Mitik Varlıklar Ansiklopedisi
Anadolu ve Türk inanışlarında isimleri geçen bir çok karakter
bulunmaktadır. Her bir karakteri ayrı ayrı detaylı bir biçimde tanıtmak için
çok daha geniş kapsamlı bir araştırma gerekmektedir.
Altay şamanlığında, yeraltındaki büyük denizde (Tengiz) yaşadığına
inanılan, Erlik hizmetlisi, timsah biçimli efsane yaratığı. Abura diye bir
söylenişi de vardır. Yeşil bir kumaştan yapılmış ve örgülerle süslenmiş
Abra'nın tasviri, şamanın giysisine asılır. Abra'nın başı puhu tüyleri (ülberk)
ile süslenir. Gözü, parlak bakır düğmelerden, ayakları da genellikle kırmızı
kumaşlardan seçilmiş yamalardan yapılır. Bunlara, örülmüş dokuz püskül eklenir.
Alkarısı
Alkarısı ya da Albaştı, bütün Türk boylarında ortak olarak inanılan
bir kötü ruhtur. Yörelere ve tarihin akışına göre -birbirine benzer olmak
üzere- şu sözcüklerle adlandırılmıştır: Abası, Al, Albaş, Albastı, Albis,
Albiz, Alkarası, Alkarısı, Almıs. Doğum sırasında ve sonrasında gerek anne
,gerekse çocuk için çok büyük bir tehlike olarak görülen Alkarısı ve bu ruhla
ilgili inançlar Türkler'in çok eski devirlerinden günümüze dek gelen, hala
Anadolu ve Anadolu dışı Türkler arasında yaşayan önemli bir mitolojik unsurdur.
Doğum sırasında meydana gelen ölümler, erken doğumlar ve sakat doğan bebeklerden
Alkarısı sorumlu tutulur
Karakteristik bir Türk motifi olan Al ya da Albastı ruhu Orta ve Batı
Türkleri'nde Albaştı,Alkarısı; Osmanlı metinlerinde Albiz; Uranha-Tuba
Türkleri'nde Albis; Altay Türkleri'nde Almıs; Saha (Yakut) Türkleri'nde Abası
olarak bilinir. Kam /Baskı ve Samanlar Alkarısı’nı genellikle keçi suretinde
görürler. Bu inançla ilgili olarak yapılan törenlerde Alkarısı, ana ve çocuktan
uzaklaştırılmaya çalışılır. Saptanmış böyle bir törende baksı bir yandan afsun
okur, öte yandan bir koyun ciğerini loğusanın ciğeri yerine Alkarısı’na verir.
Çünkü Alkarısı’nın amacı loğusanın ciğerini almak ve pişirip çocuklarına
yedirmek üzere kaynar suya atmaktır. Eğer ciğer suya düşerse; loğusa olur.
Araştırmacılar tarafından tespit edilen bu baksı ilahisi/afsununun
tercümesi şöyledir:
”Ey şeytanlar, şeytanlar, Bu ciğeri alın, buna kanaat edin, bu kadını
öldürmeyin, zarar dokundurmayın! Koyun ciğeri size yetmez mi? Bu koyun ciğerini
ciğer saymıyor musunuz? Öyle ise elime kılıç alırım, hesapsız ruhlarımla, size
saldırırım.”
Loğuşa kadınlara musallat olan
Albaştı hakkındaki inançlar ve Albaştı'nın musallat olma şekli Kırgız, Kazak ve
Anadolu Türkleri'nde bütün ayrıntılarıyla aynı biçimdedir (loğusanın
ciğerlerini alıp götürmesi ve suya atması, ocak sahibi erkeklerden korkması,
tüfek sesinden kaçması, demirden ,iğneden çekinmesi vb). Kazak ve Kırgız
Türkleri'nde keçi biçiminde görünen bu kötü ruhun; Ürenha-Tüba Türkleri'nde
keçi sesi ile bağırması, Anadolu Türkleri'nde kötü sesle bağırması gibi
ayrıntıları da özdeştir.. Kaldı ki bu ruh bütün Türkler'de dışıdır; hoppa,
hilekar ve yalancıdır.
Ürenha Türkleri'nin kam (saman) dualarında anılan ve kayalarda bulunan
6 sarı Alkarısı; Kazak, Kırgız ve Başkurt Türkleri'nde Sarı Kız biçiminde olan
ruh ve Anadolu Türkleri'nin “Sarı Kızlar Efsanesi” arasında da özdeşlik
ilişkisi vardır. Erzurum ve Erzincan inançlarına göre Alkarısı, at yelesini
örmekten zevk alır. Yenisey Türkleri'nin bir kolu olan Kalar Türkleri'nin
inançlarında da Kaya ve Dağ Ruhu'nun en sevdiği eğlence gece ahirlara girip
atların yelesini örmektir. Loğuşanın Kara ya da Kara Bastı'dan korkusunu ve bu
Kara'yı kovmak için Kara Baksı çağrılmasını da Manas Destanı'nın devamı olan
Yolay Kaan Destanı'nda şu biçimde görmekteyiz:
”Kara baksı bar edi Karabaskan katındın Evliyası bar edi..”.(Kara
baksı loğusaya gelen cinlere seslenerek:) ”Alistan kelgen Al-bi deymen Raktan
kelgen can-bi deymen..”.der. Burada geçen Al, Alkarısı’ndan başka bir şey
değildir.
Kısaca Türk boylarınca Al, Albaştı, Albaş, Albiz vb sözcüklerle adlandırılan
kavram hakkında bütün Türk boylarında aynı inanışlar vardır. Logusalara
musallat olan bu kötü ruh Çin Seddi'nden Akdeniz kıyılarına, Kuzey Buz
Denizi'nden Hindistan'a dek oldukça geniş bir alana yayılmış olan Türkler'in
inançlarında tarih boyunca yer alır. Kuşkusuz bu inanç Türk kültürünün
derinliklerinden kaynaklanmakta ve kökleri Eski Türkler'in “Atlı Bozkır
Kültürü”ne dayanmaktadır. Dolayısıyla Alkarısı inancı, Türkler ve Türk kültürü
için tipik ve ayırt edici bir kültürel öğedir.
Dilimizde 'saçı başı karmakarışık, üstü başı özensiz kadın' anlamında
kullanılır, zaman zaman Alkarısı’na tekabül eder.Çarşamba gecesi işe
başlanırsa, kızan ve o eve kötülük yapan kötücül çirkin bir kadın olarak
tanımlanan Çarşamba Karısı, gelip -genelde- evin çocuğunu kaçırır. Yine Anadolu
inançlarında haftanın belirli bir günü, yarım kalan işlerin olduğu evlere
gelerek işleri karıştıran, insanlara kötülük yapan dişi varlık olarak
tanımlanır.
Bigadiç dağlarında yaşayan, her kılığa girebilen, korkunç sesler
çıkararak insanların delirmelerine sebep olan, çok pis kokulu kötücül bir
yaratıktır. Sudan çok korkar. O göründüğü anda akarsu veya göle giren insanlara
bir zarar veremeyeceğine inanılır.
İç Anadoluda görüldüğü iddia edilen doğaüstü bir varlıktır. Anlatılara
göre başında altın bir fesi vardır. Sağ elinin ortası deliktir. Enkebit; uyuyan
insanların boğazlarını sıkarak onları boğmaya çalışır. Başından fesini kapan
kişiye dokunmayacağına inanlılır.
Laz halk inancında orman içlerinde yaşayan, uzun boylu, vücudu
kıllarla yarı maymun yarı insan şeklinde bir orman yaratığının adıdır.
[Megrelya]'da Oçhokoçi adıyla bilinen efsanevi yaratık pek çok masal ve
efsanenin temel kahramanı olup, bazı varyantlarda bir cadı karısının kocasıdır
ve yamyamdır. Saf davranışlarından dolayı kolaylıkla kandırılabilen Trabzon
folklorundaki Karakoncolos (yaban adamı) ile benzerlikler göstermesine karşın
kendine özgü farklılıkları da vardır. Bazı halk bilimciler benzerleri tüm
kültürlerde bulunan Amerikan Yerlilerince Sasquatch,Nepal 'de Yeti olarak
isimlendirilen yarı insan dev yaratıkların öykülerinin Homo Sapiens'in
hafızasına kazınmış MÖ 100,000 -35.000 yılları arasında yaşamış Neanderthal
insanların mirası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Gul-i beyabani şeklindeki isimle de karşımıza çıkan bu mitik yaratık,
gezginlere ve yolculara uğrayıp onları mahveden canavardır. Daha sonraları
Anadolu kültüründe Ahubaba’yla beraber anılmaya başlamış ve insan yediği
düşünülen kocaman, uzun sakallı ve asalı bir dev olarak tasavvur
olunmuştur.Bazı türk halklarının geleneksel demonolojik görüşlerine göre, her
zaman kadın kılığında olduğuna inanılan mitlojik bir varlık.
"Guleybanı" ve "Aleybanı" şeklinde de rastlanır. Adı
hurafelerle ilgili olarak "Gulyabani", korkunç bir varlık olup,
karanlık zamanlarda çölde ve mezarlıklarda koşan birinin gözüne canlı gibi
görünür. Vücudu tüyle kaplı, kocaman, pis kokulu bu acayip varlığın ayakları
tersinedir. Gündüzleri mezara girer. Geceleri ise hortlayıp çıkar. At binmeyi
ve at kuyruğu örmeyi ve çocukları çok sever. Bir oyundan çıkarak, onları
güldürmeye çalışır. O aynı anda çöllerin ve harabelerin iyesiydi. O, yolcuları
yollarından döndürüp mahvederdi.
Etnik-kültürel gelenekte ise bazen onun "Al ruhu", "Al
anası" ve "Al kadını" olduğu düşünülür. Bu görüş, aralarındaki
benzerlik veya tam yakınlıktan ileri gelir.
Pamir Kırgızlarının mitolojik metin ve efsanelerinde bu şeytanî
varlığın adına "Gul" ya da "Gul-i Biyaban" şeklinde de
rastlanır.Araştırmacılar bu varlığı en eski Arap rivayetlerine bağlıyorlar.
"ıssız yerin ruhu" gibi anlamlandırılan bu şeytanî varlık, "Kar
Adam" efsanelerinin yayılmasıyla yeni bir hayat kazanmıştır.
Bütün vücudu sarı-kırmızı tüylerle kaplı bu insanımsı çirkin varlık,
dağ yamaçlarında ve kimsenin olmadığı çöllerde akşam üstü ortaya çıkar.
Avcılara yaklaşıp onlarla insan gibi konuşur. Bir şeyler ister sonra onlara
güreş yapmayı önerir. Avcı kazanırsa "Gulyabani" sessizce çekip
gider. Ama eğer o kazanırsa avcı, uzun zaman hasta yatacak demektir. Ya da
çöllük ve harabe bir yerde yalnız başına yatan birinin ayağının altını yalaya
yalaya kan çıkacak kadar inceltir. Sonra ölünceye kadar kanını içer.
Halk hikayelerinde yer alan doğaüstü kötücül bir yaratık. Yakaladığı
insanları önce boğarak öldüren sonra da yiyen bir canavar olarak tanımlanır.
İnsana benzer, fakat göbeğinde bulunan bulunan bir torbanın içinde yavrusunu
taşır. En korktuğu şey üzerine idrar yapılmasıdır. Böyle tehdit edilirse
ortadan kaybolacağına inanılır.
Korku edebiyatı ve sinemasında;
ruhen terk edildikten (ve muhtemelen çürümeye başladıktan) sonra bir varlık
tarafından kontrol altına alınarak tekrar kullanılmaya başlanılan beden
anlamında kullanılır (Namevt, ing. Undead). Söz konusu varlık bedenin eski sahibi
olabileceği gibi, bir başkası da olabilir.
Ölen bir kişinin, mezarından çıkıp dolaşmasına "hortlaklık",
bunu yapana ise "hortlak" denir. İnanışa göre yaşarken kötülük
edenler, başkalarının ağız tadını kaçıranlar, arabozucu ve dedikoducu, geçimsiz
insanların ölünce hortlayacağına inanılır. Hortlak çoğunlukla yaşlı kimselerden
olur. Gömüldüğü gece mezarından kalkar.
Eski Türklere göre eğer insan savaşta değil de yaşlılıkta ölürse onun
Gök tanrı tarafından Uçmak'a alınmayacağına inanılmıştır. Gene inanışlara göre
hortlak gece mezardan kalkan, sırtında kefenle ortalıkta dolaşan bir yaşayan
ölü'dür. Bunlar kızdıkları kimselere sataşırlar, hızlı koşarlar, ata
binebilirler, silah kullanabilirler, insana kızabilirler, istediklerini
döverler, sevdiklerini kaçırırlar, ev basarlar, yol keserler. İnanışa göre
hortlağın saldırısından korunmak için mezarlık yakınlarından geçerken dua
okumak gerekir. Söylentiler hortlakların genelde çirkin ve ürkütücü olduğunu,
sırtında kefen ya da tabut taşıdığını söyler. Anadolu halk inançlarına göre bir
kimsenin hortlaması uğursuz bir olaydır. Hortlayan kişinin ahiretten
kovulduğuna inanılır.
Hortlaklar dişi de olur, erkek de. Kimi hortlaklar "hayvan"
kılığında gezer, çoklukla ıssız kalmış evlerde, tekin olmayan yerlerde,
mezarlıklarda bulunurlar.
Akad Mitolojisi’ndeki canavarımsı bir devdir. Tanrıların yaşadığı
sedir ormanının bekçisi, koruyucusudur. Yüzü aslan yüzüdür.
Huwawa veya Humbaba Hititler ve Hurriler'de Kupapa'dır, ki Kibele
olarak Yunan ve Arap dillerine evrilmiştir. Öz olarak mitolojinin belirttiği
gibi bir dev değil, bir Tanrıçayı, onun da ötesinde atatanrıçayı temsil eder.
Gılgamış destanında geçtiği gibi anatanrıçadan kopup gelen ve
"uygarlaşmanın akabinde ona ihanet eden kişi Endiku'dur. Gılgamış destanı
Huwawa'yı öldürmekten korkar, zira ona yabancıdır.
Fakat Endiku, onu bilmekte, tanımaktadır. İhanetin mantığı içinde
düşünülürse Endiku'nun yaşaması için Huwawa'nın ölmesi zorunludur.
Söylentiye göre Kıpçak çöllerinde, Çin'de ve Hindistan'da yaşayan
mitolojik efsanevi bir kuş. Umay kuşu. Cennet kuşu. Yunanca Feniks denilirdi.
Üst kısmının insan, alt kısmının hayvan şeklinde olduğuna inanılan,
bedeni tüylerle kaplı, ayakları ters kötücül cin, yaratık. Akarsularda (Elazığ
yöresinde özellikle Fırat Nehri’nde) yaşadığı kabul edilir. Bu yörelerde adına
Çay Hırtığı da denilmektedir.Hırtık insan kılığına girip, kılığına girdiği
kişinin yakın arkadaşlarına veya akrabalarına gidip, onlarla konuşarak orman ya
da akarsu kıyısına götürüp boğmakta, öldürmektedir.
Özellikle karanlıkta ortaya çıkan hırtıktan korunmanın tek yolu ateş
yakmaktır. Konuştukları kişinin hırtık olduğundan şüphelenen kişiler,
vücutlarının çevresinden veya ayaklarının altından ateş geçirirler. Bu
davranışı tekrarlayan hırtık, tüylerinin yanmasıyla kaçıp kendini suların içine
bırakır ve gözden kaybolur.
Yine hırtıkın zaman zaman çeşitli kişilerin kılığında, ata binip
gezdiğine ve atları yorduğuna inanılmaktadır. Atlarını sabah yorgun ve terli
bir şekilde bulan kişiler hayvanlarını hırtıkın götürüp götürmediğini anlamak
için atların semerlerine veya sırtına yapıştırıcı maddeler sürmektedir. Bu
sayede hırtıkın, bu hayvana binince tüylerinin yapışacağına ve tekrar
binmeyeceğine inanılmaktadır.
Harput yörelerinde görülen bir kötücül yaratıktır. Yalnız başına
uyuyan insanların üzerine bütün ağırlığı ile çöker, onların çarpılmalarına
bazen de ölmelerine sebep olabilirmiş. Geceleri dolaşan bu yaratık anlatımlara
göre bazen iriyarı, bazen de cüce görünüşlüdür. Başında daima bir börk taşır.
Bir insan bu börkü kapmayı başarırsa elinde börk büyüklüğünde altın kalacağına
inanılır. Zaman zaman kara kedi şeklinde de görülebilen kamosun bastığı kişi,
kanının çekilip damarlarının kuruduğunu sanır.
Kamos sözcüğünün kabus kelimesinin anlamı ile benzeşmesi dikkat
çekicidir (Kalafat 1999: 26).
Türkmen kültüründe eşek, köpek, domuz, keçi kılığına girdiğine
inandıkları kötücül ruh ya da cindir. Gece kapıları çalıp, ev sahibinin
tanıdığı bir ses ve kılıkla onu kandırarak çağırıp kaçırırmış. Bu cinden
korunmak için pantolonun düğmelerini açmak gerektiğine inanılır.
Kara Kırnak: Türkmenler’in demonolojik görüşlerinde, ırmaklar ve bu
anlamda suyla ilintili olan şeytanî bir karakter. Ancak onun hakkında inanışlar
belli yerlerle sınırlıdır ve Türkmenlerin tamamında pek fazla
yayılmamıştır.İnanışlara göre "Kara kırnak"; kadına benzeyen, bedeni
baştan başa kıllarla örtülü bir varlıktır. Suda olan bir insanın üstüne gelip,
zarar verebilir. Onun için en eski zamanlarda çocuklarının suda oynamasından ve
boğulacaklarından korkan anneler, onları "Kara kırnak" ile
korkuturlardı. Ondan söz edilirken, adına bazen "Su sahibi", bazen de
cin denilir.
Karakoncolos, 'kara renkte ve çirkin olarak tasarımlanan bir umacı,
bir kötülük cinidir. Özellikle Kuzeydoğu Anadolu Türk kültüründe yer etmiş ve
Bulgar folklorunde de rastlanan bir yaratıktır. Bir tür öcüyü andıran
karakoncolos pek dehşetengiz sayılmaz ve zararsız olduğuna inanılır. Bununla
birlikte zaman zaman gerçek anlamda şeytanî bir şekilde betimlendiği de
olmuştur. Kürklü olduğuna inanılan bu yaratığın isminin Yunanca
Kalikantzaris'den gelmiş olması olasıdır.
Bulgar folklorunde yaratığa verilen Bulgarca isim ise Karakondiul’dur
ve geceleri gezdiğine inanılır.
Yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa göre, kışın en
soğuk günlerinde insanlara zarar veren bir varlıktır. Kendine has özellikler
taşır. Zemherinin (kışın en soğuk zamanı, ocak) ilk oniki gününde sokaklarda
dolaşır, rastladığına “Nereden geliyorsun, Nereye gidiyorsun? Adın ne?” diye
sorarmış. Verilecek cevapların içinde mutlaka “kara” kelimesi olmalıymış (Kara
Köy’den geliyorum, Karasu’ya gidiyorum, Adım Kara Hasan v.b) Aksi takdirde
Karakoncolos elindeki kocaman tarakla vurarak karşısındakini öldürürmüş. Bu
durumdan korunmak için kış günleri evlerdeki taraklar ortada bırakılmaz,
saklanırmış.Bu yaratık kış yarısının cini diye de adlandırılır (Boratav 1976:
99).
Acıklı, kötücül bir ruhun adı. Bazı inanışlara göre yeni doğum yapmış
lohusa kadınları korkutan ve ciğerlerini alıp götürdüğüne inanılan ruh, hayali
yaratık. İnsanlara korkulu kabusları ve karabasanları gönderen odur. Adıyla
çocuklar korkutulur.
Bir başka görüşe göre biçimsiz (şekilsiz) düşünülen bir varlık. Eski
çağlarda insanları uykuda yakalayıp korkuturmuş. Sonra nefes almalarını
engelleyerek ses çıkarmalarını önler, ciğerlerini alıp götürürmüş. Bu varlıklar
kedi gibi hafiften ve sakin sakin gezen canlı biçiminde betimleniyordu.
Erzurum ve Erzincan yöresindeki inanışlara göre bu tabiat üstü güç,
albastı gibi lohusalara musallat olan, onları korkutarak, ciğerlerini söküp
götüren bir varlıktır. Konya civarında anlatıldığına göre, bu ruh, keçiye
benzeyen fakat kedi büyüklüğünde olan, insanların üstüne çökerek onları boğmaya
çalışan bir yaratık şeklinde düşünülür. Gün ışığından korkar, güneş doğunca
kımıldayamaz, ancak o zaman yakalanabilir. Ona yemin ettirdikten sonra köle
gibi kullanmak mümkün olurmuş. Karakura yatağında ekmek kırıntısı olan
insanları da çok severmiş. Böyle yataklarda uyuyanlar karakura tarafından
bastırılır, kabus görür sıkıntı çekerlermiş.
Kırgızların iyiliksever ruhlar arasına dahil ettikleri ve "kayıp
eren" adıyla andıkları ruhlar, dağlarda yaşarlar ve -geviş getiren-
hayvanları korurlar. Kırgızların inancına göre bu ruhlar, hayvanların artıp
çoğalmasını sağlarlar. Ancak kızdıkları zaman da hayvanlarını telef
edebilirler. Bunun için de ava çıkmadan önce, uğurlu geçmesi için
"kayberen"den yardım isterler.
Dağlarda, taşlarda yaşayan ve hayvanları koruyan bu ruhlar aynı
zamanda yaşadıkları yerin iyesidirler. Onun için, dağdayken bir tehlike ile
karşılaşanlar "kayberen"den yardım isterler, "Başına dolanayım
kayberen, kırk çiltan, yardım et'" derlerdi.Kayberen’in mal, hayvan iyesi
ve koruyucu olduğuna ilişkin görüşler, zaman zaman "Dağ Ruhu" inancı
ve Çiltan motifiyle kaynayıp karışmıştır.
Çiltanlar da Kayberenler gibi dağda yaşayıp hayvanları korurlardı.
Onların sayısı 40 olduğu için kırk çiltan denilirdi.Kazak halk kültüründe göze
görünmeyen vatlıklar ya da şeytanlar olarak bilinen "kayip iren" adı,
"Bab tükti şaştı-Kayıp iren kırk şilten" ifadesinde karşımıza
çıkmaktadır.
Işık yüzlü eren olarak bilinen, sayıları kırk olup, insanların gözüne
görünmeden onların arasında yaşayan ve doğaüstü güçşere sahip
"çiltan" motifleri Orta Asya'nın diğer halklarında da vardır.
Kayberen inancı ata kültüyle bağlıdır. Onun adına, Türk halklarının birçoğunda
rastlanır. Anadolu Türklerinde "kayb erenleri" şeklinde rastlanır ve
eski inanışların bir izi gibi, evliyalar hakkında görüşlerden kaynaklanan bir
anlayışı ifade eder. Bu inanışa göre "kayberenler", evliyaların insan
kılığına girmiş ruhlarıdır. Göze görünmeyen bu evliyaların yaşadıklarına, daha
çok dağ başlarında olduklarına ve yaşadıkları yerin çevresindeki insanları
koruduklarına inanılır. İnsanlar onlara saygısızlık etmekten korkarlar.
Yerli halk tarafından her yılın yazı ve sonbaharında
"kayberenler" için kurbanlar kesilir.Etimolojik olarak baktığımızda,
"Kayberen" adı; göze görünmez anlamındaki "kayıp" ile kutsal,
nur yüzlü anlamındaki "eren"den gelmektedir.
Daha çok güney, orta ve doğu Anadolu resminde, masallarında,
hikayelerinde rastlanan, bellerinden aşağısı yılan üstü ise insan şeklinde
tanımlanan, insanların derdine deva olabilen doğaüstü yaratıklar. Yeraltında
-akıllı ve iyicil bir dünyada- yaşayan meranların başında Şahmeran adlı bir ece
vardır. Şahmeran'ın - insanlarca- öldürüldüğünü henüz bilmeyen, bu nedenle
'Şahmeran geleneği' olarak sürdürdükleri derde deva olma işine devam eden Meranlar’ın,Şahmeran'ın
ölümünü duydukları an Meran Ülkesi’nden çıkıp insanların yaşadıkları şehirleri
basacakları ve yerle bir edecekleri söylenir.
"Maran" Farsça bir sözcüktür. "Mar" yılan
anlamında, "-ar" ise çoğullamasıdır. Maran ya da incelterek söylenilen
Meran sözcükleri Anadolu topraklarında birçok yöre ve yer adı olarak ta
kullanılmaktadır.
Altay efsanelerinde, gök yolculuğuna çıkan kamın ruhuna, ilk üç
gökkatı boyunca kılavuzluk eden dev dişi gök kuşudur.
Anadolu 'da geleneksel Türk kültürünün taşıyıcılarından olan Yörük
boyları arasında, yaramazlık yapan çocukları korkutmak için uydurulan düşsel
bir varlık olarak ta görünür. Aslında bu düşsel denilen varlığın kökü, ulu dil
birliği çağına kadar gider. Bu mitolojik varlık hakkında Yörükler arasında
şöyle denilir: "Merküt Merküt ... Bacadan kolunu salla..." Yaşlıların
derin inanışlarına göre, Merküt bir kuştur. O sadece adı anılanları korkutur.
W. Radloff, "Sibirya'dan" adlı eserinde, Altay dağlarında
yaşayan kamlardan ve kurban törenlerinden söz ederken, "Sema kuşu
Merküt"ün adı geçen bir kam duası metnini de kaydetmiştir:
"Gök kuşları beş Merküt, tırnakları bakırdan Ayın tırnağı
bakırdan, Ayın gagası buzdan Geniş kanatları muhteşem hareketli.Uzun kuyrukları
yelpaze gibi Sol kanadı ayı örter. Sağ kanadı güneşi Ey dokuz kartalın anası!
Yayığı geçerken şaşmaz İdil üstünde yorulmez, Öterek gel sen bana! Oynayarak
gel sen sağ gözüme! Sağ omzumun üstüne kon. 'i
Eski Türk destanlarında sözü edilen, Türklerin sürekli savaşa
tutuştukları, o zamanki Türklerin kuzeybatısında yaşayan "köpek başlı
insana benzer yaratıklar". Efsanelere ilk defa "Çok tüylü köpek"
manasında geçmiştir. Oguz Kaan destanlarına göre, "Itbarak'ların yurdu,
kuzey-batıya dogru uzanan, karanlık ülkeleri içindeydi. Oğuz Han, 'İtbarak'lara
karşı bir akın yapmış; fakat yenik ayrılıp, dağlar arasındaki bir nehrin
ortasında bulunan, küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı.
Modern veya antik birçok din ve inanışta, semavi dinler de dahil, bulunan
bir tür ruhani yaratık. Farklı inanışlarda farklı karakteristiklere ve
özelliklere sahiptir.
İslam dinine göre, cinler ateşten yaratılmış ve melekler gibi gözle
görülmeyen ruhani varlıklardır. İnsanlar gibi yerler, içerler, evlenirler ve
çoğalırlar. Erkeklik ve dişilikleri vardır. Fani, yani ölümlüdürler. Fakat
insanlardan daha uzun süre yaşadıklarına inanılır. Geleceği ve gaybı bilmezler.
Ancak Allah’ın kendilerine bildirdiği kadar bilgiye sahiptirler. Fakat cinler,
ruhani varlıklardan olduklarından, insanların görmediği ve bilmediği birçok
olayları görür ve bilirler. Cinler de insanlar gibi belli işleri yapmakla
sorumludurlar. İslam inancına göre İslam'ın son peygamberi Hz.
Muhammed,İslam’ı cinlere de anlatmıştır. Bir kısmı kabul ederek
Müslüman olmuş, bir kısmı ise kabul etmemiştir. Cinlerin, kendileri
istemedikleri takdirde, insanların duyu organlarıyla algılanamayacağına
inanılır. Ayrıca çeşitli şekillere girebildiklerine, kuvvetli ve hızlı
olduklarına inanılır
İslam'da cinler de Allah'a karşı sorumludur, İslam'a inanmak ve ibadet
etmek zorundadırlar. Bu nedenle yaşamları sırasında yaptıklarının hesabını
insanlar gibi vermek zorundadırlar. Böylece, İslam inancına göre, öldüklerinde,
iyi işler yapan ve inanan cinler Cennet’e, kötü işler yapan ve inanmayan cinler
ise Cehennem’e gider.
Kuranı Kerim'de Cin Suresi dışında cinlerin bahsi geçen sureler:
Zariyat. Hicr, İsra, Rahman, Kehf, Ahkaf, Enam, Neml, Sad, Saffat, Sebe,
Fussılet, Secde, Araf, Nas.
Daha çok güney, orta ve doğu Anadolu resminde, masallarında,
hikayelerinde rastlanan akıllı ve iyicil olarak tanımlanan bellerinden aşağısı
yılan, üstü ise insan, Meran adı verilen doğaüstü yaratıkların başındaki hiç
yaşlanmayan, ölünce ruhunun kızına geçtiğine inanılan varlık. Farsça yılanların
şahı anlamına gelen "şah-ı meran" dan gelir. Ancak, Şahmeran'a
ilişkin tüm efsanevi kayıtlar ve Şahmeran efsanelerine özgü tüm betimlemelerde
varlık dişidir. Akdeniz Bölgesi’nin Tarsus ilçesinde yaşadığına inanılıyor.
Azerbaycan Türklerinin inanışına göre, bilinmezler aleminden gelen bir
kuştur. Kötücül yapıya sahip olup, yalnızca geceleri uçan bu kuş, daha çok
erkek çocuklara zarar verir. Yalnız kalan çocuğu vurup öldürür. Bu nedenle de
erkek çocuğun altı aya kadar gözetim altında tutulması gerektiği söylenir. Bu
kuşun girdiği evdeki çocuk ölür. Kırkı çıkmamış bebeğin kararıp ölmesi için
sadece bir kez üzerinden geçmesi yeterlidir.
Şeşe, vurduğu çocuğu boğazından vurur. Gelip çocuğa zarar vermesin
diye çocuğun yanında O'nun adını söylemezler ve çocuğun beleğine iğne
saplarlar. İnanışa göre, "Şeşe"yi yakalayan biri, anında
öldürmelidir. O'nu öldüren Şeşe Anası olur ve Şeşe'nin vurduğu herhangi bir
çocuğun boğazına elini sürerse çocuk kurtulur.
Yek:
Eski Türk dilinde (ve dininde) şeytana verilen ad. Bazı sözlüklerde
'yeg', veya 'yik' biçiminde de geçmektedir. 'Kötü ruh, şeytanın yarattığı
hastalık, zarar verme' gibi anlamları da vardır. Başka sözlüklerde 'ig' ve
'iklig' biçiminde geçen ve hastalık anlamı da bulunur.
Zaman zaman yedi başlı dev ya da bir evren (ejderha) olarak tanımlanan
mitolojik canavar.
”Yedi başlı Yelbegen, adlı büyük dev varmış,
Öç alır ay güneşten, onları yer yutarmış.
Büyük Tanrı Bay-Ülgen, aya bakar sararmış,
Ayı bitirip yiyen, bu deve ok atarmış.
Dev bazan yıldızları, kovalar götürürmüş,
Sonra da parçalarmış, ağzından tükürürmüş.
Yıldızlar bu azgından, kaçarmış hep göklere,
Dev onları ağzından, saçarmış hep göklere.”
Yilbüke, olarak da tanımlayabileceğimiz Yelbegen'in neden olduğu ay
tutulmasından sonra Altay Türkleri "Yine Yelbegen ayı yedi"
derlermiş.
Altay tasarımlarında, Yeraltı
Denizi'nde (Tengiz) yaşadığına inanılan, çatal kuyruklu ve dört ayaklı olarak
algılanan yılan, yeraltı canavarı. Bazı metinlere göreyse Doymadım Irmağı’nın
kıyılarında yeşil baldırlı, beyaz göğüslü, büyük kayığa benzer çeneli korkunç
canavarlar vardır. Bunlara Yutpa denir. Yutpa'lar Erlik sarayının bekçileridir.
Zaman zaman Abra'nın karşıtı olarak kullanılır.
Şaman giysisinde, cübbenin bir yanında yer alan, yeraltı canavarı
olarak algılanan yılanı temsil edecek biçimde çatal kuyruklu ve dört ayaklı
olarak tasarımlanan, kötü ruhlardan koruduğuna inanılan, siyah kumaştan şerit
olarak Yutpa bezemesini görebiliriz.
Eski Türk inanç sisteminde ve efsanelerinde yer alan bu yaratıkların
dışında,bir de Türk Mitolojisi’nin temellerini oluşturan karakterler ve onlara
ait çeşitli aletler vardır.
İnsanlara yardımcı olan iyi bir ruh (tanrı) tur. Dünyanın ve
insanlığın yaratılmasından önce var olduğuna inanılır. Kara Han'a dünyayı,
insanları yaratması için suyun içinde Ak Ana seslenmiştir. Ak Ana'nın Hayat
Ağacı'nın ( kayın ağacı ) dibinde oturduğunu, kutsal ağacın dallarının
gökyüzünün katlarına uzandığını orada da çeşitli varlıkların hayat bulduklarını
anlatırlar.
Yeni doğum yapmış olan lohusa kadına ve bebeğine zarar vermek için
fırsat kolladığına inanılan kötü ruh. Albız'ın zararına uğrayan kadının ve
bebeğin durumu da 'al basması' olarak ifade edilirdi. Al basmasın diye hemen
hemen her lohusanın başına kırmızı bir eşarp bağlanır veya civarında kırmızı
bir nesnenin olmasına, bulunduğu odada demirden makas, v.s. bir eşya
bulundurulmasına dikkat edilir. Al karasının verebileceği zararı önleyen bir
yöntem de aynadır. Albız'ın evlenmeyen bir kızdan türediği de söylenir.
Törüngey'in karısı, Tanrı Erlik Han’ın emriyle ağacın yasak dallardan
meyve yemiş ve Törüngey'e de yedirmiştir.Bunun üzerine Tanrı Kara Han
tarafından cezalandırılmış ve doğurmak ve doğum sancıları çekmekle
cezalandırılmıştır. Eje Törüngey’e; dokuz oğlan ve dokuz kız çocuğu doğurmuştu
Tanrı Kara Han'ın oğlu. Kötülüklerin ve kötü ruhların tanrısı. Babası
Kara Han'ı dinlemediği için cezalandırılmış ve yer altında yaşamaya mahkum
edilmiştir. İnsanları yoldan çıkaran odur. Bir inanışa göre Erlik Han'a kurban
kesilirken kurbanın başı batıya çevrilirdi.
Kutup yıldızı ; gökle yeri, ruh âlemi ile maddî dünyayı ve aynı
zamanda insanla Tanrı'yı birbirinden ayıran bir sınır olarak kabul edilirdi.
Tanrı ile ilgi kuran Kamlar, Kutup Yıldızı’na kadar giderler; fakat daha
ötesine geçemezlerdi. Tanrı da ruhlarından birini elçi olarak gönderir ve Kutup
Yıldızı kapısına kadar uçup gelen Şamanlar ile, ancak bu şekilde konuşur ve
ilgi kurardı. Ruhlar da bu kapıdan aşağıya inemezlerdi.Bu nedenle bu yıldıza
"Demir-Kazık" veya "Altun-Kazık" demişlerdir.
Olağanüstü güçlerini olduğuna inanılırdı. Çok süslü giyinirlerdi.
Ayinlerde davullarının eşliğinde, hayvan atalarının koruması altında
uçtuklarına inanılırdı. Bu yolculuklarında yeraltının veya gökyüzünün katlarına
erişirler. Ancak göğün 5. katında oturan "ak tanrılara" kadar
ulaşmalarına izin verilirdi. Yeryüzüne tekrar döndüklerinde, uçuşları sırasında
edindikleri bilgilerle kavimlerine yardımcı olurlardı. Kam'lar aynı zamanda ilk
şairlerdi.
Kan Kuday : Şamanlarla görüşen iyi ruh (tanrı). Şamanın görüşme yaptığı hastanın
iyileşmesine ya da ölmesine karar verir.
(Tengere Kayra Han / Bay-Ülgen) Kara Han bembeyaz bir kazdır. Sonsuz
suyun (zamanın) üzerinde uçar durur. Yalnızlığını yenmek için Er Kişi'yi (Erlık
Han) yaratır. Ancak Er Kişi onun gibi ak ve temiz değildir. Birlikte dünyayı
kurarlar ama Er Kişi yeraltı dünyasının Hanı olur. İnsanları kandırarak onları
yeraltı dünyasının karanlık katlarına çekmeye çalışır. Kara Han ise Tanrı Ülgen
adını alarak gökyüzünün üst katlarına çekilir. Buradan yolladığı elçilerle ve
kutsal hayvanlarla insanları yönlendirmeye çalışır. Bazı kaynaklara göre
sonradan "gök tengri" olarak adlandırılmıştır.
Türkler’in kutsal ağaçlarından
biri idi. Tanrı, kendi haberlerini, kayın ağacı yolu ile gönderirdi. Bu ağaç
aynı zamanda, bütün insanlığın atası olan, bir "Kadın-Ana" yı da
içinde saklardı.Türk Mitolojisi’ndeki bu ağaç gökyüzünde ve cennette
bulunuyordu. Fakat bir dişi tanrının;Türkler’in bu ağacının sahibi olduğuna
inanılırdı
Şeytan
Tanrı Erlik'in örs ve çekici ile yarattığı ilk kadın olduğuna
inanılır. Örs ve çekiç ateşe atılınca bir kadın dünyaya gelmiştir. Tanrı Kara
Han,bu kadının yüzüne tükürünce kadın, eti yenmez, tüyü yelek olmaz Kurday
Kuşu’na dönüşmüştür.
İnsanlara, araba yapmasını, aş yapmasını, ot köklerini öğreten kişi
Tanrı Kara Han'ın oğlu. Erlik Han’la savaşmış ve babasının da yardımı
ile onu yer altına yollamıştır. Bir süre, Şal-Yime ve Yapkara ile birlikte
dünyada kalıp insanları yönetmiştir. İnsanlara icat etmeyi öğreten Tanrı olarak
da bilinir.İnsanlara avlanmayı ve eşya ve silah yapmasını ve kendilerini
korumasını öğreten yine O’dur.
Yol kenarlarında bulunan taş yığınlarına Ovo denir ve kutsal
sayılırlar. Orada iyi ruhların yaşadığına inanılırdı. Taş yığınlarından meydana
getirilen yapay tepelerin, mukaddes dağ ve tepe yerini tuttuğu
varsayılırdı.Ovo’nun etrafında dönüp dua etmek aynı zamanda güvenli bir
yolculuğun da garantisidir. Ovo’lara taş atmanın, para ve kumaş gibi şeyler
bırakmanın şans getireceğine inanılır
Tanrı Karahan gökyüzüne çekildiğinde, Yapkara, Mangdaşire ile birlikte
yer yüzünde kalan, kımız içip aklını kaybedenleri, körpe çocukları, kısrak
yavrularını ve buzağıları koruyan, iyilik yapan, Tanrı Kara Han ve hakanı için
dövüşenlerin , kahramanların, sözüne sadıkların öldüklerinde canlarını yanına
alan, onları Körmös'ten koruyan;kendi kendini öldürenleri , zengin malına göz
dikeni, hırsızları,kıskançları ve korkakları korumayan, onların aşından yemeyen
ve onlarla savaşan, mücadele eden tanrı idi.
Tanrı Erlik'in örs ve çekici
ile yarattığı ilk erkek. Örs ve çekiç ateşe atılınca yaratıldı. Tanrı Kara Han,
bu erkeğin yüzüne tükürünce Yalban oldu.
(Yer-Su) Yer yüzünde dağlarda,
su kenarlarında yaşadığına inanılan iyi ruhlar
Dağ ruhlarının genel adıdır. İnsanları koruduğuna kolladığına, iyilik
ettiğine ve kötü ruhlardan koruyup yol gösterdiğine inanılırdı. Saygısızlık
edenlere ceza verip, hastalık gönderileceği inancı yaygındı. Her dağın ruhu
kendi bölgesinde kalır ve başka bölgelere karışmazdı.
Davul, bir arşın çapındadır. İskeleti genellikle sepet yapımında
kullanılan söğütten yapılır ve at derisiyle kaplanır. Davulun içinde dikey
olarak duran sapı ise genellikle kayın ağacından yapılır. Sapta mars denilen,
kamın yer altı dünyasında yaşayan Erliklerin lideri Erlik Han 'a ulaşmasını
sağlayan on iki delik bulunur. Deliklerin arasındaki kabartmalar, kamın uçarak
ya da yürüyerek geçmek zorunda olduğu dağ sıralarını temsil eder. Sapın üst
kısmında,enlemesine,kamın kendisinin ya da hastasının düşmanlarını püskürttüğü
yay kirişi olarak adlandırılan sopa bulunur.
İlk günahı işleyen erkek. Karısı Eje'e ve Erlik Hana uyarak Tanrının
yasak ettiği dallardan meyve yemiş ve bunun üzerine tüyleri dökülmüştür.
Cezalandırılmıştır
Plasenta’nın anne karnında çeşitli deformasyonlara uğraması sonucu,
annenin düşük yapması ya da erken doğum gerçekleştirmesi olası sonuçlardandır.
Tıp biliminin hâli hazırda sadece 1/5 oranında nedenlerini keşfettiği, doğum
sakatlıkları ve özürlülük ise bir başka kaçınılmaz sonuçtur.
Halk dilinde "hilkat garîbesi" olarak bilinen bu vakalarla,
tıp biliminin "Teratoloji" dalı ilgilenmektedir. Bugünkü
istatistiklere göre, bu gelişme bozuklularının ancak beşte birinin sebebi
bilinmekte, geriye kalan beşte dördünün kesin olarak etiyolojisi
saptanamamaktadır.
Annenin hamilelik esnasında geçirdiği enfeksiyonlar, radyasyon,
rastgele alınan ilaçlar, kortizonlar ve sentetik hormonlar, anne serumundaki
antikorlar, vitamin ve mineral eksiklikleri, oksijen yetersizliği, kromozom
anormallikleri, alkolizm, zehirlenmeler gibi çeşitli sebeplerden etkilenerek
doğanlar, bu vakaların ancak beşte birini oluştururlar. Diğerlerinde ise, büyük
ölçüde genetik yapıyla ilgili anormallikler olduğu hipotezi gittikçe doğruluk
kazanmaktadır. Özellikle son yirmi yıldaki genetik araştırmaları, teratizm
konusunda bilinmeyen birçok noktayı aydınlığa kavuşturmuştur.
Gel gelelim, Türkiye'de doğumla ilgili araştırmalarda da bu konu fazla
önemsenmemektedir. Oysa ki, etnolojik alanda uygulanan psikososyal yöntemlerin
sonuçları ile teratolojik vakaların karşılaştırılması, bu alanda önemli gelişmeler
sağlayacaktır. Örneğin, "tavşandan korkan veya deveye bakan kadının çocuğu
yarık dudaklı olur" veya "kırk basan çocuğu, hastalıktan kurtarmak
için üç Cuma, açılmış kabre yatırmak gerekir" gibi inançların çok
yaygın olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, bu hatâlı bedenlerin
doğum oranı da artmaktadır. Türkiye çapında "alkarısı, alruh, albız"
gibi isimler verilen ve bütün sebebi bilinmeyen doğum sakatlıklarında parmağı
bulunduğuna inanılan mitik bir yaratıktan bahsedilir. Halk inancına bakıldığında,
her türlü erken ve sakat doğumdan Alkarısı sorumludur.
Doğu illerinde, "albastı" veya "kırk basması"
denilen durumlarda, “kırklama” denen bir tür ritüel ile bu sorunlara çare
arandığı bilinmektedir. Eskiden sıklıkla bu ritüelin faydası olmazsa, çoğu kez
yeni doğan bebeğin "albız dölü" olduğuna inanıldığına ve gizlice
öldürülmesi gerektiğine karar verildiğine dair bir takım bilgiler de mevcut.
"Alkarısı" veya "albız" denilen bu "kötü
ruh"un fiziksel özellikleri, genellikle doğan çocuklarda görülen beden
bozukluklarına benzemektedir. Teni kırmızı, bazen kızıl tüylü, tek gözlü,
canavar görünümlü, hayvan-insan karışımı bir dev olduğuna inanılmaktadır.
Esasen burada bahsi geçen Alkarısı, Türk Halkları’nda bahsedilen Alkarısı’ndan
ziyade, Gulyabani ile daha fazla özdeşleşen yapıdadır.
Türk mitolojisinde bu motife çok sık rastlanır. Eski Mezopotamya
mitolojisinde de "alu" ve "lamasthu" adındaki cinlere,
Yukarı Mısır bölgesinde "alabasdria" adında çocuk düşmanı bir dişi
şeytana aynı biçimde inanılmakla olduğunu görüyoruz. Fakat, Prof. A. İnan'ın da
bir yazısında belirttiği gibi, Türkler’de olduğu kadar bu motife başka hiçbir
yerde böylesine büyük önem verildiğine rastlamak mümkün değildir.
Bir tarafta genetik yapı anormallikleri üzerinde durulurken, diğer yandan
"alkarısı"nın sebep olduğuna inanılan bu vakaların hangi toplumlarda
ve niçin bu kadar sık görüldüğünü araştırmak gerekiyor. Özellikle geri kalmış
toplumlarda teratik vakaların ve erken çocuk ölümlerinin fazla olmasını, klasik
tıp bilgisiyle açıklamak mümkündür. Alkarısı gibi sembollerin ve şamanizmden
kalma "alocaklı" denilen usta kişinin yardımına başvurma
yöntemlerinin, bu vakaların önlenebilmesi amacıyla halk arasında benimsendiğini
de düşünebiliriz.
Alkarısı ile ilgili pek çok hikaye anlatılmaktadır. Bunların bir kısmı
köy kahvelerinde kışın anlatılmak üzere uydurulmuş olsa da, pek çok kişinin
şahit olduğu yaşanmış olanları da vardır. Rivayetten öteye geçen birkaç anlatı
şöyledir.
“Hizmet ettiği eve ekmek yapmaya başlayan bir Alkarısı,su getirmek
için kuyu başına gitmiştir. Orada oynayan çocuklardan birini göğsündeki iğneyi
çıkarması için kandırır. Çocuk iğneyi çıkarınca, kadın yedi yıl hizmet ettiği
eve doğru, ‘Evinizde hiç su bulunmasın; paranızın sayısını hiç bilemeyesiniz
ve eviniz yaz kış odunsuz ekmeksiz olmasın’ der. Çocuklara da suya
atlayacağını, eğer suyun üzeri kan olursa, yakınlarının kendisini öldürmüş
olabileceğini söyler. Alkarısı suya atlayınca, suyun üzeri kanla dolar. Kendi
taifesi Alkarısı’nı öldürmüştür. O günden sonra da, bu ailenin evinde hiç su
bulunmaz, paralarının sayısını bir türlü öğrenemezler ve yaz kış odunları hiç
eksik olmaz. ”
“İsmail Ağa adında bir kişi uzaktan gördüğü ateşe doğru ilerler. Oraya
vardığında, bir Alkarısı’nın ciğer pişirerek çocuklarına yedirdiğini görür.
Çocukları doymadıklarını belirtince, Alkarısı, ‘Yarın da, İsmail Ağa'nın gelini
doğum yapacak, oraya gidip, o üçüncü lokmasını alırken, kıl şeklinde ağzına
girip ciğerini alarak size getiririm’ der. Gerçekten de, ertesi gün, İsmail Ağa'nın
gelini doğum yapar. İsmail Ağa, bunun yanında bekleyip, gelini yemek yerken,
üçüncü lokmayı gelinin elinden alıp, yanında getirdiği ayran tuluğunun
içerisine atar. Tuluk şişmeye başlar. Sonra, tuluğun içerisindeki kıl, Alkarısı
şeklini alınca bunun göğsüne iğne saplayıp, evlerinde çalıştırmaya başlarlar.
Alkarısı 12 yıl bu aileye hizmet eder, ancak hep söylenenlerin tersini yapar.
Sonra onların sülalesine dokunmayacağına söz vererek, kendi taifesine dönmek
için bir suya atlar. Fakat periler taifesi bunu kabul etmeyerek öldürürler.
Köylüler daha sonra bu Alkarısı’nın kanlı cesedini gölde bulurlar.”
Alkarısı bazen de bir kuş şekline girerek loğusanın yanına gelir. Buna
"kuşboğması" adı verilir. Kuşa da "Alkuşu" denir. Alkuşu
loğusanın yanındaki bebeğe basarak onu öldürür. Bu kuş,eve girerken ağzı açık
bir su kabı arar, varsa bunun içerisine bir boncuk atar ve o sırada etrafa bir
ışık saçılır. Kuş, bu ışıktan faydalanarak bebeği öldürür. Suya atılan boncuğu,
birisi görüp de eline alırsa, kuş kaçamaz ve oradakiler tarafından
yakalanır.Çukurova’da anlatılan bir efsane şöyledir:
“Loğusanın bulunduğu odaya Alkuşu gelip de oradaki bir su kalıbına
boncuk atınca, bunu, orada bulunan bir adam hemen alır. Boncuk alınınca Alkuşu
bir kadın şeklinde göze görünür ve boncuğu geri almak için yalvarmaya başlar.
Adam bir daha ailesine ve sülalesine dokunmaması şartıyla boncuğu geri verir”
Albasması denen olayın erkeklerde daha farklı olduğunu belirtmiştik.
Erkekler, daha çok, gece uyurken bir sesle uyanırlar. Gaipten gelen bu ses,
bunları çok uzaklara, tehlikeli yerlere götürerek orada bırakır. Bazen de kedi,
köpek, sırtlan, eşek gibi hayvan şekillerine girerler. Elazığ'da bu yaratığa
"Kapos", Bingöl'de "Harparik", Malatya'da "Kibilik
veya Hıbilik", Diyarbakır'da ise "Kepoz" adları verilir.
Çukurova bölgesinde ise, bu durum "Kırkbasması" adı ile bilinmektedir
ve genelde erkekler yastıklarının altına şalvar koydukları vakit olur.
“Bir adam bir gece üzerinde büyük bir ağırlık hisseder, gözlerini
açtığında yanında kısa kısa boyları olan kırk adam görür. Bunlar onu götürmek
için uğraşır. Kimi kolundan çeker, kimi bacağımdan, kimisi üzerine çıkıp, onu
boğmaya çalışır. Adam yardım istemek için seslenmeye kalkışsa kimse duymaz. Dua
okuduğunda biraz kendine gelir, ama gözlerimi kapadığında yine aynı kırk adamla
yine karşılaşır.
Yatağını değiştirip başka bir odaya gider ama kırk adam da arkasından
gelir.Derken şalvarını yastığının altına koyduğunu hatırlar.Şalvarı alır ve
götürüp suya basar.Besmele çeker ve tekrar yatar.”
Sanat insan duygularından beslenen bir asalaktır. Yapıştığı bedenden
gücünü alır ve bedene ihtiyacı olan gücü verir. lnsanın hamurunda yer alan
taklit yeteneğinin bir yansıması, bir katarsisidir sanat. Her şeyi taklit
edebilen insanoğlu, söz konusu duygular
olduğunda taklit yapma özelliğinin sekteye uğradığını görür. Sevmenin,
mutluluğun, ne kadar duygu varsa
hepsinin taklidi yapılabilir ve hepsinin de sahtesi olabilir. Öfke ve korku
dışında. . .
Sanatçı doğadan ve toplumdan beslenir. Taklitler çağında farkında
olunmalıdır ki, toplumun taklidi olmaz
ve zaten taklit işlere de toplum sahip çıkmaz. Binlerce resme, binlerce
şarkıya, binlerce filme hayat verecek kadar zengin topraklar üzerinde yaşarken,
tüm bu değerlere gözümüzü kapatıp; uyarlamalar ya da özenti yapımlarla halkın
karşısına çıkmak; olsa olsa içimizdeki sanatçı ruhu katletmek demektir.
Aşk hikayelerinin, halk masallarının binlerce uyarlaması filme
alınırken, hemen her filmde sevgi, saygı, aşk, üzüntü anlatılırken; belki de
aralarındaki tek gerçek duyguya; korkuya besin sağlayacak kaynaklar bulmak
konusunda hiçbir sıkıntımızın olmadığı; buna rağmen son dönem korku sinemasının
kendini tekrar ettiğini ve kısa sürede klişeleştiğini söyleyebiliriz.
Evet! Bizi sadece biz anlarız. Bizi sadece biz heyecanlandırırız! Ve
bizi sadece bizim hikayelerimiz “gerçekten” korkutabilir. (alıntı)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar