Print Friendly and PDF

İnce Düşünceler Onun İçin


Necmeddin Dâye,  buyurdular ki…
1) Besmele kelimesinde “Allah” lafzının önce gelme nedenlerinden biri şudur.
"...Seven kişi, sevdiğinin adını duyunca kendi adını unutur. Mecnûn ile Leylâ'nın hâli buna bir örnektir. Mecnûn'a "adın ne?" denince: "Leylâ" cevabını vermiştir.
2) Adem(aleyhisselâm)ın isyanı da unutmasıdır.
Rabb, tüm isimleri ona öğretince Adem(aleyhisselâm), "Allah'ın halifesi olduğu şeklindeki kendi adını"; "İblis adının kendi düşmanı olduğunu" ve "yasaklanan ağacın adını" unutmuştu. Bunun üzerine Yüce Allah'tan özür diledi de Cenâb-ı Hakk: "(O), unuttu, Biz onda bir azim bulmadık"   buyurdu.
3) (Hallâc) ibn Mansûr'un durumu da aynı şekildedir. Allah'tan başka her şeyin batıl olduğu, Allah'ın yegâne Hakk olduğu bilgisi, onun nazarında tahakkuk edince, Hakk isminin gerçekleşme egemenliği esnasında kendi adını unuttu. Çünkü: "Hakk geldi, bâtıl gitti."
Ona: "Sen kimsin?" denince; "Ben Hakk'ım" cevabını vermiştir..." 
4) Fâtiha süresinin dördüncü ayetinde, kulun Rabb'ine yaptığı yakarışı anlatırken şunları belirtmiştir:
"...Mükaşefe hallerinin birindeyken Ebû Yezîd'in şöyle dediği anlatılır:
"Ey Rabb'im, sana ulaşacak yolu nasıl bulayım?" Yüce Allah da ona; "Nefsini bırak da gel" cevabını vermiştir. "148
1.       Allah ‘birleri’ yok-iken var eden (Mubdi), sayıları telif eden (Müellif), çiftlere ve teklere bölen (Mukassim) ve irrasyonel sayıların kare ve küp köklerini kuşatandır (Muhît).
2.       Matematik, hakiki bilimler (‘ulüm el-hakikiyye) ve yakinî bilgilerden (me’arif el-yakiniyye)dir.

Hz. İsa kafasının altına bir taş koyup yerde uyuyan bir adam gördü, adamın yüzü, sakalları toz içindeydi, bedeni bir örtüye sarınmıştı. Hz. İsa şöyle dedi:
"Ey Allah'ım senin şu kulun bu dünyada unutulup gitmiştir.”
Allah o an Hz. İsa'ya şunu vahyetti:
"Ey İsa, bilmez misin ki, eğer yüzümü bir kuluma dönersem, bütün dünyayı ondan başka bir yöne çeviririm.”

Yirminci yüzyıl mantıksal pozitivizmi Tanrı’yı konuşmanın anlamsızlığını savunur. Yüzlerce yıldır felsefe ve özelde metafiziğin aradığı ve tartıştığı tözün yerini, bu dönemde dil almıştır. Düşüncenin aracı olan dil artık düşünceden öne geçmiştir. Bu dönemi din felsefesi açısından kısır görmek, bir teistin kendi bakış açısından yorumu gibi algılanabilir, ancak Wittgeinstein’ın Tarctatus’undaki “üzerinde konuşulamayan şey hakkında susmalı” önermesi, düşünceden uzaklaştırılan Tanrı’nın dilden de uzaklaşmasına yol açar niteliktedir. “Dile getirilemeyen yanıtın sorusu da dile getirilemez” türünden katı matematiksel mantık, Tanrı hakkındaki konuşmaları tıpkı çözümü bulunamayan problemin tahtadan silinmesi gibi, cevabını bulamadığı Tanrı ile ilgili soruları da yok sayar.
Böylece dilin sınırlarıyla belirlenmiş bir dünya imajı veren düşünce yapısı zaten pek çok sınırlılıkları olan insanın bir de düşüncesine kendi elleriyle özenle koyduğu bir sınır daha çizer.
Oysa alemi Tanrı’nın dili, kelimeleri, delilleri ya da ayetleri olarak gören yaklaşım; insanın varoluşu, hayatın amacı gibi konuları bütünüyle gizem olmaktan çıkarıp, bu soruların sahibi insana bir anlam örgüsü sunmaktadır. Bu açıdan doğrulanabilirlik ya da yanlışlanabilirlik yaklaşımından çok daha zengin bir düşünce ufkunu mümkün kılar.

'Allah tektir, sayı ile değil'

Hz. Ali (aleyhisselâm) buyurdu: "Allah tektir, sayı ile değil; ebedidir, zamanla sınırlanmadan ve kaimdir, dayanak olmaksızın. Zihinler O'nu duyu organları olmaksızın kavrar. Vehimler O'nu kuşatamaz. O, vehimlere/düşüncelere azametiyle tecelli etmiştir"
Hiçbir terim tek başına Allah’a işaret etmek için kullanılmaz. Hakk’ı her şeyden aşkın tutup, O’nun varlığının ancak kendisiyle sabit olduğunu söylerken, madde aleminde de O’nun eşsiz birliğine delalet etmeyecek hiçbir şey yoktur diyerek içkinliğe kapı aramalı. Tanrı hakkındaki konuşmalarda aşkınlık ve içkinlik kavramlarını -bütüncül ve eleştirel din felsefesi modeli baz alındığında- bir arada tutmalıdır.


İnsanın nihâi amacı tanrısal erdemlere ulaşmaktır. Günah işlemekten sakınmaya, dünyevi işlerden uzak durmaya, yalnızlığı seçerek Tanrıyı anmaya ve kalbi temiz tutmaya yönelik inanışla başlayıp, daha sonra güçlü bir hareket durumuna gelmiştir. Allaha duyulan karşılıksız ve mutlak aşkı simgeleyen tasavvufta âşık ne cenneti ne de cehennemi düşünmelidir.
Temelinde evrende tek varlığın bulunduğu, o tek varlığın Allah olduğu ve diğer varlıkların onun yansımasından ibaret olduğu görüşüne dayanan tasavvufa göre, her şeyi kendisinde barındıran ve bir tek olan Tanrı’yı bulursak, kudretimiz sonsuza erecektir. Tasavvufta birleşme Allah’ın ruhunun Sufi’nin arınmış ruhuna yerleşmesidir. Asıl amacın; evrenin gerçeğini bulmak, kendi nefsini onunla özdeş kılmak ve böylelikle mutlak güce ulaşmak olması, insanı küçük şeyler peşinde koşmaktan uzak tutarak varılacak en yüksek hedefe ulaştırmaktadır.
 “Sufi’nin nihai hedefi kendisini yok etmek değil, Allah’ta yeni bir yaşama erişmektir.” Tasavvufi düşünceye göre duyularımızla yaşadığımız hayat ve ruhun dışında bulunan her şey kötülüğü barındırmaktadır. İyi ve doğru insan, Tanrı yolunda olgunlaşıp gelişen ve başka amacı olmayan insandır.
“Çünkü her insan yaratılmış bir varlık olarak gizli özünde Allah’tan başka bir şey olamaz ve insan, Allah’ın bilgisinin nesnesi olarak ilahi özgürlüğe katılmaktadır” Bunun dışında bir şey arzulamak bizi eyleme, eylem ise yaşamaya yönlendirir. Yaşam da ölüm gibi kötü olduğundan iyilik ve doğruluk bir ve tek olan Tanrı ile birleşerek bulunur ki, bu da bir çeşit ölüm halidir. 
“Bu ümmetin âlimleri iki sınıftır. Birisine Allah ilim verir, o da bu ilmi insanlara sarfeder. Ona karşılık bir yiyecek almaz, onu az bir para karşılığında satmaz. Bu kimseye semadaki kuşlar, sudaki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar salat ve dua ederler. Kiramen kâtibin melekleri o kimseyi kıyamet günü Allah Teâlâ’nın huzuruna aziz ve şerefli bir kimse olarak getirirler. [Sonunda peygamberlerin meclisine katılıp onlara arkadaş olur.
Diğer kimse ise Allah Teâlâ kendisine ilim verir. O da bu ilimle Allah Teâlâ’nın kullarını doğruluktan ayırır. İlmine karşılık dünyâ malı alır, onu az bir paha karşılığında satar. Bu kimse kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş halde getirilir. Bir münâdi halkın önünde ‘Bu falan oğlu falandır. Allah Teâlâ kendisine ilim vermiş o da bu ilimle Allah Teâlâ’nın kullarını doğruluktan saptırmış, ilmine karşılık yiyecek almış ve onu az bir para karşılığında satmıştır.’ Diye seslenir. Bu kimse insanların hesabı sona erene kadar azap görür.” Ebû Tâlib el-Mekkî bu hadisi dünyâ ve ahiret ilmi bahsinde zikretmiştir. Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb Kalplerin Azığı (çvr: Muharrem Tan), İz Yayıncılık, İstanbul 1999, 2/9. 

Allah’ım Bir Sen Varsın

Zemahşerî aynı zamanda görüşüne dayanak olarak “Bir sinek dahi yaratamazlar”
لَن يَخْلُقُوا۟ ذُبَابًا âyet-i kerîmesinde Yüce Allah’ın kendisinden başkasına tapanlara hitap ederek o taptıklarının aczini ortaya koymak için bir sinek dahi yaratamayacaklarını ifade etmektedir. Ona göre Yüce Allah’ın " َلا " yerine "لن " kullanması taptıkları olan varlıkların bu yaratma eylemini hiçbir zaman yapamayacaklarını ifade etmek içindir.

Kalbi Vesveseli Olanlar İçin.

وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا âyet-i kerimesinde فَارِغًا kelimesinin müfessirler tarafından iki manaya hamledildiğini ifade eder. Birincisi kalbin derinliklerinin gamdan, kederden, endişeden uzak olup huzur, güven ve sükûnetten kinâyedir. İkincisi ise Hz. Musa’nın annesinin düşünme ve akletme kuvvesini korku, endişe ve kederden kaybetmesidir. فَارِغًا kelimesinin birbirinden farklı iki anlama hamledilmesinin mümkün olması nedeniyle bu kinâyenin anlaşılmasının güç olduğunu düşünmektedir. Ancak o, birinci manayı âyetin siyak ve sibakına daha uygun olduğu gerekçesine dayanarak tercihe daha layık görmektedir. Ancak müellifin tefsirinde âyeti daha farklı yorumladığı görülmüştür. Ona göre Hz. Musa’nın annesi oğlunu sandala bıraktıktan sonra kalbi bir şaşkınlık ve zafiyet içindeydi. Onun kalbinden geçen duyguları kontrol altında tutacak bir mekanizma o anda neredeyse âtıl haldeydi. Bu nedenle hislerine hâkim olamayabilir ve sandalda bulunan çocuğun kendisine ait olduğunu haykırabilirdi. Netice olarak oğlu öldürülmeye maruz kalabilirdi. Ancak Allah onun kalbine sebat vererek ona yardım etmiş ve Hz. Musa bu şekilde ölümden kurtulmuştur. bu açıklamalarından hareketle فَارِغًا kelimesini kalbin şaşkınlık ve zafiyet içinde olması şeklinde takdir edilmiştir.
Bazı tefsirlere bakıldığında فَارِغًا kelimesinin ihtiva ettiği anlamla ilgili birçok ihtimal gözlemlenmektedir. Birinci ihtimale göre فَارِغًا kelimesinin Hz. Musa’nın annesinin çocuğunu sandala bırakmasıyla dalgaların ona zarar vereceği ve daha sonra da çocuğunun Firavun’un eline geçeceği korkusuyla üzüntüsünden her şeyi bir kenara bırakıp sadece çocuğunu düşünmesidir.
İkinci anlama göre de Yüce Allah, Hz. Musa’nın annesine çocuğunu kendisine daha sonra iade edeceğine dair söz vermiştir. Ancak Hz. Musa’nın annesi kendisine verilen bu sözü üzüntü, endişe ve keder nedeniyle unutmuştur.
Üçüncü ihtimal ise Hz. Musa’nın annesinin oğlunu sandala bırakması ve onu Firavun’un bulması neticesinde üzüntüsünden neredeyse aklını kaybedecek düzeye gelmesi halidir.
Dördüncü bir ihtimale göre de Hz. Musa’nın annesinin oğlunun akıbetinden korkarak ve eli kolu bağlı bir şekilde beklemesidir.
Beşinci ihtimale göre ise Hz. Musa’nın annesinin, oğlunun güven ve emniyette olduğunu öğrenmesi neticesinde hüzünden ve kederden emin olmasıdır.
Taberî, bu son ihtimali cumhurun görüşüne aykırı gördüğü için tercih etmezken Zemahşerî’ye göre bu ihtimal kabul edilebilir bir görüştür.
Müfessirler, فَارِغًا kelimesinin anlamıyla ilgili daha çok beş ihtimalden birinci ihtimali tercih etmektedirler.
Ancak âyete lafız olarak bakıldığında her iki anlamın da doğru olduğu düşünülebilir. İlk ihtimale göre düşünüldüğünde âyetin anlamı şöyle olmaktadır:
“Musa’nın annesinin kalbi sadece onu düşünür oldu. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse (Musa’nın) oğlu olduğunu açıklayacaktı.”
وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا إِن كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَن رَّبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Tercih edilen görüşe göre ise âyetin anlamı
“Musa’nın annesinin gönlü rahatladı. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse (Musa’nın) oğlu olduğunu açıklayacaktı” şeklinde olacaktır.
Âyetin bağlamına bakıldığında iki anlam da kabul edilebilir gözükmektedir.
Not: Kalbi meşgul olanlar bu ayetin وَأَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا kısmını okusunlar biraz.
Hacı Bektaş-ı Veli'nin gönül üzerinde çok fazla durmasının sebebi onu Allah ile kul arasındaki temel bağ olarak görmesindendir. O bu konudaki görüşlerini şöyle ifade etmektedir:
"Müminlerin gönlü Kâbe’ye benzer. Hakk'ı batıldan ayırmak Kâbe’de ihram giymeye benzer. Geçmiş ömrümüz Safa'ya, kalan ömrümüz Merve'ye benzer."
“Kimdir Allah'a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak ona döndürüleceksiniz” [Bakara 2/245]
İnsanın benliğinin gayrısı Allah’ı temsil eder. Buradaki teşbih kendine gurur verme, verdiğin aslında Allah Teâlâ’nın kendisidir.
“Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır ” [Âl-i İmrân 3 / 180]
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” “İnsanlardan, inanmadıkları halde, Allah'a ve ahiret gününe inandık diyenler de vardır. Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” [Bakara 2/6-9]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar