Print Friendly and PDF

Türküm


"Türkler Müslüman olmadan evvel de başka dinlere sahiptiler." Türkler'in Müslümanlığı 1400 yıl önce değil, 1000 yıl önceye gidiyorsa, Türklük 15000 yıl önceye gidiyor, 10000 yıl, 8000 yıl önceye gidiyor, "O zaman da Türkler tek Tanrı'ya inanıyordu" (Haluk Tarcan)
Tengri, Türkler'de gök demektir, aynı zamanda Tanrı demektir, ikisinin anlamına da gelir...( Prof.Dr. Gürer Gülsevil)
“Ok” dinî bir kavramdır, Türkler kendilerine ok demişler. Yani, biz de ok'uz, zaten ileride Tanrıya kavuşacağız manasında dinî bir kavram. Bu, Türk sembolüdür, "ok".
Türkler kendilerine iki isim vermişler, yani Türk demeden önce, "ok" ve "on." Bunların hepsi dinî şeylerdir.
Kendilerine ok demişler; ok ne demek?
Şimdi, eğer siz bir atom alır, atomu elektron bombardımanına tutarsanız, belirli bir kapasiteyi temin edemezseniz o elektronlar atomun bir yanından girer öbür yanından çıkar gider, atoma massolunmaz. [mass: kütle, kitle, küme, yığın, aşai rabbani ayini, aşai rabbani ayini müziği ] Yani, belirli bir kuantum lâzımdır, işte kuantum denen lâf, kavram buradan çıkıyor. Belirli bir kuantumda ben atomu bombardıman edersem atom bunu massediyor veyahut da belirli bir kuantumda elektron neşrediyor. Şimdi ok demek, kuantum demek.
Türkler'de şöyle: Şimdi bir insanın cennete gidebilmesi, yani Tanrısına kavuşabilmesi için vücudundaki canın bütün hâlinde vücuttan çıkarak oralara gidebilmesi gerekir. Şimdi oralara gidebilmesi için, işte ok hâlinde olması lâzım. Buna ok diyorlar Türkler. [Kazım Mirşan]
Hint-Avrupa dil ailesine mensup olan Fransızca ve İngilizce gibi, felsefi terminolojide baskın olan Latince ve Yunanca dillerinde de eril ve dişi olmak üzere iki hatta bazen nötrü (cinssiz) de kapsamak suretiyle üç tür isim grubu vardır. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca, metinde özellikle vurgulanan dişilik savını somutlaştırmayı mümkün kılan bir yapı arz eder. Fransızcada hem ismin aldığı artikel (önek) hem de zamirlerin yardımıyla eril ve dişi ayrımını açıkça görebiliyoruz.
İngilizcede ise Fransızcadaki gibi artikeller ve zamirler olmasa da, “o” zamirinin dişi mi, eril mi yoksa nötr mü olduğunu belirtmek için he/she/it ve “onun” derken hangi cinsi işaret ettiğimizi göstermek için his/her/its ayrımları vardır.
Belirleyici bir düzeyde eril bir söylemle ilerleyen Batı Felsefesi tarihi, felsefi dil ve terminolojide ve böylece felsefe tarihinde kadın görünmez kılmış, hatta dışlamıştır. Mesela: doğa, Tanrıça, esin perisi üçlemesinden, doğanın dişil olduğunu ancak tabiat ana hikayelerinden, perinin dişil olduğunu da eski Türk şiirindeki (erkek) şairin hayal ettiği peri figüründen anımsayabiliriz. Ne var ki bu kelimelerin dişil olması Yunanca, Latince ve ondan türeyen dillerde artikellerle sabittir, dolayısıyla da zihinlerde yerleşik bir olgudur. Bunun yanında tanrıça ismi aldığı yapım ekiyle, dilimizde tartışmayı yorumlayabileceğimiz tek kelime olarak ortaya çıkar. Fakat tanrıça zorunlu biçimde dişil olsa da tanrı Türkçede zorunlu bir erillik çağrıştırmaz. “Eski Yunan Tanrıları” derken de eril/ dişil ayrımı ilk planda aklımıza çakmaz; zira tanrılar zaten tanrıçayı (yahut tanrıçaları) içeriyordur.
1937'de Dolmabahçe sarayında, milletlerarası bir mahiyet arzeden, ikinci Türk Tarih Kongresi toplandığı zaman, Şemseddin Günaltay'ın, Türk tarihinin diğer mühim bir problemi üzerinde, “İslam dünyasının inhitatı [Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme] sebebi Selçuk İstilası mıdır?” konusu hakkında bir tebliğ sunduğunu görüyoruz. O, bu tetkikinde
“IX ve X. yüzyıllarda İslam dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketinin Selçuk Türklerinin Ön-Asyayı istila etmeleri neticesinde durmuş ve bu hal İslam dünyasının umumi inhitatına sebep olmuştur.” yolunda ileri sürülen görüşü tahlil ve tenkit etmekte, tarihi vakıaların bilakis tamamen bunun aksini ispat ettiğini göstermektedir:
“Selçuk Türkleri Yakın-şarka gelmekle, bu bölgedeki anarşik devir son bulmuş, kurulan geniş imparatorluk dahilinde emniyet ve asayiş teessüs etmiş, halkı ezen haksızlıklar zulümler ortadan kaldırılmış ve bu hal, ticaretin inkişafına yol açtığı gibi, Doğu ile Batı arasındaki eski ipek ticareti yolu yeniden işlemeye başlamıştı. Bütün din ve mezheplere karşı tarafsızca ve müsamahalı hareket etmek karakterinde bulunan Türkler mezhep kavgalarına da son vererek inanç ve vicdan hürriyetinin Türkistan’dan Akdeniz’e kadar uzanan geniş sahada hükümran olmasını sağlamıştı. Eğer Türkler İslam camiasına girmemiş olsalardı, İslam medeniyeti vücut bulmaz, o derece inkişaf etmez, o derece geniş iklimlere dağılmazdı. Türkler neticesinde görüyoruz ki Ebu Müslim ihtilâlinin iktidar mevkiine getirdiği Toharistan, Horasan, Maveraünnehir Türkleri İslam heyeti içtimaiyesi üzerinde nafiz bir rol oynamaya başladıkları andan itibaren fen, sanat, hukuk, dini telâkki sahalarının her birinde feyizli bir hareket başlamış, neticede İslam medeniyeti denilen büyük medeniyet vücut bulmuştur. Emeviler devri nihayetine kadar İslam camiasını kaplayan fikri durgunluğun, Türklerin hâkim bir vaziyette bu camiaya girmelerini müteakip feyizli bir harekete inkılap etmesi sebepsiz değildir.”
Yıldırım Bayezid dönemin görgü tanığı Schiltberger’in eserinde Hıristiyanlara karşı kutsal gayelerle savaşan bir Müslüman teşkilatının mevcut olduğunu, Türkiye’de bunların sayılarının hayli fazla olduğunu ve âdetleri gereği daima Hıristiyanlara karşı sefere çıktıklarını yazmaktadır.
Burada Schiltberger, bu teşkilatın geçmişi hakkında kendi zihninde oluşan şekliyle bazı kısa bilgiler vermektedir:
“Muhammed henüz hayatta iken kırk yardımcısı vardı. Bunlar özel bir teşkilât kurdular ve Hıristiyanlara karşı bir anlaşma yaptılar. Kuralları şu idi: teşkilata girmek isteyen herkes, rastladığı hiçbir Hristiyan’ı sağ bırakmamaya, tutsak almamaya ve bunu herhangi bir yarar için veya para için yapmamaya, yemin etmek zorundaydı. Müslümanların, Hıristiyanlara karşı açtığı bir savaşta bulunmayan herkesin, bir Hıristiyan satın alıp onu öldürmesi gerekiyordu. Bu teşkilatın üyelerine “They” (Gazi ?) denilirdi. Türkiye’de bunlardan çok vardır…”
[Johannes Schiltberger, Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427), terc.: Turgut Akpınar, İstanbul 1997, s. 164. ]
Harun Reşid soyundan Mu'tasım, muhafız alayı olarak yanına birkaç yüz Türk çağırmakla, kendisinden sonraki halifeleri çöküntüleri altında ezecek olan binanın ilk taşını koymuştu.
Mu'tasım'ın hizmetinde çalışan bir avuç Türk eri, Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı İmparatorluğunun temelini atmıştır.
Halifelerin kavgalarından faydalanan Türkler, Mezopotamya, Suriye ve Küçük Asya'da yerleştiler.
Şurasını hatırlatırız ki; bu Türkmenler, tıpkı Franklar, Normandiyalılar ve Gotlar gibi, egemenliklerine giren ülke halklarının din ve geleneklerine uydular. Tatarlar da, Çinli lere karşı aynı davranışta bulundular.
Bu durum, zayıf ama kültürlü ulusların, güçlü ama ilkel saldırıcıları karşısındaki üstünlüğünü gösterir.
Türkler, Arapların dinini ve dilini benimsediler.
Dünyada bir tek yasa kuran veya, ülke açan yoktur ki; hayatı Hazreti Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) inki kadar büyük ayrıntılar ve tüm bir gerçeklikle yazılmış olsun.
Hiçbir Kavim Türkler Kadar, Kadın Rahatına Hukuk Vermemiş
“Eski Türklerde ev, Araplarda olduğu gibi yalnız zevcin değildi, zevç ile zevcenin müşterek malıydı. Bu sebeple evin erkeğine öd ağası denildiği gibi, evin hanımına da ev kadını unvanı verilirdi”
Ayrıca eski Türklerde ana ve baba soyu, değer olarak birbirine eşit tutulmuştur:
Alelâde ailelerde de, ev müştereken, karı ile kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velâyet-i hassa, baba kadar anaya da aitti. Erkek daima karısına hürmet eder, onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasındn yaya yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde umumȋ bir seciye idi. Feminizm de, Türklerin en esaslı şiarı idi. Kadınlar, emvale tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, zeametlere, haslara, malikânelere de mâlik olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar, kadın rahatına hukuk vermemişler ve hürmet göstermemişlerdir. (Ziya Gökalp.(1961). Türkçülüğün Esasları , Ankara: Serdengeçti Neşriyatı.: 98)
Ayın On Dördü’ünde Rayıha, kadınların yaşa bağlı cinsiyet ihtiraslarını, yabancı kaynaklardan edindiği bilgilerle değerlendirir:


Elçi “halk, ülke, devlet” anlamına gelen Türkçe “el, il” isim kökünden türetilmiş bir kelimedir.
Bir devleti temsil etmek üzere başka bir devlet nezdinde görevlendirilen diplomat anlamında kullanılmaktadır. Tarihi İlkçağa kadar giden elçilik müessesesi zamanla sağlam bir gelenek ve hukuki statü kazanmış, bu statü “Elçiye zeval olmaz” Türk atasözüyle veciz biçimde ifade edilmiştir.


Oğuz Han’ ın Torunları – 24 Oğuz Boyu İsimlerinin Anlamları
KAYI Sağlam
BAYAT Devlet
ALKAEVLİ Uygun
KARAEVLİ Çadırla Oturan
YAZIR Halkın, Devletin Büyüğü
DODURGA Yurt Alan Onu Saklayan
DÖGER Daire Halka
AVŞAR İşi Hızlı Yapan
KIZIK Kahraman
BİGDİLİ Sözü Hünnetli
KARKIN Aşlı
BAYINDIR Nimetli
BEÇENE Yapıcı, Yapan
ÇAVULDUR Namuslu
ÇEPNİ Cesur, Kahraman
SALUR Kılıçlı
EYMÜR Zenginlerin Zengini
ÜREGİR İyi İş Yapan
İĞDİR Büyük
BÜGDÜZ Hizmet Eden
YASIR Önüne Geleni Yıkan
KINIK Muhterem, Sevgili, Aziz


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar