NURETTİN TOPÇU'NUN TASAVVUF DÜŞÜNCESİ -Mustafa Kara
Tasavvuf ile mistisizmin bazı farklı yönlerine işaret etmek için
birincisinin müntesiplerine derviş ikincisinin temsilcilerine ise daha çok
mistik adı verilmektedir.
Topçu için dostları bu iki kelimeyi de kullanmışlardır. Kaplan onu "çağdaş
bir mistik" şeklinde takdim ederken, Tarlan ona "arif
derviş" unvanını vermiştir.
Gerçekten derviş Nurettin'in dervişliği Fransa'da doktor'a çalışması
yaptığı yıllarda başlamıştır. Gördüğü felsefe-psikoloji tahsili ve görüştüğü
insanlar, onun mizacında örtülü olarak mevcut olan derviş meşrepliğini yavaş
yavaş ortaya çıkarmıştır.
Bağlandığı ilk şahıs Maurice Blondel'dir. Hareket (action) felsefesinin
kurucusu kabul edilen bu mistik filozof şöyle diyordu: "Din esas
itibariyle mistiktir". O İlâhi varlığa duyularla ve akılla
ulaşılamayacağını ancak kalp ve irade yolu ile ulaşılabileceğini kabul
ediyordu. (Bergson, 53)
"... Bu hale ulaşmak isteyen ruh günahlardan temizleniyor,
kendinden geçiyor, dünya cemiyetlerini ve fena libasını terkediyor. Bütün
bunlara temizlenme (purification) deniliyor. Böylece kalp benliğinden boşaldıktan
sonra Allah'a ait bir şey oluyor ve iki aşk o zaman birleşiyorlar"
(Bergson, 55).
Tanıştığı ikinci mistik, filozof Henri Bergson'dur (ÖL 1940). Dinleri
statik ve dinamik olarak ikiye ayıran Bergson, birinciyi sitenin dini,
cemiyetin dini ve kapalı din olarak açıklarken ikincisi için şöyle
düşünmektedir:
"Bu insanlığın dinidir, açık dindir. Dinamik din mistisizm esasına
dayanır. Gerçek mistisizm müstesna bir hal ve az bulunan bir cevherdir. O'na
göre Yunan da ve Hind'de tam bir mistisizm görülememiştir. Çünkü tam bir
mistisizm, hareket, yaratıcılık ve aşktır. Bu ise Hıristiyan ve İslâm dinine
has bir durumdur."
Filozof devam ediyor: "Mistisizmin gayesi, aşk içinde kainatta
birlik (unite cosmigue) yaratmaktır. Ancak mistik temas sayesinde Allah'la birleşen
insan iradesi insanlar arasında evrensel aşkı yarannaya kabiliyetlidir"
(Bergson, 103-109).
Henri Bergson felsefe-mistisizm ilişkileri konusunda ise şunları
söylüyor: "Sırtını ilme dayayan felsefî sezginin derinleştirilmesi
mistik sezgi sayesinde kabil olmaktadır. Mistikler, üzerinde başka insanların
yürüyebileceği yolu açtılar. Bu hareketleriyle filozofa, hayatın nereden
geldiğini ve nereye gittiğini yine onlar gösterdiler" (Bergson, 110).
Bu iki Batı'Iıya bir de ilim adamı Louis Massignon ilave olunca üçlü
sacayağı tamamlanmıştır, Topçu'nun mistik muhtevadan İslâm tasavvufuna
yönelmesinde bu üçüncü şahsın büyük hissesi olsa gerektir. Topçu kendisine
Türkçe öğretirken fikir ve tesbitlerinden istifade etmiştir. Tasavvufî düşünce,
özellikle Hallac-ı Mansur ile ilgili çok geniş araştırmaların sahibi olan
Massignon şöyle diyordu:
"İslâm mistisizmi hem kaynağında hem de ilerleme çağında
mütemadiyen ezber okunan, üzerinde derin derin düşünülen ve tatbik edilen
Kur'ân-ı Kerim'den doğmuştur".
"İnsan ruhu ile kendi yaratıcısı arasında söz konusu olan birleşme
Kur'ân'ın ruhuna yabancı değildir" (Mevlâna, 23).
"İslâm mistisizminin Hıristiyan ve Hind mistisizminin kopyası
olduğu tezini L. Massignon reddetti" (Bergson, 56-58). O'NA
GÖRE KAYNAK KUR'ÂN'DIR.
Topçu birtakım felsefî şüphelerle Türkiye'ye döndükten sonra (1934) "Kur'ân'dan
kaynaklanan" bu düşünce sistemini yakından tanımak istedi. Kader onun
karşısına mürşid olarak Hasib Efendi ve Abdülaziz Bekkine'yi
çıkardı. İlim adamı olarak da Celâl Hoca ile tanışınca sacayağı yine
tamamlanmış oldu. Gençlik yıllarında cuma günleri Karagümrük Rifaî dergâhındaki
sohbetlere katılan Celâl Hoca'nın hatıralarından onun fena fi'r-resül halini
tam olarak yaşayan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.
Özellikle Abdülaziz Efendi ile olan ve bazen sabahlara kadar süren
sohbetler yoluyla Topçu'nun içindeki istifhamlar yok olmuş. Bunların yerine
gönül dünyasının doyumu olmayan uçsuz bucaksız mevhibeleri geçmiştir. O
günlerden itibaren insan-eşya-hakikat konuları, ilim, felsefe, hikmet meseleleri,
hürmet, merhamet, hizmet, mertebeleri, nihayet ızdırap, aşk ve vuslat neşveleri
bütün açıklığı ile duyulur ve yaşanır hale gelmiştir. .
Topçu, dervişlere has olan tecrübe ve marifeti bizzat duymuş ve yaşamış
olmasına rağmen, gönül âleminin cazibe ve çekiciliğine kapılarak hiçbir zaman
hayattan kaçmamış, aksine ömrünün sonuna kadar bu meşreb ve neşveyi diğer
insanlara aktarmanın yollarını aramıştır.
Şöhret ve alkış afetini ayaklarının altına alarak, ruh dünyasının
derinlikleri kadar sosyal hayattaki sefaletleri de kendine dert edinmiş,
bunların halli için gayret göstermiştir. Bundan başka o tasavvurî düşünceyi
müstakil bir sistem olarak değil, onu iktisattan sanata, tarihten felsefeye,
psikolojiden sosyolojiye, dinden maarife kadar uzanan geniş bir saha içinde ele
almıştır. Loncalar kadar Dede Efendiye, Malazgirt kadar Mevlâna'ya hizmet kadar
çileye, vecd kadar mektebe ağırlık vermiştir. Kısaca o tasavvuf! düşünceyi
klasik terimlerle nakletmenin ötesinde ona çağdaş izahlar getirmiş, yeni
mesuliyetler ve yeni hedefler göstermiştir.
Bu incelemede 10 temel ıstılah çerçevesinde onun tasavvufî düşünce ve
meşrebine açıklık getirilmeye çalışılacaktır. Bu ıstılahlar şunlardır:
1. Tasavvuf
2. Mürşid
3. Çile ve ızdırap
4. Silsile
5. Tarikat
6. Melâmet
7. Ahlâk
8. Aşk
9. Vahdet
10. Kurtuluş
1. TASAVVUF
Tasavvufu, bir kalb terbiyesi ve aşk psikolojisi olarak ele alan Topçu: "İslâm
dini, mistisizmin hayat kaynağını bağrında yaşatmaktadır. İslâm tasavvufu,
Kur'ân'dan kalb ilmini çıkaran felsefedir" (Maarif, 126) dedikten
sonra şöyle devam ediyor:
"Tasavvuf, İslâm’ın ahlâki
özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin-bir felsefî yaşayıştır"
(Yarın, 80). Mutasavvıfları bu ahlakî tecrübeyi nefsinde gerçekleştiren kişiler
olarak gören yazar, "Tasavvuf nedir" sorusuna şöyle cevap
vermektedir:
"Hakikatta o, insan ilmidir. Âlemden sıyrılarak kendi ruhuna
çevrilen insanın içsel hayat denemesi ve Allah yolundaki atletizmidir. Tasavvuf
insan hakikatlarının kapısıdır. Kur'ân-ı anlayan ve gerçek imanın yolu olarak
onu bizzat yaşayanlar mutasavvıflardır. İslâm’ın uyanış çağı, bilhassa
makinanın insan ruhunu boğduğu asrımızda, eşyadan ve maddeden ruha yâni insana
dönüşün sırrını sunacak olan tasavvufun ahlâk dünyamızda zaferi ile
açılacaktır. Bugün İslâm cemaatında yalnız cemaat halinde olmanın gücü ve sönük
neşvesi kalmıştır. Bu gücü istismar edenler hayâsızlığı tam bir seferberlik
bayrağı halinde yükselterek, doymadan hırs ve menfaatlarını aşırı bir iştiha
ile tatmine çalışıyorlar. Zamanımız, İslâmı habîs yüzlerine maske yapan ve
hırslarını tanrılaştıran zenginlerin, haksız ve zâlim saadetlerini devam ettirmek
için, bir yandan İslâm maskesini kullanırlarken öbür taraftan masona da, zâlime
de, şerîre ve müraîye de el uzattıkları devirdir. Bu devri kapatmakla
başlayacak olan İslâm’ın uyanış çağı
peygamberler devrinin ahlâk ve imanıyla dünya ilim ve felsefesinin ulaşabildiği
zirvelerde tasavvufun bayrağı altından ilân edilecektir
(İnsan, 27-28).
Ona göre Hz. Muhammed'in samimi tarikatının adı tasavvuftur
(Maarif, 90). Ve tasavvuf, esaslarını Kur'ân'da bulduğu bir insan felsefesini
ele almıştır (Yarın. 73).
Dini bir irşad mesleği olarak ele alan ve gerçek din adamı olarak
mutasavvıfları gören, irşadı ise "Allah'a götüren yolu
aydınlatmaktır" şeklinde tarif eden (Maarif, 124) Topçu, Anadolu
romantizminin temel ve ruhunun da tasavvufta barındığı kanâatındadır (Maarif,
69).
"Mistik hayat, dinin kaynağıdır. Çokluktan birliğe kavuşma veya
ruhun Allah'la birleşmesi dediğimiz dine ulaştırıcı deneme, mistik denemedir.
Peygamberin vahyi, bir mistik olaydır. Mi'raç olayında en yüksek mertebesini
bulan m istik, birleşme, dinin hem temelinde, hem de en yukarı ucunda bulunur.
Dinin ibadet şekilleri, kendi mistikliğinden çıkmış ve hafifletilerek herkesin
yapabileceği hale konulmuş hareket şekilleridir. İslâmda namaz ve oruç,
mistiğin çile doldurma hareketleriyle aynı mahiyettedirler ve gayeleri de
aynıdır, onlarda mümini Allah'ın huzuruna yükseltmeye hazırlarlar. Zaten, din
ibadetleriyle mistiklerin çile dolduruculuğu arasında aynı gayeye çevrilmiş
olarak, aynı karakteri taşıyan ortalayıcı ibadetler de sürekli dualardır. Ruhun
Allah'la birleşmesi, bir dinî şahsiyet değiştirmenin mükâfatıdır".
"Velilerle peygamberler büyük mistiklerdir. Mistikler vicdan
âleminin inkılâpçılarıdır. Onlar, ahlâk hayatının insanüstü varlıklarıdır. İnce
bir tahlilden geçirildiği takdirde, Kur'an'ın birçok âyetleri, derin bir mistik
vahyin sırlarını bize vermektedir. Hz. Muhammedin kendisi de samimi ve sürekli
bir çile doldurucu hayatı geçiren, 'Allah'ının tutkun bir âşıkı' idi. Hallac-ı
Mansur'un bize tanıttığı mistik çalışmalarla ruh bir kere beden zevklerinden
sıyrıldı mı, insan Allah’lığa yaklaşır. Artık Allah'ın emri ile yapılandan
başka bir şey istemez. O andan itibaren onun her hareketi, Allah'ın hareketidir
ve onun her emri Allah'ın emridir. Mistikliğin gayesi olan bu hikmete, Allah
ile ruhun birbirlerini tanıdıkları müşterek bir aşk hamlesi içerisinde
ulaşılır.
"İslâm’ın mistisizminden ibaret olan tasavvuf, müslüman dünyasına
enginlikle yayılmıştır. Bu doktrin asırlarca müslüman cemiyetine kudretini
verdi ve birliğini sağladı. O. sade nazari bir diniden veya derin düşünüşden
ibaret kalmadı, belki bir âdetler sistemi halini aldı ve halkın hayatına nüfuz
etti. İnsanın pratik hayatı için lâzım olan hareket kaideleriyle formüllerini
verdi. Bu sistemin getirdiği adalet ideali Anadolu halkı içerisinde, hattâ
cemiyetin aşağı sınıfları arasında, bu milletin kudretini içinden kemirenlerin
düşmanlığı karşısında onu asırlarca muhafaza edebildi. Tasavvufun gelenekleri
ve onun birleştirici kuvveti. Anadolu tarihinin yorulmak ve yıkılmak bilmez
sürekliliğinin sebebi olmuştur. Devirlerinin mistiklerini aşk ve irade ile
takip eden ilk müslüman müminleri, bir olan Allah'ın adiyle yalnız sınırlarda
değil, hem de devlet merkezinde, yalnız kâfirler arasında değil, aynı zamanda
kendi kalblerinin derinliğinde mukaddes cihad ilân ederek çarpışmışlar ve
ızdırap çekmişlerdi (İrade. 76-78). O'nun eserlerinde Allah'a doğru gitmek,
O'nun yolunda yürümek gibi ifadelere sık sık rastlanır. Bu seyru suluktan başka
bir şey değildir:
"... İnsana yalnız dinin sağlayabildiği bu ruh kuvveti içimizden
bizi Allah'a doğru götüren enerjinin kaynağıdır. Tasavvuf ehlini, bu ruh
dünyasının atleti yapan bu kuvvetle yürüyüş gerçek dinin yolunda
yürüyüştür" (Maarif. 120).
Tasavvufta İslâm’ın "düşünen
insan" idealinin akla hayret verici bir derinlik kazandığını (İnsan,
31) ifade ettikten sonra şöyle devam ediyor: "Denebilir ki dinin, ruhun
selâmetini gerçekleştirmekten ibaret olan gayesi, yapıcı insan tipini düşünen
insana yükseltmek sayesinde kabil olmaktadır. Dinin bütün dünyası ruh
dünyasıdır. İslâm’ın bütün hareketlerimizi ve bütün dünya işlerimizi düzenlemiş
olması dünyaya ait emellerimizde bize daha iyi başarı sağlamak için değildir.
Ticarette daha iyi tüccar, siyasette daha mahir diplomat olmamız için değildir.
Belki dünya işlerimizi ruhun selâmetini hiç engellemiyecek tarzda düzenlemek
içindir. Ticaret ve siyasette kazanç ve muvaffakiyet hırslarımıza gem vurmak
için"dir. Dinin konusu ruhtur, beden ise ruha yüktür" (İnsan.31).
"Milliyetçiliğin temel taşı Allah'a doğru yücelmektir"
(Mevlâna, 6). "Ruhun da bir gayesî vardır o da Allah'a doğru
yolculuktur" (Varolmak. 32).
Tasavvufla ilgili olarak onun eserlerinde, üzerinde durulan bir başka
konu da zahir uleması, şekilci ve kaidecilerin tasavvufa karşı tavırları ile
zaman içinde tasavvufî düşüncenin de çöktüğü ve çürüdüğü konusudur. Dini dünya
saltanatı olmaktan kurtarıp en sevimli ilâhî saltanat halinde yaşatan
mutasavvıflar da bu şaşkınlık içinde hem çiğnendiler hem de içlerine karışan
sahtekârlar tarafından bulandırıldılar (Maarif, 124). ''
"Dış düşmanların yanısıra, içteki sahtekâr kaideciler ruhunu
zehirletmek suretiyle İslâmı içinden yıktılar. Bunlar tasavvuf ehlinin
karşısına dikilen bir türlü kana doymayan, saltanat arabalarında sırmalı
esvaplara bürünmüş teylasanlı saray soytarıları idi. Ulema denilen bu karakablı
kitap taşıyan dalkavuklar gurubuna dayanan halifeler İmam Azam ile Hallac-ı Mansur’un
insafsız katilleri oldular" (Hareket. 1971, sy: 61-62).
"İslâm’ın gerçek ruhunu yaşatan mutasavvıfların karşısına her
devirde, cennet ticaretiyle geçinen kaideci ruhsuzlar dikildi. İslâm'ın bin
yıllık tarihi tarikat-şeriat mücadelesiyle geçti"
(İnsan, 32). "Geçen asırlarda, madde ile ruhun din dünyasında mücadelesi demek
olan şeriat-tarikat mücadelesi, sonunda gerçek tarikat ehlinin az olmasıyla
madde cephesinin kahir zaferini doğurdu. Dıştan görünüşüyle İslâmi hayatın
kuvvet kazandığı bir tarihi anı andıran zamanımız, iç yüzünden dinin madde
dünyasına aktarıldığı ve İslâm ruhunun sihri inançlar ve hareketlerle perişan
edildiği bir devirdir. Cemaatin dinî hayatında Allah'a götüren aşk ile,
teslimiyetten bir damla bile gözükmüyor" (İnsan, 33-34). "Dinin
gerçeği olan tasavvuf yani ruh denemesi, ahiret metaı satıp dünya saadeti
kazanan sahtekârlar tarafından itham edildi" (Yarın. 117).
Felsefi düşüncede Yunus ve Mevlâna gibi mutasavvıfların örnek alınması
gereğine işaret eden (Yarın, 117) Topçu, bin yıllık tarihin geleneğini folklor,
edebiyat, güzel sanatlar, İslâm ahlâkı, tasavvuf ve tarikatların felsefesiyle
bir potada yoğurulmasını davanın esası olarak görmüştür (Kültür, 7-8).
O. tasavvuf kültürünün orta ve yükseköğretimdeki durumu hakkında da
teklifler ileri sürmüştür. Din eğitimi veren okulların derslerinin üçte birinin
felsefe, tasavvuf, psikoloji, kelâm, sosyoloji din psikolojisi gibi derslerden
meydana gelmesini teklif eden Topçu, İlahiyat Fakültesinde ise tasavvufu da
içine alan felsefî kültürün hâkim rol oynaması gerektiği fikrindedir (Maarif,
127).
2. MÜRŞİD
"Allah'a doğru götüren büyük ruhlar" (Esaslar,
249) olarak nitelediği mürşidlerin yetişmesi hakkında şöyle düşünüyor: "Dahiler
daima bir büyük örnekle başlayarak kendi şahsiyetlerini bulabilmişlerdir.
Hâlbuki topluluğu taklid eden yine topluluğun içinde bitiriyor. Toplumda fertçiliğe
geçemiyor. Mevlânayı bir Şems-i Tebrizi yetiştirdi. Bütün Konya'dan ve bütün
mescidlerle minarelerden bir Mevlânayı çıkarmak mümkün değildir"
(Esaslar. 254).
"Gerçek dini önder, hem hakikatin telkinini yapar hem de bu işte
belli bir noktaya kadar götürdükten sonra, gayeye ulaşma gücünü telkin yaptığı
kişinin kendi içsel denemesine terkeder" (Maarif, 122-123).
Gerçek din adamının "bağru başlu gözü yaşlu" ahlâk kahramanı
olduğunu söyleyen Topçu (İnsan. 38,52), "Gençler bu neşvelerin sahibi
olan mürşitlerin arkasında kafileler halinde koşarlarken gençliklerine
gerçekten doyarlar" (Kültür, 59) demektedir.
"İslâm’ın ideali insan
idealidir, insan, ideali ise kalb tekniğine muhtaçtır"
tezini savunan Topçu, psikopat (Yarın, 40-41) şarlatan muraî (İnsan. 37)
istismarcı (Esaslar, 122) şeyhlere de sık sık çatar, ona göre tekkelerin
kapanmasına da bunlar sebep olmuştur. "Elli yıl önce kötü ruhların
birer rezalet yeri haline koyduğu tekkeler kapatılmıştı. Sonunda buna tepki olarak
kadın-erkek yığın yığın kafileler, her semtte bir tekke taslağı kurdular"
(Hareket, Kasım 1973, sy: 95).
Ona göre durmadan Allah diyen değil iradesini Allah ile birleştirmiş.
O’nunkini kendininki yapmış olan sufîdir (Kültür, 87). İnsanı birçok şey
doğruya sevkedebilir, fakat bunların en sıhhatlisi insanın irşadıdır. Mürşid en
ileri rahmet kapısıdır (Hareket, Ağustos, 1972, Sy: 80).
"Şu da bilinmelidir ki ferd olan büyük ruh, ahlâkî feyzini toptan
cemiyete vermiyor, yine onu almasını bilen ferdlere veriyor. Ancak ferdlerin
sabırlı çalışmalarıyla ahlâk bahçesinin çiçekleri birer birer açılıyor ve
güzelleşiyor. Hiç bir devirde, bir cemiyetin toptan temizlendiği görülmemiştir.
Tekkelerin temiz olduğu ve henüz kalpazanların eline geçmediği devirde tasavvuf
halka gerekli dini terbiyeyi veriyordu. Gayesi kalbi, kibir, kin, haset, yalan,
riya, dedikodu ve çeşitli bayağı hırslardan temizleyerek, ona hayır, Hakk'a ve
Hakk'ın kullarına hizmet ihtirası, menfaatlerden arınma merhamet ve adalet
sevgisi derece derece aşk halinde varlıklara hürmet duyguları doldurmak olan bu
terbiyenin eserleriyle Peygamber ve Ashab devrinin ve Müslüman Anadolu
tarihinin sayısız olaylar halinde abideleri dopdoludur" (Maarif, 117).
3. ÇİLE VE IZDIRAP
"Tasavvuf ehlinin tuttuğu riyazet yolu gerçek bir atletizmdir"
diyen Topçu, (Mevlâna, 24) şöyle devam ediyor:
"Din ve ahlâk hareketleri hep ızdırabın getirdiği hayranlık
havasında doğmuştur. İlk Hıristiyanlar esirler arasından çıktığı' gibi İslâm’ın
doğuşunda da muzdariplerle çile çekenlerin büyük rolü olmuştu. Allah'ın sesini
acı çeken yürekler duyuyor. Bu manada olarak merhum Abdülaziz Bekkine "ALLAH'A
YALVARIRKEN YA RABBİ BENİ SANA KAVUŞTURACAK AMEL NASİB ET DEMEYİN,
DAYANAMAZSINIZ DEMİŞTİ" (İnsan. 53).
"Tasavvuf hayatının bütün bir ömür süren çileciliği, hakikat
yolunda aşkın cihadı olduğu gibi her fikrin bir çilesi vardır. Hiçbir şeyin
ızdırabını çekmedikçe hakkıyla anlaşılmayışı bundandır. İçimizde en kuvvetli
insan, en fazla ızdırabı götürebildi insandır, hem de sabırla cesaretle, acıdan
kaçmak istemiyerek" (Hareket, 1971, sy: 67). Ona göre ızdırap, harfsiz
sözsüz sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle canlılarla cansız
varlıklarla, mazi ve mekân ile sonsuzlukla konuşabilenler vardır. Ve onun
belagatı bizim zahir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Izdırap kabul
olunan içsel dualarımızın dilidir. Bütün gerçek ibadetlerin üslubudur. İnsanı
insan yapan, kahramanca karşılanmış ızdıraplardır. Izdırap, insanı yaratıkların
son halkasında ilâhî varlığın eşiğine ulaştırarak, belki birgün bu kapıyı da
açtıracak olan tek kapıdır.
Topçu'nun konu ile ilgili düşüncelerini dinleyelim: "Izdırap”,
hayatımızda en umumî hâdisedir, insan kendinde iradenin varlığını hissettiği
anda, bilinmez bir varlığın ızdırabını da hissediyor gibidir. Denebilir ki,
istemek ızdırap çekmektir. Kainatta ilk olan kuvvet, insanda ızdırap halinde
gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur. ızdırabın halesi ile
kuşatılmış bulunuyor. Önce ızdırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve
düşünceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı
unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ızdırabımızı unutuyoruz. Bu
bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzaklaşıyoruz. Büsbütün kendi
dışımıza çıktığımız zaman "mesuduz!" diyoruz. Ancak bu bir
anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtuluş olmuyor. Eğer o sürekli olursa
insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına
yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bizi derhal
kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ızdırabın kucağına fırlatıyor. Neticede
kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın
kucağına sığınalım. Hâlbuki o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş,
eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten,
ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve
doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları,
duyuları bir zaman için oyalayabiliyor. Sadece birer maskeden ibaret olan bu
doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği pusu kurmuştur. Yokluğun
içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen
bölüyor ve küçültüyorlar. Kalb daralıyor, yaratıcılığın kaynakları kuruyor ve
insan bunların en kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına
yapışarak, bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, denizlerde çırpınan
zavallının haline geliyor. Izdırap," ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir.
İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor, Lâkin, bütün bu istediklerinin birleşerek
gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine
götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ızdırabı seçmesi gerekiyor.
"Birçokları, kendilerine ilahî lütuf olan ızdırabı değerlendirmeyip
varlıklarından iterek, kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler.
Geçici tatminler onları boğdu yine de onlar kendi katillerini kendilerinde
arayacak yerde, dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için
cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafî ve itibarî değerlere
bağlandılar. Bu yüzden hayatları, içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel
bir vicdan azabından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca, onunla
sarılıp kucaklaşır gibi ızdıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebedî
hayatlarına dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyenlerden Yunus din
velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Akif millet velisi
oldular. Izdıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza kaçmak isteyen halk
bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası
ıztıraptır. Izdırap, telkinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır.
Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin
harabettikleri kalbi, ızdıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir
hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu
gibi, ızdırapsız yapılan dua şarlatanlıktır."
"Izdırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi
karşılanması kalbin şaheseridir. Her şeyi kaybetmeden büyük kazancı arayan
kalb, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira "sevilen kaybedildiği
zaman ruh göklere yükselir". Izdırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya
kabiliyetli kudreti, insanı insanların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık
onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla birşey değildir. Hem de bu en büyük
cesarettir. Denizlerin ortasında kaldığı halde, altındaki tekneyi ve kürekleri
de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı,
gerçekte aklın kabul etmeyeceği bir cesarettir. Lâkin o, ızdırabın en ufak
sadakasıdır. Izdırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini
bilmese bile. Her şeyi feda etmemek elinde değildir. Izdırap, insanın en
çok sevdiği varlıktır. İnsan, ızdırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade,
ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın
koptuğunu duyuyoruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor"
(Hareket. 1971, Sy: 4).
"Ruhun kuvvet kazanmasında onu yetiştirici olan üstad, ızdıraptır.
Çekilen acılar ağırlaştıkça. çile dayanılmaz hâle geldikçe, ruh kuvvetini
yaşatan kılıç keskinleşir. Izttrab. ruhun hocası, hem de biley taşıdır.
Dövülmeden keskinleşen kılıç tasavvur edilmediği gibi, ıstırabsız olgunlaşan
ruhu düşünmek de öylesine saçmadır. Varlıklı büyüyen zengin çocuğunda kuvvetli
ruh aranmayacağı gibi, bütün tatminlerle, murada ermişliklerle Hakka eren insan
da düşünülmez. Beden zenginleştikçe ruh yoksullaşır. Büyük ruhların hiçbiri
dünyadaki saadetleri ile övünmediler. Hepsinin ruhunun derinliğinde şu terennüm
duyuluyor!
"Bulmuşum yanmakta bir hâl, başka hâli neylerim!"
"Bu içsel terennüm, acının sonuna kadar gidenlerin orada
kaderlerini kahramanca karşılayışlarıdır. ızdırabı alkışlamalarıdır. Şikâyet,
saadet dilencisi halkın hâlidir; kaderin Allah tertibi olduğunu anlamayan
gafillerin şaşkınlığıdır; bedenine çok bağlı ölü ruhların ürpermesidir. Halbuki
İbrahim Halilullah'ın ikbal'de gözü yok; Nesimî'nin deri parçasına ihtirası
yok; Hallac'ın bir bedene ihtiyacı yok. Her inanma hareketinde sevilen bir
ızdırap saklıdır. Izdırap aşkın şahididir. Çile ve ızdırap ile aşk arasında
nasıl bir münasebet vardır? Topçu bu soruya şöyle cevap veriyor.
"İnsanlığın iradesi ızdırabın eseridir, dedik. Izdırap bizi
kâinatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kâinatın bütünü haline koyuyor: Buna
aşk diyoruz. Izdırabımız aşkın eseri değil, aşk sonsuz ızdırabımızın çocuğudur;
onun kendine bir mevzu bulmasıdır; varlıklardan birine bağlanarak kendindeki
aşkın denize bir sükûn, muvakkat bir istirahat aramasıdır. Filozof Paliard'ın
dediği gibi, "zenginliğin ve şöhretin âşıkları vardır, ilmin aşıkları,
güzelliğin aşıkları vardır, bir de aşkın aşıkları vardır. Ve hepsinde
gördüğümüz, onları pençesinde tutan mütehakim hayallerinden başka her şeye
karşı bir-,kayıtsızlık, bir anlayışsızlık, bir asabiyet". Aşk içinde
ızdırabımızın bağlandığı varlıklar birer birer kutsallık kazanırlar. İradesi,.
ızdırabı olmayan insanın gözünde birer tahlil ile hiçe indirilebilen varlıklar
aşk içinde mukaddesâda yol olurlar ve kalbimizi, çırpınarak secdeye vardığı
büyük huzura çıkarırlar. Fikir ve zekânın metodları ile, ilim yoluyla aklın
kabul etmediği nice mukaddesat aşk yolunda kalb için kâbe oldular. Aşkın
ifadesi olan secde, sığınmak demektir ve aşk insanın bütün irade kuvvetleriyle
kendinden başkasına sığınmasıdır. Aşkımızın bir sonu, bir bittiği merhale
bulunmadığı için onu arayan ızdırabımız da nihayetsizdir. En büyük ilme
ulaşamamanın, en azametli varlığa sahip olamamanın ızdırabını çekiyoruz. Daha
çok sevmeyişimizin, hatta dilediğimiz kadar acı çekmemiş olduğumuzun ızdırabını
çekiyoruz. Dilek, ızdırabla hamleler yaparak, daha büyük ızdırap için aşk
duraklarında mest olup dinlenmek suretiyle, bir sonsuzluğa, Allah'a doğru
ilerliyor" (İrade, 27-28).
4. SİLSİLE
Tasavvufî hayatın önemli bir unsuru da silsileler yani mürşidler
zinciridir. Bu zincirin halkaları intisab edilen şeyhten başlar. Hz. Peygambere
hatta Allah'a kadar ulaşır. Topçu'nun eserlerinde böyle bir silsile sözkonusu
edilmemiştir. Bu başlık altında onun tarih içinde çok sevdiği, fikir, tavır ve
davranışlarına önem verdiği şahıslarla ilgili kanaatleri sıralanacaktır. Bu
şahısların hepsi mutasavvuf olmadığı gibi hepsi Doğu'dan da değildir. Silsile
bazan Gandi, Hallaç, Saint Piyer ile kurulur Zola, Beethoven, Yunus ve Mevlâna
ile devam eder. Akif, Mevlâna, Sokrat. Hallaç dörtlüsüyle sona erer.
Bazende Mesnevî Süleymaniye ve Yavuz şekline bürünür (Varolmak,
44.45.671. 71. 73). Silsile bazen Yunus Akif, Akşemsettin ve Zenbilliden
oluşur. Bazen Cezanne, Van Gogh, Beethoven ve Mevlanayı içine alır (Kültür. 59.
60). Onun eserinde Pascal. Saint Angustın, Goethe gibi batılılar sık sık
görüldüğü halde uzakdoğu mistisizmi ile ilgili isim ve ıstılahlara pek
rastlanmaz. Hayranı olduğu büyük mutasavvıflar Orta Asya ve Anadolu tasavvuf
tarihi içinde yer alan mutasavvıflardır. Bunun tek istisnası Hallaçtır,
denilebilir. Bunun da sebebi, herhalde ömrünü Hallaç ile ilgili çalışmalara
vakfeden Massignon ile olan dostluğudur. Bunun dışında bir Bistamî, bir Cüneyd,
bir Muhasibi eserlerinde sözkonusu edilmez. Vahdet-i vûcud ve Mevlâna hayranı
olduğu halde, ibn Arabi'nin (meşrep farklılığından olsa gerek) adına da pek
rastlanmaz. Ama eserlerinde bir Türk sûfisi ve tefsirci olarak Necmuddin
Kübrayı bulabilirsiniz (Ahlâk, 90).
Topçu'nun eserlerinde, sık sık bir araya gelen peygamberlerden başka,
diğer veli, idareci ve sanatkârlar da şunlardır:
Hacı Bayram-ı Veli, İbrahim Hakkı, Ahmet Yesevî, Sadi, Dede Efendi,
Şems-i Tebrizî, Hz. Ömer, İbn Kemâl. Orhangazi, Yıldırım. Alpaslan, Kılıçaslan,
Sokrat, Mikelanj, Dante, Hugo.
"Asıl ahlâk kahramanı, olanlar peygamberler ve velilerdir. Bir de
bunları takip etmesini bilen ahlâk âşıkları, ahlâklılığın iradesine
sahiptirler. Onlar, ölmesini bilen insanlardır. Bu büyük ferdlerin ahlâk
iradesi, cemiyette her zaman halkın ahlâkı istemeyen, hem de çok kere ahlâk
kıyafetine bürünerek ahlâkı çiğneyen istek ve iradesiyle çarpışır. Büyük ruhlar
ve veliler, halkın ruhunu karanlıklarda boğan gafletleriyle çarpışıyor ve
halkın iradesi olmak istiyorlar. Halk, güneşi görmeyen gözlerin körIüğüyle
onlara karşı koyuyor. Daima sahnenin iç tarafında, ahlâk kahramanlarıyla halkın
boğuşması vardır. Musa ve İsa Peygamberlerden sonra Peygamberimizde, arasında
yaşadığı halk kütlesiyle mücadele etmediler mi? Hattab'ın oğlu Ömer de halk hançeriyle
katledilmişti. Hallac'ı, kendisine dua ettiği halk işkencelerle öldürdü.
Gandi'nin ve Kennedy'nin kaatilleri de halkın içinden çıktılar"
(İnsan. 53).
"Sonsuzluğa işaret eden dehalar çok ise de Kur'ân'ı Kerim onlara
ihtiyaç göstermeyecek derecede sık ve hikmetler deryasıdır" diyen
Topçu'nun bu görüşleri, onun fikir hayatının cihanşümul görünümü hakkında da
bilgi vermektedir.
"Mevlâna'nın şahsiyetinde. Şarkın büyük hâkimi Sadi ile Batı
romantizminin zirvesi sayılan Goethe'yi birleşmiş buluyoruz"
(Mevlâna, 10).
"Bizi kendimizden geçirmek için Mikel-Angelo'nun bir mermerini
göstermek veya Beethoven'in bir senfonisini dinletmek yeterdi. Hatta,
İskender'in bir muharebesini anlatmak da buna kâfidir. Lakin tarihi Çin'in Tao
dininde ruhla tabiatı kucaklaştırân ahlâk ideali, Spinoza'nın kemâl ahlâkı ile
Kant'ın ödev anlayışı, Pascal'ın merhameti ile Bergson'un sezgisi içinde barınan
ve Peygamberin vahyinden fışkıran ilâhi dâva, Kur'ân'ın kullara ulaştırdığı
rahmet bizi öylesine kendimize getiricidir ki, biz binbir vecd ile şevk ile
kavuştuğumuz bu vuslatta kendimizi fersah, fersah geçiyor, sonsuzluğun, bizim
ulaşabildiğimizin son durağı olan selâmet menzilinde sevinçle murada eriyoruz. Âlemde
ahlâkdan daha güzel, daha gerçek birşey yoktur" (İnsan. 49).
Mevlâna ve Tasavvuf adlı eserinin ilk cümleleri de konumuzla ilgilidir:
"Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan
milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedî
hayat ağacı yeşeriyor, gerçek hayat, gerçek saadet tadılıyor. Onlarsız
yeryüzünde yetim yaşıyoruz. Yaşadığımız bu yeryüzünde toprağın ruhu yoksa bizde
de hayat olamıyor. Büyük ruhu vatan toprağına karıştıranlar, milletleri ebedî yapan
mezarlarda ebediyetle kucak kucağa yatanlar, peygamberler, veliler, hâkimler,
filozoflar, ahlâkçılar ve sanatkârlardır. Anadolu toprağının, altında bize bin
yıllık maziden emanet olan büyük mezarlar ebedî olan ruhlarını bizim
varlığımıza karıştırdıkça, ruhlarımıza düşman olan sefillerin zehirli tesirleri
bizi imha edemez. Gerçek büyüklerimizin mezarında ebedîlik bayrağı
dalgalanıyor. Bizi yaşatan ve ebedî kılan kervanın başında Mevlânaları,
Yunusları görüyoruz" (Mevlâna, 9).
5. TARİKAT
Nurettin Topçu, "Tarik yoluyla irşad. ruhlara çevrilmiş bir
heykelciliktir" (Maarif. 60) dedikten sonra, şöyle devam ediyor:
"Dini hayatın tarikatlerle ve şeriata bağlanmak suretiyle ulaşılan gayesi,
bizimkini geçen ve bizim kuvvetimizle asla ölçülemez olan bu kuvvete iştirak
(Participation)dır. Onunla ruhumuzun sonsuz kuvvet kazanma iştiyakıdır. Onunla
benliğimizin bütünleşmesidir. Hayal olan varlı-ğımızdan geçip gerçek olan
varlığa bağlanma aşkımızdır. Mutlak ihtiyacımızdır. Kendisine bağlandığımız bu
varlık Allah'tır. Tarikatlarda rabıtanın mânası, işte bu sonsuz varlıkla huzur
haline bizi ulaştırmaktır" (Ahlâk, 191).
Tarikatları çökerten sebepler olarak da sahtekâr mürşitler, dolandırıcı
şeyhler, (İnsan, 23) başta alevilik ve dünyevî hazlarla
dolu olan adab-erkân silsilelerini görmüştür. (Maarif. 53) "ALEVİLİK,
İSLÂMİ DEKOR VE İSLÂMİ KLİŞELER İÇİNDE BARINAN ZERDÜŞT DİNİNİN FELSEFESİ,
BEKTAŞÎLİK İSE ŞAMAN DİNİNİN FELSEFESİDİR" (Maarif, 80).
Bugünkü Mevlevîlikle de Mevlânanın anlaşılamayacağı kanaatında olan
Topçu, tarikat eğitiminde güzel sanatların, özellikle musikînin rolü üzerinde ısrarla
durmuştur.
Topçu tasavvufî düşüncelerini ortaya koyarken herhangi bir tarikatı
değil genel tasavvufî neşveyi anlatır. Tahiru’l Mevlevî'nin Mesnevi şerhine
yazdığı takrizde Allah yolunun yolcusu için üçlü bir tasnifi özetler: HAZIRLIK,
VECD-İSTİGRAK, Huzur. Bu gönül yolculuğunu şöyle özetliyor:
"Ruh dünyasında tam mânâsıyle bir atletizm denebilecek olan bu
sıçrayış, gelişigüzel yapılan bir hamle ile olmuyor: Onun âdabı, erkânı, usulü
vardır. Tasavvufun, insan olan varlığımızdan çıkarıp Allah'a yaklaştıran,
bazılarının tâbiri ile Allah’ta birleştiren hareketleri, üç safhadan geçmek
suretiyle yapılmaktadır.
"1. Birincisi hazırlık safhasıdır:
Bu. tasavvufun riyâzat ve feragat evresidir. Allah yolcusu, bu hazırlanmada
terk veya inkâr basamaklarını atlayacaktır. Kendinde dünya yükü diye ne varsa
hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle terk edecektir. Terk hali, onun
ruhunda önce bir istek, bir iştiyak, bir irâde halinde parlar. İlk riyazetlerle
işe başlayan derviş, bu yolun bitiminde sonsuzluğun temaşası ile karşılaşır.
Manzara yok, şekil ve suret yok. Lâkin derûni bir ihtişam, manzara imiş gibi
etrafa yayılan bir mânâ, dünyamızı karartıda bırakan içsel bir aydınlık,
bütünün fertlerine ayrılmaz muhteşem ve sarsıcı ifadesi, ruh atletini kendinden
geçirir. Onda inkâr sevgisi başlar; dünya yükünü -inkâr sevgisi.
"Bu aşkın ilk hamlesi, servetten ve devletten geçine şevki ile
kanatlanacaktır. Bu inkâr zor olmaz. Bilâkis dervişte bir neşvedir. Mal ile
mevki hırslarını ve bu varlıkların ağır yükünü, kirlerden temizlenir gibi
kendinden atar uzaklaştırır. Artık Allah yolculuğuna çıkanın geri dönmesi
yoktur. Bu yolda ilerledikçe güçlük artar, şevk de beraber çoğalır. Temâşâ
edilen mânâ âlemi, basamak basamak ilerledikçe, daha genişler, enginleşir,
sonsuzlaşır, sarhoş edici olur.
"Derviş olgunlaştıkça, daha çetin inkârlar, evvelkini takip eder.
İkinci basamakta evlâddan ve irşaddan geçme hali gerçekleşir.
Evlâddan geçme bir gönül yakışıdır, irşaddan geçme ise akıl yakısı. Onları
yaralarına yapıştırır çeker, koparır. Böylelikle şifa bulur. Evlâd, Allahındır.
İrşad ise, bütün kibirlerin ham malı olan zavallı aklın herzeleri. Bütün âlem,
bütün akıl. bütün hikmet, dervişin bağrında parlayan aşk güneşinde, ateşe düşen
bir kar damlası gibi eriyecektir. Şevkindeki lezzet hiçbir şeyde bulunmaz.
Lezzet, hikmete değiştirilmez. Tasavvuf, hikmet değildir; ilâhi hazdır. Onun
yanında, felsefe ile beraber bütün ilimler ve bütün kaideler hakikatin posası
hükmündedirler. İster tatlı ister acı, hepsi de değersizdir. Derviş bunlara itibar
etmez.
"Mevlâna evini, ailesini bir zaman ihmal etmiş bundan ne çıkar!
Terk libasını o çoktan giyinmiş ve benimsemiştir. Aşkın ummanında aklın irşadı
da lüzumsuz bir külfet sayılır. Sadece aşkın bir nevi tortusu, dumanı veya
ondan fışkıran bir alev kalır ki, o da dışarıya çıkınca volkan ateşi gibi donup
kalmaktadır: Bu şiirdir, neydir, sema'dır, her çeşit ifâdedir. Aşkın kendisi
değildir. Belki de ona yabancı bir unsurdur; zira donmuş ve dünyevî hüviyet
kazanmıştır. Bu basamakta duran dervişin gözünde evlâdın, çamurun içine atılan
altından, ilmin de, sahte bir mankeni andıran şöhretle, devletten farkı
kalmamıştır.
"Terk yolculuğu burada da nihayetlenmez. İlim denen kendindeki
bulanık ve tatsız suyu bir batağa boşalttıktan sonra, hayallerle, hâtıralardan
sıyrılmaya başlayacaktır. Derviş, kendi ruh dünyasını dolduran yüzlerce hayali
benliğinde bulacaktır veya onları kendinde eritip yok edecektir. Onları
unutacak, değerlerini inkâr edecek, şuurunda bu çokluk resminin mütemadiyen
rasketmesini böylece önleyecektir. Onda. bizim dünyamıza karşı bir nevi
yabancılık, hatırlama, irâdesini yok edici, sanki yeniden bir doğuş hali peydah
olacaktır. Bu içsel doğuş, bir nevi istiğfardır; tövbe ile temizlenmedir.
"Daha sonra, duygulardan temizlenme kendini gösterir.
Bu hal bir nevi mahiyet değiştirmedir. Derviş dinî denemenin bu basamağında,
bizim çok ve rengârenk duygularımıza yabancılaşır. Dünyamızı dolduran bunca
duygu verici hâdiselerin karşısında duygusuz kalır; âdeta kaskatı bir varlık
kesilir. Bizim sevindiğimize sevinmez; bizi yakan acılarla yanmaz olur. Onu
bizim duygularımızın terennümcüsü zannederek şairler arasına koymak gaflettir,
anlayışsızlıktır. Tasavvuf, sanat değildir. Hazreti Mevlâna'yı ve Yunus Emre'yi
şiirlerindeki âhenkte arayanlar, kabuğu öz zannedenlerdir.
"Nihayet iradeden sıyrılma, duygusuzluk bölgesine varan dervişi
varlık kâbusundan kurtarır, selâmet denizine sürükler. Burada benlik gayyaya
gömülür, ölümle dirim bir olur. Bedene bağlılık irâdesi de kalmaz. İstekler
sahibine iade edilir.
"Bu zirveye tırmanan derviş, zaferi kazanmıştır. Çile bitmiş, kulun
işi tamam olmuştur. Terk mıntıkasının bu zirvesinde uçmak için, hidâyetten
başka bir şey olmayan, kanat beklenir.
"2: Terk bölgesi sonuna kadar böylece aşıldıktan sonra, tasavvufun
ikinci safhası olan vecd istiğrak başlar. Bu safhada, varlığa ait bütün
vehimlerle çilelerden, söylediğimiz sıra ile birer birer boşalan ruha; hakikat
dolacaktır. Boşalmadıkça dolma yok. Dünyasından boşatmayan kaba, ukbâ dolmuyor.
Dünya heveslerinden ve varlık vehimlerinden tamâmiyle sıyrılan bu kab ve kalıp,
ancak böylelikle tam mânâsı ile Allanın emrine girebilir. Taşıdığı safrayı
bütün bütün atan varlık, dünyevî muvâzenelerden halas olarak bir baş dönmesine
tutulur. Vecd, ruhta baş dönmesi halini andırır. Vecd denen bu baş dönmesi,
ruhu mutlak âlemine yükseltir; onunla birleştirir. Bu birleşme iki kürenin
çarpışması gibi bir sarsıntı ile başlar. Ulûhiyetle temasa geçen ruh, tahammülü
güç olan sonsuz bir zevkin kucağında sarhoş olur. Burada ebedilik ve sonsuzluk
mekansız bir ân içinde gerçekleşir. İstiğrak denilen aşın vecd hali, dervişin
miracıdır. İçerisinde büyük huzura doğru yükselişin hissedildiği bu hal
fırtınalıdır, kendinden tam geçme halidir. Varlığın büsbütün ortadan kalkarak,
sadece hazzın kaldığı haldir. Onda, Allahla temas hazzı dile gelir. Temasın
şiddetli olduğu ânlar, dervişe "Enelhak" dedirtir. Bu ânın
sar-hoşluğunu bütün hayatlarına yayarak vecd zevkini akim anahtarı yapanlar, bu
düsturu hakikat diye kabul ettiler. Damla, denizden kendisini nasıl ayırsın?
"3. Ancak dinî deneme vecd ile de bitmiyor. Vecd, kendi kendinin
gayesi değildir. O sadece gayeye götüren geçittir. Onun gayesi, huzura
ulaştırmaktır. Tasavvufun üçüncü ve son merhalesi, huzur safhasıdır. Vecd ve
istiğrak kemâl haline geldi mi; derviş huzur denizine yükseliyor; varlığı,
mutlak huzur kaplıyor.
"Vecd içinde başlayan fırtınanın feryatları ile terennümleri,
huzurda tam sükûna kavuşur. Zira huzur, şiddetli fırtınayı takip eden ruhtaki
tam ve mutlak sükûndur. Huzurda fırtına durur, aşk devam eder. Ancak damarlara
siner. Feryad iken hayat olur. Gerçeğin temaşası ile yaşanması birleşir. Ruh
bütün eşyaya ve varlıklara dağılır; hepsi ile birden birleşir. Engel olan
çokluk ortadan kalkar. Murad olan vuslat hasıl olur. Vecdden huzura geçmekle,
aşkı ihzar eden vecdin yok olduğu zannedilmesin. Bazı anlarda yaşanan vecd,
huzur halinde dervişin varlığında eriyerek hayatının bütün anlarına ve
varlığının bütün zerrelerine yayılmıştır. Feryad ve sarhoşluk yerine, varlığın
dilinden anlayan ve varlıkla hembezm olan bir ahenk meydâna gelmiştir. Huzur
halinde vecd., dervişin varlığından taşarak, bütün varlıkları işba etmiştir;
sonra da her şeyden aynı ahenkle taşmaktadır. Huzur, doyulmayan bir sevdadır.
Göze muhtaç olmadan görmedir; uzuvlardan müstağni bir yaşayıştır. Huzur,
Allah'ın huzurudur. Ondaki varlıkları ve manzaraları anlatmak, dışarıdan
imkânsızdır. O. içsel keşifler yapma hâlidir; büyük dost ile sohbet hâlidir.
Onda, varlığına esir insanın hiç bilmediği lûtuflar. âlemler ve muradlar
saklıdır. Bu hâle ulaşan dervişin irâdesi ve dilekleri bizimkinden büsbütün
başka olur. Onda bizimkinden başka mahiyette olan dilek ve hayat, bir ve aynı
şeydir. Gerçekle temaşası birbirinden ayrılmaz.
"Devamlı hasret olan vecd ile, nihaî vuslat hâli yaşatan huzur,
acaba birbirinin zıddı haller midir? Görünüşte öyle olmakla beraber, hakikatte
vecd ile huzur, birbirine zıd ve aykırı davranışlar değildir. Tasavvufun gayesi
olan huzura, vecd yolu ile ulaşmak zaruridir. Ancak, huzura ulaştıktan sonra,
dervişte vecd yok olmuyor. Aynı huzur mertebesinin, hayatının her ânında
bozulmadan, zayıflamadan devamı mümkün olmadığına göre, derviş huzura yükselmek
için her defasında vecdin kanatlarını açmaya muhtaç oluyor. Vecd, onu tekrar
huzura yükseltiyor. Huzur zamanla gevşeyince, yine vecdin-kuvvetiyle havalanmak
zorundadır. Şu halde, vecd ile huzur mütemadiyen birbirlerini kovalıyorlar.
Ancak, bazılarında vecdin şiddetine nisbetle huzur zayıftır. Bazılarında ise
vecdin şiddetinden ziyade, huzurun enginliğine şahit oluyoruz. Yunus Emre ile
Mevlâna gibi vecd ve istiğrakın en taşkın kahramanları, bize en kuvvetli
feryadlarını ulaştırmış olanlardır. Bunlarda dile gelen Allah sevgisi, şiir
halinde bize nüfuz edecek yolu bulmuştur. Mutasavvıfların vecd derecesini,
terennümleri ile ölçerek az çok bilmekteyiz. Ancak, huzur mertebelerini
bilmemize imkân yok. O mahrem mıntıkaya, yabancı nüfuz edemediği gibi, iki
dosttan başkası, onda olup bitenleri bilemez. Tasavvufu bir cevize benzetirler.
Dıştaki soyulup atılan acı kabuklar, hazırlık devresinin riyazetleri ile feragatleridir.
İçteki katı kabuk vecdi düşündürür. Asıl meyve olan huzur, en içte barınan
cevizin kendisidir. Bu kabuklan kırıp attıktan sonra meyveyi yiyebilenler
bahtiyarlardır.
Bir başka yazısında ise Sevgili'ye ulaşan yolları iki başlık altında
toplamaktadır. Tabiat sevgisi ve musiki. Bu yollarla hafifleyen gönüle
artık hizmet ve hakikat aşkı sunulacaktır.
"Varlıkdan başka bir şey olmayan ve hem de varlıkta gizlenen bu
Sultanın şehrine iki yoldan gidiliyor: Bir yol tabiatın sevgisidir. Ufak bir
yük, tabiatın olan her şey bizi
O'na götürüyor. Tabiatı hakkıyle
sevmek. O'na teslim olmaktır. Biz toprağı toprak diye, güneşi güneş diye
sevmekle yanılıyoruz. Hakikatte toprak toprağın örtüsü, güneş güneşin
perdesidir. Bu örtüyü kaldırmak ve bu perdeyi sıyırmak için toprağa secde
etmek, güneşe vurulmak lâzım geliyor. Biz toprağa topuğumuzla dokunuyoruz ve
güneşte derimizi kavuruyoruz. Onlardan ayrılınca da unutuyoruz. Birçokları
tabiatı severler, ancak sevgilerini tamamlamaktan korkarlar. Onda hidayete
kadar gitmeğe cesaretleri yoktur. Eğer gidebilselerdi, bütün tabiat
varlıklarının arkasında gülümseyen sonsuzluğun yüzünü görürlerdi. Sonu olan
varlıkların hayaline hiç benzemeyen bu yüz, dağların, denizlerin ve ağaçlarla
çiçeklerin bize sundukları sevgilinin güzel yüzüdür. Tabiatta çirkin olan hiç
bir şey yoktur. Ve onda her parça bütünden farksızdır. Gülümseyen bir çiçekle
yalvaran bir dal gibi, yüksek dağlar veya içerisinde semaî halinde yıldızların
ürperdiği gökyüzü hepsi aynı ilâhi bakışla bizi karşılamaktadır. Küçük bir
bahçede veya engin bir denizde bizi karşılayan aynı kurtarıcı bakıştır. Akif'in
vecde ulaştığı devrinde:
"Gel ey bir tanecik Gaib. gel ey bir tanecik Mevcut"
diye yalvardığı sevgilinin, tabiatın aynasında görülen yüzü. sessiz,
sözsüz ve hareketsiz bir bakışıdır. Şekillerde görünür, şeklini saklar;
renklere bürünür, rengini gizler; birdir, çoklukta barınır. O. ancak çok olan
eşyadan çokluk vehmi uzaklaşınca kendini gösterir. Güneşin parladığı yerde
şuuru kamaştırır. Hâl olur, tanıyan insanı tanıdığı varlıkla birleştirir.
"Bu Sultan'ın şehrine girerken, tabiatın vecdine yakalanan insanda
meydana gelen değişmeler, hiç bir irşadın yapamayacağı şeylerdir. Tabiat
vecdine tutulan insanda meydana gelen ilk hal. ruhunun üstüne çöken hayat
kâbusundan kurtularak mutlak hürriyetine kavuşmasıdır. Bu mutlak hürriyet,
insanı hırslarla hasetlerden ve dünyaya bağlı isteklerden bir anda sıyırıp
kurtarır. İştahları anlaşılmaz ve gülünç yapar, hiddetle korkulardan selâmete
çıkarır. Gururlarla arzular sizi kemiriyor mu? Dağlarda dolaşın. Hırsların
işkencesiyle kıvranan hasta mısınız? Bir ağacın altına sığının. Yaşamak
korkuları sizi adım adım kovalıyorsa akan bir suyun başucuna bağdaş kurun.
Tabiatın yaptığı tedaviyi ne hekim, ne hâkim, ne de hiç bir dost eli yapamaz.
Tabiatın mucizesinden habersiz yaşayanlar sabahtan akşama kadar ot ve saman
taşıdıkları halde açlıktan ölen öküzlere benzerler. Tabiattan kaçıp da birer
kireç ocağını andıran büyük şehirlere kapanan şaşkınların vay haline! Onlar
cennetten kaçan sersem varlıklardır" (Hareket, 1973, sy: 90)
"Tabiatta gizlenen insan yüzünü görmeyen gözler kördür. Tabiatla
konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir.' Gözü ve gönlü
olanlar ne halde olsalar bile tabiat onlarla sözlesin her nerede olsalar onlar
tabiatla konuşurlar ve onunla halleşirler.
"Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulmasalar bile
tabiatta bulurlar. Hicrandaki ruhun bir ağacın altına sığınması ve karşı
yamaçta bulunan bir ağaçla sözleşmesi, hicranını vuslat yapıyor. Dağların
ardındaki dost sanki karşısındadır. Bir dere kenarındaki su sohbeti, yüzlerce
insana çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir; çünkü onda bir
kalble konuşulur ve o kalbe derinlerdeki bütün sırlar açılır acılar anlatılır.
Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku,
gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük Hikmeti yaraları
tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur'an'da sesle tedavi edildiği gibi.
tabiatta su ile tedavi edilirler.
"Güneşe gelince, her bakışı yeni bir aşka başlangıç olan dost yüzü,
tabiattaki bütün dostlukların ezelden beri soğumayan kaynağıdır. Akan sular ve
ağaçlar, denizler ve dağlar hayran hayran onu seyrederler. Çağlayanlar o nurdan
sevgiliye hıçkırırlar. Rüzgârlar onun için inlerler. Yatağında için için
ağlayan derelerin kalbinde onun aşkı parlamaktadır. Başakları çiğlerle yüklü
bir bahar tarlasında güneşin hülyası dalgalanır. Güneşsiz bir dünyada acaba aşk
olur muydu? Tabiattan Tanrı'ya tırmanmak, hakikat yolculuğunun son çabasıdır.
Çünkü tabiat, dostların dostu olan Büyük Dost'a. Allah'a ulaşmak için hilkate
dayalı bir merdivendir; her tarafına insan denen leşlerden pis kokular ve
zehirleyici buğular saçılan cemiyet hayatından kurtulup da tek kurtarıcı Dost'a
kavuşmak için geçilmesi zorunlu olan geçittir. Bu geçiş aşıldıktan sonra ruh
Allah sohbetine kavuşur; o artık her yerde Allah'la beraberdir. Bu geçidi
geçmedikten sonra, dünya denen viranede kalbine dost arayan biçareler boşuna
yoruluyor. Ömür boyunca dost peşinde koşan zavallılar dost bulmasalar da onu
arama zevkini tattılar. Her sabah doğan güneş onları, "kalk dostunu
ara!" diye selâmlarken gönüllere bol ümitlerden bahşiş dağıtıyor.
Hayatın mânâsını hakkıyla bilenler, onu bol kazanma ve hoş vakit geçirme
vehimlerinde telef etmezler; belki dost arama yolunda bir cihad devri sayarlar.
Aranan dost ya bir insan yüzünde gülümser ya da insanı tabiatın cezbelisi
yapar. Miraçda açılan kapı belki sonunda ona da açılacak. Ümidimiz, Miracın
Dâvetcisi olan o Büyük Dostun sohbetine kavuşmak olunca dünyamız da değerli
olacak, bu sefil âlemde dost arama çabalarımız boşa gitmeyecektir. İşte o zaman
"dünya güzelmiş, çünkü o Büyük Dost güzel!" diyebileceğiz" (Hareket,
1972. sy: 78).
"Biricik Sultan'ın şehrine götüren ikinci yol mûsikidir. Mûsiki,
varlıkların, aklın perdesi arkasında gizlenen, kendini göstermeyen Sultanının
sesidir. O hiçbir zaman çözülmeyen ilâhî şifredir. Biz o dilin unsurlarını
yanyana getiriyoruz, mânâyı yaratan biz değiliz, odur. Tabiatta göründü,
seslenmedi. Mûsikide sesleniyor, görünmüyor. Beni benden alıyor, âleme teslim
ediyor. Sonra da getirip âlemi bana bağışlıyor, beni bütün âlemle dolduruyor,
beni âlemden büyük yapmanın zevkiyle kendimden geçirtiyor, ilâhi hazla
bayıltıyor. Bir taraftan mûsikinin temel unsuru olan melodi yani içsel ahenk,
ruhun derinliklerinden çıkarak bütün âleme yayılıyor. Öbür taraftan varlığın
eşyada dolaşan büyük sırını ifşa ediyor. Varlıkla ben, iki sır, onda
birleşiyoruz. Sanki karşımızda bir kalın perdenin arkasında gizlenen ezelî
sevgili feryad ediyor, "Ben buradayım, diyor, her yerde aradığınız
benim!"
"Mûsiki de tabiat gibi temizleyicidir. Onda kinler ve hasetler
dayanamaz, erirler. Menfaatlerle şöhretler soytarılar gibi sırıtır, küçük
düşerler. Ümitsiz kederse ondan çok uzaklardadm Tabiat gibi o da aşkımızın
kaynağıdır. Mûsiki ümitlerin de kaynağıdır. Sonsuzluğa inandırır. O hem de
hakikatlerin yaratıcısıdır. Bir roman veya felsefe eseri melodinin herhangi bir
safhasından çıkartılır. Samimî bir eser ortaya koymadan önce mûsiki
dinlemelidir. Dostluk andlaşması mûsiki ile bestelenmeli, okullarda derse,
ve meclislerde oturuma mûsiki ile başlamalıdır. Çünkü, o aşkımızın ifadesi ve
samimiyetimizin mürşididir.
"Hayatın bunca vehimleri arasında benliğini yitiren insan tabiatın
kucağında ve mûsikide kendini buluyor. Öz, asıl bunların içindeki'dir. Ancak
bunların ikisi birlikte bulunmuyorlar. Bulunsalardı, o Mutlak Varlığın
huzurunda dayanılmazdı. Musa. Allah'la konuşuyor, fakat görmüyordu. Onu görmek
istedi, bu temaşaya dayanamadı. Tabiat, bütün ruhu sarınca mûsikiyi susturur,
mûsiki söz alınca tabiatı siler ve unutturur. Bunlar kıskanç iki silâh
gibidirler, birbirini istemezler. Yanyana gelemeyen iki sev-dalıdır bunlar.
Halbuki bir olan Mutlak Varlığın iki türlü görünüşüdürler. Bunlara, dost
olanlar, âlemi idare eden kanunların perdesini yırtan bir takım sırlara mahrem
olurlar. Onlardan haber alır, müjdelenirler. Mutlak; Varlığın kendilerini
koruduğunu hissederler. Zaman zaman onu can gözü ile bütünde görür, mânâda
tanırlar. Sessiz, sözsüz ve hareketsiz münasebet ruhu sarınca. Varlıkla
benliğin birleşmesi tamam olmuş, insan kendini bulmuş demektir. Hadiste
söylendiği gibi: "Kendini bilen Rabbini bilir"' hakikati, çevrik
şekliyle de doğrudur: Rabbini bilen kendini bilir" (Hareket. 1973, Sy:
90).
"Mûsiki ile temizlenip hafifleyen ruha hizmet zevki aşılanmalıdır.
Esasen mûsikî bu sevgiye hazırlar. Gence karşılıksız, menfaatsiz, şöhret vaadi
bulunmayan ve mesuliyeti olan görevler yüklenmelidir. Devletten, halktan
toplumdan yardım almayan, devlet kapısına götürmeyen ve hiç bir zaman ikbale de
yükselmeyecek olan cemiyetler kurulmalıdır. Dergâh misali demekler açılmalıdır.
Onlarla halka hizmet sevgisi yegane karşılık, tek muvaffakiyet ve tek gaye
olmalıdır. Ruhun iffeti hizmeti ile ölçülür.
"Sonra hakikat aşısına sıra gelir. Teknik gayesinden sıyrılmış il
il yolculuğu, hakikata hakikat olduğu .için bağlanma sevdası, gençliğin ruhunda
âlemi fethe muktedir kuvvettir.. Rönesanstan asrımıza kadar Avrupalının ruhunu
göklere yükselten harika. Doğunun hâlâ benimseyemediği ilim zihniyeti ise.
ancak ruhlarda bu aşıyı vermeye muktedir olan ve önceden ahlâkî hazırlık
isteyen hakikat imanından doğma bir cevherdir. Bir nevi bilgi ile sevginin karışımıdır.
Varlık sevgisinin zekâ âlemindeki fetihleridir. Batının ilim tarihi karıştırılacak
olursa onda hakikata adanmış ve hakikat uğrunda harcanmış yüz binlerce ömür
görülür" (Kültür, 93).
6. MELÂMET
Kınayanın kınamasından korkmamak anlamına gelen Melametiye kısaca,
tasavvufu, kıskacında alıp yoketmek isteyen şekilci gösterişe karşı verilen
azimli ve kararlı bir mucahedenin adıdır. Onda gösteri, benlik, şöhret izi
taşıyan her şey yasak, gizlilik, hasbilik ihlas ve mutevazilik esastır.
Topçu'nun eserlerinde melametiye kelimesine pek rastlanmaz. Fakat, onun bizzat
hayatı ile idealindeki tasavvufî hayatın melametiye ile çok yakın bir ilgisi
vardır. Onun bu kelimeyi kullanmayışı tefessüh etmiş melametiye ile
karıştırılma korkusuna bağlanabilir. Nurettin Topçu'nun konu ile ilgili
düşüncelerini şöyle özetlemek mümkündür:
"Dinde kaideler ve ahkam, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde,
aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağlanmak taassub denilen körlüğe
götürür" (İnsan, 16). O'na göre tarikatları çürüten
sebeplerden biri de adab-erkân silsilesidir (Maarif, 53).
"Hakikata göre değil de kalabalıkların isteğine göre konuşmak,
onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayıran bir husustur. Kaideler,
kalabalık ve alkış tutanları baştan sona yok edici kuvvetlerdir. Mabeddeki
merasimler, alışkanlık, olmuş taşkınlıklar ve hislere hitab eden sağırlaştırıcı
silahlar dini hayatın dışında kalırlar" (Maarif. 36).
"Kalabalığın toplandığı kulislerde senin ne işin var"
diye soran Topçu.' adını çok tekrarlayan gönüllerde bile Allah'ın kaybolduğunu
söylemektedir (Hareket. Mart, 1973. Sy: 87). O'na göre üç türlü davranış kaba
ve sahtedir: Kendini belli eden sanat, nümayişçi ahlâk, kendine güvenen
dindarlık (Varolmak. 93). "Herkes kendine tapılmasını istiyor, zaferin
heykeli olmak istiyor" diyor ve soruyor Topçu:
"İslâm’ın bütün ruhundan
sıyrılarak sade kabuk kaidelerden ibaret kaldığı bu diyara kim İslâm diyarı
diyebilir" (Hareket. 1971. Sy: 61-62). Beklediği neslin temel
özelliklerini ise şöyle sıralıyor:
"Yarınki Türkiye’yi, işte bu yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına
gönül veren sabırlı ve azimli; lâkin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan ruh
cephesinin maden işçileri kuracaktır" (Yarın, 33).
"Tasavvuf İslâm’ın ruhunu
yaşattığı halde kaideciler onun sesini boğdular" diyor
ve devam ediyor: "O zaman ruhsuz kalan şekillere başvurulur, içi boş
güzel sözler, parlak şekiller, süslü kıyafetler itibar kazanır" (İrade,
38). "İbadetlerini sayıp ölçerek yaparlar, karşılığını da tartarak
alırlar, her mirasa olduğundan çok cennet mirasına haristirler. Gönülleri
perişan eder de hırkayı muhafazaya çalışırlar (Mevlâna, 17-18). "Onlar
ibadet diye istedikleri kadar beden hareketi yapsınlar, sayısız Hac etsinler,
secde onlardan tiksinir Kâbe onlardan kaçar". (İnsan, 62).
"Bütün bu insanlar ahlâk adına başkalarını itham etme kuvvetini,
bizzat kendilerini bilmeyişlerinden alıyorlar. Kendilerini bilselerdi,
ithamları nefislerine çevrilir, onları yetiştirecek azab ile ızdırabın mayası
olurdu" (İnsan. 52).
İlk dinî hareketlerin kaynağının, Peygamberin ruhundan kaynayan aşk
olduğuna işaret ettikten sonra "Dinin en yüksek bir irade olduğunu
bilmeyenler cami kapılarına serilmiş türlü dilencilerin arasından ibadete
koşsunlar ve teşbihlerinin sayısını mürşide ehemmiyetle soradursunlar"
(İrade, 27) demektedir.
Melâmetiyenin esaslarından olan bir hususu da şöyle özetliyor: "İç
dünyalarını başka insanlardan gizlemek, onlar için varlığın çetin müdafaası
gibidir. Bütün kuvvetle- riyle kendilerini saklamaya çalışır iç varlıklarını
daima kalın bir örtünün altında giz- lerler. Başkaları tarafından anlaşılmak
onlarca harap olmaktır. Çürütülmektir, yok edilmektir. Başka insanlardan ihtirasla
korudukları benliklerini asıl sahibi olan Allah'a teslim etmek, büyük Yalnız'a
sığınmak için yalvarış onların büyük zafer ümitleridir". (Hareket).
7. AHLÂK
O'na göre ahlâk İslâm dininin özü esası ve bizzat kendisidir. Ahlâkı
dinden veya dini ahlâktan ayrı görmek isteyenleri, insanın iç dünyasını yine
kendinden ayırmak isteyenlere benzetir (İnsan, 53). İslâm ahlâkı sabır, şükür,
af gibi birçok esası ihtiva etmekle birlikte, onu üç esasta toplamak mümkündür:
hörmet, merhamet, hizmet. (İnsan, 68).
"Esasen ahlâk, birdir. Ve dinle insanlığa sunulmuştur. İslâm
dininde kemâline ulaşmıştır. Felsefe tarihi içinde birçok ahlâk sistemleri
ortaya konulmuştur. Lâkin, İslâm dininin insanlığa ilâhi hediyesi olan ahlâk
yeryüzünde hiç bir şekilde eşi gösterilemeyecek büyüklüktedir"
(İnsan, 69).
"Bizi ancak ebediyetin mutlu yolcusu yapacak İslâm ahlâkının
esasını ararsak, onu mutlak varlığa aşk ile yönelişte buluruz. Mutlak varlıktan
bütün eşyaya ve kâinata sıçrayan aşkımız, her sahada sevgi oluyor. İşte bu
sevgi dünyayı cennet yapmaya ve hayatı değerli kılmaya kâfidir. Her varlığa
çevrilen sevginin bize ulaştırdığı hal. hörmet durumudur. Ahlâk yapımızın ilk
ve temel mayası hörmettir. Hiç bir zaman tehlike ile tehdid ve garaz mânâsına
anlaşılmaması lâzım gelen ve İslâmda her hikmetin başı olan Allah korkusu,
yukarıdaki tahlilde tanıtmaya çalıştığımız, tam ve gerçek hörmetten başka
birşey değildir. Allaha yaklaştıran ibadet ise hürmetimizin ifadesi ve bizzat
kendi kendimize tasdik ettirilmesi suretiyle bizde arttırılmasıdır, bunun için
tertiplenmiş hareketlerdir. Dinin esası hörmet olduğu gibi. ahlâkımızın da
temel duygusu odur. Milliyetçiliğimizin esasını da hörmet teşkil etmelidir.
Önce hep birbirimize hörmetle işe başlıyacağız. Birliğe ulaştıracak yol, hörmet
yoludur: İlme hörmet, ecdada hörmet, bütün samimî isteklere hörmet. Başkalarına
hörmet tanımayan sömürgeci, barbar Batı milliyetçiliği hiç bir zaman bir ahlâk
dâvası olamamıştır. Bizi düşman pençelerinden kurtaracak kuvvet, düşmanların
affı ile lûtfu değil, hep birbirimize karşı yaşatacağımız hörmet iradesi
olacaktır.
"Evvelâ Kur'an'a hörmet edilmelidir. Kur'an kendisinin ancak
lafzını koyun gibi gözlerini yumarak dinlemekten hoşlananların heveslendikleri
her yerde, saygılı saygısız her vesileyle, boş vakitleri dolduran bir
eğlencelik halinde, ses güzelliği için okunarak iptizale uğratılmamalı veya
esnafı tarafından baremli ücretler karşılığında satılmamalıdır. Kutsal Kitabın
ruhu ve mânâsı üzerinde durmak asıl ibadettir. Ama bir dükkâna veya bir
daireye, hatta bir kahveye girip çıkıldığı gibi camiye de öylece, girip çıkan
bir cemaatta hörmet mi aranır? Bizzat ibadette, ezanda ve duada bütün hörmeti
kahredici sesler, mabedi çınlatırken, Allah'ın huzuruna hörmet mi kalır?
Mabetteki hörmet, Allah evinin yapısında bulunduğu gibi sesledir, bakıştadır,
duruştadır, sonunda kalbe siner. Böylece namaz en muhteşem ve muhterem hörmet
talimidir. Bir ferdi. Bir olan Allah'ın huzuruna yükselten hörmet mirasıdır.
"Allah'ın en büyük nimeti aklın meyvası olan ilme hörmet
edilmelidir. İnsan aklının erişemediği en yüksek zirve olan asrımızın ilmi,
frenk ilmi veya kâfir ilmi diye inkâr edilmemelidir. Allah'ı da, Kur'anı da,
zekâları bu ilimle kuvvetlendirip bilemek suretiyle daha iyi anlıyacağımız kabul
edilmelidir. Aklı inkâr edip, geçmiş asırların düşünüşlerini mütemadiyen
tekrarlayıp hatırlatarak hakikat diye kabul ettirmek, bizzat hakikate karşı
işlenen zulümdür ki, ona taassup diyorlar.
"Eşref-i mahlûkat olan insana hörmet edilmelidir. Kendi inancımıza
sahip ol-mıyanları cehenneme göndermek, Allahın kendi kulları hakkında bizim
azap fermanı çıkarmamız gibi bir saygısızlıktır. Her an Allah'ın huzurunda
olduğunu bilenler için kulun kulu, günahkârın günahkârı ithamı kadar gülünç şey
olamaz. Müslüman olarak büyük küçük, kadın erkek, fakir zengin hep birbirimize
karşı hörmet borçluyuz. Kendi hürmetimiz, yine kendimizin ruh kuvveti ile iman
derecesini gösterir. Hörmetin en yüksek basamağında aşk bulunuyor. Aşk,
hörmetin vecd halinde yaşanmasıdır" (İnsan, 60). O'na göre hörmetin en
mükemmel tavır ve talimi namazdır.
Topçu'ya göre. bu konuda da din adamları örnek olacak, büyüğe, küçüğe,
fakire ve en değersiz bilinen yaratıklara bile hörmet etmeyi, bizzat kendi
hareketleri ile göstereceklerdir. "Onların dâvası maddî ve sefil
hayatımızla yarışmak ve bu alanda-başarı kazanmak değildir; insanı Allah'a
götürecek yolculukta yaşanan bambaşka bir ruh hayatının örneklerini ortaya
koymaktır. Alelade yaşayış şekillerinde bile büyük ruha sahip insanlar gibi
davranmanın, yürümenin, konuşmanın gülmenin, söz vermenin, alış veriş yapmanın,
fedakârlıkların hörmet taşıyan değerli örneklerini onlarda bulmalı idik. Onlar
bize karakter örneklerini vermeliydiler. Allah'a hörmet yolunda onların;
Allahın en güzel emaneti olan insana hörmet etmeyişleri, kalbi tazyik eden bir
çelişmeden başka bir şey değildir. Müslümanm müslümanı sevmesi ne güzel ve
tabiî bir hareket ise, müslüman olmayanları kin ve nefretle karşılaması o kadar
çirkin ve manasızdır. Çünkü evvelâ onlar da Allah'ın kulları ve en güzel
emanetleridir. Bu sebepten hörmete lâyıktırlar. Sonra da temiz bir müslüman
kalbinde kin ile nefret barınamaz; âşıkın şehveti inkâr ettiği gibi.
"Nihayet hayata hörmet etmek lâzımdır. Zira bu hayatın gerekçesi
olan kader plânı da yine Allah'ındır. Büyük kalb sahibi olan müslümanın,
varlığı bu ilâhî plân içinde ku-caklıyarak sevmesi lâzımdır. Mü'minin
kalbindeki hörmet bütün varlığa çevrilir"
(İnsan, 56).
"Hörmet, benliğimizden taşarak âleme yayılan bir hal olunca, her
şeyin, her varlığın ve özellikle her insan ruhunun nefsimizden ziyade sevilmesi
demek olan merhameti doğuruyor. Merhamet, zayıfa, fakire ve sefile acımak
değildir. Bunlar küçük ruhların kötürüm merhametidir. O daha ziyade, gururlu,
kuvvetli ve devletli olana acıma hâlinde samimî olarak yaşanır. Bir zulüm
karşısında mazlumdan ziyade zâlimin vicdanına, bir sultanın, saltanatına esir
olan ruhuna, haksızlık rejimi olan kapitalist sistemde fakirlerden önce
zenginlerin rezil olan ruhuna acımak, gerçek merhamete uygun davranıştır. Ama merhamet,
esasında bunların hepsinin üstünde bulunuyor. O âlemdeki sefaletin, büyük bir
gözle yüksek bir güneşten seyredilmesi gibidir. Bütün varlıklara küllî irade
olarak uzanamayışın, bütün sefaletleri kemâle ulaştıramayışın yalvaran
azabıdır. Ümitsizlikle beraber barınmaz, ya gayz, ya hased olarak erir. Ümit
deryasında ise bitmeyen dua olur. Allah'a uzanır, ibadet olur. Âleme ve
insanlara çevrilir, gayret, feragat ve hareket hâline girer.
"İnsan ruhuna samimi olarak dalabilen merhamet, önceden mutlaka
Allah'a uzanarak onun aşkında yeşermiş olandır ye derin bir tahlili yapılacak
olursa, her aşkın içinde evrensel ve ilâhî olan merhamet bulunur. Aşk içinde
eriyen kalb, sanki damla damla merhamet olarak bütün varlıktan sarar, kucaklar.
Bizi ahlâk hareketine sürükleyen merhamet olduğu gibi dua, varlıkları ve
dilekleri sarıp kucaklayan merhametin, âlemle bir bütün olarak ilâhî merhamet
huzurunda erimesi, ona teslim olmasıdır. Mesih'in olduğu gibi Peygamberimizin,
ümmetin selâmeti uğrunda sürekli cihad olan hayatları, merhametin usanmak
bilmez iktidarının şaheserleri değil midir?
"Gören göz için sefalet, her taraftadır. Onu göstermeyen, insanın
egoist istekleri ve hiç doymayan hırslarıdır. İçimizdeki
ilahî cevher olan merhameti karartan, kin ve hasetlerimizdir. Dıştaki bu diken
ve kabuk tabakasını sıyırınız, âlemi, saf ve samimi yâni katıksız ve garazsız
temaşanın, merhametle temaşadan ibaret olduğunu göreceksiniz. İnsanın asıl
kendine özel olan bilgisi, merhametle taşıyıştan başka bilgi değildir. Pascal,
değerleri bakımından ruhları bedenlerden, merhameti ruhlardan ve herşeyden
üstün tutmak suretiyle, insanın kendisini sonsuz olarak geçen kendi cevherinin
merhamet olduğunu söylüyordu. Bu cevheri kaybeden insan kendini yitirmiştir ve
merhametin yok edildiği yerde zulüm ayaklanır. Kendimizi yitirmemiz, kendimize
karşı işlenmiş ilk ve en büyük zulümdür. Gerçek ve geniş anlamıyla bize bizden
daha zalim bilisi yoktur. Cihad edenin en büyük endişesi silâhını muhafaza
edebilmektir. Onu kaybeder veya tüketirse kendisini yok bilsin. İnsan, kendi
cevheri olan merhameti kaybettikten sonra acaba var mıdır?
"Merhamet, kendi ateşini eriten kızgın demir gibi içimizde bir
mukaddes azabı yaratıyor. Kendimizden çıkıp başkalarına ve bütün âleme yayılma
ihtiyacını duyuyoruz. Bir ihtiyaç tekrarlandıkça bir ihtiras, yenilmez bir
ideal halini alıyor. Âlemin kemâlsizliğini gidermek ve insanlığın sefaletlerine
uzanmak ve deva uzatmak için hattâ, varlığımızı bile yetmez bulan bir ilâhî
görevlenme duyuyoruz. Buna içten gelen mesuliyet duygusu denir. Bu mesuliyet,
ihtiras ve hareket haline gelmiş bir merhamet, zekâya sahip ve âleme yaygın,
evrensel şuur olmuş bir merhamettir. Mesuliyetsiz ve merhametsiz harekette
âlem benim varlığım için vasıtadan ibaret olduğu halde, merhamet kaynağından
fışkıran mesuliyet hareketinde ben vasıtadan başka birşey değilim, âlem
gayedir. İnsan âlemin hizmetindedir. Nefs öldürülmüş ve geride bırakılmıştır.
Nefsin eseri olan zulüm de böylece yok edilmiştir. Halka ve dolayısıyla
Hakka hizmetten başka birşey olmayan mesuliyet hareketi bu adaletten başka şeye
ulaştırmaz. Adalet önün esaslı vasfıdır. Merhametle mesuliyetin dışında,
kendiliğinden var olan objektif (âfâkî) adalet, gerçekten adalet sayılmaz, adil
insan, merhametli ve mesul insandır. Hakiki adalet, ruhî cevher olan merhametin
cemiyet içerisinde eşitlikle yapılan tatbikatıdır. Merhamet ve mesuliyet
iradesine sahip insanın âdil olmamasına imkân yoktur.
"Merhamet, müslümanın kalbinde hiç sönmeyen ateş gibidir. Müslümanı
başka insanlardan ayıran onlardan fazla merhametli oluşudur. Kâfirler gibi
müfsitler ve münafıklar da merhametsiz olanlardır. İmansızlar
merhametsizlerdir. "Allaha karşı vazifelerimi yapıyorum. Elhamdülillah
müslümanım" deyipte kalblerinde ve hareketlerinde merhamet yaşatmayanlar,
kendi kavimlerinden, kendi zümrelerinden ve kendi dinlerinden başka kavimlere,
zümrelere ve dinlere saldırmakla Allah'a yarandıklarını zanneden katı
yürekliler, İslâmı yükseltmek için kin, kılıç ve şiddet silâhlarını
kullananlar, Allah yolunun dışında dolaşan gerçek imansızlardır. Asıl sapıklar
ve hüsranda kalanlar bunlardır.
"Merhamet, insanlığımızın âlemde şahidi olan ve kalb yolu ile bizi
Allah'a yakınlaştıran ilâhî cevherdir. İnsandan başka varlık merhamet
taşımıyor. Merhameti bize tanıtmaya yarayan, merhametimizi besleyen, parlatan
ibâdet, oruç tutmaktır. Oruç içimizdeki nefs denen canavarı köstekleyerek
zapteden ve böylelikle içimizde ilâhi unsur olan merhamet meleğinin serbestçe
yaşayışını sağlayan disiplindir. Ruhu, nefs ile bedene esir olmaktan kurtarır,
ona hürriyet sağlar. Oruçlu halde serbest kalan ruhun fetihleri başlar. Ruh,
nefs ülkesini aşar, ötesine geçer ve başka ruhlara uzanır. Bütün âleme yayılma
sevgisiyle dolar. Böylece yücelir ve güzelleşir. İnsanın dünya ile dolu olduğu
halde dünyadan kurtulması kaabil değildir.
"Orucun bize verdiği ilâhi ders merhamet dersidir.
O bizim merhametsizlikle tıkalı bulunan can gözümüzü açar. Merhametsiz insan,
âlemi kendinde görür. Orucun öğrettiği ve bizi içerisinde yaşattığı merhamet
alemi bir ilâhî fezadır ki, onda nice âlemler semâ halindedirler. Bugünün
müslümanını vecd haline yükseltecek merhamet mevzuu yok mu? Dünya
nimetleriyle dolup, taşan, talihlilerin uçar gibi yaşadıkları müslüman
beldelerinde talihsizlerle sefillerin ânı bizle yerlerde sürünüyor. Zengin,
fakirin esir gibi çalışması ile sonsuz sefahat sofraları kurarken, ruhundaki
sefalet fakirinkinden daha acıklı ve elemlidir. Batının lüksü ile
apartmanlarını tıklım tıklım dolduran ve büyük şehirleri otomobil panayırı
haline getiren dinli, dinsiz, hacı, hoca bütün merhamet yoksullarının dolaştığı
yollar bu medeniyet aletlerinin cinayet sergisi haline gelmiş. Hocayı Hacca
ulaştıran araba kim bilir kaç kulun kaç müminin kanını içmiş cansız bir
canavardır. Her ferdin, nefsinin mücahidi kesildiği bu şehirlerde kaza
sanki bir gazadır, medeniyetin insan doğrayan gazası. Fert olarak herşeyi
yalnız kendisi için isteyen bu haris insan kalabalığında, cemiyet ve cemaat
olarak bir istek ve irade zaferi gözükmüyor. Kazanç hırsı çoktan ihtiyacın
sınırlarını aşmış, canavarca bir saldırma yarışı halini almıştır. Çalışanlar
açlıktan inlerken, çalışmayanlar tokluktan hırs ve haset kusuyorlar. Çalışmayı
zillet sayıpta irat ve mirasla geçinenler, beldeler soyan irade ve şehirler
satan mirasa hak dedirten zulümlerine tapıyorlar. Muazzam bir milletin ve bin
yıllık bir tarihin çocukları emniyet ve istiklâl ile yaşıyabilme bahanesi ile
Yahudi-mason uşaklarının himayesine sığınmaktan utanmıyor ve zilletlerine
bahane olarak himayeye muhtaç olduklarını ileri sürüyorlar. Hepsinden daha
acıklısı, bütün bunların karşısında din adamının sesi, sözü ve yapacak hiç bir
işi olmayışıdır. Onun, kürsülerde kiralanıp para karşılığında bağırmaktan başka
mesuliyet dâvası kalmamış. Merhamet iradesi nedir bilmiyor. Ruhlarımızın en
büyük kaybı şudur: Din öğretimi yapılan yerler birer merhamet mektebi
olmadılar. O duvarların içerisine aşk yerine iddia girdi. Merhamet ağacı
filizlenmedi. Din adamları, Allah kullarının, yirminci asrın manasız sillesi
ile solmuş yüzünü ve gözlerindeki acıyı görmediler. Kul hakkını kurtarma
derdine düşmediler. Allah'ın kullarını aşk ve merhametle değil, iddia ve
tehditlerle karşıladılar. Allah adına ruhlara zulüm yaptılar. Dindarlık adına
vicdanların aydınlığını kararttılar. Bunca masumların âhı dururken büyük
sermayenin ve büyük mülkiyetin müdafaasını yapan ruhlarda merhamet ve iman
aranır mı? Fakir ile mazluma olduğu gibi. Zenginin ruhundaki sefalete ve
günahkârın bizzat kendi nefsine karşı zulmedici haline acımasını bilmeyen kimse
dindar olamaz.
"Din, bir günah-sevap nizamnamesi veya bir sıkı kaideler mecellesi
değildir; biz nasıl davransak da gayesine doğru, kâh dosdoğru ve selâmetle, kâh
engellerle karşılaşıp onları aşarak, durmadan ilerleyen ruhî hayattır.
"Merhametimiz, şer ve zulümle karşılaşınca isyan oluyor. Aşk,
varlığına düşman bir yabancı olan nefsin huzurunda eğilmiyor, isyanı doğuruyor.
Peygamberimizin henüz Mekke'de başlayan mücadeleleri ve İslâm’da kabul olunan
cihad aşkı ezmeye çalışan nefislere karşı yükseltilen isyandır. Ancak isyan,
aşk ile merhametimizi ezerek mahkûm edici kuvvetlere karşı olursa ahlâk
hareketidir; nefsin şahlanmasına karşı gelmek şartıyla meşru ve insanîdir;
sonsuzluk yolunu tıkayan, bütünü yok eden ferdî hırs ve iradelerin karşısına
dikildiği ve hepsinde de ilâhî merhamet kaynağından hayat aldığı takdirde
ahlâkî harekettir, Nefsin arzularından gıdalanırsa şer ve zulüm olur. Ve isyan,
ahlâkî vasfını kaybetmemek için, hareketinin her anında ilâhî merhamete
bağlılığı muhafaza etmelidir. Onunla bağları kopardığı bir an içinde bile zulüm
hâlini alabilir. Bütün büyüklerin ve velilerin, nefislerine ait acıları ve
azapları dile getirmeyişleri ferdi ve şahsî olan bu hallerin zulüm kapısını
açması korkusundandır.
"Merhamet, içtimaî nizam içinde âfâki bir müşterek ölçü hâline
geldi mi adalet adını alıyor" (İnsan, 59-65).
"İslâm ahlâkının üçüncü esası hizmettir. Hizmet, ruh olarak
nefsinden taşıp başka insanlara yayılmak suretiyle, Allah'ı aramaktır. Her
samimî ve menfaatsız hizmet, hareketlerimizle Allah'ın aranmasıdır. Biz
dünyanın bunca hevesleri ve meşguliyetleri içinde Allahı unutuyoruz. Bizdeki
nefs de onun lûtfu olduğu halde, nefs ile ona karşı geliyoruz. Zaman zamanda
onu reddediyoruz. Hareketlerimizde görülen bu sefalet, dünyaya
gelişimizin mânâsını yok edebilecek kadar hazindir. Bu felâketten bizi
kurtaran, selâmet ve hakikat yolunu önümüzde açan ilâhî lütuf, bize bağışlanan
hizmet gücüdür. Kullarına hizmetle ancak Allah'a yaranıyor ve kalbimizdeki ümit
kapısını onunla açabiliyoruz. Bütün isyan olan halimizden taşan günahlar
hizmetle siliniyor, hizmetle af ediyoruz.
"Hizmet ahlâkını İslâmda sembolleştiren müessese, zekâttır. Var
olmak. Allah'ın hizmetinde olmak demektir. Biz kaderimizin hizmetkârıyız. İlâhî
emirden başka bir şey olmayan kaderi olduğu gibi karşılamak, onu kahramanca
karşılamaktır. Bu hal miskinlik değil, kahramanlıktır. Miskin, kaderden
sıyrılıp kaçmak isteyendir. Kader perdesinin arkasında esrar âlemi duruyor.
Kadere hayran, olmasını bilmezsen bu perdeyi kaldıramazsın. Kaderine dost ol ki
bu perdenin ucundan tutup kaldırasın, emrini okuyabilen gözler, ancak
merhametli kalbin gözleridir. Bütün etrafımız merhamet manzarası ile dopdolu
olduğu, bütün insanlardan bize hizmet hitabı yollandığı halde, bizim halâ
nefsimizle başbaşa kör ve sağır varlıklar halinde yaşayışımız. Allahla
bağlarımızın koparılmış olduğunu gösterir. İmamın, namazı bile Allah hizmeti
olarak değil de geçim vesilesi olarak kıldırmış olması, onun Allah'la
alış-verişi olmayışındandır. Onların görevi kalbleri kurtarmaktı. Kalbleri
aydınlatmak ve değerlendirmekti. Allah seygisini her varlıkla temasında
hissedecek insanların din dünyası, bugünkü İslâm âleminden bambaşka olacaktı.
"Merhamet varlıklara çevrilen hareket hâlini alınca hizmet oluyor.
Hizmet, insanın ölüme kadar tükenmeyen benliğinden ibaret kandili, çevresini
aydınlatmak için yakmasıdır. Ve buna onun kendinin ihtiyacı vardır. Kendisinin
bütüne bağlı bir bölüm, belki bütünden kopmuş bir parça olduğunu bilen ruhlar
için o. bir kurtuluş yolu. Her an yenilenen selâmet müjdesidir. Bu hâlin
farkında olmayanlar için de bir tedavi ve neşve kaynağıdır. Hizmetimiz,
varlığımıza sarılı yumak gibidir, o açıldıkça biz mesafe aldığımızı hisseder ve
hafifleriz. Hizmet, varlığımıza bizim tarafımızdan sunulan minnet bahşişidir.
"Bizi daima dolduran, bizden ayrıldıkça bizi azaltmayan tükenmez
hazinemizdir. Saadetlerimizin sırrı onda saklıdır. Halktan hizmetini
esirgeyenler mes'ut olamıyor. İçimizde en mes'ut, en zengin ve en kuvvetli
insan, hizmetini hiç kimseden ve hiç bir varlıktan esirgemeyenimizdir.
Nefsimize bağlı hesap, ölçü ve menfaat terazisi ile içten pazarlık, istirahat
kaygısı ve nefsini esirgeyiş endişesi, hareketlerimizin kontrolü olduğu
müddetçe, ne gerçek saadeti yaşayabiliyor, ne de ahlâkın sınırlarından içeriye
gi-rebiliyoruz. "Her şeyi kazanmak isteyen hasisliğin herşeyi kaybetmesi
gibi varlığını nefsine bağlı emellerle gayelerin mahkûmu yapan insanın,
yaşadığı müddetçe bir kürek mahkûmundan farkı yoktur. Bir mevlevî semasında görülen,
hep kendinden çıkıp yüksekte bir sonsuzluğa kavuşmak isteyen hareketlerin
hamlesidir; bu bir yumağın açılarak boşalma ve çözülme hareketi gibidir; kendi
varlığından çözülüp ayrılma iştiyakıdır. Hizmet halinde insan böyle bir yumağı
andırıyor. Pascal'ın ifadesiyle düşünen bir kamış kadar zayıf olan insan,
Maurice Blondel'in dediği gibi "hareketini okyanusların ötesine kadar
uzatabiliyor. "Mazimiz, hareketimizin mâzisidir ve hizmetlerimiz
nisbetinde aydınlık ve güzeldir. İstikbalimiz, hizmetlerimizle hareketlerimizin
istikbali olacaktır. Bugün onların hayalleriyle mes'ut ve ümitli
yaşadığımız gibi. ölümden sonraki ebedîliği kazanacak olan da yine onlardır.
İlâhî bölgenin fatihleri, hesapçı ve ümitsiz hac yolcuları değil, Allah'ın emaneti
olan varlıklara gönüllü hizmet kahramanlarıdır.
"Hizmet, aslında bir ilâhî emirdir ve ibadetle aynı yapıdadır. Gerçek
hizmetin ne olduğunu merhum Abdülaziz Bekkine'den dinleyelim:
"HER ŞEYDE OLDUĞU GİBİ. HAKKA KULLUĞUNDA BİR ŞEKLİ VE SURETİ, BİR
DE RUHU VE MÂNÂSI VARDIR. HAKKA KULLUĞUN RUHU VE MÂNÂSI, KENDİSİNE LÂYIK OLAN
MEVKİİNİ TESLİM ETTİREBİLECEK DERECEDE HAKKI TANIMAKTIR Kİ. BUNA ÎMAN DERİZ.
ŞEKİL VE SURETİNE GELİNCE; O DA HAKKIN EMRİNE UYARAK, KENDİSİ DE DAHİL OLMAK
ÜZERE BÜTÜN HALKINA HİZMET ETMEKTEN İBARETTİR Kİ, BUNA DA UBUDİYET VEYA İBADET
DERİZ/HAKİKATTE HAKKIN ÇEHRESİ BİZE KENDİ ÇEHREMİZDEN DAHA YAKIN VE DAHA AYANDIR.
ONU BİZ OLANCA AÇIKLIĞI İLE GÖREMİYORSAK, BUNUN, BİZİM GÖRÜŞÜMÜZÜN LÜZUMU KADAR
AYDINLANMADIĞINDAN İLERİ GELDİĞİNİ BİLMELİ VE KABUL ETMELİYİZ. VE BU
KUSURUMUZDAN MEYUS DA OLAMAYIZ. ÇÜNKÜ. CENABI HAK BU EKSİĞİMİZİ DOLDURMAK İÇİN
HİZMET VE İBADETİ BİZE VESİLE ETMİŞTİR. BİZ HİZMET VE İBADETLE HAKKIN NURUNA,
HAKİKAT GÜNEŞİNE KAVUŞABİLİR VE ONA KARŞI İCABEDEN KULLUK VE HİZMET BORCUMUZU
DA LÂYIKIYLE ANLAMIŞ OLABİLİRİZ. HÜLÂSA, HAKKA KULLUK İÇİN HALKA HİZMET YOL
OLDUĞU GİBİ. HAKKI BİLEN İÇİN DE HALKA HİZMET BORÇ OLMUŞTUR."
Topçu'nun mürşidi A. Bekkine'den, yaptığı yegâne iktibas bu cümlelerden
ibarettir.
"Bu mânâda hakkiyle anlaşılan hizmet halinde insan, benliğin tazyik
ve tahakkümünden kurtulur. Mecazî varlığın zulmüne isyan eden kurtarıcı
hürriyetle, hayatın muayyen bir kavrama sığdırılamayan hudutsuz mânâ ve
kavramını, kurtarıcı sezginin içinde yakalar ve yaşar. Ahlâki saadet dedikleri,
sınırlı harekette yaşanan sonsuzluğun zevkini tadar. Farkında olalım olmayalım,
hepimizin aradığı ruh selâmeti, ibadetten asla ayrılmayan hizmetle elde edilen
derûnî hazinedir. Müminin bütün hayatı, halka hizmet hayatıdır.
"USANMAZ KENDİNİ İNSAN BİLENLER HALKA HİZMETTEN!"
yeryüzüne inen ilâhî iradeyi gerçekleştirmek için, halka hizmet
sevgisinin bizde sevda haline gelmesi lâzımdır" (İnsan, 56-68).
8. AŞK
"Akıl fenerdir, aşk ise güneş
"Akıl temeli tanıtır ondan öteye gidemez
"Akıl bizi aşka teslim eder
"Aşk Allah'la birleştirir.
"Şefimiz aşkımızdır, onu kalbimizle alkışlayalım"
(Maarif. 27) dedikten sonra, aşkın Hıristiyanlıkta ve İslâmda üzerinde en çok
durulan bir konu olduğuna dikkati çekiyor:
"Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve İslâmda
kemâline ulaşan aşk ise bize Allah'ı tanıtan yetidir. Allah ve Peygamberi onsuz
anlamak dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan
gibi yaşamak ta boş bir iddiadır (İnsan, 16). Aşkı yeryüzüne ilk defa
Hıristiyan dini sonrada İslâm güneşi getirdi. Oscar Wilde'nin dediği gibi "İsa
yeryüzünde aşkların sultanıdır". Kur'ân ise sesindeki nağmelere hayran
hafız gibi değil de şuurla iman ile okunursa görülür ki baştan aşağı aşk ile
doludur. İlim aşkı, adalet aşkı, ideâl aşkı ve iman dediğimiz bütün bu
değerlerle temasa geçen ruhları sonsuzluğa götüren selâmet aşkı" (Kültür.
28).
Gerçek fetihler de aşkın fetihleridir. "Aşkın kendi kuvvetiyle
yaptığı fetihler Allah'a yükselmek için vasıtaya muhtaç olmayan kalbin mistik
fetihleridir. Bunu da insanlığın sırrına ermiş insanlar yapar. Mevlânalar.
Yunuslar. Akifler yapar. Sinanlar, Gandiler. Avniler yapar" (Fetih.
5).
Topçu, bilimi tanıma ve kavramayı beşli bir derecelemeye tabi tutmakta
ve aşk ile tanıyışı zekâ, sezgi, ihtiras ve muhametten sonra en üstün tanıma
şekli olarak görmektedir (Mevlâna, 18-19). Onun "küntü kenz"
gerçeğine işaret eden sözleri ise şöyledir:
"Alemin gayesi aşk olsa gerek, Her halde o, kuvvetler basamağının
başında ve sonunda bulunan mutlak kuvvetle birleşme ve kucaklaşma halidir.
İlk başta kâinat varlıklarının sonsuz boşluktaki hareketi halinde gözüken
mutlak kuvvet, kendi yaratıklarıyla adım adım ilerleyerek sonunda insanda
barınan aşk halinde yine kendi kendisine kavuştu. İnsanda madde ile ruh
birleşmişken maddeden sıyrılıp kurtulabilen ruh yayından kurtulan ok gibi
kaynağı olan mutlak kuvvete koşuyor. Onunla birleşiyor ve gayesine ulaşıyor. Bu
birleşmenin adına aşk deniyor.
"Aşk, kâinatın hem başlangıcı, hem de gayesidir. Maddede kuvvet
halinde gözüken aşk, sonunda maddeyi tanımayan ruha sığındı. Allah, mutlak
aşkın kendisidir. Varlığın aslı da O'dur. Allah ve kâinat ikiliği, aklın icad
ettiği bir hezeyandır. Aşk içinde çokluk yoktur. Çokluk sadece bizim
tanıyışımıza ait bir vasıldır. Metafizik, sonunda yerini tasavvufun aşk denemesine
bırakacaktır" (Hareket, 1971, sy. 66). "Hira dağındaki ilk vahyi
karşılayan aşk. Daha sonra Peygamberin ruhunu miracında ilâhî huzura çıkardı. Aşk
konusu olan varlığı kutsallaştırırcasına gözlerimizde yükseltiyor. Sonra da
âlemi o büyüklükle dolduruyor, onu bütün alem yapıyor. Tek varlık o doluyor.
Onun karşısında ruhun eğilişi, hörmet hâlini doğuruyor. İbadet, bu tek varlığın
huzurunda yaşadığımız sonsuza hörmet hâlidir. Onun için de sonsuza kavuşma,
sonsuza karışıp onunla bir olma iradesinin sürekli hayatı barınıyor. Mü'minin
her hareketinde bulunması lâzım gelen ibadet, onun sonsuza hayranlığı ve onunla
bir olmak isteyen iradesine bağlılığıdır. Aşk içinde eşya ve varlıklar yüzünü
değiştiriyor; herşey güzelleşiyor ve her şeyde Bir şey görülüyor. Sonsuz
huzurunda hörmet. vecd ile buluştuğu zaman, eşya ve varlıklarınki gibi
dileklerin çokluğu da ortadan kalkmış ve ruh yükünden kurtulmuştur.
"Kemâle eren hörmet hâlinde insan, varlık yükünden sıyrılıp
nefsinde hiçliğe kavuşmuş durumda, hakikatte herşey olan bütünün huzurundadır.
Bu kendinden geçirici temaşanın adına ibadet derler. İbadet diye adlandırılan
bu temaşada, huzurunda bulunduğumuz "vahdet" den başka bir şey yoktur
ve olamaz. Onun kemal mertebesine kadar ibadet edenle edilenin ikiliği
mevcuttur. Kemâl mertebesinde mâbuddan başka bir şey kalmıyor.
"Cansızlardan başlayarak bitki ve hayvan basamaklarından geçip
insan yapısının aracılığı ile ulûhiyetin eşiğine sıçramayı sağlayan ve aşktan
ibaret varlığın gayesine ulaştıran bu evrim, böyle bir ruh eğitiminin eseri
olmaktadır. Bu iç eğitiminin işi kafa-tasını yabancılardan boşaltmaktır.
Böylelikle düşünce dediğimiz unsur, sinirlerden ayrılıyor, beyinden ayrılıyor,
insanın ferdî yapısından da ayrılıyor. Fert onda ilâhî deneyimi yaşıyor. O
zaman ilâhî semalarda dolaşıyoruz. Orda neler var?
"Kafatasının yabancılardan boşaltıldığı bu ilâhî denemede ferdî
varlıktan ayrılan ruhun hayatı (mutlak)'a bağlanıyor. Kendimizden ve
kâinatımızdan dışarı fırlayıp atıldığımız bu ruhsal fezada müthiş bir kuvvetle
dönen mutlak ruha sığınma halinde Mevlâna’nın anlattığı aşkı yaşayanlar var? Bu
aşkın dünyası öyle bir dünyadır ki, onda her tarafı sis ve dumanla örtülü bir
dağ gizlidir. Hayranlık ve aşk bu sislerle dumanlar, ulûhiyet ise dağın
kendisidir. Onda aşk Allah'ı gizlemektedir. Ruh aşk halinin mestliğini yaşar,
Allah'ı görmez. Sade Allah'ın aşkı içinde baygındır; O'nu bilir. O'ndan şüphe
etmez. Zaman zaman sisler delinip de bir tarafından dağın görünüşü, ruh ile
Allah'ın doğrudan doğruya temas halidir. O zaman çılgınlaşan ruh her şeyi
O'nda görüyor, yalnız O'nun varlığının şahidi oluyor. O'nda izafilikler ve
bedene bağlılıklar ortadan kalkıyor. İnsan başkalarının ve kendinin de esiri
olmaktan kurtuluyor. Fânî duyguların hepsi buğu halinde eriyip de dağıldıktan
sonra tek bir his, tek ve ebedî bir hal varlığı dolduruyor. Bu, aşk halidir.
Aşkın içinde varlıktan taşan bütün dualar kabule uğramış, ümitlerin hepsi vücud
kazanıp zamansız ve mekânsız bir fezayı doldurmuşlardır sanki. Onun sunduğu
lezzet, eşyaya ve hayata bağlanan hislerin hiç birininkine benzemez. Zira onda
dualar hep birden kabul olunmuş ve hayat olan ümid bir varlığın değil, bütünün
ümidi olmuştur. Korku ile şüphe silinmiş kendinden başka varlığın engeli
ortadan kalkmıştır. Ölüm yok olmuş, yokluk silinmişin Varlık ruhtan ibarettir,
onun ötesi vehimdir. Aşk ve varlık aynı şeydir".
Bu aşk hali varlığın başlangıcında bulunan kuvvetin, evrimin sonunda,
insan ruhunun köprüsünden geçmek suretiyle tekrar kendisine dönüşünde kendi
kendisinin faikında olmasıdır. İnsan hayatının değeri ve hikmeti, varlığı
Allah'a ulaştıran köprüde durmasını bilmektir. Böyle bir ruh taşıyan kafatasıyla
kabre koyulmak hünerdir. EFLÂTUN'UN FELSEFEDE BULDUĞU "ÖLMESİNİ
BİLMEK" SIRRI DİNİN ULAŞTIRDIĞI HAYAT HİKMETİDİR.
Aşk ile vahdet halinin beraberlikleri hakkındaki tesbitleri de şöyledir:
"Âşka gelince, o bizi mutlak kudretin bütünü ile birleştiricidir.
Her şeyi unutturup Mutlak kuvvetin deryasına daldıran aşırı iman halidir. Aşk
ruhu maddeden, maddeden faydalanmasını bilen teknikten, başkalarını sömüren
kazançtan ve siyasetten uzaklaştırır, bunlarla ilgisini keser. Cüz’i varlıkları
eriterek gözümüzde yok ettiği gibi zaman ve mekân gibi izafi unsurları da
ortadan kaldıru. Onun kemâl halinde bütün cüz'i varlıklar, aşktan başka olmayan
tek bir şey halinde gözükürler. Gözlerin alelade görüşü, çok kuvvetli bir
ışıkla söndürülen zayıf bir parıltı gibi varlığını kaybeder. Onda gözün gördüğü
çokluk kaybolur. Aşkın aydınlığında bir şey yalnız kendisi, yalnız aşk âlemi
doldurur. Aşk halinde görülen âlem tek bir bakıştan ibarettir. Bu, dışta gibi
dursa da dışsallık tanımayan bir bakıştır. İç ve dış o anda kaybolur. Biz mi
ondayız, o mu bizdedir, anlaşılmaz. Ayrılık da başkalık da yok olur onda. O
bende barınır, onda ben kaybolur. Aşk halinde âlem, ben ve o yoktur; yalnız o
vardır; ben de ondayım, âlem de ondadır. Aşk âlemleri kucaklar. İçerisinde
cüz'i varlıkların hepsinin yok olduğu aşk halinde yokluk denen şey yoktur.
Varlığın karşıtı olan yokluk onda yok edilmiştir. Sözle terennüm onu örseler.
Aşkın ifadesi, olsa, olsa bir dua olur; ondan zaman zaman sızan ümidin dile
gelmesidir.
"SEVGİSİ OLMAYAN HAKİKATA ULAŞAMIYOR, GERÇEĞİ BİLMİYOR VE TAM
SEVGİ, GAYESİNE ULAŞMIŞ SEVGİ, SONSUZLUĞUN SEVGİSİDİR.
Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fâni varlıktan kaçar. Ruhu
derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar. Gerçek aşkın
sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya tamaşanın, ne de ilmin ve sanatın
âşıkıdırlar. Gerçek âşıklar, aşkın âşıklarıdır. Aşkın kendi kendisini yakan
ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya
ile temaşa, kâinatla şuur. birle bütün bağdaşır. Düşünce hareketlesin varlık
düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan bir kalır. İlk ve son
ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek
nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonrada inanmayı
ve sevmeyi öğrenmelidirler.
"Gerçekten aşkın dünyasında sevinç ve keder, zaman ve mekân, kayıp
ve kazanç denen şeyler yoktur. Onda iyi ve kötü, uzak ve yakın, gerçek ve yalan
karşılıklı duran hüviyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekân çerçeveleri
içinde yaşayan şeylerden hiç biri yoktur ki aşkın gelişiyle kaçıp kaybolmasın.
Onun bizde yok ettiği şeylerin sonuncusu da ölümdür. O. ölümden kurtaran
kuvvetdir. Aşk, ruhtan ölüm korkusunu ve vehmini sıyırıp attıktan sonra bedenin
çürüyüşüne ne ad verilirse verilsin, aşkın umurunda olmaz. Yalnız ve yalnız aşk
içinde hayatın değeri üzerinde ki meş'um şüpheyi yok edebiliyoruz. Çünkü aşk
içinde hayatın değeri meselesi ortadan kalkmıştır. Bir şüphe âleti olan aklı,
aşkın eli ile ortadan kaldırmadan, hayatın şüphesiz ve gerçekten değerli
olduğuna inancımız süreksiz ve sebatsız kalıyor. Yalnız aşk, ruhu buhranlı
fırtınadan çıkararak içimizdeki sonsuzluğa kavuşturuyor; bizde bize musallat
olan bunca yabancıdan kurtarıp yine bizdeki sonsuzluğa yerleştiriyor, aklın
üstünde şüpheyi yokedici hikmete teslim ediyor. Aklın bakışıyla "yaşamak
için yaşamak "dan öte bir türlü gitmeyen hayatın manasızlığını, "aşk
için yaşamak" gibi karşıtsız bir yaratıcı sevincin kucağında yok
edebiliyor" (Hareket. 1972. Sy: 77. s. 16-18). "Yokluk, elbette
aşkı tanımayan günahkârların, içerisinde kayboldukları karanlıktır. Onlar zaten
gerçekten var olmamışlardı; kendileri için bile şüpheli olan birer
hayalettirler. Sadece, altına girmeden önce bu toprağın üstünde bir müddet
tepindiler, boğuştular, bağrıştılar ve sonra aynı toprağın altına düşüp orada
eridiler. Onların yaşamamış olduklarına yeryüzünün dağları, ağaçları ve
denizleri şahittir. Bu kutsal varlıkların önünde onların ne bir damla
gözyaşları, ne ızdıraptan bir ibadetleri, ne Tanrı'nın diliyle konuşmaları
oldu. Onlar, ne dağa inen nuru gördüler, ne ağaçlarla konuştular, ne denizleri
gözyaşlarıyla doldurdular. Aşkı bilmeyen bu günahkârların, yokluktan yine
yokluğa geçeceklerinden şüphe mi edilir? Ölüm, onlar için hazindir, acıklıdır,
çünkü yokluktan yine yokluğa götürür. Biz insanlar, onların ölümüne ağlarken
yine onların yok oluşlarına ağlarız. Aşıkların ölümüne ağlarken asıl kendimize
ağlıyoruz; bizi onların hicranında yaşamaya mahkûm eden halimize ağlıyoruz.
Onlara için için imreniyoruz belki. Çünkü onlar, aşkın bayrağını hayatla ölümün
tam sınırına diktiler. Burası cihad toprağı, ötesi fetih ülkesidir onlara. Bu
gazanın destanı bu yanda okunuyor, fetihler asıl ötesindedir. Orada aşk ölümü
yenmiştir; ölüm denen perdeyi kaldırmış, onun yerine zafer bayrağını
çekmiştir" (Hareket agy.).
"Sonsuzun zaferi bu yeryüzünde de kazanılır. Ancak aşkın kılıcıyla
o zafere ulaşılıyor. Bu zaferin müjdesi ve mükâfatı, Rabbin temaşasıdır. Bir
örtüyü kaldırır gibi, bir anda her şeyi ve bütün varlıkları ortadan kaldırıp da
kalb gözüne görünen o Rabbin yüzü, kelimeyle anlatılmayan ve beklenmedik anda
bize çevrilen o şekilsiz, renksiz ve gözsüz bakış, o baha biçilmeyen selâmet
müjdesi, ah o kurtarıcı sevgili bir daha görünse, bir kere görünse, âlemde
elem, şüphe ve ölüm mü kalırdı? Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk
kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi
olmasın!"
Topçu şu soruyu soruyor: Şuur dışı denen içimizdeki karanlık dünyaya
aşkı dolduran nedir? Onun büyük hamlesi nereden gelmektedir? Cevabı şöyle:
"Aşk, kâinatın başlangıcında varlığın var olduğu anda gözükmüştü.
Varlığı var kılan o idi. Ona kuvvet demiştik. İlk kuvvet cansız varlıkların ve
sonra canlıların halkalarından geçip de insana gelince insanda kendini tanıdı,
şuur oldu. Ancak ilk kuvvet birdi, bölünmez bütündü. Bolüne bolüne bunca
varlıkları meydana getirdikten sonra insana geldi. İnsanda ilkin bölümlerin,
çok olan cüzlerin şuuru oldu. İnsan, derya içinde hem de derya olduğu halde
damlaları tanıyor. Şüphesiz ki. bu hâl sadece bir vehimdir.
Mevlâna'nın dediği gibi bir şaşılıktır. Bizi yapan kuvvet, kendini bizden
kıskanıyor. Bizi kalın örtülerle örtmüş, gözlerimizin önüne biri bin, biri
yüzbinler gösteren bir cam geçirmiş, bizi bizden saklayan bir cinnete müptelâ
kılmış; hem de varlığının incecik ışığını yer yer şaşkın ve şaşı şuurumuzun
çatlaklarından içeri uzatmaktan çekinmiyor. Renk ve şekil olmuş, ses ve koku
olmuş, mesafe ve manzara olmuş, ümit ve emel olmuş, dost ve derya olmuş. Kâh
görünmüş kâh kendini gizlemiş. Göründüğü yerde bile kendini gizlemiş. Onun en
çok ve en kuvvetli gizlendiği yer, bizim benliğimizin derinliğidir. O her şeyde
ye herkestedir. Gizlenmek istediği zaman bizim benliğimize dolar. İçimizde
rahatça yatarken bile ona bir şey yapamayız. Ona hükmedecek kuvvet, dünya
varlıklarının hiç birisinde yoktur. O mutlak hürriyettir. Şuur dışında bir kez
boşalıp da şuura taşıp yayıldı mı, bizi de kendi gibi, gerçek hürriyete
kavuşturur. Aşkın bir şeyden korkusu, kimseden pervası yoktur. Raskolnikof,
asıl zindanında hür ve mesuttu. Aşkın bizi pençesinde esir eden kuvveti,
yine kendi açtığı yolda, başkalarına olağanüstü ve imkânsız görünen şeyleri
yapmak hususunda sahibine sonsuz hürriyet sağlayıcıdır...
"AŞK BİR KUŞTUR Kİ, BİR BAŞA KONMADIKÇA ARANMAZ. "ÖNCELERİ BEN
AŞKIN ARKASINDAN KOŞUYORDUM, ŞİMDİ O BENİM PEŞİME DÜŞTÜ"
diyen Mevlâna'ya her halde Şems güneşi önceden görünmüştü. Akla göre akılsızlık
ne ise. aşkın gözünde akıl da öyledir. Akıl insanları uçsuz bir denizin
kenarına kadar götürüyor. Eğer insanda aşk denizine açılacak güç bulunmazsa,
aklın onu bıraktığı kıyılarda çarpan fırtına ile helak olacaktır. Hayat
dediğimiz, işte bu kıyıların Artmasıdır.
"Tabiat aşkın anası, güneş sevgilisidir. Tabiat içinde gelişen aşk,
ana kucağında uyuyan yavru gibi mahzunlaşıp nazlanıyor. Anasından ayrılıp da
bir ruhun kafesine kapanınca şiddet ve isyan oluyor. Sonsuz olan aşk, bir insan
varlığına hapsedilince ondan taşmak ve tekrar âleme yayılmak istiyor.
"Aşkın gelişi büyük ve ürpertici bir sarsıntı ile olmuyor. Daha
önce bütün bir ömür boyunca benliğimizi dolduran isteklerin, hayallerin ve
geçici emellerin ağır ve oyalayıcı ipinden, bir safrayı kendinden atar gibi
sıyrılmamız, sarsıcı, ürpertici, bazan tahammülü güç acılarla beraber oluyor.
Bizde hayat vehmini kendileriyle beraber sürükleyen bu ağırlıklardan kurtulduktan
sonra iç dünya boş ve şeffaf bir fanusa dönüyor. O zaman aşkın gelişi, büyük
bir ışık cihanına bir küçük kuşun bir göz kırpmasıyla girişi kadar hafif bir
hareketle olmaktadır. Onun aklın ortaya koyduğu binbir sebeple açıklanamayan
varlığı, kâinatın başlangıcında varlığı var kılan ilk kuvveti içimizde
bulduğumuz zaman duyduğumuz sevinçtir. Aşk. varlığın kendi kendisini tanıması
hâlidir" (Hareket. 1972. Sy: 77). "Aşk ile tanıyışta eşyayı bölmeyerek,
kâinatı bütün halinde ve kendi öz yapısından çıkarılmış asla yanıltmayan bilgi
bulunur. İnsanın kendisi de bu bilginin içindedir. Hallac'a Ene'l-Hak dedirten
bu mistik sezgi ruhun en derin tabakalarından çıkarılmış olup Allah'a
götürücüdür. Asıl insan onda saklıdır. Onu yakalamak iman denen muammanın
çözümünü elde etmektir. Sokrat'ın kendini bilmek dediği de budur" (Hareket.
1971. Sy: 67).
"Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu
çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi
Allah'a gitmektir. Bu dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş
ilâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler
manşetindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü
aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir
cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki
hayvani unsurdan sıyrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken
şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emeller ve şekiller silinip de
yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir.
Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı
vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam
ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed'in
yolunda murada erdikten sonra Allah'ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi
"benden içerü varlığı bilinen Ben" dir. O'nun temaşasına Turdaki Musa
dayanamadı. Miraç'ta Muhammed murada erdi.
"İnsan elenen varlıkta, çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde
eriyip kayboluyor. İzafîlik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan, dünyamızın
müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk
içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve sonsuz sefaletlerinden sıyrılarak,
kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde, kendindeki esaretten
kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak;
Yaratılışımızın hikmeti işte bundadır.
"Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel
bir düzen içinde tektek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu
halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yaşarken
varlığının farkında olmadığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun
taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağlan, ovaları
ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın
baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler, şüpheler ve
korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerin dikenlerini ve çalılarını örten
suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında rühda ne hesap kalır, ne
menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve plânlar aşk tufanında silinen
tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Aşk, nazariye ve tenkidi de
tanımaz. O mutlak hakikattir; bütünün varlığına iman halinde tek taraflı
temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini âlemden ayrı görmeyen, Bir'den
başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilâhî
sarhoşluktur. Fuzûli"nin diliyle:
"Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir"
sözü aşkın tam ifadesidir (Hareket. 1972. Sy: 77).
9. VAHDET
Sufîlerin vahdet ve- tevhidle ilgili birçok tasnifleri varsa da
bunlardan vahdeti kusûd, vahdet-i şuhûd ve vahdet-i vûcud şeklindeki
üçlü tasnif daha çok yaygınlık kazanmıştır. Onun eserlerinde vahdet-i kusud
kelime olarak geçmese de diğer ikisi geçer.
Vahdet-i kusud müridin kendi iradesini yok edip Allah'ın
iradesinde erimesidir. Artık Allah'ın iradesi onun iradesi, Allah'ın kasdettiği
onunda kasdettiğidir.
"Dinde Allah'a teslim oluş fani iradelerin yerine Allah'ın
iradesini istemektir" (İrade. 73). Bu vahdet-i kusudun ta kendisidir.
Vahdet-i şuhûd kainatta Allah'ı müşahede etme halidir. Mürid bu
hali yaşadığında Allah'tan başka hiçbir şeyi gözü görmez, gördüğü her şey de
O'nu müşahede eder. O'nun tecellilerini görür. "Kâinat ilâhî neşvenin
kaynağıdır. İman denen bu güzel muamma ilâhî neşvenin bir geçidi bir
tecellisidir. Gören gözler yeryüzünde ilâhî neşveden başka birşey görmüyor"
(Varolmak, 90). Gözyaşlarıyla bakanların Allah'ı her yerde aşikâr gördüğünü
söyleyen Topçu. (Varolmak. 78) Safahat'ın tahkiki ve Akif'in derunî hayatı ile
ilgili kanaatlarını bize vermektedir. İslâmda tasavvuf şeklinde gözüken
mistiktik, dış hayatımızda muayyen hareketler halinde tatbik edilen kaidelerden
iç hayatın tecrübelerine geçiştir. İlâhî bir kaynaktan gelerek içimizde yaşanan
böyle bir sezgi sayesinde Akif. "Gölgelerdeki son şiirlerinde vahdet-i
vûcud değilse de Vahdet-i şuhûd mertebesine ulaşmış bulunuyor.
"Mevlâna'nın dünya görüşünü işte bu vahdet-i vücutçu görüşten
çıkarıyoruz. Dünyamız, sonsuzluk ve ebedîlik içinde barınan mutlak vücudun
tecelligâhı bir nevî aynasıdır" ifadesiyle de vahdet-i vûcud ile vahdet-i şuhut
arasındaki yakınlığa işaret etmektedir. (Mevlâna, 11).
Tasavvufun vahdet-i vûcud mesleği, ibadetle kemâl
halinde yaşanan birliğin, kainatın izahına yeter bir prensip olarak
tanımasından başka birşey değildir. Büyük sanatının şahikasıyla imanın kemâl
devrinde Mehmet Akif'e
"Gel ey birdanecik Gaib gel ey bir danecik Mevcut"
dedirten hal ne ise Derviş Yunus:
"Yunus sen bir olgil, bir ile bir olgil
Bir olan aşıklar bu sırdan duyarlar" diye söyleten ve Hz. Mevlânaya
"Ben bir damla değilim bütün dünyayım"
dedirten de aynı aşkın kemâl mertebesine ulaştırdığı ibadet halidir. Bunlar
iddia değil, ibadettir. (İnsan. 55-56). Çünkü varlık birdir (Varolmak. 13).
Her şey bir şeyden ibaretken o, Birşey'i herşey gibi görüyor hepsi
hepsi, birşey var. Dünyaya gelipte onu görmeden gidenlere yüzbinlerce
esef" diyen yazar, vahdet-i vûcud ile ilgili kanaatlarını şöyle sıralıyor:
"Ferdî hayatımıza ait olanlardan, bizi benliğimizden sıyırma
neticesine ulaştır -mıyanlardan bambaşka mâhiyette olan bu ilâhî tecrübe,
O'nunla bir nevi dostluk doğurucu aşkın (transcendant) tecrübesidir. Belki bir
çok müelliflerde zaman zaman gözüken bu yaklaşma tecrübesinin en ileri hali,
Kur'ân'da sembolik lisanla bize sırî tevdi olunan Miraç hadisesidir. En aşağı
basamaklarla bu en yukarı basamak arasında yol alanlar veliler, mutasavvıflar
ve Kur'ân'da büyük sayı ile anılan Peygamberlerdir. Kullukla uluhiyetten ibaret
olan bu iki uç arasındaki mesafede beşeriyet tarafından yapılan bütün bir ilâhî
aşk hamlesinin izlerini buluyoruz, burada bütün sına ermişlerin Allah'ı
düşündüren simasını görüyoruz. Vahdet-i vûcudcuların, ancak mantıkî delâleti
bakımından küfre götürücü görünen ifadelerinin arkasında, yine Allah'ın onlara
lutfu olan aşk içinde beraberlik tecrübesi bu –hissi tecrübe, şüphe yok ki hakikattir.
Bunlar yalan söylemiyorlar. Ancak, sözlerinde ufak dikkatsizliğin neticesi
barınmaktadır. Birden ve çok büyük lutufa, sevince ulaşmışlardır da ondan
sarhoşturlar. Fakat tecrübeleri gerçektir, ve bu tecrübeyi, şeriatı dinin ruh
ve gayesi sanan safdil ve şekilperest şeriatçı asla anlamıyacaktır. İslâmî
anlayış, İslâmı telkin, İslâm dinini XX. asrın kalb ve dimağına sindirme,
zannediyoruz ki onun böyle sistemli bir anlaşılmasını bütün halinde ele alarak
mütefekkirlerin dimağından mektep çocuğunun kalbine kadar bu hakikatlerin sunulmasıyla
kabil olacaktır (Ahlâk, 193-194).
"Aşkın ulaştırdığı vecd uykusundan uyanan sufî bakıyor ki ortada ne
aşık yar ne de aşk. yalnız maşuk var. Seven ölmüş sevilen yaşıyor. Ruh murada
ermiştir. Kendi ebedi-leşmiş. uluhiyet varlık halinde gözüken perdeyi üzerinden
atmış yalnız O var. Fani olan bütün ruh hezeyanları ortadan kalkmış bir şey,
yalnız bir şey var: O" (Mevlâna, 19).
"Varlık O'na sığınmıştır, O olmasa hiçbir şey olmayacaktı, hakikat
onun varlığı sayesinde vardır. Allah'tan ibaret gören ve insanı varlıklar
arasında mümtaz mevkiine yükselten bu vahdet-i vücutçu görüş Mevlâna'nın
felsefesidir" (Mevlâna. 13).
"Vahdet-i vûcud, ilmin hududu olan üç buuddan ötesini bilmeyenlerin
ereceği sır değildir. Nâmutenahiliğin varlığın her zerresinde başladığını
farketmeyenler onu anlayamazlar" (Fetih. 33). "Tasavvuf tecrübesi, bu
tecrübeyi yapmayanların anlayışına kapalı bir sahadır" (Mevlâna, 23).
"Vahdet-i vûcud yaşanan bir haldir. Fikir halinde anlatılmaz. İkna
ve ispatı kabil değildir. Karşı tezi olan bir davada zannedilmemelidir. O,
aşkın insanı alıp götürdüğü dünyalarda keşfolunan sırdır. O hali yaşamayanlara
anlatılması kabil olmadığı gibi yaşayanın bu halini red ve inkâr etmek de kabil
değildir. AKLIN ŞÜPHESİ VAR, AŞKIN ŞÜPHESİ YOKTUR. Yerin altında
defineler saklı, gökler sonsuzluğun kabristanı değil midir. Fani varlığımız
gibi aklımız da fani ve acizdir. Vahdet-i vûcud sonsuzluğun sırrını fâş eden
bir halvet olduğu halde, varsın zahir ulaması onu inkâr ve itham etsinler. Onları
Mevlâna cevaplandıracaktır. Bakınız ne diyor: Bizim Mesnevimiz Vahdet
dükkânıdır. Orada Birden başka ne görürsen o puttur" (Mevlâna, 34).
"Safahatın ilk altı kitabına nazaran "Gölgelerde büsbütün yeni
olan Din ve Allah anlayışıdır. Yurdundan uzaklaşmak felâketine uğrayan Akif'in
ruhuna Allah 1300 sene evvel nur inen çöllerde bir yeni doğuş müjdesi
hazırladı. Ancak mutasavvıfların, yeryüzünde sayısı az olan gerçek dini
anlamışların keşfine mazhar kıldı; onların arasına karıştırdı.
"O zamana kadar cami, kubbe, minare ve cemaat diyen Akif orada
mistik dini buldu. Cemaatten vecde yükseldi, vecdde temaşaya kavuştu. Alemdeki
Bir'i gördü kendinden geçti. Pascalların, Yunusların, Mevlânaların muradına
erdi.
"Evvelce Akif'in bir din felsefesi yoktu. Din anlayışı amiyane idi.
Tevhidin yolu olarak mescidle minareyi gösteriyordu. Cemaatın ruhundan taşan
hissî bir taşkınlığın vecdi içinde Allah'ı aradı. Gönüllerden çıkarak göklere
tırmanan "Amin" sedalarında İslâm cemaatının kurtuluş müjdesini
duymaya çalıştı. İslâm’ın azametini
gözle görülür, katı bir manzara halinde bir gün fezada gerçekleşecek diye
bekledi. Başlangıçların, hakkındakinden ileri olmayan ve kubbelerde çınlayan
"Amin" sedasından ilham alan realist dinciliği "Hakkın
sesleri'nde Kur'ân'ın elfazına sarılarak bir din idealizmi olabildi ve orada
durdu. Uzun zaman dinî ruh, sır keşfedilmedi. Nihayet çöl perdeyi kaldırdı.
Vahdet-i Şuhûd tecelli etti. Cemaat dininden mistik dine geçmeden evvelki vahim
hali, ilk tecellinin doğurduğu sarsıntılarla bakınız nasıl reddediliyor.
Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,
Rükûun, haşyetin, vecdin bütün biçâre esbabın?
"Evhamlardan kurtarıcı isyan ile hakikat âlemine gözlerini açış
gerçek bir rüyadan uyanışı andırmaktadır: Henüz yâdımdadır bezminde medhûş
olduğum demler Şairin, bu gölgeler alemindeki çoklukta,
Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol ne de yar!
diye feryad ede ede muztarip yaşayan varlığını, içersinde bunaldığı bu
çokluk âleminden kurtarıp birliğe kavuşturan mistik felsefe, onun din felsefesi
oldu. İdealizmden mistisizme bu geçişin hangi tesadüf ve temasların neticesinde
olduğunu bilmiyoruz. Bu hususu her nedense hiç kimse araştırmadı. Ancak
"Gölgeler"de yer alan "Gece", "Hicran" ve
"Secde" şiirleriyle Akif'in yeni Eflâtunculuğu, mistisizmi pek iyi
kavradığını, Vahdet-i Şuhûd'a inandığını görüyoruz. Mistik idealizmin en aşırı
şekli olan Tekbencilik (Solipsizm) yani kâinatı benliğinde görme, gerçek âlemi
tasavvuruna sığdırma felsefesi bu parçalarda ruhi bir çağlayan halinde ifadesini
bulmuştur. Filhakika mistik şair:
Ömürler geçti, sen yoksun gel ey bir danecik mâbud,
Gel ey bir danecik, gaib, gel ey bir danecik mevcud!
diye Allah'ını bir olan her şeyde aradıktan sonra benliğin gayrından
ayıramadığı an, içinde kendi benliğinden ibaret gördüğü kâinatı kendinde
göstererek şöyle haykırmaktadır:
Kıyılmaz lâkin, Allah’ım, bu gaşyolmuş yatan vecde...
Bırak "Hikkat'le olsun varlığım yekpare bir secde!
"Sanatkârın kendi yaşayışını adım adım takip eden büyük eserin
sonuna geldik. "Acaba Akif'in dehasının son eseri ne olabilir"
diye düşünmenin yeridir. Bu son eser İslâm ruhunun ta kendisi olan tasavvufun
yani kendini sonsuzlukta arama ve sonsuzluğu kendinde bulma denemesidir"
(Akif, 90-91). "Kurtuluşun yolu, bu kâbus perdesinin sıyrılması ve onun
altında gizlenen varlığın kurtulmasıyla açılır. Yunus'un "Benden
içerü" dediği bu varlıktır. Bütün hayatımız boyunca biz onu arıyoruz ve
onu aramağa iç hayatımıza inmekle, ruhumuzda derinleşmekle başlıyoruz. Sonunda
herşeyde onun varlığı bulunuyor. "Ene'l-Hakk" diye başlanıyor,
"Lâ mevcûde illâhû" (O'ndan başka varlık yok) diye bitiriliyor.
Kendimiz de o varlığın içindeyiz, O'ndan ayrı değiliz. Öyleyken O'nu arıyoruz,
çünkü bölüm bütünden habersizdir.
"Biz bu arayış ifadesinden başka mıyız acaba? "Ben"
dediğim varlık zerresinde gizlenen bu Allah iradesini Yunus şöyle dile
getirmişti:
Bu vücudun şehrine her dem giresüm gelür
İçindeki Sultanın yüzün göresüm gelir
Işitirem sözünü göremezem yüzünü
Bir dem yüzün görmeğe canım veresüm gelür.
Mutasavvıfların hakikate ermek dedikleri şey, bu şehre girmek ve Sultanı
görmektir. Giren ve gören yok. Ona çok yakınlaşan. Onun sesini duyan. Onun
hayalini aynada temaşa edenler var. İşte aşk dedikleri şey, bu perde arkasında
sohbetin ve bu örtülü temaşanın yaşattığı haldir. Bu temaşanın yaşattığı
hakikat, istedikleri kadar âlimler ondaki şekilleri ve renkleri anlatsınlar,
filozof onun cevherini aklın yapısına uydura dursun. O, kelimelerin anlatamayacağı
duygusal bir temaşadır, gerçekleşen muradın temaşasıdır. Onda benlik ve eşya
bir ve aynı şeydir" (Hareket, 1973, Sy: 90).
Taşralı'dan da bir paragraf aktararak bu kısmı noktalayalım;
"- Sen delimisin, dedi. hiç Ondan başka şey olur mu?
"Bu ihtarla kendime gelerek bakdım: Sahi, herşey O idi. O...O...
Var olan her şeyin Onda bakan gözleri varmış da ben o âna kadar görmemiştim.
Büyük Huzurda idim. "Aman Yarabbi!" diye sarsıldım. Bu hitabıma sanki
bütün kâinat, bir kelime ile Varlık muhatab oldu: "söyle!" der gibi
doğruldu karşımda, doğruldu her yerde, doğruldu her şeyde. Her şey bir bütün,
şuurlu bir insan, hayır insan da değil, bir büyük şuur, bir namütenahi şuur,
bir namütenahi kudret halinde karşımda idi. Onda, ruha mahsus olan temaşa ile
herşeyi değiştiren Hareket ve her şeyin kendi olan Varlık, bendeki düşünce ile
birleşmiştiler; hepsi bir şeydiler. Onda zaman yok, kendinden başka mekân yok;
yenilik, eskilik yok; başka yok, benzeyen yok; başlayan, biten yok; sebep yok,
akıbet yok; doğan yok, ölen yok: yok yok, şüphe yok. Ebedi bir doğuşu andıran
sevinç içerisinde idim. Öyle bir sevinç dünyada görülmemişti: Sessiz, sarsıntısız,
sebepsiz. Varlıklar o ânda yaratılıyor gibiydi ve bütün yaratıcılık sevinci
benim içime doğmuş da taşıyordu. Bütün sevinç ve bütün varlıklarla beraber
yükseldim; lâkin mesafe yok. Bir ânda her şey, beni varlığında eriten bir büyük
manzara oluverdi. Hayretle mestoldum, ama mest olan O; düşündüm, düşünen O; var
oldum, var olan O. Ben ne halde idim? Nerede idim? Ben var mıydım? Bunları
unuttum. Zira bunların hepsi silinmişti. Turdaki Musa ve Miraçtaki Muhammed
gibi, bu zamansız ve mekânız âlemde kendimden geçtim. Bir şey vardı, yalnız bir
Şey: O" (Taşralı. 262).
10. KURTULUŞ
Devrimizin kurtarıcılara ve havalilere muhtaç olduğunu söyleyen Topçu,
bu kurtuluşun nasıl ve hangi yollar olacağına da eserlerinde temas etmiştir.
İnsanlığın yükselişi ne değişme ve inkâr yolu ile ne din adına merasimler ve
kaideler içinde bunaltılmış taas-subla oluyor (İrade. 7). İnsanın kalbinde ve
memleket içersinde ilân edilen mukaddes cihad, bize göre Anadolu çocuğunun
vicdaniyle tarihini, içerisine gömülmüş bulunduğu çukurdan kurtarabilecek olan
yegane çaredir. İslâm’ın ilk
asırlarındaki mistik hareketlerin canlandırılması ruhî rönesans yapabilecek bir
kuvvettir. Bu kuvvet fertlerde birliğin şuurunu doğuracak cemaatın mesuliyetini
üzerine aldıracaktır. Böylelikle pek derin buhranlarla sarsılmış olan bu
medeniyetin ve bu bedbaht cemaatın istikbali kurtarılmış olur. Maddi sahada
olduğu kadar ruhi sahada da ekonomi ahlâk ve aile sahalarında ferdi, kendi
varlığının üstüne yükselten dinin mistik hareketinin sonsuz feyzi ruhlarımızın
kurtarıcısı olacaktır. (İrade. 78). "Çıkış yolu Mevlâna ile bulunacaktır.
Çünkü skolastik düşünce ve bu düşünceyi temsil eden medrese, Mevlânayı mağlub
edip, medresenin kalbi mahkum etmekle kapalı ve karanlık putperestliği hayata
hakim kıldı" (İnsan.27).
"Yüzyılların katmerlendirdiği bir skolastik düşünüşten sonra. Batı
taklitçiliğinin açtığı hüsran çukuruna yuvarlandığımız bir devirde kültürümüzün
çıkış noktası Mevlâna olmalıdır. Onda müslüman Türk dünyasının bütün ruhu
gizlidir. Felsefemizle güzel sanatlarımızı bu kaynaktan çıkarabiliriz"
(Mevlâna, 5).
Mevlâna'nın, "Bu muhteşem insan ve kâinat telakkisi eğer yedi
yüzyıldan beri. Anadoluda dimağ olarak, dimağlarda akisler yaparak felsefi
düşünce halinde sistemleştirilip nesillerimize sunulmuş olsaydı, yirminci
asırda Anadolu çocuğu yabancı idealler peşinde koşmayacaktı" (Mevlâna,
13). "İslâm’ın uyanış çağı,
bilhassa makinanın insan ruhunu boğduğu asrımızda eşyadan ve maddeden ruha yani
insana dönüşün sırrını sunacak olan tasavvufun ahlâk dünyamızda zaferi ile
açılacaktır" (İnsan, 27).
Topçu, Bergson ile ilgili eserini şu cümle ile bitirmiştir: "FERDÎ
RUHU CEMİYETİN DAR ÇERÇEVESİNDEN KURTARIP İNSANLIĞIN BÜTÜNÜNE GÖTÜREN VE
BÖYLELİKLE İNSANLIK AHLÂKININ KAYNAĞI OLAN MİSTİSİZM, İNSAN RUHUNUN
DENEYLERİYLE ULAŞABİLDİĞİ BÖLGELERİN BU İLERİ NOKTASINDA BULUNUYOR. İSLÂMDA
TASAVVUF ADINI ALAN İSLÂM'IN ÖZÜNÜ, ASIL YAPISINI TEŞKİL EDEN MİSTİSİZM BERGSON'A
GÖRE HAYATIN SIRRINI VE AKIBETİMİZİN MUAMMASINI DA ÇÖZMEYE KABİLİYETLİDİR"
Hoca'da bu kanaatteydi.
"Son üç asırlık tarih, yıkılışımızın tarihidir. Binanın yeryer
yıkılması, parça parça enkazı düşürdükten sonra asrımızda bütün bina çatırdadı
ve çöktü. Ruhî yıkım temelde tamamlandı. Buhran bugün bütün müesseselere,
gençliğe ve milletin bütün varlığına sirayet etmiş bulunmaktadır. Bugün bu
millî felâkete çare bulmak, yeniden kalkınmanın yollarını aramak ve Allah'a
götüren yolu tutmak ve aydınlatmak için çalışmak zorundayız. Belki uzun sürecek
bir cihada hazırlanıyoruz. İslâm’ın
tarihinde daha önce meydana gelen çöküntülerden cemaatı kurtarmak
isteyen büyük mesuliyet adamlarının eserlerinden örnek alacağız; onların
izlerinde yürüyeceğiz" (İnsan, 71).
"İlim ile dini çekiştirip çatıştıran şaşkınlar ilimle dinin tabiat
kanununda birleştiklerini görmeyen softalardır. Allah'ın kainatımızdaki elini
ve iktidarını tabiat kanununda görmeyen bu kişiler vaktiyle din adamı denen
karanlık kafalılar arasında çok olduğu gibi geçen asrın sonundan bu yana da
ilim adamı olduklarım söyleyen yobazlar arasında pek bol bulunmaktadır.
Birinciler Allah'ı kâinattan ayırmakta, ikinciler kainatı Allah'tan ayırmakta
ve onu anlaşılmaz bir ucube haline koymaktadırlar" (Hareket. Şubat. 1972.
Sy: 74).
"Bugün İslâm’ın kurtuluşu;
önce onu maddî hayata bağlı ümitler halinde yaşatan sözde din adamlarından
kurtarılması, sonra da, ruhi ardaki cihadı Peygamberinin dili ile değerlendiren,
maddeye bağlı esaret tanımayıp tertemiz ruh hayatını yaşatabilen Allah
idealcilerinin hayat sahnesine çıkarılması ile başlayacaktır" (İnsan. 73).
"Cemiyeti yoğuran ruh, bizim şaşkın isteklerimizin hizmetkârı
olmayacak; bize karşı koyarak bizi kurtaracak, biz düşmek istiyoruz; biz zevki
takdis ediyoruz; biz kendimizden kaçıyoruz.
"Bizi kurtaracak ruh bize Hirâ dağında bırakılan mukaddes mîrasdır.
O bize, bin yıllık gazâ şehitlerinden rahm-ü şefkat ninnileri ulaştırırken,
bugün her biri bir türbe olan kılıçların gölgesinde ilhamlar, ümitler sunacak.
Bize hayat sunacak ruh, ecdat mezarlarından yükselen ruhani korkuların, cihat
meydanlarından yükselen sevdaların, arz üzerinde ilâhî gülşenler teşkil eden
düşünceleri dolaştıktan sonra, kalbimize dolduracağı iksir olacak.
"Bir ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla
ilhamı yan yana yaşatacak. Kalb ile Kur"ân-ı birleştirecek. Hayatın
süreksiz ve kesiksiz bir ibâdet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir imân ve
heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz
çocuğuna öğretecek. Öğretecek ki ferd olan ve her adımında yeni bir sefaletle
susamış yaşayan varlığımız kâinatta bir merkez ise, cemiyet onu çeviren bir
dairedir. Bu daire, sonsuzluk denen ve bizimle beraber cemiyeti çepçevre her
tarafından kuşatan büyük gerçeğin içinde bulunmaktadır.
"Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan
ruhdur. O. Sonsuzluğu, sonu olan varlıklara irca eden değil, fânileri
sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil,
aklı ilhama yükseltendir, bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham
müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fânilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır.
"Nerede bulacağız onu? Kimden bekleyeceğiz?
"Biz onu Mecnun gibi ömürlerdir aradıktan sonra, onu bulduğumuz
gün, kalbimizden şu sevinç feryadı kopacak:
"BEN SENİ UZAKLARDA ARARKEN SEN KENDİ EVİMDE İDİN!"
(Varolmak, 68).
Kısaltmalar
1. Ahlâk Ahlâk Nizamı. İst. 1970.
2. Bergson Bergson, İst. 1968.
3. Devlet Devlet ve Demokrasi, İst. 1969.
4. Esaslar Milliyetçiliğimizin
Esasları. 1st. 1978.
5. Fetih Büyük Fetih, İst. 1962.
6. İnsan İslâm ve İnsan, İst. 1969.
7. İrade İradenin Davası, İst. 1974.
8. Kültür Kültür ve Medeniyet, İst. 1970.
9. Maarif Türkiye'nin Maarif Davası. İst.
1970.
10. MehmetAkif Mehmet Akif, 1st. 1970.
11. Mevlâna Mevlâna ve Tasavvuf, İst. 1974.
12. Taşralı Taşralı, İst. 1959.
13. Varolmak Varolmak, İst. 1965.
14. Yarin Yarınki Türkiye, İst. 1978.
Kaynak:
NURETTİN TOPÇU'YA ARMAĞAN, Dergâh Yayınları Armağan Kitapları,
Temmuz-1992
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar