GÖNÜLLÜ KULLUK ÜZERİNE: RADİKAL POLİTİKA VE OTO-TAHAKKÜM PROBLEMİ
Saul Newman | 12 Şubat 2014
Bu makalede gönüllü kulluk problemini (ilk olarak
Etienne de la Boëtie tarafından dile getirilmiştir) inceledim ve bugün radikal
politika için ne anlama geldiğini açığa çıkarmaya çalıştım. Birisinin
egemenliğine yönelik arzunun devrimci Marksizm ve Anarşizm gibi insanın
özgürleşmesini amaçlayan projelerin önünde önemli bir engel teşkil ettiği, yeni
öznellik ve devrimci arzu kavrayışlarını ihtiyaç haline getirdiği görülüyor.
Burada kritik olan (göstermeye çalışacağım) kişinin iktidar ve otoriteye
kişisel bağlılığıdır. (Bu konu değişik şekillerde Max Stirner, Gustav Landauer
ve Michael Foucault gibi düşünürler tarafından işlenmiştir) Gönüllü kulluğun politik teori tarafından daha
ciddiyetle ele alınması gerektiğini ve bu sorun üzerine düşündükçe politik
iktidarı meşrulaştırmaktan ziyade yeni özgürleşme pratikleri ve olanaklarıyla
ilgilenen egemenlik karşıtı bir politik geleneğin açığa çıkacağını öne
sürüyorum.
“Neden itaat ederiz?” sorusuyla başlayan egemenlik karşıtı
bir politik söylemi irdeleyeceğim. Tiranlık ve bizim tiranlığa gönüllü
kulluğumuz üzerine araştırmaları esnasında Etienne de la Boëtie tarafından
ortaya atılan bu soru, Bodin ve Hobbes tarafından öne sürülen egemenlik
problematikine karşıt bir pozisyonda başlar. Dahası, radikal politikada
çözülmeden kalmış hayati bir soruyu sürdürürken zorunlu olarak politik
iktidardan özgürleşme temelli etik ufkun sınırları içinde işler. Gönüllü kulluk
problemiyle uğraşmak yeni öznellik, etik ve politik eylem formlarının keşfini
gerektirir, böylece iktidarla olan bağlarımız sorgulanabilir. Bu olanakları
devrimci anarşizm geleneği üzerinden ve psiko-analitik teoriyle
bağlantılandırarak ortaya koymaya çalışacağım. Benim görüşüm, idealleştirme ve
özdeşleşme eleştirisi olmadan gönüllü kulluk sorununa karşı koyamayız ve ben
burada Max Stirner, Gustac Landauer ve Micheal Foucault gibi her biri özne ile
iktidar arasındaki bağları çözmeyi amaçlayarak bir tür özgürlük etiği
geliştirmiş düşünürleri inceleyeceğim.
Etienne de la Boëtie’nin 16.yüzyılın ortalarında
Discours de la servitude volontaire,ou Le Contr’Un ‘da sorduğu soru bugün
geçerliliğini koruyor ve hala temel bir politik konu olarak düşünülebilir:
“Bu olayla ilgili
benim bütün çabam ulusların, şehirlerin, kasabaların ve bireylerin büyük
çoğunluğunun bir tek kişinin kendileri üzerinde tiranlık kurmasına neden izin
verdiğini anlamak. Bu kişinin insanların ona bizzat bahşettikleri gücün dışında
hiçbir gücü yoktur, insanlar ıstırap çekmeye hazır olmadıkça zarar veremez ve
mani olmaktansa ona tahammül etmeyi daha uygun bulmadıkları sürece kimseye
kötülük edemez.”
La Boëtie, kendimizi bize hükmeden iktidara bağlayan,
esir eden, aklımızı çelen, körleştiren ve cezbeden öznel ilişkileri araştırır.
Buradaki temel ders şudur: İktidar zora bel bağlayamaz, gerçekte bizim kendi
gücümüzden beslenir. İktidarı aktif olarak kabullenmemiz eş zamanlı olarak o
iktidarı oluşturur. O halde La Boëtie’ye göre tirana direnmek için yapılması
gereken ona arkamızı dönmek, aktif desteğimizi geri çekmek ve iktidarın bize
yapmayı başardığı büyünün içinden (bizim de katkı sunduğumuz bir yanılsamadır
bu) onun zayıflığının ve kırılganlığının farkına varmaktır. Öyleyse kulluk
kendi oluşturduğumuz bir durumdur, tamamıyla gönüllüdür ve bizi bu durumdan
bağımsızlaştırmaya başlayacak olan artık hükmedilen olmama arzusu ve özgür olma
isteğidir.
Bu gönüllü kulluk sorusu Hobbes’in bir yüzyıl sonra
öne süreceği sorunun tam karşıtıdır. La Boëtie için mutlak iktidara maruz
kalmak doğal olamayan bir durumken Hobbes için bir başka durumda yaşamak
olanaksızdır. Doğanın anarşik hali Hobbes için kesinlikle olağandışı ve
dayanılmaz bir durumdur. La Boëtie’nin oto-tahakküm[self-domination] sorunsalı
bu yüzden egemenliği meşrulaştıran bütün bir politik geleneği (ki bu gelenek
bugün hala bizimle birliktedir) tersine çevirir. La Boëtie politik tahakkümün
yapay bağları yerine özgürlüğe, öz belirlenime, ailenin ve yoldaşlığın doğal
ilişkilerine öncelik veren karşıt pozisyondan başlar. Hürriyet çok da fazla
bize kendi arzularını dayatmaya çalışanlara karşı savunulacak bir şey değildir,
daha ziyade özgürlüğümüzden feragat etme eğilimimize, otoritenin gözlerimizi
kamaştırmasına; zenginlik, kariyer v.s. karşılığında hürriyetimizi teslim
etmemize karşı savunulmalıdır. Öyleyse açıklanması gereken insanlar arasındaki
özgür ilişkilerin ve özgürlük arzusunun yerine geçen iktidarla kurulan
patolojik ilişkidir.
Boëtie’nin
gönüllü kulluk ile ilgili açıklamaları tamamıyla yeterli ve ikna edici
değildir, özgür insanın zayıf ve korkak hale gelerek başkalarının kendisi
üzerinde hâkimiyet kurmasına izin verdiğini düşünür. Bütün bunlara rağmen bence politika
için (özellikle de radikal politika için) temel sorulardan birini sorar: İnsanlar belli bir noktadan sonra neden kendileri
üzerinde tahakküm kurulmasını arzuluyor?
Bu soru egemenlik karşıtı bir politik teorinin, bir
dizi düşünür tarafından başlatılan özgürlükçü bir araştırma hattının önünü
açtı. Örneğin Wilhelm Reich faşist kitle psikolojisinin Freudo-Marxist
analizini yaparken, Marxist yanlış bilinç kategorisiyle yeterince
açıklanamayan, hükmedilmek için duyulan arzudan bahseder. Özgürlük antropologu
Pierre Clastres, tahakkümün kaçınılmaz olmadığını gösterdiği için La Boëtie’nin
hakkını teslim eder; gönüllü kulluk tarihin (ya da tarihöncesinin) bir
badiresi, bir itibar yitimi, ilkel özgürlük ve devletsizlik durumundan hükmeden
ve hükmedilenlerin olduğu topluma geçişte bir hataydı. Burada insan (ne
insanlık ne de hayvanlar için) adlandırılamaz bir duruma geçer: doğal
özgürlüğüne o kadar yabancılaşmıştır ki (ilkel toplumlarda hiçbir şekilde
bilinmeyen bir arzuyu) kulluğu özgürce seçer, arzular. (Clastres, 1994: 93-104)
Clastres’in düşüncesini takip ederek Gilles Deleuze ve Felix Guattari devletin
ortaya çıkışını araştırdılar ve şiddet kullanarak egemenlik kurmaya ya da ele
geçirmeye tamamıyla dayanmadığını daha ziyade kendiliğinden arzulanan bir
baskıyla, öznenin arzu düzeyinde oto-tahakkümüne dayandığını düşündüler. Devlet,
öznenin arzusunu otoriter ve hiyerarşik düşünce yapıları ve bireyleşme
biçimleriyle yönlendirerek işler.(1)
Dahası, situasyonist Raoul Vanegeim, La Boëtie ile çok
benzerlik taşıyan analizinde, itaatimizin küçük bir ücret karşılığında satın
alındığını ve sürdürüldüğünü gösterir. Kendi egemenliğimizin aşağılanmasına karşılık
ufak bir psikolojik rüşvet olarak birazcık iktidar:
“
Köleler eğer boyun eğmelerinin karşılığı olarak iktidardan küçük bir parça
edinemezlerse uzun süre köle olarak kalmaya istekli değildirler: her bağımlılık
ilişkisi belli bir ölçekte iktidar kurma hakkını içerir. Farklı derecelerde
boğun eğmişleri barındırmayan bir iktidar yoktur. Bazılarının yönetilmeye
oldukça hazır olmalarının nedeni budur.” (Vanegeim,
1994:132)
Oto-tahakküm problemi bize politika ve özneleştirme
arasındaki bağlantının derinlemesine incelenmesi gerektiğini gösterir. Yeni
politik formlar oluşturabilmek (ki bugünün en önemli meselesi budur) yeni
öznellik ve özneleşme biçimlerini gerektirir. Dahası gönüllü kulluğa karşı
çıkmak yeni politik stratejileri, politikanın yeni bir kavrayışını gerektirir.
Biraz haklı olarak, La Boëtie, demokrasilerdeki tahakküm olasılığını fark
etmiştir: halk tarafından seçilen demokrat lider kendi iktidarından sarhoş olur
ve tiranlığa doğru meyleder. Gerçekten de modern demokrasiyi kitle ölçeğinde
gönüllü kulluk örneği olarak ele alabiliriz. Mesele seçkinlerin bizi karar
mekanizmasında söz hakkımızın olduğuna dair kandırdığı bir yanılsamaya
katılmamız değildir, temsili demokrasinin kendisi iktidarsızlığa kitlesel
hoşnutluğu ve boğun eğmeye genel bir sevgiyi özendirir.
La Boëtie alternatif olarak bağımsız cumhuriyet
fikrini önerir. Ancak ben gönüllü kulluğun karşıtının bağımsız cumhuriyet
olmadığını, tamamen farklı bir politik biçim olduğunu düşünüyorum. Sadece
yasalarda değil, mülk sahibi zengin sınıfların yoksullar üzerindeki tahakkümü
gibi örneklerde bağımsız cumhuriyetlerin kendine has tahakküm biçimleri vardır.
Politikanın alternatif formlarını düşündüğümüzde, ya da tahakkümün olmadığı
farklı deneyimleri hayata geçirmeyi ve arttırmayı tasarlarken, daha ziyade
anarşist politika üzerine düşünmeliyiz bence. Bu bir anti-politik politika,
devletin yücelttiği politik iktidarın ve otoritenin yapılarını ortadan
kaldırmayı amaçlayan bir politikadır.
Radikal politik felsefeler içinde en aykırısı olan
anarşizm uzun süre marjinal olarak varlığını sürdürdü. Bunun nedeni bir yönüyle
anarşizmin heterodoks doğasıdır; bir tek düşünsel gövde ya da fikirler sistemi
ile kapsanamadığı daha ziyade çeşitli fikir, felsefi yaklaşım, devrimci pratik,
tarihsel hareket ve kimliklerin bir bileşimini ifade ettiği için. Ancak burada
anarşist/özgür düşüncenin yeniden ele alınmasını önemli kılan şey bütün radikal
gelenekler arasında politik iktidarın yol açacağı tehlikeye; politik kurumlar
ve düzenin içerdiği otoriterlik ve tahakküm potansiyeline karşı en hassas olan
akım olmasıdır. Bu anlamda insanları iktidara bağlayan mekanizmalara karşı
uyanıktır. Bu yüzden Marksist-Leninistlerden farklı olarak anarşistler
devrimin ilk aşamalarında devletin ortadan kaldırılmasını savunurlar. Eğer olur
da devlet iktidarı bir öncü güç tarafından ele geçirilir ve toplusal devrim
için (proletarya diktatörlüğü adı altında) kullanılırsa zamanla sönümlenmekten
ziyade yeni sınıfsal ayrışma ve antagonizmalar doğurarak gücünü ve ölçeğini arttırır.
Başka bir ifadeyle, devletin doğru sınıf tarafından kontrol edildiğinde
özgürleştiren bir araç olarak kullanılabileceğini düşünmek on dokuzuncu yüzyıl
klasik anarşistlerine göre, Marx ile girdikleri önemli tartışmalarda
söyledikleri gibi, devlet tahakkümünün grift mantığını ve politik iktidarın
cazibesini göz ardı eden tamamıyla fantezi bir görüştü. Bu yüzden Rus anarşist
Peter Kropotkin devletin belirli bir sınıfın çıkarlarına indirgenemeyecek özgün
bir iktidar biçimi olarak incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Devlet en temel
olarak bir tahakküm aracıydı: “Bizler sadece devletin gerçek formunu
ve üstlendiği tahakküm biçimlerini değil, en temelinde sosyal devrimin önünde
engel teşkil ettiğini görüyoruz.” (Kropotkin,1943)
Dahası, devlet iktidarı onu kontrol etmek isteyenlerle kurduğu öznel bağlar ve
onlar üzerindeki bozucu etkisi aracılığıyla kalıcılaşır. Bir başka anarşist
Mikhail Bakunin’in sözleriyle: “ Tabiî ki de bizler samimi sosyalistler ve devrimcileriz, yine de,
iktidara sahip olsak şu anda bulunduğumuz yerde olmazdık.” (Bakunin,1953:249)
Politik iktidarın bu ikirciksiz eleştirisi ve
özgürlüğün devlet sistemi içerinde elde edilemeyeceği düşüncesi anarşizmi diğer
politik felsefelerden ayırır. Liberalizmle uyuşmaz, liberalizm esasında bir
güvenlik politikasıdır; bireyin özgürlüğünü diğerlerinin özgürlüğünden korumak
için devlet gerekli görülür. Gerçekten de olağanüstü hallerle devletin bugünkü
güvenlikleştirilmesi liberalizmin gerçek yüzünü açığa çıkarır. Aynı şekilde
toplumu daha eşit hale getirmek için devleti zorunlu gören sosyalizmden de
farklılaşır. Bugün bu düşüncenin nihai çöküşüne otoriter merkeziyetçiliği, yasa
ve düzen fetişleri ve global neoliberalizmle bariz suç ortaklığıyla sosyal
demokrat partilerin üzücü kaderinde tanık oluyoruz. Dahası anarşizm radikal
politika için artık tamamen geçerliliğini yitirmiş devrimci Leninizm’den de
ayrılmalıdır. O halde, anarşizmi devlet iktidarının ve hatta devlet iktidarını
ele geçirme stratejisinin reddedilmesi tanımlar. Anarşizm bunun yerine
parlamenter demokratik kanallarla veya devrimci öncülerle değil alternatif
pratikler, özgür birliklere dayanan ilişkiler, eşit özgürlük ve gönüllü
işbirlikleri yoluyla erişilebilecek kendini özgürleştirme ve otonomi üzerine
odaklanır.
Radikal siyasi gelenek içerisinde diğer politika
biçimlerinden farklı ve onlara dışsal olması nedeniyle anarşizm çoğunlukla
gölgede kalmıştır. Ancak şuan anarşist bir momentte olduğumuzu iddia
edebilirim. Söylemek istediğim, sosyalist devlet projesi ve devrimci
Leninizm’in çöküşüyle ve liberal demokrasinin dar güvenlikçi bir politikayla
sonuçlanmasıyla birlikte, radikal politika bugün kendisini giderek devlet
dışında konumlandırmaya yöneldi. Çağdaş radikal aktivizm parti liderliği ve
politik temsiliyet yerine yatay ağlara ve doğrudan eyleme gösterdiği ilgiyle
belirgin bir anarşist yönelim içerisinde görünüyor. Burada bir tür devlet
iktidarıyla uyuşmazlık, daha fazla otonomi doğrultusunda devletin kurumlarının
ötesinde düşünme ve eyleme arzusu vardır. Bu eğilimler ekonomik kriz ile birlikte
kapitalizmin sınırlarına ve neoliberal ekonomik modelin sonuna işaret edecek
şekilde daha fazla dillendirilmeye başlandı. Neoliberalizmin başarısızlığına
cevap artık daha fazla devlet müdahaleciliği değil. Düzenleyici devletin geri
döndüğünü söylemek saçma, aslında devlet neoliberalizmden hiçbir zaman
uzaklaşmamıştı ve bütün ekonomik liberal ideoloji güvenlik alanında, sosyal
hayatın düzenlenmesi, disipline edilmesi ve gözetimi noktasında çok daha yoğun
bir devlet varlığını gizlemekteydi. Ayrıca mevcut durumda devletin bize
yardımcı olamayacağı açıktır, korunmak için ona gerek yoktur. Gerçekten de
ortaya çıkan devletten bir tür kopuştur, gelecek isyanlar giderek istisnai
haller üzerinden yöneten devletin hegemonyasıyla mücadele edecektir.
Dahası,
anarşizmin önemi teorik düzlemde de kendisini gösteriyor. Çağdaş düşünürlerin
değindiği birçok konu (mesela devletsizlik fikri, parti dışı ve sınıf ötesi
politik formlar, çokluk kavramı vs ) anarşist bir politikayı çağrıştırır. Gerçekten de yeni politik özne
arayışında bu iyice belirginleşir: Michael Hardt ve Antonio Negri’nin çokluk
kavramı, Ernesto Laclau için halk, Jacques Ranciere için excluded
part-of-no-part, Alain Badiou için militan figürü; bütün bunlar
Marxist-Leninist öncü üzerinden politik olarak inşa edilmiş proletarya
kategorisinden daha az kısıtlayıcı ve daha geniş olan bir özneleşme biçimi
üzerine düşünme çabasına işaret eder. Politik öznellik üzerine benzer bir
yaklaşım on dokuzuncu yüzyılda anarşistler tarafından da önerilmişti, Marxist
devrimci sınıf kavramının dışlayıcı olduğu, köylülük ve lümpen proletaryanın da
devrimci kimliklere dahil edilmesi gerektiği tartışılmaktaydı.(2) Bence
anarşizm çağdaş politik düşüncedeki eksik halkadır, hiçbir zaman gerçekten
kabul görmeyen düşüncenin hayalete benzeyen varlığı.(3)
Anarşizm, iktidarın insan özgürlüğü adına sürekli
sorgulamaya tabi tutulduğu ve insan varoluşunun otoritenin yokluğunda
düşünüldüğü bir politika ve etiktir. Fakat bu bakış böyle bir anarşist öznenin
olup olmadığı sorusunu gündeme getirir. Burada ben anarşizmi gönüllü kulluk
problemi üzerinden yeniden düşünmek istiyorum. Klasik anarşistler insan öznenin
kalbinde yer tutan iktidar arzusunu görmedikleri için (iktidar yapılarını yok
etmek için oldukça istekli olmalarının nedeni bu arzuları körükleyeceğini
düşünmeleriydi) oto-tahakküm problemi, kişinin kendi üzerindeki tahakkümü
arzulaması, anarşizmde yeterince teorize edilemedi. (4) 18. ve 19. yüzyıldaki
anarşistler için (örneğin William Godwin, Pierre-Joseph Proudhon, Mikhail Bakunin
ve Peter Kropotkin) aydınlanmacı hümanizmanın rasyonalist söylemlerinde olduğu
gibi insan özne doğası gereği özgürlüğü arzuluyordu, dolayısıyla devlet
iktidarına karşı devrim insan özgürleşmesi öyküsünün bir parçasıydı. Devlet
iktidarının dışsal ve yapay kısıtları yok edilecek ve böylece insanın özsel
rasyonel ve ahlaki özellikleri ifade edilebilecek, toplum kendisiyle uyum
içinde olabilecekti. Burada, klasik anarşist düşüncede varsayılan, doğal
kurallarla yönetilen insan toplumuyla yapay, irrasyonel ve sosyal güçlerin
gelişmesine engel devlette somutlaşan politik iktidar ve insan ürünü yasalar
arasında Manişeist bir karşıtlık vardır. Ayrıca insanda doğuştan gelen
sosyallik (Kropotkin’in söylediği gibi, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğine
yönelik doğal bir eğilim) devlet tarafından çarpıtılmaktaydı ve bu yönelimlerin
gelişmesine izin verilse devletin gereksiz kalacağı sosyal uyum üretebilirdi.
(Kropotkin, 2007)
Devletsiz, yasaların ve egemenliğin olmadığı bir
toplum ki gerçekten de radikal politikanın nihai ufkudur, arzulanabilir bir
fikirdir. Ayrıca politik ve legal otoritenin genel olarak sosyal hayat ve insan
varoluşu üzerinde baskıcı bir engel teşkil ettiğine şüphe yoktur. Ancak özne ve iktidar arasındaki ontolojik ayrımda
belirsiz hale gelen konu özne ve ona hükmeden iktidar arasında sıkıntılı bir
karmaşıklığa işaret eden gönüllü kulluk problemidir. Kendini iktidara bağlama arzusunu
açıklamak ve bu soruna karşı koymak amacıyla etik ve politik stratejiler
geliştirebilmek için öznelliğin anarşist bir teorisini ya da en azından klasik
anarşist düşünceninkinden daha gelişkin olanını ortaya koymak gerekiyor. Bu
aynı zamanda klasik anarşizmin bazı özcü ve rasyonel kategorilerinin ötesine
geçmek anlamına gelir (başka bir yerde (Newman, 2010) bu değişimi postanarşizm
olarak adlandırmıştım). Klasik anarşistlerin insan doğası veya politika
hakkında kaçınılmaz olarak saf bir bakışa sahip olduklarını söylemiyorum, daha
ziyade hümanizm ve rasyonalizm için arzu sorunu kör nokta olarak kalmıştır.
Arzunun karanlık, dolambaçlı, öz-yıkıcı ve irrasyonel doğası psikanaliz
tarafından sonradan açığa çıkarılacaktı.
Zihinsel düzeydeki iktidara yönelik öznel bağları
keşfetmek önemlidir(5). Marcuse ve Reich (6) gibi Freudo-Marxistler tarafından
araştırılan iktidara psikolojik bağımlılık, özgürlükçü politika olanaklarının
bazen gizli otoriter arzular tarafından gölgelenebilmesi; devrim sonrası
toplumlarda otoriter ve hiyerarşik pratik ve kurumlaşmanın ihtimal dâhilinde
olması gibi sonuçlar doğuruyordu. Öznenin politika ve felsefedeki merkezi rolü
burada göz ardı edilmez ancak mesele karmaşıktır. Radikal politik projeler
insani arzunun belirsizlikleriyle, mesela irrasyonel sosyal davranışlarla,
şiddetli ve agresif dürtülerle ve hatta otorite ve hakimiyet amacındaki
bilinçaltı isteklerle yüzleşmek zorundadır.
Bu psikanalizin politik ve sosyal açıdan kaçınılmaz
olarak muhafazakâr olduğu anlamına gelmez. Tersine psikanalizinde esas olan
öznenin daha fazla otonomi kazanma arayışında olduğu, özgür birliktelikler
aracılığıyla bilinçaltındaki gerçeği konuşmak için cesaretlendiği bir
özgürlükçü etostur(7). İnsanın zihnindeki karanlık tarafı vurgulaması (iktidara
bağımlılığını, otoriter figürlerle özdeşleşmesini, agresif tepkilerini) politik
otoriteyi aşmayı amaçlayan her devrimci proje için bir alarm işlevi görebilir.
Bu gerçekten de Lacan’ın 68 Mayıs’ının radikalizmine cevaben işaret ettiği
sorunun aynısıdır: “ Devrimci tutkunun tek olası sonucu
vardır: efendinin söyleminde son bulmak. Deneyimin gösterdiği budur.
Devrimciler olarak özlem duyduğunuz bir efendidir. Birini bulacaksınız. “(Lacan,2007: 207) Lacan’ın keyif kaçıran bu tahmininde
ima ettiği (yüzeysel bir bakışla, bana göre hatalı bir şekilde, politik olarak
muhafazakârca yorumlanabilir) devrimci özne ve otorite arasındaki saklı
bağlantı, hatta bağımlılıktır. Ayrıca direniş hareketlerinin ve belki de
devrimin otoritenin yerini onaylayarak veya yeniden keşfederek devletin
sembolik etkinliğini devam ettirebileceğini söyler.
Psikanaliz hiçbir şekilde insanın özgürleşmesini,
sosyalliğini ve gönüllü işbirliğini görmezlikten gelmez. Aslında öznedeki
iktidar ve hakimiyet için agresif arzuyla özgürlük ve uyumlu biraradalık isteği
arasındaki çatışan eğilimlere işaret eder. Ayrıca Judith Butler’in tartıştığı
gibi, zihin (öznenin bir boyutu olarak söylem ve iktidara indirgenemez, onları
aşar) sadece bizim iktidara tutkulu bağlılıklarımızı ve (Foucoult’ya
referansla) öznelleştirme biçimleri ile iktidarın bize dayattığı düzenleyici
davranışları değil, aynı zamanda onlara karşı direnişi de açıklayabilen bir
şeydir.
Psikanalizin kavradığı, mesela Freud’un grupların
psikodinamiğini analiz ederken gösterdiği, hiyerarşik ve otoriter ilişkilerin
kurulmasında özdeşleşmenin oynadığı roldür. Grup üyesi ve lider figürü
arasındaki ilişkide kişi, sevgiye yakın bir duyguyla bağlılık nesnesi ego
idealin yerini alana kadar lideri ideal tip olarak hem idealize eder hem de
onunla özdeşleşir(Freud,1955). Bu özdeşleşme sadece bireyle lider arasında
değil aynı zamanda grubun diğer üyeleriyle de öznel bağlar oluşturur.
Özdeşleşme bu yüzden otoriter liderlerin çıkarına gönüllü teslimiyeti anlamanın
bir yolu haline gelir.
Ancak daha geniş anlamda idealleştirmenin politikadaki
yerini anlamamız gerekir ve bu noktada genç Hegelci düşünür Max Stirner’in önem
kazandığını söyleyebilirim. Stirner’in Ludwig Feuerbach’ın humanizmine yönelik
eleştirisi oto-tahakküm problemiyle uğraşabilmemizi sağlar. Stirner bize
tanrının insan ile yer değiştirdiği Feuerbachçı projenin (öznenin tersine çevrilip
kutsalın insanlığın ölçüsü olmasının yerine insanlığın kutsalın ölçüsü haline
getirilmesi (Feuerbach,1957)) dinsel otorite ve hiyerarşiyi yerinden etmektense
sadece yeniden onayladığını gösterir. Feuerbach’ın “ humanist isyanı” bu
yüzden yalnızca yeni bir din (Humanizm) yaratmakta başarılı olmuştur, Stirner
bu durumu öz-köleleşmeyle [self-enslavement] ilişkilendirir. Bireysel ego artık kendisi ile insan
özü fikriyle kutsallaştırılmış kendinin idealleşmiş bir formu arasında
bölünmüştür. Bu ideal aynı zamanda bireyin dışında, kendisini ölçtüğü ve tabi
kılındığı soyut bir ahlak ve rasyonel bir görüntü haline gelir. Stirner’in
söylediği gibi: “ İnsanoğlu, kafan perili […] Büyük
şeyler hayal ettin, kendine varlığı senin için olan tanrılardan bir dünya yarattın,
çağrılacağını varsaydığın bir ruhlar âlemi, seni işaret eden bir ideal. “ (Stirner,1995:43)
Stirner’e göre öznenin kendisini bu soyut ideallere
(sabit fikirlere) tabi kılmasının politik sonuçları vardır. Hümanizm ve
rasyonalizm onun analizinde bireyin arzusunun devlete bağlanmasını sağlayan
dolambaçlı aracılar haline gelir. Örneğin bu, devlet tarafından tanımlanan
vatandaşlık rolleriyle özdeşleşerek olur. Dahası Stirner için La
Boëtie’ninkilere paralel bir dizi düşüncede devletin kendisi, biz var olmasına
izin verdiğimiz, kendi üzerimizdeki iktidarımızdan feragat ettiğimiz için (bunu
‘yönetim prensibi’ olarak adlandırır) var olabilen bir ideolojik soyutlamadır.
Bir başka deyişle bize hükmeden devletin ideası, egemenlik ideasıdır. Devletin
gücü esasında kendi gücümüze dayanır ve birey bu gücü fark etmediği, kendisini
dışsal bir politik otoriteden önce bastırdığı içindir ki devlet var olmaya
devam eder. Stirner’in doğru bir şekilde tahmin ettiği gibi devlet sadece baskı
ve zorla işlemez, daha ziyade devletin hâkimiyet kurmasına izin vermemize
dayanır. Stirner, ideolojik aparatların sadece ekonomik ve politik sorularla
ilgili olmadığını aynı zamanda psikolojik ihtiyaçlardan kaynaklandığını
göstermek istiyordu. Stirner’e göre devletin hâkimiyeti, bize hâkim olmasını
arzulamamıza dayanmaktaydı:
“Eğer kimse itaat
etmezse kurallarınız, kimse uymazsa düzeniniz neye yarar? […] Devlet efendilik
ve kölelik olmadan düşünülemez. Kendisine hâkim olmak isteyen birinin
başkalarındaki arzu yokluğunu hesaba katmak zorunda olduğu düşüncesi o
başkaları tarafından icat edilmiştir, aynı efendinin köleler tarafından
yaratılması gibi. Eğer boyun eğmeye son verilirse efendilik de sonlanır.
(Stirner,1995: 174-5)”
Stirner, Marx ve Engels tarafından Alman İdeolojisi
kitabında ‘Aziz Marx’ denerek acımasızca ve bıkıp usanmadan eleştirildi. Onu
idealizmin en kötü biçimini savunmakla, devletin maddi temelini oluşturan
ekonomik ve sınıf ilişkilerini görmezden gelmekle, sonuçta devletin basitçe
arzulayarak yok edildiğini söyleyerek eleştirdiler. Ancak Stirner’in analizinin
devlet iktidarını ayakta tutan gönüllü kulluğun öznel bağlantısını
aydınlatmadaki değeri bu eleştiride gözden kaçırılmıştı. Stirner devletin maddi
olarak var olmadığını söylemiyordu, fakat ona göre devletin gücüne zihinsel
bağlılık ve bağımlılık aracılığıyla, otoritesinin kabulü ve idealleştirilmesi
yoluyla varlığı sürdürülüyor ve destekleniyordu. Öznel idealleştirme boyutunu
görmezlikten gelen her devlet eleştirisi devletin gücünü kalıcılaştırmaya
yarıyordu. Devlet gerçekte alt edilmeden önce bir idea olarak alt edilmesi
gerekliydi ya da daha doğru bir şekilde söylemek gerekirse bunlar aynı sürecin
iki yönüydü.
Stirner’in analizinin önemi (anarşist geleneğin
hümanist özcülüğünden birçok noktada ayrılsa da geniş anlamda onunla
uyumludur(8)) politikanın diğer yüzünü biçimlendiren ve radikal politikanın
karşı stratejiler bulmak zorunda olduğu bu gönüllü oto-itaati keşfetmesinde
yatar. Stirner’e göre birey gönüllü kölelikten ancak bütün özcü kimliklerden
vazgeçer ve öznelliği kendisini yaratan radikal bir eksiklik olarak görürse
kurtulabilir:
“Ben kendi payıma
kendimi önceden varsayma varsayımından başlıyorum; ancak benim varsayımım
kendisini mükemmelleştirmeye çalışan bir varsayım değil, sadece bundan zevk
almamı ve yararlanmamı sağlıyor. […] Kendimi önceden varsaymıyorum, çünkü her
an kendimi farz ediyor veya yaratıyorum.” (Stirner, 1995:150)“
Stirner’in yaklaşımı bireyin kendini (özcülük ve sabit
kimliklerden) özgürleştirmesine eğilmişken, ‘egoistler
birliği’ kavramıyla
kolektif politika olasılığından bahseder. Benim görüşüm bu kavram yeterince
geliştirilmemiştir. Gönüllü kullukla ilişkiyi kesmek sadece bireysel bir
girişim olamaz. Gerçekten de, La Boëtie’nin söylediği gibi bu her zaman
kolektif bir çabayı, halkın zorba iktidarı kolektif bir reddedişini gerektirir.
Stirner’in eksiksiz veya tutarlı bir politik ve etik eylem teorisi sunduğunu
iddia etmiyorum. Ancak Stirner’in düşüncesinin önemi mikropolitikayı icat
etmesinde, öznel düzeyde iktidarla olan pek çok bağımıza ve bu durumdan
kendimizi özgürleştirme yollarına yaptığı vurgudadır. Bu noktada devrim ve
isyan arasında yaptığı ayrıma dikkat etmek gerekiyor:
“Devrim ve isyan eş
anlamlı olarak görülmemelidir. Devrim yerleşik olan durum veya statünün yıkılmasıyla ilişkilidir, devletin
veya toplumun yıkılması sırasıyla politik veya sosyal bir eylemdir; amaçlamamış
olsa da isyanın kaçınılmaz bir sonucu olarak şartların dönüşümü söz konusundur,
başlangıcı insanın kendisiyle olan uyumsuzluğudur, silahlı bir ayaklanma değil
bireylerin bir kalkışmasıdır, kendisinden kaynaklanan sözleşmelere uymayan bir
yükseliştir. Devrim yeni düzenlemeler kurmayı hedefler, isyan ise yeniden
düzenlenmeye imkân vermemeye, bunun yerine kendimizi düzenlememize yol açar ve
‘kurumlara’ şaşaalı umutlar bağlamaz. Yerleşik olana karşı bir mücadele
değildir, çünkü başarılı olursa yerleşik olan kendi üstüne çöker, daha ziyade
kendisini yerleşik olandan dışarı çıkarmayı hedefler. (Sirner,1995: 279-80)”
Buradan çıkarmamız gereken, radikal politika sadece
devlet gibi yerleşik kurumları devirmeyi değil öznenin iktidara esir edilmesine
ve bağımlı hale gelmesine yol açan sorunlu ilişkileri dönüştürmeyi
hedeflemelidir. İsyan bu yüzden sadece dış baskıya karşı değildir, tersine daha
temelde, kişinin içselleştirilmiş bastırılmışlığına karşıdır. Bu yüzden öznenin
dönüşümünü, kişinin iktidardan otonomisini arttırmayı hedefleyen bir
mikropolitika ve etik içerir.
Burda Gustav Landauer’in tinsel
anarşizminden yararlanabiliriz. Gustav Landauer eşzamanlı olarak insanların
öznelliğinde bir dönüşüm, ruhun belirgin bir yenilenmesi ve diğerleriyle yeni
ilişkiler geliştirme isteği olmadığı sürece politik bir devrim olanağının (ve
sosyalizm olanağının) mümkün olmadığını savunur. İnsanlar arasındaki mevcut
ilişkiler sadece devlet otoritesini yeniden üretir ve onaylar.(Gerçekten de
devletin kendisi belirli bir ilişki, belirli bir davranış ve iletişim,
öznelliğimiz ve bilincimiz üzerindeki -hatta bilinçaltını da katmalıyız-
belirgin bir damgadır. Bu yüzden sadece ilişkilerin tinsel bir dönüşümüyle
aşılabilir.) Landauer’in dediği gibi, “farklı ilişkilerle bağlantı kurarak,
başka türlü davranarak onu yok ederiz.” (Martin Buber,1996:47)
Bu yüzden geçmişte radikal siyasi projelerin önünde
büyük bir engel teşkil eden gönüllü kulluk probleminin üstesinden gelmek
‘kendi’nin bu tür bir etik sorgulanmasını, öznenin iktidara ilgisini ve onunla
suç ortaklığını soruşturmayı gerektirir. Devlet iktidarından kopmayı amaçlayan
mikropolitik stratejilerin keşfedilmesine bağlıdır; artık devlet egemenliği
tarafından koşullanmayan yeni deneyimlerin, yaşam biçimlerinin ve politik
yolların geliştirildiği ve kişinin kurulu sosyal kimlik ve rollerden
özgürleştiği, özdeşleşmenin tersine işleyen bazı politikalar. Bu sorgulama
(basitçe özgürlüğü güvenlik tarafından koşullanan ve kısıtlanan bir şey olarak
görmek yerine) özgürlüğün güvenlik ideolojisinin ötesinde ne anlama geldiğini
düşünmek demektir. Aynı şekilde devletin ötesinde demokrasinin, partinin
ötesinde politikanın, kapitalizmin ötesinde ekonomik organizasyonun, sınırların
ötesinde küreselleşmenin ve biyopolitikanın ötesinde hayatın ne anlama
geldiğini düşünmeliyiz.
Burada önemli olan güvenlik arzusunun eleştirel bir
sorgulamasıdır. Çağdaş toplumda güvenlik, bir metafizik ve köktencilik haline
geldi. Sadece devlet iktidarının öngörülmemiş bir genişlemesi ve
yoğunlaşmasının ardındaki güdü değil aynı zamanda yaşam için bir koşul haline
geldi. Yaşam tehlikelere karşı (kendi güvenliğimiz veya finansal güvenlik için
v.s. ) korunmalı. Ancak bu sadece insan özgürlüğünün değil politikanın da en
varoluşsal olanağının olumsuzlanması anlamına geliyor.
Yasalar ve liberal kurumsal sistem bizi güvenlikten
koruyabilir mi?
Hayatın amansız güvenlikleştirmesine karşı durabilir
mi?
Agamben ve diğerlerinin söylediklerini hatırlamalıyız:
biopolitika, egemen şiddet ve güvenlikleştirme yasanın diğer yüzüdür ve yasanın
iktidarı bu şekilde sınırlandırabileceğini hayal etmek açıkça liberal bir
yanılsamadır. Hayır, artık itaatkâr olan ya da yasaları çiğneyen özneler
olmayarak (biri diğerinin öbür yüzüdür, Lacan’dan
öğrendiğimiz, yasaların çiğnenmesi yasallığın kabulünü sürdürür(9)) yasa ve kurumlar arasında yeni
bir ilişki icat etmeliyiz. Daha ziyade bu itaat/ihlal ikiliğini
aşmalıyız. Anarşizm ihlalden fazlasıdır, özgürlük ve otonomi için yeni mekânlar
ve deneyimler icat ederek (doğaları gereği kırılgan ve deneyseldir) yasa ve
devletin ötesinde yaşamayı öğrenmekle ilgilidir.
Böyle riskler almak disiplin gerektirir ama bu
kendimize uygulayacağımız bir tür etik disiplindir. Disiplinsiz olmak için
disipline olmalıyız. La Boëtie’nin söylediği gibi, otoriteye itaat bize kolay
ulaşır, gerçekten ‘doğal’ gibidir. Dolayısıyla otoriteye karşı isyan yeni
özgürleşme denemelerinin disiplinli ve sabırlı bir ayrıntılandırılmasını
gerektirir. Bu belki de Foucault’nun askesis kavramıyla varmaya çalıştığı
şeydir; onun için insan özgürleşmesi pratiğinden ayrılamaz ve kendine sahip
çıkmanın bir parçası olan etik egzersizler.(cf., Foucault,1988) Foucault için
bu tür stratejilerin amacı kişinin daha az yönetildiği ya da hiç yönetilmediği
yaşam tarzları icat etmektir. Hakikaten, Foucault’ya göre eleştiri pratiğinin
kendisi sadece iktidarın meşruluk ve gerçeklik iddiasını değil daha önemlisi
hakikatin belirli yayılımı aracılığıyla (bizim belirli hakikat ve normlara
riayet ettiğimize dair iktidarın ısrarı aracılığıyla) iktidara ve yönetimsellik
rejimlerine bağlandığımız çeşitli yolları sorgulamayı amaçlar. Öyleyse Foucault
için : “Eleştiri, gönüllü itaatsizlik [inservitude], düşünümsel[reflective] inatçılık sanatıdır.“ (Foucault,1996:386) Foucault bu yüzden “özgürlük için
sabırsızlanmamıza biçim veren sabırlı emek “ gerektiren öznelliğimizin
sınırlarının bir sorgulamasından bahseder.(Foucault,2000:319) O zaman belki de
disiplinsizliğin disiplini yoluyla gönüllü kulluk problemine karşı koyabiliriz.
Gönüllü
itaatsizlik (iktidarın üzerimizdeki tahakkümünün reddi) politikanın reddi ile
karıştırılmamalıdır. Tersine
alternatif bir politik biçimin inşası ve eylemin yoğunlaştırılması olarak
görülmelidir. Bunu iktidardan vazgeçme politikası, tahakküm karşıtı bir
politika olarak adlandırabiliriz. Böyle bir reddetme politikasında apolitik
olan bir şey yoktur. Reddetme politikası politikanın reddedilmesi değil,
devlette kutsallaşmış yerleşik politik biçim ve pratiklerin reddedilmesi ve
devlet dışında yeni politik formlar yaratmaktır. Başka bir deyişle bir otonomi
politikası arzusudur. Alternatif bir okumada, Carl Schmitt’in devletin
egemenliğini meşrulaştırmak için (devletin dost/düşman karşıtlığını tanımlama
imtiyazı Schmitt,1996) öne sürdüğü bir tür otonomi politikası görülebilir.
Ancak yerinde politik uğrak devletin dışındadır ve yeni anti-otoriter ilişkiler
ve yaşam tarzları ortaya çıkarmaya çalışır.
Bu
makalede (çok önceleri La Boëtie tarafından teşhis edilmiş) gönüllü kulluk
problemini radikal politik düşüncenin merkezine yerleştirdim. Sınırları
psikanalitik teori tarafından belirginleştirilmiş gönüllü kulluk, öznenin arzu
düzeyinde iktidara bağlandığı bir eşik olarak anlaşılabilir. Aynı zamanda gönüllü kulluk fikri
tahakkümün kırılganlığına ve karar verilemezliğine işaret eder. Öznelleştirme
karşıtı işleyen mikropolitik ve etik stratejilerin (gönüllü itaatsizliğin
anarşist bir politikası) icat edilmesiyle kişi bu bağları gevşetebilir,
çözebilir ve egemenin gölgesinin ötesinde alternatif politik alanlar
yaratabilir.
http://www.anarchist-developments.org/index.php/adcs_journal/article/vie... linkindeki makaleden
çevrilmiştir.
(1) Deleuze ve Guattari, devlet iktidarına bağlı
olduğumuz gizemli yolu işaret eder, bu ‘gönüllü kulluk’ teriminin hem
aydınlattığı hem de belirsizleştirdiği bir konudur: “ Devlet elbette özgürlüğün mekânı değildir ancak
zorla kulluk ve zapt etmenin faili de değildir. O zaman ‘gönüllü kulluk’tan
bahsedebilir miyiz?” (Deleuze&Guattari2005,460)
(2) Marxsit sınıf kategorisine karşıt olarak
Bakunin’in devrimci kitle kavramı (Bakunin,1984: 47)
(3) Klasik anarşizmin çağdaş radikal felsefe ile
benzerlikleri üzerine bir tartışma için makaleme bakılabilir (2007) ’
Anarchism, Poststructuralism and the Failure of Radical Politics today’,
Substance (113)36/2.
(4) İnsan öznelliğinin kalbinde bu tür bir iktidar
arzusunun kabul edilmesi, güçlü egemen ihtiyacını onaylayan Hobbesçu pozisyonun
kabul edilmesi anlamına gelmez. Tersine, iktidar ve otoritenin merkezi
yapılarını parçalara ayırma ve yok etme hedefini daha güncel kılar. Diğer bir
deyişle insan doğası iktidarın ayartmalarına ve tahakküm arzusuna eğilimi
olsaydı, en son yapmamız gereken üzerimizdeki mutlak bir güce güvenmek olurdu.
Benzer bir noktaya Paulo Virno değinmiştir (‘Multitude and Evil’ makalesine
bakın) Virno’ya göre, insan olarak bizlerin kötülük kapasitesi olduğu ‘realist’
iddiasını kabul etseydik, merkezi devlet otoritesini kabul etmek yerine iktidar
ve şiddetin devletin elinde yoğunlaşmasına karşı daha dikkatli olurduk. (cf.,
Virno 2008).
(5) Bu Jason Glynos’un oto-ihlal problemi dediği şeyle
benzerdir. (Glyno,2008) Burada söylenen, özgürlüğün kavramlaştırması ve pratiği
sıklıkla değişik oto-ihlal biçimleri tarafından karmaşıklaştırılır. Bu
oto-ihlalin türettiği bilinçaltı zevkler (jouissance) nedeniyle özne kendi
özgürlüğünü kısıtlayan eylemlerde (kendi arzu nesnesine veya idealine
ulaşmasını engelleyen eylemler) bulunur. Bu yüzden öznenin özgürlüğünün
sınırlayıcısı dışsal değil (negatif özgürlük paradigmasında olduğu gibi) içsel
hale gelir. Bu gönüllü kulluk problemini psikanalitik açıdan düşünmenin bir
başka yoludur.
(6) Ayrıca Theodore Adorno’nun çalışması The
Authoritarian Personality(1964)
(7) Mikkel-Borch Jacobsen’e göre Freud’un gruplarla
ilgili psikanalitik teorisi “hipnotizmacının adaletsiz iktidarına karşı isyan
ya da kalkışma” yı beraberinde getirir. (1988:148)
(8) From Bakunin to Lacan ‘da(2001) Striner’i
postyapısalcı bir anarşist olarak ele aldım.
(9) Lacan’ın yasa ve ihlal diyalektiği üzerine
tartışması ‘Kant avec Sade’ (1962)
Adorno,
Theodore. (1964) The Authoritarian Personality. New York:
Wiley.
Bakunin,
Mikhail. (1984) Marxism, Freedom and the State (K. J. Kenafick,
Trans.).
London: Freedom Press.
—— (1953)
Political Philosophy: Scientific Anarchism (G.P Maximoff,
Ed.).
London: The Free Press.
Borch-Jacobsen,
Mikkel. (1988) The Freudian Subject (Catherine
Porter,
Trans.). Stanford: Stanford University Press.
Buber,
Martin. (1996) Paths in Utopia. New York: Syracuse University
Press.
Butler,
Judith. (1997) The Psychic Life of Power: Theories in Subjection.
Stanford,
Ca.: Stanford University Press.
Clastres,
Pierre. (1994) Archaeology of Violence, Chapter 7: ‘Freedom,
Misfortune,
the Unnameable’ (Jeanine Herman, Trans.). New York:
Semiotext(e).
De La
Boëtie, Etienne. (1988) La Servitude Volontaire, or the Anti-
Dictator
[Slaves by Choice]. Egham: Runnymede Books.
Deleuze,
Gilles., & Felix Guattari. (2004) A Thousand Plateaus: Capitalism
and
Schizophrenia (Brian Massumi, Trans.). University of
Minnesota
Press.
Feuerbach,
Ludwig. (1957) The Essence of Christianity (George Eliot,
Trans.). New
York. London: Harper & Row.
Foucault,
Michel. (2000) ‘What is Enlightenment?’, in Essential Works
of Michel
Foucault 1954–1984: Volume 1, Ethics (Paul Rabinow, Ed.,
Robert
Hurley, Trans.). London: Penguin Books.
—— (1996)
‘What is Critique?’, in What is Enlightenment: Eighteenth
Century
Answers and Twentieth Century Questions (James Schmidt,
Ed.).
Berkeley: University of California Press.
—— (1988)
The History of Sexuality, Volume 3: The Care of the Self.
New York:
Vintage.
Freud,
Sigmund (1955) Group Psychology and the Analysis of the Ego.
The Standard
Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund
Freud,
Volume XVIII (1920–1922): Beyond the Pleasure Principle,
Group
Psychology and Other works. Psychoanalytic Electronic
Publishing.
Glynos, Jason. (2008) ‘Self-Transgressive Enjoyment as a Freedom Fetter’,
Political Studies, Vol. 56/3: 679–704. Hardt, Michael., & Antonio Negri..
(2000) Empire, Cambridge MA,:
Harvard
University Press.
Kropotkin,
Peter. (2007) Mutual Aid, A Factor of Evolution, Dodo
Press.
—— (1943)
The State: Its Historic Role, London: Freedom Press.
Lacan,
Jacques (2007) ‘Analyticon’, in The Seminar of Jacques Lacan,
Book XVII:
The Other Side of Psychoanalysis (Jacques-Alain Miller,
Ed., Russell
Grigg, Trans.). New York and London: W.W. Norton
& Co.
—— (1962)
‘Kant avec Sade’. Critique #191, September: 291–313.
Newman,
Saul. (2010) The Politics of Postanarchism. Edinburgh: Edinburgh
University
Press.
—— (2001)
From Bakunin to Lacan: Anti-authoritarianism and the
Dislocation
of Power. MA: Lexington Books.
Schmitt,
Carl. (1996) The Concept of the Political (George Schwab,
Trans.).
Chicago: University of Chicago Press.
Stirner,
Max. (1995) The Ego and Its Own (David Leopold, Ed.). Cambridge:
Cambridge
University Press.
Reich,
Wilhelm. (1980) The Mass Psychology of Fascism. New York:
Farrar,
Straus and Giroux.
Vaneigem,
Raoul. (1994) The Revolution of Everyday Life (Donald
Nicholson-Smith,
Trans.). London: Rebel Press.
Virno,
Paolo. (2008) Multitude: Between Innovation and Negation.
New York:
Semiotext(e).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar