Print Friendly and PDF

İslam’ın Cenneti Sosyalizm Cahit Tanyol

Bunlarada Bakarsınız



27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası şartlarda Kadro hareketi adına yeni bir hareketlilik yaşanır. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak “planlı ulusal kalkınma”, “antiemperyalizm” ve “sosyal adalet” gibi kavramların öne çıktığı bu yeni dönemde Kadroculuğun yeniden üretilmesinde en önemli frsat Yön hareketinin ortaya çıkmasıyla olur. Doğan Avcıoğlu ile birlikte bir grup entelektüel tarafndan Ankara’da 20 Aralık 1961'de Yön gazetesi yayınlanmaya başlar. Dergi formatında yayınlanan gazetenin ideolojisini kendisine yakın bulduğu için Şevket Süreyya da ekibe katılır. İdeolojik konumu ve siyasi fikirlerini daha sonra da Devrim dergileriyle geliştirecek olan Yön hareketi, 1960-1971 döneminde Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi ile birlikte Türk solunun üç ana akımından birisidir. Akımın Türk solu içindeki özgün konumu Kemalizm’e getirdikleri sosyalist yorumdur.
Daha önce geçtiği üzere kökleri Osmanlı’ya kadar giden bir ayrımla sosyalizmin “ihtilalci” ve “ıslahçı” olarak ikiye ayrıldığını ve ihtilalci sosyalizmin “komünizm” olduğunu savunan Yön’cülere göre Batı Avrupa’da yaygın olan ıslahçı sosyalizm, sınıf çatışmasına dayanmamaktadır. Islahçı sosyalizmin amacı sınıf kavgalarını geliştirerek bir ihtilale ulaşmak değil, aksine; sınıf farklılaşmalarım devletin iktisadi ve sosyal hayata müdahalesiyle engelleyerek cemiyette gelirlerin dağılışını sosyal adalete dayanan bir nizam içine almaktır. O tarihlerdeki iki önemli durum Yön hareketinin kayda değer bir aydın desteği bulmasını kolaylaştırmıştır. Birincisi, dünyadaki hâkim kalkınmacı retorik ve SSCB’nin bu konudaki başarısıdır. Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok ülkede prestiji artan SSCB bu ülkelere kalkınma için örneklik teşkil etmektedir. Azgelişmiş ülkeler bir ulusal amaç haline getirdikleri kalkınma yarışında küçümsenemeyecek mesafeler kat etmişlerdir. İkincisi ise Mısır’da Nasır hareketinin, Türkiye’nin hemen yanı başında Yön’ün Türkiye’ye önerdiği siyasi projenin başarılı bir prototipi olarak ortaya çıkmış olmasıdır.
Nasırcı etkiyle haftalık Yön gazetesi 1960’ların başında İslam ve Sosyalizm tartışmalarına yönelir. Derginin 1962’deki 39. sayısında Turhan Tokgöz “Gerçekçi Sosyalizm” başlıklı yazısında “Türkiye’de sosyalizmi işçi sınıfı ya da halkın değil; dindar-milliyetçi            kanadın sosyalist bir teoriyle kurabileceğini” öne sürer.   Hilmi Özgen (1910-1971) ise 1963’te, “Türk Sosyalizmi Üzerine    Denemeler” başlıklı yazısında kutsal kitaplardaki sosyalizan tavra dikkat çeker. Özgen, “Tanrının sosyalist mi bunu bilemem ama göksel kitapların hepsinde haksız varlık edinenlere, kul hakkı yiyenlere türlü cezalar konup yoksulluğun erdemleri ileri sürüldüğüne göre Tanrının da fakirlerden yana büyük bir sevgisi olsa gerek... " der. Derginin 20 Ağustos 1965 sayısında        köşe yazarlarından Cenap Çetinel,           “Peygamberimiz de Solcuydu!” başlıklı yazısında dönemin senatörlerinden Ahmet Yıldız’ın Trabzon’da hemşerileriyle yaptığı bir toplantıdan anekdot aktarır. İnsanların, “İsmet Paşa solcu mu?" sorusunu Yıldız’ın      (1921-2009), “sağ” ve “sol” kavramlarının nasıl        ortaya çıktığı hakkında bilgi vererek cevapladığını, Fransız parlamentosunda düzenden yana olanların kralın sağına, eşitlik ve adalet isteyenlerin ise soluna oturduklarını anlattığını kaydeder: “İslam’ın başlangıcında Kureyşlilerle Hazreti Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin taraftarlarının bölünmesi de buna benzer. Kervanların konak yerlerini, put hanelerin yönetimini elinde bulunduranlar; yani memleketin gelir imkânlarına sahip olan bu zümre her herhangi bir sosyal değişiklik istemiyordu. Hazreti Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellemin ortaya attığı fikirleri çıkarlarına uygun bulmayan bu grup sağcı zümreyi temsil ediyordu. ”
Gazetenin 24 Eylül 1965 tarihli sayısında Cahit Tanyol, “İslam’ın Cenneti Sosyalizm” yazısında Kur’an’da “sosyalist” bir düşünce olduğunu dile getirir. Mülkiyetin, insanlar arasındaki eşitliği sürekli bozduğunu ve böylece adaletin gerçekleştirilmesi önünde bir engel olduğunu kaydeden Tanyol, Kur’an’a göre mülkiyetin Allah’a ait olduğuna dikkat çeker: “İnsanlar mülkün kendisine değil ancak işletilmesine ve ondan faydalanma hakkına sahiptir. Allah’ın mülkü kimseye miras olarak kalamaz ve intikal edemez. “Göklerin ve yerin mirası Allahu Teâlâya aittir.”
 Bu prensip üretim araçları mülkiyetinin ki bu üretimin ana kaynağı olan topraktır, özel mülkiyete geçmesini kesin olarak reddeder. Toprak Allah’ın ve yeryüzünde onun adaletini temsil eden devletindir. ”
Yazıda Batıcılık eleştirisi de yapan Tanyol, Türkiye’de sosyalizmin İslami bir rengi gerektirdiğini ifade ederek Kur’an’daki Allah-toplum özdeşliğine işaret eder. Tanyol, İslam’a göre toplumun emirlerinin Allah’ın emirleri mesabesinde olduğunu, adaletin tesisinde Allah’ın toplumu hakem yaptığını kaydeder. Genel çıkarların özel çıkarlardan öncelikli olduğunu ve kanunların ancak bu koşullar altında meşru olacağını, devletin bunları gerçekleştirmekle görevli bunduğunu belirtir. Tanyol, sosyalizmi bir kalıp (şekil) olarak değil bir metot olarak ele almak gerektiğini ifade eder. Zira sosyalizmi kalıp olarak ele almak Marks’ın ileri sürdüğü klasik beşli aşamayı, dolayısıyla Osmanlı’nın feodal olduğunu da bilimsel ve tarihsel verilere aykırı olarak kabul etmek anlamına gelir. Osmanlı devlet yapısının merkeziyetçiliğini devletçilik olarak okuyan Tanyol, Osmanlı devletinde esas olanın “özel mülkiyet” değil, “kamu mülkiyeti” olduğunu, bu durumun sosyalizme geçişi kolaylaştırıcı bir faktör olduğunu ileri sürer. Sosyalizmi Avrupa’ya endeksli düşünmenin yanlışlığına dikkat çeken Tanyel şöyle der: “Çağımızda sosyalizm belli bir toplum yapısına özge bir şey değildir. O artık her toplumda uygulanabilir. Sosyalizmi belli bir topumun kalıpları içinde düşünmek her topumu o kalıplara uydurmaya zorlamak bizi fanatizme ve bir çeşit “sol nurculuğa” götürür. ”
Sosyalizmin temel prensiplerinin “insanın insan tarafından sömürülmesine karşı çıkmak, toplumun mutluluğunu belli bir azınlığın mutluluğuna öncelemek” olduğunu ifade eden Tanyol, “Öyleyken sosyalizme karşı duyulan ve körüklenen bu düşmanlığın ve onu her türlü din ve ahlak kurallarına aykırı diye propaganda etmenin sebebi ne?” diye sorar. Sonuç olarak sosyalizmin “adalete uygun olanı gerçekleştirmek” olduğunu ifade eden Tanyol şöyle der: “Hatta adaletin olduğu yerde özgürlük kavramı hiçbir anlam taşımaz. Bu bakımdan gerek eski Yunan düşüncesinde ve gerek İslamiyet’te özgürlük kavramı yoktur. Özgürlük, Allah’ın mutlak idaresi ile kulun cüzî iradesi arsında metafizik bir bağlantı olarak düşünülmüştür... İnsanlar adalete karşı koyamaz ama iftira edebilir. Mutlu azınlık, kapitalist sistem, sömürgeci dünya görüşü adalete doğrudan doğruya karşı gelmenin güç olduğunu bildikleri için kendi çıkarlarına zarar verdiği ölçüde sosyalizme iftira etmişlerdir. ”
12 Mart muhtırası sonrasında Tanyol’un evi basılır, bütün notları, çalışma taslakları götürülür. Özellikle üzerinde çalıştığı İslamiyet ve Sosyalizm çalışmasının götürülmesine üzülür. Çünkü kopyaları yoktur.
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Yön hareketinin İslam ve sosyalizm tartışmalarına damgasını vuran bir diğer organı Yön Yayınları olmuştur. Kitapların hemen hepsi Doğan Avcıoğlu’nun önsözleri ile yayınlanmaktadır. Tercih edilen kitaplar da elbette Yön hareketinin Türkiye’ye yönelik tezlerini destekler mahiyete,           antiemperyalist bir sosyalizm perspektifli kitaplardır. Bu kitaplardan biri de Fransız Sosyalist Roger Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet adlı eseridir. Garaudy’nin Müslüman olmasından (1982) çok önce yazdığı Sosyalizm ve İslamiyet, 1965’te Yön Yayınları taralından Türkçeye çevrilerek yayınlandığında sol çevrelerde olduğu kadar dindar kesimde de yankıları olur. Özellikle sosyalist düşünce asçısından önemli bir isim olan Garaudy gibi Batılı bir aydın tarafından yazılması konuya özel bir anlam katmıştır. Kitabın Türkçe çevrisine itiraf niteliğinde bir “önsöz” yazan Avcıoğlu şöyle demektedir: “O kadar kendimizi unuttuk, kendi kültürümüzden o kadar koptuk ki, Doğu’nun Montesquieu’su olan bir İbn Haldun, Batınınkilerden binlerce kat bize yabancı. Thomas Moor’un sosyalist Ütopya'sın biliriz de, Simavnalı Şeyh Bedrettin’in sosyalizmini tanımayız. Bu satırların yazarı Fransız sosyal, ekonomik, politik, kültürel v.s. tarihini en teferruatlı şekilde öğrenmiştir, ama Türk sosyal, ekonomik, politik ve kültürel tarihi hakkında, bir takım klişeler dışında ciddi pek az şey bildiği için utançların en büyüğünü duymaktadır. Şimdi çağımızın en ünlü Marksist teorisyenlerinden biri bu kitapta bizlere sesleniyor; “Ey Doğunun milletleri” diyor, “sizin büyük kültürünüz vardı. Ortaçağ Avrupa’sı tam bir karanlık içindeyken uygarlık meşalesini siz İslam milletleri taşıyordunuz. Köleci dünyaya karşı eşitliği ve yeni bir uygarlığı İslamiyet getirdi...”
Sosyalizmin kaynağını           sadece Batı kültüründen değil, Doğu ülkelerinin katkılarıyla zenginleşerek gerçek bir hümanizm haline geleceğini kaydeden Avcıoğlu, sosyalizmi seçmenin yabancı değerleri seçmek demek olmadığını göstermek gerektiğini ifade ederek, “Kendi büyük entelektüel kaynaklarımıza dönmeliyiz. Bu bakımdan sosyalist düşünüre, tarihçiye, iktisatçıya, sosyologa, sanatçıya büyük görevler düşmektedir... ” der.
Fakat Avcıoğlu’nun bu sözlerine tepkiler de gecikmez. Arap dünyasında Nasırcılığın yükselişte olduğu bu dönemde Mısır ve diğer bazı Arap ülkelerini gezen Niyazi Berkes (1908-1988), Kahir’den yazdığı ve Yönün 3 Aralık 1965 tarihli 140. sayısında yer alan “Sosyalizm ve İslamiyet Üzerine” başlıklı yazısında Garaudy’nin kitabını ve yayınlayanları ağır bir suç işlemişçesine eleştirir. Avrupa medeniyetinden bıkmış Batılı aydınlarda Avrupa            dışındaki “yerlilerin” dinlerinin,       Avrupa medeniyetinin          bulamadığı bir “mutlak     hakikati”, bir “iksiri” buldukları         düşüncesi olduğunu ileri sürer. Kitapta “fikirlerin çığırından çıkarıldığını” savunan Bekes; Garaudy için değil “Ibn Khaldun”; Dercartes’i bile bilmeme iddiasında bulunur. Bekes kitaptaki, “Descartes ve Montesquieu’nun Öncüsü ve İslam’ın Marks’ı İbn Haldun” başlıklı bölümle ilgili şöyle der: “Tahsil görmüş bir Avrupalının bu kadar saçma şeyler yazabileceğini tahmin edemezdim. Bunu eğer benim bir öğrencim yazmış olsaydı imtihanda tereddütsüz döndürürdüm.”
Kitabın önsözünde Doğan Avcığolu’nun sözlerine atfen İbn Haldun hakkındaki “yanlış bilgilerin” mazur görülemeyeceğini ifade eden Berkes, bir parantez açarak ismini bilerek Batılıların yazdığı gibi “Ibn Khaldun” şeklinde yazdığını, Türkiye’deki yazım şeklinin de yanlış olduğunu ileri sürer. Berkes, derginin 21    Ocak 1966 tarihli 147. Sayısında yayınlanan “Doğu ve  Doğuculuk     Modası”           makalesinde de Garaudy’nin kitabının yayınlanmasına tenkitlerini sürdürür. Kitabın “Batılı aydınların Doğulu aydınlara öğüt verme huylarının bir sonucu” olduğunu savunan Berkes, “Doğuluyuz ya da Batılıyız diye öğünmekle, toplumcu hümanist olunamayacağını” söyler.
Yön’ün ilerleyen sayılarında kitapla ilgili polemik devam eder. Kitabın çevirmenlerinden (E. Tüfekçi müstear adıyla) Mihri Belli, Berkes’in eleştirilerinin haksız ve yersiz olduğunu dile getirir. Belli, amaçlarının Arap sosyalizmi ya da Müslüman sosyalizmini taklit etmek olmadığını, toplumsal gerçeklerin dikkate alınmasının zorunlu olduğunu ifade eder. Arap ülkelerini gezen Berkes’in yanlış beklentiler içinde olduğunu kaydeden Belli şöyle der: “Niyazi Berkes’in en çok yadırgadığı şey sosyalizme yöneldiğini iddia eden bir ülkede normal olarak esmesi gereken laiklik havasını buralarda bulamayışı. “Bayram namazlı sosyalizmlere sıçramayı canım hiç istemiyor benim” diyor. Kendisini anlıyoruz. Bunu bizim canımız da istemeyebilir; ama canınızın her istediğini bir toplumun gelişimin hangi aşamasında oluğunu hesaba katmadan      o topluma dikte edebileceğimizi sanırsak yanılırız. Hoşumuza gitsin, gitmesin, din toplumların belli aşamasında bir gerçektir. Biz sosyalist olarak belli bir topluma ekonomik ve sosyal alanda olduğu gibi ideolojik alanda da ancak o toplum gelişmesinin olanaklı kıldığı ileri adımları attırabiliriz.”
Berkes’in, Garaudy’nin kitabının, “Doğuluları kendi içerine kapanmaya çağırdığı” yönündeki iddiasının da temelsiz olduğunu dile getiren Belli, kitabın ana tezinin, Müslüman Arap uygarlığının yarattığı hümanist değerlerin var olduğunu, Batının tek değer  yaratıcısı oluğu          iddiasının bir sömürgeci yalanı        olduğunu göstermek olduğunu dile getirir. Belli, kitapta sosyalizmin bir Batı ürünü olmaktan çıkararak bütün ulusların, bütün çağların kültürlerine kök salması, geçekten evrensel bir kültürel temele kavuşması gerektiği, böylece her ulusun öz malı haline geleceği ifade edildiğini kaydeder.
Peki, görüşleri bu kadar gürültü koparan Garaudy ne demişti? Aslında Garaudy’nin farklı fikirleri Türkiye’de olduğu gibi aynı dönemlerde ülkesi Fransa’da da büyük tartışmalar nende olmuştur. Uzun süre Fransız Komünist Partisi (FKP) Merkez Komite üyesi olarak görev yapan ancak hiçbir zaman kendisini bir “ateist” olarak nitelemeyen         Garaudy, 1960’lı yıllarda FKP’nin hâkim siyasi           çizgisine eleştiriler yöneltmeye başlar. Ancak asıl kıyamet Garaudy’nin 1968’de Çekoslovakya’nın Varşova Paktı ülkeleri taralından işgal edilmesi sonrası kopar. İşgale ve Stalin SSCB’ne yönelik eleştirilerini Sosyalimin Büyük Dönemeci adlı kitabında kamuoyuyla paylaşır. Kitap Garaudy’nin, FKP’den ihracına neden olur. 1982’de Müslüman olan Garaudy aslında sosyalist fikirlerinden de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. 1986 yılında verdiği bir röportajda, “ben İslam’a bir kolumun altında Kitab-ı Mukaddes, diğer kolumun altında Marks’ın Kapital’i ile geldim. İkisini de bırakamamaya kararlıyım” diyen Garaudy hakikatin tekelleştirilemeyeceğine inanmaktadır.
Marksistlere göre “bilimsel sosyalizm”, tarihsel-toplumsal bir durum tespiti değil, insanoğlunun davranışlarının bilimidir. Buna göre insanlığın nereye doğru aktığını, bilimsel bir hakikati tespit edercesine öngörmek mümkündür. Oya Garaudy Marksizm’in de “tarihsel” olduğunu hatırlatır. Garaudy’ye göre yapılması gereken, kapitalist sistemin meydan okumalarına karşı sosyalizmin, Avrupa’nın tarihsel- toplumsal koşullarının ürünü tekçi bir doktrini tüm dünyaya dayatmak yerine Avrupa dışı kültürlerin özlerinde var olan toplumcu temellerle bağ kurmaktır: “Avrupa’da bilimsel sosyalizm, Klasik Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomisi ve Fransız Sosyalizminin üçlü mirasına dayanarak tarihi bakımdan teşekkül etmiştir. Fakat çağımız dünyasının istek ve gereklerine cevap getiren bilimsel sosyalizm, her halkın kendi kültürü ve uygarlığı içinde gelişebilir ve gelişmelidir.”
Sosyalizmin diğer kültürlerdeki izdüşümlerine işaret eden Garaudy bu bakışla Avrupa dışı halkların sosyalizmi benimsemelerinin onlar için yabancı değerleri benimsemek zorunda olmak anlamına gelmeyeceğini, ancak kendi tarihinin yönünde tercih yapmak olacağını dile getirir. Bunun, “Kur’an’ın sosyalist bir yasayı ve rejimi tanımladığı” şeklinde yorumlanmaması gerektiğini de vurgulayan Garaudy kastının, sosyalizm derken bu kelimenin altındaki ruhu yeniden bulmak şartıyla sosyalizmde Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şey bulunmadığı olduğunu söyler: “Kelimenin altındaki ruhu yeniden bulmak demek, dinlerin getirdikleri tarihi bakımdan izafi cevapların ötesinde hayatın ve ölümün anlamı; insanın başlangıcı ve sonu gibi insanların temel sorunlarını keşfedebilmek demektir. Günümüzde İncil’in kelimelerine bağlanmış, dünyanın altı günde yaratıldığı veya ilk kadının erkeğin kaburgasından türetilmiş olduğu hikâyelerine takılmış Katolik ilahiyatçıların sayısı gittikçe azalmaktadır. Düşünüyorum ki dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğunu öğretecek pek az Müslüman ilahiyatçı kalmıştır.”
Mitolojik evren algısının geçerli olduğu eski dönemlere ait bu imajların reddinin dine saygısızlık olmadığını kaydeden Garaudy, her medeniyetin özünde var olan adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine vurgu yapar. Aslında dünyada kültürler ve dinler arası “diyalog” fikrini ilk kez dillendiren isim olan Garaudy’nin bundan da anladığı Soğuk Savaş sonrası postmodern söylem değil, aksine; sosyalizan bir aşkın birliktir. “Dinler, o dinleri taşıyan halklarla birlikte ilerlerler” diyen Garaudy, Feuerbach’ın yabancılaşma kavramıyla dinin muhtevasının sonlandırılmasının mümkün olamadığını kaydederek şöyle der: “Tarih her din gibi İslamiyet’in de çehresini devamlı değiştirmiştir. Zira yüzyıllar boyu ezilenler ve sömürülenler, alçaltılanlar ve saldırıya uğrayanlar,          dinsel düşünce      yoluyla         gerçek bir    kardeşler sitesi rüyasını gerçekleştirmişlerdir. bu insanların bu kardeş toplumu kurmak ve Karl Marks’ın “dinin insani temeli” dediği şeyi gerçekleştirmek isteyen sosyalizmde dini ümitlerinin en gerçek ifadesini görmemeleri mümkün müdür?... Demek ki İslamiyet, şu ya da bu çağın kurumsal mirası şeklinde görülemez ve müminler, sosyalizmin kurucusu olabilirler. ”
Müslümanlardaki hâkim, İslam’ın fıkıhçı okumasına karşı asli ilkeye; adalete vurgu yapan Garaudy, fkhın tali olduğunu dile getirir. Garaudy şöyle demektedir: “Hiçbir şey sosyal adaleti sağlamdan önce bir ceza sistemi uygulamak kadar Kur’an’ın ruhuna aykırı değildir. Oysa Kur’an bu noktada çok açıktır. Kur’an ağır bir şekilde servet biriktirenleri ve onları sayanı kınar. O kimse üzerine cehennem azaplarını davet eder.” Müslüman olmasında önemli bir rolü olan Cezayir ile ilgili hatıralarında anlattığı bir anekdot aslında İslam dünyasındaki sosyalist hareketlerin durumunu özetler niteliktedir. 1969’da üniversite öğrencilerinin düzenlediği “Cezayir Devrimi'nde İslam'ın Rolü” konulu            bir konferansa katılan           Garaudy’nin başından ilginç bir tartışma geçer. Garaudy konuşmasında şöyle der: “Sosyalizm     tepeden kurulamaz. Sosyalizm kendi kendini yönetme anlamına gelir. Kendi kendini yönetme ancak anlayışların köklü bir değişimiyle, bir kültür devrimiyle mümkün olur. Maneviyat ve inanç boyutu vazgeçilmezdir!” Onun bu sözleri salonda önemli bir öğrenci kitlesi tarafından pek de memnuniyetle karşılanmaz. Gençlerden biri itiraz eder: “Anlamıyorum. Sen komünistsin ve bize dini öğütlemeye geliyorsun. Ben ise sosyalizmi istiyorum. Ancak İslam'ın bulunduğu yerde sosyalizm hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Afyondur o!” Salona büyük bir kargaşa hâkim olur. Başka bir grup öğrenci ise bu sözlere “tekbir” getirerek tepki gösterir. Garaudy gence şu karşılığı verir: “Ben Müslüman değilim! Ben Müslüman değilim ama sana şunu söylüyorum: Yüzde seksen beş Müslümanların yaşadığı bir ülkede İslamsız bir sosyalizm kurma iddiasıyla ortaya çıkarsan hemen hiçbir zaman sosyalizmi gerçekleştiremeyeceğini söylüyorum sana.”
Garaudy’ye göre şeriat ve yol Allah’ın durmadan yaratması gibi sürekli değişken tarihi durumlara bağlı belli sayıdaki hukuki hükümlerden ziyade bütün peygamberler taralından tebliğ edilen, cihanşümul ve ebedi bir ahlaki istikameti gösterir.
 “Sadece Allah hükmeder, sadece Allah maliktir, sadece Allah bilir ifadesi bundandır.” Bu evrensel ilkeye göre insanlar arası hukuk her toplumun ve her çağın taleplerine göre düzenlenmelidir: “Sadece Allah sahip ve maliktir, insanı Allah’ın mülkünden sorumlu bir idareci yaparak onun elinde bulunan her türlü serveti izafileştirir, çünkü o bu serveti Allah yolunda kullanıp verimli hale getirmezse elinden çekilip alınabilir.” (Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Türkiye’de İslam sosyalizmi tartışmalarında bildik anlamıyla alındığında “sağ” cenahtan bir isim olarak Nurettin Topçu’nun özel bir yeri vardır. Döneminde milliyetçi çevrelerin etkili isimlerinden olan Nurettin Topçu, sosyalizmin ahlaki- insani boyutunu görerek milliyetçilerin buna bigâne kalamayacaklarını düşünen istisna bir aydındır. Lise eğitiminden sonra Fransa’ya giden ve 1934’te Sorbonne’da doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye dönen Topçu, çağdaş Batı düşüncesine vakıftır. Türk Milliyetçiler Derneği’nde konferanslar verir. Ancak Topçu’nun sosyalizm ile ilgili fikirleri dernekte sert tartışmalara neden olur. Derneğin 1963 yılındaki kongresinde yaşanan ayrışmayla Topçu milliyetçi-muhafazakâr çevrelerle derin bir kopuş yaşar. Kendisini destekleyenlerle yeni bir oluşuma giden Topçu, 1939’da başladığı Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde fikirlerini dile getirmeye devam eder.
1960’larda Yön’ün, Garaudy tercümesiyle başlattığı tartışmaya çok geçmeden Hareket dergisi de dâhil olur. Derginin Şubat 1968 tarihli 26. sayısında Topçu, “Ne İçin Sosyalizm” başlıklı bir yazı ile konuya açıklık getirir. Daha önce de görüldüğü üzere Osmanlı dönemine kadar giden bir yaklaşımla sosyalizmi olumlayan Topçu, materyalist olarak gördüğü komünizme olumsuz bakmaktadır.
 “Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir” diyen Topçu İslam sosyalizmini, "Hak ile gücün terkibi" olarak görür. “Neden sosyalizm?” sorusunu Hareket Okulu şu şekilde cevaplamaktadır: “Otuz milyonluk bir milletin emeğini kırk bin Yahudi’nin midesine esaretten kurtarılması için. Bin yıllık Müslüman Türk kültürünün, Batılı uşakların okullarının eşiğinde kurban edilmekten kurtarılması için. Havasında hep yabancı ideolojilerin kaynaştığı fikirsiz, davasız, vicdansız üniversitelerden vatanı kurtarıp millet üniversitelerini kurmak için. Komünizm, Masonluk gibi yabancı ideolojilerden Müslüman Türkün ruhunu korumak için...”
Topçu, toplumsal adaletin tesisi için devlet otoritesinin önemine işaret eder. Popülerleşen liberal söylemin aksine devlet otoritesinin pekiştirilmesini savunan Topçu’nun düşünce sisteminde sıkı bir Yahudilik eleştirisi vardır. Fransız İhtilali öncesi Avrupa’da devlet otoritesinin kötüye kullanılmasıyla devlet karşıtı liberal söylemin yaygınlaştığını kaydeden Topçu, uluslararası Yahudiliğin bunu firsat bilerek toplumların adil bir devlet otoritesinden mahrum halde hayat savaşına terk edildiklerini ifade eder: “Hilekâr ve habis Yahudi’nin çirkef bakışını, ondaki saadet alameti sayan, zulümlere hayran gönüller kendi içlerini yoklasınlar. Orada gerçek saadet ve kendine yeterli tatmin yerine, muradına ermiş kin ile kızgın haset frtınasından başka bir şey bulmayacaklardır. Huzur içinde durulmuş, kaderine minnetle gülümseyerek Allah'a çevrilmiş bakışlar, aradığımız “'bahtiyar belde”nin ilahi manzarasıdır. Her birinin başkasının lokmasındaki bolluğa bakarak Allah'ına şükrettiği, fertlerinin cemaate hizmet sevdasına kendini bağışladığı sosyalizm, İslam sosyalizmidir. Ancak böyle bir belde, saadetle fazileti birlikte sunarak, insanları Allah'a yaklaştırabilir. Bu manada, sosyalizm devrimizin şeriatıdır.”
İslam sosyalizmi tartışmaları nedeniyle solda Yön dergisine “sosyalizm” adına gelen tepkilerin sağda da Hareket dergisine “İslam” adına gelmesi gecikmez. Derginin konuyla ilgili anketine gelen cevaplardan prensip olarak “İslam sosyalizmi” ile anlatılmak istenen fikriyatın benimsendiği ancak buna yine de “sosyalizm” adının verilmesinin istenmediği görülmektedir.
Dergide bir dizi yazı yazan Hüseyin Hatemi, Yön tarafından yayınlanan Garaudy'nin Sosyalizm ve İslâmiyet adlı kitabına cevap verir. Hatemi, sosyalizm kavramının İslam’ın sırf içtimai adalet sağlayan hükümlerini belirtmek için kullanılmasına itiraz etmeyeceğini, fakat yine de İslam’ın hayat ve felsefesinin yaratıcı olan Allah’tan geldiğini ve adını onun koyduğunu, bu nedenle de İslamiyet’e sosyalizm terimini eklemenin yanlış bir tutum olduğunu savunur. Hatemi’ye göre İslamiyet bir bütündür ve eksiksiz bir yapıyı ihtiva etmektedir. Bu nedenle sosyalizm ile İslam’ı bir araya getirirken burada sanki İslam’da bir eksiklik var da sosyalizmle tamamlanıyormuş gibi bir izlenim verilmemelidir. Hatemi, geçmişte tasavvuf kavramı altında İslam’a ters fikirlerin girdiğini hatırlatarak sosyalizm konusunda da aynı hatanın yapılmaması için bir öneride bulunur: “Şu halde “sosyalizm” kelimesi kullanılacaksa, bundan ne kastedildiği “iki kere iki dört ederrlli’ açıklığı ile ortaya konup böyle bir pasaport haline gelmesi önlenmelidir. Kanaatimce “İslam Toplumculuğu” terimini kullanmak materyalist sızmalardan kurtulmak için daha yararlı olur.”
Hareket yayınları kendisine özgü sosyalizm konusundaki görüşlerinde ısrarcı olduğunu 1974’te Suriyeli Mustafa Sibai’nin İslam Sosyalizmi kitabını yayınlayarak gösterir. İnsanların sosyalizm hakkındaki olumsuz tavırlarını analiz eden Topçu bunun temel nedeninin sosyalizmin, komünizm ile karıştırılmasından ileri geldiğini savunur. 19. yy.da yaşanan sosyalist mücadeleleri, “tarihin müstesna anlarında yaşanan ahlaki isyanlardan” addeder: “İşin çok dikkate değer tarafı şu ki, sermaye sahibi zenginler, kendi servet iştihaları hesabına davranırlarken; sosyalistler, fakirlerle mazlumların ve çalışanların hakkını kurtarmak için mücadele ile tehlikeye atılıyorlar. Bu farkı görmeyen gözler, kapitalist ile sosyalisti aynı adalet terazisine koyarak muhakeme etmek şaşkınlığı içinde hala bocalıyorlar. Yakın istikbale dönerek söylüyorum: Zenginlerin müthiş servetleri ellerindeki yenilmez kuvvettir; şüphesiz, servetleri kendileriyle beraberdir, fakirlere gelince, Allah onlarla beraberdir.”
Dini değerlerin ve sembollerin maddi çıkarlar için istismar edilmesini sert bir dille eleştiren Topçu’nun muhafazakârlık eleştirisi de sarsıcıdır. Bu çevrelerin sosyalizm karşıtı tutumlarının şaşırtıcı olmadığını dile getiren Topçu’nun düşünce dünyasına ahlakçı bir dil hakimdir. Bu düşüncelerini “Sosyalizme Karşı Koyan Kuvvetler” adlı yazısında dile getiren Topçu da diğer Müslüman sosyalistler gibi fıkıh kuralları yerine ilkeleri önceleyerek din istismarını sert bir dille eleştirir: “Bugün Müslümanlık iddialarıyla isimlerini hacı lakaplarıyla süsleyen zenginler, Müslüman tüccar ve sermaye sahipleri de kendilerine gizli açık menfaat sunan masonlara el uzatıyor, el açıyorlar. Hoca mevlithan zenginden para alıyor; her biri bir başka rezil hüviyet taşıyan dolandırıcı şeyhler ve mürşitler zenginler tarafından besleniyor. Devletten cemaatin hakkı olan vergisini kaçıran sözde Müslüman tüccarlar, Kur'an kursları vesair isimler altında İslam'ın ruhunu kapkara b ir perde ile örten cehaleti beslemede seferberlik ilan etmiş durumda bulunuyorlar. İslam'ı İsagocya* mantığıyla Orta Çağ karanlığında boğan bu insanların sosyalizmden ürpermeleri kadar, tabii bir şey olmaz.”
Sosyal adalet adına ihtilalci tavrın komünistlerden kaynaklandığını, sosyalizmin ise bir adalet davası olduğunu savunan Topçu, komünizmin bu tutumundan dolayı insanların sosyalizm hakkında da yanlış ve olumsuz bir algıya sahip olduğunu dile getirir. Buna temel neden olarak toplumun tüm sosyal bilgisini, ucu küresel Yahudi sermayesine çıkan medyadan alması olarak görür. Böylece sosyalizm hakkında sathi bir bilgi sahibi olan kitlelerin, kavramın yabancı olmasına takıldıklarını kaydeder: “Düşünmüyorlar ki, kelime bir kıyafettir, elbisedir; onu biz giydiririz. Allah'ın olan, ruh ve davadır. Ruhu görmediklerinden, bir zavallı elbiseyi kurşunluyorlar... Görülüyor ki, sosyalizme karşı düşmanlığın sebepleri, bir kısmı içten ve şuurlu, bir kısmı ise gafletten doğma olarak, çok ve çeşitlidir. Bütün bu vehimleri ortadan kaldıracak kuvvet, hak davacılarının bu mücadelede yaşatacakları sabırla iman ve hiç ölmeyen iradedir. Gayemize bir gün mutlaka ulaşacağımıza inanıyoruz. Kulların hakkını Allah emriyle gerçekleştirmek için kulların karşısında boynu bükük duranlar, Allah'ın huzuruna tertemiz ve açık alınla çıkacaklardır.”
Topçu, ABD’ye ait 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden solculara karşı kışkırtmalarla sağcı gençlerin saldırması sonrası yaşanan ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen olaylarla ilgili sağ çevrelere göre oldukça farklı değerlendirmelerde bulunmuştur. Konuyla ilgili Hareket dergisinde, “Kin İle Din Birleşemez” başlık bir yazı yazan Topçu, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin İstanbul’u işgal edişini hatırlatarak Amerikan donamasının da İngilizlerle birlikte işgale katıldığına işaret eder. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini 50 yıl önceki işgal dönemine benzeten Topçu, gazetesinde yazdığı yazılarla açıkça “cihat” çağrısı yaparak sağcı gençleri solcularla karşı kışkırtan Şevket Eygi gibi sağ çevreleri sert bir dille eleştirir. Topçu, ABD’nin çıkarları için Türk çocuklarının birbirlerine boğazlatıldığını ifade eder: “Hadisenin sebebi aşikâr: Amerika komünizme düşmandır; komünizm de Müslümanlığa düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslüman’ın üzerine vaciptir; bu belki de bir cihattır. Desteklemek için ne lazımsa yapılır. Gayeye varmak için adam öldürmek caiz olur, hele adam komünist ise... Acaba asıl cihat insan öldürmek midir? Evvela nefislerini öldürsünler. İslam dinini kendi nefisleri ile hırsları için böyle şuursuzca alet yaparak, Amerikan donanmasına yaranırcasına savaşmak cihat ise, İslamiyet gelmeden önce insanlar en şiddetli en barbar savaşları yapıyorlardı. Öyle olsaydı İslam’ın gelmesine ne hacet vardı. Allah’ın emirlerine itaat ettirmek için cihat yapılmış. Nerede ve hangi devirde yumruk ve balta ile kalpler kazanılmıştır?”
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Türkiye’de İslam sosyalizmi tartışmalarına en büyük katkısı olanlardan biri de bizim de sıklıkla görüşlerine başvurduğumuz Cemil Meriç’tir. Batı düşüncesine olan derin tecessüsü ile dikkat çeken Meriç’in erken yaşta gözlerini kaybetmesi sadece kendisi için değil, Türk tefekkür hayatının büyük talihsizliği olmuştur. 1946’da İstanbul Üniversitesi Fransız Dili bölümünde okutman olarak göreve başlayan Meriç, 1974’te emekli oluncaya kadar bu görevi sürdürür. Bir sosyalist olmasına rağmen hayattayken sosyalistler tarafından görmezlikten gelinen Meriç sağ çevrelerde hürmet görür. Ancak bu hürmet hiçbir zaman onun fikirlerinin bir yankı bulması anlamına gelmemiştir. Sağ ile ilişkisinin, kendisi tarafından tercih edilen bir durum olmadığını, sol çevrelerin kadir bilmez tavrının kendisini bu duruma düşürdüğünü dile getirir: “Benim trajedim şu birkaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz. Dilimi konuşanlarla lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. ”
Tanzimat’tan beri devam eden resmi Batıcı politikaların çarpıklığına ve tutarsızlığına dikkat çeken Meriç kalkınmanın tek yolunun tanım gereği sosyalizm olduğunu ifade eder. Ancak Merkiç’in sosyalizm anlayışı da daha çok korporatisttir: “Türkiye sanayileşmemiş bir ülkedir. Kapitalist olmasına ne imkân var ne de Avrupa izin verir. Tek kurtuluş yolu devlet sosyalizmidir. Bu sosyalizm nasıl kurulacak? Kinle mi? Sosyalizm fedakârlık ister. İnsan belki kendi çocuklarının bile göremeyeceği bir istikbal için fedakârlık yapmaz. Onu harekete geçirecek bir kuvvete ihtiyaç var. Bu kuvvet ne olacaktır?
Sosyalizmin tek tip (Marksizm’den ibaret) anlaşılmaması gerektiğini ifade eden Meriç, Müslümanların kendileri açısından “nasıl bir sosyalizm?” sorusunu sorarak cevap aramaları gerektiğini kaydeder. Diyalektik düşüncenin bizzat Marksizm’in kendisine de tevcih edilmesi gerektiğini vurgulayan Meriç de Garaudy ve Tahir gibi Sosyalizmin Türkiye’de kendisini İslam ile ifade etmek zorunda olduğunu dile getirir: “Sosyalizm Türkiye'de yaşamak için İslamî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon   gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır. İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.”
Çağa hitap eden bir düşünüş biçimi geliştirmek için Batıyı tanımanın önemine işaret eden Meriç bunun, kendini tanımak için de bir zorunluluk olduğunu kaydeder. “Hakikatte hiçbir düşünce düşman değildir, her düşünce kanımıza karıştırılmak, millileştirilmek şartıyla doğrudur” diyerek Sosyalizmin bir 19. yy. ideolojisi olduğunu ve onu Kur’an’da aramanın mantıksız olacağını dile getirir: “Kur’an’da bir iktisat sistemi yoktur, fakat sosyal adalete yönelen bir ahlak vardır. Bu ahlak bir sosyalist için pekâlâ faydalı olabilir. Dinin değerleri tabiatüstü değerlerdir, ancak Kur’an’ın bu adalet kısmı üzerinde ısrar ederek kitleler harekete geçirilebilir.”
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Eğer bir Anadolu Sosyalizminden söz edilecek ise en başta zikredilmesi gereken isimlerden biri de hiç şüphesiz Kemal Tahir’dir. Daha çok romancılığı ile tanınan Kemal Tahir, Doğu ve Batı kültür ve tarihi hakkında da son derece detaylı değerlendirmeler yapabilmiştir. Bunu yaparken de afakî yorumlara değil, tarihsel gerçeklikte dayanmaktadır. Tahir, tüm yerellik savunusuna rağmen karşımıza ne bildik bir “muhafazakâr-dindar” olarak çıkar, ne de tüm o Batı kültürüne olan derin tecessüsüne rağmen bir Batıcı-Marksist olarak. Hayattayken etrafnda kendilerine “Tahiriler’ diyen bir çevre oluşacak kadar güçlü entelektüel etkiye sahiptir. Batı karşısındaki geri kalmışlık Kemal Tahir’de entelektüel soğukkanlılığını yitirmesine neden olmamıştır. Sorunları özgüvenle tartışır:           
“Öyleyse ne yapmalıyız? Yasalarımızı Batıdan aktarmayacağız biir.. Tutalım ceza kanununu Batıdan alsak, belki ceza geleneklerimize ters düşürür bizi, ama medeni kanunu Batıdan aldık mı, bizi varımıza, yoğumuza, bilgimize, kültürümüze ters düşürür. Sonunda kusar toplum bunu... Halka dayalı yönetim biçimi benimseyeceğiz ama Batının sınıflar arası denge sağlamak için geliştirilmiş demokrasi yapısını aldık mı, sindiremeyiz bunu içimize, yıllar yılı akıntıya kürek çekmiş oluruz. Bir aşağılık duygusu basar bizi boşu boşuna. “Demokrasiyi öğrenemedik” demeye kalkarız.”
II. Mahmut reformlarından Kemalizm’e, Türkiye’nin resmi Batılılaşma politikalarını mahkûm eden Tahir hazırcılığı, kolaycılığı eleştirerek, “Doktrin hiçbir çağda, hiçbir yerde bütün toplumlar için hazır değildir. Her toplum kendi tarihsel oluşumu ve yaşayışı içinde kendi doktrinini bulup ondan yararlanmak zorundadır ” der. Bunun, Batıya bigâne kalmak anlamına gelmediğini ifade eden Tahir, Batı’dan alınacak öğelerde, bunların Batı’da hangi tarihsel-toplumsal koşulda ortaya çıktığına dikkat edilmesi gerektiğini vurgular. Buna göre Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve sosyal yapısının da Batılı bir devlet gibi görülemeyeceğini dile getirir:
“Türkiye’de kapitalizmden söz etmek aldanmacadan, aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü Türkiye’de görülen ve Batı kapitalizminin varlığını belirttiği yüzde yüz olan bazı kuruluşlar, kurumlar, ekonomik-sosyal davranışlar aslında bizim yerli kapitalistlerimizden değil, Batı kapitalizminden gelmektedir. Onun serpintisidir. Temel birikimden gelmediği için köksüzdür. Sistem olarak memleketi kavramak gücünden yoksun olduğu kadar bir ser çiçeği gibi sadece kendi gelişmemsini kendi başına ve olağan olarak başarmak gücünden de yoksundur. Komprador hiçbir şart altında artık Batıdakine benzer kapitalist olmaz. Çünkü yaşadığı şartlar 18. yy. şartları olmadığı gibi arkasında kapitalizmi yaratan tarihsel (feodal) şartlar da yoktur.”
Batı ile Doğu (Osmanlı) düzenleri arsında adeta bir doku uyuşmazlığı olduğuna dikkat çeken Kemal Tahir, bu nedenle Osmanlı’nın kapitalistleşme çabasının her zaman çarpık bir hal aldığına vurgular. Onun bu özgünlük arayışı doğal olarak Türkiye’yi Marksist şablona uydurmak isteyen solcular tarafından görmezden gelinmesine neden olmuştur. Marksist sol çevrelerin mukallitliğini sert ve alaycı bir dille eleştiren Tahir ise Marks’ın ATÜT ile ilgili fikirlerinin ve yazılarının, Marksizm’in Batı şemasına uymadığı için anlamak istemediklerini ve görmezden geldiklerini kaydeder:      
“Ben komünistlikten 16 yıl ceza giydiğim zaman bile Marksizm’i doğru dürüst bilmiyordum. Ne öğrendimse mahpus damında ve çıktıktan sonra öğrenmişindir. Bizim o zamana kadarki komünistliğimiz bildiğin Nazım Hikmet komünistliği canım.. Trum, trum, trum tram tiki tak; Makinalaşmak istiyorum... Bunu belledin mi oldun gitti komünist. Fevzi Çakmak’ın o zamanki hâkimleri bu komünistliğe idam bile yazarlar. ”
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Ulemanın siyaset dışı kalmasını savunan en yüksek dini otoritelerden ve Şah ile de ilişkisi iyi olan Ayetullah Burucerdi 1961 yılında hayatını kaybetmiştir. Bir yıl sonra da, Ayetullah Kaşani yaşamını yitirir. Din adamları cephesindeki bu gelişme ulemanın siyasete girmesini savunan diğer ruhaniler için bir fırsat olur. Şah’ın 1962’de Ak Devrim adıyla uygulamaya geçirdiği Batıcı-liberal reformları da adeta buna davetiye çıkarır. Zira reformlar, dini hayatın yanı sıra Bazâr adı verilen ve İran’ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan geleneksel küçük ve orta sınıf esnafin çıkarlarına, geniş topraklara sahip üst düzey din adamlarının ve dini vakıfların topraklarına da dokunmaktadır. Buna tepki olarak Ayetullah Humeyni (1902-1989) önderliğinde bir ayaklanma patlak verir. Gelişmeler karşısında yıllardır bastırılan sol ve Özgürlük Hareketi gibi diğer ulema-dışı siyasi hareketler de rejime karşı biriken öfkeleri ve bir inisiyatif koyma umuduyla sürece eklemlenirler. Artık muhalefetteki manzara, 1950’lerdeki denklemin baş aşağı dönmesi gibi bir durum arz etmektedir.
Tam bu sıralarda; 1964’te Fransa’da doktorasını tamamlayarak ülkesine dönen Şeriati din adamları öncülüğünde bir devrime hiçbir zaman inanmamıştır. Oysa eski arkadaşlarının çoğu aktif bir şekilde mollaları desteklerler. Batı tarihini bilen bir aydın olarak Şeriati, mollaların inisiyatifindeki bir devrimin nelere yol açacağının farkındadır. Bu nedenle içine düştüğü kargaşa ortamında akıntıya teslim olmak yerine kendi fikriyatını anlatmaya çalışır. Fransa’da derinden etkilendiği ünlü şarkiyatçı Louis Massignon’dan (1883-1962) aldığı Islamic Science derslerinden esinlenerek fikirlerini İslam Bilim (İslam Şinâsi -adıyla verdiği konferanslarla kitlelere aktarmaya çalışan Şeriati, İslam’ı “klasik ilimler” yerine sosyal bilimlerle okumaktadır. Bir İslam aydınlanmasına inanan Şeriati bunun için bir kültürel sıçramanın öncelenmesi gerektiğini düşünmekte, bu yapılmadan siyasi ya da hukuki değişikliklerin boşuna olduğuna, beklenen sonucu sağlamayacağına inanmaktadır. Hatta ona göre bu aydınlanma olmadan gerçekleşen bir devrim felaketten başka bir şey getirmeyecektir. Bu düşünceleri nedeniyle silahlı mücadeleyi savunanlar tarafından pasifistlikle suçlanırken ilk başlarda yakınlık gösteren bazı mollalar da kısa süre sonra kendisine düşman olur.
1965’te Meşhed Üniversitesi’nde başladığı akademik görevinin yanı sıra 1967’den itibaren konferanslar verdiği Hüseyniye İrşad yılları Şeriati’nin en verimli dönemidir. Şah-molla kavgası dışında kalmaya çalışan Şeriati’nın konferanslarını binlerce üniversiteli takip eder. Fakat onun bu “tarafsız” tavrından iki taraf da memnun değildir. 1969 ve sonrası birçok kez gözaltına alınan ve istihbarat örgütü tarafndan sorgulanan Şeriati’den, “mevcut siyasi durum ile ilgili görüşlerini yazması” istenir. Diğer tarafta da mollalar Şeriati hakkında mason, gizli Sünni, Vahhabi vb. dedikodular çıkarıp, kitapları ile ilgili “okunması haram” fetvaları verirler. Şeriati karşıtı kampanyanın önemli isimlerinden biri, 1953 darbesinde aktif yer almış Ayetullah Behbehani’dir.
Şeriati yazılarında şahsına yönelik iftira kampanyaları yürütenlerle ilgili “Behbehani örgütü” diye söz eder. Özellikle önce üniversitede verdiği derslerden, ardından da Hüseyniye İrşad’daki konferanslardan oluşan İslam Bilim kitabı nedeniyle adeta linç kampanyası başlatılır. Din adamlarının husumeti 1977’de ölümüne kadar devam edecektir.
Şeriati düşüncelerinde Batılı entelektüellerin fikirlerine sıklıkla başvurur ancak bunu kendi fikir dünyasında içselleştirerek yapar. Bu çerçevede Marksist düşünceden de pek çok kavrama başvurmuştur. Bunlardan biri de Praksis kavramıdır.
Şeriati zihin    ile çevre,         mana   ile madde ve  üretici insan ile üretilmiş eser arasındaki ilişkide     idealizmin      zihne, manaya ve üreten insana bunları oluşturan esas olarak baktığını; materyalizmin ise dış etkenlerin yani üretilmiş eserin esas oluşuna dayandığım, bunları üretici insanın oluşturucusu olarak gördüğünü kaydeder. Oysa her ikisi de duyumsanabilen gerçek hareketin farkında değillerdir ve maddeyi veya insan gerçeğini soyut ve zihinsel kavramlar şeklinde çözümlemektedirler. Bu ikisinin karşısında ise böyle bir ikiliğe ye vermeyen Praksis vardır. Praksiste asli etken ve cevher, insani edim anlamında “eylemin” kendisidir. Bu, en açık biçimde Batı sanayi toplumunda kendisini göstermiştir. Kol gücünden başka bir şeyi olmayan işçi, tezgâhının        başına geçer ve            vidayı  bilek gücüyle çevirip sıkarsa malın kesinlikle üretileceğini bilir. İşinin başındayken “kendi edimi” aracılığıyla “cebrî olarak” hareketin    oluşacağının bilincindedir. Kendi bilek     gücüne           dayanmakla “güç” ve “bağımsızlık” duygusuna sahiptir.
Oysa Orta Çağ’da çiftçi öyle miydi? Çiftçinin üretim aracı, işinin 1/10’luk bir bölümünde etkili olan, tohum saçan, toprağı süren ve su veren elidir. Geriye kalan 9/10 ise, hava, toprak, mevsim, doğal afetler gibi dış etkenlere bağlıdır. Dolayısıyla, çiftçinin yaptığı işte payı 1/10’dur. Proletarya ise işine yüzde yüz hâkim vaziyettedir. Yaptığı iş beklenen maddi sonucu vermediği zaman bir aksaklık olduğunu bilir ve aksaklığı giderme gücünü kendisinde bulur. Kendi iradesi üzerinde kesin bir yetkiye kavuşur. İnsani edimin esas oluşu bundandır. Bundan sonra yapılacak olan şey tanrıyı tartışmak (teoloji) değil, insanı tartışmak olacaktır. Ancak bu insan da dağda tek başına yaşayan “soyut insan” değil, toplum içerisinde yaşayan gerçek insandır (sosyoloji). İslam Bilim’in “medrese ilimlerinden” (skolastik) farkı budur.
Böylece “hakikat arayışı” da yeni bir mahiyet kazanır ve Orta Çağ’daki “hikmetinden sual olunmaz” dogmalara teslimiyet yerine sebep-sonuç ilişkisine (analitik) dönüşür. Artık her şey daha “normal” (beşeri) niteliklidir. Şeriati'ye göre Kur’an’ın dünya görüşü de insanları putlara inanan kâfirler ve Allah’a inanan müminler şeklinde değil, toplumdaki sınıfsal bölünmüşlükte hangi tarafta durduklarına göre ayırır. Zira putlar toplumsal gerçeklikten bağımsız olmayıp sınıflı toplum düzeninin izahıdırlar. Tevhidin sosyolojik tarifi de burada kendisini gösterir: “İslam sürekli olarak “Hüküm ancak Allah’ındır’. “Din tümüyle Allah’ındık’ ve “Mal Allah’ındır’ diye yinelemekle, İbrahimi tevhidin baltasını, halka egemen olan sınıf şirkine ve üçlemeye, yani siyasi istibdada, iktisadi istismara ve dinî eşekleştirmeye indirmeye çalışmaktadır.”
Böylece her tülü sulta öncelikle gerçek sahibi olan Allah’a irca edilmekte, böylesi güçlere sahip olduğu iddiasında bulunanların ulûhiyet iddia ettikleri anlamına geldiği ifade edilmiş olmaktadır. Ardından Allah kendisini toplumla özdeşleştirerek tanrıdan gelen otoritenin gerçek hayatta nasıl tecelli edeceğini göstermektedir. Kur’an’da, “...halkın Rabbine, halkın Melîkine, halkın İlahına...” denirken Allah kendisini bir şahısla, bir din adamları sınıfıyla ya da belli bir soyla değil, tüm toplumla özdeşleştirmiş olmaktadır. Halkın Rabbi ifadesiyle efendiler (egemenler, aristokratlar vb.) sınıf, halkın Meliki ifadesiyle sermaye sınıf ve halkın İlahı ifadesiyle de din adamları sınıfı olumsuzlanmaktadır. Görüldüğü gibi Allah bu ayrışmada hep bir çatışmanın (diyalektik) taraf olarak gündeme gelmektedir. Şeraiti, Muaviye’nin kendisini Allah ile özdeşleştirerek, “Mal Allah’ın, ben de Allah’ın Halifesiyim (Zillu’llahfi’l-arz: Allah’ın yeryüzündeki gölgesi): o halde, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak mal Allah adına benimdir,’ demeye getirdiğini, bunun farkında olan Ebu Zer’in ise, Mu’aviye ile tartışarak, insanların kazanımlarını Emeviler için gasp etmekle suçladığını belirtmektedir.
Sonuç itibariyle Müslüman için Allah’a iman toplumsal hayatta hangi tarafta durduğunun izharı olmaktadır. Şirk, sınıflı topum ve sömürüyü ifade ederken tevhit sınıfsızlığı ya da sınıflı toplumda sömürü karşıtlığını ifade etmiş olmaktadır. Kur’an’daki Hak-Batıl çelişkisini bir çeşit sınıfsal ayrım olarak gören ve tarihi
Marksist tarih felsefesine benzer bir diyalektik süreç şeklinde okuyan Şeriati’ye göre tarih boyu süregelen bu sınıfsal savaş; elit sınıflarla ezilen halk arasında sürekli ve uzlaşmaz bir sömüren-sömürülen, müstekbir-mustazaf çatışmasından ibarettir. Kur’an’daki Habil-Kabil kıssasını bu sınıf çelişkisi temelinde bir tarih felsefesi olarak yorumlamaktadır. Şeriati’ye göre İslam Peygamberinin mücadelesi sınıfsız bir topum kurma mücadelesidir: “Tevhidin sosyolojisi sosyal eşitliği gerçekleştiren bir düzen olmasıdır. Şirk ise, daima sosyal tefrikayı ve sınıf çatışmasını izah eden bir din hüviyetindedir. Bu, daima, sınıfların diğer sınıflara; ırkların diğer ırklara; milletlerin diğer milletlere üstünlüğünün izahı olmuştur. Toplumun bazı sınıflarının aşağılanmasının, mahkûm edilmesinin ve diğer sınıfların ise faydalanmacılığının, zati ve ırksal efendiliğinin, yüceliğinin açıklamasını üstlenmiştir. ”
Şeriati için sahabe içinde Hz. Ebû Zer’in özel bir önemi vardır. Daha öğretmen okulunda 18 yaşında bir öğrenci iken Mısırlı Cevdet es-Sahhar’ın (1913-1974) Hz. Ebû Zer hakkındaki kitabını İnkılâpçı ve Sosyal Adaletçi Ebû Zer Gıfari adıyla Farsçaya çevirir. Şeriati’ye göre İslam mektebinin yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Ebû Zer, onun için hayatı boyunca örnek bir şahsiyet olmuş, dünya görüşünün şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Şeriati sosyalizmin şiarı olan, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin 1400 yıl önce Ebû Zer’in mücadelesinde görülebileceğini ifade ederek onun bir “sosyal adaletçi” olduğunu dile getirir. Ona göre günümüz İslam toplumları için Ebû Zer yüzlerce Molla Sadra’dan, ve İbn Sina’dan daha önemli ve daha hayati bir örnek şahsiyettir. Ebû Zer hayatını mal stoklayan ve “İslami zekât” vermekle sınıfsal sömürüye şer’î kılıf uyduran Emevi iktidarına karşı mücadeleyle geçirmiştir. Kur’an’ın “kenz” (sermaye) ayetini* okuyarak meselenin belirlenmiş zekât miktarı vermek olmadığını, asıl meselenin sermayedarlık meselesi olduğunu; ayette servetin neden belirli ellerde yığılarak halk için harcanmadığının sorgulandığını haykırmıştır. Şeriati’ye göre, Ebû Zer’in önemi Batı için Spartaküs’ün önemi gibidir. Kendisi de bir köle olan kölelerin özgürlük hareketinin önderi Spartaküs, M.Ö. 70’li yıllarda Roma’ya karşı verilen savaşta hayatını kaybetmiştir. İsyan bastırılır ancak Spartaküs adı, köleci egemenler için korkulan bir simge olarak kalır. Köleci toplumun tarihçileri bile onun adından saygıyla bahsetmek zorunda kalırlar. Kölelerin sömürülmesine dayanan düzen ise hızla değişime başlar. Zira kölelik kurumu artık yeterince ekonomik değildir ve yeni sömürü yolları aramak zorunda kalırlar. Köleler sömürüye karsı insanlık onuru mücadelesi vermişler ve bunun sonuçlarını da almaya başlamışlardır. Bu, insanlığın tarihteki gerçek kazanımlarındandır.
Şeriati, İslam’ın sosyal adalet anlayışını açıklarken,”Kur’ani bir kavram olan kısım hukuksal anlamdaki adalet kavramından farkını ortaya koyar. Adalet, bir toplumun birey ve grupları arasındaki bireysel ve grupsal tanınmışlığı bulunan hukuk temelinde sosyal ilişkilerin yasal biçiminden ibarettir. Kıst ise, herkesin veya her grubun,    toplumda üstlendiği rol karşılığında    maddi-manevi ürünler         ve        sosyal imkânlar toplamından aldığı gerçek paydır. Adalet, yasal ve formel kaidelerin yerine getirilmesidir.  Örneğin,         bir işçiyle bir günlüğüne 10 TL’ye anlaşılmış   ve günün sonunda kararlaştırılan ücret ödenmişse, adalet gerçekleştirilmiş demektir. Bu kararlaştırılan ücretten kesinti yapılması            haksızlıktır (hukuka aykırıdır). Eğer mahkemeye gidilir ve ödenmeyen ücret alınırsa adalet sağlanmış olur. İşçi de iş saatinden çalarsa aynı şekilde işverene haksızlık etmiş olur ve onun da mahkemeye başvurma hakkı doğar. Bu, yasal (fıkhi) durumdur. Burada yasalar doğru düzgün işletiliyorsa, hâkimlerimiz dürüstçe işlerini yapıyorlarsa, kimse kimseye zulmedemez ve adalet korunur. Ancak, kıst açısından durum farklıdır. Evet; 8 saatlik çalışmanın karşılığı olarak kararlaştırılan ücret ödenmiş ve ülkedeki resmî düzenlemeye göre de bu kadar saatlik çalışmanın karşılığı verilmiş olabilir. Ancak, onun hakkı (kist) gerçekte bu mudur? İşin resmî fiyatı 10 TL’dir; ancak, değeri (belki) 20 TL’dir. İşçi böyle bir durum için mahkemeye gidip itirazda bulunamaz. Peki, ne olacak işçinin ödenmeyen 10 TL’sine. İşte bunu soran kıst’tır: “Adalet sessiz ve mutlu olduğunda kıstın itiraz ettiğini ve öfkeli olduğunu görüyoruz. (...) Kıstın yargı ve adalet sistemiyle bağı yoktur; mülkiyet düzeni ve ekonomik alt yapıya aittir. Ürettiğinden fazla kar sağlayan kişi, bu fazla miktarı başkasının payından almış demektir, Russel’in ifadesiyle, “Sayin lord! Bu kadar serveti ve varlığı elde etmek için doğma sıkıntısından başka ne zahmet çektiniz?” ...Adalete sahip olabilmek için yargıda reform yapmak gerekir; kişi içinse, ekonomik alt yapıyı değiştirmelidir. Kıst ancak mülkiyet düzeninde sosyal bir devrimle mümkündür.”
Görüldüğü gibi, mesele sadece fkhi bir formalitenin yerine getirilmesinden ibaret değil, ideolojiktir. Şeriati, Hz. Ali’nin Sıffn’de kendisine karşı savaşan Mu’aviye taraftarlarını “kâsıdîn” olarak adlandırdığını, bunun sosyal, siyasal ve ekonomik bir nitelendirme olduğunu ifade etmektedir. Kâsıdîn, “adalet karşıtları” anlamındadır, Kur’an’da* ise Müslümanların aslî sorumluluğu, adaleti (kıst) ayakta tutmak olarak belirlenmiştir.
Ölümünden sonra hakkında yaşanan tartışmalardan biri Şeriati’nin sosyalizme bakışıdır. Onun kendisini bir “sosyalist” olarak nitelediği konusunda bir şüphe yoktur. Aslında daha hayattayken dini çevrelerce “İslam dışı”, Marksist çevrelerce de “sosyalizme karşı” olmakla suçlanan Şeriati bunlara şöyle cevap vermektedir: “Benim şahsıma değil, düşüncelerime karşı olan bir entelektüel akli delil ile genelge şeklinde tekrarlanan eleştiriler zincirinin her tarafta tekrarlandığını, iki çelişik kutup tarafından ve birlikte özel bir zaman kesitinde başlatıldığını ve hele bunların hangi tipler ve karakterlere mensup olduklarını tespit ettiğinde bu gürültülerin nereden kaynaklandığını anlar. Çarşı pazarlarda benim Şii olmadığım, üniversitelerdeyse sosyalist olmadım yaygarasının koparıldığını duyduğunda, buna karşılık 18 yaşında yayınladığım “Allahperest Sosyalist” adlı eserimle karşılaştığında bu mırıldanmaların hangi gırtlaklardan ve niçin çıkarıldığını anlar.”
Bununla birlikte Şeriati muhafazakâr dindarlığa olduğu kadar İslam dünyasında Marksist düşünceye en ciddi eleştirileri yönelten aydınlardan biridir. Şeriati de kimi Marksologlar gibi Marks’ın, eserlerindeki düşünsel evrimine göre üç ayrı Marks ve üç ayrı Marksizm tanımlaması yapar; Genç Marks, olgun Marks ve yaşlı Marks. Genç Marks, Hegel’in çömezi materyalist bir filozoftur. Şeriati’ye göre, Avrupalı Marksistler     tarafından Marks’ın (1818-1883) bu boyutu gereğinden fazla vurgulanarak büyütülmüştür. Kilise’nin gericiliğine karşı aşın tepkisel davranan bu kimseler, tüm din biçimlerini inkâr etmeye ve aşağılamaya gitmişlerdir. İkinci Marks, bir toplumbilimci olarak, sınıfsal çelişkileri, yönetici sermaye sınıfı ile sömürülen işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi teşhir eden olgun Marks’tır. Tarihsel determinizmin -ekonomik determinizm değil- kanunlarına nasıl işlediğini ve her ülkenin ekonomik alt yapışı ile bunun üstünde yer alan, özelde ideoloji ile politik kurumlar gibi, üst yapılar arasındaki etkileşimi çözümleyen Marks. Üçüncü Marks ise devrimci bir parti kurarak politik zorunluluklar nedeniyle kendi sosyal metodolojisiyle örtüşmeyen öngörülerde bulunan, pragmatizme kayan yaşlı bir politikacıdır. Şeriati’ye göre üçüncü Marksizm, bilimsel Marksizm’in değerini de düşürerek adını kötüye çıkarmıştır. Ona göre, Engels temel konularda tahrifatlar yapmış; işçi sınıfı, gelişime bağlı olarak kurumsallaşarak bürokratikleşmiştir.
Daha hayattayken hakkında en yoğun şekilde karalama kampanyaları yürütülen Ali Şeriati ile ilgili tartışmaların günümüzde de gerek İran’da ve gerekse İslam dünyasında devam ettiği görülmektedir. Türkiye’de yayın evlerinin yoğun tercüme faaliyetleriyle özellikle 1980 ve 1990 kuşağı İslamcılarının çokça okuduğu Şeriati’nin    düşünce ünyasının, tercümelerle tanıdığımız diğer yazarlarla kıyaslanamayacak kadar ileri ve üst düzey olduğunu, Soğuk Savaş sonrası “yeni dünya düzeni” şartlarında onun eserlerine gösterilen ilgiden görüyoruz. Kanaatimizce bunun önemli bir nedeni onun Batı düşüncesine olan derin tecessüsüdür. Çağdaş Batı düşüncesi karşısında, muhafazakâr-selefi akımların “beşeri ideolojiler” şeklindeki kolaycılığı ve sofun tanımak yerine Batı’yı yeni bir “taklit mercii” olarak görmesi karşısında Şeriati Batı düşüncesine yönelik sağlıklı bir tavır geliştirmeyi başarmıştır. Kitabında Şeriati’ye uzunca bir bölüm ayıran Cemil Meriç onun bu özelliğini şöyle ifade eder:     “Ali     Şeriati’de bulduğumuz engin tecessüse çağdaş İslam mütefekkirlerinden hiç hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi...” [Cemil Meriç, Kırk Ambar, C. 2, İletişim Yay., 2009, s. 205.]
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
Bir buçuk asır kadar önce Avrupa’da ortaya çıkan ve önce Türkiye, ardından diğer İslam coğrafyasında önemli            bir etki yaratan sosyalizm,  antiemperyalist- bağımsızlıkçı bazı Müslüman aydın ve siyasetçiler tarafından benimsendi.
Bununla da amaç yeni bir Batıcılık değil, aksine; Batı emperyalizmine karşı bir direnişti. Ancak Batı karşıtlığı elbette bu sosyalist Müslümanlardan ibaret değildi ve Mısır’dan Pakistan’a, İran’dan Türkiye’ye çok daha geniş kitleleri etkilemiş dindar - muhafazakâr yazarlar ve siyasi hareketlerde, hem de çok daha “iddialı” bir “anti Batıcılık” görüldü.
Mısır’da Müslüman Kardeşler, Pakistan’da Cemaati Islami, 79 devimiyle İran’da resmi ideoloji haline gelen Velayeti Fakihçi Şiilik ve Türkiye’de pek çok dini- siyasi hareket geçtiğimiz yüz yıl boyunca benzer söylemleri tekrarladılar.
Ancak çağa hitap eden felsefi-bilimsel temellere    değil; skolâstik kategorilere dayanan       muhafazakâr          aklın “Batı karşıtlığı” da antiemperyalist çözümlemeler yerine “beşeri ideolojiler” şeklinde bir genellemeden ibaret kaldı. Beşeri ideolojiler denirken de ne kast edildiği ve pratik karşılığının ne olduğu konusunda anlaşılır bir izah yapılmadı. Fakat hayatın akışı devam ediyordu ve siyaset sahasında faaliyet gösterenler demokrasi, eşitlik, kadın hakları, liberalizm vb. Batı düşüncesi ve siyasetine ait kavramları rahatça kullandılar. Oysa bu kavramların muhafazakâr akılda ne ifade ettiği hala bir muamma olarak durmaktadır.
Fikir sahasındaki bu boşluğun modernleşme sorunu karşısında savrulmaya neden olması gecikmedi. İslami kavramlar ve değerler yozlaştırılarak kapitalist tüketim kültürünün malzemesi haline geldi. “İhlâs Holding”ten “Zemzem Tower”a, zikirmatik”ten “namaz kremi”ne, “Mekke Cola”dan “abdest          makinesi”ne... modernliğin en yoz biçimi İslam adına üretilir oldu. Patrick Haenni’nin dediği gibi “Batılı bilginin Islamileştirilmesi çabası Batılı zevklerin İslamileştirilmesiyle” sonuçlandı. İslam dünyasının geri kalmışlığının sorumlusu olarak ise özeleştiri yerine yine kaba genellemelerle Batı’yı suçlamak tercih edildi. Fakat bu suçlamada da Batı’nın askeri, siyasi ve iktisadi tahakkümünden ve buna zemin oluşturan iç nedenlerden çok özellikle “Oryantalistlerin kötü niyetli faaliyetlerine” odaklanıldı.
Ortaçağ’da kendi Hıristiyan kültür zemininde gerçekleştirdiği uzun bir iç hesaplaşma sonucu sosyal bilimleri üreten Batılı entelektüel evren hakkındaki skolâstik algıyı yıkarak dünyaya yepyeni bir pencereden bakar olmuştu. Böylece bilimsel gelişmelerin önü açılmış, keşifler çağına giren Avrupa iktisadi, siyasi, kültürel ve bilisel ilerlemede daha önce görülmemiş bir hıza ulaşmıştı. Bu hızlı gelişmenin doğal sonucu olarak Avrupa sınırlarını aşıp başta İslam coğrafyası olmak üzere dünyanın geri kalanını da her bakımdan egemenliği altına aldı. Artık her şeyi bilim konusu yapan Batıllar için Müslümanlar da tarihleri, kültürleri, temel kaynakları ve her şeyleriyle bilimin nesnesi durumundaydılar.
Oryantalistlerin çalışmaları Müslümanlar açısından sarsıcı oldu. Buna cevap vermeye çalışan Müslümanlar zorunlu olarak temel kaynaklara yöneldiler ve bu yolla İslam’ın hâkim içine kapanık okumasının dışında başka okumalarının da mümkün olduğunu hatırladılar. Gelenekte kökleri olan ancak çeşitli nedenlerle başarısız olan ve unutulan tartışmaları yeniden yapmaya, bununla birlikte bir sosyal bilimler nosyonu edinmeye başladılar. Bu durumun muhafazakârlık açısından nasıl bir tedirginlik nedeni olduğunu Edward Said’in (1935-2003), Oryantalizm kitabına ilişkin gelen tepkiler göstermektedir. Kitapla ilgili Müslümanlardan gelen ve Said’in hiç beklemediği bir iddia onun bu kitapla “Batılılara hizmet ettiği” suçlanmasıdır. Sait bu ilginç iddiaya şöyle cevap verir: “Onlara göre Oryantalizm tartışması ABD’nin Arap ülkelerindeki kontrolünü arttıracak emperyalist bir komplo. Bu imkansız senaryoya göre Oryantalizm eleştirmenleri antiemperyalist falan değil, düpedüz “gizli” emperyalist ajanlardır!.. Yani kıssadan hisse: Emperyalizmi tenkit etmenin en güzel yolu o konuda susmak imiş... Eh, ben artık şunu derim: Dünya çığırından çıkmış. mantık miyar kalmamış!”
Aslında Said’e yöneltilen bu garip suçlama Batı karşısındaki korkumuzun bir ifadesidir ve bir gerçektir ki Müslümanlar olarak hoşumuza gitmese de moderniteyi yaratan Batı birkaç yüzyıldır ürettiği bilim, teknik, kültür, sanat ve uluslararası siyasetle tarihi belirlemeye devam etmekte, dünyada beklide en fazla Müslümanlar Batıya izafe kalmaktan öteye gidememektedir. Oysa Batılı bilim adamları hiçbir korku duymadan yaklaşık yüz elli yıllık bir zamanda İslam ve Müslümanlar hakkında yaptıkları çalışmalarla muazzam bir literatür meydana getirdiler. Hadis sahasında muhteşem bir eser olan alfabetik kelime fihristi Konkordans onların emeğidir. 1938 gibi erken bir tarihte tamamlanan 13 ciltlik (İngilizce, Fransızca, Almanca) İslam Ansiklopedisi İslam ilahiyatı ve kültürü sahasında araştırmacılar için en değerli kaynaklardandır. Arap edebiyatı tarihi hakkında Carl Brockelmann’ın (1868-1956) eseri (Geschichte Der Arabischen Litteratur-GAL) gibi bir çalışma hala Türkçede yoktur. Kur’an araştırmalarının merkezi artık İslam dünyası değil, Almanya’dır.
Kanaatimizce Müslüman sosyalist aydınları sosyalizme yönelten nedenler tam da burada aranmalarıdır. Zira bu aydınların muhalif-eleştirel tutumlarının yanı sıra bir diğer ortak özellikleri Batı düşüncesi hakkındaki derin tecessüsleridir. Onların modernleşme sorunu ve Batı (Oksident) karşısındaki tutumlarının muhafazakârlık gibi kaba, skolâstik bir reddedişin ardından maddi kültürünün “İslamize” bir tüketiciliği değil; içselleştirilmiş çağdaş düşünceye entelektüel bir “doygunluk” olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak Müslüman sosyalist aydınlar için sosyalizme yöneliş artık başka bir “Batıcılık” değil; bir “yitik hikmet” mesabesindedir. Buna göre evet; sosyalizm Batılı bir ideolojidir, ancak “muhalif’ bir ideolojidir! Batıyı tanımak çağın bir zorunluluğudur. Bunu Batıcılaşmadan yapmanın en gerçekçi yolu sosyalist literatürdür. Sosyalizm, Avrupa dışında emperyalist yüzüyle tanınan ve eski feodal düzeni yıkarak Avrupa’nın yeni egemen sınıfı haline gelen burjuvaziye bir tepki olarak doğmuştur. Kemal Tahir’in dediği gibi Batı medeniyeti içinde adeta bir ikinci medeniyet haline gelmiştir.     Dolayısıyla sosyalizm bu  aydınlar için antiemperyalist bir tercih ve diyalektik bir yöntemle ötekini tanıyarak kendini tanımanın da bir başka yoludur. Fakat bu tanımadan kasıt sosyalizmin Avrupa’daki çıkış felsefesini tekrarlamak değildir ve bu mümkün de değildir. Çözülmüş bir problemden ikinci kez “aynı sınav değerini” taşımasını beklemek elbette abestir. Ama Batı’yı tanımak öncelikle, bizim için de geçerli olan Orta Çağ’lardaki kozmolojinin yıkılışını ve bunun dini düşüncede olan sonuçlarını anlamamızı sağlayacaktır. Bu haliyle sosyalizm anakronizmi aşmak için bir aydınlanma felsefesidir. İkincisi; başlıca iktisadi-siyasi ve askeri sorunlarımızın ardındaki Batılı küresel güç odaklarını tanımamıza imkân verecektir. Bu da dünyada yalnız olmadığımızı, küresel sermaye karşısında tüm dünya halklarının aynı tehditle karşı karşıya olduğunu gösterecek, buna boyun eğmek yerine strateji geliştirmemize olanak sağlayacaktır. Bu sorunlar aşıldığında Müslümanlar küresel güçlerin planlarında bir nesne ve enstrüman değil, analiz yapabilen, kendi kararlarını veren bir özne durumuna geleceklerdir.
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)
1950’lerde, Sadi gibi TKP geleneğinden gelen ve fikirleriyle Marksist çevrelerde önemli bir yeri olan Hikmet Kıvılcımlı (1902 -1971) da sol ile dindar- muhafazakâr çevreler arsındaki uçurumdan rahatsız olur. Marksistlerin din hakkında “gericilik” şeklindeki basite alan tavrının aksine dini düşünce hakkında derinlemesine çalışmalar yapan Kıvılcımlı 1954’te Vatan Partisi adıyla legal siyasete girince topluma ulaşmanın önemini daha fazla kavrar. Fikirlerini dindar -muhafazakâr çevrelere de anlatmak için 1957 seçimlerinde Eyüp Sultan Camii meydanında bir seçim konuşması yapar. İslam ve sosyalist öğreti arasında ilgi kuran Kıvılcımlı şöyle der: “İslam’ın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil-insâni illâ mâ seâ" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır.          Bugün insanlığın yarattığı değer: Emek   üzerine kurulur. Avrupa'nın en büyük iktisat âlimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil-insâni illâ mâ seâ" hakikatini: "Değer, insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir...”
İslam   peygamberinin          son peygamber          olma nedeninin,        ondan sonra insanların yasaları kendilerinin yapmasının istendiği anlamına geldiğini ifade eden Kıvılcımlı, ilk dört halifenin demokratik yoldan devlet başkanı seçildiklerini ancak daha önce para ile Müslüman olmuş Muaviye’nin bu demokratik sistemi yıkarak idari yapıyı saltanata çevirdiğini dile getirir. Muaviye’den itibaren İslam dünyasında derebeylik düzeninin egemen olduğunu kaydeden Kıvılcımlı, bundan sonra insanların hakkını aramaktan korkar hale          geldiği değerlendirmesinde bulunur. Türkiye’nin geri kalmışlık sorunu hakkında muhafazakârların hassas ve aşina oldukları bir dille kendisini ifade eden Kıvılcımlı Türkiye’de sorunların sanayileşme ve ağır sanayiin kurulmasıyla aşılabileceğini ifade eder. Yabancı şirketlerin Türkiye’deki acenteliğini yapan “tefeci bezirgânların” ülkenin sanayileşmesini istemediklerini dile getirerek şöyle der:            Gidip ticaret odasına okuyun, listelere bakın, dosyalara bakın.. hepsi falan filan kefere memleketin buradaki acentesidir. Bütün ecnebi malların Türkiye'deki mümessilleri bezirgânlar, o ecnebi malının kârını yapmak için, Türkiye'de ona benzer malın yapılmamasını isterler. Menfaatleri budur. Bu böyle bir lanet zümredir ki, memleketimize de, maalesef sanayiimize dahi kast eder... Bu memlekette 40-50 banka, 40-50 ticaret şirketi, 40-50 sanayi şirketi vardır. Dikkat ettim; herhangi bir firmanın başında “Türk bilmem ne ihracat firması”, “Türk bilmem ne şirketi” diye “Türk” kelimesi kondu mu kurcalamışımdır yönetim kurulunu, belki içlerinde Türk de var ama geri kalan hepsi Levanten çıkmıştır. Yani Mişon, Kostaki... Ama, firmanın başı, kocaman antet... Gidin görün, Beyoğlu’nda gezin görün.”
Kıvılcımlı buradaki konuşmasından dolayı tutuklanır ve “dini siyasete alet etmek” suçlamasıyla (TCK 163. Mad.) 1 yıl kadar hapse mahkûm edilir, Vatan Partisi de kapatılır. Kıvılcımlı, Türkiye solu içinde İslami literatürle yoğun şekilde ilgilenen az sayıda aydından biridir. Din ile ilgilenmeyi, “gericilik” şeklinde görme k yerine Marksist anlamda “bilimsel” bir temele oturtma çabasındadır. İslam’ın doğuşuna da bu şekilde izah getirmeye çalışan Kıvılcımlı, Arap yarımadası etrafındaki ticaret yollarında yaşanan değişikliğin Arapları daha ileri bir toplum aşamasına geçmeye ittiğini, Hz. Peygamber’in ortaya çıkışının ise bu sürece “hümanist” bir müdahale olduğunu savunur. İslam’ın tanrı ve toplum tasavvurunun Bedeviler için ilerletici yeni bir adım olduğunu dile getiren Kıvılcımlı, “Muhammed ve İslam ’ın en kalıcı mirası, kolektivizm, adalet, hoşgörü, merhamet yani hümanizm olmuştur. İnandığı Allah’ı bu sistemden uzak düşebilir miydi?” demektedir. Bedir Savaşı sonrası ganimet taksimi ile ilgili Enfâl Suresi’nde geçen “Savaşta ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte biri Allah’a ve Resulüne aittir.” ayeti ile ilgili Kıvılcımlı şu yorumu yapar: “Sınıflı topluma çözülen bedevi Medineli, Mekkeli fakir fukara, ipotek altında yoksullaştırılmış köylü esnaf ve züğürt bezirgânlann ganimet, mal-mülk, gösteriş düşkünlüklerini gördükçe; Muhammed derinden sarsılıp üzülüyordu. Kuracağı yeni İslam medeniyeti de öncekiler gibi bu arsız maddiyatçılık içinde çökecek miydi? Sık sık ayetlerde azarlayarak korkutarak uyardı. Ama en şiddetlisi Enfal  suresiyle oldu:       “Ganimet      Allah'ın ve Peygamberindir.” keskin savaş komünizmi hükmü bildirilmiştir. Bu hükmü sonradan esnetmek zorunda kalmıştı, çünkü medeniyeti yayılırken kişi mülkü gelişimini gemlemek olanaksız kaldığı gibi, bendledikçe selleşiyordu. Gözleri doyar da belki maneviyata, İslam’ın dediklerine uyarlardı...”
Hz. Peygamber’in kurduğu toplum düzeninin Hulefâyi Râşidin döneminde de ayakta kaldığını ancak ardından tefeci bezirgânlar tarafından      sistemin ele geçirildiğini kaydeden Kıvılcımlı şöyle der:
“Ama yine de Allah'ın; kamunun mallarını özelleştirmeleri kolay olmadı. İslam yavaş yavaş bezirgânlaştırıldı. Muhammed'in “mülk Allah’ındır’ prensibi yelle yuf oldu, içi boşaltıldı. Gerçek değişti mi? Aradan yüzlerce yıl geçti azgın bezirgânlık yerini azgın fnans kapitalizme bıraktı dünya malı, Allah malı durmadan kişi mülküne devşirildi, devşiriliyor... Bu yüzden Muhammed içinde bulunduğu tarihsel devrim derslerini “Allah kanunu” yapıyordu. Bizler o bâtıni-mistik, skolastik kabuğa aldanmadan içindeki özü bulup ortaya çıkarabilirsek dersimizi alabiliriz.   
“Mülkün ezeli ebedi sahibi sadece Allah’tır” sözü yabana atılabilir mi?
Sınıfı toplumun yaşanan realitesi ne olursa olsun, tarihsel akışa kabaca bakan temiz bir akıl Allah’ın, yani doğanın ve kamunun malını, varlığını yağmalıyorlar demez mi?
(Ertuğrul CESUR, İslam - Sosyalizm Sentezleri, (Tarihsel Bir Tasvir), Ankara-2016)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar