırmak veya yıkanmak suretiyle gusledilir. Günlük ibadet ferdî yahut Mabed’de cemaat halinde, sabah, öğleden sonra ve güneş battıktan sonra dua etmekten ibarettir.
Tanrı’nın huzurunda başın örtülmesi gerektiği için diğer vakitlerden farklı olarak sabah duasında “dua atkısı “ örtülmekte, ayrıca sol pazuya ve alna Tevrat’ın Çıkış ve Tensiye bölümlerinden bazı kısımların yazılı bulunduğu muska şeklinde “dua kayışı” takılmaktadır.
Dua sırasında doğu tarafına Kudüs’e dönülür, ayaklar bitişik olarak ayakta durulur, eller semaya doğru uzatılır, baş öne doğru eğik vaziyette huşû içinde Tanrı’ya yakarılır. Dua eden kişi şükür ve tazim esnasında rükûya varır ve dua okuyarak kalkar, üç adım geri giderek sağa sola eğilir.
Yahudilik’te günlük ibadetin başlıca özelliği “tefillah” tır. Tefillah’ın özü niyazdır, fakat şimdi “Amidah” Kıyam olarak bilinmektedir ve Amidah ondokuz duadan ibarettir.
Bu dualardan ilk üçü Allah’a senayı, on üçü insanların ihtiyaçları için Allah’a yalvarışlarla, İsrail’in yeniden eski ihtişamına kavuşması için yapılan duaları, son üç dua ise, Allah’a şükür için yapılan duaları ihtiva eder.     
Esas dua ayakta yapılır. Diğer dualar sırasında dize gelme, secde, vücudu sallama ritüelleri görülmektedir.       İbadet esnasında dini metinler haham tarafından makamla okunur,bu sırada yarım rükû şeklinde hareketler göze çarpar.
Bu şekliyle Yahudilerin günlük ibadeti, Müslümanların namaz ibadetine benzemektedir. Bu benzerlikleri Mittwoch şöyle sıralamaktadır: Namazdaki başlangıç tekbirini, Yahudi ‘tefillah’ının takdislerine benzetmiştir. Müslümanlıkta namaz ayakta kılınır. Mittwoch, bu hususta, Yahudi ‘tefillah’ına “Amidah” denildiğini hatırlatır. Sonra rükû gelir, bu el avuçlarının dizlerin hizasına gelinceye kadar gövdenin eğilmesinden ibaret olup, Yahudilerin “keria” sına benzer. Yine secde benzeri formun da Yahudi ibadetlerinde olduğunu belirtir.
Haftalık Şabat ibadeti, sinagogda (havra) on üç yaşına girmiş en az on kişinin bulunması ile icra edilir. Sinagogun en önemli özelliği, Kudüs’e bakan duvarda mihraba benzer fonksiyona sahip özel bir mekanda Tevrat rulolarının yer almasıdır.
Sinagogda ibadet edenlerin oturması için sıra ve sandalyeler bulunur. Gelenekte ibadet erkeklere has bir dini faaliyet kabul edildiği için kadınlar başları örtülü olarak ayrı bir bölümde otururlar. Sinagogda yapılan ibadetin en önemli anı Tevrat rulolarının bohça içerisinden çıkarılıp okunmasıdır. Bu esnada başın bir takkeyle örtülmesi gerekmektedir. Tevrat bir yılda hatmedilecek şekilde belli kurallara göre okunur. Şabat gününde dindar bir Yahudi hiçbir iş yapmaz, bu ibadet cumartesi akşamı “havdala” (ayrılma) diye adlandırılan bir başka törenle sona erer.
İlahi dinlerden üç büyük dinin atası olan Hz. İbrahim’in: “Rabbim beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle!”   diye dua ettiği Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir. Kitab-ı Mukaddes’te secde kavramının geçtiği pasajlardan Yahudilerde salat ibadetinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. “Ve sabahleyin erken kalktılar, ve Rabbin önünde secde kıldılar ve dönüp Ramaya evlerine geldiler...” “Ben de onu Rabbe armağan ettim yaşayacağı bütün günlerce Allah’a armağan edilmiştir. Ve orada Rabbe secde kıldı.” Kur’an-ı Kerimde geçen bazı ayetlerde namaz en önemli rüknü olan secde kavramıyla ifade edilmiştir. “Sabah akşam Rabbinin ismini yâdet. Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et.”    “Hayır! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!”  Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hali, secdedeki halidir.”  
Netice olarak yahudilerin kutsal metinlerinde ve mevcut ibadetlerinde gördüğümüz kıyam, kutsal metin okuma, dua, rükû ve secdeyi andıran uygulamalar, onların salâtı /namazı olmaktadır.

Hristiyanların Namazı/ Masgeda/ Selota


Hıristiyanlık başlangıçta Yahudiliğin bir mezhebi gibi sayılmış, ilk Hıristiyanlar, Yahudi mabed ve ibadetlerine devam etmişler, fakat bu yeni cemaate katılmak, sadece Isa Mesih adına vaftiz olmakla mümkün görülmüştür.          
Bu ilk yahudi hıristiyanlar, diğer hıristiyanlardan farklı özelliklere sahiptiler. Bunlar Hıristiyanlığı Yahudiler arasında yaymayı gaye edinmişlerdi; bu dinin yahudilerin dışında yayılmasını istemiyorlardı. Bu sebeple Yahudi dini geleneğinden bazı şeyleri bu yeni dinle birlikte yürütüyorlardı. Yahudi geleneğinden muhafaza ettikleri ilkelerin başında da tevhid inancı geliyordu.
Hıristiyanlar arasındaki ilk ihtilaflara giderek yenileri eklendi. Kostantin, bu ihtilafları gidermek için 325’te İznik’te bir konsil topladı. Hıristiyan inançları, bu konsilde tartışıldı. İmparator Kostantin’in desteğiyle, Hz. İsa’nın tanrılığını reddedip onun yaratılmış olduğunu savunan Aryüsçülere karşı, İsa’nın tanrılığını savunan Pavlus geleneğine tabi olanlar hakimiyet sağladılar. Önce Ebionitlerin yaşattığı tevhid, Hz. İsa’nın sadece peygamber olması, sünnet, bir çeşit abdest- gusül gibi inanç ve gelenekler IV. Yüzyıldan sonra artık görünmez oldu.
Müslüman bakış açısına göre Hıristiyanlar, Tanrı’yı “İsa’laştırmıştır”; çünkü İsa’dan beri Tanrı-İnsan’dan bağımsız olarak Tanrı’yı düşünmek veya O’na ibadet etmek mümkün olmamıştır; ve Tanrı’yı Hıristiyanlığın düşüncesinden farklı olarak düşünen kimse Tanrı’yı bilmemekle suçlanmıştır. İsa’dan bağımsız Tanrı’ya ibadet etmek -veya İsa’nın Tanrı olmadığını iddia etmek- İsa’nın ve dolayısıyla Tanrı’nın düşmanı olmakla bir tutulmuştur. Kısacası, Müslümanların düşündüğü gibi Hıristiyanlar, kendilerinden evvel gelen tüm dinleri inkar etmek suretiyle ve belli bir İlâhî Tezahür’e ibadeti mutlaklaştırarak bir anlamda Tanrı’ya ibadeti müsadere etmişlerdir. Buna karşılık İslam, insanlığın son dönemine ait işlerde münhasıran kendi hakkı olduğunu iddia etse de Hıristiyanlık öncesi monoteist (Tevhidî) ibadet biçimlerinin geçerliliğini kabul eder.
Hıristiyanlığa göre İsa’nın çarmıha gerilmesi ve diriltilmesinin ardından Hıristiyanlık Yahudilik’ten tamamen kopmuş, İsa’nın havârîleriyle son yemeğinin anısına düzenlenen Evharistiya âyini Hıristiyanları Yahudilerden ayıran temel ibadet olmuştur.    
Hıristiyanlar’da günlük, haftalık ve yıllık olmak üzere üç çeşit ibadet vardır. Hıristiyanların kutsal kitabında, Hz. İsa’nın ibadet hususunda tavsiye ettiği dini uygulamada bir açıklık olmamakla birlikte dua konusunda telkinleri bulunmaktadır. Günlük ibadet, önceleri günde yedi defa iken, sonradan sabah- akşam olmak üzere ikiye indirilmiştir. Kilise toplu ibadetleri ferdi ibadetten üstün gördüğü için, mecburi olmasa da, sabah ve akşam ibadeti papaz nezaretinde kilisede yapılır. Bu ibadetler esnasında İncil’den pasajlar okunur, ilahiler söylenir. İncil ayakta dinlenilir, diğer metinler oturarak takip edilir. Dualar diz çökerek ve yerlere kapanarak yapılır. Haftalık ibadet, Pazar günü sabah- akşam olmak üzere iki vakitte yapılır. Hıristiyanlıkta Pazar gününe, Hz. İsa’nın diriliş günü kabul edildiği için önem verilir. Pazar ibadetinde “Evharistiya” (ekmek- şarap âyini) ile İsa’nın manevi vücuduna iştirak edilmiş olunacağına inanılır. Günlük ibadette olduğu gibi bu ibadet esnasında da; kutsal kitaptan parçalar okunur, ilahiler söylenir ve vaazlar verilir.  Yıllık ibadet, bayram ve anma günü şeklindedir. Kilise yılı, normal yıldan farklıdır. Bazı bayramların günü sabit olup, bazıları her yıl yeniden tesbit edilir. Kilise yılında genellikle dört devre bulunur: Advent devri, İsa’nın doğum gününü hazırlayan dört hafta süren tevbe zamanıdır. Noel devri, İsa’nın doğum günüdür. Üçüncüsü büyük paskalya oruç hazırlığı, sonuncusu ise paskalya devridir.
Hıristiyanların dini hayatında “Sakramentler” çok önemli bir yer tutar. Bizzat Hz. İsa tarafından tesis edilen kurumlara ve yaşadığı tecrübelere kilise aracılığıyla katılmak anlamını ifade eder. Sakramentler şunlardır: Vaftiz (bir nevi abdest), Evharistiya, konfirmasyon (kuvvetlendirme), günah itirafı, son yağlama, rahip takdisi ve nikahtır.
Sonuç olarak, Hıristiyan ibadetinde de, namazda olduğu gibi kıyam, secde ve ka’de fomlarının olduğu görülmektedir. Yine, Ârâmice’deki ‘Selota’ kelimesiyle, Süryânî ve Nabâtî dillerindeki ‘Masgeda’ kelimesi, Hıristiyanlığın salâtla ilgisini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.     
Süryânîler’in rükûlu, sücudlu salâtlarının olduğu bilinmektedir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın salâtından bahsetmektedir. Bütün bu hususlar, salâtın muhteva olarak
Hıristiyanlık’ta da mevcut olduğunu, yukarıda zikredildiği gibi zamanla İsa anısına, İsa odaklı bir ibadet durumuna dönüştüğünü göstermektedir.

İslamdan Önce Namaz Vardı.

Arap müşriklerinin akîdesi şirk olduğu gibi ibadeti de şirke bulaşmıştı. Müşriklerin çoğunun evinde bir put bulunur ve girip çıkanlar tarafından ta’zîm ile mesh olunurdu. Harem-i Şerif’e girenler de Kâbe’yi tavaf ettikten sonra putlara mesh ederlerdi.      
 Diğer taraftan namaz ibadetinin en önemli rüknü olan ve ibadet eden mü’minin , önündeki bir şeye alnını koymasını belirten sücûd (secede fiili) İslam’dan önceki Araplar arasında biliniyordu. Onlarda secde, ibadet derecesine varan derin bir hayranlığın ifadesi idi. İslam öncesi arap şiirinde de “Salât ve Secde” kavramları, Kur’an’ın namaz düşüncesine yakın anlamlarda kullanılmıştır.
Cahiliye Arapları arasında, İslam öncesinde muayyen bir namaz şeklinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. “Onların (müşriklerin) salâtı ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir,” meâlindeki âyette geçen “salât” kelimesi, daha çok müşriklerin, Müslümanların Kâbe’deki ibadetlerine karşı ibadet görüntüsü verdikleri bir engelleme hareketi olarak yorumlanmıştır. İbn Abbas’ın bir açıklamasına dayandırılan bir yoruma göre; Kureyş kabilesinin ıslık çalıp el çırparak Kâbe’yi tavaf etme şeklinde bir ibadetleri vardı.
İslam öncesi Hicaz-Arap toplumunda Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği tevhid dininin etkilerinin ve bazı ibadet türlerinin şekil ve mahiyet değiştirerek de olsa devam ettiği, “Hanîf” diye isimlendirilen Ebû Zer el-Gıfârî ve Zed b. Amr b. Nüfeyl gibi kimselerin Kâbe’ye yönelerek salâtı îfâ ettikleri anlaşılmaktadır.     
Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, Ebû Zer’in üç yıl namaz kıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Kus b. Saîde’nin de namaz kıldığı nakledilmektedir.
Bu ifadelerden Hz. İbrahim’in dininde mevcut olan namaz ibadetinin, cahiliye Araplarının zamanla birçok hususu terk edip unuttukları gibi namaz ibadetini de terk ettiklerini anlamaktayız. Diğer taraftan salatın muhtevasında olan kutsal olana saygı, ta’zim, secde ve dua gibi ritüellerin şirk karışmış da olsa, şekil olarak cahiliye döneminde uygulandığı görülmektedir.

Üç Dinde Abdest Vardır


Dinlerin hemen hepsinde ibadete hazırlık bağlamında temizlik uygulamaları vardır. İslam’da bunun karşılığı abdest ve gusüldür. İslam’a göre, namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak gibi ibadetleri yerine getirmek için, abdest almanın gerekli olduğu Kur’an ve hadislerde belirtilmiştir.  Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız, temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.”
Namaz, ibadet duygusu ile Allah huzuruna çıkmak, belli şekillerle O’na tapınmak ve O’nunla konuşmaktır. Namaz Allah’ın, kulunu, huzuruna kabul etmesidir. İşte bu kabul ve bu ubûdiyet arzı, bir hazırlığı gerekli kılmaktadır. Huzur-ı ilâhîde duran kulun uyanık, şuurlu, içi ve dışı ile tertemiz olması gerekir; abdest ve gusül bunları temin için en güzel vasıtadır.
Yahudilerde de ibadetleri yerine getirmek için, abdeste benzer bir uygulamanın olduğu Tevrat’ta yer alan şu ifadelerden anlaşılmaktadır:
“Rab, Musa’ya şöyle dedi: Yıkanmak için bir tunç kazan, onun ayağını da tunçtan yapacaksın. Onu toplanma çadırı ile mezbahın arasına koyacaksın; içine su koyacaksın. Harun’la oğulları ellerini ve ayaklarını ondan yıkayacaklar. Toplanma çadırına girdikleri zaman, yahut Rabbe ateşle yapılan takdimeyi yakmak için, ibadet ederek mezbaha yaklaştıkları zaman ölmesinler diye su ile yıkanacaklar ve onlara, kendine ve zürriyetine nesillerince ebedi kanun olacak.
İslam dinindeki abdestte ellerin ve ayakların yıkanması farz olduğu düşünüldüğünde, Yahudiler’deki ibadet etmek için, ibadet yeri olan toplanma çadırına girildiğinde su kullanılarak ellerin ve ayakların yıkanması dikkat çekicidir. Nitekim bazı İslami kaynaklarda yer alan rivayetlerden, ibadetlerden önce abdest alma uygulamasının daha önceki peygamberlere ve ümmetlerine de gerekli kılınmış olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber, abdest azalarını üçer defa yıkayarak abdest almış ve “Bu abdestin en mükemmelidir, bu, benim ve İbrahim Halilullah’ın abdestidir”,        buyurmuştur. Bir başka rivayette ise; “Bu, benim ve benden önceki Rasüllerin abdestidir,   buyurmuştur.
İslam öğretisindeki gusül abdestinin Yahudilerde de benzer şekilde uygulandığını görmekteyiz. Tevrat’a göre lohusa kadın, bu esnada Beyt-i Makdis’e giremeyecek, mukaddes hiçbir şeye dokunamayacaktır.İslam dini, lohusaların namaz kılmamaları, oruç tutmamaları, kabe’yi tavaf etmemeleri, Kur’an’a el sürmemeleri, mescitlere girmemelerini emrederek, Yahudilik’teki, lohusaların mukaddes şeylere dokunmamaları ve Beyt-i Makdis’e girmemelerine dair uygulamaları benimsemiştir.  Ancak İslam, Yahudilikteki lohusanın murdar olduğu anlayışını benimsememiştir. Hz. Peygamber: “Mü’min necis olmaz,”  buyurmuştur. Yahudilikte hayız ve cünüplükten dolayı da gusletmenin gerekli olduğunu görmekteyiz.
Tevrat, cünüp kimsenin bedenini yıkayıp, akşam güneş batıncaya kadar devam eden murdarlık süresince mukaddes şeylerden yemesini yasaklamıştır. Ayrıca üzerinde meni bulaşığı olan her elbisenin yıkanılmasını emretmiş, yıkanan bu elbiselerin akşama kadar murdar olacağını bildirmiştir.          İslam, Yahudilikteki lohusa, hayız ve cünüp olanın murdar olduğu anlayışını, “Mü’min necis olmaz” ilkesi gereği benimsememiştir.
Bugün Hıristiyanlık’ta ibadet için abdeste benzer bir uygulama bulunmamaktadır. Başlangıçta Yahudilik’tekine benzer uygulamaların varolduğu bilinmektedir. Nitekim Brockelmann: “O’nun (Muhammed’in) Hıristiyan zahidlerin yaptıklarına uygun bir şekilde devamlı olarak yaptığı dua ve zikirler gibi diğer ibadetler, hususi bir meşguliyet sayılıyordu. Şüphesiz daha başlangıçta, bazı Hıristiyan tarikatlarında olduğu gibi, namazdan önce abdest alınıyordu.” demektedir.
Bugün hıristiyanlık’ta yine aynı şekilde, Yahudilik ve İslam’a göre guslü gerektiren durumlarda gusletme uygulamasının da bulunmadığı görülmektedir. Yahudilik’te ve İslam’da mevcut olan bu uygulamayı, Hıristiyanlığa yeniden şekil veren Pavlus’un kaldırdığı ileri sürülmüştür.  Hıristiyanlık’ta mecburi bir yıkanma olarak vaftiz uygulamasını görmekteyiz. İnciller, Yahya Peygamber  ile İsa Peygamber’in      su ile vaftiz yaptıklarını haber vermektedir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak anlamına gelir.          Doğu kilisesinde vaftiz edilen kişi tamamen suya batırılır.
Ayrıca ilk Hıristiyanlar’dan olan Ebionitler’de guslün mevcut olduğu kaydedilmiştir.
Cahiliyye devrinde müşrik Arapların, cünüplükten dolayı guslettikleri, misvak kullandıkları, mazmaza ve istinşak yaptıkları görülmektedir.  Ebu Süfyan, Bedir savaşında Mekkelilerin hezimete uğraması sebebiyle, Hz. Peygamber’le savaşıncaya kadar, cünüplükten dolayı başına su değdirmemeye nezretmiştir.  Süheylî, Ebu Süfyân’ın bu nezri ile ilgili olarak; “cünüplükten dolayı gusletmek, cahiliye devrinde, hac ve nikah gibi Hz. İbrahim’in dininden kalma bir iz olarak kendisiyle amel edilen bir husustu,”      demektedir. Yine cahiliye çağında hayızlı oldukları için putlara yaklaşmayan, el sürmeyen putperestlerin bulunduğu bilinmektedir. Bunun sebebi hayızlı kadınların temiz kabul edilmemesidir. Diğer taraftan Haniflerin hayız, nifas,cünüplük gibi hallerden dolayı guslettikleri bilinmektedir.
Abdest konusunu ele alan bazı batılı müellifler, İslam’da gerek abdest gerekse temizlikle ilgili diğer hususların Hz. Peygamber tarafından Yahudi, Hıristiyan ve hatta putperest Arap kaynaklarından alındığını ve geleneklerin etkisi altında geliştiğini iddia etmektedirler. Bu iddialara tersinden bakıldığında İslam’ın kendinden önceki ilahi dinlerin, ilahi geleneğin bir devamı olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca bugün bu dinlerdeki -diğer konularda olduğu gibi- temizlik ve abdest konusundaki bozulmanın da bir isbatıdır. Aynı zamanda ilahi gelenek icabı abdestin evrensel bir fenomen olduğunun göstergesidir.
Kıble, sözlükte “yön, yönelinen cihet veya şey” anlamında olup, terim olarak Müslümanların namazda yönelmeleri gereken istikameti, Kâbe’yi ifade eder. Ayrıca kâmet, ezan, cenazenin defni, hayvan kesimi, dua gibi hususlarda da Kâbe’ye yönelmek söz konusudur.  Kıble kelimesi Kur’an-ı Kerim’de beş ayette yedi defa geçmektedir.
Gerek semavî dinler gerekse diğer din mensuplarında, inananların özellikle bazı bedenî ibadetleri yerine getirirken belli bir istikamete, kutsala yönelmeleri gerekli görülmüştür. Kıble olarak seçilen mekân ya ilahî olanın bulunduğu var sayılan yöndür ya da dinsel gelenekte önemli bir role sahip olan bir şehir veya yapının bulunduğu taraftır. Kutsalla bir şekilde ilişkilendirilen bu yer veya yönler insanlar tarafından seçilmezler, sadece keşfedilirler. Kutsal mekanlar ilahî bir işaretle belirlenirler.
Mayalar ibadetlerinde güneşe doğru yönelmişlerdir.
Sabiîler dua ederlerken ışık âleminin bulunduğu yön olarak düşündükleri kuzeye doğru dönmüşlerdir.
 Essenîler doğan güneşe doğru tapınmışlardır.
Maniheistler evrenin en yüksek ve gökyüzünün orta yeri kabul ettikleri kuzey kutbuna dönerek ibadet etmişlerdir.
Harrânîler’in güney kutbuna doğru yöneldikleri söylenmektedir.  
Yahudilik’te ibadetler Kudüs’e dönülerek yapılmakta olup bu yön “misrah” doğu yönü olarak adlandırılmaktadır. Yahudilerin evlerinde de, bu yönü göstermek için duvara “Misrah” levhası asılır.       Yahudiliğin dini metinlerinde de Kudüs’ün kıble olduğuna işaret edilmektedir. “ve Rabbe seçtiğin şehre ve ismin için yaptığım eve doğru dua ederlerse, o zaman dualarını ve yalvarışlarını gökte işit ve onların davalarını gör” başka bir pasajda da, Danyal’ın, günde üç defa Kudüs yönüne doğru dua ettiği kaydedilmiştir.    
Kudüs’ün Dâvud tarafından Yebûsîler’den alınışından sonra Rab Yahova, Dâvud’a Mâbed’i inşa edeceği yeri melek aracılığıyla bildirmiştir.
Hıristiyanlar da ibadetlerini Kudüs’e, doğu yönüne yönelerek yapmaktadırlar. Çünkü İsa Mesih doğuda, Beytlehem’de doğmuş, onun doğumu üzerine müneccimler doğudan gelmişler, doğumuna işaret eden yıldızları da doğuda görmüşlerdir.
Cahiliyye döneminde müşrik arapların da Kâbe’de ibadet ettiklerini şu pasajlardan anlıyoruz:
“Onların Kabe’de (yapmış oldukları) duaları ve ibadetleri de ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. O halde inkâr etmenizden dolayı azabı tadın!”  Ayrıca İslamiyet’in zuhurundan önce Hanifler de Kâbe’ye saygı gösteriyor ve ona doğru yönelerek namaz kılıyorlardı.
Hz. Peygamber’in hicretten önce on yıl boyunca kıble olarak hangi tarafa yöneldiği konusunda kesin bir bilgi bulunmamakta, bu hususta üç farklı rivayet zikredilmektedir. Katâde’den nakledilen rivayete göre Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke döneminde Kudüs’e yönelerek namaz kılmıştır.
İbn Cüreyc, Resulullah’ın önceleri Kâbe’ye, daha sonra Kudüs’e yönelerek namaz kıldığını kaydeder.
Bu iki rivayet çerçevesinde Ensar’ın da hicretten önce iki veya üç yıl boyunca Kudüs’e doğru namaz kıldığı belirtilir. İbn Abbas’tan nakledilen ve bu iki görüşü telif eden rivayete göre ise Hz. Peygamber Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kılmaktaydı.
Medine döneminde, hicretten on altı veya on yedi ay sonra kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiği kabul edilir.   
Bu süre içinde Hz. Peygamber Kudüs’e yönelerek namaz kılmakla birlikte ilgili ayette de, “Biz senin yüzünü gökyüzüne çevirdiğini biliyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın kıbleye döndüreceğiz,”  denilerek işaret edildiği üzere Kâbe’nin kıble yapılmasını arzulamakta ve bu hususta bir vahiy beklemekteydi. Bu arzunun, Yahudilerin, “O ve ashabı kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz öğrettik” veya “O bize muhalefet ediyor, ama kıblemize uyuyor,”  şeklindeki sözlerinden duyduğu üzüntüden kaynaklandığı yahut Yahudilerin İslam’a girmesinden ümidini kesmesi, Kâbe’nin Hz. İbrahim’in kıblesi olması ve Arapları İslam’a davet için daha uygun bulması sebebiyle bunu arzuladığı kaydedilir.  Ayetin devamında yer alan, “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir, siz de yüzlerinizi ona doğru çevirin” hükmü bu dua ve beklentinin ilâhî irade tarafından onaylandığını ve kalıcı bir ilke olarak vazedildiğini bildirmekte, müteâkip ayetler de Ehl-i kitap ile Müslümanların kıblelerinin kesin bir şekilde ayrıldığını vurgulayarak Kâbe’ye dönme hükmünü pekiştirmektedir.
Böylece; “Allah’ın evi” diye nitelenen Kâbe, Allah’ın huzurunda duruşun ve O’na yönelişin en derin ve somut ifadesi sayılan namaz başta olmak üzere çeşitli ibadet ve davranışlarda yönelinen, bu bakımdan İslam ümmetinin birliğinin en önemli tezahür ve sembolü olarak nihâî kıble yapılmıştır.    
Her manevî oluş temelde ferdî bir mahiyet taşır. Aynı ruhî ve manevî temayüllere sahip bulunan insanlar arasında birlik ve bütünleşme de ancak ortak maddî ve içtimaî tezahürlerle mümkün olur. Kur’an-ı Kerim’de “her ümmetin yöneldiği bir kıblesi bulunduğuna” yapılan vurgu maddî ve manevî alanda ortak şuura bağlı bir toplumun teşekkülünde kıblenin son derece önemli rol oynadığını göstermektedir. Gerek manevî ferdî derinlik ve olgunluk gerekse ortak toplumsal kimlik bakımından namaz ve kıblenin sahip olduğu merkezi rol sebebiyle, İslam ümmetine mensubiyet ve ehl-i salât veya daha yaygın olarak ehl-i kıble şeklinde ifade edilmiş, din yorumları ne kadar farklı ve aşırı olursa olsun temel çerçevenin dışına çıkmadıkça bütün mezhep ve fırkalar ehl-i kıble olarak Müslüman sayılmıştır.
Kutsal olana yönelme, -semavî veya diğer dinlerde- kutsala bağlılığın, o taraftan olmanın, aidiyetin bir sembolü olmuştur. Bir simge, bağlamı ne olursa olsun pek çok gerçeklik bölgesinin birleştiği temel bir bütündür. Simgeler sayesinde biyolojik, antropolojik ve kozmik pek çok bölgenin ve düzlemin ilkelerle özdeşleşebildiği görülmektedir.  Sembollerin insanlık tarihinde, özellikle insanlığın dini hayatında çok önemli işlevleri / anlamları vardır. Semboller, neyi sembolize ediyorsa gücünü ondan alır. Yani arka plan işlevini yitirirse sembol, ritüel bir eylem olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır. “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır! ”
Yukarıdaki Ayet-i Kerime’de; iyiliğin yüzleri doğuya veya batıya çevirmek olmadığı ifade buyurulduktan sonra, asıl iyiliğin ne olduğu hususunda, Allah yolunda olmanın, mü’min olmanın, bağlılığın ilkeleri sıralanmıştır. Aslında bu ilkeleri benimsemeden salt yönelmenin, ritüelin pek de bir anlamı      olmadığı anlaşılmaktadır.
Dinin ilkelerini ve onları temsil eden semboller belirleme yetkisi Allah’a aittir. İnsanlara düşen görev onları tartışmak değil, itaat etmektir. Allah’ın tayin ettiği kıbleye yönelmek, O’nun emirlerine uymakla eş değerdedir. Kıble olarak Mescid-i Haram tarafına dönmek, Kur’an’ın öğretilerini benimsemeyi, ilâhî değerleri özümsemeyi ifade eder. Şeklen ve kalben kıbleye yönelmek, mü’min kimselere edindiği gaye ve yürüdüğü yol için istikamet tayin eder. Kıbleye yönelmek, müslümanın inanç ve davranışlarında izlediği yolu sembolize eder. Allah’ın Müslümanlar için bir kıble tayin etmesi, onlara doğru yolu göstermesi, amaç ve hedeflerini belirlemesi anlamına gelir.     
Kurban, Yahudilikte temel dini ibadetlerden birisidir. Mabed döneminde kurban ibadeti çok önemli bir yer tutmaktadır. Fakat Mabed’in M.Ö. 586 yılında tahribi ve Yahudilerin Babil’e sürgün edilmesinden Mabed’in tekrar yapılmasına kadar bu ibadete ara verilmiş, M.Ö. 515 yılında Mabed’in yeniden yapılmasıyla tekrar başlayan bu ibadet  Mabed’in M.S. 70 yılında İmparator Titus tarafından yıkılmasından sonra İsrail fakihlerinin içtihadı ile Mabed ayakta olmadığı gerekçesiyle bırakılmıştır.  Yahudilik’te kurban ibadeti sadece Süleyman Mabed’inde içra edilebilir, bundan dolayı sinagoglarda kanlı kurban kesme adeti yoktur.
Yahudilik’te bazı hayvanların veya yiyeceklerin, Tanrı’ya bağlılığın bir işareti olarak ve O’nun lütfunu kazanmak, affına mazhar olmak niyetiyle bir mezbah üzerinde tamamen ya da kısmen yok edilmesinden ibaret olan kurban ibadetinin tarihi Hz. İbrahim’e kadar götürülmektedir. Onun döneminde sığır, davar, kumru, güvercin gibi hayvanlar Tanrı’ya sunulurdu.  Tevrat’a göre, Hz. İbrahim, oğlu Ishak’ı kurban etmek istemiştir.            Ancak Allah buna izin vermemiş, “Biricik oğlunu benden esirgemedin” buyurarak, kurban olarak bir koç göndermiş, bu koç Hz. İbrahim tarafından oğlunun yerine yakılan kurban olarak takdim edilmiştir.    Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı kurban etmek istediğine dair Tevrat rivayetini, Hıristiyanlar da aynen benimsemektedirler.  İslam alimlerinin görüşüne göre, kurban edilmek istenen Hz. İshak değil, Hz. İsmail’dir.  Dolayısıyla Yahudiler, ataları kabul ettikleri Hz. İshak’ı Allah’a kurban olarak takdim edilen kimse olarak görmek istemişlerdir.
Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek istemesi Kur’an tarafından da haber verilmektedir.      Bu konudaki bazı rivayetlerden, Hz. İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun Hz. İsmail olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerden birisine göre, Hz. Peygamber: “Gerçekten kurbanlık İsmail’dir” buyurmuş, diğer bir rivayettede, kendisine “Ey iki kurbanlığın oğlu” diye hitap edilmesine ses çıkarmamıştır.
Muhammed Hamidullah, Hz. İbrahim zamanında müesseseleşen bu çeşit kurbanın, İslam öncesi Araplar arasında, yani ilk doğan oğul olan Hz. İsmail soyundan gelen Araplar arasında devam edip, Yahudiler arasında görülmediğini kaydetmektedir.
Kitab-ı Mukaddes’te yer alan pasajlardan Yahudilikte, bazı dönemlerde insan kurbanının uygulandığını görmekteyiz.
Ancak insandan olsun yahut hayvandan olsun, yahut mülkü olan tarlalardan olsun, kendisinden olan bütün şeylerden bir kimsenin Rabb’e vakfettiği hiçbir şey satılmayacak ve fidyesi verilmeyecektir; her vakıf Rabb’e çok mukaddestir. İnsanlar arasından vakfedilen bir kimse için fidye verilmeyecek; mutlaka öldürülecektir.”
 İnsan kurbanıyla ilgili bir diğer pasajda ise; “...Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin. Kendi öküzlerin hakkında ve kendi koyunların hakkında da böyle yapacaksın; yedi gün anası ile beraber kalacak; sekizinci gün bana vereceksin.”
Her şeyin ilkinin Tanrı’ya ait olduğu anlayışı, Yahudiliğin dışındaki dinlerde de karşımıza çıkmaktadır. Her halde bu anlayış, insanoğlunun eski uygulamalarının bir uzantısı olarak Yahudilikte de devam etmiştir. Gerek Tanrı’ya vakfetme suretiyle ve gerekse ilk erkek çocuğun Allah’a verilmesi suretiyle uygulanan bu iki örnek, aslında yaygın olmasa da Yahudilikte ritüelik manada insan kurbanının mevcut olduğunu göstermektedir. Aslında insan kurbanı uygulamasını Hz. İbrahim’in denediği, ancak Allah’ın buna müsaade etmeyerek, oğlunun yerine Cebrail vasıtasıyla ona bir koç gönderdiği ve Hz. İbrahim’in bu hayvanı kurban kestiği ilâhî kitaplar tarafından bildirilmektedir. Ayrıca Tevrat’ta dana, sığır, boğa, koç, keçi, erkek kuzu, oğlak, kumru ve güvercin gibi hayvanların kurban olacağı zikredilmektedir.        
Yahudilikte yemekli kurban çeşitlerinden birisi, Fısıh (Pesah) kurbanıdır. Fısıh, yahudilerin Mısır’dan çıkışını sembolize etmek üzere Nisan ayında yedi gün süreyle kutlanılan bir bayramdır. Bu bayramda bir kuzunun kurban olarak kesilip yenilmesi adettir. Fısıh, gece gündüz eşit olunca, ilkbaharda kutlanır. Bu kurban bir yaşında erkek kuzu veya keçiden seçilir ve aile reisi tarafından kesilmesi gereklidir.    Haşlanmış olarak yenilemez, ancak ateşte kebap yapılarak yenilir. Fısıh kurbanının kanı evin kapısına ve eşiğine serpilir. Kurbanın eti sabaha kalmadan yenilir, sabaha kadar kalanı ise ateşte yakılır. Kesilecek kuzunun büyüklüğü ev ve aile fertlerinin yiyeceği kadar olacaktır. Fısıh kurbanı akşamleyin güneş battığı zaman kesilmesi gerekir.
Yahudilikte çok çeşitli kurban kategorileri olmasına rağmen bunlar arasında en dikkat çekici ve yaygın olarak uygulanan kurbanlar; keffâret, şükran ve adak kurbanlarıdır. israiloğullarının suç işlemesi halinde genç bir boğa arzetmesi gerekmektedir. Eğer reislerden biri suç işlerse takdime olarak kusursuz bir erkeç getirecektir. Halktan biri suç işlerse, kusursuz bir keçi veya kusursuz bir dişi kuzu takdim edecektir. Kuzu veya erkekçe gücü yetmeyen kimse, iki kumru veya iki güvercin getirecektir.  
Yahudilikte keffâret kurbanını gerektiren suçlar; yasaklanmış hususlardan birini yapmak, yalancı şahitlik yapmak, murdar bir şeye, murdar hayvan leşi veya murdar bir insana dokunmak, düşüncesizlikle yemin etmek, kâhinin suç işleyerek kavmi kabahatli yapması gibi hususları kapsamaktadır. Bütün bu durumlarda kişinin sosyal durumuna göre değişik şekillerde keffâret gerekmektedir.      
Şükran kurbanı, minnettarlığı kabul etmesi için Tanrı’ya bir şükran ifadesidir. Cemaat veya ferdin, belâdan kurtulduğu için yaptığı şükür kutlaması esnasında takdim edilir. Tevrat, şükran kurbanının aynı gün yenilmesini ertesi sabaha bırakılmamasını emretmiştir.
Yahudilikte kurban ibadeti, Mabed döneminde, Süleyman Mabed’inin avlusunda bulunan kurban kesmeye mahsus özel yerlerde ‘Kohen’ denilen din adamları sınıfı tarafından icra ediliyordu. Kesilen kurbanların kanı bir havuza akıtıyor ve eti ise, Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntısıyla zikredilen ‘Altar’ denilen mezbah üzerinde yakılmak suretiyle Tanrı’ya sunuluyordu.
Yahudilikte kurban, çeşitli suçlan işleyenlerin bu suçlardan ve bazı hastalıklı durumlardan kurtulmak amacıyla gerçekleştirdikleri bir ibadettir.
Kitab-ı Mukaddes’te hangi suçlara ne kadar ve hangi cins kurban kesileceği ve nasıl yapılması gerektiği en ince noktalarına kadar zikredilmiştir.
Kurbanın eti hakkında yapılacak işlem, kurbanın takdim ediliş amacına göre değişiklik arzetmektedir. Yakılmak üzere sunulan kurbanın eti tamamen mezbah üzerinde yakılır; komünyon kurbanı, kohenler, onu takdim eden ve yakınları tarafından yenilir. Yahudilik’te, koyun, keçi ve sığırın iç yağlarını yemek haram olup, yakılması emredilmiştir. Kurbanların yenmeden yakılmasının Sâbiîler’in adeti olduğu zikredilmektedir. Kurbanın kanı ve Tanrı’ya tahsis edilen yağının yenilmemesi ve bütün nesiller boyunca buna riayet edilmesi istenmiştir.
Yahudilikte helal olan ve eti yenen her hayvan kurban olmamaktadır. Örneğin ineğin eti yenildiği halde kurbanlık hayvanlar arasında yer almaktadır. Ayrıca karaca, geyik vs. gibi av hayvanlarının eti yenilmekle birlikte kurbanlık hayvanlar listesinde yoktur. Esasen aynı durum İslam’ın kurban anlayışında da geçerlidir. Eti helal olan her hayvan kurban edilememektedir. İslam’da küçük baş hayvanlardan daha küçük hayvanlar kurban edilemez. Oysa yahudilikte kumru ve güvercin gibi küçük hayvanlar da kurban edilebilmektedir.
Günümüzde, Yahudilikte kanlı kurban ve yakma kurbanı uygulanmamaktadır. Bu kurbanlar duaya dönüşmüştür. Söz konusu zamanlarda artık hayvan kesmek ve yakmak yerine dualar edilmektedir. Dualar, kurbanların tapınağa getirilme zamanının anımsanması için tayin edilmiştir. Patrikler, sabah, öğle ve akşam dualarının kurban yerine ikame edilmesiyle itibar kazanırken, bunlar daha sonraları tamamen kurbanın yerini almıştır. Her ne kadar Yahudiler, günümüzde kanlı kurbanların yerine duayı ikame etmiş olsalar da, günün birinde mutlaka ilâhî emir olan kanlı kurbanlara geri dönmeyi istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim onların bu kurbanı terk etmeleri olayı geçici bir süreliğine ‘dondurma’ şeklinde değerlendirilmektedir.     

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar