GERÇEĞİN ÇÖLÜNE HOŞGELDİNİZ – Slavoj Zizek
Amerikalıların nihai paranoyak fantazisi, tam bir
tüketici cenneti olan küçük, masalsı bir Kaliforniya şehrinde yaşayan bir
bireyin, birdenbire, içinde yaşadığı dünyanın, onu gerçek bir dünyada yaşadığına
inandırmak üzere sahnelenmiş bir düzmece, bir gösteri, etrafındaki bütün
insanların da aslında devasa bir şovun parçaları olan aktörler ve figüranlar
olduğundan şüphelenmeye başlamasıdır.
Bunun en son örneği, Jim Carrey’nin, günde 24 saat
yayınlanan bir TV şovunun kahramanı olduğunu keşfeden küçük kasaba kâtibi
rolünü oynadığı, Peter Weir’ın The Truman Show (1998) filmidir:
Doğup büyüdüğü kasaba dev bir stüdyo üzerinde
kurulmuştur, kameralar devamlı onu takip etmektedir. Bu filmin ataları arasında
Philip Dick’in Time Out of Joint (1959) romanından bahsetmekte fayda var; bu
romanda, 50′li yıların sonlarında küçük, masalsı bir Kaliforniya kasabasında
mütevazı bir hayat süren kahraman, yavaş yavaş, bütün kasabanın onu tatmin
etmek amacıyla sahnelenen bir düzmece olduğunu keşfeder … Time Out of
Joint’la The Truman Show’un temelinde yatan deneyim, geç kapitalist
Kaliforniya tüketici cennetinin, tam da hiper-gerçekliği içinde, bir anlamda
gerçekdışı, tözsüz, maddi ataletten yoksun olduğu deneyimidir. Demek ki mesele
sadece, Hollywood’un ağırlıktan ve maddi ataletten yoksun bir gerçek hayat
sureti sahnelemesi meselesi değil geç kapitalist tüketim toplumunda, “gerçek
toplumsal hayat”ın kendisi, bir şekilde, sahnelenmiş bir düzmecenin
özelliklerini ediniyor, komşularımız “gerçek hayat’ta sahneye çıkmış aktörler
ve figüranlar gibi davranıyorlar … Aynı şekilde kapitalist, faydacı,
tinsellikten arındırılmış evrenin nihai hakikati, “gerçek hayat”ın kendisinin
maddilikten-arınması, bir hayaletler şovuna dönüşmesidir. Başka birçok yazar
gibi Christopher Isherwood da, Amerikan gündelik hayatının, motel odasıyla
örneklenen gerçek-dışılığını ifade etmişti:
“Amerikan motelleri gerçekdışıdır! / .. ./ Kasten
gerçekdışı olacak şekilde tasarlanmışlardır. /… / Avrupalılar bizden nefret
ediyorlar, çünkü bizler, tıpkı tefekküre dalmak için mağaralara giren münzeviler
gibi, reklamlarımız içinde yaşamaya çekilmiş durumdayız.” Peter Sloterdijk’ın
“küre” kavramı burada düz anlamıyla gerçekleşmiştir: Bütün şehri kuşatan ve
tecrit eden dev metal küre. Yıllar önce, Zardoz’dan Logan’ın Kaçışı’na bir dizi
bilimkurgu filmi, bu fantaziyi cemaati de kapsayacak şekilde genişleterek
günümüzün postmodern müşkül vaziyetini önceden haber vermişlerdi: Dışa kapalı
bir alanda mikropsuz bir hayat yaşayan tecrit edilmiş grup, gerçek dünyanın
maddi çürüme deneyimini özler.
Wachowski biraderlerin hit filmi Matrix (1999) bu
mantığı son noktasına vardırmıştır: Hepimizin etrafımızda görüp yaşadığımız
maddi gerçeklik, hepimizin bağlı olduğu devasa bir mega-bilgisayar tarafından
yaratılan ve eşgüdümlenen sanal bir gerçekliktir; (Keanu Reeves’in oynadığı)
kahraman “gerçek gerçeklik”te uyandığı zaman, yanıp yıkılmış harabelerle dolu
ıssız bir manzara görür – küresel savaştan sonra Şikago’dan geriye bunlar
kalmıştır. Direniş lideri Morpheus onu şu ironik ifadeyle selamlar: “Gerçeğin
çölüne hoşgeldin.” II Eylül’de New York’ta benzer şeyler olmadı mı? New York
sakinleri o gün “gerçeğin çölü”yle tanıştı – ortaya çıkan manzaranın ve çöken
kulelerden yakaladığımız karelerin, Hollywood’un yozlaştırdığı bizlere, büyük
felaket prodüksiyonlarındaki en nefes kesici sahneleri hatırlatmaması
imkansızdı.
Bombalamaların bütünüyle beklenmedik bir şok olduğu,
akla hayale gelmeyecek imkansız’ın gerçekleştiği söyleniyor; o zaman 20.
yüzyılın başlarındaki öteki belirleyici felaketi, Titanik felaketini hatırlamalıyız:
O da bir şoktu, ama Titanik 19. yüzyılın sanayi uygarlığının kudretini
simgeleştirdiği için, ideolojik fantazilerde böyle bir felakete çoktan yer
ayrılmıştı. Aynı şey bu bombalamalar için de geçerli değil mi? Medyanın bizi
terörist tehdit laflarıyla sürekli bombardımana uğratmasının da ötesinde, bu
tehdide bariz bir libidinal yatırımda da bulunuluyordu – New York’tan Kaçış’tan
Bağımsızlık Günü’ne uzanan filmler dizisini hatırlayın. Saldırılarla Hollywood
felaket filmleri arasında sık sık kurulan bağlantının gerekçesi de burada
yatıyor: Gerçekleşen İmkansız fantazi nesnesiydi, yani Amerika bir bakıma fantazisini
kurduğu şeyi elde etmiş oldu ki en büyük sürpriz de buydu.
Tam da şu anda, bir felaketin çiğ Gerçeğiyle karşı
karşıya olduğumuz zamanda, onun algılanmasını belirleyen ideolojik ve fantazmatik
koordinatları akılda tutmamız gerekiyor. Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin
çöküşünde herhangi bir simgecilik varsa, bu, eski moda “mali kapitalizmin
merkezi” anlayışında değil, DTM kulelerinin sanal kapitalizmin, maddi üretim
alanından kopmuş mali spekülasyonların merkezine karşılık geldikleri
anlayışında aranmalıdır. Bombaların yarattığı paramparça edici etki, ancak
bugün dijitalleşmiş Birinci Dünya’yı Üçüncü Dünya’daki “Gerçeğin çölü”nden
ayıran sınır çizgisi göz önünde bulundurularak açıklanabilir. Uğursuz bir
failin bizi sürekli imha etmekle tehdit ettiği düşüncesini doğuran şey,
yalıtılmış, yapay bir evrende yaşadığımızın farkında olmamızdır.
Sonuç itibariyle, bombalamaların ardındaki beyin
olduğundan şüphelenilen Usame Bin Ladin, James Bond filmlerinin çoğundaki baş
suçlu olan, küresel yıkım eylemleri tezgahlayan Ernst Stavro Blofeld’in gerçek
hayattaki muadili değil midir? Bu noktada şunu hatırlamak gerekir ki Hollywood
filmlerinde bütün yoğunluğu içinde üretim sürecini bir tek, James Bond’un baş
suçlunun gizli bölgesine sızıp burada yoğun emek harcanan (uyuşturucuların
arıtılıp paketlenmesi, New York’u havaya uçuracak bir roketin inşası)
fabrikanın yerini tesbit ettiği zaman görürüz. Baş suçlunun Bond’u ele
geçirdikten sonra, onu çoğunlukla yasadışı fabrikasında bir tura çıkarması,
Hollywood’un bir fabrikadaki üretimin toplumcu-gerçekçi, gururlu sunumuna en
yaklaştığı zaman değil midir? Bond’un müdahalesinin işlevi de, tabii ki, üretim
mekanını havaya uçurarak “işçi sınıfının ortadan kaybolduğu” bir dünyada
sürdürdüğümüz gündelik hayat suretine dönmemizi sağlamaktır. DTM kulelerinin
patlamasıyla, tehditkar Dışarı’ya yönelik bu şiddet bize geri dönmüş olmuyor
mu?
Amerikalıların içinde yaşadıkları güvenli Küre, aynı
zamanda hem kendilerini gözlerini kırpmadan feda eden hem de korkak olan, hem
son derece zeki hem de ilkel barbarlar olan terörist saldırganların
oluşturduğu bir Dışarı’nın tehdidi altındaymış gibi deneyimlenmekte. Ne zaman
böyle katıksız kötü bir Dışarı’yla karşı karşıya gelsek, Hegel’in verdiği dersi
onaylama cesaretini bulmamız gerekir: Bu katıksız Dışarı’da, kendi özümüzün
imbikten geçirilmiş versiyonunu görmemiz gerekir. Son beş yüzyıldır, “medeni”
Batı’nın (görece) refahı ve huzuru, acımasız şiddet ve yıkımın “barbar”
Dışarı’ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştır: Amerika’nın fethinden Kongo’daki
katliama kadar uzanan uzun hikaye. Kulağa her ne kadar acımasız ve umursamaz
gelse de, bu saldırıların gerçek etkisinin gerçek olmaktan çok daha büyük
ölçüde simgesel olduğunu, her zamankinden fazla, aklımızda tutmamız gerekir:
Afrika’da, her Allahın günü, DTM’nin çökmesinin bütün kurbanlarından daha fazla
sayıda insan AİDS’ten ölüyor ve görece ufak mali önlemlerle bu insanların ölümü
kolayca önlenebilir. ABD, Saraybosna’dan Grozni’ye, Ruanda’dan Kongo ve Sierra
Leone’ye dünyanın dört bir yanında her gün olup bitenlerin çok küçük bir
bölümünü yaşadı sadece. New York’taki duruma tecavüzcü çeteleri ve sokaklarda
yürüyen insanlara körlemesine ateş açan bir düzine kadar nişancıyı eklersek,
on yıl önce Saraybosna’nın nasıl bir durumda olduğuna ilişkin bir fikir
edinebiliriz.
İki DTM kulesinin çöküşünü TV ekranından
seyrettiğimizde, “reality TV şovları”nın sahteliğini görmek mümkün oldu: Bu
şovlar “gerçek” olsa bile, insanlar bunlarda yine de rol yaparlar – kendilerini
oynarlar. Romanların klasik tekzibi (“bu metindeki kişiler kurmacadır, gerçek
kişilerle her türlü benzerlik tesadüften ibarettir”), “reality şov”
programlarına katılanlar için de geçerlidir: Gerçek hayat içinde kendilerini
oynasalar da, orada kurmaca kişiler görürüz. “Gerçeğe dönüşe” farklı yorumlar
da getirilebilir elbette: Bazı muhafazakarların, bizi böyle yaralanabilir hale
getiren şeyin tam da açıklığımız olduğu iddialarını duymaya başladık bile –
arka planda bundan çıkarılması gereken kaçınılmaz sonuç, “hayat tarzımızı” korumak
istiyorsak, özgürlüğün düşmanları tarafından “suistimal edilen”
özgürlüklerimizin bazılarını feda etmemiz gerektiğidir tabii ki. Bu mantık
bütünüyle reddedilmelidir: Birinci Dünyalı “açık” ülkelerimizin bütün insanlık
tarihinde en çok kontrol edilen toplumlar olduğu bir. vakıa değil midir?
İngiltere’de, otobüslerden alışveriş merkezlerine bütün kamu alanları sürekli
kamerayla izleniyor; bütün dijital iletişim biçimlerinin neredeyse bütünüyle
kontrol edildiğinden hiç bahsetmeyelim.
Yine George Will gibi sağcı yorumcular hemen,
Amerika’nın “tarihten aldığı mola”nın sonunun geldiğini -gerçekliğin
darbesinin liberal hoşgörülü tutumun yalıtılmış kulesini ve Kültürel
Araştırmalar okulunun metinsellik üzerindeki odağını paramparça ettiğini- ilan
ettiler. Şimdi, bir darbe de biz indirmek, gerçek dünyadaki gerçek düşmanlarla
cebelleşmek zorundayız, onlara göre… İyi de, darbeyi kime indireceğiz? Verilen
cevap ne olursa olsun, hiçbir zaman doğru hedefi vuramayacak, bizi tam olarak
tatmin edemeyecektir. Amerika’nın Afganistan’a saldırmasının gülünçlüğü apaçık
ortada: Dünyadaki en büyük güç, köylülerin çorak tepelerde zar zor yaşamaya
çalıştıkları, dünyanın en yoksul ülkelerinden birini imha ederse, bu
iktidarsızlıktan kaynaklanan eylemin en uç örneği olmayacak mıdır? Aslında
Afganistan ideal bir hedeftir: Zaten harabeye dönmüş, hiçbir altyapısı
olmayan, son yirmi yıldır savaşlar yüzünden tekrar tekrar yıkılmış bir ülke …
Afganistan tercihinin ekonomik kaygılar tarafından da belirleneceği sonucuna
varmak da kaçınılmaz: Tutulacak
en iyi yol, insanın öfkesini, kimsenin umursamadığı ve yıkılacak hiçbir şeyi
olmayan bir ülkeden çıkarması değil midir? Ne yazık ki büyük olasılıkla
Afganistan’ın seçilecek olması, kaybettiği anahtarını sokak lambasının altında
arayan deli fıkrasını hatırlatıyor insana; adama anahtarını arkadaki karanlık
köşede kaybettiği halde niye orada aradığı sorulunca “ama ışıkta aramak daha
kolay oluyor” demiş hani. Kabil’in şu anda zaten Manhattan’ın merkezi gibi
görünüyor olması son derece ironik değil mi?
Şu anda harekete geçip misillemede bulunma itkisine
yenik düşmek demek, tam da, 11 Eylül’de olup bitenlerin gerçek boyutlarıyla
hesaplaşmaktan kaçmak demektir – gerçek amacı, bizi gerçekte hiçbir şeyin
değişmediğine inandırarak uyutmak olan bir eyleme girişmek demektir. Uzun
vadeli gerçek tehditler, DTM binalarının çöküşünün yanlarında soluk kalacağı
başka kitlesel terör eylemleridir onun kadar seyirlik olmayan, ama çok daha
korkunç eylemler. Bakteriyolojik savaşa, ölümcül gazların kullanımına ne
dersiniz, peki ya DNA terörizmi (sadece belli bir genoma sahip olan insanları
etkileyecek zehirler geliştirme olasılığı)? Çabucak öfke boşaltıcı eylemlere
girişmek yerine, şu zor sorularla hesaplaşmak gerekir: 21. yüzyılda “savaş” ne
anlama gelecek? “Onlar”, eğer devletler ya da suç çeteleri olmayacaksa, kimler
olacak?
Burada karşılaşıldığı söylenen “medeniyetler
çatışması” anlayışı kısmi bir hakikat içerir – ortalama Amerikalının
şaşkınlığına bakın: “Nasıl oluyor da bu insanlar kendi hayatlarını bu kadar
hiçe sayan bir tutum takınabiliyorlar?” Bu şaşkınlığın öbür yüzünde üzücü bir
gerçek, yani Birinci Dünya ülkelerinde yaşayan bizlere, insanın uğruna kendi
hayatını feda edebileceği kamusal ya da evrensel bir Dava hayal etmenin bile
gittikçe daha zor gelmesi yok mudur? Bombalamalardan sonra, Taliban dışişleri
bakanı bile Amerikalı çocukların “acısını hissedebildiği”ni söylerken, Bill
Clinton’ın alameti farikası olan bu tabirin hegemonik bir ideolojik rol
oynadığını onaylamış olmuyor mu? Sanki Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya
arasındaki yarılma, gittikçe daha çok, maddi ve kültürel zenginlikle dolu
uzun, tatminkar bir hayat sürme ile kişinin kendi hayatını aşkın bir Dava’ya
adaması arasındaki karşıtlık üzerinden gelişiyor gibi görünüyor.
Gelgelelim, bu “medeniyetler çatışması” anlayışı bütünüyle reddedilmelidir:
Bugün tanık olduğumuz şey, her medeniyetin kendi içindeki çatışmalardır.
Üstelik İslam’la Hıristiyanlığın tarihine kıyaslamalı olarak şöyle bir
baktığımızda, İslam’ın (anakronik bir terimle söylersek) “insan hakları
sicili”nin Hıristiyanlığınkinden çok daha temiz olduğunu görürüz: Geçtiğimiz
yüzyıllarda, İslam diğer dinlere karşı Hıristiyanlıktan çok daha hoşgörülü bir
tutum takınmıştır. Ortaçağ’da, biz Batı Avrupalıların antik Yunan mirasına
Araplar sayesinde tekrar ulaşabildiğimizi hatırlamanın da zamanıdır artık. Bu
gerçekler, günümüzün korkunç eylemlerini hiçbir suretle haklı çıkarmasa da,
İslam’ın “kendisi”ne kayıtlı bir özellikle değil, modem sosyo-politik
koşulların sonucuyla karşı karşıya olduğumuzu açıkça kanıtlıyorlar.
Öteki’ne atfedilen bütün özellikler ABD ‘nin tam
ortasında çoktan mevcuttur: Canice fanatizm mi? Bugün ABD’de, (kendi)
Hıristiyanlık(anlayış)larıyla meşrulaştırdıkları kendilerine özgü bir terör uygulayan
iki milyondan fazla Sağcı popülist “fundamentalist” vardır. Amerika bir şekilde
onları “barındırdığı”na göre, Oklahoma bombalamasından sonra ABD Ordusu’nun
onları da cezalandırması mı gerekiyordu?
Jerry Falwell ve Pat Robertson’ın
bombalamalara verdikleri tepkiye; suçu hazcı materyalizme, liberalizme ve gemi
azıya almış cinselliğe yıkıp bunu Tanrı’nın, Amerikalıların günahkâr hayat
tarzlarını sürdürmeleri yüzünden ABD üzerindeki korumasını kaldırmış olması
olarak algılamalarına ve Amerika’nın layığını bulduğunu söylemelerine ne
demeli?
Güvenli bir sığınak olarak Amerika
mı?
Bir New Yorklu’nun, bombalamalardan sonra, artık
şehrin sokaklarında emniyetle yürünemeyeceğini söylemesinin ironik yanı şudur
ki, bombalardan çok daha önce, New York sokakları saldırıya uğrama ya da en
azından soyulma tehlikesiyle meşhurdu – bombalamalar farklı bir şey yaptıysa o
da yeni bir dayanışma hissinin gelişmesine genç Afro-Amerikalıların, caddeyi
geçmesi için yaşlı bir Yahudi kadına yardım etmeleri gibi, daha birkaç gün önce
hayal bile edilemeyecek sahnelere yol açmış olmalarıdır.
Şimdi, bombalamaların hemen ardından gelen şu
günlerde, sanki travmatik bir olay ile yarattığı simgesel etki arasındaki o
eşsiz zaman diliminde -hani bir yerimiz çok derin kesilir de acısı dank etmeden
önce kısa bir an geçer ya, ona benzer bir anda- ikamet ediyoruz; olayların
nasıl simgeselleştirileceği, simgesel etkilerinin ne olacağı, hangi eylemleri
haklı çıkarmak için bunlara başvurulacağı belli değil. Burada, gerilimin son
haddine vardığı bu anlarda bile, bu bağ otomatik değil, olumsal. Şimdiden ilk
uğursuz işaretler ortaya çıktı bile; örneğin kamusal söylemin içinde eski Soğuk
Savaş terimi “özgür dünyalının birdenbire yeniden dirilmesi gibi: Şimdi “özgür
dünya” ile karanlık ve terör güçleri arasında bir mücadele varmış. Burada
sorulması gereken soru şudur elbette:
Özgür-olmayan dünyaya ait olanlar kim peki?
Mesela, Çin ya da Mısır bu özgür dünyanın birer
parçası mı? Asıl mesaj, tabii ki, Batılı liberal-demokratik ülkeler ile tüm diğerleri
arasındaki eski ayrımın bir kez daha gündeme getirildiğidir.
Bombalamanın ertesi günü, Lenin hakkındaki uzunca bir
yazımı basmak üzere olan bir dergiden, yazının yayımını ertelemeye karar
verdiklerini söyleyen bir mesaj aldım – bombalamanın hemen ardından Lenin
hakkında bir yazı yayımlamanın uygunsuz kaçacağını düşünmüşler. Bu, ardından
uğursuz ideolojik gelişmelerin, 70′Ierin Almanyası’ndakinden daha güçlü ve
daha yaygın yeni bir Berufsverbot’un (radikalleri istihdam etme yasağının)
yaşanacağını mı gösteriyor? Bugünlerde, şimdi bir demokrasi mücadelesi
verildiği cümlesi sık sık duyuluyor – doğru, ama bu cümleyle genelde
kastedilen şeyler kastedilmiyor. Daha şimdiden kimi Solcu arkadaşlarım böyle
zor anlarda başımızı eğip kendi gündemimizi dayatmamanın daha iyi olacağını
yazdılar bana. Kriz karşısında başını kuma gömmeye yönelik bu eğilime karşı,
Solun şimdi daha iyi bir analiz sunması gerektiğinde ısrar edilmelidir – aksi
takdirde, Sol, gayet sıradan insanların yaptıkları gerçek kahramanlıklar
(sözgelimi, rasyonel bir ahlaki eylem modeli sunarak, uçak kaçıranları etkisiz
hale getiren ve uçağın erken düşmesini sağlayan yolcuların yaptığı gibi: İnsan
kısa bir süre içinde ölecekse, cesaretini toplayıp başka insanların ölmelerini
engelleyecek şekilde ölmelidir. .. ) göz önünde bulundurulduğunda, siyasi ve
ahlaki yenilgisini peşinen ikrar etmiş olur.
Ya her yerde işitilen “11 Eylül’den sonra hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak” lafına ne demeli? Bu cümlenin arkasının hiçbir zaman getirilmemesi
manidardır – aslında ne söylemek istediğimizi bilmediğimizde “derin” bir
şeyler söylermiş gibi yapmayı sağlayan içi boş bir jestten ibarettir. O zaman
buna vereceğimiz ilk tepki “Sahi mi?” demek olmalıdır. Oysa gerçekten değişen
tek şey, Amerika’nın ne tür bir dünyanın parçası olduğunu anlamak zorunda
kalması değil mi? Öte yandan, algıdaki bu tür değişiklikler her zaman belli
sonuçlar yaratır, çünkü içinde bulunduğumuz durumu algılama biçimimiz, onun
içinde harekete geçme biçimimizi belirler. Siyasi bir rejimin dağılması
süreçlerini, örneğin 1990′da Doğu Avrupa’daki Komünist rejimlerin yıkılışını
hatırlayalım: Belli bir anda, insanlar birdenbire oyunun bittiğinin,
Komünist’lerin kaybettiğinin farkına vardılar. Kopuş tamamen simgeseldi;
“gerçeklikte” hiçbir şey değişmemişti – yine de, o andan itibaren, rejimin
nihai olarak çökmesi birkaç günlük bir mesele haline gelmişti … Ya 11 Eylül’de
aynı tür bir şey olduysa?
Bu olayın ekonomide, ideolojide, siyasette, savaşta
nasıl sonuçlar yaratacağını henüz bilmiyoruz, ama bir şey kesin: Şu ana kadar
kendisini bu tür şiddete karşı şerbetli, bu tür şeyleri sadece TV ekranının
güvenli mesafesinden seyreden bir ada olarak algılamış olan ABD, artık doğrudan
işin içindedir. O zaman alternatifler şöyledir: Amerikalılar “küre”lerini daha
da fazla tahkim etmeye mi karar verecekler, yoksa ondan çıkmayı göze almaya
mı? Amerika’ya “Bu neden bizim başımıza geldi? Burada böyle şeyler olmaz!”
şeklindeki o son derece ahlaksızca tutumda ısrar edecek, hatta bu tutumu güçlendirerek
tehditkar Dışarı’ya karşı daha çok saldırganlık göstermeye, kısacası
paranoyaklığı eyleme dökmeye yönelecek; ya da en nihayet onu Dış Dünya’dan
ayıran fantazmatik Perde’nin ardından çıkmayı göze alacak, Gerçek dünyaya
geldiğini kabul edecek ve “Burada böyle şeyler olmamalı!,’dan “Böyle şeyler
hiçbir yerde olmamalı!” tavrına o çok gecikmiş geçişi yapacaktır.
Bombalamalardan çıkarılması gereken asıl ders budur: Bu olayların burada bir
daha olmamasını sağlama almanın tek yolu, bunların başka herhangi bir yerde
olmasını önlemektir. Kısacası, Amerika bu dünyanın bir parçası olarak kendi
yaralanabilirliğini tevazuyla kabullenmeyi öğrenmeli, sorumluları cezalandırma
işini cana can katan bir misilleme olarak değil, üzücü bir görev olarak
yapmalıdır.
Amerika’nın “tarihten aldığı mola”, sahte bir molaydı:
Amerika’nın huzuru, felaketlerin başka yerlerde devam etmesi sayesinde satın
alınmıştı. Bugünlerde, hakim bakış açısı, Dışarı’dan gelip vuran o ağza
alınmaz Kötülük’ün karşısındaki masum bakışınkidir – bu bakış karşısında, yine
cesaretimizi toplayıp ona Hegel’in şu ünlü düsturunu uygulamamız gerekir:
Kötülük, her yanında Kötülük gören masum bakışın kendisindedir (de).
Başkan Bush seçim kampanyası sırasında, hayatındaki en
önemli kişinin İsa olduğunu söylemişti. Şimdi bunu cidden söylediğini
kanıtlamak için eline eşsiz bir şans geçti: Tüm Amerikalılar için olduğu gibi,
onun için de, “Komşunu sev”, “Müslümanları sev!” anlamına gelmelidir! Yoksa
hiçbir anlamı yoktur.
Kaynak:
Kırılgan Temas- trc:Bülent Somay,Tuncay Birkan Metis yayınları / Üçüncü Basım / Mayıs 2011, sh:293-301
Kırılgan Temas- trc:Bülent Somay,Tuncay Birkan Metis yayınları / Üçüncü Basım / Mayıs 2011, sh:293-301
Bugün tehdit altında olan, sadece Tarihin
sürekliliği değil şahit olduğumuz, bizzat Tabiatın sonu gibi bir şey. Yakın
zamanlarda Pakistan’da vuku bulan su baskınlarının ya da Rusya’daki yangınların
etkisi Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısından çok daha feci. Yoğun
nüfuslu dev bir toprak parçasının sular altında kaybolması ve böylelikle
milyonların yaşam alanlarının temel koordinatlarını yitirmesi, bunu bizzat
yaşamamış kişi için hayali güç bir olay: Toprak, sadece üstündeki tarlalarla
değil ama oralarda yaşayanların rüyalarının malzemesini teşkil eden kültürel
anıtlarla birlikte ortadan kalkmıştır ve böylelikle insanlar, suyun orta
yerinde kalmış olmakla birlikte, sudan çıkmış balık gibidirler. Aynı şekilde,
sokağa çıkıp solumanın artık tehlike arz ettiği Moskova gibi bir megapolde
kişinin neler hissettiğini hayal etmek de çok güçtür binlerce kuşağın
hayatlarının en aşikar temeli olarak gördüğü çevreler çatırdamaya başlamış
gibidir. Tabii yüzyıllardır benzer afetlerin varlığını biliyoruz, hatta
bunların bir kısmı tarihöncesidir. Ancak bugün yeni olan bir şey var: Artık
biz, “büyüsünü yitirmiş” din-sonrası bir çağda yaşadığımız için bu türden
afetleri, büyük doğal döngünün bir parçası ya da tanrısal gazabın bir ifadesi olarak
anlamlandıramıyoruz bunlar artık, çok daha dolaysız bir biçimde, açık bir
nedeni olmayan yıkıcı bir öfkenin anlamsız müdahaleleri olarak yaşantılanıyor.
Fukusima nükleer santralının civarında yaşayan Japonların yaşantıladığı çıkmazı
tahayyül edelim yıkım ve radyasyon, artık basit tabii felaketler olarak değil,
Tabiatın sonu, tabii döngülerdeki derin bir bozukluk olarak yaşantılanmaktadır.
Bu durumla kıyaslamak üzere, William James’in depreme verdiği tepkiyi nasıl
anlattığına bakalım:
“Neşe ve hayranlıktan
başka bir şey hissetmedim. Neşe, ‘deprem’ gibi soyut bir fikrin somutlanıp
duyumsanır gerçekliğe tercüme edildiği zaman kazandığı canlılıktan ötürü /.../
ve hayranlık hissi de böylesi bir sallantıya rağmen, şu çelimsiz küçük ahşap
evin kendini birarada tutmasından, dağılmamasından ötürü. Yüreğimde bir dirhem
olsun korku yoktu; deprem tam bir zevkti, hoş gelmiş sefalar getirmişti.”
Yakın zamanlarda hayat alanlarını ta
temellerinden sarsan depremi Japonlar’ın hissediş şeklinden ne kadar uzağız, bu
alıntıda. Zaten, biyogenetikteki büyük buluşlardan çıkan ders de Tabiatın
sonunun geldiği değil miydi? Gelişmelerini düzenleyen genetik mekanizmalara
ulaşabilir hale geldiğimizde doğal organizmalar, teknolojik manipülasyonlara
boyun eğen nesnelere dönüşecek. Sigmund Freud “medeniyetin
memnuniyetsizliğinden söz etmişti insan denilen hayvan, medeni hayatın talep
ettiği kısıtlar altında asla huzur bulamıyor, insanların içindeki bir şey daima
medeniyete başkaldırıyor,
diyordu. Çağda bilim ve teknolojinin getirdikleriyle birlikte memnuniyetsizlik,
kültürden bizzat tabiata yöneliyor: Nüfuz edilemeyen yoğunluğunu kaybettikçe
insani formunda olsun ya olmasın tabiat gayri tabiileşiyor. Bu haliyle bize,
herhangi bir anda patlayıp felaketli istikametlere doğru saçılabilecek kırılgan
bir mekanizma gibi görünüyor.
Günümüzde bilim ve teknoloji, hedefini
doğal süreçleri anlamak ve yeniden üretmekle sınırlamıyor; bizi şaşırtacak yeni
hayat biçimleri yaratmayı da hedefliyor. Amaç artık, (olduğu şekliyle) tabiata
efendilik yapmaktan ibaret değil; amaç, alışageldik tabiattan buna kendimiz de
dahil daha büyük, daha güçlü, yeni bir şey yaratmak doğal olamayan metotlarla
üretilmiş tüm ucubeler, deforme inek ve ağaçlar, ya da, daha olumlu bir rüyadan
örnek verelim, genetik manipülasyona uğratılmış organizmalar, hep işimize gelen
bir istikamette “geliştirilmiştir. Acaba, nanoteknolojik deneylerin hangi
öngörülmemiş sonuçlara gebe olduğunu tahayyül edebilecek miyiz: Kontrol dışı,
kanser benzeri biçimlerde kendini yenide nüreten yeni yaşam biçimlerini?
Radikal ekolojinin perspektifinden
bakıldığında, işbu “tabiatın sonu” hali, Darvinizm’in temel dersi akılda
tutularak tüm risk ve açılımları ile kabul edilmelidir: Tabiatın nihai
öngörülmezliği. Biosfer üzerinde tam bir denetim sağlamayı beceremiyoruz; buna
karşılık, maalesef, tabiatı çığrından çıkartabilir, dengesini bozup
çıldırmasına ve arada bizi de süpürüp atmasına yol açabiliriz. Örnek,
yakınlarda Batı Sibirya’da keşfedilen dev donmuş turbalık (Fransa’yla
Almanya’nın toplamı büyüklüğünde): Bu turbalık çözült meye başladı; bu hal,
ihtimaldir ki, karbon dioksitten yirmi kez daha reaktif bir sera gazı olan
metandan milyarlarca tonu atmosfere salıverecek./ Bu hipotez üzerine
düşünürken, bir yandan da Mayıs 2007 tarihli bir raporu13 da okumak gerek.
Radyasyonla Beslenen Mantarlar
Albert Einstein College of Medicin’deki
araştırmacılar, bu makalede, bir kısım mantarın radyoaktiviteyi besin üretmek
ve büyümelerini hızlandırmak amacıyla kullanma kapasitesine sahip olduğuna dair
bulgular aktarıyor. Araştırmacıların ilgisini çeken şey, beş yıl önce, o sırada
hâlâ yüksek radyoaktivite saçan Çernobil’deki reaktöre gönderilen bir robotun,
yıkılan reaktörün duvarından aldığı siyah, melanin açısından zengin mantar
örnekleriyle dönmesiydi. Araştırmacılar bundan sonra pek çeşitli mantarlar
kullanarak bir dizi deney yaptılar. Biri melanin
üretmeye zorlanan, diğeriyse tabii olarak melanin içeren iki tip mantar,
iyonizasyona yol açan radyasyonun normal düzeyinin yaklaşık 500 katına tabi
tutuldu; melanin içeren türlerin her ikisi de normal radyasyon seviyesindekine
nisbetle kayda değer ölçüde hızlı büyüme kaydetti. İncelemelerini
sürdüren araştırmacılar, melaninin, radyasyona maruz bırakıldıktan sonraki
elektron spin rezonansını ölçtüler ve radyasyonun elektron yapısını
değiştirecek şekilde melaninle etkileştiğini tespit ettiler ki bu, besin
üretmek üzere radyasyonu zapt edip bir başka enerji formuna dönüştürmekte
kritik bir adımdır. Böylelikle, radyasyon yiyen mantarı gelecek uzay yolculuklarının menüsüne
eklemek yollu fikirler de dolaşıma girmiş bulunuyor: Iyonizasyona yol açan
radyasyon, uzay boşluğunda bolca mevcut bulunduğundan, uzun sürecek uzay
yolculuklarında ya da başka gezegenlerin kolonizasyonu esnasında astronotlar,
tükenmez bir besin kaynağı olarak mantardan yararlanabilir...
Bu ihtimal karşısında dehşet hissine teslim
olmaktansa, böyle durumlarda kişinin zihnini yeni olanaklara açık tutmasında
fayda var. Unutmamalı ki “tabiat”, ihtimallere gebe, çokyüzlü bir mekanizma;
tıpkı Altman’ın Sosyeteden İnsan Manzaraları’ında [Short Cuts] feci bir araba
kazasının hiç akılda olmayan bir arkadaşlığa yol açtığı gibi tabiatta da
felaketler beklenmedik olumlu sonuçlar da yaratabilir.
Futur
anterieur’de [Gelecekte bitmiş zaman kipi]
Çevreciliği, “Batıyı
kahreden ve sürekli genişleyen bir ruhi boşluğu doldurmak üzere şehirli
ateistlerin benimsediği köktenci bir din”[ Adam Morton, “Sceptics Shadow of Doubt”
The Age (Sidney), 2 Mayıs 2009, s. 4.] diye reddetmek kolay olmakla birlikte,
ekoskeptiklere holokost inkarcılarının bir başka versiyonu gibi davranmak için
hiçbir neden yok.
Global ısınma ile ilgili olarak
ekoskeptiklerden öğrenilmesi gereken ikili bir ders var:
(1) Ekolojik kaygılara fiilen ne kadar çok
ideolojik yatırım yapıldığı;
(2) faaliyetlerimizin doğal çevreler
üzerindeki etkileri hakkında fiilen ne kadar az bilgimiz olduğu.
Ancak, bu “ucu açık” tarih mefhumu bile
yetersiz kalıyor. Çizgisel tarihi evrimin ufkunda düşünülmez olan şey, geçmişe
şamil olarak kendi varlığının imkanını başlatan seçim/eylem mefhumudur: Radikal
bir Yeni’nin ortaya çıkmakla geriye dönük olarak geçmişi değiştireceği fikri
tabii kasıt, aktüel geçmiş değil (burada bilimkurgu yapmıyoruz); kasıt,
geçmişteki ihtimaller, ya da daha formal terimlerle ifade edecek olursak,
geçmişe değin modal önermelerin değeri. Jean- Pierre Dupuy’un yaklaşımı şu ki,
eğer (sosyal ya da çevresel) bir felaket tehdidi ile kozumuzu gereğince
paylaşmak istiyorsak şu “tarihi” zaman- sallık mefhumundan da kurtulmamız
gerekiyor: Yeni bir zaman mefhumunu devreye sokmak zorundayız. Dupuy bu zamanı “bir
projenin zamanı” diye,
geçmişle gelecek arasındaki bir kapalı devrenin zamanı diye adlandırıyor:
Gelecek, geçmişteki eylemlerimiz tarafından rastlantısal olarak üretilir, bu
sırada bizim eylemimiz de gelecekle ilgili kestirimimiz ve bu kestirime
verdiğimiz tepki tarafından belirlenir.
“Felaketin kaydı geleceğe, şüphesiz, bir kader olarak düşülür
ama olumsal bir kaza olarak da: Futur anterieur’de [Gelecekte bitmiş zaman kipi]
zorunluluk kimliğinle gözükse de bu felaket vuku bulmayabilirdi. /.../ eğer
sıradışı bir olay, örneğin bir felaket, cereyan etmişse, artık cereyan etmemiş
olması mümkün değildir; ama henüz vuku bulmadığı sürece bu olay kaçınılmaz
değildir. Öyleyse, olayın kaçınılmazlığını geçmişe dönük olarak yaratan şey,
onun gerçekleşmesidir - vuku bulmuş olmasıdır.’’
[Jean-Pierre Dupuy, Küçük Tsunami Metafiziği, Paris: Seuil 2005, s. 19.]
Dupuy, Fransa’da 1995’te
yapılan başkanlık seçimlerini örnek veriyor; ülkenin başlıca kamuoyu araştırma
kurumunun Ocak tarihli öngörüsü şöyle:
“Eğer, önümüzdeki 8
Mayıs’ta Madam Balladur seçilecek olursa, başkanlık seçiminin sonucunun
vukuundan önce karara bağlanmış olduğu söylenebilir”
Eğer
–hasbelkader- bir olay cereyan edecek olursa, kendisiyle birlikte onu
kaçınılmaz gösteren olaylar zincirini de yaratacaktır. Hegel’deki
olumsallık zorunluluk diyalektiği “in nuce” budur,
altta yatan zorunluluğun kendini zahirinin tesadüfî oyunları içinde ve bunlar
vasıtasıyla ifade ettiğine dair beylik lafız değil. Bu anlamda, kader
tarafından belirlenmiş olmakla birlikte, kaderimizi seçmekte özgürüz. Dupuy,
ekolojik krize de böyle yaklaşmamız
gerektiğini söylüyor: Felaket ihtimalleri hakkında “realistik”
tahminlerde bulunarak değil, sözün eksiksiz Hegelci anlamında, çevre felaketini
bir Kader olarak kabul etmek suretiyle: Balladur’un seçilmesi gibi, eğer
felaket gerçekleşecek olursa, gerçekleşmesinin vukuundan önce tayin edildiği
söylenebilecektir. Kader ve özgür eylem (“eğer’i kaldırmak üzere) demek
ki kol kola gitmektedir: Özgürlük, en radikal şekliyle, kişinin Kaderini
değiştirme özgürlüğüdür.
Öyleyse,
Dupuy’un felaketle nasıl yüzleşmemiz gerektiğine dair önerisi de şöyle oluyor:
Önce felaketi kaderimiz gibi, kaçınılmaz bir olay olarak, anlamamız ve bunu
takiben de kendimizi bu kadere yerleştirerek, onun nokta-i nazarını kabul
ederek geçmişe şamil olmak üzere onun geçmişine (geleceğin geçmişine) karşı
olgusal ihtimaller (“şunu şunu yapsaydık, içinde bulunduğumuz felaket vuku
bulmazdı.”) eklememiz ve son olarak da, bugünden bu karşı-olgusal ihtimallere
dayalı eylemler üretmemiz gerekir.
İhtimaller seviyesinden
bakıldığında, geleceğimizin yazgısı karadır, felaket vuku bulacaktır,
kaderimizdir o ancak bundan sonra, bu kabulün ön planında, bizzat bu kaderi
değiştirecek aksiyon için seferber olmalı ve böylelikle geçmişe yeni bir
ihtimal yerleştirmeliyiz.
Paradoksal ama felaketi engellemenin yegane yolu, onu kaçınılmaz kabul
etmektir. Badiou’ya göre bir olaya sadakatin kipi “futur
anterieur” dur:
Kendini geleceğe doğru sollayarak geçen kişi, bugünkü eylemlerini,
gerçekleşmesini istediği gelecek sanki şimdiden vakiymiş gibi düzenler. İşbu
döngüsel futur anterieur stratejisi, aynı zamanda, bir felaket ihtimali
(mesela, bir ekolojik felaket) karşısında yegane gerçekten efektif stratejidir:
“Gelecek ihtimallere açıktır, hâlâ eyleme geçmek ve fecaatin
büyüğünden kaçınmak için zamanımız var,” demek yerine kişi, felaketi kaçınılmaz
olarak kabul etmeli ve sonra da kaderimiz namına “yıldızlarda
yazılı” olanı
geçmişe şamil olmak üzere silmek üzere geçmelidir.
Fransızcada “gelecek” anlamına gelen iki
ayrı sözcük var ki bunları İngilizceye anlam kaybı olmadan çevirmek mümkün
değil: futur ve avenir.
Futur şimdiki zamanın bir
devamı, mevcut eğilimlerin tam bir aktüalizasyonu anlamında gelecek demekken; avenir, daha çok, bugünle
radikal bir kopuşa, süreksizliğe işaret eder. Avenir, “gelmek” fiilindeki gibi
gelecek olan /avenir/ anlamını taşır, sadece olacak olan anlamında değil. Farz
edelim, günümüzün kıyamet benzeri global durumunda “geleceklin nihai ufku,
Jean-Pierre Dupuy’un distopik “sabit nokta”sı, ekolojik yıkımın, global
ekonomik ve sosyal kaosun sıfır noktası vb. olsun gelmesi süresiz olarak
ertelenebilse bile bu sıfır noktası, kendi haline bırakıldığında
gerçekliğimizin esas “atraktoru”udur. Bu felaketle savaşmanın yolu, felaketli
“sabit nokta”ya doğru işbu kayışı kesintiye uğratan ve radikal bir Başkalık’ın
‘gelmesi’ için risk alan eylemlerden geçmektedir. Burada “gelecek yok”
sloganındaki çokanlamlılık da görünür hale gelmektedir: Daha derin bir düzlemde
slogan, ihtimallere kapalılığa, değişimin imkansızlığına değil, tersine,
uğrunda çabalamamız gereken şeye işaret etmektedir felaketli “gelecek”in
savunmasını kırmaya ve böylelikle Yeni bir şeyin “gelmesi”ne.
Yirminci yüzyılda Sol, ne yapması
gerektiğini (proletarya diktatörlüğünü kurmak, vb.) biliyordu, ancak bunun için
bir fırsatın doğmasını sabırla beklemek zorundaydı. Bizim durumumuzsa, bu
sevimsiz halin tam tersidir. Bugün biz, ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz buna
mukabil hemen şimdi eyleme geçmek zorundayız; zira eylemsizliğin sonuçları feci
olabilir. Bugün biz, hepten uygunsuz koşullar altında, Yeni’nin gayyasına doğru
adımlar atmak; sırf Eski’nin iyi yanlarını korumak için bile Yeni’nin
özelliklerini yeniden icad etmek zorundayız. 1920’lerin ilk yıllarında Gramsci’nin
yazılarını yayımladığı derginin adı Ordine Nuovo ’ydu (Yeni Düzen) sonraları bu
isim aşırı Sağ tarafından iç edilecekti. Bu iç etme eyleminden hareketle, Gramsci’nin
kullandığı adın altında yatan “doğru”nun kendini ortaya koyduğunu düşünmek ve,
otantik bir Solun isyankar özgürlüğüne aykırı bulup hepten terk etmek yerine,
her devrimin bir kere başarılı oldu mu kurmak zorunda kalacağı yeni düzeni
tanımlamaktaki zorluğun bir endeksi sayıp bu ada geri dönmek gereklidir.
Özetle, içinde yaşadığımız zamanlar, Stalin’in atom bombasını anlatmak için
kullandığı sözlerle karakterize edilebilir: Sinirleri zayıf kişilere göre
değil.
Bütün bunlardan çıkarılacak temel ders şu
ki, insanlık daha “plastik” ve konargöçer bir tarzda yaşamaya hazırlıklı olmak
zorundadır: Çevredeki yerel ve global değişimler, benzeri görülmemiş
geniş-çaplı toplumsal transformasyonları zorunlu kılabilir. Diyelim dev bir
volkanik patlama tüm bir İzlanda’yı yaşanmaz hale getirdi: İzlanda halkı nereye
göçecek?
Hangi koşullarda?
Onlara kendilerine ait
bir toprak parçası mı verilecek yoksa İzlandalılar dünyanın şurasına burasına
mı dağıtılacak?
Ya da Kuzey Sibirya
bugünkünden daha yaşanır ve tarıma uygun hale geldi, Sahra’nın Güney bölgeleri
ise büyük bir nüfusu beslemek için fazla kuraklaştı buralardaki nüfusun
hareketi nasıl örgütlenecek?
Geçmişte benzer şeyler olduğunda sosyal
değişim vahşi ve spontan şekillerde, şiddet ve yıkım eşliğinde, cereyan etmişti
böyle bir ihtimal bugünün koşullarında, tüm ulusların elinde kitle imha
araçları varken, büyük bir felaket demektir. Şurası açık: Ulusal egemenliğin
radikal bir şekilde yeniden tanımlanması ve global işbirliğinin yeni
formlarının icad edilmesi gerekiyor. Peki, yeni iklim koşullarının ya da su
ve enerji kaynaklarındaki bir kıtlığın zorunlu kılacağı muazzam iktisadi ve
tüketimsel değişiklikler ne olacak? Hangi karar alma süreçleri ile bu
değişimlere karar verilecek ve bunlar uygulanacak? Böylesi projelere girişmeye
hazır mıyız?
Nicholas
Stern, iklim krizini “insanlık tarihinin en büyük pazarlama fiyaskosu’’ diye
nitelerken haklıydı. Yakınlarda
Kishan Khoday adlı bir BM grup lideri bir yazısında şöyle diyor: “Yükseliş
halinde bir global çevresel yurttaşlık ruhu ve iklim değişikliğini tüm
insanlığın ortak kaygısı olarak görme arzusu var.”
Burada “global yurttaşlık” ve “ortak kaygı”
terimlerini olanca ağırlığı ile anlamak gerek global bir politik örgütlenmeye
ve piyasa mekanizmalarını nötralize edip yönlendirecek bir katılıma duyulan
ihtiyaç, sözün gerçek anlamıyla komünist bir perspektif anlamındadır. “Ortak
mülkiyet’e yapılan işbu atıf Komünizm mefhumunu diriltmenin de bir haklı
gerekçesi olarak görülmelidir: Bu atıf, ortak olanın durmadan “çevrilip
kapatılması” sürecininin, bu meyanda mülklerinden mahrum bırakılanların da
proleterleştirilmesi süreci olduğunu görmemizi sağlar. Toplumlarımızdaki
çeşitli proleterleşme süreçlerinin bir kıyamet noktasına doğru ilerlediği de
artık bir sır sayılmaz: Ekolojik çöküş, insanların biyogenetik tarafından
manipüle edilebilir makinelere indirgenmesi, hayatlarımız üzerinde mutlak
dijital kontrol... Günümüzün tarihi durumu, bizi proletarya mefhumunu terke
falan zorlamıyor; tersine, tarihi durumumuz bizi bu mefhumu Marx’ın bile
muhayyilesini zorlayacak bir varoluşsal seviyeye dek radikalize etmeye
zorluyor.
Kaynak:
Slavoj ZIZEK, Kıyametin Versiyonları, İngilizce Orijinali
Versions of the Apocalypse Çeviren: Mehmet Budak, ENCORE, 2012,İstanbul,
sh:59-76
‘BİLİNMEYEN BİLİNENLER’, BİLDİĞİMİZİ
BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLER: Slavoj ZIZEK
Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “inşallah
ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye
beddua edilirmiş.
Kaçınmamız gereken bir çifte tuzakla karşı
karşıyayız: Bir yanda, çevre felaketlerini bilim ve teknoloji yoluyla
çözülebilir bir probleme indirgeyerek ekolojiyi “ideolojik olmaktan çıkarma” [de-ideologize] eğilimi; diğer yanda da,
ideolojiyi New Age mitolojisi usulü “tinselleştirme” eğilimi.
Bu iki yaklaşım, ekolojik problemin
ekonomik, politik ve ideolojik köklerini açıklayan somut bir sosyal analizi
paylaşıyor. Bilim şarttır, ancak işi bilime bırakamayız: Hayatlarımızı nasıl
dönüştürmemiz gerektiğini söyleyemez bize. Çünkü bu dönüşüm, nasıl bir hayat
sürdürmek istediğimize ilişkin sosyopolitik “normatif’ fikirlere dayanmak
zorundadır. Öyleyse birbirine çatışır gözüken bir dizi çözümü yetersiz bulmak
ve reddetmek zorundayız: Ekolojik tehditlere tamamen teknik ve yeni üretim
biçimleri (nanoteknoloji) ve yeni enerji biçimleri ile çözülesi problemlerimiz
gibi muamele etmek yeterli olmadığı gibi, dolaysız bir New Age ruhiyatçılığı da
meseleyi halletmez. Kapitalizmin ekolojik bir yeniden örgütlenmesini talep
etmek yeterli olmadığı gibi, modem öncesi organik bir topluma ve onun bütüncül
bilgeliğine dönmek de meseleyi halletmez. İhtiyaç duyduğumuz şeylerden
birincisi, durumumuzun benzersizliğine yeni gözlerle bakmaktır. Her ne kadar
kapitalizm, sonsuz bir uyarlanabilirliğe sahipse de (akut bir çevre krizi
durumunda mahut uyarlanırlık, ekolojiyi kolayca kapitalist bir yatırım ve
rekabet sahasına çevirmektedir), karşı karşıya olduğumuz riskin tabiatı pazar
esaslı bir çözümü tamamen dışlamaktadır.
Neden?
Çünkü kapitalizm, çok belirli sosyal
şartlar altında çalışır: Pazarın “görünmez eli”ne duyulan bir güvene
dayalıdır, bu güven de bir çeşit Aklın Kurnazlığı gibi, bireysel egotizmlerin
kamu yararına hizmet etmesini güvence altına alır. Ancak şimdilerde
radikal bir değişimin orta yerindeyiz: Bugün misli benzeri görülmemiş bir
ihtimal ufukta belirmiş bulunuyor — bir ekolojik felaket, ölümcül biyogenetik
mutasyon, nükleer savaş ya da benzeri bir askerisosyal belayı tetikleyen
insanoğlunun müdahalesiyle dünyanın akışının felakete doğru bir şekilde
değişmesi olası. Artık eylemlerimizin kapsamının sınırlı olduğu varsayımına bel
bağlayamayız: Artık, biz ne yaparsak yapalım, tarihin umursamadan yoluna devam
edeceği doğru değil.
Günümüzde sık sık, bilimsel uzmanlığın
sağladığı bilgilere fazlaca güvendiğimiz, buna mukabil bize bilimsel-teknolojik
yaklaşımda bir şeylerin hatalı olduğunu söyleyen içgüdülerimize yeterince
güvenmediğimiz iddia ediliyor. Ancak problem, çok daha derinlerde; problem,
bizzat, bildiğimiz şekliyle sıradan yaşantılar dünyasına uyumlanmış ve bu
yüzden de gündelik gerçekliğin akışının gerçekten bozulabileceğine inanmayı bir
türlü beceremeyen aklı selimin güvenilmezliğinde yatıyor. Bu noktada tutumumuz,
garip bir şekilde çatallanıyor:
“Gayet iyi biliyorum ki (küresel ısınma tüm
insanlık için bir tehdit oluşturuyor), ama yine de ... (buna gerçekten
inanamıyorum).”
“Aklımın dolaysız bağlarla bağlı olduğu
çevreme şöyle bir bakmak yeterli: Yeşil otlar ve ağaçlar, rüzgarın ıslığı, gün
doğumumsan bütün bunların gün gelip bozulacağına inanabilir mi? Ozon
delindiğinden dem vuruyorsunuz ancak ben
göğe ne kadar bakarsam bakayım, delik falan görmüyorum; tek gördüğüm, hep o gri
ya da mavi gökyüzü.”
Bir kısım çiftçinin Çernobil faciasının
olduğu yerlerde hayatlarını her zamanki gibi sürdürmesine şaşmamalı bunlar, radyasyon denilen nesne hakkındaki
anlaşılmaz muhabbeti duyuyor, ama kulak asmıyorlar.
Her tarafta patır patır
riskler beliriyor ve biz de bunlarla başa çıkar diye bilim insanlarına
güveniyoruz.
Problem tam da burada: Bilimcilerin bilmesi gerek, ama bilmiyorlar işte.
Bilimin
toplumlarımızdaki yayılımının iki beklenmedik özelliği var: Bizler, en mahrem
tecrübelerimizde bile (cinsellik ve din) bilime gittikçe fazla itimat ederken,
bizzat bilimin bu heryerdelik hali, bilimsel bilgiyi de çok sayıda çatışan
açıklamadan oluşan tutarsız bir alana çeviriyor. Sıkça kullanılan “uzman görüşü” terimi de bu yeni
durumun bir belirteci: Eskiden, biz sıradan ölümlülerin türlü çeşitli görüşleri
olurdu da tek, evrensel ve bilimsel doğruyu, döner bilim insanlarından
beklerdik. Günümüzün yeni biliminden duyup duyacağımızsa bir dizi çatışan
“uzman görüşü” oluyor... Bu durumda, Avrupa’da uçuş yasaklarının kalkmasından
bir hafta sonra, medyada, bu kez bir başka “uzman görüşü”ne dayanan, ve Avrupa
üstünde gerçekten tehlike arz eden bir volkanik kül bulutunun falan zaten hiç
oluşmadığını söyleyen haberleri okumanın da şaşırtıcı bir yanı kalmıyor bütün yaygara, bir panik reaksiyonundan
ibaretmiş meğer.
Mesele
kime inanacağımızı bilmemekte: Ekolojik
bozulmanın etkilerini bizzat hissetsek bile (ötede bir kuraklık, beride
alışılmadık derecede şiddetli bir fırtına) uzmanların bu sonuçlarla onların
nedenleri arasında kurduğu bağlantılar, biz sıradan insanlar için aşikar
olmaktan uzak kalıyor.
Bilimin işbu çaresizliğini bir yandan açığa
vuran ve öte yandan da uzmanların verdiği teminatların oluşturduğu aldatıcı bir
perdeyle örten paradigmatik kategorinin adı, “sınır değeri”dir. Çevreyi
korkmadan ne kadar daha kirletebiliriz, daha ne kadar fosil yakıt yakabiliriz,
zehirli bir maddenin ne kadarı sağlığımız için tehdit oluşturmaz... (bir de
ırkçı bir versiyon ekleyelim, topluluğumuza, kimliğimizi tehlikeye atmadan,
daha ne kadar yabancıyı entegre edebiliriz)? Burada karşılaştığımız apaçık
problem, durumun şeffaf olmaması nedeniyle, her sınır değerinde keyfi ve
kurgusal bir yan bulunmasıdır doktorların önerdiği azami kan şekeri değerinin
doğru değer olduğundan, bunun üstüne çıktık mı tehlikeli alana girdiğimizden,
altında kaldığımızda güvende olduğumuzdan, emin olabilir miyiz? Ya da global
sıcaklıkta 2 dereceyi aşmayan bir artışın tolere edilebileceğinden, bunun
üstününse felaketlere yol açacağından?
Durumu daha da karmaşıklaştıran şey,
ekolojik tehditlerin birçoğunun bizzat bilim ve teknoloji tarafından
yaratılması (endüstrinin ekolojik sonuçları, kontrolsüz biyogenetiğin psişik
sonuçları, vb.). Ama, modern bilimi suçlamak da burada fazla basit kaçıyor:
Bilimler hem riskin kaynağı (kaynaklarından biri), hem tehditleri anlamak ve
tanımlamakta kullanabileceğimiz yegane araç ve hem de tehditlerle başa
çıkmakta, bir çıkış yolu bulmakta yararlanacağımız kaynak (kaynaklardan biri).
Global ısınmadan bilimsel-teknolojik toplumu sorumlu tutsak bile, sadece bu
tehdidi kaldırmak için değil, çoğu kez tehdidin farkına varmak için bile dönüp
dolaşıp yine bu bilime başvuracağız
gökyüzündeki “ozon deliği”ni sadece bilim insanları görebiliyor,
örneğin. Richard Wagner’in Parsifal’indeki “yarayı sağaltan onu açan
kargıdır, yine” dizesi
yeni bir bağlam kazanıyor: Bilim-öncesi holistik bilgeliğe dönüş yok, içinde
bulunduğumuz dertten bizi kurtaracak olan bilimdir, yine.
Ancak, bilgimizin işbu sınırlılığından
asla, ekolojik tehdidi abartmayalım yollu bir sonuç çıkarılamaz. Tersine, madem
son derecede öngörülemez bir durumdayız, o zaman daha da dikkatli olmamız
gerekiyor. Kompleks sistemler teorisi, bu türden sistemlerin iki karşı özelliği
bulunduğunu —bir yandan kuvvetli, dengeli bir karaktere sahip olduklarını, öte
yandan da aşırı hassas olduklarını açıklar, bize. Bu sistemler, şiddetli bozucu
etkilere intibak kabiliyetindedir, onları bünyelerine entegre edebilir, yeni
bir denge ve stabiliteye kavuşabilirler tabii, belli bir eşiğe (bir “devrilme
noktası”na) kadar. Bu eşik aşıldı mı, küçücük bir bozucu etki, topyekun bir
felakete neden olabilir ve tamamen yeni bir düzenin kurulmasına yol açabilir.
Uzun asırlar boyunca insanlık, üretim faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkisini
dikkate almaya ihtiyaç duymadı tabiat ormansızlaştırmaya, kömür ve petrolün
kullanılmasına, vb. kendini uyarlayabiliyordu. Ancak bugün bir devrilme
noktasına yaklaşıp yaklaşmadığımızdan emin değiliz gerçekten de bundan emin
olamıyoruz, zira bu türden eşikleri ancak iş işten geçtikten sonra net bir
şekilde algılayabiliyoruz.
2010’da global ısınmanın gerçek durumu
konusunda yürütülen çok sayıda tartışmaya tanık olduk bir kısım şüpheci,
olgunun varlığını bile sorguladı. Bu kesinsizlikler, durumun fazla da ciddi
olmadığına dair belirtiler olarak görülmemelidir; bunlar sadece, durumun
sandığımızdan da kaotik olduğuna, doğal ve sosyal faktörlerin artık
ayrılamayacak şekilde birbirine dolaşmış bulunduğuna delalettir. Bugün, doğal
felaket tehdidiyle ilgili şu ikilemi yaşıyoruz: Ya tehdidi ciddiye alacağız ve
eğer felaket vuku bulmazsa, bize gülünç gözükecek adımları atacağız ya da
hiçbir şey yapmayacağız ve eğer felaket vuku bulursa, her şeyimizi yitireceğiz.
En kötü alternatif, bu ikisinin arasında durmayı seçmek, yani sınırlı tedbirler
almaktır bu durumda, ne yapsak kaybetmiş olacağız. Söz konusu olan bir ekolojik
felaketse, ikisinin arası diye bir şey olamaz. Böyle bir durumda, bütün o
öngörü, ihtiyatlı davranma ve risk kontrolü muhabbetleri anlamsızlaşır; çünkü, Rumsfeld’in
bilgi teorisinin terimleriyle, uğraştığımız nesne, “bilinmeyen
bilinmeyenler”dir: Sadece devrilme noktasının nerede olduğunu bilmemekle
kalmıyoruz, tam olarak neyi bilmediğimizi de bilmiyoruz.
Mart
2003’te Donald Rumsfeld bilinen ve bilinmeyenin ilişkisi hakkında bir parça
amatör filozofluğa soyundu:
2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki hakkında felsefe yapmaya girişti:
“Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bazı şeyler vardır ki bilmediğimizi biliriz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de vardır. Bunlar bazı şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.”
Onun eklemeyi unuttuğu önemli bir dördüncü tanım var:
‘bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler.
Eğer Rumsfeld, Irak’la bir ihtilaf halinde başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinmeyenler”den yani Saddam’dan kaynaklanan ve ne olabilecekleri konusunda bir şüphe dahi oluşturamayacağımız tehditlerden oluştuğunu düşünüyor idiyse, ona verilecek cevap, tersine, başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinenler”den kaynaklandığıdır, yani varlıklarını bile fark etmediğimiz ve onun için inkar ettiğimiz inanç ve varsayımlarımız dan...
Ekoloji söz konusu olduğunda, bu inkar edilen inanç ve varsayımlar bizi, bir felaketin muhtemel olduğuna inanmaktan alıkoymakta ve “bilinmeyen bilinmeyenler”le karışıp kaynaşmaktadır.
2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki hakkında felsefe yapmaya girişti:
“Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bazı şeyler vardır ki bilmediğimizi biliriz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de vardır. Bunlar bazı şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.”
Onun eklemeyi unuttuğu önemli bir dördüncü tanım var:
‘bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler.
Eğer Rumsfeld, Irak’la bir ihtilaf halinde başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinmeyenler”den yani Saddam’dan kaynaklanan ve ne olabilecekleri konusunda bir şüphe dahi oluşturamayacağımız tehditlerden oluştuğunu düşünüyor idiyse, ona verilecek cevap, tersine, başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinenler”den kaynaklandığıdır, yani varlıklarını bile fark etmediğimiz ve onun için inkar ettiğimiz inanç ve varsayımlarımız dan...
Ekoloji söz konusu olduğunda, bu inkar edilen inanç ve varsayımlar bizi, bir felaketin muhtemel olduğuna inanmaktan alıkoymakta ve “bilinmeyen bilinmeyenler”le karışıp kaynaşmaktadır.
Arılar neden kitlesel olarak ölüyor,
özellikle de ABD’de? Bazı kaynaklara göre, bu ülkedeki arı nüfusu %80’ler
mertebesinde gerilemiş bulunuyor. Bu felaketin besin zincirimiz üzerinde yıkıcı
bir etkisi olabilir: İnsanoğlunun gıdasının yaklaşık üçte biri, böcekler
tarafından tozlaştırılan bitkilerden geliyor, ki bunun da %80’inden bal arıları
sorumlu... İşte, olası bir global felaketi kafamızda tam da böyle
canlandırmalıyız: Bing bang falan değil, kahredici global etkileri olan ufacık
bir kesinti, insan burada yapılması gereken şeyin doğal dengeyi tekrar tesis
etmek olduğundan bile emin olamıyor hangi dengeye? Ya ABD ve Avrupa’daki arılar
sınai kirliliğin belli bir derecesine ve tarzına uyum geliştirdiyse?
Arıların
kitlesel ölümünde bir gizem var: Aynı
şey eşzamanlı olarak dünyanın (gelişmiş ülkelerin) her tarafında vuku buluyorsa
da yerel incelemeler farklı nedenlere işaret ediyor: Tarım ilaçlarının arılar
üzerindeki zehirleyici etkisi, iletişim araçlarının saldığı elektronik
dalgaların bunların uzamsal yön bulma duyularını yitirmesine neden olması, vb.
Nedenlerin işbu çokluğu, nedenle sonuç arasındaki bağı belirsizleştirmekte ve,
tarihten de bildiğimiz gibi, ne zaman nedenle sonuç arasında bir kopukluk
doğsa, orada daha derin bir Anlam arayışı da insanların kanına girer: Ya doğal
nedenlerin altında daha derin bir ruhsal neden yatıyorsa? Yoksa, doğa
bilimlerinin bakış açısıyla başka başka nedenlere bağlanan bu olgunun gizemli
eşzamanlılığını nasıl açıklayabiliriz? İşte burada “ruhiyatçı ekoloji”
dediğimiz nesne sahneye çıkıyor: Arı kovanları, bir çeşit köle kolonisi,
arıların insafsızca sömürüldüğü temerküz kampları değil midir? Ya onları
sömürdüğümüz için Tabiat Ana bize sillesini vuruyorsa?
Bu
ruhiyatçı iğvaya karşı en iyi antidot, tekrar Rumsfeld’in epistemolojisine
başvurarak söyleyeceğim, arılar vakasında hem bildiğimizi bildiğimiz (tarım
ilaçlarına karşı hassasiyetleri) ve hem de bilmediğimizi bildiğimiz (örneğin
insanın yol açtığı radyasyona nasıl tepki verdikleri) şeyler olduğunu akıldan
çıkartmamaktır. Ama
her şeyin ötesinde bilinmeyen bilinmeyenler ve bilinmeyen bilinenler var.
Arıların çevreleri ile etkileşiminin öyle boyutları var ki, bunları sadece
bilmemekle kalmıyoruz, bu boyutların farkında dahi değiliz. Ve, bir
de “bilinmeyen bilinenler” var: Arılar konulu incelemelerimizi hem saptıran ve
hem de bunları tarafgir gözlerle görmemize neden olan her türlü insan-merkezli
önyargı.
Ancak bu türden olayların en
rahatsız edici yönü, Lacan’ın “gerçekteki bilgi” diye adlandırdığı bir başka türden
bilgideki hayvansal ve bitkisel hayatı düzenleyen “içgüdüsel” bilgideki—
bozulmadır.
Bu anlaşılması güç bilgi birden çığrından çıkabilir. Kış fazla sıcak geçtiğinde
bitki ve hayvan alemi Şubat ayındaki sıcak havayı Bahar’ın bir işareti olarak
okuyup buna göre davranmaya başlar ve böylelikle gecikmiş soğuklara karşı
bizzat savunmasız kalmanın dışında doğal üreme ritmini hepten aksatırlar. Büyük
ihtimalle arıların başına gelen de, bu türden bir şey.
Ancak, anlam arayışını besleyen şey de, bu
oldukça nedensel geçirimsizlik, nüfuz edilmezlik hali. Alışılageldik varoluş
şeklimizin temel çerçevesini dengesizleştirecek bir felaket tehdidi ile
karşılaştığımızda ilk ve kendiliğinden tepkimiz, gizli bir anlam arayışına
girmek oluyor: Böyle bir tehdit doğduğuna göre bir şeyleri yanlış yapmış
olmalıyız, diyoruz... Anlam olsun da çamurdan olsun: Gizli bir anlam varsa,
evrenle bir diyalog da var demektir, işte bu nedenle, AIDS’ten ekolojik
felaketlere ya da Holokost’a dek, potansiyel ya da fiili felaketlerle
karşılaştığımızda anlam arayışı denilen iğvaya direnmek, bizim için hayati. Jerry
Fahvell ve Pat Robertson’ın 9/11 saldırısına ilk reaksiyonu, bu olayı,
Amerikalıların sürdürdüğü günahkar hayat nedeniyle, Tanrı’nın Amerika Birleşik
Devletleri’ne sağlaya geldiği korumayı kaldırdığının bir işareti olarak
görmekti. Hedonist materyalizmi, liberalizmi, gemi azıya almış cinselliği
suçlamış ve Amerika’nın hak ettiğini bulduğunu söylemişlerdi. Peki, çevresel
dertlerimizi doğal kaynakları insafsızca sömürdüğümüz için Tabiat Ana’nın
bizden aldığı bir intikam olarak okuyan “derin çevreciler”in yaptığı da buna
benzer bir şey değil mi?
Böyle iğvalara karşı, Düşüş-öncesi [[1]]
özsel birliğe dönmeyi öneren her türü ideolojiyi ısrarla ve yoruma yer bırakmayacak
şekilde reddetmeliyiz. Arthur Rimbaud’nun dediği gibi il faut
etre absolument moderne kararlı bir şekilde
modern kalmalı ve kapitalizm eleştirisinden kalkıp “araçsal akıl” ve “modem
teknolojik uygarlık”ın eleştirisine doğru aşırı hızlı ve üstünkörü genellemeler
yapılmasını reddetmeliyiz. 28 Kasım 2008’de Bolivya devlet başkanı Evo
Morales “İklim Değişikliği: Gezegenimizi
Kapitalizmden Koruyun”
başlıklı bir açık mektup yayınladı. Açılış cümleleri şöyle:
“Kardeşler: Günümüzde Tabiat Ana hasta. /.../ Her şey kapitalist
sistemi doğuran 1750’deki endüstri devrimi ile başladı. ‘Gelişmiş ülkeler’,
ikibuçuk asırda, beş milyon asırda oluşmuş fosil yakıtların çoğunu tüketti.
/.../ Rekabet ve kapitalizmin sınır tanımaz kâr hırsı, gezegenimizi harap
ediyor. Kapitalizmde bizler insan değil, tüketiciyiz. Kapitalizmde Tabiat Ana
yok, onun yerine hammaddeler var. Dünyadaki asimetri ve dengesizliklerin
kaynağı kapitalizmdir.”
[www.bolwiarising.blogspot.com/2007/09/lets'respect'0ur'inoth er'earth.html
adresinde bulunabilir.]
Morales hükümeti, Bolivya’da izlediği
politikalarla, günümüz ilerici mücadelesinin en ön saflarında yer alıyor ancak
alıntıladığım satırlar, acı verici bir açıklıkla, bu politikanın ideolojik
sınırlarına işaret ediyor (ki, bunlar için daima pratik bedeller ödenir).
Morales konuşmasında, hiç problem etmeden, çok belirli bir tarihsel anda vuku
bulan bir Düşüş anlatısına dayanıyor:
“Her şey 1750’deki endüstri devrimi ile başladı” ve, tahmin edileceği
üzere, bu Düşüş de Tabiat Anamızı yitirmemiz anlamına geliyor: “Kapitalizmde
Tabiat Ana yok.” (Burada
insan, kapitalizmin bir tane iyi yanı varsa, o da, artık kapitalizmde Tabiat
Ana’nın olmamasıdır, dememek için kendini zor tutuyor.) “Dünyadaki
asimetri ve dengesizliklerin kaynağı, kapitalizmdir.” bu,
amacımız “doğal” denge ve simetriyi yeniden tesis etmek olmalıdır, anlamına
geliyor. Burada Morales’in saldırdığı ve reddettiği şey, bizzat modern
öznelliğin yükselmesi sürecidir; ki, tabiat anaya (ve cennet babaya) ve
tabiatın “ana-erkil düzenindeki sağlam köklerimize dair geleneksel
cinselleştirilmiş kozmolojiyi ortadan kaldıran da, bu modern öznelliktir.
Bu tür bir ekolojinin, güçlenip, yeni yüzyılın hâkim ideoloji biçimi olma ve
kitlelerin yeni afyonu sıfatıyla, düşüş halindeki dinin yerine geçme şansı çok
yüksek:
Eski dinin temel
fonksiyonunu, sınırlar dayatabilecek sorgulanamaz bir otorite oluşturma
fonksiyonunu, devir alıyor. Bu nedenden ötürü, her ne kadar çevreciler sürekli
olarak, yaşam şeklimizi radikal bir şekilde değiştirmemizi talep ediyorsa da,
bu talebin altında yatan şey, tam da zıddıdır
değişime, gelişmeye, ilerlemeye duyulan derin bir güvensizlik
hissidir:
Her radikal değişim hiç istemeden de olsa, bir felaketi
tetikleyebilir.
Bu konuya “dengeli bir bakış” ı tercih edersek, Hitler’e daha “dengeli
bir bakış” talep edenler gibi davranmış oluruz:
Tamam, Hitler toplama kamplarında milyonları öldürmüş olabilir ama bir yandan da iktidarı esnasında işsizlik ve enflasyonu kaldırdı, otoyollar yaptı, trenlerin zamanında kalkmasını sağladı... (Gerçi ekoloji konusunda önerilen “dengeli bakış”, daha çok, bir kısım neoNazi yeşilin önerdiği sapkın Hitler savunmasının tersine çevrilmesine benziyor:
“Tamam, Hitler Yahudileri öldürmek gibi bir kısım iyi işler yaptı; ancak otoyollar inşa etmek ve böylelikle, tabiatı tahrip etmek gibi korkunç şeyler de yaptı. Bu nedenle onu reddetmeliyiz!”) Eşiğinde bulunduğumuz felaketin konturları gitgide netleşiyor:
Deniyor ki, Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “inşallah ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye beddua edilirmiş. Tarihi olarak ilginç zamanlar, kargaşa, savaş ve iktidar mücadelelerinin yaşandığı, milyonlarca masumun ağır bedeller ödediği dönemlerdir. Bugün, apaçık ki, bir ilginç zamanlar çağına yaklaşmaktayız. [sh:23-24]
Tamam, Hitler toplama kamplarında milyonları öldürmüş olabilir ama bir yandan da iktidarı esnasında işsizlik ve enflasyonu kaldırdı, otoyollar yaptı, trenlerin zamanında kalkmasını sağladı... (Gerçi ekoloji konusunda önerilen “dengeli bakış”, daha çok, bir kısım neoNazi yeşilin önerdiği sapkın Hitler savunmasının tersine çevrilmesine benziyor:
“Tamam, Hitler Yahudileri öldürmek gibi bir kısım iyi işler yaptı; ancak otoyollar inşa etmek ve böylelikle, tabiatı tahrip etmek gibi korkunç şeyler de yaptı. Bu nedenle onu reddetmeliyiz!”) Eşiğinde bulunduğumuz felaketin konturları gitgide netleşiyor:
Deniyor ki, Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “inşallah ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye beddua edilirmiş. Tarihi olarak ilginç zamanlar, kargaşa, savaş ve iktidar mücadelelerinin yaşandığı, milyonlarca masumun ağır bedeller ödediği dönemlerdir. Bugün, apaçık ki, bir ilginç zamanlar çağına yaklaşmaktayız. [sh:23-24]
Kaynak:
Slavoj
ZIZEK, Antroposen’e Hoşgeldiniz, İngilizce Orijinali Welcome to the
Anthropocene trc: Mehmet Budak, Encore, Şubat 2012, İstanbul, sh:59-76
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar