Hz. Ömer radiyallâhü anh
Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vecheh onun hicretini su şekilde anlatmaktadır:
"Ömer'den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş'in ileri gelenleri Kâbe’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makam-ı İbrahim’de iki rekaat namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara;
“Yüzler pisleşti. Kim anasını evlatsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin.” dedi. [İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, s. 901;Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, II, 130. ]
Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edemedi. Bunun içindir ki Abdullah İbn Mes'ud; "Onun hicreti bir zaferdi.” demektedir. [ İbn Sa'd, et-Tabakât, s. 251; İbnü’l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, s. 900. ]
Hz. Ömer radiyallâhü anhin fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi.
Bir rivayette Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun için şöyle buyurmuştu:
“Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den kaçmasın”. Ebû Saîd el Hudrî (radiyallâhü anh)’den gelen rivâyete göre, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Hiçbir Peygamber yoktur ki: O’nun gökten iki veziri (yardımcısı) ve dünyadan da iki veziri bulunmasın. Benim gök halkından iki vezirim; Cebrail ve Mikail’dir. Dünya halkından iki vezirim de; Ebû Bekir ile Ömer’dir.”
Ali b. Ebî Tâlib (kerremallâhü aleyhi vecheh)’den gelen rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile birlikteydik. Ansızın Ebû Bekir ve Ömer çıkageldi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Bu ikisi Peygamberler ve elçilerden başka öncekilerden ve sonrakilerden Cennetliklerin efendileridir. Ey Ali kendilerine haber verme.”
İbn Şihâb (124/741) şöyle demiştir: Bana Saîd İbnu'l-Müseyyeb haber verdi ki, Ebû Hureyre (radiyallâhü anh) şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah'ın huzurunda bulunduğumuz sırada O bize şöyle dedi: "Ben uyurken kendimi cennette gördüm. O sırada bir kadın bir köşkün yanında abdest almakta idi. Ben (yanımdaki meleklere); Bu köşk kimindir? diye sordum. Onlar: “ Ömer'indir, dediler.”
Ben Ömer'in kıskançlığını hatırladım da hemen yüzümü arkama çevirdim:
Ömer (sevincinden) ağladı da; Yâ Rasûlallah, Sana karşı mı kıskançlık edeceğim, dedi.”
Abdullah b. Abbâs (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:
“Ben, Ömer İbnu'l-Hattâb tâbutu üzerine konmuş olduğu hâlde onun için Allah'a duâ eden cemâatin içinde ayakta dikildim. Bu sırada bir adam arkamda dirseğini omuzum üzerine koymuş da şöyle diyordu:
“ (Yâ Ömer) Allah sana merhamet etti. Ben muhakkak Allah'ın seni iki dostunla (Peygamber ve Ebû Bekr'le) beraber bulunduracağını kuvvetle umuyordum. Çünkü ben, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'tan çok defa: "Ben, Ebû Bekr ve Ömer'le şöyle oldum; ben Ebû Bekr ve Ömer'le şöyle yaptım; ben Ebû Bekr ve Ömer'le şuraya gittim" derken işitir dururdum. Bunun için ben, Allah'ın seni muhakkak iki dostunla beraber bulunduracağını kuvvetle ümîd ederdim.’’
Abdullah b. Abbâs dedi ki: Bir de dönüp baktım ki, bu sözleri söyleyen Alî ibn Ebî Tâlib (r.a.)” dir.”
Sa'd b. Ebî Vakkas (radiyallâhü anh) şöyle demiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb, Rasûlullah'ın huzuruna girmek için izin istedi. Hâlbuki Rasûlullah'ın yanında Kureyş kabilesinden birtakım kadınlar vardı, Rasûlullah ile konuşuyorlardı. Sesleri de Rasûlullah'ın sesinden yüksek bir tonda olarak, çok söyleniyorlardı. Ömer ibnu'l-Hattâb izin isteyince bu kadınlar hemen kalktılar ve süratle perdeye gittiler. Rasûlullah, Ömer'in gelmesine izin verdi. Ömer içeriye girdiği sırada Rasûlullah (kadınların bu hâline) gülüyordu. Bunun üzerine Ömer:
— Yâ Rasûlallah! Allah seni bütün ömründe güldürüp sevindirsin! dedi (ve sebebini sormuş oluyordu).
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Yanımda bulunan şu kadınların hâline taaccüb ettim: Onlar senin sesini işitince acele perdeye koştular” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer de: “Yâ Rasûlallah! Sen onların ta'zîmine daha lâyıksın” dedi ve kadınlara hitaben de: “Ey nefislerine düşman olan kadınlar! Rasûlullah'a ta'zîm etmeyip de benden mi çekiniyorsunuz?” dedi.
Kadınlar da: — “Evet, senden çekiniyoruz! Çünkü sen Rasûlullah'tan daha yoğun sözlü ve daha katı yüreklisin.” dediler.
Bunun (bir münâkaşa hâlini alması) üzerine Rasûlullah:
— “Sus ey Hattâb oğlu! Nefsim elinde olan Allah 'a yemîn ederim ki, sen bir yolda giderken şeytân asla sana yaklaşamaz. O muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelip gider.” buyurdu.
Ebû Mûsâ (radiyallâhü anh) şöyle demiştir: “Ben Peygamber'in beraberinde Medîne bahçelerinden bir bahçenin içinde idim. Bir adam geldi de kapının açılmasını istedi. Peygamber: “Ona kapıyı aç da kendisini cennetle müjdele.” buyurdu.
Ben o kimseye kapıyı açtım. Gördüm ki, o Ebû Bekir'dir. Ve kendisini Peygamber'in söylediği şeyle müjdeledim. Bu müjde üzerine Ebû Bekir Allah'a hamdetti. Sonra bir adam daha gelip o da kapının açılmasını istedi. Peygamber: "Ona kapıyı aç ve kendisini cennetle müjdele" buyurdu. Ben kapıyı açtım ve Ömer'le karşılaştım. Ona da Peygamber'in söylediği şeyi haber verdim. O da Allah'a hamdetti. Sonra bir kimse daha kapının açılmasını istedi. Peygamber yine bana: "Ona kapıyı aç ve kendisine isabet edecek belâ ve imtihana "karşı onu cennetle müjdele" buyurdu. Gelenin Osmân olduğunu gördüm ve ona da RasûluIlah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini haber verdim, O da Allah'a hamdetti, sonra: (Gelecek musibetlere karşı) yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır, dedi.
Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (radiyallâhü anh)'in üstünlüğünü söyle ifade etmekteydi: "Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattâb onlardandır".
Bu, Hz. Ömer (r.a)'in işlerinde ve verdiği kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem);
Allah doğruyu Ömer'in lisanı ve kalbi üzere kılmıştır." demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstererek söyle demişti: “Bu aranızda yaşadığı sürece, sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır.”
Başka bir rivayette Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem.) Hz Ömer (radiyallâhü anh) hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Şayet benden sonra peygamber gelecek olsaydı O, Ömer b. Hattâb olurdu”.
Hz. Peygamber vefat ettiğinde Hz.
Âişe’nin kucağında idi. Hz. Âişe, vefat ettiğini anlayınca, başının altına bir
yastık koydu. Oradaki kadınlar ile birlikte ağlamaya ve bağırmaya başladı.
Bunun üzerine ashâb’dan bazıları Hz. Âişe’nin hanesine girdiler.
Kimisi
“ölmüştür” kimsi de “ölmemiştir” dediği bir kargaşa yaşanmıştır. Bunun üzerine, Esmâ bint Umeys, elini Hz. Peygamber’in
iki kürek kemiği arasına sokunca, “Hz. Peygamber ölmüştür. Çünkü iki kürek
kemiği arasındaki Peygamberlik mührü kaybolmuştur” demiştir. Bunun üzerine insanlar Hz. Peygamber’in vefat
ettiğini anladılar
Ümmü Eymen, oğlu Üsame’ye haber
gönderdi. Üsame, Ömer, Ebû Ubeyde hemen Mescid-i Nebeviyye geldiler. Ümmehat-ı
müminın , Hz. Peygamber’in vefatı üzerine feryad figân ediyordu.
Hz.
Ali ruhsuz bir ceset gibi olduğu yerde kaldı.
Hz.
Osman’ın dili tutuldu.
Kızı
Hz. Fatıma’nın ve bütün akrabasının feryat ve figanı herkesi şaşırtmıştır.
Hz. Ömer ise şöyle diyordu: Münafıklardan birtakım adamlar, Hz.
Peygamber’in vefat etmiş olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki ölmedi. Fakat o Rabbine gitti. Musa b. İmrân gittiği
Sonra ölmüştür denildikten sonra onlara geri döndü. Vallahi Hz. Peygamber de
geri dönecek.
İşte Hz. Peygamber öldü diye iddia
eden adamlar olursa, onu öldürür ve boynunu keserim
Hz. Ebûbekir ise; kendisine haber
gittiği zaman hemen geldi ve mescidin önünde derdi. Hz. Ömer millete
anlatıyordu. Hz. Ebûbekir hiçbir şeye iltifat etmedi ve Hz. Peygamberin yanına
girdi, o Hz. Âişe’nin evinin bir kenarında üzeri örtülü idi. üzerinde hibre
denilen Yemen kumaşından bir örtü vardı. Hz. Peygamber’in yüzünü açtı.
“Vah benim seçkinim” diyerek alınından öptü. Ardından, “Senin sağlığın da,
ölümün de ne güzeldir” diyerek yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarıya
çıktı. Hz. Ömer insanlarla konuşuyordu.
Ona dedi:
—“Yavaş ol ya Ömer, sus” O yine
konuşmaya devam etti. Hz. Ebûbekir susmadığını görünce, insanlara döndü.
İnsanlar onun konuşmasını duyunca ona döndüler. Hz. Ebûbekir Allah’a hamd ve
ona senâ ettikten sonra şöyle dedi:
—Muhammed ancak bir peygamberdir.
Ondan önce de Peygamberler gelip geçmişti Ölür veya öldürülürse geriye mi
döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin
mükâfatını verecektir.
—Vallahi sanki insanlar bu ayetin
nazil olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Ebûbekir bu ayeti okuyuncaya kadar: İnsanlar
onu Ebûbekir’den öğrendiler ve ağızlarından düşürmediler. Ebû Hureyre rivayet
ettiğine göre Ömer şöyle demiştir:
—Vallahi Hz. Ebûbekir’in onu
okuduğunu işittiğim zaman bir dehşete kapıldım ve yere düştüm, ayaklarım beni
taşımıyordu. Anladım ki, Hz. Peygamber gerçekten vefat etmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatı sahabe
arasında çok büyük üzüntüye sebep oldu. Çoğunun Medine’de kalmaya mecali
kalmadı, her biri bir tarafa gitmek istedi. Bunlardan biri de Hz. Bilâl idi. O,
bu acıya dayanamayarak Şam’a gitti. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Fena halde sarsıldılar.
Enes
b. Malik (radiyallâhü anh) “Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinden daha
güzel, daha parlak bir gün görmedim. Hz. Peygamber’in vefat ettiği günden daha
acı daha karanlık bir gün de görmedim”
demiştir.
Hz. Peygamber’in vefat haberi,
Müslümanlar üzerinde müthiş bir tesir icra etti. Öyle ki büyük bir şaşkınlığa
düşerek Peygamberlerin de, diğer insanlar gibi öleceklerini bildiren ayetleri
bile unuttular.
Sahabe acı hakikati öğrenince herkes
şaşırdı kaldı. Bu acı haberi duyanlar yıldırım çarpmışa döndü. Medine’nin
üzerini derin bir mâtem havası kuşattı.
Gerçekten de bu durum derinden üzdü.
Hatta onun gerçekten ölüp ölmediğini soranlar öldüğüne inanmayanlar da
oldu.
Bir rivayete göre “Bugün size
dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslâmı beğendim” Hz. Ömer, ağlamış
niçin ağlıyorsun?” diye sorulunca “Bu ayet Hz. Peygamber’in vefat edeceğini
anlatıyor gibidir!” demiştir.
Sahabe, Peygamber’in getirdiği ilahî
hükümleri göz önünde bulundurarak yaşıyor, Allah’ın ve Rasûlü’nün razı olacağı
bir hayat sürmek istiyordu. Hz. Peygamber’in vefatı ile sanki büyük bir kapı
kapanmış gibiydi.
Hz. Ömer radiyallâhü anh yaralanıp da eve
kaldırıldıktan sonra Ashâb-ı Kirâm'ın ileri gelenleri onun yanına geldiler ve
kendisinden Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi yerine birisini vasiyet etmesini
istediler. Bu teklifi kabul etmeyen Hz. Ömer ısrarlar üzerine niye böyle
davrandığını açıklamak zorunda kaldı. Ebû Ubeyde ve Ebû Huzeyfe'nin azatlısı
Salim sağ olsaydı bu ikisinden birisini yerine halife tayin edeceğini söyledi.
Bunun sebebini de şöyle açıkladı
“Rabbim bana bunu niçin yaptığımı sorduğunda Ya Rabbi! Rasûlünden Ebû
Ubeyde'nin bu ümmetin emini ve Salim’in de Allah Teâlâ’yı çok seven bir kişi
olduğunu duydum derim.”
[Nota bak]***
el-İmâme ve's-siyâse müellifi, Hz. Ömer'in bu ikisi dışında Muaz b.
Cebel ve Halid b. Velid’in isimlerini de zikrettiğini ve bu iki sahabî için
Allah Teâla kıyamet günü kendisini sorumlu tuttuğunda Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellemden Muaz b. Cebel hakkında kıyamet günü âlimlerin
önünde geleceğini, Halid b. Velid hakkında da müşriklerin üzerinde Allah
Teâla’nın kılıçlarından bir kılıç olduğunu işittiğini ilave etmektedir.
Sahâbe, bu sırada Hz. Ömer’den
oğlu Abdullah’ı yerine bırakmasını da istemişti. Fakat hiçbir zaman böyle bir
şeyi düşünmediğini söyleyen Hz. Ömer, bu teklife şiddetle karşı çıktı ve şayet
Müslümanların halifesi olmak hayırlı ise kendi ailesinden bir kişinin bu görevi
yerine getirdiğini, eğer hayırlı değilse bir aileden bir kişinin kurban
olmasının o aile için yeterli olacağını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti “Cenâb-ı
Hakk’ın bu ümmetin işlerinden ailemizden bir kişiyi hesaba çekmesi yeter. Ben
bu iş için ailemi ve akrabalarımı ihmal ettim. Şayet bu işten günahsız ve
ecirsiz olarak kurtulabilirsem ne mutlu bana! Eğer yerime birisini tayin edecek
olursam -ki benden daha hayırlı birisi (Hz. Ebû Bekir’i kast ederek) yerine
birisini tayin etmiştir-bu doğrudur. Yok, şayet bu görevi insanlara devredecek
olursam yine benden daha hayırlı birisi (Hz. Peygamber’i kast ederek) bu işi
halka bırakmıştır, bu da doğrudur. Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman dinini zayi
etmez.”[ el-İmâme ve's-siyâse, I, 28–29; İbn Sa’d, et-Tabakât,
III, 343–353; Taberî, Târih, IV, 228; İbn Abdürabbih, el-İkd, IV,
284; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 65]
Ashâb-ı Kirâm, Hz. Ömer’in ilk iki isteği geri çevirmesi üzerine,
halifeyi belirleme konusunda kendisinden bir ahit yazdırmasını istediler. Hz.
Ömer bunun üzerine "Size
söylediklerimden sonra düşündüm ve sizi hak yola ulaştıracak en layık olanınızı
tayin etmek istedim.-O esnada Hz. Ali'yi kast
etti.- Fakat bu esnada kendimden geçerek biraz dalmışım. Rüyamda bahçeye girmiş ve onu
ekip biçen bir adam gördüm. Filizleri koparıp altına koyuyordu. Anladım ki
Allah Teâla kendi işini daha iyi halledecektir. Ölü veya diri bu işin
mesuliyetini taşımak istemiyorum." dedi.[ Taberî, Târih,
IV, 228; İbn Abdürabbih, el-İkd, IV, 284–285; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
III, 66–67; İbn Ebî Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâğa, I, 185.]
Hz. Ömer yukarıdaki rivayette Hz. Ali'yi kast etmiş olsa da
kendisinden sonra birisini halife tayin ederek böyle bir mesuliyeti taşımak
istememiştir.
***Taberî, Târih, IV, 227; İbnü’l-Esîr,
el- Kâmil, III, 65. Hz. Ömer'in halifelik için Ebû Huzeyfe'nin azatlısı
Sâlim'in ismini zikretmesini farklı şekillerde yorumlayanlar da vardır. Nitekim
çağdaş müelliflerden Sırma, Hz. Ömer'in bu sözünü şöyle izah etmiştir,
"Hz. Ömer’in birçok sahabe varken
özellikle Ebû Huzeyfe'nin kölesi Sâlim’i zikretmesinin bir diğer sebebi de
hilafet müessesesinin bir aile hilafeti şekline dönüşmesini istemeyişidir.
Çünkü o sırada Hâşimoğulları ve Ümeyyeoğulları gibi toplumda nüfuzlu ailelerin
varlığı ve Arap asabiyetinin tekrar canlanma ihtimali Hz. Ömer’i, Sâlim’i
halife tayin edebileceğini ifade etmeye sevk etmiştir. Zira Salim'in sadece
etkisiz bir köle olması Hz. Ömer’in endişe ettiği hususların dışında
kalmaktaydı." (İslâmî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, İstanbul
1989, s.159).
Hz. Peygamber'in Ebû Ubeyde ile ilgili
söylediği hadis için bkz. Ahmed b. Hanbel, Fedâilu’s-sahâbe, I-II,
Beyrut 1983, II, 739; Tirmizî, "Menâkıb" 32.
Hz. Ömer’in (radiyallâhü anh) halifeliği
zamanında huzuruna hamile bir kadın
getirildi. Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
kadına nasıl hamile kaldığını sorunca kadın günahını (zinâ yaptığını)
itiraf etti. Hz. Ömer de recm edilmesini emretti. O sırada Hz. Ali kerremallâhü
aleyhi vecheh çıkageldi ve
— “Bu
kadının nesi var?” diye sordu. Oradakiler:
—“Hz. Ömer recmedilmesini emretti” dediler.
Hz. Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) karşı çıktı ve Hz. Ömer’e;
—“Recm edilmesini mi emrettin?” diye sordu.
Hz. Ömer;
— “Evet.
Huzurumda günahım itiraf etti.” dedi. Hz. Ali;
— “Pekâla.
O kadın hakkındaki hükmün bu. Ya karnındaki için hükmün nedir?”
— “Onun
hamile olduğunu bilmiyordum.”
—“Bilmiyorsan hayız görmesini bekleseydin.”
Hz. Ali sonra şöyle devam etti.
— “Sanıyorum
sen onu azarlamış veya korkutmuşsundur da.”
Ömer (radiyallâhü anh): “Doğrusu öyle oldu.”
Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) : “Rasülüllâh
salla'llâhü aleyhi ve sellem; ‘Ezâ, cefâ gördükten sonra suçunu itiraf edene
had uygulanmaz. Zira bağladığın, hapsettiğin yada tehdid ettiğin kişinin ikrân
ikrar sayılmaz..’ buyurduğunu işitmedin mi?” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kadını salıverdi ve şöyle dedi.
— “Kadınlar
Hz. Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh)
gibisini doğurmamıştır. Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu.”
Hz. Muhammed’in
vefatının, sahip olduğu otoritenin bütüncül yapısı nedeniyle büyük bir şok hali
ve kaosa yol açacağı, açıklamış olduğumuz nedenlerden dolayı kaçınılmazdı.
Nitekim Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem vefat ettiğinde (h.10)
Müslümanların yaşadığı ruh halini Hz. Aişe şöyle anlatmaktadır:
“Rasülüllâh
salla'llâhü aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman, babam Ebu Bekir (radiyallâhü
anh), Mescid-i Nebevi ’den bir mil kadar uzaklıkta olan Es-Sunuh (veya es-Sunh)
isimli mevkide idi.
(Vefat haberi
gelince) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) kalkıp:
“Vallahi
Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem vefat etmedi. Allah, mutlaka onu geri
gönderecektir, o da (münafık) kimselerin ellerini ve ayaklarını kesecek"[ İbn Hişâm, VI, 75.; Buhari, Fedailu’s-Sahâbî, 5, h.no:
3467.]
demeye başladı. Derken, Hz. Ebu Bekir (radiyallâhü anh)
geldi. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin yüzünü açtı ve öptü.
“Annem babam
sana feda olsun. Sağlığında hoştun, ölümünde de hoşsun! Nefsimi kudret elinde
tutan Zat-i Zulcelal’e yemin olsun, Allah sana ebediyyen iki ölüm
tattırmayacak!” dedi. Sonra dışarı çıkıp:
(Hz. Ömer’i
kastederek): “Ey (Peygamber ölmedi diye) yemin eden kişi, ağır ol!”
dedi. Hz. Ebu Bekir konuşmaya başlayınca Hz. Ömer oturdu. Hz. Ebu Bekir Allah’a
hamdu sena ettikten sonra:
“Haberiniz
olsun! Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Kim de
Allah’a tapıyor idiyse o da bilsin ki Allah hayydir, ölümsüzdür!” dedi ve şu
ayeti okudu: “Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” [Zümer, 30] Ardından da şu ayeti de okudu:
“Muhammed ancak
bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse
geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah,
şükredenlerin mükâfatını verecektir.”[ Âl-i İmrân, 144.] Bu açıklama
üzerine halk boğuk boğuk ağlamaya başladı.
Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere Müslümanlar,
liderlerinin yokluğuna zihinsel olarak hazır değildiler. Cesareti ve duyguya yer vermeyen
derecede soğukkanlılığı ile tanınan Hz. Ömer bile zihin karışıklığı yaşamakta
ve ölümü kabullenememekteydi.
Hz. Ömer,
ertesi gün Hz. Ebu Bekir’e umumi biat yapılırken biat öncesinde bu tavrından
dolayı özür mahiyetinde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında, “söylediklerinin
dayanaksız olduğunu (kastı aşan ifadeler olduğunu) belirtmiş ve Hz. Muhammed’in
aralarında bulunmasını ve kendilerinden sonra vefatını arzuladığı için o anki
psikoloji ile böyle davrandığını” belirtmiştir. [Bkz, Buhari, Sahih,
İstihlaf, 51, h.no: 6793; İbn Kesir, Sire, IV, 492.]
Hz. Ebu
Bekir’in, zamanında ve serinkanlı bir şekilde gerçeği izah etmesi neticesinde
başta Hz. Ömer olmak üzere bütün Müslümanlar yaşadıkları şok halinden
kurtulabildiler. Şoktan çıktıklarında kendilerini bekleyen önemli bir sorunla
karşı karşıya idiler; Müslümanları idare etme işini kim üstlenecekti?
Bütün İslam âlimleri içinde her ser’i meselede
olduğu gibi bu kaza ve keder meselesinde dahi Allah’ın maksadını herkesten
evvel en iyi anlayan, herkesten evvel en iyi anlatan, bu ümmetin dini
meselelerde en büyük iki alımı olan ikinci halife Hz. Ömer Faruk’la dördüncü
Halife İmam Ali (kerremallâhü aleyhi vecheh) ölmüştür. İtiraf ederim ki eğer
ben lafzen veciz olduğu kader manen muciz olan beyanat-ı hakimlerini hadis
kitaplarından görmemiş olsaydım “bu kaza ve kader” meselesinin hakkıyla zevkine
varmamış olacaktım.
Hz. Ömer, hilafetleri döneminde Hicretin 18.
senesinde teftiş sebebiyle Şam’a gitmek ister, Medine-i Münevvere’de bulunan
ashab-ı kiram’ın bir kısmını maiyet-i âliyelerine alarak Medine’den çıkar, Şam
civarında Serağ denilen bir köye ulaşıldığında Şam valisi ve Suriye ordusu
kumandanı sahabenin büyüklerinden ve aşere-i mübessereden meşhur Ebu Ubeyde bin
El-Cerrah bazı askerleriyle birlikte Hz. Ömer’i karşılamaya gelir.
Ve vali Şam’da veba olduğunu haber verir. Bu
haber üzerine Hz. Ömer, meşhur ashabın fukahasından İmam’ül-Müfessirin Abdullah
b. Abbas hazretleri vasıtasıyla maiyetlerinde bulunan ashab-ı kirami kıdem
sırasıyla ayrı ayrı ve kısım kısım huzuruna davet eder.
Öncelikle ilk muhacirleri sonra Ensarı, daha
sonra da Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicret eden Küreyşin yaşlılarını
davet eder. Ve Şam’da veba bulunduğunu haber vererek gidip gitmemek hususunda
onlarla istişare eder. Bir kısmı Allah’a tevekkül ederek yollarına devam edip
Şam’a gitmeyi diğer bir kısmı da veba tehlikesine maruz kalmamak için Medine’ye
geri dönmeyi görüş bildirirler. Hz. Ömer onlar huzurundan çıkarttıktan sonra
son görüşü tercih ile Medine’ye geri dönmeye karar verir. Ve bu kararını tebliğ
eder. Bunun üzerine Şam valisi Ebu Ubeyde b. Cerrah Hazretleri bu karara itiraz
ile Hz Ömer’e “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” der. Hz. Ömer cevaben
“keşke ya Ubeyde bu sözü senden başkası söyleseydi” dedikten sonra “Evet
Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” der.
Meselenin hakikatini aydınlatmak için “görüşün
nedir? Söyle bakalım.Senin develerin olsaydı da bir tarafı otlu ve çimenli
diğer tarafı çorak ve kuru bir dereye inmiş olsaydı, şimdi sen o develeri otlu
yerde güder ve karınlarını doyurursan Allah’ın kaderiyle otlatmış ve aksine
çorak ve kuru yerde otlatır aç bırakırsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış
olmaz mısın” der ve cevab-ı hükümle Hz. Ebu Ubeyde’yi
susturur.
Hz. Ömer son cümleyi söylediği sırada önemli
bazı kişisel meseleleri için gitmiş olan yine sahabenin büyüklerinden ve Ebu
Ubeyde gibi Aşare-i Mübessere’den olan Abdurrahman b. Avf gelir ve meseleye
vakıf olunca “Benim bu konuda özel malumatım vardır. Rasul-u Ekrem (s. a)
efendimiz hazretlerinden işitmiştim”. “Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz
zaman onun üzerine gitmeyiniz. Ve bir yerde siz olduğunuz halde veba zuhur
edince, oradan kaçarak o yerden ayrılmayınız” buyurmuşlardır der. Hz. Ömer
bu hadisi işitince rey ve içtihadının bu hadise, bu seri hükme tamamen uygun
düşmesinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ve sena eder ve gerek kendi kararı ve
gerekse bu hadis nedeniyle Medine’ye geri döner. Bu hadis hem Buharı’de hem
Sahih-i Müslim’de aynen mevcuddur. Ve binaenaleyh sıhhati hadis imamları
indinde müttefekün aleyhtir. Zikredilen hadis Buharı’nın Kitabu’t-tıbbında
yazılıdır. İşte hak ile batılı birbirinden ayırma hususunda derin bir nüfuz-i
nazara, pek büyük bir rey isabetine sahip olduğu için Cenab-ı peygamber
tarafından “Faruk” lakabı verilen ve bu suretle irfan derecesine yükseltilen
Hz. Ömer sahabelerin huzurunda gerçekleşen şu beyanat-ı ârifeleriyle “kader” in
hakiki mahiyeti hakkında hem yandaşlarını hem muhaliflerini aydınlatmış ve
irşad etmiştir.
Hz. Ömer otlu veya otsuz bir yerde devenin
otlatılması örneğiyle şu gerçeği bildirmek istiyor ki kader denilen sırrı
ilahi, sonuçlarının sebeplere bağlanmasından ibarettir. Hariçte sebep
gerçekleşince bir mani bulunmadığı surette sonuçta gerçekleşir. Sebep gerçekleşmezse
sonuçta gerçekleşmez. Bu sebeple insanın kudret ve iradesinin taalluk
edebildiği hususatta kaderin biri müsbet diğeri menfi iki ciheti vardır. İnsan
kendi iradesiyle bu iki cihetten hangisine tevessül ederse o cihet ortaya
çıkar. Ve binaenaleyh lehine veya aleyhine kaderin gerçekleşmesine kendisi
sebebiyet vermiş olur. İşte bu ezeli hakikate binaen der ki kaderden kaçmak
kurtulmak mümkündür. Yani kendi zararına olan sebebin gerçekleşmesine meydan
vermek, insanın kendi elindedir. Cenab-ı Hak böyle takdir etmiştir. İşte bu
mülahazaya dayanarak Hz. Ömer Şam’a girmekten kaçınmıştır. Çünkü Şam’a
gitmekle, vebaya yakalanmak kaderinin gerçekleşmesine meydan vermiş olacak,
zira Şam’a gidince vebaya yakalanmak sebebine maruz kalınacak. O sebebin
gerçekleşmesi ve tesir etmesinde bir engel bulunmazsa (bedenin veba mikrobunu
galebe edecek kadar kuvvetli olması gibi) vebaya yakalanmak sonucu da
gerçekleşecek ki bu kaderdir. Kaderin bir gereğidir. Bu kaderi
gerçekleştirmemek için Şam’a gitmekten vazgeçmiş ve bu suretle sebebin
gerçekleşmesine meydan vermemiştir ki bu da kaderdir. Ama Şam’a gidilmiş
olsaydı hakikaten vebaya yakalanır mıydı yakalanmaz mıydı bu bilinmez. Bilinen
bir şey varsa o da gidilmediğinden dolayı maiyetlerinde bulunanlardan
hiçbirisinin vebaya yakalanmamasıdır. Halbuki zikri geçen askerlerin Şam’a
dönenlerinin bazıları vebaya tutularak vefat etmiştir. İhtimaldir ki Şam’a
gidilseydi onlardan bazıları vefat etmeseler bile hafif bir suretle vebaya
yakalanır veyahut yakalanmaya bilirlerdi de. Olayın bu noktası bilinmediği ve
vebanın şiddetle hüküm sürdüğü bir yere gitmek tehlike olduğu için Hz. Ömer
gitmekten kaçınmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim “Kendinizi ellerinizle tehlikeye
atmayınız” ayet-i kerimesiyle nefsi tehlikeye atmaktan İslam ehlini engellemiştir.
İşte Hz. Ömer kaderi böyle anlıyor. Yukarıdaki izahattan anlaşıldığı üzere
Maturîdîler de böyle anlamışlardır. Hatta Mûtezile nin anladığı bundan başka
bir şey değildir. Hz. Ömer’in zikrolunan sözü pek açık, siyak ve sibak
karinesiyle tevile açık olmayan, katiyette ve kesinlikte olduğu halde, çok
garibtir ki yine bazı ulema Hz. Ömer’in bu sözlerini Sahih-i Müslim’i şerheden
İmam Nevevi’nin dediği gibi pek manasız ve temelsiz tevillerle tevile
kalkışmışlardır. İşte bu da Esarîye zihniyetinden doğan pek yanlış bir
telakkinini neticesidir.
Şerh-i Mekasid, Şerh-i Tecrid, Şerh-i Müsayere
gibi en mûteber kelam kitaplarında yazılı olduğu üzere dördüncü halife Hz. Ali
(ra) meşhur Sıffîn savaşından döndükleri esnada şöyle bir konuşma geçer.
İHTİYAR: Ne buyurursunuz, Şam’a yani Sıffîn’e
gidişimiz Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderiyle mi vaki olmuştur?
HZ. ALİ: Taneyi yarıp içinden filiz çıkaran ve
hiç yoktan şuur sahibi canlar, insanlar yaratan Cebnab-ı Hallak Azimuşsan’a
yemin ederim ki biz bir yere ayak basmadık ve bir dereye inmedik ve bir bayıra
çıkmadık ki bunlarda Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi olmasın.
İHTİYAR: Çektiğim meşakkat ve zahmete karşılık
olarak Allah katında mükafata mazhar olmak isterim. Halbuki ben kendim için
hiçbir ecir ve sevab görmüyorum.
HZ. ALİ: Sus ıhtiyar Sıffîn’e giderken
gidişiniz için size Cenab-ı Hak büyük ecir ihsan etmiştir. Siz hal ve
hareketlerinizden hiçbir şeyde mecbur ve zorunlu olmadınız ve o hale
zorlanmadınız.
İHTİYAR: Nasıl? Hani ya bizi kaza ve kader
yönlendirmişti?
HZ. ALİ: Zavallı ihtiyar! Galiba sen kaza ve
kaderi insanları fiil ve hareketlerine mecbur kılan kaza-i lazım ve kaza-i
mucib zannnettin, öyle mi? Eğer öyle olsaydı o vakit çeza ve mukâfat, vaad ve
vaid, emir ve nehiy batıl olur ve Cenab-ı Hak tarafından hiçbir günahkâra yerme
ve ceza ve hiçbir muhsine ve mutiye övme ve mukâfat varid olmazdı ve iyilik
eden fenalık edenden daha fazla övgüye, fenalık eden de iyilik edenden daha
fazla yerilmeye layık bulunmazdı. Öyle bir akide putçuluğun, şeytanın
uşaklarının ve hakkı batıldan, hatayı sevaptan ayırmaya muktedir olmayan
cahillerin sözüdür. Onlar bu ümmetin kaderiyesi ve mecusilerdir. Cenab-ı Hak
tahyiren emretmiş ve tahziren nehyetmiş ve kolay olanı teklif etmiştir. Ve
kendisine mağlub ve mecbur olarak ve mükreh olarak itaat edilmemiştir. Yüce
peygamberleri kullarına abes olarak göndermemiş gökleri yeri ve ikisi
arasındaki mevcudatı batıl olarak yaratmamıştır. O telakki, bu inanç,
kafirlerin zannn-i batilidir.
İHTİYAR: O halde bizim kendisiyle seyir ve
hareket ettiğimiz kaza ve kader nedir?
HZ.
ALİ: O ancak Allah’ in emri ve hüküm sahibinin hükmüdür. Hz. Ali ihtiyara bu
cevabı verdikten sonra “Senin Rabbin yalnızca kendisine ibadet etmenize
hükmetmiştir” mealinde olan ayet-i kerimeyi okumuş ve bununla kazannin emir
ve hüküm manasına geldiğine istihsad etmiştir. Görülüyor ki ashab-ı kiramın en
büyük alim ve fakihi olan, efendimiz hazretlerinin talim ve terbiyesi altında
büyümek suretiyle doğrudan doğruya nubuvvet miskatinden nurlanan ve feyizlenen
Hz. Ali kaza ve kader lafızlarını eşanlamlı kelimeler kabilinden addererek,
insanların fiil ve hareketlerine taalluk eden yerlerde her ikisinden de
kasdedilen mananın emir ve hüküm manası olduğunu ve bunun beşeri irade üzerinde
Cebriye ve Eş’arîye’nin zannnettikleri gibi mecbur ve zorunlu bir tesire sahip
olmadığını açıkça beyan ve öyle bir inancı pek şiddetli bir şekilde red ve çerh
eyliyor. Sekiz yüz senesinden sonra gelen bütün Hanefî uleması içinde tedkik ve
nüfuz-i nazar ve bilgi genişliği hususlarında bir benzeri daha gelmemiş olan ve
hele fıkıhta içtihad rütbesine ulaşan büyük, muhakkik imam İbn-i Humam
Müsayere’sinde Hz. Ali nin bu tercih ve telakkisini kabul ediyor.
--
Ve bu telakkiye göre hükm-i ezely-i ilahiden
ibaret demek olan kaza ve kaderi Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına irca ediyor. Şu
halde kaza ve kader bilcümle eşya ve hadisatin ezelde ne suretle vukuu
bulacaklarını ilmi kadimiyle Allah’ın ezelde bilmesi demek olur. İşte Hz. Ömer
ile Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechehnin kaza ve kader mefhumu hakkındaki
telakki şekilleri bundan ibarettir. Bu iki telakki arasında, bir fark yok
gibidir. Her iki telakki de bir asla irca edilir. Şu uzun izahat ve tahkikattan
pek açık bir suretle görülüyor ki kaza ve kader kelimelerinden kastedilen şeyin
ne olduğunu tayinde İslam alimleri hayrette kalmışlardır. Bundan dolayıdır ki
belli bir manada ittifak edememişlerdir. Bunun da sebebi gerek Kur’an
naslarında ve gerek peygamber hadislerinde bu iki kelimenin çeşitli ve sayısız
manalarda varid olmasıdır. Bununla beraber şu cihet ortaya çıkıyor ki Hz.
Peygamber’den sonra bu İslam ümmeti içinden islamın hakikatlerine dair
beyanatta bulunmaya herkesten fazla selahiyetleri olan iki büyük şahsa, Hz.
Ömer ve Hz. Ali’ye göre kaza ve kader, öyle Cebriye ve Esarîye nin telakkileri
gibi insanların fiil ve hareketlerinde mecbur ve muzdar kılan kaza-i mülzem ve
kader-i mübrem değildir. Belki kader bir bağdır. Yani beşerin fiil ve
hareketlerini kendi ihtiyarlarına rabt ve talik eden takdiri ezelidir. Başta
İmam-ı Azam hazretleri olduğu halde bütün Hanefî fukahası ve Maturîdî alimleri
bu meselede Hz. Ali ve Ömer’e yakın olarak onların fikirlerini kabul etmişler
ve bu suretle Esarîye’den ayrılmışlardır. Her gün gözlerimizin önünde binlerce
örneği cereyan etmekte olan hakikat-i eşya da Maturîdîlerle beraberdir. Onların
doğru akidelerine sşahidlik etmektedir. Bu akidelerin hülasası sundan
ibarettir. Kader ezelde sonuçların sebeplere bağlanmasından, bütün eşya ve
hadisatin hüdusunu muayyen sebepler üzerine tertib etmekten ibarettir. Şu halde
ezelde, hariçte, sebepler gerçekleşince sonuçlarda gerçekleşir. Aksine sebep
gerçekleşmezse sonuçta gerçekleşmez. İhtiyari fiillerin sebeplerini hariçte
gerçekleştirmek insanın elindedir. Çünkü Cenab-ı Hak irade-i cüziyeyi diğer bir
tabirle kasdi ve azmi beşerin fiillerin gerçekleşmesine sebep olmak üzere tayin
ve takdir buyurmuştur. Bu sebeple insan muayyen bir fiillin gerçekleşmesini
kasdedince Cenab-ı Hak o fiili halk ve icad eder. Kasdetmeyince de yaratmaz.
Cenab-ı Hak ezelde böyle buyurmuş ve böyle hükmetmiştir. Hadisat-ı hariciyenin
hüdusu için bir takım muayyen sebepler olduğu gibi ihtiyari fiillerin de bir
takım muayyen sebepleri vardır. O da dediğim gibi insanın kasd ve ihtiyaridir.
Gerçek şu ki beşeri fiillerin enfusi ve afakî daha başka sebepleri vardır.
İnsan bu sebeplerden dolayı bir fiilin icrası veya âdem-i icrasını kasdeder. Bu
cihet munker değildir. Fakat fiilin asıl sebebi kasıddır. O sebepler kasdin
suduruna neden olan etkenlerdir ve ekseriyetle karşı konması mümkün olan
şeylerdir. Hatta zamanımızda açlıkla intihara karar veren bir belediye
başkanının bir aydan fazla açlığın tazyikine karşı direndiği ve ölmemesi için
devletçe sarfedilen çabaya rağmen yine azminde sebat ederek kararı sebebiyle
olup gittiği görülmüştür. Onun için beşeri fiillerin asıl muayyen sebebi kasd
ve ihtiyardır, azm-i müsammemdir. Bunun haricinde kalan etken ve nedenler
kasdin hareket sebebidir ve direnilebilir cinstendir. Kasdin suduru üzerindeki
tesirleri inkâr edilemez. Farklı derecelerde olmak üzere az çok tesirleri
vardır. Onun için ceza maddelerinde bu yönü dikkate almak ve binaenaleyh bazen
bu etkenleri hafifletici sebep saymak gerekir. Hatta bazen bütün bütün afv
sebebi bile saymak gerekir. Lakin bu cihet böyle olmakla beraber yine bunlar
çoğunlukla insanın azim kudretini tamamen ortadan kaldıracak ve binaenaleyh
beşeri fiillerde insanları mazur gösterecek şeyler değildirler.
Onun içindir ki hiçbir ferd kendi kusurunu
kendi tedbirsizliğini kadere hamlederek kendisini mazur göstermekle haklı
olmaz. Bununla beraber şayet bazı hareketinde katı şekilde mecbur ve zorunlu
kaldığı külliyen tercih hakkının yok olduğu olursa şüphesiz o gibi harekâtından
sorumlu tutulmaz. Fakat hareketlerinin çoğunluğu böyle değildi. Onların vukuuna
kendi kasd ve ihtiyari sebep vermiştir. Nitekim bu cihet yukarıda örneklerle
açıklanmıştır.
Hz. Ali ye amcası Hz. Abbas ona şöyle dedi:
“ ne zaman sana bir meseleyle geldiysem
hoşlanmadığım bir şekilde hep sonraya bıraktın. Rasulullah (sallallâhü aleyhi
ve sellem) vefat edeceği zaman sana bu işi kime bırakacağını sormanı istedim
reddettin. Vefat ettikten sonra işi eline alma konusunda acele etmeni söyledim
reddettin. Ömer seni heyete dâhil ettiğinde aralarına girmemeni işaret ettim
yine reddettin. Sadece benden tek bir şey belle; heyet sana her geldiğinde
itiraz et ta ki seni tayin edinceye kadar. Bu gruba dikkat et. Onlar bizim
dışımızda biri seçilinceye kadar bizi bu işten uzak tutmaya devam edeceklerdir.
Allah’a yemin ederim ki seçilecek kişi ancak hilafete zarar vermekten başka bir
şey olmayan bir şerle, bir hileyle ulaşacaktır.” [et-Taberî, a.g.e, c. IV, s.
230. İbnu’l-Esîr, a.g.e, c. III, s. 55. en-Nüveyrî, a.g.e, c. XIX, s. 381.
Ebu’l-Fidâ, a.g.e, c.I, s. 232.]
Hz.
Ali: “ eğer Osman sağ kalırsa ona olanı hatırlatırım. Yok eğer ölürse bu işi
aralarında sırayla yapacaklardır ve eğer bunu yaparlarsa beni hoşlanmayacakları
bir tavır içinde bulacaklardır!” dedi.
Hz. Ömer'in, Ehl-i Beyt'le Akrabalık Arzusu ve Hz.
Ali'in Kızı Ümmü Gülsüm'le Evliliği:
Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hayatındaki bu
hadise, onun Ehl-i Beyt sevgisini gösterir. Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) halifeyken, bir gün, Hz. Ali'den (kerrma’llâhu veche),
kızı Ümmü Gülsüm'ü (radiyallâhü anha) istedi. Hz. Ali kerramallâhu
vecheh,
- “O küçüktür" dedi.
Bunun üzerine Ömer (radiyallâhü anh),
- “Hayır. Vallahi, bu bir şey
değil; fakat sen beni engellemek istiyorsun" diye konuştu ve devamla,
“Eğer gerçekten dediğin gibi (çocuk / sabî) ise onu bana
gönder" diye ekledi. [Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî
ahvâli enfesi nefîs, II, 284; Muhibiddin Ahmet b. Abdullah b. Muhammed
et-Taberi el-Mekki eş-Şafii (615-694 Hicri), Zehâiru’l-Ukbâ, s. 168]
Aslında, Rasûlullah'ın
(s.a.v.) vefatından önce dünyaya gelen Ümmü Gülsüm, gerçekten
küçüktü. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169; Abdulvahhab en-Neccâr;
el-Hulefâu'r-Râşidûn; Beyrut, 1986, s. 68] Bu evlilik Hicrî 17.
yıl'da olmuştur. Hattâ, bir rivayette, kendisinden, "O, o zaman bir kız
çocuğu idi" diye söz edilir. Hattâ, Mescid-i Nebevî'de sonucu
bekleyen Hz. Ömer'e yanındakiler,
- "Ey Mü'minlerin Emîri!
Ondan ne istiyorsun? O küçük bir kız çocuğudur" demişlerdi.
Ümmü Gülsüm'ün küçüklüğü bir yana, Hz.
Ali onu, Tebük'te şehid olan kardeşi Câfer-i
Tayyar'ın öksüz oğluna vermek istiyordu.
Hz. Ali, evine geldi. Ümmü Gülsüm'ün
eline bir hülle (elbise) verip,
- "Bunu Emîru'l-Mü'minîn'e
götür, ona şöyle söyle: 'Babam sana, bu elbiseyi nasıl buluyorsun, diyor
de" diye onu gönderdi. Çocuk yaşta olan Ümmü Gülsüm,
hiçbir şeyin farkında değildi. Elbiseyi Hz. Ömer'e getirerek
babasının dediklerini tekrarladı. Bunun üzerine onun izarından (kolunun ön
kısmından) tutunca, Ümmü Gülsüm kolunu çekti. Bu husustaki
ibare-ifade şöyle: “Fe-ehaze Umeru bi-zirâiha fe’c-tezebetha minhu”. [Zehairu’l-Ukba,
s. 168; Târihul Hamis, 2, 284]
Ümmü Gülsüm, Halife’ye kızmıştı. Hz.
Ömer ise,
- "İffetli ve şerefli birisi"
dedikten sonra, "Git, ona (babana) şöyle de: O ne
güzel ve ne cemâllidir. Vallâhi o, senin dediğin gibi değildir."
Bunun üzerine Hz. Ali,
onu Hz. Ömer'e (radiyallâhü anhuma) nikâhladı. Mevzu hakkında
birbirine benzer farklı rivayetler de vardır. Zehebî'ye
göre, Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm'le Hicrî 17. yıl'da evlenmiştir.
Mevzuyu bütün rivayetlerle ele almak ve tartışmak sözü uzatacağı için diğer
nakilleri almıyoruz. [Geniş bilgi için bkz. Tarîhu’l-Hamîs, 2, 284;
Zehâiru’l-Ukbâ, s. 148-170; el-Hulefâu’r-Râşidûn, s. 68]
***
Aslında Hz. Ömer'in, Hz.
Ali'nin kızıyla evlenmesinde gayesi başkaydı. O, Ümmü Gülsüm'ü isterken,
bir rivayete göre, "Ey Ebe'l-Hasen! Onu benimle evlendir. Çünkü mutlaka
ben, ondan hiç kimsenin beklemediği bir kerâmet (değer) ve
şeref gözlüyorum" demişti.
Ümmü Gülsüm'le alacağı değeri/kerameti de Hz.
Ali'ye, "O küçük olursa olsun" deyip şöyle açıklamıştı:
"Ben Rasûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
derken işittim: ‘Bütün sebepler / bağlar, [Zehairu’l-Ukbâ,
s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 284] nesebler (soylar) ve
sıhrıyetler kesilmişlerdir; ancak benim sebebim, nesebim ve sıhrım hâriç” [Zehairu’l-Ukbâ,
s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 285] diye açıklamıştı.
Bir başka rivayette de şu ilâve
vardır: ‘Ben de, benimle Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) arasında bir sebep ve sıhr (kız alma) yoluyla
akrabalık oluşmasını istedim." [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169]
***
a) Hz. Ömer, neseben Ehl-i Beyt'ten
değildir; hiç
olmazsa sebeben/kız alma yoluyla, Kıyamet Günü’nde Ehl-i Beyt'le ve Rasûlullah
Efendimizle (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir bağı olsun istemektedir.
b) O, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) soyuyla irtibata ve yakınlığa azamî derecede isteklidir.
Onun Ümmü Gülsüm'le evlenmesi başka bir sebepten değildir;
küçüklüğü ve onunla evlilik münasebeti geri plândadır. Hattâ, Hz. Ali’ye,
“Gerçekten ben, yanımda Rasûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bir uzuv(organ) olmasını istiyorum" [Rasûlullah,
“Fatıma benden bir et parçasıdır”, buyurmuştur. Ümmü Gülsüm de ondan olduğu
için, Rasûlullah’tan bir parça olarak kabul ediliyor.] diyerek onu
istemiş; Hz. Ali, “Bende ancak (Fâtıma'dan olma) Ümmü Gülsüm
var; o da küçük hâldedir" deyince, Hz. Ömer, “yaşarsa
büyür”, demiştir. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169; Târîhu’l-Hamîs, s. 284
vd.]
O, Kıyamet Günü için
yanında bir sebep ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
soyundan bir uzuv / et parçası olsun istemektedir. Sebep: Hurma
gibi ağaçlara çıkmak için elde bulunan "habl / ip"dir.
Kendisiyle bir şeye ulaşılan her vesileye sebep denir. [el-Müfredât, s.
220] Mârifete vesile olan her şey de sebeptir. Ümmü Gülsüm de, Hz.
Fâtıma'nın kızı ve bir "seyyide" olmakla Kıyamet'te Rasûlullah'a
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ulaştıran, onunla irtibata sebep olan bir vesile
olacaktır. "Zerî'a" da sebep mânâsına gelir. Nitekim, İmam
Şâfî (rahmetullahi aleyh) de, Ehl-i Beyt sevgisini
dile getiren bir şiirinde, “Âl-i Nebî benim sebebim / ipimdir. Hem onlar
beni ona / Rasûlullah'a bağlayan bir vesilemdir" [el-Müfredât,
s. 220] diyerek aynı mevzuya parmak basmıştır.
***
Hz. Ömer'in bu evlilik hadisesi de, Rasûlullah
Efendimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Ehl-i Beyt'e sevgi
ve saygısına büyük bir delildir.
Ümmü Gülsüm'le nikâhlandıktan sonra, Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) Mescid-i Nebevî'de Muhacirîn ve Ensâr (radiyallâhü
anhum) ile otururken,
- “Beni tebrik etmiyor musunuz?"
demişti. Oradakiler,
- “Seni neden dolayı tebrik
edelim yâ Emîra'l-Mü'minîn?" diye sordular. O da,
- "Ali'nin kızı Ümmü
Gülsüm'le..." diye cevap verdi.
Hz. Ömer, sonra da Kıyamet Günü bütün sebeplerin
ve neseblerin kesilmesiyle ilgili hadis-i şerifi zikrederek,
“Ben de Rasûlullah'la aramda bir sebep / sıhrîyet ve neseb olmasını çok
sevdim ve istedim, sevginin gereği olarak çok arzuladım" [Hâfız
Muhibbüddîn et-Taberî, Zehâiru’l-Ukbâ, s. 168] dedi.
Bunun üzerine oradakiler kendisini
tebrik ettiler...
Hakikaten, Ehl-i Beyt'le
olan akrabalık bağı / ilişkisi onu çok sevindirmişti.
İslâm irfanında (örfünde / kültüründe), seyyide ve şerifelerle
evliliğe, bahusus bu hâdise sebebiyle çok rağbet gösterilmiştir. Nitekim Celvetî
şeyhi büyük âlim-ârif İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin [Bkz.
Ruhu’l-Beyan, 1, Terâcim-i ahvâl] ve sair tasavvuf büyüklerinin de,
şeyhlerinin-mürşidlerinin kızlarıyla sair yakınlarıyla benzer evlilikleri
olmuştur.
Ümmü Gülsüm'den, Hz. Ömer'in Rukiyye adlı
bir kızı ve Zeyd adlı bir oğlu oldu. Çocuklar çok
yaşamadı. Hz. Ömer'in vefatından sonra (H. 23. Yıl/M. 644) Ümmü
Gülsüm'ü, amcasının oğlu Avn b. Câfer aldı. Çocuk
bırakmadan ikinci kocası ölünce, yine amcasının oğullarındanMuhammed b.
Câfer'e vardı. Ondan bir kızı oldu. Onun ölümüyle de, Abdullah b.
Câfer'le evlendi. Bununla nikâhlı iken ve son kocasından çocuğu olmadığı
hâlde vefat etmişti. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 170; el-Hulefâu’r-Râşidûn, s.
103; Mes'ûdî, Mürûcu’z-Zeheb, II, 353; Doç. Dr. Murat Sarıcık, “Hz. Ömer'in,
Ehl-i Beyt'le akrabalık arzusu ve Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'le evliliği”
başlıklı makalesi]
https://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/993-hayatu-s-sahabe.html
“Atîke bint Zeyd b. Amr b. Nufeyl b.
Abdü’l-Uzza b. Riyah b. Abdullah b. Kurt b. Rezah b. Adiy b. Ka’b b. Lüeyy b.
Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane’dir.
Annesi,
Ümmu Kureyz bint Abdullah b. Ammar b. Malik el-Hadramî dir.
Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan
Saîd b. Zeyd'in kız kardeşi ve İslâmiyet'i ilk kabul eden şair kadın
sahâbîlerden biridir.
Mekke'de Müslüman olduktan sonra Medîne'ye hicret
etti. Orada Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah ile evlendi.
Abdullah onunla evlenince ona kendisinden
sonra başka hiç kimse ile evlenmeyeceğine dair şart koştu. Güzelliği ve çekiciliğiyle kocasını etkileyerek onun savaş ve benzeri
sorumluluklarını gereği gibi yerine getirememesine sebep olması üzerine Hz. Ebû
Bekir, Âtike'yi boşaması için oğluna baskı yaptı. Buna son derece üzülen
Abdullah karısını boşadı. Fakat bu ayrılıktan duyduğu acıyı satırlara döktü.
Mısralara döktüğü şiirleri okuduğu bir gece oğlunun
ıstırabını duyan Hz. Ebû Bekir onun yeniden Âtike'ye dönmesine izin verdi.
Abdullah, Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile katıldığı Tâif
muhasarası esnasında aldığı bir ok yarasından Medîne'de vefat edince
Abdullah’ın ölümüne çok üzülen Âtike ölünceye kadar kocasına ağlayacağını ifade
eden bir mersiye söyledi.
Evlenince kocası Abdullah’ın kendisinden sonra
başka birisi ile evlenmemesi üzere koştuğu şart gereği evlenmemeye karar veren
‘Âtike kendisine evlenme teklifinde bulunan çok kişiye hayır cevabını verdi.
Kocası Abdullah vefat edince onun üzerine şu mersiyeyi okudu:
“Üzüntüden üzerine sürekli ağlayacağıma söz
verdim. Ve yine söz verdim yanaklarımı topraktan kaldırmayacağıma.”
Ancak daha sonra Hz. Ömer’in ısrarlı bir
şekilde kendisi ile evlenmek için defalarca aracı göndermesi üzerine bir yıl
sonra (12/633) Ömer b. Hattâb'la evlendi. Hz. Ömer’in evlenme teklifini
kabul etmeden önce kendisinden namazını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmasına
engel olmayacağına ve kendisini dövmeyeceğine dair söz aldı.
Nitekim Hz. Ömer Ebû Lü'lü' tarafından
mihrapta şehit edildiği sırada Âtike mescitte bulunuyordu. Hz. Ömer onunla evlenince aralarında Hz.
Ali’nin de bulunduğu bir gurubu düğün yemeğine davet etti.
Hz. Ali: Ey Mü’minlerin emiri ‘Âtike ile konuşmama
izin verir misin? Dedi. Hz. Ömer den izin alan Hz. Ali, Atike’nin yanına
giderek kendisine şunları söyledi: “Ey nefsinin düşmanı! hani sen Abdullah b.
Ebû Bekir vefat edince onun üzerini şunları söylemiştin:
“Üzüntüden üzerine sürekli ağlayacağıma söz
verdim.
Ve yine söz verdim yanaklarımı topraktan
kaldırmayacağıma.”
Hz. Ali den bu sözleri duyan ‘Atike ağladı.
Bunu gören Hz. Ömer, Hz. Ali’ye: Ey Ali neden bunu yaptın? Onun yaptığını bütün
kadınlar yapıyor demesi üzerine Hz. Ali :
“Ey Mü’minler’in Emiri, yüce Allah şöyle
buyurmuyor mu? “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük azap gerektiren bir
iştir.” dedi.
Hz. Ömer'den önce onun büyük kardeşi Zeyd b.
Hattâb'la evlendiği, Zeyd'in Yemâme'de şehid olması üzerine Hz. Ömer'in onu
nikâhladığı da rivayet edilmiştir. Hz. Ömer'in şehit edilmesinden sonra Âtike
üçüncü (veya dördüncü) evliliğini Zübeyr b. Avvam ile yaptı. Hz. Zübeyr ile de
evlenirken Hz. Ömer için şart koştuğu şartları onun içinde şart koştu. Hz.
Zübeyr'in şehit edilmesi üzerine onun için de bir mersiye söyledi.
Hz. Zübeyr'in şehit edilmesinden sonra Ali b.
Ebû Tâlib'in onunla evlenmek istediği ama o kendisi ile evlenenlerin hepsinin
şehit olması üzerine
“ Ey Peygamber’in amcasının oğlu! Ben senin de
şehit olmandan korkarım; oysa ki Mü’minlerin sana ihtiyacı var” diyerek bu teklifi geri çevirir.
Medîne halkı arasında yaygın hale gelen ve Hz. Ali tarafından söylendiği
rivayet edilen. "Kim şehit olmak isterse Âtike ile evlensin"
sözünü hatırlatarak Âtike'nin bu evliliğe razı olmadığı söylenir. Yine bazı
kaynaklarda Âtike’nin son olarak Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin'le evlendiği ve hatta
Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in şehit edildiğini gördüğü, onun yüzünü topraktan
kaldırarak bu feci cinayeti işleyenleri lanetlediği ve Hüseyin'e bir mersiye
ile ağladığı da rivayet edilmektedir.
Hz. Hüseyin’in vefatından sonra dul kalan
‘Âtike’ye Mervân haber göndererek kendisi ile evlenmek istediğini bildirir ama
‘Atike bu teklifi geri çevirir. Vefat eden her kocası için mersiyeler söyleyen
ve şiirleri örnek (şâhid) olarak gösterilebilecek kadar iyi bir şair olan
Âtike'nin Hz. Peygamber hakkında da bir mersiyesi vardır. Hicri kırklı yıllarda
vefat ettiği rivayet edilmiştir.
Cabir bin Abdullah’tan gelen bir rivayette Hz. Peygamber salla’llâhü aleyhi
ve sellem, kendisine (yani Hz. Peygamber’e) karşı çıkan kişiyi öldürmek isteyen
Hz. Ömer’e cevaben “bu adamın arkadaşları veya arkadaşçıkları vardır”
derken “arkadaşları” yerine “ashâbin” kelimesini, arkadaşçıkları yerine ise
“usayhâbin” kelimesini kullanmıştır. Rivayetin tamamı şu şekildedir:
“Rasûlüllah, Mekke civarındaCi’rane denilen mevkide külçe altın, gümüş ve
ganimet mallarını taksim ediyordu. Mal Bilal’in eteği içinde idi.Bu esnada bir
kişi küstahça bir eda ile: ‘Ya Muhammed adalet et! Çünkü hakikaten şu taksim
işinde sen adalet etmedin,’ dedi. Bu söz üzerine Rasûlüllah O’na: ‘Sana azap
olsun! Ben adalet etmeyince benden sonra kim adalet edecektir’? Diye cevap
verdi. Bundan sonra Hz. Ömer: ‘Ya Rasûlüllah! Bu münafığın boynunu vurmam için
beni serbest bırak,’ dedi. Rasûlüllah, Hz. Ömer’e cevaben :
‘Şüphesiz bu adamın arkadaşları (ashâbin) veya arkadaşçıkları(usayhâbin)
vardır. Bunlar Kur’an-ı Kerim okuyacaklar, fakat Kur’an-ı Kerim onların boyun
çemberlerini(gırtlaklarını)geçmeyecektir. Ok süratle avı delerek öteye çıktığı
gibi bunlar da dinden hızla çıkıvereceklerdir’ buyurdu”
(İbn Mâce, 1992: I, 61).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar