İNGİLİZ BELGELERİNDE ATATÜRK(1919-1938)
CİLT V Ekim 1922 Aralık 1925
Hazırlayan:
BİLÂL N. ŞİMŞİR
Hazırlayan:
BİLÂL N. ŞİMŞİR
1919-1938 yıllarını kapsayacak biçimde
tasarlanmış olan İngiliz Belgelerinde Atatürk dizisinin ilk dört cildi,
Türk Tarih Kurumu tarafından 1973-1984 yılları arasında yayımlanmış ve daha
sonra bunların ikinci baskıları da yapılmış idi. Uzun yıllardan sonra şimdi
kitabın bu beşinci cildini de okuyuculara ve araştırıcılara sunuyoruz. Dizinin
tamamı sekiz cilt tutabilecektir. Daha fazla gecikmeden son ciltleri de yayına
hazırlamaya çalışıyoruz.
Türkiye Cumhuriyetinin ellinci yılında
yayımına başlanmış olan kitabın ilk dört cildi Türk Kurtuluş Savaşı dönemini
kapsamış, Nisan 1919’dan başlayıp Ekim 1922 tarihine kadar gelmiş idi. Bu
beşinci cilt, Ekim 1922 Aralık 1925 dönemiyle ilgili belgeleri içermektedir. Bu
dönem, XX. yüzyıl tarihimizde çok önemli bir geçiş dönemidir. Uzun savaş
döneminden nihayet barış dönemine, Sevr antlaşmasından Lozan barış sistemine
geçilmektedir. Türkiye, İmparatorluktan Cumhuriyete, teokrasiden laikliğe
geçmektedir. Türk tarihinin bir dönüm noktasıdır bu dönem.
Cildin kapsadığı zaman dilimi içinde, yani
Türk Kurtuluş Savaşı sonundan 1925 yılı sonuna kadarki dönemde, hem içerde,
hem dışaıda birbirinden önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bütün gelişmelerin
orta yerinde yeni devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa vardır.
Gelişmeleri kısaca hatırlayalım:
Dı§ ilişkiler bakımından başlıca şu gelişmeler görülür: Mudanya Mütarekesi
imzalanır ve Mütareke hükümlerinin uygulanmasına geçilir; Doğu Trakya’yı teslim
almakla görevlendirilen Refet Paşa (Bele) İstanbul’a girer ve orada işgal
kuvvetleriyle ilişkiler ve sürtüşmeler başlar; Doğu Trakya peyderpey teslim alınır;
İsmet Paşa (İnönü) Dışişleri Bakanı olur ve bu sıfatla Lozan Barış Konferansına
Türkiye Başdelegesi atanır; son Padişah ve Halife Vahdettin “İngiltere
devlet-i fehimanesine” sığınır ve bir İngiliz savaş gemisiyle yurt dışına
kaçar; işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmış olan birçok kişi de İngiltere
Yüksek Komiserliği’ne sığınır ve yurt dışına gönderilir; Lozan Barış Konferansı
toplanır ve çetin müzakereler başlar; yabancı diplomatlarla ilişkileri yürütmek
üzere İstanbul’da Hariciye Vekâleti Murahhaslığı kurulur ve bunun başına Dr.
Adnan (Adıvar) Bey atanır; Lozan’da müzakereler tıkanır ve barış konferansına
ara verilir; İsmet Paşa Ankara’ya döner; Türkiye Büyük Millet Meclisi gizli
oturumlarında barış şartlarını tartışır; Lozan’a götürülecek Türk karşı
teklifleri hazırlanır; Türk heyeti Lozan’a döner ve barış konferansının ikinci
dönemi başlar; Lozan Barış antlaşması imzalanır, onaylanır ve imzalanmasından
bir yıl kadar sonra yürürlüğe girer; yabancı işgal kuvvetleri Türk bayrağını
selamlayarak İstanbul’u boşaltır ve Türkiye’yi terk ederler; eski düşman
devletlerle yeniden diplomatik ilişkiler kurulur; diğer devletlerle teker teker
dostluk antlaşmaları imzalanır ve normal diplomatik ilişkiler başlar; Türkiye
Cumhuriyetine atanan ilk yabancı Elçiler birer birer Ankara’ya gelip Çankaya’da
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya törenle güven mektuplarını sunarlar;
bu törenlerde karşılıklı söylevler verilir ve çeşitli konulara parmak basılır;
Ankara’da Elçilik binaları inşa etmeleri için yabancı ülkelere arsalar verilir
ve başkentimizde birer ikişer Elçilik binaları kurulmaya başlanır; başta
İngiltere olmak üzere Batılı Devletler, Türkiye’nin yeni başkentine karşı
direnirler ve Elçiliklerini Ankara’ya taşımamak için ayak sürerler; Lozan
Barış antlaşmanın uygulanmasında bazı pürüzler çıkar, Türkiye-Irak sınırı
konusunda Türkiye-İngiltere görüşmeleri başlar ve Musul sorunu güncelliğini
korur; Yunanistan ile nüfus mübadelesi yapılır; Osmanlı borçlarının ve borç
faizlerinin ödenmesi gündemdedir vs. vs. Yeni Türkiye’nin dış ilişkileriyle
ilgili bu gelişmeler bu cildin kapsadığı üç küsur yıllık dönemi doldurmaktadır.
Aynı dönemde Türkiye iç politkasmda da
tarihi gelişmeler yaşanır. Şöyle ki: Sadrazam Tevfık Paşa (Okday), Lozan barış
konferansına İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin birlikte gitmelerini TBMM
Başkanlığına önerir; bunun üzerine TBMM saltanatı kaldırır ve son padişah
Vahdettin yalnız halife sıfatıyla kalır; son sadrazam İngiliz ve Fransız Yüksek
Komiserlerine danışarak görevinden istifa eder ve İstanbul Hükümeti tarihe
karışır; İstanbul’da TBMM Hükümeti yönetimi başlar; Vahdettin’in yurt dışına kaçması üzerine TBMM onu
Halifelikten düşürür ve yerine Şehzade Abdülmecid Efendiyi Halife seçer; İzmir İktisat Kongresi toplanır; TBMM, genel seçim
kararı alır ve Birinci Meclisin görevi sona erer; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk-ı Milliye Cemiyeti yavaş yavaş siyasi partiye dönüştürülür ve Halk
Fırkası kurulur; TBMM’nin ikinci yasama dönemi başlar; Rauf Bey (Orbay) İcra
Vekilleri Heyeti Reisliğinden istifa eder; Fethi Bey (Okyar) İcra Vekilleri
Heyeti Reisliğine seçilir; TBMM Lozan Barış Antlaşmasını onaylar; İşgal
kuvvetlerinin çekilmeleri üzerine Şükrü Naili Paşa (Gökberk) komutasındaki Türk
birlikleri İstanbul’a girerler; “Ankara
Şehrinin Türkiye Devletinin Hükümet Merkezi Kabul Edilmesine Dair Kanun” TBMM’nde
kabul edilir ve Ankara resmen başkent olur; Yunanistan ile nüfus mübadelesi göz
önünde tutularak “Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti” kurulur; Fethi Bey (Okyar)
Hükümeti istifa eder; Cumhuriyet ilân edilir ve Gazi Mustafa Kemal Paşa ilk
Cumhurbaşkanı seçilir; İsmet Paşa (İnönü) Cumhuriyetin ilk hükümetini kurar...
1922 yılı son aylarından 1923 yılı sonuna kadar Türkiye’de görülen başlıca
gelişmeler bunlardır.
1924 yılında da önemli iç gelişmeler
birbirini izler. Şöyle bir hatırlayalım: Bir grup kalbur üstü gazeteci İstanbul
İstiklâl Mahkemesinde yargılanır ve beraat ederler; mahkum olan gazeteciler de
affedilirler; Gazi Mustafa Kemal Paşa İstanbul gazetecilerinin ileri
gelenlerini İzmir’e davet eder ve orada kendilerine demeçler verir; Başbakan
İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa (Çakmak) ve üst düzey
komutanlar İzmir’de Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Başkanlığında, “harp
oyunları” için diyerek toplanırlar ve Halifeliğin kaldırılması konusunu
görüşürler; Halifelik kaldırılır ve son Halife Abdülmecid Efendi ve yakınları
yurt dışına çıkarılır; “Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye
Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” gereğince Osmanlı
hanedanı üyeleri de on gün içinde yurt dışına gönderilir; Halifeliğin
kaldırılmasından sonra Fener Rum Patıikliği’nin, Ermeni Patıikliği’nin ve
Yahudi Hahambaşılığı’nın da kaldırılması konusu konuşulmaya başlanır; eğitim
öğretimi birleştiren “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çıkarılır; Şeriye ve Evkaf
Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırılır; Diyanet İşleri
Başkanlığı kurulur; laikleşme hareketi çerçevesinde Şeriye Mahkemeleri
kaldırılır ve mahkemeler birleştirilir; yeni Anayasa Mecliste görüşülür ve
kabul edilir; Anadolu Demiryolları satın alınır ve T.C. Devlet Demiryolları kurulur;
Başkomutanlık Meydan Muhaıebesi’nin ikinci yıldönümünde Dumlupmar’da büyük bir
tören yapılır, Türkiye’de ilk Meçhul Asker anıtının temeli atılır ve bu törende
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa önemli bir konuşma yapar; tanınmış
komutanlardan Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy) ve Cafer Tayyar (Eğilmez)
Paşalar askerlikten istifa edip siyaseti seçerler ve açıkça muhalefete
geçerler; Refet Paşa (Bele), Rauf (Orbay), Dr. Adnan (Adıvar) ve arkadaşları
Halk Fırkasından istifa ederler ve askerlikten ayrılan ünlü komutanlarla
birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurarlar; İsmet Paşa (İnönü)
Başbakanlıktan çekilir ve Fethi Bey (Okyar) tekrar Başbakan olur; Bahriye
Vekâleti kurulur...Bunlar da 1924 yılındaki gelişmelerdir.
1924 yılındaki gelişmeler de şöyle
sıralanabilir: Şubatta gerici Şeyh Sait ayaklanması patlak verir, bunun üzerine
doğu illerinde sıkıyönetim ilân edilir; “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na dinin
politikaya alet edilemeyeceğine dair bir madde eklenir; Mart başında Fethi Bey
(Okyar) Kabinesi istifa eder; İsmet Paşa Kabinesi kurulur; Fethi Bey (Okyar)
Paris Büyükelçiliğine atanır; Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girer; biri
Ankara’da diğeri isyan bölgesinde olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi çalışmaya
başlar; isyanın elebaşıları ve bazı kışkırtıcıları yakalanıp mahkeme önüne
çıkarılır; bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın bazı şubelerinde
aramalar yapılır ve bu parti il ticayı yüreklendirdiği gerekçesiyle Hükümet
tarafından kapatılır (3 Haziran); 28 Haziran’da Şeyh Sait ve adamları
Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi’ııce idama mahkûm edilir ve temyizi olmayan bu
hükümler ertesi gün infaz edilir. 1925 yılının ilk yarısı bu idamlarla
noktalanır.
Yılın ikinci yarısında laiklik ve
çağdaşlaşma ile ilgili atılımlara devam edilir: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa
Kemal, 23 Ağustos günü elinde yazlık bir şapkayla Kastamonu’ya gelir; orada
çağdaşlaşma, uygarlaşma konusunda bir konuşma yapar: “Medeniyet öyle kuvvetli
bir ateştir ki ona bigâne olanları yakar ve mahveder” der; Gazi, 27 Ağustos’ta
İnebolu’da ünlü kılık kıyafet ve şapka söylevini verir ve elindeki yazlık
şapkayı halka göstererek “Bu serpuşun ismine şapka denir” diye vurgular; üç gün
sonra Kastamonu Halk Fırkası merkezinde de “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz
ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi
olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, tarikat-ı medeniyyediı” diye konuşur; 2
Eylül’de “Tekke, zaviye ve türbelerin
kapatılmasına, din görevlilerinin kıyafetlerine ve memurların şapka
giymelerine dair” Bakanlar Kurulu kararı kabul edilir; 25 Kasım’da Şapka
kanunu çıkarılır, beş gün sonra da Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına ve
türbedarlıklar ile bir takım unvanların kaldırılmasına dair kanun TBMM’nde
kabul edilir; şapka giyilmesine ve tekkelerin kapatılmasına karşı yer yer
tepkiler görülür, yılın sonuna doğru uluslararası saat ve takvim kabul edilir
ve 1925 yılı böyle sona erer.
Zaten bilinen ve burada hafızalarımızı
tazelemek için tekrarlanmış olan yukarıdaki gelişmeler, Türkiye’deki İngiliz
diplomatları ve gizli ajanları tarafından yakından izlenmiş, değerlendirilip
yorumlanmış ve sürekli olarak Londra’ya rapor edilmiştir. İngiliz
diplomatlarının ve gizli istihbarat servisi elemanlarının ülkemizle ilgili
rapor ve telgraflarının birçoğu bu ciltte yer almaktadır. Bu belgelerin hemen
her birinde Mustafa Kemal Paşa’nın adı geçmektedir. Daha doğrusu olaylar Onun
etrafında dönmektedir.
İngilizler, Türkiye ile ilgili iç ve dış
gelişmelerin yanısıra Mustafa Kemal’in kendisini de izlemeye almışlardır. Onun
hareketleri, konuşmaları, demeçleri, özel yaşamı, sağlık durumu, yakın
çevresi, dostlan, hasımları vs. adeta mercek altında tutulmuştur. Türkiye’deki
İngiliz görevlileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha ilk yılında Mustafa Kemal
sonrası üzerinde de zihin yormaya başlamışlar ve akıllarından geçenlerin bir
birçoğunu kâğıtlara dökmüşlerdir. Bu kâğıtların da bazıları bu ciltte
bulunacaktır.
*
Buradaki belgeler Mudanya konferansı
günlerinden başlıyor. Birkaçına değinelim. İngilizler, işgal etmiş oldukları
İstanbul ve Boğazlar bölgesini “Tarafsız bölge” diye nitelendirmekte ve Türk
askerinin bu bölgeye girmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Başkumandan Gazi
Mustafa Kemal Paşa ise, “tarafsız bölge’yi tanımamaktadır. Mudanya
görüşmelerinde bu konu gündeme gelir. İngiliz İşgal Orduları Başkomutanı
General Harington, “Mustafa Kemal herhangi bir ‘tarafsız bölge’ tanımadığı
için ‘Müttefik işgalindeki bölgeler’ diyorum” diye rapor etmektedir (No. 4).
Mütareke görüşmelerinde Atatürk’ün bir
başka itirazı, Rum tutsakları konusundadır. Kurtuluş Savaşı sırasında, Türk
vatandaşı olan bazı Rum gençleri
Yunan ordusuna katılmış ve Türk askerine
kurşun sıkmışlardır. Sonunda Türk askerinin eline düşen Türkiyeli bu Rumlar,
hukuki bakımdan, “savaş esiri” değil, “vatan haini” durumunda idiler.
İngilizler bunları da “savaş esiri” sayıp kurtarma telaşı içindedirler.
İngiltere Dışişleri Bakanı Loıd Curzon, İstanbul’daki Yüksek Komiserine talimat
verir: “Mustafa Kemal, Yunan ordusuna katılmış Rum esirleri hain saymak
niyetindeymiş. Bunlar yargılanırsa kurşuna dizilebilir. İtalyan ve Fransız
meslektaşlarınızla birlikte girişimde bulununuz.” der (No. 1). Girişimler devam
eder, İtilaf Devletleri Milletler Cemiyetini ve Dr. Nansen’i de devreye
sokarlar (No. 10).
Mudanya Mütarekesinin imzalanmasından
sonra General Harington Londra’ya şunları telliyor:
“Mustafa Kemal’den 18 Ekim (1922) tarihli
bir mektup aldım. Mudanya’da İsmet Paşa ile aramızdaki ilişkiden hoşnut
kaldığını söylüyor ve barış çabalarının da başarıya ulaşacağı umudunu dile
getiriyor. İsmet Paşa’dan da benzer bir mektup aldım.” (No. 16).
Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların General
Harington’a göndermiş oldukları mektupları arşivlerde bulamadık.
Mudanya Mütarekesi gereğince Doğu
Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesi eski müttefikimiz Bulgaristan’ı da
rahatsız etmiştir. Bulgaristan Başbakanı Aleksandr Stambuliyki, Mütarekenin
imzalanmasından bir hafta sonra Sofya’daki İngiliz Elçisi Erskine’i kabul
etmiş ve kendisine ‘Türkleri neden Avrupa’dan atmadınız’ diye sitemde
bulunmuştur. Elçi, “Stambuliyski ile görüştüm. İngiltere’nin Türkleri
Avrupa’dan atmamış olmasına üzüldüğünü söyledi. Türklerin Trakya’ya geri dönme
olasılığından dolayı kaygılanıyor. Stambuliyski, birkaç gün önce yaptığı bir
konuşmada ise Mustafa Kemal’in zaferini övmüştü.” diye rapor ediyor (No. 12).
Bulgar tarihçileri aynı Stambuliyski’yi bizlere “Türk dostu” olarak
tanıtmışlardı.
*
Lozan Konferansı arifesinde İngiliz Yüksek
Komiseri Sir H. Rumbold, “Sevres antlaşması ölmüştür, şimdi Misakı Milli ile
boğuşacağız" diyor ve özetle şunları yazıyor:
“Kemalistler Anadolu’da Yunanlıların
hesabını gördükten sonra, gelişmelerin ağırlık merkezi Boğazlar’a ve Trakya’ya
kaydı ve Mudanya Konferansına gidildi. Kemalistler savaşmadan Doğu Trakya’yı
kazandılar, karşılığında verdikleri taviz ise kalıcı değildir. Türkler Misakı
Milliden taviz vermek niyetinde değillerdir. Ama karşılarında İngiltere
vardır. Sevr antlaşması ölmüştür, şimdi Müttefikler Misakı Milli ile boğuşmak
durumundadırlar: Sınırlar çizilirken Kemalistler Batı Trakya’da plebisit
isteyecekler, Musul’u geri almak isteyecekler, Suriye sınırında düzeltme
yapılsın diye direnecekler, Boğazlar sorununda İstanbul’un güvenliğini öne
sürecekler, mali ve ekonomik kontrole karşı çıkacaklar, kapitülasyonlar
konusunda hiç boyun eğmeyecekler ve hep Türkiye egemen ve bağımsız olmalıdır
diye cevap vereceklerdir. Bu durumda İngiltere bölgedeki kuvvetlerini
azaltmamalı, Yunanistan da Batı Trakya’daki kuvvetlerini arttıımalıdır. Barış
konferansından önce İstanbul Hükümetinin sahneden çekilmesi belki hayırlı olacaktır,
yoksa Padişahın durumu ciddi sorun yaratacaktır. Misakı Milliyi gerçekleştirmek
Tüıklerin ilk hedefidir. Ondan sonra federal esasa göre Türk İmparatorluğunu
diriltmeyi ve İslam hegemonyası kurmayı düşünen liderler vardır. Şu sırada
Türkiye, Rusya ile Batı arasında, orta yerdedir. Mustafa Kemal, Ruslarla
işbirliğinde dikkatli davranmıştır ve Ruslar, Ankara’ya dış politika dikte
edecek kadar bir nüfuz kazanamamışlardır.” (No. 11).
Saltanatın kaldırılması üzerine son
Sadrazam Tevfık Paşa İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’a gidip akıl danışmış.
Rumbold, bu görüşmeyi özetle şöyle rapor ediyor:
“4 Kasım saat ll’de Sadrazam bana geldi.
Lozan Konferansına Ankara ve İstanbul Hükümetlerinin birlikte gitmeleri için
Mustafa Kemal’e gönderdiği telgraf üzerine yaşanan gelişmelere değindi. Barış
konferansına davet edildiklerini, Ankara Hükümetinin ise İstanbul Hükümetini
“gayri meşru” ve hatta “hain” saydığını belirtti ve konferansa daveti kabul
edip etmeme konusunda benim görüşümü sordu. Bu konuda bir tavsiyede bulunamayacağımı
bildirdim. Sadrazam, cevabıma şaşırmadı. Hükümeti istifa ederse Müttefik
Yüksek Komiserlerinin İstanbul’un yönetimini üstlenip üstlenemeyeceklerini
sordu. Böyle bir görevi üstlenemeyeceğimizi söyledim. Görüşmede padişahın
durumu konuşulmadı. Sadrazam, iki saat sonra Fransız Yüksek Komiserine gitmiş.
İstifa etmeye hazır olduğunu Mustafa Kemal’e telgrafla bildirmiş ve işleri kime
devredeceğini sormuş. Padişahın tahttan inmeye niyeti olmadığını da bildirmiş.
Refet Paşa, İstanbul’da yönetimi eline almak için bir hükümet darbesi
hazırlıyor. Böylece 600 yıl hüküm sürmüş olan bir kurum tarihe karışıyor...”
(No. 24).
İngiliz Yüksek Komiserliği, saltanatın
kaldırılmasıyla altı yüzyıllık Osmanlı Devletinin tarihe karıştığını, aynı
zamanda Türkiye’de Mustafa Kemal’e karşı muhalefetin arttığını belirtmektedir.
O yıllarda Türkiye’deki İngiliz görevlilerinin en çok üzerine durduğu
konulardan biri Mustafa Kemal’e karşı muhalefet konusu olmuştur. Bu konuyla
ilgili olarak bu ciltte birçok belge bulunmaktadır. İngilizler, daha 1921
yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde Mustafa Kemal’in “Müdafaa-i Hukuk-u
Milliye” grubunun (Birinci Grubun) karşısında “İkinci Grup” adı verilen bir
muhalefet gurubu oluştuğunu tespit etmişlerdir. Fakat Türklerin ‘savaşta milli
birliklerini korumak, barışta ise birbirleriyle boğuşmak’ gibi bir huyları veya
zaafları olduğu iddiasındadırlar. Bu iddia doğrultusunda Mustafa Kemal’e karşı
muhalefetin de asıl Lozan barış anlaşması imzalandıktan sonra ciddi boyutlara
ulaşacağını düşünmekte ve beklemektedirler.
Bu dönemde Mustafa Kemal taraftarlarıyla
karşıtları arasında ilk önemli kavga, 1923 Mart başlarında, barış antlaşması
tasarısının Meclis gizli oturumlarında görüşülmesi sırasında yaşanmıştır.
İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, 7 Mart 1923’te bunu özetle şöyle rapor ediyor:
"İstanbul’dan bakınca Mustafa Kemal
Meclis’e hâkimdir. Onun taraftarlarıyla karşıtları arasında tam bir çizgi
çizmek zordur. Onun iki büyük sloganı “Misak-ı Millî” ve “Millî Hakimiyet”tir.
Misak-ı Milli’nin yorumunda ise mebuslar arasında görüş ayrılıkları
görülmektedir. Mustafa Kemal’in taraftarları onun şahsına bağlı olan mebuslarla
Misakı Milliye bağlı olanlardır. Bunlar beraberce Mecliste Birinci Grubu
oluşturuyorlar. Mustafa Kemal’in başıca örgütü “Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti”dir. Bir de Halk Partisi kurma
çalışmaları başlatılmıştır. Mustafa Kemal’in karşıtları ise çeşitli gruplardan
oluşmaktadır. Eski İttihatçılar, Saltanatçılar ve irili ufaklı çeşitli gruplar.
İttihatçıları Kemalistlerin içine çekmek için çeşitli girişimler olmuşsa da bu
çabalardan pek az sonuç alınabilmiştir. İttihatçılar asıl muhalefeti
oluşturuyor ve bunlar barış yapılınca ülkeye hükmeden kuvvet olabilirler.
Hangi kategoriye girecekleri belli olmayan başka muhalifler de vardır. Bütün
Mustafa Kemal karşıtları Mecliste “İkinci Grubu” oluşturuyorlar. Son olarak
barışa karşı olanlar da ortaya çıkmıştır ki bunların başında Fevzi Paşa’nın
bulunduğu söyleniyor. Mustafa Kemal’den sonra Mecliste en önemli şahsiyet olan
Rauf Bey ise dikkatli bir oyun oynamaktadır. Kendisi dış politikada barışçıdır,
iç politikada ise İttihatçılardan yanadır. Mustafa Kemal kesin bir tutum
takınmadan barış teklifleri konusunda Meclisin nasıl şekilleneceği belli
değildir. ‘Karaağaç’sız ve Musul’suz barışa hayır!’ sesleri yükseliyor...”
(No. 92).
Bir hafta sonra Yüksek Komiser Rumbold
raporunu şöyle tamamlıyor:
“Barış teklifleri konusunda Mecliste
günlerdir devam eden (gizli) tartışmaların sonunda Mustafa Kemal söz almış ve
Hükümet tekliflerinden yana bütün ağırlığını koymuştur. Böylece gürültücü
muhalefeti çökertmiştir. Anlaşılan Mustafa Kemal barışın gerekli olduğuna karar
vermiştir ve barış yapılınca içerde bayındırlık projelerine dönecektir. Büyük
tartışma sırasında Mecliste olup bitenler hakkında dışarıya pek az şey
sızmıştır. Söylendiğine göre müzakerelerde 275 mebus bulunmuş, bunlardan 75’i
oylamaya katılmamış, 175’i Hükümet teklifleri lehinde, 20’si aleyhinde oy
kullanmış. Barış yapılırsa Kemalistler ile and-Kemalistler arasında şiddetli
bir boğuşma olacaktır. Bu boğuşma pek kendini beğenmiş olan Türkiye’yi zayıf
düşürecektir. Şimdilik en âcil sorun, barış veya savaş sorunudur...” (No. 93)*
*‘Lozan Barış Konferansı ile ilgili Türk
belgeleri için bkz. Bilâl N. Şimşir, Lozan Telgrafları. Türk Diplomatik
Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, Cilt I (Kasım 1922-Şubat 1923), Türk
Tarih Kurumu Yayını, Ankara: 1990; Cilt II (Şubat-Ağustos 1923), Türk
Tarih Kurumu Yayını, Ankara : 1994; Lozan barış şartlarıyla ilgili olarak Mart
1923’te TBMM’nde yapılan gizli görüşmeler bu cildin giriş bölümünde
bulunacaktır. Cilt II, s. IX-L. Lozan Barış Konferansıyla ilgili İngiliz
diplomatik belgelen de şu ciltte toplanmış bulunmaktadır; Documents on British
Foreign Policy 1919-1939, First Series, Volüme XVIII, Edited by W. N.
Medlicott, Douglas Bakin and M. E. Lambert; Her Majesty’s Stationary Office,
London: 1972.-
*
Lozan’da ikinci dönem barış görüşmeleri
devam ederken Türkiye’de genel seçimler yapılmıştır. TBMM, seçimin yenilenmesi
için 1 Nisan 1923’te karar almıştır. Ondan sonra iç politikada gelişmeler
hızlanmıştır. 7 Nisan’da Mustafa Kemal Başkanlığındaki bir toplantıda, Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin “Halk Fırkası” adıyla siyasal partiye
dönüştürülmesine karar verilmiştir. Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa, seçim
bildirisi niteliğindeki 9 Umdeyi yayımlamıştır. 11 Nisan’da İngiliz Yüksek
Komiseri “Mustafa Kemal durumunu pekiştirmektedir ve Halk Partisi’nin seçimi
kazanma şansı yüksektir” diye rapor etmiş ve eklemiştir: “Muhalefet ise dağınıktır, muhalefetin içinde en derli
toplu grup İttihatçılardır. Onlar da bir karşı bildiri yayınlamayı
düşünüyorlarmış ama onların Mustafa Kemal’e karşı ortaya atılmaları kolay
değildir.” (No. 105).
1923 seçimleri ve muhalefet konusunda bu
ciltte birçok İngiliz raporu yer almaktadır. 18 Nisan’da İngiliz Yüksek
Komiseri şunları yazıyor:
“Mustafa Kemal ve taraftarları seçimleri
kazanmaya kararlıdırlar. “Müdafaa-i Hukuk” örgütü, yeni Meclis seçilince “Halk
Partisi” adını alacak. Bunlar şimdi öncelikle İttihatçıların kalesi sayılan
İstanbul’u hedef alıyorlar. 12 Nisan günü Mustafa Kemal İstanbul halkına bir
biidiri yayınladı. Önde gelen Kemalistler seçimlerde İstanbul’dan aday
gösterilecekler. Onları seçtirmek için çeşitli önlemler alınıyor. “Tanin”de
Hüseyin Cahit (Yalçın) İttihatçıları destekliyor. İkinci Grubun da bildiri
yayınlayacağı havadisleri geldi, ama aslı çıkmadı. 15 Nisan’da Kemalistler,
muhalefete en büyük darbeyi indirdiler: Hıyanet-i Vataniye kanunun 1.
Maddesini değiştirdiler ve Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili 1 Kasım 1922
tarihli kararın eleştirilmesi vatana ihanet suçu sayıldı.” (No. 109).
Saltanat propagandasının yasaklanması
muhalefetin sesini kısmıştır. Ama yine de muhalefet seçime hazırlanmıştır.
İngiliz raporlarında çeşitli parti veya grupların adları anılıyor: Müdafaa-i
Hukuk (Birinci Grup), Müdafaa-i Hukuk (İkinci Grup), Milli Müdafaa Fırkası
(Muhalif), İttihat ve Terakki ve Emekçiler, ayrıca bağımsızlar. Muhaliflerin
bazıları iktidar partisi listesinden seçime girmişlerdir. İlerde açıkça
muhalefete geçecek olan Rauf Bey (Orbay), Kâzım Karabekir ve Refet (Bele)
Paşalar gibi tanınmış simalar da iktidar partisi durumundaki Müdafaa-i Hukuk
Partisi (Halk Partisi) listesinden seçime girip kazanmışlardır. Muhalefetin
asıl merkezi İstanbul’du. Seçim öncesinde İkinci Grup da Ankara’daki
karargâhını bırakıp İstanbul’a yerleşmiştir. Anadolu’da Trabzon, Samsun ve
Erzurum yörelerinde muhalefet görülmüştür. Diğer yerlerde Mustafa Kemal ve
taraftarları ciddi bir muhalefetle karşılaşmamışlardır. Kadınların henüz seçilme
haklan yoktu. Öyle olduğu halde ilk defa 1923 seçimlerinde kadınlara oy
verenler de olmuş. İzmir’de Latife Hanım’a ve Halide Edip Hanıma (Adıvar) l’er
oy verilmiş. Konya’da ise Latife hanıma 39 oy çıkmış.
25 Temmuz’da İngiliz Yüksek Komiser Vekili
Hendeıson Mustafa Kemal’in bu seçimleri kazandığını rapor ediyor, ona karşı
“gerçek tehlikeli muhalefetin Lozan antlaşmasından sonra, dış sorunlarla
birlikte ortaya çıkacağım” söylüyor ve şöyle devam ediyor: “ Mustafa Kemal’in
partisi şimdi de seçimlerde zafer kazanmıştır. Yeni Mecliste 280 küsur
milletvekilinden 240 kadarı seçildi, bunlar içinde Müdafaa-i Hukuk üyesi
olmayan sadece bir kişi vardır. Mustafa Kemal Ankara’dan oybirliğiyle seçildi.
İsmet Paşa Malatya’dan aday gösterildi... Mebus seçilen ordu komutanları,
ancak askeri görevlerinden ayrıldıktan sonra Meclis’te görüşmelere
katılabilecekler...” (No. 141).
O zamanki seçim uzun sürüyor ve ancak Temmuz
sonunda tamamlanıyor. Henderson, İsmet Paşa’nın Lozan’dan dönmek üzere olduğu
günlerde, 31 Temmuzda şunları yazıyor: “Seçimler hemen hemen tamamlandı,
260’tan fazla milletvekili seçildi. 30 kadar milletvekili “Saltanatçı Paı
ti”den imiş ve saltanatın kaldırılmasıyla ilgili kanunu değiştireceklermiş.
Mustafa Kemal İzmir’e gitti, Rauf Bey seçim bölgesine gidecekmiş...Lozan
antlaşmasının Meclisten ne zaman geçeceği belli değil. Hükümete karşı asıl
ciddi saldırılar, işgal kuvvetleri çekilip Türkler kendi kendilerine kaldıktan
sonra başlayacak.”(No. 142).
Londra’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı
yetkilisi bu raporun altına not düşüyor:
“Çok ilginç. Mustafa Kemal’in sorunları
başlıyor. Muhalefet için “Saltanatçı Parti” adı, onun en aziz prensiplerine
karşı doğrudan bir meydan okumadır.”
İkinci Meclis açılır. 13 Ağustos günü Gazi
Mustafa Kemal Paşa TBMM Başkanlığına seçilir ve kürsüye çıkıp önemli bir
konuşma yapar. Şunları söyler:
“Efendiler, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin ikinci intihap devresine dâhil olmuş bulunuyoruz... Bu devrei
intihabiye, aynı zamanda yeni Türkiye devletinin, yeni tarihinde mesut bir
intikal zamanına tesadüf ediyor... Filhakika dört senelik istiklâl mücadelemiz,
milletimizin şanına layık bir sulh ile neticelenmiştir... Efendiler! İlk
Meclisimiz memleketi düşman ayaklarında kurtarmak, milleti hayatbahş bir sulha
götürmek gayesine yürürken aynı zamanda yeni Türkiye Devletinin bünyanını
(yapısını) tesis ve tarsin ediyordu... Vazifesini hüsnü ifa etmiş ve sureti
umumiyede vatan ve millet için mucibi halâs ve hayat olmuştur... Sulh
müzakeratımn cereyanında da tesadüf ettiğimiz müşkilât pek çoktur. Fakat ben
bunu pek tabii buluyorum. Çünkü bu sulh müzakeratında tasfiye olunan hesebat
dört senelik değil, dört yüz senelik bir devrin mirası seyyiâtı (kötü mirası)
idi. Müşkilât, muvaffakiyetle iktihâm olundu. (Zorluklar başarıyla göğüslendi)...
Efendiler, şarkta Trabzon’u, cenupta Adana’yı ihtiva edecek (içine alacak)
büyük Ermenistan’dan eser kalmamıştır. Ermeniler tabii olan hudutları dahilinde
bırakılmıştır... Şimalde Karadeniz’in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde
tesis edilmek (kurulmak) istenilen Pontus hükümeti taraftarlarıyla beraber
tamamen bertaraf edilmiştir... Milletin azim ve celâdeti karşısında Türkiye’yi
parçalamanın ham bir hayal olduğu kabul ettirilmiştir... Efendiler! Bu güne
kadar istihsal eylediğimiz muvaffakiyat, bize ancak terakki ve medeniyete doğru
bir yol açmıştır... Bize ve ahfadımıza düşen vazife, bu yol üzerinde
tereddütsüz ilerlemektir... Sonra Efendiler, Türkiye Devletinin istiklâli
mukaddestir. O, ebediyyen müemmen ve masun olmalıdır...”
Yeni dönemde Fethi Bey (Okyar) Başbakan
olur. İsmet Paşa Lozan’dan dönmüştür. Yeni Meclis, ilk iş olarak Lozan Barış
Antlaşmasını görüşür ve 23 Ağustos günü Antlaşmayı onaylar. Aynı gece, Barış
Antlaşmasının onaylandığı İtilaf Devletleri Yüksek Komiserlerine bildirilir,
çünkü işgal kuvvetlerinin İstanbul’u boşaltmaları buna bağlıdır.
*
İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal
kuvvetleri Türkiye’yi terk edince, 13 Ekim 1923 günü Ankara şehri yeni Türkiye
Devletinin başkenti yapılır, iki hafta sonra 29 Ekim 1923’te de Türkiye
Cumhuriyeti ilan edilir ve Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye’nin ilk
Cumhurbaşkanı seçilir.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanına İngiliz
belgelerinde az yer verilmiştir. İngiliz diplomatları, bu tarihi gelişmeyi daha
ziyade iktidar-muhalefet ilişkileri açısından değerlendirmişlerdir. İngiliz
Yüksek Komiser Vekili Henderson, 20 Kasım 1923’te özetle şunları rapor
etmiştir:
“Cumhuriyetin ilanının ardından şiddetli
tartışmalar başladı. Mustafa Kemal’e karşı olan muhalefet liderleri kendi
aralarında toplanıyor ve İstanbul’da yeterli destek buluyorlar. Ama Mustafa
Kemal Ankara’ya hâkim. 10 Kasım’da Kâzım Karabekir Paşa İstanbul’a geldi ve
onun buradaki hareketlerine basın geniş yer verdi. Karabekir Paşa 12 Kasım’da
Halifeyi ziyaret etti. Ertesi gün Rauf Bey ve Refet Paşa ile buluştu ve her üçü
basma demeçler verdiler... Halifelik konusu ve bugünkü Halifenin, durumu
kamuoyunu meşgul ediyor. Mustafa Kemal kamuoyunu sınıyor ve şimdilik
gelişmeleri seyrediyor. Halifenin aylık ödeneğini 26.000 liradan 50.000 liraya
çıkarılmasını istediği söyleniyor... Ankara ile İstanbul arasındaki sürtüşme
devam ediyor... Cumhuriyetin ilânı ileriye doğru atılmış ihtilâlci bir adım
olmakla beraber, anayasa açısında Kabine sistemine dönüştür ki, iki yıl önce
Mustafa Kemal bu sisteme karşıydı...” (No. 162).
Henderson, 9 Ocak 1924 günü de şu
değerlendirmeyi yapıyor:
“TBMM 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırma
kararı verirken risk de üstlendi ve gelişmeler bu cüreti haklı çıkardı. Türk
halkı kararı kabul etti. Türklerin aydın sınıfı şimdi “millî hakimiyet”,
“cumhuriyet”, “liberal” ve son olarak da “laik” kavramları etrafında
fikirlerini kristalleştirmiştir. 1908 tipi meşruti saltanat artık gericilik
sayılıyor. Böyle olunca bir yıl içinde saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin
ilânı Mustafa Kemal için pek zor olmamıştır. Kendisi büyük bir adamdır, gerçek
bir yurtseverdir, ama hırs ve endişe kendisini aşırılığa itmiştir demek, pek
haksızlık olmaz. Endişesi, kısmen Batılı Devletlerden, kısmen de Halifelikten
kaynaklanmaktadır. Zira Batı, isterse Türkiye’yi ezebilecek güçtedir;
Halifelik ise bütün tutucu güçlerin merkezi durumundadır. Dolayısıyla Halifeliğin
İslam dünyasında Türkiye’ye sağladığı prestijden vazgeçilmektedir...Ekonomik
bakımdan Türkiye zorluklar içindedir...Sorunların çözümü için yapıcı politika
gerekiyor ki bu da Mustafa Kemal’den bekleniyor. Onun da sağlık sorunu ve
siyasi zorlukları var. Ankara ile İstanbul arasında süren zıtlaşma yüzünden
İstanbul basını Ankara’nın her yaptığına karşı çıkıyor. Mustafa Kemal sağlığına
kavuşursa ülkeyi toparlayabilir.” (No. 167).
*
13 Ekim 1923 tarihinde, Ankara şehri
Türkiye’nin başkenti oldu; eski payitaht İstanbul bırakıldı. O tarihten beri
Ankara, Türkiye Devletinin başkentidir ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına da
değişmez başkent olarak geçmiştir. Cumhuriyet ile Cumhuriyetin başkenti, gün
farkıyla yaşıttırlar.
Türkiye başkentinin İstanbul’dan Ankara’ya
kaydırılması, İngiliz diplomasisini çok meşgul etmiştir. Yabancı Elçiler ve
Elçilik personeli Devletin başkentinde otururlar, oturmak durumundadırlar; Devletler
Hukuku kuralları ve teamül bunu gerektirir. Türkiye’de görevli İngiliz
diplomatları ise İstanbul’u bırakıp Ankara’ya taşınmak istememişler, taşınmamak
için ellerinden geleni yapmışlardır. Bağımsız bir devletin kendi başkentini
seçmesi, o devletin egemenlik hakkıdır, kendi iç işidir. İngilizler bu hukuk
kuralını da gözardı ederek Türkiye’nin yeni başkentine karşı açıkça cephe
almışlar, başka devletlere de Ankara’yı boykot etmeleri için baskı
yapmışlardır. 1923-1925 yıllarında çiçeği burnundaki Türkiye Cumhuriyeti ile
Büyük Britanya ve müttefikleri arasında nota değiş-tokuşu yoluyla bir “Ankara
Savaşı” yaşanmıştır. “İkinci Ankara Savaşı”. Bilindiği gibi Birinci Ankara
Savaşı, 15. Yüzyıl başında Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt ile Özbek Hakanı
Timur arasında olmuştu. Ondan beş yüzyıl sonra İngiltere ile yapılan İkinci
Ankara Savaşım Türkiye kazanmıştır. Bu konudaki İngiliz belgelerini daha
önceki yayınlarımda kullanmıştım[1]. Bu ciltte de Ankara’nın
başkent oluşuyla ilgili bir düzine kadar belge yer almaktadır[2].
Evet, Ankara’nın başkent oluşu, yabancı
elçilikler konusunu gündeme getirdi. Türkiye’ye atanmış ve atanacak olan
yabancı diplomatik temsilciler Ankara’ya ne zaman taşınacaklardı? Türkiye’de
yeni başkentin seçildiği ve Cumhuriyetin ilan edildiği sırada, Ekim 1923’te,
Ankara’da yalnız Afganistan ve Sovyet Rusya Büyükelçilikleri vardı. Bir de
Mougin adlı bir Fransız Albayı, bir çeşit temsilci sıfatıyla Ankara’da
oturuyordu. Öteki yabancı diplomatik temsilcilerinin hemen hepsi
İstanbul’daydı. Şimdi bunların Ankara’ya taşınmaları gerekiyordu.
İngiltere, aylar öncesinden işe koyulmuş,
başkent Ankara’ya karşı cephe almaya hazırlanmıştı. Bunun ötesinde İngiltere,
müttefiklerini de yanına çekip Ankara’ya karşı bir ortak cephe oluşturmağa
çalışıyordu. İngiltere Dışişleri Bakam Loıd Curzon, 24 Ekim 1923 günü Paris,
Roma, Washington ve Tokyo Büyükelçilerine bir şifre talimat gönderdi ve
Müttefiklerin Ankara’ya karşı anlaşıp birlikte hareket etmelerini istedi.
İngiltere’nin Türkiye’ye bir Büyükelçi atayacağını, fakat Büyükelçinin
Ankara’da değil, İstanbul’da oturacağını bildirdi. “Majesteleri Hükümeti,
her halükarda Ankara’ya bir Büyükelçi göndermemeye kararlıdır” dedi. Öteki
Hükümetlerin de böyle yapmaları için girişimde bulunulmasını istedi.
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser
Vekili Henderson da İngiltere’nin Ankara’da Büyükelçilik açmayacağını
söylüyordu. 3 Kasım 1923 günü Dışişleri Bakanlığının İstanbul temsilcisi
(Murahhası) Dr. Adnan Beye (Adıvar), “Majesteleri Hükümeti, Ankara’da en
küçük bir ev bile almak niyetinde değildir” diyordu. Hendereson, Ankara’ya
Büyükelçi gönderilmemesini savunuyor ve 20 Kasımda Londra’ya da şunları
yazıyordu:
“Ben bugünkü (Türkiye) Büyük Millet
Meclisinin iki yıllık ömrü olacağını ve Ankara’nın da iki yıl başkent kalacağını
sanıyorum...Majesteleri temsilciliğinin Ankara’ya taşınması Türk Hükümetini ve
Mustafa Kemal’i elbette çok memnun edecektir. Ama bu taşınma, Majesteleri
Hükümetinin tatsız ve aşağılayıcı bir taviz vermesi anlamına gelir
kanısındayım.”
İngiliz diplomatı Türkiye Cumhuriyetine
iki yıllık ömür biçiyor, birkaç yıl içinde saltanatın tekrar diriltileceğini ve
o zaman başkentin yine İstanbul’a taşınacağını ileri sürüyordu. Şubat 1924’te
İstanbul’a Ronald Charles Lindsay adında bir İngiliz Elçisi gönderildi. Bu elçi
gelir gelmez, ilk iş olarak, Ankara’nın başkent kalamayacağını Londra’ya şöyle
rapor etti:
“ Başkent işinin nereye varacağı üzerinde
kehanette bulunmaktan hiç hoşlanmam, ama şunu cesaretle söyleyebilirim: Günün
birinde İstanbul’un tekrar payitaht olacağı kesindir.”
Bir diplomatın, görevli olduğu ülkeyle
ilgili önemli bir konuda, bu kadar kesin konuşarak kendi Hükümetini yanıltması
için, doğrusu, yalnız “cesaret” değil, aynı zamanda epeyce “cehalet” gerekir.
Anlaşılan Mr. Lindsay, Mustafa Kemal’i ve Türkleri hiç tanıyamamıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin
Türkiye politikasının iflas etmesini bir türlü içlerine sindirememiş olan
megaloman ve ukala İngiliz diplomatları, şimdi başkent Ankara’ya taşınma işini
bir prestij meselesi yapıyor ve adeta körükörüne direniyorlardı. Mustafa
Kemal’in büyük zaferini İstanbul’da yaşamış olan Nevile Hendeıson, Londra’da
hazırladığı 30 Mart 1924 tarihli raporunda, Ankara’ya Büyükelçi göndermemek
gerektiğini şöyle savunuyordu:
“İstanbul’da oturacak Büyükelçinin
temsilcisi olarak Ankara’ya bir diplomatik sekreter atanarak Türk Hükümetiyle
ilişki sağlanabilir...
“ Sorunun bir başka yönü de vardır.
Mustafa Kemal,...kendi prestijini arttırmak için Büyükelçileri Ankara’da
oturmaya zorlamak da isteyebilir. Söylemeye gerek yoktur ki (Mustafa) Kemal’in
prestijini artıran her şey, bizim prestijimizi azaltır....Temsilciliğimiz bir
gün Ankara’ya taşınacaksa (Büyükelçilik derecesinden) Elçilik derecesine
indirilmelidir.”
İngiliz diplomatı, aklı sıra, Ankara’da oturmak
durumunda kalacak olan İngiliz Büyükelçisinin rütbesini düşürerek Türkiye’yi ve
Mustafa Kemal’i küçük düşürmüş ve bu yolla İngiliz prestijini yükseltmiş
olacaklarını düşünüyordu. İşin şaşılacak tarafı şu ki, Mr. Henderson’un bu
zavallı raporu, Dışişleri Bakanından ve Başbakandan geçerek Kral George’a kadar
çıkarılmış ve Kral tarafından da onaylanmıştı. Kral, 5 Nisan 1924 günü, “İkametgâhı
İstanbul’dan Ankara’ya taşınırsa Türkiye’deki İngiliz visyonu Elçilik
derecesine indirilecektir’’ diye buyurmuştur. (No. 194).
İngiltere, bu buyruk doğrultusunda bir
politika benimsedi ve başkent Ankara’ya karşı cephe aldı. Fransa ile İtalya’yı
da buna ikna etti. Lozan Barış Antlaşması yürürlüğe girdikten hemen sonra, 1
Mart 1925 günü, İngiliz ve İtalyan Büyükelçileri, İstanbul’daki Türkiye
Dışişleri Delegesi Nusıet Bey’e, birer nota verdiler; Fransa Büyükelçisi de
aynı doğrultuda sözlü bildirimde bulundu. Her üçü de, Türkiye Cumhuriyeti ile
Büyükelçilik düzeyinde yeniden diplomatik ilişki kuracaklarını, ancak Büyükelçilerin
(başkent Ankara’da değil) İstanbul’da oturacaklarını resmen Türkiye’ye
bildirdiler.
Türkiye Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü
(Aras), 19 Mart’ta cevap verdi. Devletler hukuku ilkelerine ve uluslararası
teamüle göre, ülkelerini Türkiye’de temsil edebilmeleri için "Büyükelçilerin
ancak Türkiye’nin başkenti olan Ankara’da resmî ikametgâhları olabilir. Bu
genel kuralın Türkiye için değiştirilmesine hiçbir neden ve imkân yoktur"
dedi ve “bu misyonların mümkün olan en kısa zamanda Ankara’ya taşınacaklarını
umarım” diye ekledi.
Bu cevap üzerine İngiliz Büyükelçisi
Lindsay, Ankara’ya karşı sonuna kadar direnmeyi Londra’ya önerdi. Üç Büyük
Devlet direnişlerini gevşetmezlerse, öteki devletlerin de yan çizemeyecekleı
ini, yani Ankara’da Elçilik açamayacaklarını söyledi. “Şu halde en önemli nokta
cephe birliğidir (unity of front)” dedi.
İngiltere, Fransa ve İtalya’nın
direnmeleri sonunda Mustafa Kemal rejiminin devirilebileceğini de ima etti:
“Bu ortak direnişle ne elde
edilebilecektir, sorusu akla geliyor... Direnmekle herhalde zaman kazanmış
oluruz ve bu tek adam (Mustafa Kemal) rejiminin ne kadar ömrü olduğunu kimse
söyleyemez.” Diye yazdı.
İngiltere, başkent Ankara’ya karşı “cephe
birliğini” ayakta tutabilmek için Fransa ve İngiltere’yi baskı altında tutmağa
çalıştı. Kendi başkentini seçmiş olmaktan başka bir “suçu” olmayan Türkiye’yi
cezalandırmayı da önerdi: Türk Hükümeti, Büyükelçilerin Ankara’da oturmaları
için ısrar ederse, o takdirde Türkiye ile diplomatik ilişkiler elçilik düzeyine
indirilecek, yani Türkiye küçük düşürülüp cezalandırılacaktı. Fransa bu İngiliz
önerisine yanaşmadı. “Cephe birliği” çatladı ve sonra çöktü. İngiltere yalnız
kaldı. Daha sonra, Lindsay’in halefi Büyükelçi Sir George Clerk, inatla
direnmenin saçmalığını anlayacak ve gelip başkent Ankara’ya yerleşecekti.
Yakın tarihte başkentlerini değiştiren
başka ülkeler de olmuştur. Örneğin Pakistan’nın başkenti Kaı açi’den
İslamabad’a, Bıezilya’nınki Rio de Janeiro’dan Brasilia’ya, Kazakistan’ın
başkenti de Almatı’dan Astana’ya taşınmıştır. Başkent değiştiren devletlerin
yeni başkentlerine karşı İngiltere’nin veya başka bir devletin direndiğini
veya yeni başkentleri boykot ettiğini hiç duymadık. İngiltere, yalnız
Türkiye’ye karşı inatla direnmiştir. Direnişini sürdürmekle saltanatçıları
yüreklendireceğini ve gencecik Türkiye Cumhuriyeti rejimini devirebileceğini de
düşünebilmiştir! İstanbul’daki İngiliz diplomatları, Türkiye Cumhuriyetine ve
Ankara’nın başkentlik statüsüne iki yıllık ömür biçecek kadar
körleşebilmişlerdir.
Ankara’da, Genelkurmay Başkanlığı
binasının önünde bir yazıt vardır. Orada, mermer üzerine kazınmış, Atatürk’ün
şu sözleri okunur:
1923 yılında söylenmiş olan bu sözler,
Türkiye Cumhuriyetinin çok yaşamayacağını ve Ankara’nın da başkent olarak
kalamayacağını söyleyen Nevile Henderson gibi, Ronald Lindsay gibi cahil ve
ukala İngiliz diplomatlarına bir cevap niteliğindedir. Bu sözleriyle Atatürk,
iktidara gelirlerse başkenti Ankara’dan İstanbul’a taşımayı hayal etmiş olan
bazı Terakkiperver Fırka kodamanlarına da dolaylı bir cevap vermiş, kimse ham
hayal kurmasın, bilinsin ki Ankara sonsuza kadar Türkiye’nin başkenti
kalacaktır, demek istemiştir.
*
Halifeliğin kaldırılması başlı başına çok
önemli bir olaydır ve İngilizlerce yakından izlenmiştir. Bu konudaki İngiliz
belgelerinin bir bölümümü daha önceki yayınlarımda kullanmıştım \ Bu
ciltte de Halifelikle ilgili epeyce belge bulunacaktır[3].
Britanya imparatorluğu büyük Müslüman
kitlelerini de kapsıyordu. Bugünkü Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Malezya
gibi ülkeler hep İngiliz sömürgeleriydi. Bu nedenle İngiltere, kendisini
“dünyanın en büyük İslam devleti” sayıyor ve dolayısıyla Halifelik konusuyla
yakından ilgileniyordu.
Birinci Dünya Savaşının başlarında, 31
Ekim 1914 günü, Kahire’deki İngiliz Temsilcisi Lord Kitchener, Mekke Şerifi
Hüseyin’e bir mesaj göndererek, “Gerçek Arap soyundan birisinin Mekke veya
Medine’de Halifeliği üzerine almasını” salık verdi. O tarihte İngilizler,
Arapları Osmanlı devletine karşı ayaklandırma hazırlığı içindeydiler. Şerif
Hüseyin’i can damarından yakalamışlardı, ona, başka vaadler yanında,
Halifeliği de teklif etmişlerdi. Şerif Hüseyin hem Arap soyundandı hem de
Peygamber ahfadından. Yani Halifeliği üstlenmesi için biçilmiş kaftandı. Nasıl
Hazreti Muhammed Arap soyundan idiyse, Halife de “gerçek Arap soyundan”
olmalı, İslamm kutsal topraklarında, yani Mekke veya Medine’de oturmalıydı;
kozmopolit İstanbul’da değil!
1915
yılında İngilizler, Şerif Hüseyin’e Halifelik sözlerini yinelediler. Sir H. Mc
Mahon, 30 Ağustos 1915 günü Şerif Hüseyin’e bir mektup gönderdi ve "Lord
Kitchener’in mesajını teyid ederiz. Gerçek Arap soyundan birinin Halifeliği
üzerine almasının İngiltere Hükümetince memnuniyetle karşılanacağını bir defa
daha belirtiriz” dedi. Düşmanlarımız, Halifeliği Türklere karşı bir silah
olarak kullanıyorlardı.
Türk
askeri, “İslamın kılıcı” olarak Mekke ve Medine’yi savunmağa çalışırken, İslam
kardeşlerinin kılıcını sırtından yedi. Halife olmak emeline kapılan Mekke
Şerifi Hüseyin, Osmanlı Halife-Padişahına karşı ayaklandı ve Türk askerini
arkadan vurdu. 1 Kasım 1916 günü, “Kıble ulemasının artık Türk
halifeyi tanımamağa karar verdiğini” açıkladı.
Halifelik entrikaları İstiklâl Savaşında
da devam etti. Ankara Hükümetine karşı İngilizlerin de teşvikiyle Anadolu’da
çıkarılan Anzavur ayaklanması, Kuvayı İnzibatiye ayaklanması gibi çeşitli
isyanlarda Halifelik silahı Türkiye’nin aleyhine sık sık kullanılmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922
günü Saltanatı kaldırdı. Hakimiyet, tek elde, TBMM’de toplandı. Bu Meclisin
üstünde başka hiçbir kuvvet olamazdı. Saltanatın kaldırılması, din ve dünya
işlerinin birbirinden ayrılması demekti. O zamana kadar Osmanlı Padişahı, hem
devlet otoritesini, hem de din otoritesini temsil ediyordu. Hem Padişah, hem
Halifeydi. Bu kararla Halifenin Padişahlık sıfatı kaldırılmış ve Vahdettin
yalnız Halife olarak bırakılmıştı. Halifelikle Saltanatın birbirinden
ayrılması ve Saltanatın kaldırılması kararı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin
Halifelik konusunda karar vermeye yetkili olduğunu kanıtladı ve bu karar, daha sonraki
kararlar için bir emsal oldu.
Vahdettin, Padişahlık sıfatı
kaldırıldıktan ve yalnız Halife sıfatıyla bırakıldıktan sonra, ancak bir defa
Cuma selâmlığı töreninde göründü. İkinci selâmlık törenini göze alamadı.
İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, 10 Kasım 1922 günü, “Ali Kemal’in öldürülmesi üzerine, Padişahın güvenliği
konusu beni düşündürüyor… Müttefik Generaller, Padişahın can güvenliğini
sağlamanın güç olduğunu belirtiyorlar. İtalyan Generali sorumluluğu paylaşmak
istemiyor” diyordu. Ve halife Vahdettin, 17 Kasım
1917 günü İngilizlere sığındı ve “Malaya” adlı İngiliz zırhlısına binip yurt
dışına kaçtı. TBMM, hem kaçan Vahdettin’in Halifelik sıfatını kaldırdı, hem de
onun yerine Şehzade Abdülmecid Efendi’yi Halife seçti. 24 Kasım günü törenle
Halifelik tahtına çıkan Abdülmecid Efendi, birçok ülkede Halife olarak tanındı
ve hutbelerde artık onun adı zikredilmeğe başlandı. Yeni Halife Hicaz gibi
bazı yerlerde ise tanınmadı.
Lozan Konferansı devam ederken, Mayıs
1923’te, Halife Abdülmecid, yaveri Edip Beyi Ankara’ya gönderdi, Halifeliğinin
bütün İslam ülkelerince tanınmasını sağlamak amacıyla, İslam ülkelerinden
heyetler davet edilmesini istedi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, o sırada heyetler
davet etmeyi uygun bulmamış ve barıştan sonra Hilafet sorununu da çözeceğini
söylemişti (No. 120).
Abdülmecid
Efendinin Halife seçilmesinden sonra Halifelik entrikaları durmadı.
Hindistan’daki İsmaililerin başı Ağa Han ile Emir Ali, 24 Kasım 1923 günü
Başvekil İsmet Paşa’ya bir mektup gönderdiler ve Halifenin nüfuz ve şerefinin
Papanın nüfuz ve şerefi düzeyine çıkarılmasını istediler. Yani bir ayını bile doldurmamış taptaze Türkiye
Cumhuriyetinin içişlerine karışarak Halifeye siyasi bir statü istemeye
kalkıştılar. Ve mektup İsmet Paşa’nın eline geçmeden muhalif İstanbul
gazetelerinde yayınlandı.
Aralık 1923’te, Filistin Araplarının üç
lideri Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya mektuplar yazmış, onlar da
Halifelik makamının itibarının korunmasını istemişlerdir. Bu Araplar daha da
ileri giderek, yoksa İslam dünyasının Halifelik makamına Kral Hüseyin gibi
başka bir Halife adayı çıkaracağını söylemişlerdir. Mısır ulemasından da benzer
“uyarılar” gelmiştir.
Arkasından Halife Abdülmecid Efendi,
bütçesinin arttırılması, “Hazine-i Hilafet” vs. hakkında bazı isteklerde bulunmak
üzere, Başkâtibini Ankara’ya göndermek istedi. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Gazi
Mustafa Kemal Paşa, 22 Ocak 1924 günü Başvekil İsmet Paşaya şunları yazdı:
“…Halife ve bütün cihan, kati olarak
bilmek lâzımdır ki, mevcut ve mahfuz olan Halife ve Halife makamının,
hakikatte, ne dinen ne de siyaseten hiçbir mâna ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla mevcudiyetini, istiklâlini tehlikeye manız
bırakamaz. Hilâfet makamı, bizce en nihayet tarihî bir hâtıra olmaktan fazla
bir ehemmiyeti haiz olamaz…”
Hicaz Kralı Hüseyin Halifelik
iddialarını sürdürüyordu. Bazı esrarengiz İngiliz subaylarının yardımıyla,
Ürdün’de veya Irak’ta bir Halifelik Kongresi toplanmağa çalışılıyordu. Bu
kongreye tahtından indirilmiş ve yurt dışına kaçmış olan Vahdettin’in de
katılacağı söyleniyordu. Bu hareketin arkasında İngiltere’nin bulunduğu tahmin
ediliyordu. Ankara merak ve kuşku içindeydi. Ne oluyordu? İngilizler 1915’lerde
Arapları Osmanlı Devletine karşı ayaklandırmak için Halifelik silahını kullanmışlardı.
Şimdi aynı silahı gencecik Türkiye Cumhuriyetine karşı da mı kullanacaklardı?
2 Ocak 1924 günü İzmir’e gitmiş olan
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, orada 4 Şubat günü İstanbul gazeteleri
başyazarlarını kabul etti ve ertesi gün onlara akşam yemeği verdi.
Gazetecilerden sonra 11 Şubat günü Başbakan İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Paşa, yardımcısı Asım Paşa ve bütün ordu komutanları İzmir’e
gittiler. Aynı gün eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa yatıyla İzmir’e geldi ve
Cumhurbaşkanı ile görüştü. 15-20 Şubat günleri İzmir’de “Harp Oyunları”
görünümü altında komutanlarla gizli toplantılar yapıldı. Bu toplantılar
Halifeliğin kaldırılmasına hazırlık toplantılarıydı. İstanbul’daki İngiliz
diplomatları toplantıları pek merak ettiler, fakat burada neler konuşulduğunu
tam olarak öğrenemediler. İstanbul’a yeni gelmiş olan İngiliz diplomatik
temsilcisi Lindsay ki henüz Elçi unvanı taşımıyordu, 20 Şubat günlü raporunda,
“Mustafa Kemal Paşa, yeni adımlar için ordunun desteğinden emin olmak istiyor.
Halifeyi daha zayıf düşürmeyi ve meselâ onu İstanbul’dan çıkarmayı düşünüyor
olabilir” dedi (No. 179). Ama Halifenin İstanbul’dan çıkarılınca Bursa’ya
gönderileceğini sanıyordu.
İngiliz temsilcisi Lindsay, 12 Şubat
günü İstanbul’a gelmişti. Gelir gelmez, Halife Abdülmecid Efendiyi ziyaret
etmek istemişti. 25 Şubat günü Halife ile görüşme isteğini yineledi. Kendisine,
“Halifelik konusunda bazı değişiklikler düşünülmekte olduğu, şu sıralarda
siyasi kişilerin Halifeyi ziyaretlerinin hoş karşılanmayacağı” yolunda
cevap verildi. Bu cevap üzerine Lindsay Londra’ya, “Halifenin Anadolu’ya
sürülebileceğini ve statüsünün de küçültülebileceğini” yazdı. İngiltere Dışişleri
Türkiye masası müdürü Osborne da yazının altına not düştü: “Mustafa Kemal,
bahtsız halifeyi daha da aşın Vatikanlaştırmayı düşünüyor galiba’’ dedi.
“Vatikanlaştırma”,
Halifeliğe, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde bir “Devlet” statüsü vermek
demek olurdu. İtalya Krallığı içindeki “Vatikan” Devleti gibi. Yani devlet
içinde devlet! Oysa Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, ulusal egemenliği
Halife ile paylaşmağa hiç niyetli değillerdi. Paylaşmak veya devlet içinde devlete razı olmak şöyle dursun, devletin
bütünlüğünü, bölünmezliğini gölgeleyebilecek her kalıntıyı silip süpürmek
kararındaydılar. İsmet Paşa, İzmir toplantısından döndükten sonra, 27 Şubat
1924 günü, Türkiye’nin dış temsilciliklerine şifre telgrafla şu bilgiyi verdi:
“Bütçe müzakeresi esnasında Cumhuriyetin
bilcümle esasat-ı medeniyeye istinat ederek seri ıslahata teşebbüs etmesi lüzumu
Türkiye Büyük Millet Meclisinde hararetle mevzuubahs ve müzakere
edilmiştir...Hilâfet esasen hükümet demek olup Cumhuriyet idaresinde ise bir
makam-ı Hilâfetin sebebi dahi kalmamış olduğu iddia ve Hanedanın Türkiye’de
ikameti ebediyyen memnu (yasak) olması ve evlâd-ı zükürun (erkek çocukların)
derhal ihraçları deımeyan ediliyor. Kezalik Erkânı Haıbiye-yi Umumiye ve Şeriye
Vekâletlerinin Kabineden ihracı ve şeriye umurunun (din işlerinin) bir
Başmüftülüğe tevdii mevzuu bahistir. Memlekette terbiye ve tedrisat-ı
umumiyenin tevhidi (eğitimin birleştirilmesi) dahi iltizamı mütalea olunuyor.
Reisicumhurun sene başı nutkunda (mali yılbaşı, yani 1 Mart günü yapacağı
konuşma kastediliyor) bu esasata temas edilecektir. Meclisin birkaç güne kadar
bir karar-ı katiye (kesin karara) varması memuldür. Şimdilik mahrem tutulmak
üzere arz-ı malûmat ederim. İSMET.”
Bu gizli telgrafın Türkiye’nin dış
temsilciliklerine çekildiği gün, eski Maliye Nazırı Cavit Bey, haberi
İngilizlere yetiştirdi. İstanbul’daki İngiliz diplomatik temsilcisi Lindsay,
27 Şubat 1924 günü Londra’ya özetle şunları yazdı:
“Yeni Anayasa taslağında Halifeye yer
verilmediğini yazmıştım. Cavit Bey, Ankara liderlerinin Halifeyi kovacaklarını
Sir Adam Block’a haber vermiş. Başka bir kaynaktan da Mustafa Kemal’in Halifeyi
ve bütün ailesini sınırdışı edeceğini öğrendim. İzmir’de gazetecilerle ve
paşalarla yapılan toplantılar buna hazırlıkmış. ‘Laik’lik eğilimi gitgide daha
fazla ortaya çıkıyor. Cumhuriyet, kendisini dini kavramlardan arındırıyor.
Basın, Halifeliğin gereksiz bir yük olduğunu artık açık açık yazıyor. Çağdaş
bir cumhuriyette şeriat mahkemelerine ve dini okullara da yer olmadığı
söyleniyor. Mustafa Kemal, 1 Martta yapacağı konuşmada herhalde cumhuriyetin
laik özelliğini vurgulayacaktır. İsmet Paşa, paşalarla İzmir’de yapılan
toplantıda, Halife sınırdışı edilince, Türkiye’nin Panislamizm politikası
izlediği yolundaki İngiliz kuşkularının da azalacağı umudunda olduğunu
söylemiş” (No. 182).
Halifeliği kaldıracak kanun TBMM’de
görüşülmeğe başlandı. Bazı kimseler, bu makamı bir siyasi “kuvvet” veya koz
olarak elde tutmak gerektiğini söylüyorlardı. Başvekil İsmet Paşa, öyle
düşünenlere özetle (ve sadeleştirilmiş olarak) şu cevabı verdi:
“Halifelik konusunun dinî ve siyasî iki
yönü vardır. Dinî bakımdan, Halifelik kalkınca hiçbir eksiklik, hiçbir boşluk
hissedilmeyecektir. Din hükümleri yine uygulanacaktır. Zaten dört yıldır
Anadolu’da Halifeliğin hiçbir olumlu etkisi olmamıştı...
-
|
“Kurtuluş Savaşını ‘Halifeliği kurtaracağız’ sözleriyle yaptığımızı söyleyenler çıkmıştı. ‘Bu sözler, yatan şehitlere hürmetsizlik olur.’ Milletler, kutsal ülkülerle, yüce ülkülerle kurtuluş savaşı yaparlar; böyle boş sözlerle değil.
‘İstanbul, Halifeliğin merkezi olduğu için
Tüıklere bırakıldı’ diyenler oldu. Gerçi İstanbul Tüıkleıe bırakıldı. Ama,
Halifeliğin merkezi olduğu için değil; Türk askeri Yunan ordularıyla Halife
ordularına karşı başarı kazandığı için Türklere bırakıldı.
Halifeliğin dış politikada yararı
olacağını ileri sürenler oldu. Halifelik bütün devletlere hakim mi olacaktır?
Bağımsız olan devletlerin Halifelik makamına bağlılıkları nedir ki?... Makam-ı
Hilafet bizdedir diye diğer milletlere bir vazife-yi siyasiye mi tevdi
edeceğiz? Bu kadar tecrübelerden sonra bunu nasıl ümit edebiliriz? Vezaif-i hâriciyemizde
Hariciye Vekâletinden başka bir makamın alâkadar olmasını nasıl kabul
edebiliriz? “
İsmet Paşa sözlerini şöyle düğümledi:
“Türkiye’yi dahili ve harici siyasetinde
iki başlı olmaktan kurtarmak için makam-ı Hilafeti ilga etmelidir... Ahkâm-ı
diniye ile mutabık olan bu karar Türk milleti için vesile-i saadet olacaktır.”
Ve
3 Mart 1924 günü Halifelik kaldırıldı. Ertesi gün Hariciye Vekili İsmet Paşa, Halifeliğin kaldırıldığını,
Halifenin sınırdışı edilmek üzere olduğunu şu telgrafla Türkiye’nin dış temsilciliklerine
bildirdi:
“Hilafetin İlgası Kanunu Türkiye Büyük
Millet Meclisinin tasdikma iktiran etmiştir. Sabık Halife ile azası Bern’e
gitmek üzere bu akşam hareket edecektir. Sakıt Hanedanın diğer mensubini on
gün zarfında gideceklerdir.”
İstanbul’da İngiliz diplomatik temsilci
vekili Henderson, Halifeliğin kaldırıldığını 5 Mart 1924 günü Londra’ya özetle
şöyle rapor etti:
“Halifeliğin kaldırılması, Türkiye
Cumhuriyetinin laik karakterinin vurgulanması ve ordunun politikadan
ayrılması, yani ‘inkılabın tamamlanması’, son hafta içinde kamuoyunun dikkatini
en fazla çeken gelişmeler oldu. Biraz açayım: Son günlerde İstanbul basınında
Halife aleyhindeki yayınlar çoğalmıştı. Kamuoyunun önemli gelişmelere
hazırlandığı anlaşılıyordu. ‘Radikal reformlar’ sözleri günün parolasıydı. 26
Şubat’ta Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, Şeriye Vekili Mustafa Fevzi Efendi ile
bir toplantı yaptılar. 29 Şubat gecesi Cumhurbaşkanlığı köşkünde bir toplantı
yapıldı. Mustafa Kemal’in 1 Mart günlü konuşması Başkanlık Mesajı karakterindeydi.
2 Mart günü Halk Partisi tekrar toplandı. Dört kanun tasarısı hazırlandı.
Bunlar, Halifeliğin kaldırılması, Şeriye Vekâletinin kaldırılması, millî
eğitimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat), Genelkurmay Başkanının Kabine
dışında bırakılması idi. Parti toplantısında bu kanun tasarıları bütün gün
tartışıldı ve pek az değişiklikle kabul edildi. Parti toplantısında bir ara
Mustafa Kemal’in kendisi, prenseslerin sınır dışı edilmemelerini önerdi, ama
öneri kabul edilmedi. Türkiye’ye altı yüzyıl hükmetmiş olan Osmanlı hanedanına
Türkiye’yi terk etmesi için 10 günlük süre tanındı. Halifenin kendisine ise
yola çıkması için sadece birkaç saatlik zaman verildi. 4 Şubat sabahı (ne
gariptir ki Miraç tatiline rastlamıştır) Halife ve ailesi otomobille alelacele
Çatalca istasyonuna götürülmüş, oradan Simplon ekspres trenine bindirilip
İsviçre’ye gönderilmiştir. Ankara Hükümetinin bu cüretkâr kararının etkileri
hakkında bir şey söylemek için henüz erkendir. İçerde açık bir muhalefet
görülmemiştir. Halife ve kalabalık yakınlarının yurt dışında geçimleri konusu
ciddi bir sorun olacaktır. Zira kanun yalnız yol paralarından bahsediyor.”
(No. 184).
12 Mart günü İngiliz diplomatik temsilcisi
Lindsay, yukarıdaki raporu şöyle tamamladı:
“Osmanlı Hanedanı üyelerinin sınııdışı
edilmeleri tamamlandı. Artık bu aileden Türkiye’de kimse kalmadı. Halifenin
kardeşi Şehzade Seyfeddin Mısır’a gitmek istedi. Türk makamları da bir
şehzadeyle eşinin Mısır’a gitmek istediklerini bildirdi. Mısır Hükümeti,
Halifenin yakınlarını Mısır’a kabul edemeyecekleri yolunda cevap verdi. Ben
bir şehzadeyi İngiliz makamlarına tavsiye ettim, kendisine bir tavsiye mektubu
verdim. Türk makamları Halifenin sınırdışı edilmesini etkin biçimde
tamamladılar. Halifenin eline “Abdül Aziz oğlu Abdülmecid” diye bir pasaport
verdiler. Bunun diplomatik vizelik olmadığını da İtalya Büyükelçiliğine
bildirmişler. 7 Mart günü Cuma namazı hutbelerinde Halifenin adının
zikredilmemesi için önlem alındı. Söylendiğine göre Topkapı sarayı müze
yapılacak. Yıldız ve Dolmabahçe sarayları hakkında bir karar alınmamış.
Emaneti mukaddese hakkında bir haber yok. Kral Hüseyin’in Halifeliğini
ilanıyla ilgili haberlere basında genişçe yer verildi, ama bu konuda bir yorum
yapılmadı... Halifelikten
sonra Patrikhanelerin ve Hahambaşılığın da lağvedilmesi yönünde basında
kampanya var ama bu kampanyanın arkasında resmi destek yok...” (No.
189).
4 Mart günü Doğu Ekspresiyle sınırdışı
edilen son Halife Abdülmecid Efendinin yanında iki karısı, oğlu, kızı ve beş
kişi daha vardı. Bu on kişilik kafile 7 Mart günü İsviçre’ye vardı; Bern’e
değil, Leman gölü kıyısındaki Territet kasabasına indi. Orada “Grand Hötel” e
yerleşti. Abdülmecid Efendi, otelin terasına çıkıp Fransız L’Illustration
dergisi fotoğrafçısına poz verdi...
Halifeliğin kaldırıldığı duyulur duyulmaz,
İngiliz basınında büyük bir yaygara koptu. En büyük gürültüyü çıkaran da Lloyd
George’un yayın organı Daily Telegraph oldu. Bu gazete, Londra Mümessili
Yusuf Kemal Bey’in ifadesiyle, “minelkadim Türk aleyhtarı” idi. Türkiye’ye
ateş püskürdü. Sanki Mustafa Kemal, Halifeliği değil de
Canterbury Başpiskoposluğunu kaldırmıştı. İngiliz gazetesi küplere binmişti.
Sipsivri diliyle Türklere verip veriştiriyordu: “6 milyonluk Türkiye, Halifelik
sayesinde Büyük Devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra bu devlet, artık
‘üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği’ derekesine düşecekti. Mustafa Kemal,
‘minyatür bir Napoleon’ olarak kalacaktı. Anadolu halkına, ‘Ben bir
Müslümanım’ demek yerine, ‘Ben bir Türküm’ dedirtmeğe çalışıyorlardı. Ama
dedirtebilecekler miydi bakalım...”
Halifelik konusunda İngiliz basınında
çıkmış olan yazılara bu ciltte yer verilmedi. Çünkü Halifeliğin kaldırılmasıyla
ilgili olarak İngiliz gazetelerinde ve dünya basınında çıkmış olan yazılar, Dy Basında
Atatürk ve Türk Devrimi. Bir Laik Cumhuriyet Doğuyor başlıklı kitabımda
zaten toplanmış bulunuyor. Kitap, Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Türk
Tarih Kurumu tarafından yayımlanmıştı[4].
Çok kapsamlı ve yabancı dilde olan bu kitabımdan seçme bazı yazılar Türkçeleştirildi
ve Türk Tarih Kurumu Başkanlığının izniyle ayrıca yayımlandı[5]. Arzu eden araştırmacı ve
okuyucular o kitaplara da başvurabilirler.
*
Halifeliğin kaldırılmasının üzerinden bir
yıl bile geçmeden, Şubat 1925’te Doğu Anadolu’da Şeyh Sait ayaklanması patlak
verdi. Bu ayaklanma, Türkiye’de laikleşme hareketine ve Halifeliğin
kaldırılmasına karşı bir başkaldırıydı. Bazı İngiliz Belgelerinde bir “Kürt
ayaklanması” olarak da geçmektedir. İngiltere, öteden beri Kürtlerle
ilgilenmiş bir ülkedir. Sevres antlaşmasının baş mimarıydı ve bu antlaşmada
Kürtlerle ilgili hükümler de vardı. O dönemde İngiltere, mandater devlet
sıfatıyla Irak’ın yönetimine katılıyordu ve orada Kürtlerle içiçeydi. 1925
yılında İngiltere ile Musul kavgamız devam ediyordu. Sonra, Kültlerin yaşadığı
bölge bir petrol bölgesiydi ve İngiltere, petrol çıkan her bölgeye ilgi
duymaktaydı. Dolayısıyla İngiliz diplomasisi Kürtleri her zaman yakında
izlemiştir. Türkiye’de görülen Şeyh Sait ayaklanması gibi olayları İngiliz
diplomadan acaba nasıl izleyip yorumlamışlardı? Bu soru zihnimi kurcalamış ve
bana araştırılmaya değer görünmüştü. Londra’da maiyette Başkonsolos olarak
görevli olduğum 1970-1974 yıllarında İngiliz diplomatik arşivlerinde Şeyh Sait,
Ağrı ve Dersim ayaklanmaları hakkında araştırmalar yapmış ve 1975 yılında bir
kitap yayımlamıştım. Daha sonra kitabın ikinci baskısı da yapılmış idi[6].
O kitapta yer alan İngiliz belgelerini burada
tekrarlamadık. Ancak bu ciltte de Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili bazı
belgeler bulunmaktadır. Bunlar daha ziyade içlerinde Cumhurbaşkanı Gazi
Mustafa Kemal’in adı geçen belgelerdir. 1924-1925 yıllarında Gazi Mustafa
Kemal’e ve kurduğu rejimine karşı İstanbul’da odaklanan muhalefet hareketi ile
Doğudaki ayaklanma kıpırdanışları eş zamanlıdır ve İngiliz belgelerine öyle
yansımıştır. Yani Türkiye’deki muhalefet hareketleri ve özellikle
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Şeyh Sait ayaklanması birlikte
değerlendirilmiştir.
İstanbul’daki İngiliz Maslahatgüzarı
Hendeıson, daha Temmuz 1924’te eski İttihatçıların kalıntılarıyla doğudaki Kürt
guruplarının Ankara Hükümeti aleyhine gizliden gizliye çalıştıklarını haber
veriyordu. Eylül 1924’te doğudaki kıpırdanışların bariz bir hal aldığını
yazıyordu. Ekim sonunda İngiliz diplomatik temsilcisi Lindsay, “Muhalefet
henüz kendisini toparlayıp partileşemedi. Muhalefetin liderleri olarak Rauf
(Orbay), İsmail Canpolat ve Dr. Adnan (Adıvar) gösteriliyor; bu isimlere son
zamanlarda Kâzım Karabekir de eklendi. Yakında sansasyonel gelişmeler olacağı
söylentileri var. Mustafa Kemal durama hâkim görünüyor.” diyordu. Londra’da bu
rapora “Mustafa Kemal
rejimine karşı henüz ciddi bir tehdit belirtisi yok” diye not düşülmüştü
(No. 225).
4 Kasım’da Lindsay şunları yazıyordu:
“TBMM on beş gün önce toplanmıştı ama,
Mustafa Kemal, 1 Kasım günlü konuşmasıyla yasama döneminin resmi açılışını
yaptı. Konuşmasında, yapılan işleri övdü, bazı güçlükler bulunduğunu da itiraf
etti...Meclis çalışmalarına devam ediyor. Fethi (Okyar) Bey Meclis Başkanı
seçildi. Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar (Eğilmez) ve Cevat
(Çobanlı) Paşalar ordudan istifa edip Mecliste yerlerini aldılar. Fevzi
(Çakmak), Fahrettin (Altay), İzzeddin (Çalışlar), Ali Hikmet (Ayerdem) ve Şükrü
Naili (Gökberk) Paşalar ise askerlik mesleğini tercih edip mebusluktan istifa
ettiler...”
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda bu defa
şu yorum yapılmıştı:
“Türk generallerin politika sahnesinde
boy göstermeleri, (Mustafa) Kemal’e ve İsmet’e (Paşa) sıkıntı yaratabilir” (No. 226).
Politikayı seçen bu paşalar ile Rauf Orbay
ve Dr. Adnan (Adıvar) gibi bazı milletvekilleri 9 Kasım’da Halk Partisinden
istifa ettiler ve 17 Kasım’da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.
Bunun başına Kâzım Karabekir Paşa geçti. Bu yeni partinin programında, sanki
saatli bomba gibi, “Fırka efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” kaydı vardı.
21 Kasım’da İsmet Paşa, yorgunluk nedeniyle, Başbakanlıktan istifa etti. Yeni
kabineyi Fethi (Okyar) kurdu. İngiliz diplomatik temsilcisi Lindsay, 24
Kasım’da şunları yazdı:
“Yeni kurulan Terakkiperver Partiden kimse
Hükümete alınmamıştır. Ama Bakanlardan üçü son zamanlarda Halk Partisine kafa
tutmuş ve istifalarına ramak kalmış kimselerdir. Yeni Kabine bir geçiş
Kabinesidir. Resmen kurulmuş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, etkili
olabilmek için çaba harcıyor. Ancak şimdiye kadar sadece 30 kadar milletvekili
Halk Partisinden istifa etmiştir. Yeni parti karakter bakımdan muhafazakârdır.
Halk Partisinden ayrılmış olan mebuslar çok çeşitli kategorilerdendir.
İçlerinde, “dini prensiplerim Halk Fırkasında
kalmama manidir” diyen Erzurumlu Hoca gibi Hilâfetçiler vardır. Üçüncü bir
hareket de vardır ve bunlar mutlakiyetçi eğilimde olan kimselerdir. Rauf Bey
Hilafetçilikle suçlanmaktadır...”(No. 230).
O günlerde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa,
İngiliz “Times” gazetesine verdiği demeçte şunları söylüyor:
“Terakkiperverlerin samimiyetinden emin
değilim. Yayınlanan programlarının onların gerçek amaçlarını ve ihtiraslarını
ifade ettiğine kani değilim. Rauf Beyin Mecliste Hilafet hakkında
söylediklerini, Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul basınına verdiği demeci
unutamıyorum. Kâzım Kaıabekir Paşa da Cumhuriyetin ilanından hoşlanmadığını
gizleme zahmetine girmemişti. Yeni Partinin liderlerinden biri olan Sabit Bey
de Cumhuriyetin ilanının aceleye getirilmesini Mecliste protesto etmiş ve ‘Neden iki ayağımızı bir pabuca sokuyorsunuz?’ diye
sormuştu... Cumhuriyetçi olduklarını söylüyorlar. Biz de cumhuriyetçiyiz...
Öyleyse neden bizi terk ettiler?...” (No. 231/1).
Atatürk, bu görüşlerini Nutuk’ta
ayrıntılarıyla tekrarlar ve Şeyh Sait ayaklanmasının başlıca sebepleri arasında
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının din propagandasını da sayar. Şöyle der:
“Yeni fırka, efkâr ve itikad-ı diniyeye
hürmetkâıdır perdesi altında; biz hilâfeti tekrar isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz;
bize mecelle kâfidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, mürider,
biz sizi himaye edeceğiz; bizimle beraber olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in
fırkası hilâfeti lâğvetti. İslâmiyeti rahnedar ediyor. Sizi gâvur yapacak, size
şapka geydirecektir diye bağırmıyor muydu? ...
“Bu fırka, memlekette suikastçilerin,
mürtecilerin tahassungâhı, ümid-i istinadı oldu; harici düşmanların, yeni Türk
devletini, taze Türk Cumhuriyetini mahvetmeğe matuf planlarını suhulet-i
tatbikatına hizmete çalıştı. Tarih; (mürettep, umumî, irticaî) olan Şark İsyanı
esbabını, tetkik ve taharri ettiği zaman, onun mühim ve bariz sebepleri
meyanında ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın dinî mevaidini ve şarka
gönderdikleri kâtib-i mesullerinin teşkilât ve tahrikatını bulacaktır.”
Şeyh Sait ayaklanması, 13 Şubat 1925 günü,
Bingöl (Genç) ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde patlayan silahlarla
başladı. On gün sonra İngiliz temsilcisi Lindsay, “Hareket, başlangıçta
gösterildiğinden daha ciddidir. Bir habere göre Şeyh Said, Türkiye’de şeriatı
yerleştirmek için İlahî bir misyonu olduğunu ileri sürüyormuş. İsmet Paşa
Ankara’ya gitti...” diye yazıyor. Ertesi gün de özetle şunları bildiriyor:
“İsmet Paşa 21 Şubat’ta Ankara’ya vardı ve
istasyonda Cumhurbaşkanı tarafından karşılandı. Başbakan Fethi Bey karşılamada
yoktu. Güney-Doğu Anadolu’da sıkıyönetim ilan edildi. Şeyh Sait hareketi büyük
boyutlara ulaştı. Basın, ayaklanmada yabancı entrikaların (İngiltere
kastediliyor) rolünden bahsediyor, ama hareketin dini duygulardan kaynaklandığı
açıktır. Bu, bugünkü Türk rejiminin laik özelliğine karşı ilk açık
harekettir...”(No. 241).
Lindsay, 3 Martta da şunları rapor ediyor:
“Hareket dinidir ve cumhuriyete
karşıdır. Halen Beyut’ta sürgünde yaşayan Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi, asiler
tarafından Padişah ilan edilecekmiş. Vatana ihanet kanununda değişiklik
yapıldı. Dinî duyguları siyasî amaçlarla istismar edenlerin iki yıldan idama
kadar varan cezalara çarptırılması öngörülüyor... Durum, Mustafa Kemal ile
İsmet Paşa’nın kontrolü altındadır. Ilımlı tutumda olan Fethi Bey ise 2
Mart’ta Halk Partisi içinde sert baskılara uğradı ve istifa etmek zorunda
kaldı. Terakkiperver Partiden de taşra teşkilâtını kapatması isteniyor. Bu
akşam İsmet Paşa’nın Kabineyi kurmakta olduğu ve Gazi’nin istediği politikayı
uygulamaya hazırlandığı bildiriliyor.” (No. 245).
Bir hafta sonra da Lindsay şu bilgileri
Londra’ya sunuyor:
“ 4 Mart sabahı Halk Partisi meclisi yine
toplandı ve yeni Hükümetin programını onayladı. İsmet Paşa, günün ihtiyaçları
için iki önlem alındığını açıkladı: Biri Takrir -i Sükün kanununun çıkarılması,
diğeri iki İstiklâl Mahkemesinin kurulması. Terakkiperver Parti her iki önleme
de şiddetle karşı çıktı ama nafile. Her iki önlem aynı gün kanunlaştı. İstiklâl
Mahkemelerinden biri Ankara’da kuruluyor, diğeri isyan bölgesinde
çalışacaktır. Takrir-i Sükun Kanunu, iki yıl boyunca Hükümete istediğini yapma
yetkisi veriyor...” (No. 247)
Bu arada Ankara’ya gidip 16 Mart günü
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e güven mektubunu sunan İngiliz Büyükelçisi
Lindsay, eski Başbakan Fethi Beyin (Okyar) Paris’e Büyükelçi atandığını ve bu
atanmadan dolayı memnun olduğunu rapor ediyor. Londra’da, “Fethi Bey
Ankara’dan uzaklaşmakla akıllılık etmektedir; zira Kürt ayaklanmasından ona da
sorumluluk payı düşebilirdi” yorumu yapılıyor (No. 251).
Şeyh Sait ayaklanması bastırılıyor,
elebaşıları yargılanıp cezalandırılıyor ve yeni Türkiye’nin ilk muhalefet
partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 2 Haziran 1925 günü Hükümet
tarafından kapatılıyor. İngiltere Dışişlerinde Hazırlanan “Mustafa Kemal ve
Yeni Türkiye “başlıklı bir belgeye göre, Atatürk, bir arkadaşına demiş ki:
“Bizim halkımız henüz demokratik rejime
alışık değil; halkımızı yetiştirmek Cumhuriyetin kurucuları olarak bize düşen
bir görevdir. 10-15 yıl boyunca Devlet işleriyle bizler meşgul olmalıyız. Ondan
sonra Türk halkı siyasi partiler kurar. Ama bu arada halkımız kendisini,
tehlikeli politik oyunlara değil, tarıma, ticarete ve sanayie vermeli.” (No.
264).
*
Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından
ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra, çağdaşlaşma ve
laikleşme atılımlarına hızla devam edilir. İngiliz Büyükelçisi Lindsay, 1 Eylül
1925 günlü raporunda, "Cumhurbaşkanı son on gününü Kastamonu yöresini
ziyaretle geçirdi. Burada çeşitli konuşmalar yaptı, milletin çağdaşlaşması
gerektiğini vurguladı ve özellikle kılık kıyafet üzerinde durdu...Muhalefetten
kurtulan Gazi, önümüzdeki dönemde kendisini yoğun bir modernleşme kampanyasına
verecek görünüyor” diyordu (No. 259).
Dediği gibi oluyor. Gazi, İnebolu’da
yaptığı konuşmada, çağdaş giyim kuşam kullanılmasını savunurken, tekke ve
zaviyelere de değiniyor. Ankara’ya döner dönmez de O’nun başkanlığında
toplanan Bakanlar Kurulu üç kararname kabul ediyor. Bunlar, tekke, zaviye ve
türbelerin kapatılması; din görevlilerinin kıyafetleri ve memurların şapka
giymeleriyle ilgili kararnamelerdi.
İngiltere Dışişleri Bakanlığında
hazırlanan 23 Eylül 1925 tarihli ve “Mustafa Kemal ve Yeni Türkiye” başlıklı
bir notta şöyle deniyordu:
“Türkiye’nin batılaşması devam ediyor. Dr.
Rıza Nur, ‘Amacımız, Türkiye’yi modernleştirerek ikinci bir Japonya yapmaktır’
demişti. Son yapılan reformlar bu doğrultudadır ve reformların arkası
gelecektir. Sırada evlilik reformu (Medeni Kanun), alfabe reformu var gibidir.
Ama Türkiye’nin temel taşı Cumhurbaşkanının (Gazi Mustafa Kemal’in) kendisidir.
Temel taşı çöker veya yerinden kayarsa bütün bina yıkılır. Bunu gören İsmet
Paşa, Mustafa Kemal’i bir kalp krizinden korumak, sakinleştirmek için Latife
Hanımla işbirliği yapmış, boşanmayı önlemeye çalışmıştır. Halen Mustafa Kemal
duruma hakimdir. Onun önünde iki risk vardır: sağlığının bozulması ve siyasi
düşmanları tarafından kendisine suikast düzenlenmesidir.” (No. 264).
İngiliz diplomasisi, İzmir suikastından
dokuz ay kadar önce, Gazi Paşa’ya karşı bir suikast ihtimali üzerinde zihin
yormaya başlamıştı. İngilizler daha 1925 yılında Gazi Paşa’dan sonrasını
düşünmeye başlamışlardı.
Gazi, bütün enerjisiyle reformlara devam
ediyordu. 1925 Cumhuriyet bayramı öncesinde yoğun bir şapka kampanyası
yürütülmüş ve Türkiye sokaklarında fesli, sarıklı, külahlı bir kimse
kalmamıştı. Şapka giymeye karşı ufak tefek cılız bazı direnişler olmuştu.
İstanbul’da bir hoca, “Şapka ve Frenk Mukallidiği” başlıklı bir broşür
yayınlamış, Rize’de bir başka hoca, “Ankara’da ihtilâl çıktı, Mustafa Kemal üç
yerinden yaralandı, dindar bir paşa başa geçti” diye söylentiler çıkarıp halkı
kışkırmıştı. Bu gibi cılız kıpırdanışlar da çabucak bastırılmıştı. 1923 yılı
böyle sona ermişti.
*
Bu ciltteki belgeler arasında bir de
Türkiye hakkında Yıllık Rapor vardır. Başlıbaşma küçük bir kitap
olabilecek kadar uzun bir rapordur bu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek
Komiserliğince hazırlanmıştır. 1922 yılıyla ilgilidir, ama 7 Kasım 1923 tarihli
bir refakat yazısıyla Londra’ya gönderilmiş olduğu için, kronolojik sıraya göre
1923 yılındaki belgeler arasında yer almaktadır (Bkz. Belge No. 159’aEk).
İlginç bir belge olan bu kapsamlı raporun
tamamına yakını burada bulunacaktır. Raporda, Türk Kurtuluş Savaşının son yılında
Türkiye’deki gelişmeler, çok yönlü olarak ele alınmakta ve İngiliz gözüyle
değerlendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hangi şartlar altında
nasıl kurulmuş olduğu üzerinde biraz durup düşünmek için bu belgenin gözden
geçirilmesi yararlı olur.
Raporun Giriş bölümünde, “Mustafa Kemal,
bir elinde kılıç, diğer elinde Misak-ı Milli ile, pan-Helenizmin yıkıntıları
üzerinde yeni Türkiye’yi yarattı. Bunun etkileri derin olacaktır. Türkiye’nin
yeniden doğuşunun ve Avrupa’ya dönüşünün çeşitli nedenleri hakkındaki hükmü
Tarih verecektir” deniyor. Doğru söze ne denir.
Tarihçe bölümünde, İngilizleıin
girişimiyle Mart 1922’de hazırlanmış ve Türkiye ile Yunanistan’a sunulmuş olan
mütareke ve barış önerilerine değiniliyor. Yunan askerinin Anadolu’yu boşaltmasını,
fakat Edirne’nin ve doğu Trakya’nın büyük bölümünün Yunanistan’a verilmesini
öngören bu önerileri Yunanistan’ın kabul ettiği, Ankara Hükümetinin ise
şartlar öne sürdüğü belirtiliyor. Sonra Büyük Taarruz’dan Lozan Konferansı’na
kadarki gelişmeler anlatılıyor. Burada İngilizler biraz da günah çıkarmaya
çalışmaktadırlar. Ankara Hükümeti, Büyük Taarruz’dan önce, nabız yoklaması ve
mümkünse görüşmeler yapması için Londra’ya gönderdiği Fethi Bey (Okyar) oradan
eli boş dönmüştü. Raporda, “Müttefikler yazışmalarla oyalanırken Türk
milliyetçileri askeri hazırlıklarını tamamladılar. Temmuz’da Londra’yı ziyaret
eden Fethi Bey, Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. 4 Ağustos’ta Lloyd George’un Avam Kamarasında
yaptığı konuşma da Türkleri askeri harekâta doğru itti” deniyor. Mudanya’da
“Türkler, tek mermi atmadan Doğu Trakya’yı kazandılar” diye ekleniyor.
Rapor devam ediyor (Özet): “19 Ekimde
Refet Paşa (Bele) İstanbul’a geldi ve İstanbul’a millî idareyi empoze etti.
TBMM, İstanbul Hükümetince 1920’den beri imzalanmış olan bütün anlaşma ve
sözleşmeleri geçersiz saydı. İstanbul Hükümeti de barış konferansına
çağırılınca, Refet Paşa 29 Ekimde Padişaha çıktı ve İstanbul Hükümetini
azletmesini istedi. Padişah, nazırlarıyla görüşeceğini söyledi. 1 Kasında TBMM
saltanatı kaldırdı ve İstanbul Hükümeti tarihe karıştı. Refet Paşa de facto
İstanbul Valisi oldu. 6 Kasım’da Ali Kemal kaçırıldı ve İzmit’te öldürüldü.
Bunun üzerine hayatını tehlikede gören 150 kadar Türk, İngiliz Büyükelçiliği
bahçesine sığındı. Osmanlı Hıristiyanları ve Rumlar da İstanbul’dan göç etmeye
başladı. O zaman Osmanlı Padişahı da İstanbul’dan kaçma zamanının geldiğine
karar verdi. Padişah, 16 Kasım günü General Harington’a gönderdiği özel bir
mektupla, İstanbul’da hayatının tehlikede olduğundan İngiltere’ye sığındığını
bildirdi ve en kısa zamanda başka bir yere götürülmesini istedi. 17 Kasım
sabahı saat 08.00’de Yıldız Sarayı’nın yan kapısından alınan Padişah, Tophane
deniz üssündeki “Malaya” gemisine bindirildi ve Malta adasına gönderildi. İstanbul’u
tei'k etmeden önce Padişah tahtan feragat etmediğini de açıkça belirtti. TBMM
ertesi gün Veliaht Şehzade Abdülmecid Efendiyi Halife seçti... Lozan
Konferansında zorluklarla karşılaşıldı ve altı haftalık müzakerelerden sonra
Konferansın kesilmesi ihtimali arttı. Türkiye, Misak-ı Milliyi tam olarak
gerçekleştirmek istiyor ve söylentilere göre geniş çaplı askeri hazırlıklar
yapıyor.”
Raporun diğer bölümleri: Dış İlişkiler, İç
politika, Panislamizm, İstanbul’daki Ruslar, Fener Rum Patrikhanesi, Ekonomik
ve Ticari İşler, Çalışma hayatı, Adli sorunlar, Askeri olaylar ve Donanma
başlıklarını taşıyor. Ankara Hükümetinin dış politikasının, Misak-ı Milli’yi
tam olarak gerçekleştirme hedefine yönelik olduğu belirtiliyor. İngiltere’nin
baş düşman sayıldığı, Serves antlaşmasından, Yunanlıların İzmir’e ayak
basmasından, İstanbul’un işgalinden ve Malta sürgünlerinden İngiltere’nin
sorumlu tutulduğu söyleniyor.
İç politika bölümünde Atatürk’ün durumu
üzerinde duruluyor: Mustafa Kemal Paşa ile TBMM arasında zaman zaman
sürtüşmeler olduğu, 1921 sonuna doğru Mecliste görülen Gazi Paşa’ya karşı
muhalefet üzerinde duruluyor. “Mustafa Kemal’in en ciddi rakibi olan Rauf Bey
Meclis Başkanlığına seçildi. Mustafa Kemal’in prestiji azalmağa başlıyordu.
Yunanistan’a karşı kazanılan zafer, Mustafa Kemal’in prestijini yeniden
yükseltti” deniyor ve “Türkiye’yi tek adam yönetecekse Mustafa Kemal
rakipsizdir” diye noktalanıyor.
Raporun 1922 yılında Türkiye’deki ekonomik
ve ticari işler bölümü a) İstanbul Hükümeti rejimi, b) Yunan işgal yönetiminin
ekonomik duruma etkisi ve c) Ankara Hükümeti rejimi diye üç başlık altında ele
alınıyor. İstanbul Hükümeti işgal kuvvetleri sayesinde ayakta duruyordu ve
İşgal kuvvetleri bu Hükümete istedikleri yasaları dikte ediyorlardı. Raporda
bu hususa da şöyle değiniliyor:
“İstanbul Hükümeti rejiminde karşılaşılan
çeşitli ekonomik sorunlardan biri, Yanıcı Sıvıların Depolanması kanun
tasarısıyla ilgiliydi. Bu tasarı Müttefik delegelerce hazırlanıp İstanbul
Hükümetine sunuldu. Ankara’nın gölgesini hisseden İstanbul Hükümeti, bu
tasarıyı yayınlamakta pasif davrandı. Yüksek Komiserler sonunda 15 Ekime kadar
süre tanıdılar...Diğer bir sorun belediye vergileri sorunuydu...Müttefik
delegelerden ve Düyunu Umumiye delegelerinden oluşan Karma Komisyon, çeşitli
kanun tasarılarını inceledi. 1922 yılında yeni vergiler yürürlüğe girdi...Yeni
vergilerin toplanmasında bazı güçlüklerle karşılaşıldı...”.
1922 yılında Yunan (İşgal) Yönetiminin
Ekonomik Duruma Etkisi şöyle özetleniyor:
“Anadolu ve Trakya’daki Yunan işgali,
ticareti doğrudan etkiledi. İşgal edilen bölgelerde vergilerin toplanması işi
Düyunu Umumiyeye bırakıldı. Trakya’nın tahıl ürünlerinin tamamı Yunanistan’a
götürüldü. Karadeniz limanlarıyla İstanbul arasında çalışan Türk gemilerine
Yunan donanması müdahale etti. Yunan işgal makamları, Marmara’nın Anadolu
kıyılarında toplanan gümrük vergilerine ve Ayvacık zeytin yağına el koydu ve
drahmiyi zorla tedavül ettirdi. Bu konularda Yüksek Komiserler zaman zaman
girişimlerde bulundular.”
Bu satırları okurken Türk Tarih Kurumu’nun
eski Başkanlarındaıı rahmetli Enver Ziya Kaıal hocanın bir sözünü hatırladım.
“Biz İstiklâl Harbi tarihimizin henüz yalnız iskeletini biliyoruz” derdi ve
yapılacak yeni yeni araştırmalarla bunun içinin doldurulması gerektiğini
söylerdi. Örneğin Batı Anadolu’da ve Trakya’da üç buçuk yıl süren Yunan işgali
döneminde ekonomik ve sosyal yaşam bizde henüz yeterince araştırılmamış bir
alandır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
idaresindeki ekonomik ve ticari işlerle ilgili olarak da Raporda şunlar not
edilmiştir:
“Anadolu’da kurulan Kemalist rejim,
ekonomik bakımdan İstanbul Hükümetinin idaresi altındaki bölgeleri yabancı bir
ülke gibi saydı ve oralardan gelen mallara ağır gümrük tarifeleri ve hatta
yasaklar uyguladı. TBMM 1921 yılında korumacı bir eğilim gösterdi ve birçok
maldan özel gümrük vergisi alındı”.
Büyük Zaferden sonra İstanbul’da TBMM
rejiminin kurulmasının ekonomiye ve ticarete etkileri konusunda İngiliz
raporundan özetle aktarılan şu birkaç satır da ilginçtir:
“ Anadolu’daki Yunan bozgunu yalnız
Yunanlılar için değil, aynı zamanda yabancı tüccar ve girişimci için de bir
felâket oldu...Refet Paşanın İstanbul’da yaptığı ilk işlerden biri, TBMM
tarafından çıkarılmış olan kanunları orada derhal yürürlüğe koymak oldu. Bu
uygulama ticaret çevrelerinde şaşkınlık yarattı ve birçok zarara sebep oldu.
TBMM kanunları İstanbul’da uygulanınca birçok ithal malın gümrük vergileri kat
kat artırıldı, “lüks malların” ithali yasaklandı, yabancı okullara ve dini
kuruluşlara tanınmış olan vergi bağışıklıkları kaldırıldı, kapitülasyonlar yok
sayılınca tüccar depolarında ve yabancı gemilerde kaçak mal aramalarına olanak
sağlandı...TBMM, Nisan 1922’de tüketim vergileriyle
ilgili yasalarda değişiklikler yapmıştı. Buna göre, şeker, kahve, çay, benzin,
kibrit, balmumu, sigara kâğıtlarından alman tüketim vergileri arttırıldı...Un,
buğday gibi mallara da tüketim vergisi ve yüksek gümrük vergisi uygulaması bir
ara şehirde panik yarattı, fakir halk fırınlara hücum etti. Bunun üzerine
zaruri ihtiyaç maddelerinden alınan vergiler değiştirildi ve bunun sonucu ekmek
fiyatları düştü...
“Yabancı şirketlerin, Kasım 1914 tarihli
geçici kanun gereğince tescil ettirilmeleri istendi. Yüksek Komiserler,
kapitülasyonlar var oldukça yabancı şirketlerin Türk kanunlarına göre
tescilinin istenemeyeceğini belirttiler...
“İstanbul Hükümetinin 16 Mart 1920’den
beri tescil etmiş olduğu 100 patent hakkı ile 583 adet ticaret marka
sertifikası geçersiz sayıldı ve iptal edildi...TBMM’nin çıkarmış olduğu aşırı
harp kazançlarıyla ilgili 25 Ekim 1920 tarihli kanun gereğince, Türkiye’de iş
yapmış yabancılardan da aşırı harp kazancı vergisi almak istiyorlar.
İstanbul’da 110 Yunan ve 21 Ermeni şirketi kapandı. Milliyetçi rejim, yabancı
şirketlere ve yabancı mallara karşı başka önlemler de aldı: Gayri Müslim aracı
ve komisyoncuların tasfiyesi, Türk kanunlarına uymayan ve Türkçe kullanmayan
yabancı şirketlerin boykot edilmesi vs. gibi. Ayrıca yabancı ve gayri Müslim
şirketlerin yerini almak üzere yeni Türk ithalat ve ihracat şirketleri
kuruluyor. İzmir İktisat Kongresi dolayısıyla da “Ekonomik Misak-ı Milli”den
bahsediliyor...”
Kısacası, 1*922 yılında yurdumuzdaki
gelişmeler Yıllık Raporda değişik açılardan ele alınıyor ve Atatürk dönemine
epeyce ışık tutuluyor. Ama bu kadarı yeterli değildir ve bu alanda yeni yeni
araştırmalar yapılması gerekir. Yapılacak araştırmarda siyasi ve askeri
gelişmelerin yanı sıra, ekonomik, ticari ve sosyal olaylara da ağırlık
verirlerse bu dönem çok boyutlu olarak, daha iyi aydınlatılmış olacaktır.
*
Buradaki belgeler arasında, ilgi çekici
olmakla birlikte başka belgelerle doğrulanması gerekli olanlar da vardır. Bir
örnek: İngiliz Gizli İstihbarat Servisinin 3 Mart 1923 tarihli bir yazısında,
Türkiye’deki Azerbaycan Elçisi İbrahim Abilov’un, İzmir’de, Mustafa Kemal’in
bir ajanı tarafından öldürüldüğü iddia edilmektedir (Belge No. 90).
Abilov, Sakarya Savaşından sonra
Türkiye’ye atanmış ve Ankara’da Azerbaycan Temsilciliğini açmıştı. Ankara’nın
Cebeci semtinde açılan Azerbaycan Temsilciliğine 18 Kasım 1921 tarihinde
törenle bayrak çekilmişti. Bu törende Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa da
hazır bulunmuş ve sıcak bir konuşma yapmıştı[7].
Azerbaycan Elçisi, İktisat Kongresini
izlemek üzere İzmir’e gitmiş ve 23 Şubat 1923 günü orada ölmüştü. Hariciye
Vekili İsmet Paşa, aynı gün, Türkiye’nin Bakû temsilciliğine şu telgrafı
çekmişti:
“Azerbaycan Sefiri İbrahim Abilof Bey bu
sabah İzmir’de saat yedide vefat etmiştir. Hükümet-i mahalliye nezdinde
Hükümetimiz namıma beyan-ı taziyet etmeniz rica olunur.”[8].
Bu telgrafta Abilov’un nasıl öldüğü
hakkında bir bilgi yoktur. Biz Azerbaycan Elçisinin kalp krizinden öldüğünü
sanıyorduk. İngiliz Gizli İstihbaratı ise onun, Mustafa Kemal’in bir adamı
tarafından öldürüldüğünü, fakat kaza sonucu ölmüş gibi gösterildiğini iddia
ediyor. Güya Abilov, Türkiye’deki komünist hücrelerden sommluymuş ve Doğu
Anadolu’da bir komünist ayaklanma hazırlığı içindeymiş. Bu yüzden ortadan
kaldırılmış imiş.
Mustafa Suphi vak’asım hatırlatan bu
iddiayı doğrulayacak başka bir belgeye rastlamadık. 1923 yılında Türkiye’de
bir komünist ayaklanması ihtimalini düşünemiyoruz ve dolayısıyla İngiliz
iddiası bize pek inandırıcı görünmemekte ise de bu gibi belgelerin yeni
araştırmalarla doğrulanması veya çürütülmesi gerekir.
İngiliz Belgelerinde Atatürk kitabının, Atatürk araştırmalarını özendireceğini ve
meraklı araştırmacıların bu alanda yeni yeni belgeler ortaya çıkaracaklarını
umarım.
Kitabı yayınlayan Türk Tarih Kurumu
Başkanı Sayın Prof. Yusuf Halaçoğlu’na, kitabın basımında emekleri geçmiş olan
Türk Tarih Kurumu ve Basımevi çalışanlarına içten teşekkürlerimi sunarım.
Ankara, 17 Eylül 2001
BİLÂL N. ŞİMŞİR
BİLÂL N. ŞİMŞİR
Sh:9-38
KİTAPTAN SEÇİLMİŞ BİR BELGE
BAKANI MACDONALD A YAZI NO. 244...............
Başkent Ankara. İstanbul’daki yabancı diplomatlara hep “Ankara’ya
gidiyor musunuz ve ne zaman gidiyorsunuz?” diye soruluyor. Basında artık İstanbul’a
dönülmeyeceği yazılıyor. Mustafa Kemal de kesin bir dille öyle söyledi. Yeni
Anayasa Ankara’nın başkent olduğunu bir kez daha belirtti. Ankara’nın başkent
kalması düşüncesi Ankara’da yaygın, İstanbul’dan bunu tahlil etmek zor.
İstanbul, Türk devletini yıkmış olan bütün kötülüklerin merkezi gibi görülüyor.
Hükümetin İstanbul’da Avrupa tehdidine açık olacağı ileri sürülüyor. Bu
düşünceler bugün Türkiye’yi yönetenlerde, Meclis’te de var. Ama günün birinde
Ankara’yı İstanbul’dan idare etmenin, Ankara’dan İstanbul’u idare etmekten
daha kolay olacağı düşünülebilir ve İstanbul’a dönülebilir. İstanbul’a karşı
Ankara sorunu basit bir sorun değildir. “Kehanette bulunmaktan hoşlanmam, ama
şimdi şunu söylemeye cesaret ederim: İstanbul bir gün kesinlikle tekrar
Türkiye’nin başkenti olacaktır.” Şimdiki durumda Türkiye ile ilişkilerimizi İstanbul’daki Dışişleri
Bakanlığı Temsilciliği aracılığıyla yürütmek hiç kolay değildir ve ilerde daha
da zor olacaktır. Bu durumda birkaç günlüğüne Ankara’ya gitmeme izin
verilmesini rica ederim. Ankara’ya gideceksem Mustafa Kemal Paşa tarafından
kabul edileceğimden de önceden emin olmalıyım (Bkz. No. 194).
BELGE NO. 190
Mr. Lindsay to Mr. MacDonald
No. 244 CONSTANTINOPLE,
March 19, 1924
(Received March 24)
Sir,
No foreign diplomatist in this country, in
conversation with a Turk, is ever spared the very embarrassing question, “Are
you going to Angora, and when?”
2.
At frequent intervals the Turkish press publishes inspired paragraphs to
the effect that the Government have no intention of returning to
Constantinople. Mustafa Kemal himself said so categorically a short while ago,
and only this week the Assembly passed an article of the new Constitution
decreeing once more that Angora is the Capital. Yet few Turks imbued vvith the
Constantinople atmosphere vvould maintain even to European that this decision
is irrevocable or indeed likely to prevail for more than a few years.
3. Opinion in favour of maintaining the
Capital at Angora is principally held at Angora itself, and is therefore
difficult to analyse vvith confıdence from here, but fııst of ali comes the
view that Constantinople is the sink of iniquity from which emanate ali those
corrupting and enervating influences which have ruined the Tuıkish State. This
is ıeally the pıesent-day expıession of a latent feeling which existed even
before the revolution —that the Turks aı e an Asiatic tıibe, and to Asia they
ought to return. For 300 years incıeasingly closer contact between Tuıkey and
Euıope has coincided with a peısistent decline in the stıength of the Tuıkish
Empire, and it is natuıal that nıany Turks should ıegaıd European thouglıt and
cultuıe, as distinguished from European institutions and inventiveness, as
puıely deleteı ious and entiıely to be avoided; from their mountain-top the
Deputies of Angora clamour for railvvays, electıicity and ali the material
benefıts of European civilisation, but they pı opose to bıing their plans to
execution in Angora and within the fıamevvork of a Tuıkish —not a European
—cultuıe; the pıinciples of an advanced democıacy, which they do not undeıstand
but have escaped from a small band of leadeıs, can likevvise come to fmition
only in a Tuıkish atmospheı e; their fundamental mentality ıemains unchanged,
and fınds its principal expıession in a passionate attachment to Angora.
4. From this State of mind emerge, paı tly
at any rate, arguments of a more practical chaıacter. In Constantinople the
Government must always be under the possible threat of European military
pressure, and only in Angora would it be fıee to develop the future of the new
State along the lines it may regard as most suitable. Again it was Anatolia and
not Constantinople that, unaided, lifted Turkey from the prostration of 1919;
both justice and expediency require that in the new Turkey a more even balance
shall be held betvveen the inteıests of Anatolia and those of Constantinople,
betvveen town and country, and betvveen the small peasant and the small
offıcial. This can only be done by maintaining the capital in Angora.
5. These vievvs are held by the leaders
vvho novv govern Turkey in degrees that vary with each individual, but their
importance lies in the fact that they are held vvhole-heartedly by many of the
rank and file of the Assembly, vvho have a purely Anatolian outlook. Whatever
the true opinion of the leaders may be, this heavy mass of ignoıance and
obscurantism limits their capacity of action. I should infer that, if anything
untovvard happened to the Assembly, a considerable step vvould have been taken
from Angora in the direction of the Bosphorus.
6. To turn novv to the considerations vvhich
make for a return to Constantinople, too much vveight must mot be attached to
the personal ambition of Mustafa Kemal or to the social ambition of Latifa
Hanum. Both decidedly exist, and the disappeaı ance of the Caliph has cleared
the way for the entry of nevv actors on the Constantinople stage; but the Ghazi
moves pıudently, and it is unlikely that ambition will come into play until ali
danger has been elinıinated of its receiving a check. Stili less impoıtance is
to be attached to tlıe undoubted desire of many people at Angora to return to
the fleshpots of Constantinople and the comforts of modern life. The impulse to
return the shores of the Bosphoms comes from moıe impoı tant than merely
peısonal ıııotives. Theıe is acute economic distıess thıoughout Tuıkey and an
ever-incıeasing desire for better administıation than the pıesent Government
has hitheıto been able to pıovide. Tlıe pressuıe on the Government comes mainly
indeed from Constantinople, but also from Aııatolia. The moıe intelligeııt
leadeıs cannot but have asked themselves whether they can ever hope to meet the
demaııd, when their decision must for ever goveı ned by an Assembly whose
members have a largely Anatolian outlook. If the pressuı e form Constantinople
incı eases, they may well come to the conclusion that it is easier to goveın
Angora from Constantinople than to govern Constantinople from Angora.
7. The foıegoing paragıaphs give an
impeıfect view of Tuıkish thought in which almost every sentence requiıes
qualification and no account is taken of the highly complicated cross-cuırents
of opinion. The point which it is desiıed to make is that the question of
Angora versus Constantinople is not a simple one to be decided on
supeıfıcial gıounds—it is ıeally paı t of a conflict between vaıious schools of
thought, in which even the schools may be divided against themselves and the
individual politicians may be inspired by self-contradictory ideals. The
conflict involves issues of the deepest impoı tance of the future of the
Tuıkish State, and the question of the Capital is only one of them, though an
impoı tant one. The inference to be dıawn is that in the conflict matters of
peı sonal consideration, and even questions of national amour-propre,
will count for little in the decision, and it will be less than useless for
Euıopean Governments to endeavour to influence the decision by suggesting that
they can accıedit Ambassadors to Turkey only if the Capital remains at
Constantinople or by putting fonvard other conditions of this character. As to
what the outcome of the conflict will be, so far as the immediate issue is
concerned —viz., that of the Capital—I have a dislike, which you will
understand of uttering prophesies in this place, and the utmost I dare say now
is that some day Constantinople will almost certainly again be the Capital of
Turkey, but not for several months at the very soonest. Unfoı tunately His
Majesty’s Government have to decide what they wish their ı epı esentative to do
vvithin a very few days.
8. In a previous despatch I have briefly
touched on the disadvantages under which we at present labour in the
transaction of business with the Turkish Government. Adnan Bey, head of the
Constantinople delegation of the Ministry for Foreign Affairs, is an agıeeable,
gentlemanly peıson, vvith descent education, fairly intelligent, capable of
seeing another person’s point of view, and, I think, anxious to avoid
diffıculties. He is our only nıeans of communicating with the Government at
Angora. What we communicate to him in writing I have no doubt he faithfully
transmits to the Ministry, and such written answeıs as we ıeceive fıom him aıe,
I am sure, textually what Angora has instructed him to send; but I have the
gıavest doubt as to whether the fair veıbal arguments with which every
diplomatist loves to accompany his written exhoı tations ever fınd any echo
outside the four walls of his ıoom, and he himself is never able to add
anything veıbally to the answeıs, almost always terse and unsadsfactoıy, which
he passes on to us. Bad as this is, the situation is likely to be even woı se
if and when, as is now thı eatened, Adnan Bey is ı eplaced by an offıcial of
even lower standing. Theıe is now no real contact between the Government of
Turkey and those of the Gı eat Powers of Europe and America, and no sufFıcient
means by which the latter can make their views known to the foımer, or apply
any methods of pıessure or peısuasion. It will be ali the moıe important to
ıemedy this State of affaiı s when the Tıeaty of Lausanne comes into foıce and
the application of its stipulations has to be insisted on. Nor can any serious
attempt be made to wean Turkey from her violent xenophobia until some moıe
effıcient contact has been established.
9. The conveısation I have had with my
French and Italian colleagues show that they are just as alive to the
diffıculties of the situation as I am. M. Jessd Curély has the tactical
advantage of being able to answer, when he is asked if he is going to Angora,
that he has only acting rank, and that no decision can be taken till his chief
ıeturns to Constantinople. He himself is the last person who vvould go to such
a place vvithout absolute orders to do so; but his Government has so far
committed itself to the Angora principle as to earmark 3,000 square metres of
ground there for the future Embassy of Legation house. Signor Montagna, on the
other hand, my Italian colleague, is a realist, and ali out to win striking
successes. I have not the slightest doubt that he is longing to get off to
Angora, but, like the cat in the adage, he is torn in two directions; he has
instnıctions and is personally anxious to work in with this mission so that he
would dearly love the fîsh of success, he is unveiling to wet his paws by
stealing a march on me. Stili, I should not be surprised to learn any morning
that he vvas on his way to the Turkish Capital.
10. In these circumstances, I have the
honour to recommend that I be generally authorised to pay a visit to Angora.
You will not require to be persuaded that nothing but a stern sense of duty
would induce me to put this recommendation forvvard.
11. If you approve of this recommendation,
then one or two subsidiary points require to be dealt with:
(1) Ishould not pıopose to go to Angora for nıoıe than a
few days at a time at more or less pıolonged intervals. While ıeady to pay a
homage to the new Turkey by visiting its Capital, I do not wish to curry favour
by plantiııg myself permanently theıe. This may not be the best way of doing
business, but it vvould be an impıovement on the pıesent. I hope no question
will arise yet while of any soıt of a house; I should rough it in a hotel or
raihvay carı iage.
(2) I should not go to Angora uııless I
vveıe assuıed befoıehand that I should be ıeceived by Mustafa Kemal, vvhether
the tıeaty is ıatifıed or not. This I should have to arrange befoı ehand.
(3) I pı efer not to deal now with
question of a liaison offıcer at Angora. I should like to look ıound fııst and
the necessaıy may be avoided. Meanvvhile, peı haps membeıs of my staff wish to
volunteer for occasional visits.
(4) The Fıench and Italian Governments
ought to be notifıed of the decision, and enabled to take similar action
simultaneously. This could either be done by communication from youı self to
Paris and Rome, or by myself to my colleagues here. I should teli them vvhat
was about to happen, and give them time to telegıaph to their Governments and
ıeceive an answer, keeping the matter secıet, meanwhile, from the Tuı ks.
(5) As Signor Montagna may at any moment
take the bit betvveen his teeth,
I should be gıateful if you would
communicate your decision to me by telegı aph; stating also vvhether you will
yourself make it known at Paris and Rome, or vvhether I should appı ise my
colleagues here.
I have,
ete.
R. C. Lindsay
F.
O. 424/260, p.88-90, No. 70
Sh:421-425
Kaynak: İNGİLİZ BELGELERİNDE ATATÜRK-(1919-1938)-CİLT
V Ekim 1922 Aralık 1925 Hazırlayan: BİLÂL N. ŞİMŞİR Atatürk Kültür, Dil Ve
Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları XVI. Dizi-Sayı 15d Ankara-2005
[1]Bilâl N.
Şimşir, Ankara... Ankara. Bir Başkentin Doğuşu, Bilgi
Yayınevi, Ankara: 1988; “Ankara’nın Başkent Oluşu”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt VII, Sayı 20, Ankara:
Mart 1991, s.l89-222;“Cumhuriyetin Başkenti Ankara”, Uluslararası
Konferans. Atatürkçülük ve Modem Türkiye. Ankara, 22-23 Ekim 1998, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, No. 582, Ankara: 1999, s.
475-486; Ankara’nın Başkent Oluşu,
Ankaralılar Vakfı Yayınlan No. 1, Ankara: 2001.
[3]Bkz.
Belge No. 120, 133, 157, 158, 159/1-3, 163, 165, 167, 174, 177, 179, 182, 184,
185, 186, 189.
[4]Bilâl N. Şimşir, Dış Basında Atatürk ve Türk
Devrimi. Cilt 1: 1922-1924. Bir Laik Cumhuriyet Doğuyor / Presse Etrangere sur Atatürk et La
Rivolution Turque. Volüme I : 1922-1924. La Naissance d'une Republique La'ique, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara: 1981.
[5]Bilâl N.
Şimşir, Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu,
Türkçesi Cüneyt Akalın, Bilgi Yayınevi, Ankara: 1999.
[6]Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de
“Kürt Sorunu” (1924-1938)
: Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim Ayaklanmaları, İkinci basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara: 1991.
[7]Ankara'daki
Azerbaycan Temsilciliğine bayrak çekme (öreni ve bu törende Atatürk'ün yaptığı
konuşma için bkz: Bilâl N. Şimşir, Atatürk
ve Yabancı Devlet Balkanları, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayını,
Ankara: 1993, s,409-411.
[8]Ibid.,
s. 413.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar