Print Friendly and PDF

GERÇEĞİN ÇÖLÜNE HOŞGELDİNİZ – Slavoj Zizek


Amerikalıların nihai paranoyak fantazisi, tam bir tüketici cenne­ti olan küçük, masalsı bir Kaliforniya şehrinde yaşayan bir bireyin, birdenbire, içinde yaşadığı dünyanın, onu gerçek bir dünyada yaşa­dığına inandırmak üzere sahnelenmiş bir düzmece, bir gösteri, etra­fındaki bütün insanların da aslında devasa bir şovun parçaları olan aktörler ve figüranlar olduğundan şüphelenmeye başlamasıdır.
Bu­nun en son örneği, Jim Carrey’nin, günde 24 saat yayınlanan bir TV şovunun kahramanı olduğunu keşfeden küçük kasaba kâtibi rolünü oynadığı, Peter Weir’ın The Truman Show (1998) filmidir:
Doğup büyüdüğü kasaba dev bir stüdyo üzerinde kurulmuştur, kameralar devamlı onu takip etmektedir. Bu filmin ataları arasında Philip Dick’in Time Out of Joint (1959) romanından bahsetmekte fayda var; bu romanda, 50′li yıların sonlarında küçük, masalsı bir Kalifor­niya kasabasında mütevazı bir hayat süren kahraman, yavaş yavaş, bütün kasabanın onu tatmin etmek amacıyla sahnelenen bir düzme­ce olduğunu keşfeder … Time Out of Joint’la The Truman Show’un te­melinde yatan deneyim, geç kapitalist Kaliforniya tüketici cennetinin, tam da hiper-gerçekliği içinde, bir anlamda gerçekdışı, tözsüz, maddi ataletten yoksun olduğu deneyimidir. Demek ki mesele sadece, Hollywood’un ağırlıktan ve maddi ata­letten yoksun bir gerçek hayat sureti sahnelemesi meselesi değil ­geç kapitalist tüketim toplumunda, “gerçek toplumsal hayat”ın ken­disi, bir şekilde, sahnelenmiş bir düzmecenin özelliklerini ediniyor, komşularımız “gerçek hayat’ta sahneye çıkmış aktörler ve figüran­lar gibi davranıyorlar … Aynı şekilde kapitalist, faydacı, tinsellikten ­arındırılmış evrenin nihai hakikati, “gerçek hayat”ın kendisinin maddilikten-arınması, bir hayaletler şovuna dönüşmesidir. Başka birçok yazar gibi Christopher Isherwood da, Amerikan gündelik hayatının, motel odasıyla örneklenen gerçek-dışılığını ifade etmişti:
“Amerikan motelleri gerçekdışıdır! / .. ./ Kasten gerçekdışı olacak şe­kilde tasarlanmışlardır. /… / Avrupalılar bizden nefret ediyorlar, çünkü bizler, tıpkı tefekküre dalmak için mağaralara giren münzevi­ler gibi, reklamlarımız içinde yaşamaya çekilmiş durumdayız.” Pe­ter Sloterdijk’ın “küre” kavramı burada düz anlamıyla gerçekleşmiş­tir: Bütün şehri kuşatan ve tecrit eden dev metal küre. Yıllar önce, Zardoz’dan Logan’ın Kaçışı’na bir dizi bilimkurgu filmi, bu fantazi­yi cemaati de kapsayacak şekilde genişleterek günümüzün postmo­dern müşkül vaziyetini önceden haber vermişlerdi: Dışa kapalı bir alanda mikropsuz bir hayat yaşayan tecrit edilmiş grup, gerçek dünyanın maddi çürüme deneyimini özler.
Wachowski biraderlerin hit filmi Matrix (1999) bu mantığı son noktasına vardırmıştır: Hepimizin etrafımızda görüp yaşadığımız maddi gerçeklik, hepimizin bağlı olduğu devasa bir mega-bilgisayar tarafından yaratılan ve eşgüdümlenen sanal bir gerçekliktir; (Keanu Reeves’in oynadığı) kahraman “gerçek gerçeklik”te uyandığı zaman, yanıp yıkılmış harabelerle dolu ıssız bir manzara görür – küresel sa­vaştan sonra Şikago’dan geriye bunlar kalmıştır. Direniş lideri Morpheus onu şu ironik ifadeyle selamlar: “Gerçeğin çölüne hoşgel­din.” II Eylül’de New York’ta benzer şeyler olmadı mı? New York sakinleri o gün “gerçeğin çölü”yle tanıştı – ortaya çıkan manzaranın ve çöken kulelerden yakaladığımız karelerin, Hollywood’un yozlaş­tırdığı bizlere, büyük felaket prodüksiyonlarındaki en nefes kesici sahneleri hatırlatmaması imkansızdı.
Bombalamaların bütünüyle beklenmedik bir şok olduğu, akla ha­yale gelmeyecek imkansız’ın gerçekleştiği söyleniyor; o zaman 20. yüzyılın başlarındaki öteki belirleyici felaketi, Titanik felaketini ha­tırlamalıyız: O da bir şoktu, ama Titanik 19. yüzyılın sanayi uygar­lığının kudretini simgeleştirdiği için, ideolojik fantazilerde böyle bir felakete çoktan yer ayrılmıştı. Aynı şey bu bombalamalar için de ge­çerli değil mi? Medyanın bizi terörist tehdit laflarıyla sürekli bom­bardımana uğratmasının da ötesinde, bu tehdide bariz bir libidinal yatırımda da bulunuluyordu – New York’tan Kaçış’tan Bağımsızlık Günü’ne uzanan filmler dizisini hatırlayın. Saldırılarla Hollywood felaket filmleri arasında sık sık kurulan bağlantının gerekçesi de bu­rada yatıyor: Gerçekleşen İmkansız fantazi nesnesiydi, yani Amerika bir bakıma fantazisini kurduğu şeyi elde etmiş oldu ki en büyük sürpriz de buydu.
Tam da şu anda, bir felaketin çiğ Gerçeğiyle karşı karşıya olduğu­muz zamanda, onun algılanmasını belirleyen ideolojik ve fantazma­tik koordinatları akılda tutmamız gerekiyor. Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çöküşünde herhangi bir simgecilik varsa, bu, eski moda “mali kapitalizmin merkezi” anlayışında değil, DTM kulelerinin sa­nal kapitalizmin, maddi üretim alanından kopmuş mali spekülasyon­ların merkezine karşılık geldikleri anlayışında aranmalıdır. Bombala­rın yarattığı paramparça edici etki, ancak bugün dijitalleşmiş Birinci Dünya’yı Üçüncü Dünya’daki “Gerçeğin çölü”nden ayıran sınır çiz­gisi göz önünde bulundurularak açıklanabilir. Uğursuz bir failin bizi sürekli imha etmekle tehdit ettiği düşüncesini doğuran şey, yalıtılmış, yapay bir evrende yaşadığımızın farkında olmamızdır.
Sonuç itibariyle, bombalamaların ardındaki beyin olduğundan şüphelenilen Usame Bin Ladin, James Bond filmlerinin çoğundaki baş suçlu olan, küresel yıkım eylemleri tezgahlayan Ernst Stavro Blofeld’in gerçek hayattaki muadili değil midir? Bu noktada şunu ha­tırlamak gerekir ki Hollywood filmlerinde bütün yoğunluğu içinde üretim sürecini bir tek, James Bond’un baş suçlunun gizli bölgesine sızıp burada yoğun emek harcanan (uyuşturucuların arıtılıp paketlen­mesi, New York’u havaya uçuracak bir roketin inşası) fabrikanın ye­rini tesbit ettiği zaman görürüz. Baş suçlunun Bond’u ele geçirdikten sonra, onu çoğunlukla yasadışı fabrikasında bir tura çıkarması, Hollywood’un bir fabrikadaki üretimin toplumcu-gerçekçi, gururlu sunumuna en yaklaştığı zaman değil midir? Bond’un müdahalesinin işlevi de, tabii ki, üretim mekanını havaya uçurarak “işçi sınıfının or­tadan kaybolduğu” bir dünyada sürdürdüğümüz gündelik hayat sure­tine dönmemizi sağlamaktır. DTM kulelerinin patlamasıyla, tehditkar Dışarı’ya yönelik bu şiddet bize geri dönmüş olmuyor mu?
Amerikalıların içinde yaşadıkları güvenli Küre, aynı zamanda hem kendilerini gözlerini kırpmadan feda eden hem de korkak olan, hem son derece zeki hem de ilkel barbarlar olan terörist saldırganla­rın oluşturduğu bir Dışarı’nın tehdidi altındaymış gibi deneyimlen­mekte. Ne zaman böyle katıksız kötü bir Dışarı’yla karşı karşıya gelsek, Hegel’in verdiği dersi onaylama cesaretini bulmamız gerekir: Bu katıksız Dışarı’da, kendi özümüzün imbikten geçirilmiş versiyonunu görmemiz gerekir. Son beş yüzyıldır, “medeni” Batı’nın (göre­ce) refahı ve huzuru, acımasız şiddet ve yıkımın “barbar” Dışarı’ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştır: Amerika’nın fethinden Kongo’daki katliama kadar uzanan uzun hikaye. Kulağa her ne kadar acımasız ve umursamaz gelse de, bu saldırıların gerçek etkisinin gerçek ol­maktan çok daha büyük ölçüde simgesel olduğunu, her zamankin­den fazla, aklımızda tutmamız gerekir: Afrika’da, her Allahın günü, DTM’nin çökmesinin bütün kurbanlarından daha fazla sayıda insan AİDS’ten ölüyor ve görece ufak mali önlemlerle bu insanların ölümü kolayca önlenebilir. ABD, Saraybosna’dan Grozni’ye, Ruanda’dan Kongo ve Sierra Leone’ye dünyanın dört bir yanında her gün olup bitenlerin çok küçük bir bölümünü yaşadı sadece. New York’taki du­ruma tecavüzcü çeteleri ve sokaklarda yürüyen insanlara körlemesi­ne ateş açan bir düzine kadar nişancıyı eklersek, on yıl önce Saray­bosna’nın nasıl bir durumda olduğuna ilişkin bir fikir edinebiliriz.
İki DTM kulesinin çöküşünü TV ekranından seyrettiğimizde, “re­ality TV şovları”nın sahteliğini görmek mümkün oldu: Bu şovlar “gerçek” olsa bile, insanlar bunlarda yine de rol yaparlar – kendile­rini oynarlar. Romanların klasik tekzibi (“bu metindeki kişiler kur­macadır, gerçek kişilerle her türlü benzerlik tesadüften ibarettir”), “reality şov” programlarına katılanlar için de geçerlidir: Gerçek ha­yat içinde kendilerini oynasalar da, orada kurmaca kişiler görürüz. “Gerçeğe dönüşe” farklı yorumlar da getirilebilir elbette: Bazı mu­hafazakarların, bizi böyle yaralanabilir hale getiren şeyin tam da açıklığımız olduğu iddialarını duymaya başladık bile – arka planda bundan çıkarılması gereken kaçınılmaz sonuç, “hayat tarzımızı” ko­rumak istiyorsak, özgürlüğün düşmanları tarafından “suistimal edi­len” özgürlüklerimizin bazılarını feda etmemiz gerektiğidir tabii ki. Bu mantık bütünüyle reddedilmelidir: Birinci Dünyalı “açık” ülke­lerimizin bütün insanlık tarihinde en çok kontrol edilen toplumlar olduğu bir. vakıa değil midir? İngiltere’de, otobüslerden alışveriş merkezlerine bütün kamu alanları sürekli kamerayla izleniyor; bü­tün dijital iletişim biçimlerinin neredeyse bütünüyle kontrol edildi­ğinden hiç bahsetmeyelim.
Yine George Will gibi sağcı yorumcular hemen, Amerika’nın “ta­rihten aldığı mola”nın sonunun geldiğini -gerçekliğin darbesinin li­beral hoşgörülü tutumun yalıtılmış kulesini ve Kültürel Araştırmalar okulunun metinsellik üzerindeki odağını paramparça ettiğini- ilan ettiler. Şimdi, bir darbe de biz indirmek, gerçek dünyadaki gerçek düşmanlarla cebelleşmek zorundayız, onlara göre… İyi de, darbeyi kime indireceğiz? Verilen cevap ne olursa olsun, hiçbir zaman doğ­ru hedefi vuramayacak, bizi tam olarak tatmin edemeyecektir. Ame­rika’nın Afganistan’a saldırmasının gülünçlüğü apaçık ortada: Dün­yadaki en büyük güç, köylülerin çorak tepelerde zar zor yaşamaya çalıştıkları, dünyanın en yoksul ülkelerinden birini imha ederse, bu iktidarsızlıktan kaynaklanan eylemin en uç örneği olmayacak mıdır? Aslında Afganistan ideal bir hedeftir: Zaten harabeye dönmüş, hiç­bir altyapısı olmayan, son yirmi yıldır savaşlar yüzünden tekrar tek­rar yıkılmış bir ülke … Afganistan tercihinin ekonomik kaygılar tara­fından da belirleneceği sonucuna varmak da kaçınılmaz: Tutulacak en iyi yol, insanın öfkesini, kimsenin umursamadığı ve yıkılacak hiçbir şeyi olmayan bir ülkeden çıkarması değil midir? Ne yazık ki büyük olasılıkla Afganistan’ın seçilecek olması, kaybettiği anahtarı­nı sokak lambasının altında arayan deli fıkrasını hatırlatıyor insana; adama anahtarını arkadaki karanlık köşede kaybettiği halde niye orada aradığı sorulunca “ama ışıkta aramak daha kolay oluyor” de­miş hani. Kabil’in şu anda zaten Manhattan’ın merkezi gibi görünü­yor olması son derece ironik değil mi?
Şu anda harekete geçip misillemede bulunma itkisine yenik düş­mek demek, tam da, 11 Eylül’de olup bitenlerin gerçek boyutlarıyla hesaplaşmaktan kaçmak demektir – gerçek amacı, bizi gerçekte hiç­bir şeyin değişmediğine inandırarak uyutmak olan bir eyleme giriş­mek demektir. Uzun vadeli gerçek tehditler, DTM binalarının çökü­şünün yanlarında soluk kalacağı başka kitlesel terör eylemleridir ­onun kadar seyirlik olmayan, ama çok daha korkunç eylemler. Bak­teriyolojik savaşa, ölümcül gazların kullanımına ne dersiniz, peki ya DNA terörizmi (sadece belli bir genoma sahip olan insanları etkile­yecek zehirler geliştirme olasılığı)? Çabucak öfke boşaltıcı eylemle­re girişmek yerine, şu zor sorularla hesaplaşmak gerekir: 21. yüzyıl­da “savaş” ne anlama gelecek? “Onlar”, eğer devletler ya da suç çe­teleri olmayacaksa, kimler olacak?
Burada karşılaşıldığı söylenen “medeniyetler çatışması” anlayışı kısmi bir hakikat içerir – ortalama Amerikalının şaşkınlığına bakın: “Nasıl oluyor da bu insanlar kendi hayatlarını bu kadar hiçe sayan bir tutum takınabiliyorlar?” Bu şaşkınlığın öbür yüzünde üzücü bir gerçek, yani Birinci Dünya ülkelerinde yaşayan bizlere, insanın uğ­runa kendi hayatını feda edebileceği kamusal ya da evrensel bir Da­va hayal etmenin bile gittikçe daha zor gelmesi yok mudur? Bomba­lamalardan sonra, Taliban dışişleri bakanı bile Amerikalı çocukların “acısını hissedebildiği”ni söylerken, Bill Clinton’ın alameti farikası olan bu tabirin hegemonik bir ideolojik rol oynadığını onaylamış ol­muyor mu? Sanki Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki yarıl­ma, gittikçe daha çok, maddi ve kültürel zenginlikle dolu uzun, tat­minkar bir hayat sürme ile kişinin kendi hayatını aşkın bir Dava’ya adaması arasındaki karşıtlık üzerinden gelişiyor gibi görünüyor.
Gelgelelim, bu “medeniyetler çatışması” anlayışı bütünüyle redde­dilmelidir: Bugün tanık olduğumuz şey, her medeniyetin kendi için­deki çatışmalardır. Üstelik İslam’la Hıristiyanlığın tarihine kıyasla­malı olarak şöyle bir baktığımızda, İslam’ın (anakronik bir terimle söylersek) “insan hakları sicili”nin Hıristiyanlığınkinden çok daha temiz olduğunu görürüz: Geçtiğimiz yüzyıllarda, İslam diğer dinlere karşı Hıristiyanlıktan çok daha hoşgörülü bir tutum takınmıştır. Ortaçağ’da, biz Batı Avrupalıların antik Yunan mirasına Araplar sa­yesinde tekrar ulaşabildiğimizi hatırlamanın da zamanıdır artık. Bu gerçekler, günümüzün korkunç eylemlerini hiçbir suretle haklı çı­karmasa da, İslam’ın “kendisi”ne kayıtlı bir özellikle değil, modem sosyo-politik koşulların sonucuyla karşı karşıya olduğumuzu açıkça kanıtlıyorlar.
Öteki’ne atfedilen bütün özellikler ABD ‘nin tam ortasında çoktan mevcuttur: Canice fanatizm mi? Bugün ABD’de, (kendi) Hıristiyan­lık(anlayış)larıyla meşrulaştırdıkları kendilerine özgü bir terör uy­gulayan iki milyondan fazla Sağcı popülist “fundamentalist” vardır. Amerika bir şekilde onları “barındırdığı”na göre, Oklahoma bomba­lamasından sonra ABD Ordusu’nun onları da cezalandırması mı ge­rekiyordu?
Jerry Falwell ve Pat Robertson’ın bombalamalara verdik­leri tepkiye; suçu hazcı materyalizme, liberalizme ve gemi azıya al­mış cinselliğe yıkıp bunu Tanrı’nın, Amerikalıların günahkâr hayat tarzlarını sürdürmeleri yüzünden ABD üzerindeki korumasını kal­dırmış olması olarak algılamalarına ve Amerika’nın layığını buldu­ğunu söylemelerine ne demeli?
Güvenli bir sığınak olarak Amerika mı?
Bir New Yorklu’nun, bombalamalardan sonra, artık şehrin sokaklarında emniyetle yürünemeyeceğini söylemesinin ironik yanı şudur ki, bombalardan çok daha önce, New York sokakları saldırıya uğrama ya da en azından soyulma tehlikesiyle meşhurdu – bomba­lamalar farklı bir şey yaptıysa o da yeni bir dayanışma hissinin ge­lişmesine genç Afro-Amerikalıların, caddeyi geçmesi için yaşlı bir Yahudi kadına yardım etmeleri gibi, daha birkaç gün önce hayal bi­le edilemeyecek sahnelere yol açmış olmalarıdır.
Şimdi, bombalamaların hemen ardından gelen şu günlerde, san­ki travmatik bir olay ile yarattığı simgesel etki arasındaki o eşsiz za­man diliminde -hani bir yerimiz çok derin kesilir de acısı dank et­meden önce kısa bir an geçer ya, ona benzer bir anda- ikamet edi­yoruz; olayların nasıl simgeselleştirileceği, simgesel etkilerinin ne olacağı, hangi eylemleri haklı çıkarmak için bunlara başvurulacağı belli değil. Burada, gerilimin son haddine vardığı bu anlarda bile, bu bağ otomatik değil, olumsal. Şimdiden ilk uğursuz işaretler ortaya çıktı bile; örneğin kamusal söylemin içinde eski Soğuk Savaş terimi “özgür dünyalının birdenbire yeniden dirilmesi gibi: Şimdi “özgür dünya” ile karanlık ve terör güçleri arasında bir mücadele varmış. Burada sorulması gereken soru şudur elbette:
Özgür-olmayan dün­yaya ait olanlar kim peki?
Mesela, Çin ya da Mısır bu özgür dünya­nın birer parçası mı? Asıl mesaj, tabii ki, Batılı liberal-demokratik ülkeler ile tüm diğerleri arasındaki eski ayrımın bir kez daha günde­me getirildiğidir.
Bombalamanın ertesi günü, Lenin hakkındaki uzunca bir yazımı basmak üzere olan bir dergiden, yazının yayımını ertelemeye karar verdiklerini söyleyen bir mesaj aldım – bombalamanın hemen ardın­dan Lenin hakkında bir yazı yayımlamanın uygunsuz kaçacağını dü­şünmüşler. Bu, ardından uğursuz ideolojik gelişmelerin, 70′Ierin Al­manyası’ndakinden daha güçlü ve daha yaygın yeni bir Berufsver­bot’un (radikalleri istihdam etme yasağının) yaşanacağını mı göste­riyor? Bugünlerde, şimdi bir demokrasi mücadelesi verildiği cümle­si sık sık duyuluyor – doğru, ama bu cümleyle genelde kastedilen şeyler kastedilmiyor. Daha şimdiden kimi Solcu arkadaşlarım böyle zor anlarda başımızı eğip kendi gündemimizi dayatmamanın daha iyi olacağını yazdılar bana. Kriz karşısında başını kuma gömmeye yönelik bu eğilime karşı, Solun şimdi daha iyi bir analiz sunması ge­rektiğinde ısrar edilmelidir – aksi takdirde, Sol, gayet sıradan insanların yaptıkları gerçek kahramanlıklar (sözgelimi, rasyonel bir ahla­ki eylem modeli sunarak, uçak kaçıranları etkisiz hale getiren ve uçağın erken düşmesini sağlayan yolcuların yaptığı gibi: İnsan kısa bir süre içinde ölecekse, cesaretini toplayıp başka insanların ölmele­rini engelleyecek şekilde ölmelidir. .. ) göz önünde bulundurulduğun­da, siyasi ve ahlaki yenilgisini peşinen ikrar etmiş olur.
Ya her yerde işitilen “11 Eylül’den sonra hiçbir şey eskisi gibi ol­mayacak” lafına ne demeli? Bu cümlenin arkasının hiçbir zaman ge­tirilmemesi manidardır – aslında ne söylemek istediğimizi bilmedi­ğimizde “derin” bir şeyler söylermiş gibi yapmayı sağlayan içi boş bir jestten ibarettir. O zaman buna vereceğimiz ilk tepki “Sahi mi?” demek olmalıdır. Oysa gerçekten değişen tek şey, Amerika’nın ne tür bir dünyanın parçası olduğunu anlamak zorunda kalması değil mi? Öte yandan, algıdaki bu tür değişiklikler her zaman belli sonuçlar yaratır, çünkü içinde bulunduğumuz durumu algılama biçimimiz, onun içinde harekete geçme biçimimizi belirler. Siyasi bir rejimin dağılması süreçlerini, örneğin 1990′da Doğu Avrupa’daki Komünist rejimlerin yıkılışını hatırlayalım: Belli bir anda, insanlar birdenbire oyunun bittiğinin, Komünist’lerin kaybettiğinin farkına vardılar. Ko­puş tamamen simgeseldi; “gerçeklikte” hiçbir şey değişmemişti – yi­ne de, o andan itibaren, rejimin nihai olarak çökmesi birkaç günlük bir mesele haline gelmişti … Ya 11 Eylül’de aynı tür bir şey olduysa?
Bu olayın ekonomide, ideolojide, siyasette, savaşta nasıl sonuç­lar yaratacağını henüz bilmiyoruz, ama bir şey kesin: Şu ana kadar kendisini bu tür şiddete karşı şerbetli, bu tür şeyleri sadece TV ekra­nının güvenli mesafesinden seyreden bir ada olarak algılamış olan ABD, artık doğrudan işin içindedir. O zaman alternatifler şöyledir: Amerikalılar “küre”lerini daha da fazla tahkim etmeye mi karar ve­recekler, yoksa ondan çıkmayı göze almaya mı? Amerika’ya “Bu ne­den bizim başımıza geldi? Burada böyle şeyler olmaz!” şeklindeki o son derece ahlaksızca tutumda ısrar edecek, hatta bu tutumu güç­lendirerek tehditkar Dışarı’ya karşı daha çok saldırganlık gösterme­ye, kısacası paranoyaklığı eyleme dökmeye yönelecek; ya da en ni­hayet onu Dış Dünya’dan ayıran fantazmatik Perde’nin ardından çık­mayı göze alacak, Gerçek dünyaya geldiğini kabul edecek ve “Bu­rada böyle şeyler olmamalı!,’dan “Böyle şeyler hiçbir yerde olma­malı!” tavrına o çok gecikmiş geçişi yapacaktır. Bombalamalardan çıkarılması gereken asıl ders budur: Bu olayların burada bir daha ol­mamasını sağlama almanın tek yolu, bunların başka herhangi bir yerde olmasını önlemektir. Kısacası, Amerika bu dünyanın bir par­çası olarak kendi yaralanabilirliğini tevazuyla kabullenmeyi öğren­meli, sorumluları cezalandırma işini cana can katan bir misilleme olarak değil, üzücü bir görev olarak yapmalıdır.
Amerika’nın “tarihten aldığı mola”, sahte bir molaydı: Ameri­ka’nın huzuru, felaketlerin başka yerlerde devam etmesi sayesinde satın alınmıştı. Bugünlerde, hakim bakış açısı, Dışarı’dan gelip vu­ran o ağza alınmaz Kötülük’ün karşısındaki masum bakışınkidir – bu bakış karşısında, yine cesaretimizi toplayıp ona Hegel’in şu ünlü düsturunu uygulamamız gerekir: Kötülük, her yanında Kötülük gö­ren masum bakışın kendisindedir (de).
Başkan Bush seçim kampanyası sırasında, hayatındaki en önem­li kişinin İsa olduğunu söylemişti. Şimdi bunu cidden söylediğini kanıtlamak için eline eşsiz bir şans geçti: Tüm Amerikalılar için ol­duğu gibi, onun için de, “Komşunu sev”, “Müslümanları sev!” anla­mına gelmelidir! Yoksa hiçbir anlamı yoktur.

Kaynak:
Kırılgan Temas- trc:Bülent Somay,Tuncay Birkan Metis yayınları / Üçüncü Basım / Mayıs 2011, sh:293-301



Bugün tehdit altında olan, sadece Tarihin sürekliliği değil şahit olduğumuz, bizzat Tabiatın sonu gibi bir şey. Yakın zamanlarda Pakistan’da vuku bulan su baskınlarının ya da Rusya’daki yangınların etkisi Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısından çok daha feci. Yoğun nüfuslu dev bir toprak parçasının sular altında kaybolması ve böylelikle milyonların yaşam alanlarının temel koordinatlarını yitirmesi, bunu bizzat yaşamamış kişi için hayali güç bir olay: Toprak, sadece üstündeki tarlalarla değil ama oralarda yaşayanların rüyalarının malzemesini teşkil eden kültürel anıtlarla birlikte ortadan kalkmıştır ve böylelikle insanlar, suyun orta yerinde kalmış olmakla birlikte, sudan çıkmış balık gibidirler. Aynı şekilde, sokağa çıkıp solumanın artık tehlike arz ettiği Moskova gibi bir megapolde kişinin neler hissettiğini hayal etmek de çok güçtür binlerce kuşağın hayatlarının en aşikar temeli olarak gördüğü çevreler çatırdamaya başlamış gibidir. Tabii yüzyıllardır benzer afetlerin varlığını biliyoruz, hatta bunların bir kısmı tarihöncesidir. Ancak bugün yeni olan bir şey var: Artık biz, “büyüsünü yitirmiş” din-sonrası bir çağda yaşadığımız için bu türden afetleri, büyük doğal döngünün bir parçası ya da tanrısal gazabın bir ifadesi olarak anlamlandıramıyoruz bunlar artık, çok daha dolaysız bir biçimde, açık bir nedeni olmayan yıkıcı bir öfkenin anlamsız müdahaleleri olarak yaşantılanıyor. Fukusima nükleer santralının civarında yaşayan Japonların yaşantıladığı çıkmazı tahayyül edelim yıkım ve radyasyon, artık basit tabii felaketler olarak değil, Tabiatın sonu, tabii döngülerdeki derin bir bozukluk olarak yaşantılanmaktadır. Bu durumla kıyaslamak üzere, William James’in depreme verdiği tepkiyi nasıl anlattığına bakalım:
“Neşe ve hayranlıktan başka bir şey hissetmedim. Neşe, ‘deprem’ gibi soyut bir fikrin somutlanıp duyumsanır gerçekliğe tercüme edildiği zaman kazandığı canlılıktan ötürü /.../ ve hayranlık hissi de böylesi bir sallantıya rağmen, şu çelimsiz küçük ahşap evin kendini birarada tutmasından, dağılmamasından ötürü. Yüreğimde bir dirhem olsun korku yoktu; deprem tam bir zevkti, hoş gelmiş sefalar getirmişti.”
Yakın zamanlarda hayat alanlarını ta temellerinden sarsan depremi Japonlar’ın hissediş şeklinden ne kadar uzağız, bu alıntıda. Zaten, biyogenetikteki büyük buluşlardan çıkan ders de Tabiatın sonunun geldiği değil miydi? Gelişmelerini düzenleyen genetik mekanizmalara ulaşabilir hale geldiğimizde doğal organizmalar, teknolojik manipülasyonlara boyun eğen nesnelere dönüşecek. Sigmund Freud “medeniyetin memnuniyetsizliğinden söz etmişti insan denilen hayvan, medeni hayatın talep ettiği kısıtlar altında asla huzur bulamıyor, insanların içindeki bir şey daima medeniyete başkaldırıyor, diyordu. Çağda bilim ve teknolojinin getirdikleriyle birlikte memnuniyetsizlik, kültürden bizzat tabiata yöneliyor: Nüfuz edilemeyen yoğunluğunu kaybettikçe insani formunda olsun ya olmasın tabiat gayri tabiileşiyor. Bu haliyle bize, herhangi bir anda patlayıp felaketli istikametlere doğru saçılabilecek kırılgan bir mekanizma gibi görünüyor.
Günümüzde bilim ve teknoloji, hedefini doğal süreçleri anlamak ve yeniden üretmekle sınırlamıyor; bizi şaşırtacak yeni hayat biçimleri yaratmayı da hedefliyor. Amaç artık, (olduğu şekliyle) tabiata efendilik yapmaktan ibaret değil; amaç, alışageldik tabiattan buna kendimiz de dahil daha büyük, daha güçlü, yeni bir şey yaratmak doğal olamayan metotlarla üretilmiş tüm ucubeler, deforme inek ve ağaçlar, ya da, daha olumlu bir rüyadan örnek verelim, genetik manipülasyona uğratılmış organizmalar, hep işimize gelen bir istikamette “geliştirilmiştir. Acaba, nanoteknolojik deneylerin hangi öngörülmemiş sonuçlara gebe olduğunu tahayyül edebilecek miyiz: Kontrol dışı, kanser benzeri biçimlerde kendini yenide nüreten yeni yaşam biçimlerini?
Radikal ekolojinin perspektifinden bakıldığında, işbu “tabiatın sonu” hali, Darvinizm’in temel dersi akılda tutularak tüm risk ve açılımları ile kabul edilmelidir: Tabiatın nihai öngörülmezliği. Biosfer üzerinde tam bir denetim sağlamayı beceremiyoruz; buna karşılık, maalesef, tabiatı çığrından çıkartabilir, dengesini bozup çıldırmasına ve arada bizi de süpürüp atmasına yol açabiliriz. Örnek, yakınlarda Batı Sibirya’da keşfedilen dev donmuş turbalık (Fransa’yla Almanya’nın toplamı büyüklüğünde): Bu turbalık çözült meye başladı; bu hal, ihtimaldir ki, karbon dioksitten yirmi kez daha reaktif bir sera gazı olan metandan milyarlarca tonu atmosfere salıverecek./ Bu hipotez üzerine düşünürken, bir yandan da Mayıs 2007 tarihli bir raporu13 da okumak gerek.
Radyasyonla Beslenen Mantarlar
Albert Einstein College of Medicin’deki araştırmacılar, bu makalede, bir kısım mantarın radyoaktiviteyi besin üretmek ve büyümelerini hızlandırmak amacıyla kullanma kapasitesine sahip olduğuna dair bulgular aktarıyor. Araştırmacıların ilgisini çeken şey, beş yıl önce, o sırada hâlâ yüksek radyoaktivite saçan Çernobil’deki reaktöre gönderilen bir robotun, yıkılan reaktörün duvarından aldığı siyah, melanin açısından zengin mantar örnekleriyle dönmesiydi. Araştırmacılar bundan sonra pek çeşitli mantarlar kullanarak bir dizi deney yaptılar. Biri melanin üretmeye zorlanan, diğeriyse tabii olarak melanin içeren iki tip mantar, iyonizasyona yol açan radyasyonun normal düzeyinin yaklaşık 500 katına tabi tutuldu; melanin içeren türlerin her ikisi de normal radyasyon seviyesindekine nisbetle kayda değer ölçüde hızlı büyüme kaydetti. İncelemelerini sürdüren araştırmacılar, melaninin, radyasyona maruz bırakıldıktan sonraki elektron spin rezonansını ölçtüler ve radyasyonun elektron yapısını değiştirecek şekilde melaninle etkileştiğini tespit ettiler ki bu, besin üretmek üzere radyasyonu zapt edip bir başka enerji formuna dönüştürmekte kritik bir adımdır. Böylelikle, radyasyon yiyen mantarı gelecek uzay yolculuklarının menüsüne eklemek yollu fikirler de dolaşıma girmiş bulunuyor: Iyonizasyona yol açan radyasyon, uzay boşluğunda bolca mevcut bulunduğundan, uzun sürecek uzay yolculuklarında ya da başka gezegenlerin kolonizasyonu esnasında astronotlar, tükenmez bir besin kaynağı olarak mantardan yararlanabilir...
Bu ihtimal karşısında dehşet hissine teslim olmaktansa, böyle durumlarda kişinin zihnini yeni olanaklara açık tutmasında fayda var. Unutmamalı ki “tabiat”, ihtimallere gebe, çokyüzlü bir mekanizma; tıpkı Altman’ın Sosyeteden İnsan Manzaraları’ında [Short Cuts] feci bir araba kazasının hiç akılda olmayan bir arkadaşlığa yol açtığı gibi tabiatta da felaketler beklenmedik olumlu sonuçlar da yaratabilir.
Futur anterieur’de [Gelecekte bitmiş zaman kipi]
Çevreciliği, “Batıyı kahreden ve sürekli genişleyen bir ruhi boşluğu doldurmak üzere şehirli ateistlerin benimsediği köktenci bir din”[ Adam Morton, “Sceptics Shadow of Doubt” The Age (Sidney), 2 Mayıs 2009, s. 4.] diye reddetmek kolay olmakla birlikte, ekoskeptiklere holokost inkarcılarının bir başka versiyonu gibi davranmak için hiçbir neden yok.
Global ısınma ile ilgili olarak ekoskeptiklerden öğrenilmesi gereken ikili bir ders var:
(1) Ekolojik kaygılara fiilen ne kadar çok ideolojik yatırım yapıldığı;
(2) faaliyetlerimizin doğal çevreler üzerindeki etkileri hakkında fiilen ne kadar az bilgimiz olduğu.
Ancak, bu “ucu açık” tarih mefhumu bile yetersiz kalıyor. Çizgisel tarihi evrimin ufkunda düşünülmez olan şey, geçmişe şamil olarak kendi varlığının imkanını başlatan seçim/eylem mefhumudur: Radikal bir Yeni’nin ortaya çıkmakla geriye dönük olarak geçmişi değiştireceği fikri tabii kasıt, aktüel geçmiş değil (burada bilimkurgu yapmıyoruz); kasıt, geçmişteki ihtimaller, ya da daha formal terimlerle ifade edecek olursak, geçmişe değin modal önermelerin değeri. Jean- Pierre Dupuy’un yaklaşımı şu ki, eğer (sosyal ya da çevresel) bir felaket tehdidi ile kozumuzu gereğince paylaşmak istiyorsak şu “tarihi” zaman- sallık mefhumundan da kurtulmamız gerekiyor: Yeni bir zaman mefhumunu devreye sokmak zorundayız. Dupuy bu zamanı “bir projenin zamanı” diye, geçmişle gelecek arasındaki bir kapalı devrenin zamanı diye adlandırıyor: Gelecek, geçmişteki eylemlerimiz tarafından rastlantısal olarak üretilir, bu sırada bizim eylemimiz de gelecekle ilgili kestirimimiz ve bu kestirime verdiğimiz tepki tarafından belirlenir.
“Felaketin kaydı geleceğe, şüphesiz, bir kader olarak düşülür ama olumsal bir kaza olarak da: Futur anterieur’de [Gelecekte bitmiş zaman kipi] zorunluluk kimliğinle gözükse de bu felaket vuku bulmayabilirdi. /.../ eğer sıradışı bir olay, örneğin bir felaket, cereyan etmişse, artık cereyan etmemiş olması mümkün değildir; ama henüz vuku bulmadığı sürece bu olay kaçınılmaz değildir. Öyleyse, olayın kaçınılmazlığını geçmişe dönük olarak yaratan şey, onun gerçekleşmesidir - vuku bulmuş olmasıdır.’’
[Jean-Pierre Dupuy, Küçük Tsunami Metafiziği, Paris: Seuil 2005, s. 19.]
Dupuy, Fransa’da 1995’te yapılan başkanlık seçimlerini örnek veriyor; ülkenin başlıca kamuoyu araştırma kurumunun Ocak tarihli öngörüsü şöyle:
“Eğer, önümüzdeki 8 Mayıs’ta Madam Balladur seçilecek olursa, başkanlık seçiminin sonucunun vukuundan önce karara bağlanmış olduğu söylenebilir”
 Eğer –hasbelkader- bir olay cereyan edecek olursa, kendisiyle birlikte onu kaçınılmaz gösteren olaylar zincirini de yaratacaktır. Hegel’deki olumsallık zorunluluk diyalektiği “in nuce” budur, altta yatan zorunluluğun kendini zahirinin tesadüfî oyunları içinde ve bunlar vasıtasıyla ifade ettiğine dair beylik lafız değil. Bu anlamda, kader tarafından belirlenmiş olmakla birlikte, kaderimizi seçmekte özgürüz. Dupuy, ekolojik krize de böyle yaklaşmamız  gerektiğini söylüyor: Felaket ihtimalleri hakkında “realistik” tahminlerde bulunarak değil, sözün eksiksiz Hegelci anlamında, çevre felaketini bir Kader olarak kabul etmek suretiyle: Balladur’un seçilmesi gibi, eğer felaket gerçekleşecek olursa, gerçekleşmesinin vukuundan önce tayin edildiği söylenebilecektir. Kader ve özgür eylem (“eğer’i kaldırmak üzere) demek ki kol kola gitmektedir: Özgürlük, en radikal şekliyle, kişinin Kaderini değiştirme özgürlüğüdür.
Öyleyse, Dupuy’un felaketle nasıl yüzleşmemiz gerektiğine dair önerisi de şöyle oluyor: Önce felaketi kaderimiz gibi, kaçınılmaz bir olay olarak, anlamamız ve bunu takiben de kendimizi bu kadere yerleştirerek, onun nokta-i nazarını kabul ederek geçmişe şamil olmak üzere onun geçmişine (geleceğin geçmişine) karşı olgusal ihtimaller (“şunu şunu yapsaydık, içinde bulunduğumuz felaket vuku bulmazdı.”) eklememiz ve son olarak da, bugünden bu karşı-olgusal ihtimallere dayalı eylemler üretmemiz gerekir.
İhtimaller seviyesinden bakıldığında, geleceğimizin yazgısı karadır, felaket vuku bulacaktır, kaderimizdir o ancak bundan sonra, bu kabulün ön planında, bizzat bu kaderi değiştirecek aksiyon için seferber olmalı ve böylelikle geçmişe yeni bir ihtimal yerleştirmeliyiz. Paradoksal ama felaketi engellemenin yegane yolu, onu kaçınılmaz kabul etmektir. Badiou’ya göre bir olaya sadakatin kipi “futur anterieur” dur: Kendini geleceğe doğru sollayarak geçen kişi, bugünkü eylemlerini, gerçekleşmesini istediği gelecek sanki şimdiden vakiymiş gibi düzenler. İşbu döngüsel futur anterieur stratejisi, aynı zamanda, bir felaket ihtimali (mesela, bir ekolojik felaket) karşısında yegane gerçekten efektif stratejidir: “Gelecek ihtimallere açıktır, hâlâ eyleme geçmek ve fecaatin büyüğünden kaçınmak için zamanımız var,” demek yerine kişi, felaketi kaçınılmaz olarak kabul etmeli ve sonra da kaderimiz namına “yıldızlarda yazılı” olanı geçmişe şamil olmak üzere silmek üzere geçmelidir.
Fransızcada “gelecek” anlamına gelen iki ayrı sözcük var ki bunları İngilizceye anlam kaybı olmadan çevirmek mümkün değil: futur ve avenir.
Futur şimdiki zamanın bir devamı, mevcut eğilimlerin tam bir aktüalizasyonu anlamında gelecek demekken; avenir, daha çok, bugünle radikal bir kopuşa, süreksizliğe işaret eder. Avenir, “gelmek” fiilindeki gibi gelecek olan /avenir/ anlamını taşır, sadece olacak olan anlamında değil. Farz edelim, günümüzün kıyamet benzeri global durumunda “geleceklin nihai ufku, Jean-Pierre Dupuy’un distopik “sabit nokta”sı, ekolojik yıkımın, global ekonomik ve sosyal kaosun sıfır noktası vb. olsun gelmesi süresiz olarak ertelenebilse bile bu sıfır noktası, kendi haline bırakıldığında gerçekliğimizin esas “atraktoru”udur. Bu felaketle savaşmanın yolu, felaketli “sabit nokta”ya doğru işbu kayışı kesintiye uğratan ve radikal bir Başkalık’ın ‘gelmesi’ için risk alan eylemlerden geçmektedir. Burada “gelecek yok” sloganındaki çokanlamlılık da görünür hale gelmektedir: Daha derin bir düzlemde slogan, ihtimallere kapalılığa, değişimin imkansızlığına değil, tersine, uğrunda çabalamamız gereken şeye işaret etmektedir felaketli “gelecek”in savunmasını kırmaya ve böylelikle Yeni bir şeyin “gelmesi”ne.
Yirminci yüzyılda Sol, ne yapması gerektiğini (proletarya diktatörlüğünü kurmak, vb.) biliyordu, ancak bunun için bir fırsatın doğmasını sabırla beklemek zorundaydı. Bizim durumumuzsa, bu sevimsiz halin tam tersidir. Bugün biz, ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz buna mukabil hemen şimdi eyleme geçmek zorundayız; zira eylemsizliğin sonuçları feci olabilir. Bugün biz, hepten uygunsuz koşullar altında, Yeni’nin gayyasına doğru adımlar atmak; sırf Eski’nin iyi yanlarını korumak için bile Yeni’nin özelliklerini yeniden icad etmek zorundayız. 1920’lerin ilk yıllarında Gramsci’nin yazılarını yayımladığı derginin adı Ordine Nuovo ’ydu (Yeni Düzen) sonraları bu isim aşırı Sağ tarafından iç edilecekti. Bu iç etme eyleminden hareketle, Gramsci’nin kullandığı adın altında yatan “doğru”nun kendini ortaya koyduğunu düşünmek ve, otantik bir Solun isyankar özgürlüğüne aykırı bulup hepten terk etmek yerine, her devrimin bir kere başarılı oldu mu kurmak zorunda kalacağı yeni düzeni tanımlamaktaki zorluğun bir endeksi sayıp bu ada geri dönmek gereklidir. Özetle, içinde yaşadığımız zamanlar, Stalin’in atom bombasını anlatmak için kullandığı sözlerle karakterize edilebilir: Sinirleri zayıf kişilere göre değil.
Bütün bunlardan çıkarılacak temel ders şu ki, insanlık daha “plastik” ve konargöçer bir tarzda yaşamaya hazırlıklı olmak zorundadır: Çevredeki yerel ve global değişimler, benzeri görülmemiş geniş-çaplı toplumsal transformasyonları zorunlu kılabilir. Diyelim dev bir volkanik patlama tüm bir İzlanda’yı yaşanmaz hale getirdi: İzlanda halkı nereye göçecek?
Hangi koşullarda?
Onlara kendilerine ait bir toprak parçası mı verilecek yoksa İzlandalılar dünyanın şurasına burasına mı dağıtılacak?
Ya da Kuzey Sibirya bugünkünden daha yaşanır ve tarıma uygun hale geldi, Sahra’nın Güney bölgeleri ise büyük bir nüfusu beslemek için fazla kuraklaştı buralardaki nüfusun hareketi nasıl örgütlenecek?
Geçmişte benzer şeyler olduğunda sosyal değişim vahşi ve spontan şekillerde, şiddet ve yıkım eşliğinde, cereyan etmişti böyle bir ihtimal bugünün koşullarında, tüm ulusların elinde kitle imha araçları varken, büyük bir felaket demektir. Şurası açık: Ulusal egemenliğin radikal bir şekilde yeniden tanımlanması ve global işbirliğinin yeni formlarının icad edilmesi gerekiyor. Peki, yeni iklim koşullarının ya da su ve enerji kaynaklarındaki bir kıtlığın zorunlu kılacağı muazzam iktisadi ve tüketimsel değişiklikler ne olacak? Hangi karar alma süreçleri ile bu değişimlere karar verilecek ve bunlar uygulanacak? Böylesi projelere girişmeye hazır mıyız?
Nicholas Stern, iklim krizini “insanlık tarihinin en büyük pazarlama fiyaskosu’’ diye nitelerken haklıydı. Yakınlarda Kishan Khoday adlı bir BM grup lideri bir yazısında şöyle diyor: “Yükseliş halinde bir global çevresel yurttaşlık ruhu ve iklim değişikliğini tüm insanlığın ortak kaygısı olarak görme arzusu var.”
Burada “global yurttaşlık” ve “ortak kaygı” terimlerini olanca ağırlığı ile anlamak gerek global bir politik örgütlenmeye ve piyasa mekanizmalarını nötralize edip yönlendirecek bir katılıma duyulan ihtiyaç, sözün gerçek anlamıyla komünist bir perspektif anlamındadır. “Ortak mülkiyet’e yapılan işbu atıf Komünizm mefhumunu diriltmenin de bir haklı gerekçesi olarak görülmelidir: Bu atıf, ortak olanın durmadan “çevrilip kapatılması” sürecininin, bu meyanda mülklerinden mahrum bırakılanların da proleterleştirilmesi süreci olduğunu görmemizi sağlar. Toplumlarımızdaki çeşitli proleterleşme süreçlerinin bir kıyamet noktasına doğru ilerlediği de artık bir sır sayılmaz: Ekolojik çöküş, insanların biyogenetik tarafından manipüle edilebilir makinelere indirgenmesi, hayatlarımız üzerinde mutlak dijital kontrol... Günümüzün tarihi durumu, bizi proletarya mefhumunu terke falan zorlamıyor; tersine, tarihi durumumuz bizi bu mefhumu Marx’ın bile muhayyilesini zorlayacak bir varoluşsal seviyeye dek radikalize etmeye zorluyor.
Kaynak:

Slavoj ZIZEK, Kıyametin Versiyonları, İngilizce Orijinali Versions of the Apocalypse Çeviren: Mehmet Budak, ENCORE, 2012,İstanbul, sh:59-76

‘BİLİNMEYEN BİLİNENLER’, BİLDİĞİMİZİ BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLER: Slavoj ZIZEK
Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “inşallah ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye beddua edilirmiş.
Kaçınmamız gereken bir çifte tuzakla karşı karşıyayız: Bir yanda, çevre felaketlerini bilim ve teknoloji yoluyla çözülebilir bir probleme indirgeyerek ekolojiyi “ideolojik olmaktan çıkarma” [de-ideologize] eğilimi; diğer yanda da, ideolojiyi New Age mitolojisi usulü “tinselleştirme” eğilimi.
Bu iki yaklaşım, ekolojik problemin ekonomik, politik ve ideolojik köklerini açıklayan somut bir sosyal analizi paylaşıyor. Bilim şarttır, ancak işi bilime bırakamayız: Hayatlarımızı nasıl dönüştürmemiz gerektiğini söyleyemez bize. Çünkü bu dönüşüm, nasıl bir hayat sürdürmek istediğimize ilişkin sosyopolitik “normatif’ fikirlere dayanmak zorundadır. Öyleyse birbirine çatışır gözüken bir dizi çözümü yetersiz bulmak ve reddetmek zorundayız: Ekolojik tehditlere tamamen teknik ve yeni üretim biçimleri (nanoteknoloji) ve yeni enerji biçimleri ile çözülesi problemlerimiz gibi muamele etmek yeterli olmadığı gibi, dolaysız bir New Age ruhiyatçılığı da meseleyi halletmez. Kapitalizmin ekolojik bir yeniden örgütlenmesini talep etmek yeterli olmadığı gibi, modem öncesi organik bir topluma ve onun bütüncül bilgeliğine dönmek de meseleyi halletmez. İhtiyaç duyduğumuz şeylerden birincisi, durumumuzun benzersizliğine yeni gözlerle bakmaktır. Her ne kadar kapitalizm, sonsuz bir uyarlanabilirliğe sahipse de (akut bir çevre krizi durumunda mahut uyarlanırlık, ekolojiyi kolayca kapitalist bir yatırım ve rekabet sahasına çevirmektedir), karşı karşıya olduğumuz riskin tabiatı pazar esaslı bir çözümü tamamen dışlamaktadır.
Neden?
Çünkü kapitalizm, çok belirli sosyal şartlar altında çalışır: Pazarın “görünmez eli”ne duyulan bir güvene dayalıdır, bu güven de bir çeşit Aklın Kurnazlığı gibi, bireysel egotizmlerin kamu yararına hizmet etmesini güvence altına alır. Ancak şimdilerde radikal bir değişimin orta yerindeyiz: Bugün misli benzeri görülmemiş bir ihtimal ufukta belirmiş bulunuyor — bir ekolojik felaket, ölümcül biyogenetik mutasyon, nükleer savaş ya da benzeri bir askerisosyal belayı tetikleyen insanoğlunun müdahalesiyle dünyanın akışının felakete doğru bir şekilde değişmesi olası. Artık eylemlerimizin kapsamının sınırlı olduğu varsayımına bel bağlayamayız: Artık, biz ne yaparsak yapalım, tarihin umursamadan yoluna devam edeceği doğru değil.
Günümüzde sık sık, bilimsel uzmanlığın sağladığı bilgilere fazlaca güvendiğimiz, buna mukabil bize bilimsel-teknolojik yaklaşımda bir şeylerin hatalı olduğunu söyleyen içgüdülerimize yeterince güvenmediğimiz iddia ediliyor. Ancak problem, çok daha derinlerde; problem, bizzat, bildiğimiz şekliyle sıradan yaşantılar dünyasına uyumlanmış ve bu yüzden de gündelik gerçekliğin akışının gerçekten bozulabileceğine inanmayı bir türlü beceremeyen aklı selimin güvenilmezliğinde yatıyor. Bu noktada tutumumuz, garip bir şekilde çatallanıyor:
“Gayet iyi biliyorum ki (küresel ısınma tüm insanlık için bir tehdit oluşturuyor), ama yine de ... (buna gerçekten inanamıyorum).”
“Aklımın dolaysız bağlarla bağlı olduğu çevreme şöyle bir bakmak yeterli: Yeşil otlar ve ağaçlar, rüzgarın ıslığı, gün doğumumsan bütün bunların gün gelip bozulacağına inanabilir mi? Ozon delindiğinden dem vuruyorsunuz  ancak ben göğe ne kadar bakarsam bakayım, delik falan görmüyorum; tek gördüğüm, hep o gri ya da mavi gökyüzü.”
Bir kısım çiftçinin Çernobil faciasının olduğu yerlerde hayatlarını her zamanki gibi sürdürmesine şaşmamalı  bunlar, radyasyon denilen nesne hakkındaki anlaşılmaz muhabbeti duyuyor, ama kulak asmıyorlar.
Her tarafta patır patır riskler beliriyor ve biz de bunlarla başa çıkar diye bilim insanlarına güveniyoruz. Problem tam da burada: Bilimcilerin bilmesi gerek, ama bilmiyorlar işte.
Bilimin toplumlarımızdaki yayılımının iki beklenmedik özelliği var: Bizler, en mahrem tecrübelerimizde bile (cinsellik ve din) bilime gittikçe fazla itimat ederken, bizzat bilimin bu heryerdelik hali, bilimsel bilgiyi de çok sayıda çatışan açıklamadan oluşan tutarsız bir alana çeviriyor. Sıkça kullanılan “uzman görüşü” terimi de bu yeni durumun bir belirteci: Eskiden, biz sıradan ölümlülerin türlü çeşitli görüşleri olurdu da tek, evrensel ve bilimsel doğruyu, döner bilim insanlarından beklerdik. Günümüzün yeni biliminden duyup duyacağımızsa bir dizi çatışan “uzman görüşü” oluyor... Bu durumda, Avrupa’da uçuş yasaklarının kalkmasından bir hafta sonra, medyada, bu kez bir başka “uzman görüşü”ne dayanan, ve Avrupa üstünde gerçekten tehlike arz eden bir volkanik kül bulutunun falan zaten hiç oluşmadığını söyleyen haberleri okumanın da şaşırtıcı bir yanı kalmıyor  bütün yaygara, bir panik reaksiyonundan ibaretmiş meğer.
Mesele kime inanacağımızı bilmemekte: Ekolojik bozulmanın etkilerini bizzat hissetsek bile (ötede bir kuraklık, beride alışılmadık derecede şiddetli bir fırtına) uzmanların bu sonuçlarla onların nedenleri arasında kurduğu bağlantılar, biz sıradan insanlar için aşikar olmaktan uzak kalıyor.
Bilimin işbu çaresizliğini bir yandan açığa vuran ve öte yandan da uzmanların verdiği teminatların oluşturduğu aldatıcı bir perdeyle örten paradigmatik kategorinin adı, “sınır değeri”dir. Çevreyi korkmadan ne kadar daha kirletebiliriz, daha ne kadar fosil yakıt yakabiliriz, zehirli bir maddenin ne kadarı sağlığımız için tehdit oluşturmaz... (bir de ırkçı bir versiyon ekleyelim, topluluğumuza, kimliğimizi tehlikeye atmadan, daha ne kadar yabancıyı entegre edebiliriz)? Burada karşılaştığımız apaçık problem, durumun şeffaf olmaması nedeniyle, her sınır değerinde keyfi ve kurgusal bir yan bulunmasıdır doktorların önerdiği azami kan şekeri değerinin doğru değer olduğundan, bunun üstüne çıktık mı tehlikeli alana girdiğimizden, altında kaldığımızda güvende olduğumuzdan, emin olabilir miyiz? Ya da global sıcaklıkta 2 dereceyi aşmayan bir artışın tolere edilebileceğinden, bunun üstününse felaketlere yol açacağından?
Durumu daha da karmaşıklaştıran şey, ekolojik tehditlerin birçoğunun bizzat bilim ve teknoloji tarafından yaratılması (endüstrinin ekolojik sonuçları, kontrolsüz biyogenetiğin psişik sonuçları, vb.). Ama, modern bilimi suçlamak da burada fazla basit kaçıyor: Bilimler hem riskin kaynağı (kaynaklarından biri), hem tehditleri anlamak ve tanımlamakta kullanabileceğimiz yegane araç ve hem de tehditlerle başa çıkmakta, bir çıkış yolu bulmakta yararlanacağımız kaynak (kaynaklardan biri). Global ısınmadan bilimsel-teknolojik toplumu sorumlu tutsak bile, sadece bu tehdidi kaldırmak için değil, çoğu kez tehdidin farkına varmak için bile dönüp dolaşıp yine bu bilime başvuracağız  gökyüzündeki “ozon deliği”ni sadece bilim insanları görebiliyor, örneğin. Richard Wagner’in Parsifal’indeki “yarayı sağaltan onu açan kargıdır, yine” dizesi yeni bir bağlam kazanıyor: Bilim-öncesi holistik bilgeliğe dönüş yok, içinde bulunduğumuz dertten bizi kurtaracak olan bilimdir, yine.
Ancak, bilgimizin işbu sınırlılığından asla, ekolojik tehdidi abartmayalım yollu bir sonuç çıkarılamaz. Tersine, madem son derecede öngörülemez bir durumdayız, o zaman daha da dikkatli olmamız gerekiyor. Kompleks sistemler teorisi, bu türden sistemlerin iki karşı özelliği bulunduğunu —bir yandan kuvvetli, dengeli bir karaktere sahip olduklarını, öte yandan da aşırı hassas olduklarını açıklar, bize. Bu sistemler, şiddetli bozucu etkilere intibak kabiliyetindedir, onları bünyelerine entegre edebilir, yeni bir denge ve stabiliteye kavuşabilirler tabii, belli bir eşiğe (bir “devrilme noktası”na) kadar. Bu eşik aşıldı mı, küçücük bir bozucu etki, topyekun bir felakete neden olabilir ve tamamen yeni bir düzenin kurulmasına yol açabilir. Uzun asırlar boyunca insanlık, üretim faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkisini dikkate almaya ihtiyaç duymadı tabiat ormansızlaştırmaya, kömür ve petrolün kullanılmasına, vb. kendini uyarlayabiliyordu. Ancak bugün bir devrilme noktasına yaklaşıp yaklaşmadığımızdan emin değiliz gerçekten de bundan emin olamıyoruz, zira bu türden eşikleri ancak iş işten geçtikten sonra net bir şekilde algılayabiliyoruz.
2010’da global ısınmanın gerçek durumu konusunda yürütülen çok sayıda tartışmaya tanık olduk bir kısım şüpheci, olgunun varlığını bile sorguladı. Bu kesinsizlikler, durumun fazla da ciddi olmadığına dair belirtiler olarak görülmemelidir; bunlar sadece, durumun sandığımızdan da kaotik olduğuna, doğal ve sosyal faktörlerin artık ayrılamayacak şekilde birbirine dolaşmış bulunduğuna delalettir. Bugün, doğal felaket tehdidiyle ilgili şu ikilemi yaşıyoruz: Ya tehdidi ciddiye alacağız ve eğer felaket vuku bulmazsa, bize gülünç gözükecek adımları atacağız ya da hiçbir şey yapmayacağız ve eğer felaket vuku bulursa, her şeyimizi yitireceğiz. En kötü alternatif, bu ikisinin arasında durmayı seçmek, yani sınırlı tedbirler almaktır bu durumda, ne yapsak kaybetmiş olacağız. Söz konusu olan bir ekolojik felaketse, ikisinin arası diye bir şey olamaz. Böyle bir durumda, bütün o öngörü, ihtiyatlı davranma ve risk kontrolü muhabbetleri anlamsızlaşır; çünkü, Rumsfeld’in bilgi teorisinin terimleriyle, uğraştığımız nesne, “bilinmeyen bilinmeyenler”dir: Sadece devrilme noktasının nerede olduğunu bilmemekle kalmıyoruz, tam olarak neyi bilmediğimizi de bilmiyoruz.
Mart 2003’te Donald Rumsfeld bilinen ve bilinmeyenin ilişkisi hakkında bir parça amatör filozofluğa soyundu:
2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki hakkında felsefe yapmaya girişti:
“Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bazı şeyler vardır ki bilmediğimizi biliriz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de vardır. Bunlar bazı şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.”
Onun eklemeyi unuttuğu önemli bir dördüncü tanım var:
‘bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler.
Eğer Rumsfeld, Irak’la bir ihtilaf halinde başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinmeyenler”den yani Saddam’dan kaynaklanan ve ne olabilecekleri konusunda bir şüphe dahi oluşturamayacağımız tehditlerden oluştuğunu düşünüyor idiyse, ona verilecek cevap, tersine, başlıca tehlikenin “bilinmeyen bilinenler”den kaynaklandığıdır, yani varlıklarını bile fark etmediğimiz ve onun  için inkar ettiğimiz inanç ve varsayımlarımız dan...
Ekoloji söz konusu olduğunda, bu inkar edilen inanç ve varsayımlar bizi, bir felaketin muhtemel olduğuna inanmaktan alıkoymakta ve “bilinmeyen bilinmeyenler”le karışıp kaynaşmaktadır.
Arılar neden kitlesel olarak ölüyor, özellikle de ABD’de? Bazı kaynaklara göre, bu ülkedeki arı nüfusu %80’ler mertebesinde gerilemiş bulunuyor. Bu felaketin besin zincirimiz üzerinde yıkıcı bir etkisi olabilir: İnsanoğlunun gıdasının yaklaşık üçte biri, böcekler tarafından tozlaştırılan bitkilerden geliyor, ki bunun da %80’inden bal arıları sorumlu... İşte, olası bir global felaketi kafamızda tam da böyle canlandırmalıyız: Bing bang falan değil, kahredici global etkileri olan ufacık bir kesinti, insan burada yapılması gereken şeyin doğal dengeyi tekrar tesis etmek olduğundan bile emin olamıyor hangi dengeye? Ya ABD ve Avrupa’daki arılar sınai kirliliğin belli bir derecesine ve tarzına uyum geliştirdiyse?
Arıların kitlesel ölümünde bir gizem var: Aynı şey eşzamanlı olarak dünyanın (gelişmiş ülkelerin) her tarafında vuku buluyorsa da yerel incelemeler farklı nedenlere işaret ediyor: Tarım ilaçlarının arılar üzerindeki zehirleyici etkisi, iletişim araçlarının saldığı elektronik dalgaların bunların uzamsal yön bulma duyularını yitirmesine neden olması, vb. Nedenlerin işbu çokluğu, nedenle sonuç arasındaki bağı belirsizleştirmekte ve, tarihten de bildiğimiz gibi, ne zaman nedenle sonuç arasında bir kopukluk doğsa, orada daha derin bir Anlam arayışı da insanların kanına girer: Ya doğal nedenlerin altında daha derin bir ruhsal neden yatıyorsa? Yoksa, doğa bilimlerinin bakış açısıyla başka başka nedenlere bağlanan bu olgunun gizemli eşzamanlılığını nasıl açıklayabiliriz? İşte burada “ruhiyatçı ekoloji” dediğimiz nesne sahneye çıkıyor: Arı kovanları, bir çeşit köle kolonisi, arıların insafsızca sömürüldüğü temerküz kampları değil midir? Ya onları sömürdüğümüz için Tabiat Ana bize sillesini vuruyorsa?
Bu ruhiyatçı iğvaya karşı en iyi antidot, tekrar Rumsfeld’in epistemolojisine başvurarak söyleyeceğim, arılar vakasında hem bildiğimizi bildiğimiz (tarım ilaçlarına karşı hassasiyetleri) ve hem de bilmediğimizi bildiğimiz (örneğin insanın yol açtığı radyasyona nasıl tepki verdikleri) şeyler olduğunu akıldan çıkartmamaktır. Ama her şeyin ötesinde bilinmeyen bilinmeyenler ve bilinmeyen bilinenler var. Arıların çevreleri ile etkileşiminin öyle boyutları var ki, bunları sadece bilmemekle kalmıyoruz, bu boyutların farkında dahi değiliz. Ve, bir de “bilinmeyen bilinenler” var: Arılar konulu incelemelerimizi hem saptıran ve hem de bunları tarafgir gözlerle görmemize neden olan her türlü insan-merkezli önyargı.
Ancak bu türden olayların en rahatsız edici yönü, Lacan’ın “gerçekteki bilgi” diye adlandırdığı bir başka türden bilgideki hayvansal ve bitkisel hayatı düzenleyen “içgüdüsel” bilgideki— bozulmadır. Bu anlaşılması güç bilgi birden çığrından çıkabilir. Kış fazla sıcak geçtiğinde bitki ve hayvan alemi Şubat ayındaki sıcak havayı Bahar’ın bir işareti olarak okuyup buna göre davranmaya başlar ve böylelikle gecikmiş soğuklara karşı bizzat savunmasız kalmanın dışında doğal üreme ritmini hepten aksatırlar. Büyük ihtimalle arıların başına gelen de, bu türden bir şey.
Ancak, anlam arayışını besleyen şey de, bu oldukça nedensel geçirimsizlik, nüfuz edilmezlik hali. Alışılageldik varoluş şeklimizin temel çerçevesini dengesizleştirecek bir felaket tehdidi ile karşılaştığımızda ilk ve kendiliğinden tepkimiz, gizli bir anlam arayışına girmek oluyor: Böyle bir tehdit doğduğuna göre bir şeyleri yanlış yapmış olmalıyız, diyoruz... Anlam olsun da çamurdan olsun: Gizli bir anlam varsa, evrenle bir diyalog da var demektir, işte bu nedenle, AIDS’ten ekolojik felaketlere ya da Holokost’a dek, potansiyel ya da fiili felaketlerle karşılaştığımızda anlam arayışı denilen iğvaya direnmek, bizim için hayati. Jerry Fahvell ve Pat Robertson’ın 9/11 saldırısına ilk reaksiyonu, bu olayı, Amerikalıların sürdürdüğü günahkar hayat nedeniyle, Tanrı’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne sağlaya geldiği korumayı kaldırdığının bir işareti olarak görmekti. Hedonist materyalizmi, liberalizmi, gemi azıya almış cinselliği suçlamış ve Amerika’nın hak ettiğini bulduğunu söylemişlerdi. Peki, çevresel dertlerimizi doğal kaynakları insafsızca sömürdüğümüz için Tabiat Ana’nın bizden aldığı bir intikam olarak okuyan “derin çevreciler”in yaptığı da buna benzer bir şey değil mi?
Böyle iğvalara karşı, Düşüş-öncesi [[1]] özsel birliğe dönmeyi öneren her türü ideolojiyi ısrarla ve yoruma yer bırakmayacak şekilde reddetmeliyiz. Arthur Rimbaud’nun dediği gibi il faut etre absolument moderne  kararlı bir şekilde modern kalmalı ve kapitalizm eleştirisinden kalkıp “araçsal akıl” ve “modem teknolojik uygarlık”ın eleştirisine doğru aşırı hızlı ve üstünkörü genellemeler yapılmasını reddetmeliyiz. 28 Kasım 2008’de Bolivya devlet başkanı Evo Morales “İklim Değişikliği: Gezegenimizi Kapitalizmden Koruyun” başlıklı bir açık mektup yayınladı. Açılış cümleleri şöyle:
 “Kardeşler: Günümüzde Tabiat Ana hasta. /.../ Her şey kapitalist sistemi doğuran 1750’deki endüstri devrimi ile başladı. ‘Gelişmiş ülkeler’, ikibuçuk asırda, beş milyon asırda oluşmuş fosil yakıtların çoğunu tüketti. /.../ Rekabet ve kapitalizmin sınır tanımaz kâr hırsı, gezegenimizi harap ediyor. Kapitalizmde bizler insan değil, tüketiciyiz. Kapitalizmde Tabiat Ana yok, onun yerine hammaddeler var. Dünyadaki asimetri ve dengesizliklerin kaynağı kapitalizmdir.” [www.bolwiarising.blogspot.com/2007/09/lets'respect'0ur'inoth er'earth.html adresinde bulunabilir.]
Morales hükümeti, Bolivya’da izlediği politikalarla, günümüz ilerici mücadelesinin en ön saflarında yer alıyor ancak alıntıladığım satırlar, acı verici bir açıklıkla, bu politikanın ideolojik sınırlarına işaret ediyor (ki, bunlar için daima pratik bedeller ödenir). Morales konuşmasında, hiç problem etmeden, çok belirli bir tarihsel anda vuku bulan bir Düşüş anlatısına dayanıyor:
“Her şey 1750’deki endüstri devrimi ile başladı” ve, tahmin edileceği üzere, bu Düşüş de Tabiat Anamızı yitirmemiz anlamına geliyor: “Kapitalizmde Tabiat Ana yok.” (Burada insan, kapitalizmin bir tane iyi yanı varsa, o da, artık kapitalizmde Tabiat Ana’nın olmamasıdır, dememek için kendini zor tutuyor.) “Dünyadaki asimetri ve dengesizliklerin kaynağı, kapitalizmdir.”  bu, amacımız “doğal” denge ve simetriyi yeniden tesis etmek olmalıdır, anlamına geliyor. Burada Morales’in saldırdığı ve reddettiği şey, bizzat modern öznelliğin yükselmesi sürecidir; ki, tabiat anaya (ve cennet babaya) ve tabiatın “ana-erkil düzenindeki sağlam köklerimize dair geleneksel cinselleştirilmiş kozmolojiyi ortadan kaldıran da, bu modern öznelliktir. Bu tür bir ekolojinin, güçlenip, yeni yüzyılın hâkim ideoloji biçimi olma ve kitlelerin yeni afyonu sıfatıyla, düşüş halindeki dinin yerine geçme şansı çok yüksek:
Eski dinin temel fonksiyonunu, sınırlar dayatabilecek sorgulanamaz bir otorite oluşturma fonksiyonunu, devir alıyor. Bu nedenden ötürü, her ne kadar çevreciler sürekli olarak, yaşam şeklimizi radikal bir şekilde değiştirmemizi talep ediyorsa da, bu talebin altında yatan şey, tam da zıddıdır  değişime, gelişmeye, ilerlemeye duyulan derin bir güvensizlik hissidir: Her radikal değişim hiç istemeden de olsa, bir felaketi tetikleyebilir.
Bu konuya “dengeli bir bakış” ı tercih edersek, Hitler’e daha “dengeli bir bakış” talep edenler gibi davranmış oluruz:
Tamam, Hitler toplama kamplarında milyonları öldürmüş olabilir ama bir yandan da iktidarı esnasında işsizlik ve enflasyonu kaldırdı, otoyollar yaptı, trenlerin zamanında kalkmasını sağladı... (Gerçi ekoloji konusunda önerilen “dengeli bakış”, daha çok, bir kısım neoNazi yeşilin önerdiği sapkın Hitler savunmasının tersine çevrilmesine benziyor:

Tamam, Hitler Yahudileri öldürmek gibi bir kısım iyi işler yaptı; ancak otoyollar inşa etmek ve böylelikle, tabiatı tahrip etmek gibi korkunç şeyler de yaptı. Bu nedenle onu reddetmeliyiz!”) Eşiğinde bulunduğumuz felaketin konturları gitgide netleşiyor:
Deniyor ki, Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona
“inşallah ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye beddua edilirmiş. Tarihi olarak ilginç zamanlar, kargaşa, savaş ve iktidar mücadelelerinin yaşandığı, milyonlarca masumun ağır bedeller ödediği dönemlerdir. Bugün, apaçık ki, bir ilginç zamanlar çağına yaklaşmaktayız. [sh:23-24]

Kaynak:
Slavoj ZIZEK, Antroposen’e Hoşgeldiniz, İngilizce Orijinali Welcome to the Anthropocene trc: Mehmet Budak, Encore, Şubat 2012,  İstanbul, sh:59-76




[[1]]  Adem’in günaha düşüşü, Cennet’ten düşüşü


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar