Prof. Dr. Osman N. KOÇTÜRK, TÜRKİYE’NİN KALKINMASINDA: TARIM VE SANAYİ Yeni Bir Düzen
Türkiye’de kesimler arası dengesizlik rahatsız edici bir ortam yaratmış ve
yaşantılarımızı etkilemeye başlamış bulunmaktadır. Büyük şehirlere akın ve
özellikle gizli işsizlik vatandaşlarımızın yaşama olanağı aramak üzere, yabancı
ekonomilerin hizmetine girmelerine sebep oluyor. İthalât ve ihracatta
başarısızlık ile dengesizlik, ekonomimizi her gün biraz daha zayıflatmakta ve
ileri ülkelerle alış veriş yapmamızı engellemektedir.
Bir tarım ülkesi olan Türkiye’de, asıl amacı karanlık garip bir tüketim
endüstrisi kaynaklarımızın yabancıların eline geçmesi için müsait bir ortam
hazırlıyor. Bu durumda tarım ile endüstri arasındaki ilişkileri düzenleyen ve
halkı köylere bağlayarak, endüstriyi de yurt sathına yaymayı öngören yeni bir
düzen ve hayat görüşüne ihtiyaç artmaktadır.
Yapılan çalışmalar bir temel görüş ve felsefeden uzak kaldığı sürece
başarıya ulaşmak veya başarısızlıkların gerçek sebeplerini anlamak mümkün
olamayacağına göre, bugünkü karışıklıktan kendimizi kurtarmamız ve belirli bir
düzen içinde çalışmamız lâzımdır.
Sosyalist, kapitalist ve karma ekonomi düzeni içinde başarılı bir şekilde
uygulanabilen AGRINDUS[1]
sisteminin kısaca, bilinmesini bundan dolayı yararlı görüyoruz. Türkiye gibi
ekonomisi daha çok tarıma dayalı ve endüstriye sıçrama çabaları içinde bulunan
bir toplum için bu temel felsefeye uygun davranma, sağlam ve istikrarlı
kalkınmanın teminatı olabilir.
Bu kitapta düzenin nazariyatçısı Haim Halperin’in görüşlerinden
yararlanarak ve yurdumuzun gerçekleri ile Anayasamızdaki hükümleri de dikkate
almak suretiyle AGRINDUS[2]
anlayışını kısaca anlatmaya çalıştık.
Yapılan açıklamaların üretici, tüketici ve aracı guruplar ile siyasî
görüşleri değişik kimseleri de ilgilendireceğini ve birleştirici bir düzen
olarak bu yeni düzeni tanımakla çıkış yolu arayanlara yardımcı olacağını tahmin
ediyoruz.
Osman Nuri KOÇTÜRK
20 Ağustos 1967
Ankara
20 Ağustos 1967
Ankara
19 uncu asrın ilk yansında başlayan endüstri devrimi, eski çağda parmakla
sayılabilecek kadar az olan kalabalık merkezlerin sayısını çoğaltmaya
başlamıştır. Ticaret, Sanat ve Kültür merkezleri olarak çağının gelişmelerine
sahne olmuş büyük şehirler, endüstri devriminden sonra endüstri merkezlerinde
kurulmaya ve hızla gelişmeye başlamışlardır. Şehirde yaşayanlarla, köylerde
yaşayanların oran ve sayısına geniş etkiler yapan bu gelişmeleri XIX uncu
asrın başından bu tarafa Dünyanın her tarafında izlemek kabildir. İnsanlar
tarih boyunca biyolojik bir davranışa uyarak yaşantılarını en kolay ve en mutlu
kalıplara göre sürdürebilecekleri bölgelerde toplanıp birlikte yaşamayı denemiş
görünüyorlar.
Meyva sinekleri üzerinde yapılan denemeler, bu sineklerin bir ucundan bir
mum alevi ile ısıtılmış bir bakır levha üzerinde kendileri için en uygun
suhunete ulaşmış olan noktada kümelendiklerini göstermiştir. Sinekler gibi,
bitkiler ve diğer canlı türleri de, ayni davranışa uyar zekâları ile olmasa
bile içgüdüleri ile yaşamalarına en elverişli ortamı seçerek o ortamda yerleşirler.
Sosyal bir davranış olarak kabullenmekten çok biyolojik bir içgüdü olarak
değerlendirmeye elverişli olan bu davranışı zeki bir yaratık olan insanın
hareketlerinde de görüyoruz.
Bir zamanlar uygarlıklara yataklık etmiş olan Akdeniz kıyıları ve bilhassa
Ege sahilleri, insanların yaşamak için seçtikleri elverişli bölgelerdi. Orta
Asya'da yaşamakta olan atalarımız oradaki içdenizin kuruması ve yaşama
şartlarının güçleşmesi sonu bu biyolojik içgüdüye uyarak, yaşamaya daha elverişli
topraklar aramak üzere bulundukları yeri terk etmişler, bu suretle büyük göç ve
akınlar başlatılmıştır. Eski çağda yaşamaya daha elverişli bölgelerin ele
geçirilmesi için yapılan mücadelenin bugün, büyük savaşların gerçek nedeni
haline geldiğini görüyoruz. Bu temel davranış, çağımızda da değişmemiş ve
fakat insanlar rahat yaşayabilmek için başkalarının sahip olduğu kaynaklara el
atarak, onların gerçek sahibi olmayı tercih etmişlerdir. Modern teknolojinin
uygulamaya sokulması ile, toprak ve iklim koşulları mükemmel olmayan bölgelerde
bile uygarlıklar kurmak mümkün bir hale geldiğinden, başka toplumların kaynaklarını,
insan gücünü, olanağını sömürmek ve kendi ayağına getirmek suretiyle Dünyanın
her yerinde optimal yaşama şartlarını hazırlamak artık mümkün olabiliyor. Bundan
dolayı Avrupa’nın dar ve yorgun topraklan üzerinde yaşayan batılı toplumlar,
asırlardır yaşadıkları toprakları artık terketmek istemiyorlar. Bu bölgede
kurulan modern endüstri ve bilinçli sömürgecilik çarkı, Dünyanın bütün
nimetlerini bu insanların ayaklarına kadar getirmekte ve onlar dedelerinin
yaşadığı kalabalık merkezlerde, eski mutlu düzenlerini devam ettirmektedirler.
Avrupa’dan göç etmiş olan bir gurup insanın Kuzey Amerika’da kurdukları
uygarlık, bu ülkenin yerlilerini yok etmekle işe başlamış ve daha sonra da
endüstrileşerek, Dünyayı sömürme olanağı kazanmıştır. Köylerde
yaşayanların kalabalık merkezlere akını ile başlayan yeni gelişmeler ve
endüstri merkezlerinin kuruluşu XVII nci asrın sonunda Dünyanın bütün değer
ölçülerinde önemli değişmelere sebep olmuş bulunuyordu. Bu yeni akım, biyolojik
bir karakterden çok, biyo sosyal bir karakter göstermekte, aklın içgüdülere
hâkimiyeti yeni akımın niteliği olmaktadır. Artık insan doğanın bütün
nimetlerinden ölçüsüz olarak faydalandığı köy hayatını bırakarak, geçimini
sağlamak için endüstri şehirlerinin sisli ve dumanlı havasını teneffüs ederek,
bir robot gibi çalışmanın zarurî olduğuna inanmış ve apartmanlarda konserve
kutularına yerleştirilmiş sardalye balıkları gibi sun’î bir yaşantıyı,
köylüklerin insana daha uyarlı yaşantılarına tercih etmiştir. Endüstrideki
üstün kazanç ve istikrar, tarım kesimindeki gelir düşüklüğüne ve
istikrarsızlığa galebe çalmış bulunuyor. Güvenlik duygusu ve geleceğini
garantiye bağlama içgüdüsü, tarım kesiminden geçinen milyonları, endüstri ve
hizmetler kesimine aktarmış ve kalabalık merkezlerde yaşayan nüfus son 150 yıl
içinde hızla artarken köyler tenhalaşmıştır.
Birleşik Amerika’da 1790
tarihinde büyük şehirlerde yaşayan insan miktarı, tüm nüfusun ancak % 5,1
kadarını teşkil etmekteydi. 1850 tarihinde bu oran % 15,3’e ve 1940 da
% 56.5’a, 1950 de ise % 59,0’a yükselmiştir. Eğer 2500 insanın toplu olarak
yaşadığı merkezleri kasaba olarak kabul ederek bir hesaplamaya girişecek
olursak, bugün Birleşik Amerika’da nüfusun % 88,5 kadarının kalabalık
merkezlerde yaşamakta olduğunu söylemek kabil olacaktır. (The Economist
,10. Feb., 1962, p. 515, a diagram).
İngiltere’de, XIX uncu
asrın başında tüm nüfusun ancak % 10 kadarı kalabalık merkezlerde yaşarken bu
nisbet 1921 yılında % 80’e çıkmış ve 1961 yılında da ayni düzeyde
kalmıştır. Birleşik Amerika ile İngiltere’de gayet hızlı bir tempo ile vaki
olan bu gelişmeler, bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonra geri kalmış
ülkelerde de kendini göstermeye başlamış ve Asya, Afrika, Güney Amerika gibi
daha çok köylüklerde yaşayan insanların çoğunlukta olduğu bölgelerde,
endüstrileşmeye bağlı bir şehirleşme cereyanı belirmiştir. Az kalabalık
merkezlerin, daha kalabalık şehirler haline gelişinde endüstrileşmenin en
önemli etken olduğunu bu ülklerde çok daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Kasaba
ile kalabalık şehrin sosyolojik yapısı ve karakteri arasında önemli farklar
vardır. Bu karakter farkı bilhassa köy ile şehir kıyaslandığı zaman çok daha
bariz bir hale gelmektedir. Endüstri merkezlerinde ve kalabalık şehirlerde
sosyal bir tecanüs (Heterogenity) sağlamak mümkün olmadığı halde, köyde bunun
kendiliğinden şekillendiğini görüyoruz.
Şehirde yaşayanlar arasında gelir ve sınıf farkları uçurumlar
yaratabilecek kadar değişiktir. Çalışma alanlarının farklı oluşu, eğitim
imkânları ve kültür farkları kalabalık şehirde yaşayan insanlar arasında dil,
örf ve adet farkları bile yaratabilmekte, çıkar gurupları arasındaki sessiz
mücadele yaşantıları tatsız bir ortama sürüklemektedir. Kalabalık şehir halkına
hâkim olmak ve onları ayni şekilde etkileyerek bir anlayış etrafında birleştirecek
yeni değerler bulmak ve bu değerleri kullanmak gerçekten zor bir iştir. Bundan
dolayı şehirleşme ve endüstri merkezlerinde yumaklanma cereyanına karşı olan
sosyologlar ile köylerde yaşamaya taraftar olan ve köy hayatını öğen
sosyologlar arasında hâlâ devam eden çetin bir mücadele vardır.
Şehirdeki yaşama şekli ile köydeki yaşama şekli karşılıklı olarak mukayese
edilecek olursa, şehirdeki yaşama şeklinin tüm olarak farklı olduğu
görülecektir. Şehirlinin yaşantılarına daha hızlı bir tempo hâkimdir. Köye
nazaran çok daha dinamik bir karakter gösteren kalabalık şehirlerde hayatını
kazananlar, değişik kalıplara göre çalıştıklarından değişik itiyatlar kazanır,
örfleri ve âdetleri bakımından da menşe aldıkları köy ünitesinden
uzaklaşırlar. Bunların büyük şehirlerde doğan çocukları ise artık köyden
kopmuş ve köy hayatına tahammülü olmayan ayrı bir varlık niteliği gösterirler.
Yeni şekillenen, her gün biraz daha kalabalıklaşan endüstri merkezlerinde ve
kalabalık şehirlerde köy yaşantılarının henüz muhafaza edildiği (gecekondular)
bölgelere rastlanabileceği gibi, köy hayatından şehir hayatına geçişi temsil
eden gruplara ve bundan başka tamamen şehirleşmiş topluluklara da rastlamak
kabildir.
Bu tip ünitelere bilhassa Türkiye gibi bir düzenden başka bir düzene geçme
oluşumu içinde olan memleketlerde daha çok rastlıyoruz. Aslında köy ile
şehri birbirinden bıçakla keser gibi ayırmak ve ayrı ayrı mütalea etmek yanlış
bir davranış olur. Çünkü en eski ve kendi içinde düzenlenmiş şehirlerde
dahi köyün etkilerini görmek kabildir. Köy ile şehir, endüstri ile tarım arasındaki
ilişki Dünyanın hiç bir yerinde tam olarak koparılamamış ve bu üniteler
arasındaki karşılıklı alışveriş sıfıra indirilememiştir.
Bundan dolayı biri gittikçe büzüşen ve küçülen ve diğeri ise serpilip
gelişen köy ve şehir anlamları kullanılırken temelde müşterek olan birçok
niteliğin de mevcudiyeti akıldan çıkarılmamalıdır. Buhar gücü kullanılmaya
başlanılmadan önce bir milyon insanın bir araya gelip beraberce
yaşayabileceklerini düşünmek gerçekten güç bir işti. Bugün ise üç beş milyon
insanın bütün ihtiyaçlarının aksamadan karşılanabildiği kalabalık şehirlerin
sayısı az değildir. Bu şehirlerde yaşayan insanlar işlerine otomobiller,
otobüsler, trenler ve tramvaylarla taşınmakta, ulaşım vasıtaları yer üstü
kadar yerin altına oyulmuş geçitlerden de faydalanmaktadırlar. Çocuklar
gökdelenlerin arasında günde birkaç saat güneş alan yeşil sahalarda, evcil
hayvanlarla oynama mutluluğunu tatmadan yetişiyor ve gelişiyorlar. Bu çocukların
oynadıkları bütün oyuncaklar basit makinelerden ibarettir. Bir oyuncak
otomobil, konuşan bebek, evin salonuna döşenen raylar üzerinde hareket ederek
çocuğu eğlendiren oyuncak tren kırılıp parçalanacak olursa birtakım çarklar,
yaylar ve vidalardan ibaret olduğu görülür.
İşte bu ortam içinde yetişen şehirli çocuk, köyde yetişen çocuktan çok
farklı bir anlayışa sahip olmaktadır. Köyde yetişen kazandığı tecrübe ve çevresi
ile kurduğu ilişkiler bakımından «İnsan insanın dostudur» anlayışına
uyarlı bir ortamda gelişirken mekanik araçlarla oynayan ve güneşin doğuşunu
bir gökdelenin 53 üncü katından seyreden çocuk «İnsan İnsanın Kurdu veya
Düşmanıdır» inancı ile yetişmektedir.
Şehrin gürültülü hayatı ile bu çocuğun çevresinde olup bitenler onu
başlangıçtan itibaren mücadeleci bir yaratık haline getirir. Böyle olmasına
rağmen insanın yapısında ve çatısında mevcut olan doğanın kucağında yaşama
eğilimi yorgun şehirlide de zamanla kendini göstermekte ve büyük şehirlerde
emeklilik çağını idrak etmiş veya bu çağa yaklaşmış olanlar artık bir köy
kulübesinde ve tabiatın kucağında sakin bir hayat sürmeyi en çok özledikleri
bir rüya haline getirmişlerdir. Bu rüyayı gerçekleştirmek isteyen şehirliler
ise kısa bir süre sonra köyde de yaşamanın mümkün olmadığını fark eder ve
tekrar kalabalık şehrin gürültülü ortamına dönerler.
İnsanı şaşkın ve ne istediğini iyi bilmez bir yaratık haline getirmiş
bulunan endüstri devrimi kendisi ile birlikte sayısız problem getirmiştir. Bir
arada, hızlı ve streslerle dolu bir hayat yaşamanın sebep olduğu «Sivilizasyon
Hastalıkları» tıp otoritelerini en çok meşgul eden konu haline gelmiş bulunuyor. Kalb ve
damar hastalıkları, çocuk felci, kanser şehirde yaşama ve anormal yiyeceklerle
beslenmenin ortaya çıkardığı problemler olarak kabul edilebiliyor. Ruh ve
sinir hastalıkları ile yorgunluk ve çöküntülerin sebep olduğu tahribat, içme
suyu temiz olmadığı için hastalıklara maruz bulunan köy ünitesindeki tahribattan
daha az değildir. Gürültü, her gün ve her dakika çözümlenmesi güç bir mesele
ile karşı karşıya gelme zorunluğu şehirliyi müzmin bir hastalık gibi
törpülemektedir. Şehirde yaşayanlar gece hayatı, alkol ve tütün ile diğer kötü
alışkanlıklardan, köylerde yaşayanlara nazaran daha çok zarar görürler.
Böyle olmasına rağmen insanlar devamlı olarak şehre akmaktadırlar. Şehrin
yorucu ve insanı kendinden uzaklaştırıcı hayatı, köyde yaşayanı kendine
çekmektedir.
Asırlarca önce Mısır’da Safo isimli bir fahişenin insanları birbirine
kattığı günlerde kuzeye doğru seyahat eden bir rahip, bir gece bir manastıra
misafir olduğunda etrafına halkalanan ve İskenderiye’de olup bitenleri
öğrenmek isteyen din adamlarına, büyük şehrin iğrenç hayatını dilinin döndüğü
kadar anlatmaya çalışmış ve fahişelerin erkekler ile sokaklarda buluştuklarım
tiksinerek anlatmıştır.
Bu iğrenç yaşantıyı tiksinti ile takip eden rahipler gece odalarına
çekildikten sonra uzun uzun düşünüp kararlarını vermiş bulunuyorlardı. Ertesi
gün manastırı terk edecek olan kuzey yolcusu, manastırda allahaısmarladık
diyecek tek rahip bulamamıştı. Çünkü rahiplerin hepsi, bir gece önce tiksinerek
izledikleri olayların sokaklarda cereyan ettiği İskenderiye’ye bir an önce
ulaşmak için manastırı terk etmiş ve kuzeyden güneye doğru yol almaya
başlamışlardı. (Şimdi bu hikayeler TV kanallarında paparazzi şeklinde
sunuluyor.)
Düşünen ve bilen adam şehirdeki yaşantıyı beğenmemekte ve ondan kaçma
çarelerini aramaktadır. Fakat manastırlardaki rahipler ile köylerde yaşayan
bilinçsiz insanlar şehrin hikâyelerini dinleye dinleye, yenemeyecekleri bir
özlemin içine düşer ve kendilerini insanı öğüten bu değirmenin taşları arasına
atarlar. Sokaklarından altın toplayacaklarını sandıkları şehirlerde ise onları
bir sıra mutsuz olay beklemektedir. Şehirden köye giden insan bir süre sonra
tekrar şehre dönebildiği halde, köyden şehre gelen artık geri dönememektedir. Mutsuz
yaşantısını böylece devam ettirerek köyle şehir arasındaki köprünün temeline
atılmış bir moloz olarak kalan ve hayatını böylece yitiren milyonlara Dünyanın
her yerinde rastlamak kabildir.
Bu güçlü akım 1910- 1957 yılları arasında yalnız Birleşik Amerika’da 12
milyon insanın köyden şehre göç etmesine sebep olmuş bulunuyor.
İngiltere’de 1881 yılı ile 1951
yılları arasında köylerdeki insangücü, % 13’den, % 5’e ve 1955 de
ise °/o 4,5’a kadar düşmüştür. Bir anlama tarımsal üretimi etkilemesi gereken
köydeki insan gücünde azalış, Amerika Birleşik Devletlerinde ve İngiltere'de
koşulları değiştirememiştir. Tarımın makineleştirilmiş ve modernize edilmiş
bulunması üretgenliği (prodüktivite) artırmış olduğundan, bu iki ileri ülke,
artan nüfusun da yiyecek ihtiyacını daha mükemmel bir standarda göre karşılama
imkânına ulaşmış bulunuyorlar. Birleşik Amerika’da bir tarım işçisi kendisinden
başka 25 - 30 insanı doyurabilecek kadar besin maddesi üretebildiğinden köy
nüfusundaki azalış bu toplumu etkilememiştir. Fakat Türkiye’mizde ve bizim
koşullarımız altında bulunan diğer ülkelerde köyde çalışan üç insan, şehirde
yaşayan bir insanı bile doyuramadığından, bu insanların da köyü terk edip
büyük şehre göç etmeleri hayatî bir önem taşır.
Teknik bakımdan ileri ülkeler şu günlerde insanın toprakla ilişkisini
tamamen koparacak çalışmalar yapıyorlar. Buhar ve elektrik gücü ile köyde
yaşayanların büyük bir çoğunluğunu büyük şehirlere çekebilmiş olan insanoğlu,
atom enerjisini kullanmaya başladıktan sonra sentez yolu ile yiyecek maddeleri
hazırlamayı ve güneşten Dünyamıza akan enerjiyi sun’î araçlarla depo ederek, bitkileri
aradan çıkarmayı düşünmektedir. Bitkiler güneşten Dünyaya gelen enerji
ünitelerini karbonhidratlar, yağlar ve proteinlerin moleküllerini içine
hapsederek insana gıda maddeleri aracılığı ile aktarma etmektedirler.
Ayni şeyi yapabilen bir sistemin kurulması bitkileri ve hayvansal
yiyecekleri de lüzumsuz hale getirecek ve belki bir gün endüstri merkezlerinde
sentez yoluyla yiyecek yapan tesisler de kurulacaktır. Fakat insana şimdilik
bir Jule Verne hikâyesi gibi gelen bu ihtimaller üzerinde durmak istemiyoruz.
XX nci asrın sonuna yaklaşmakta olan insan henüz topraktan koparılamamıştır.
Feza yolculuğuna çıkan astronotlar bile beraberlerinde toprakta yetiştirilmiş
yiyecekler bulundurmakta ve bununla beslenmektedirler. Gökdelenlerin 53
üncü katındaki çocuklar her sabah bir ineğin memesinden sağılmış süt ile
karınlarını doyuruyorlar. Bu yiyecekleri üretmek ve büyük şehrin doymak
bilmez ağzına ulaştırmak için bugün bile milyonlarca insanın köylerde yaşaması
ve toprakla güreşmesi gerekiyor. Toprak insanların süt anası olarak durumunu
tarihten önceki çağda olduğu gibi muhafaza etmekte, topraktan gelmeyen
yiyecekler ve yiyeceklere renk, koku ve lezzeti artırmak için katılan kimyasal
maddelerle beslenenler cezalandırılmaktadır. Kanserogen (kanser yapıcı) etkileri
olduğu anlaşılan bu cins maddeler Dünyanın her yerinde kanunlarla
yasaklanmışlardır. İnsan yaşamak, çalışmak ve sağlığını korumak için gene
toprakta yetiştirilen bitkisel yiyeceklerle, hayvandan elde edilen besinlere
muhtaç bulunuyor. Tabiat ana bu noktada gayet kıskanç davranmakta ve onları
insafsızca cezalandırmaktadır. Bundan dolayı biz bu gerçeğe uygun olarak
hareket etmek ve ayaklarımızın altındaki toprakla ilişkilerimizi dikkate alarak
yeni bir düzen kurmak durumunda bulunuyoruz. Topraktan ve doğadan tüm olarak
kopamamış olan insanın şehirlerde toplanarak köyleri tamamen boşaltması nasıl
olsa mümkün olamayacak ve mevcut nizamı değiştirene kadar bir kısım insanın
şehirde yaşaması için bir kısım insanın da köyde bulunması gerekecektir. Tekniğin
geliştirilmesi ve tarımın mekanizasyonu İngiltere ve Birleşik Amerika’da olduğu
gibi üretimi etkilemeden köyde yaşayan nüfusun azaltılmasına yararlı bir ortam
hazırlamakta ise de ayni şeyleri geri kalmış ülkelerde ve örneğin Türkiye’de
hızla uygulamak toplumun geleceği bakımından çok tehlikeli ve yanlış bir
uygulama olabilir.
Köyden şehre akın, bir anlamı ile de tarım kesiminden endüstri kesimine
kayma demektir. Teknolojideki hızlı gelişmeler büyük şehirlerde yaşayan ve endüstriden
para kazanan kişileri zengin insanlar haline getirmiş bulunuyor. Köyde
yaşayanın bir yılda kazanamadığını şehirli bazen bir günde kazanabilmekte ve
bunu bir günde harcayıp başka bir kazancın peşine düşmektedir. Köydeki ise az
kazanıp az harcamaktan ibaret tutucu bir yaşantıyı sürdürme durumundadır. Buna
rağmen şehirde yaşayan kadar yorulur ve bazen daha çok yorulması gerekir.
Aslında bütün insanlar başka bir insana hizmet etmek için yaratılmışlardır.
Bu emek alışverişi adil olursa, bizim belirli bir düzen içinde yaşamamıza yardımcı
olur. Köyde yaşayanlar ağır hizmet koşulları içinde, şehirlinin yiyecek ve
ilkel madde ihtiyacını karşılarken, endüstri merkezlerinde yaşayanlar kendilerini
pek yormadan makineleri hizmete sokarak imal ettikleri bazı araç ve gereçlerle
köylüye ve şehirde yaşayan diğer kişilere hizmet etmekte ve fakat bu hizmetleri
karşılığı daha çok kazanç sağlamaktadırlar. Sonucun böyle oluşunda şehirlerin
yalnız bir endüstriel üretim merkezi olmakla kalmayıp, yetkileri elinde bulunduran
yönetici gurupların da barındıkları merkezler oluşunun etkisi büyüktür. Bu
merkezlerde yöneticiler ile üreticiler arasında kurulmuş olan ilişkiler ve
dostluklar ticarî operasyonlarla köylünün elindekinin ucuz alınmasına ve
köylüye satılanların da yüksek fiyatlarla satılmasına yardımcı olmaktadır. Paranın
şehirlerde birikmiş olması ile tesislerin şehirlerde oluşu, şehrin köy
üzerindeki hegemonyasını devam ettirmesi bakımından iş adamlarına yardımcı
olur. Üniversiteler, okullar, sanat ve ticaret merkezleri hep büyük
şehirlerde kümelenmiş ve endüstri ile yakın ilişkiler kurmuşlardır. Dostluklar
halinde gelişen bu ilişkiler daha sonra şehrin köy üzerindeki baskısını
artırmak için etkili bir araç olarak kullanılacaktır.
Sayıları gittikçe çoğalan büyük şehirlerin gittikçe kalabalıklaşan halkını
sayıları ve nüfusu hergün biraz daha azalan ve ekonomik gücü zayıflayan köy
üniteleri sırtından ilânihaye geçindirmek kabil değildir. Bunun bir limiti ve
bir sınırı olması gerekir. Çünkü büyük şehir bir taraftan endüstrisinin
mamullerini satmak ve bir taraftan da topraktan yetiştirilecek olan ürünlere
olan ihtiyacını karşılamak için köy ünitesini iki yönlü bir yüzey üzerinde
mütemadiyen istismar etmektedir. Alırken ve satarken daima zarara uğrayan köylü, zamanı gelince bu yaşama
düzenine tahammül edemez hale gelmekte ve biraz açıkgöz olanları köyü terk
ederek, büyük şehirlere ve hatta yabancı ülkelerin büyük şehirlerine kadar
kaçmaktadırlar.
Oradaki hayatı tanıdıktan sonra da bu insanı tekrar köye döndürmek artık
mümkün olmadığından tüketici gurup bir kişi fazlalaşmış ve üretici güç ise
belirli bir nisbete göre azalmış bulunuyor. İşte bütün mesele burada
düğümlenmekte ve şehir ile köy arasındaki dengeyi sağlayacak yeni bir düzenin
düşünülmesi bundan dolayı gerekmektedir. Bu akımın böylece devamı halinde çok
garip bir durumun ortaya çıkacağı aşikârdır.
Nüfusu 50 milyonu aşkın büyük şehirlerin kurulması ve bu şehirlerde iskân,
trafik, beslenme gibi meselelerin çözümlenmesi belki mümkün olabilir. İnsanlar
teknik olanaklarını harekete getirerek yer altında 20 katlı metrolar yapıp
trafik meselesini böyle çözümleyebilirler. 300 katlı binalarda yüzbinlerce
insanın barındırılması ve hergün işine ulaştırılması belki kabildir. Fakat
böylece üretilen endüstriel ürünlerin üstün kârlar sağlamak suretiyle satılabileceği
binlerce köy ünitesi düşünmek ve bu köylerin 50 milyon insanın yiyecek
ihtiyacını karşılayabilecek bir çalışma düzeni içinde bulunacağını farzetmek
gülünç olur. Bu noktada biraz durup, bu işin nereye varacağını ve bütün Dünyaya
sirayet etmiş olan şehirleşme eğilimini toplumun çıkarlarına uyarlı bir şekilde
nasıl önleyebileceğimizi düşünmemiz gerekiyor, işte AGRİNDUS anlayışı bu
ihtiyaçtan doğmuştur. Bir taraftan köy ile şehir bir taraftan tarım ile
endüstri arasındaki dengenin tesisi zarureti bizi şehir ile köy ve tarım ile
endüstri arasında statik bir birey üzerinde düşünmeye zorluyor. Bu bireyin
kurulması ve işletilmesi zora dayalı olmamalı ve insanlar bu ünite içinde
mutlu ayni zamanda yaradılışımıza uygun bir hayat sürebilmelidirler. işler
sıkışınca şehirlerde yaşayanları süngü ile apartmanlarından çıkarıp, köylerde
kurulacak kulübelere yerleştiremeyeceğimize, tırnakları ve saçları boyalı bir
sekreter hanımı köye gidip tarhana hazırlamaya zorlayamayacağımıza göre,
Türkiye'nin şu kritik devresi içinde bazı tedbirler alınabileceğini
düşünüyoruz. Bu kitap Haim Halperin’in AGRÎNDUS isimli kitabı esas alınarak ve Türkiye
gerçekleri düşünülmek suretiyle bu temel anlayış içinde kaleme alınmıştır.
(Şimdi yeni çıkan kanunlarla köyler şehrin mahalleleri oldular.)
Bütün Dünyada köy ile şehir arasındaki denge tehlikeli bir şekilde
sarsılırken, tarım kesimi ile endüstri ve hizmetler kesimi arasındaki denge de
sarsılmış bulunmaktadır. Teknolojide ilerlemiş olan Birleşik Amerika ve
İngiltere gibi ülkeler bu denge sarsıntısını, prodüktiviteyi etkileyen araç ve
gereçleri hizmete sokarak atlatabilmiş iseler de, Türkiye’mizin de dâhil bulunduğu
birçok geri kalmış ülke bu iki kesim arasındaki dengesizliğin zararlarım
görmüş bulunuyorlar. Bir tarım ülkesi olarak tanımlanan Türkiye’mizde insanların köyden büyük
şehirlere kaçmış olmaları artık ekmeğimizin, yağımızın, ilkokullardaki çocuklarımıza
verilen sütün, yabancıdan sağlanmasını gerektirmiştir. Büyük şehirlerde yaşayan
tüketici guruplar, köy üzerindeki baskılarını büsbütün artırdıklarından köyden
şehre ve hatta Türk köyünden batı Avrupa’nın endüstri merkezlerine korkunç bir
akın başlamış ve köyler boşalmıştır. Tarım kesiminden kaçıp, endüstri ve hizmetler
kesimlerinde yaşama olanağı arayan bu insanların büyük şehir çevresinde
gecekondularda yumaklandıklarını görüyoruz. Çünkü endüstri ve hizmet
kesimleri, tarımdan kaçanları absorbe edecek şekilde cihazlanmamış ve bunlara
iş sahası hazırlayamamıştır. Endüstrinin böylece gelişememesinde şüphesiz
köyden ibaret olan pazarın satın alma gücünün zayıf oluşu ile hergün biraz daha
zayıflamakta oluşunun da büyük bir yeri vardır.
İş böyle olunca Türk köyünün besleyemediği, büyük şehirler halkını
borçlanarak alınan yiyecek maddeleri ile beslemek ve satılacak bir şeyimiz
olmadığından ve endüstrimiz dış ülkelere satış yapamadığından insangücünü
satmak, yahut da dinlenmek için Türkiye’ye gelecek üç beş turistin bırakacağı
birkaç dolara bel bağlamak durumunda kalıyoruz.
Yabancı sermaye kendi köylüsüne satamadığı endüstriel ürünleri de Türk
köyünde pazara çıkardığından, köyün kaynakları bu suretle yabancı ülkelerin
hizmetine girmektedir. Türk tarımı ile yerli endüstrinin arasına girmiş olan
yabancı sermaye alım ve satış safhalarında sağlanan çıkarları iki ünitenin de
elinden alarak kendi kasasına aktardığı için Türk köyündeki bunalım artık
büyük şehirlerde de kendini göstermeye başlamış ve bu bir siyasî uyuşmazlık
yaratmış bulunuyor. Çıkar guruplarının siyasî örgütlere sızıp, çıkarlarını bu
yoldan devam ettirmeye çabalamalarının da gerçek sebebi budur. Bozulan dengenin
belirli bir gurubun çıkarını engellemeden ve yabancı sermayenin çıkarlarını da
korumak suretiyle denge haline getirilmesi gerçekten güç ve sun’î baskıları
gerektiren bir yönetim şeklidir. Bize kalırsa Türkiye’nin asıl meselesi de
budur.
XIX uncu asırda İngiltere ve Birleşik Amerika gibi ülkeleri etkileyen büyük
şehirlere akın cereyanı İkinci Dünya Savaşından sonra geri kalmış ülkeleri de
etkisi altına aldığı için, geri ülkeler bu hareketin daha önce başladığı
ekonomileri endüstri ile güçleşmiş ülkelerin iktisaden sömürdükleri bölgeler
haline gelmiş bulunuyorlar. Millî gelirin ve millî prodüktivitenin düşük olduğu
geri ülkelerde sömürülebilecek kaynaklar doğal kaynaklar ile bu ülkeler
insanının emeğinden ibaret kalmaktadır. Orta Doğu ülkelerinden birçoğu sahip
oldukları petrol kaynakları ile ileri ülkenin sömürme arzusuna cevap verirken,
Türkiye ve koşulları bize benzeyen ülkelerde, köyde yaşayanlar yabancıların
sömürücü davranışlarını tatmin edebilecek bir sömürme aracı olamamakta ve buna
konu teşkil ettiklerinde büsbütün zayıflamaktadırlar. Türkiye’de köy ünitesi
endüstri ile uzaktan veya yakından ilişkisi olmayan tam bir tarım ünitesidir. Bu
ünitenin yetiştirdiği mahdut sayıdaki tarım ürünlerinden pek mahdut bir kısmı
ihraç mevzuudur.
Tütün, pamuk, fındık, incir, üzüm, zeytinyağı, afyon gibi parmakla
sayılabilecek kadar az toprak ürünü büyük şehirlerde yaşayan iş örgütlerinin
aracılığı ile yabancı ülkeye aktarıldığı zaman kazancın önemli bir kısmı
şehirde tutulmuş ve pek sınırlı bir kısmı köye aktarılmış olur.
Buna karşılık yabancılar ve şehirde yaşayanlar tarafından köye sokulan ve
köyde satılan ihtiyaç maddelerinin çeşit ve miktarı hergün biraz daha
artmaktadır. Eskiden köyden şehire akan ve köy ünitesinin şehirden para
kazanmasına yardım eden yemeklik yağlar, bugün margarin halinde endüstri
merkezlerinden köye akmaktadır. Aslında ilkel maddesi, tesisleri ve sermayenin
önemli bir kısmı yabancıya ait olan bu çeşit yağlar karşılığı köylünün ödediği
para şehirde de kalmamakta ve bunun bir kısmı da yabancı ülkelere transfer
edilmekte, bir daha köye dönmemektedir. Artık bir ihtiyaç haline gelmiş
olan transistörlü radyolar, lâstik ayakkabılar, ilâç, yabancı gazozlar, plastik
eşya ve bütün tüketim maddeleri ile şehirli ve yabancı ortakları köyün
gelirine el koymuştur. Buna karşılık köylünün şehirliye ve yabancıya
satabileceği tarımsal ürünlerin miktar ve kaliteleri köyün ihtiyaçlarını
karşılama bakımından yeterli kabul edilemeyecek bir seviyeye düşmüş bulunuyor.
Şu halde Türkiye’deki tarım endüstri dengesi başta yabancı sermaye olmak üzere
şehirlinin bencil davranışları ile ve hızlı bir tempo ile bozulmuş, tashihi
hayli güç bir ortama girmiştir. Şehirden köye satılan endüstri ürünleri,
köydeki tarımsal üretimi artıracak ve bu suretle köyden şehre satılan
ürünlerin miktar ve kalitesini köy lehine düzenleyerek kazancı artıracak
maddeler olsaydı denge bu kadar ciddî bir şekilde bozulmayacaktı. Kurtuluş
savaşını izleyen ilk yıllarda ekonomimiz çok fakir ve güçsüz olmasına rağmen
tarım endüstri dengesi başarı ile korunmuştur. Yabancı müdahalenin bu dereceye
varmamış olması dolayısıyla köyle şehir arasındaki ilişkiler belirli
kalıpların dışına taşamamıştı. Köylü pazara yağ, yoğurt, yumurta ve
ürettiği toprak ürünlerini getirir, bunlar karşılığı edindiği para ile de
kasabadaki ilkel endüstrinin kendisi için hazırladığı temel ihtiyaç
maddelerini satın alırdı. O tarihlerde endüstrinin bugünkü gibi güç
kazanmamış olması ve bilhassa yabancı müdahalenin mevcut olmayışı paranın
çoğunlukla köyde birikmesine ve köy halkının ilkel bir hayat yaşamalarına
karşılık satın alma gücünün üstün kalmasına sebep oluyordu.
Daha sonra Cumhuriyet hükümetlerinin kurduğu millî endüstri incelenecek
olursa bunların çoğunlukla köy halkının vazgeçilmez temel ihtiyaçlarını
karşılamaya yöneldiği ve ilkel maddelerin çoğunu da köyden satın aldığı
görülecektir Sümerbank’ın kurduğu tekstil endüstrisi pamuk ile yapağısını köyden
almış ve ona kumaş satmıştır. Ayni kuruluş ayakkabı ve deri eşya yapımında
kullandığı deriyi gene köylüden almaktaydı. Şeker endüstrisi köylüden pancar
almış ve köylüye şeker satmıştır. Üç örnekle anlatılmaya çalışılan köy ve
endüstri ilişkileri şehrin köyü kıyasıya sömürmesine elverişli değildir.
Bugün ise şehir köyden fazla birşey almamakta ve köye pek çok şey
satmaktadır. İşin fenası köye satılan ihtiyaç maddelerinin büyük bir çoğunluğu
da yabandan gelmekte ve köyden çıkan paranın gerçekten önemli bir kısmı bir
daha geri gelmemek üzere köyü terk etmektedir. Lâstik, plastik, margarin,
gazoz, radyo ve köye mal olmaya başlayan birçok rahat yaşama aracı bu oluşuma
örnek olarak gösterilebilirler. Artık köye de girmiş olan naylon giyim
eşyalarının çoğunlukla yabandan geldiğini ve bunu imal etmek için köylüden
birşey alınmadığını biliyoruz. Soya yağını margarin halinde köylüye satıp
yedirenler, onun elindeki zeytinyağlarını satın almamakta ve başka ülkelere
ihracını da kısıtlamaktadırlar. Bu şartlar altında köylü, köyden şehire göç
etmekten başka çare bulamamakta ve şehire geldiği zaman da işsizlik yakasına
yapışmaktadır. Şehirde bir gecekondu kurup geçinme imkânları
hazırlayamayanların yapacakları tek iş bir çaresini bulup Türkiye’den çıkmak ve
kendini sömüren yabancı endüstrinin hizmetine girmek oluyor. Halbuki tarım
endüstri dengesini tesis suretiyle köylüyü köyünde mutlu kılmak ve onu yaşadığı
toprağa bağlamak pek mümkündür. Bu düşünüş tarzının iyi örneklerini vermiş
olan toplumları incelemek suretiyle fikri tesbite çalışalım. .
Çeşitli Dünya ülkelerinde tarımsal gelirin endüstriye intikal eden
miktarlarını aşağıdaki tablo bize açık bir şekilde göstermektedir.
Görüldüğü gibi İngiliz endüstrisi üretimini tarım kesiminin ihtiyaçlarına
yönetmiş ve bu kesimde üretimi etkileyecek araç ve gereç imalini ön plâna almış
olduğu için tarımdan dolayısıyla köyden endüstriye intihal eden gelir tüm tarım
gelirinin yarısına kadar yükselmiş bulunuyor. Bu sayede şehirler kendilerini
besleyecek olan köy ünitelerini kuvvetlendirmiş ve onları güçlü alıcılar
haline getirmiş bulunuyorlar. Buna karşılık millî endüstrisi tarım
kesiminin dolayısıyla köyün ihtiyaçlarına yönelmemiş bulunan Yugoslavya,
İspanya ve Yunanistan'da endüstri köye çok az şey satabilmekte ve üretgenlik
bundan dolayı artırılmadığından köy üniteleri fakir pazarlar halinde
kalmaktadırlar. Bu takdirde köy kendi endüstrisinin sağlayamadığı traktör
ve eker biçer gibi diğer tarım âletleri ile ihtiyaçlarını yabancı endüstrilerden
sağlama yoluna gitmeye ve günden güne fakirleşmeye mahkûmdur. Türkiye’deki
endüstrinin durumu da aynen İspanya, Yugoslavya ve Yunanistan’daki gibidir.
Köylünün eline geçen paranın büyük bir kısmı endüstriye yatırıldığı halde, bu
endüstri tam manasıyla millî olmadığından paranın önemli bir kısmı dışarı
kaçar. Tarımsal üretimi etkileyecek olan taşıtlar, traktör, ziraat ilâçları ve
köylünün şahsî ihtiyaçları için ödenen para ise çoğunlukla dışarı gitmektedir.
Dengesizliği besleyen ve artıran bu durumu millî endüstrimizi yurt gerçeklerine
ve köy ihtiyaçlarına yönetmekle tashih edebiliriz. Fakat bu husus bugüne kadar
düşünülmemiş ve endüstri nerede fazla kazanç varsa o kesime akmıştır. Şehirde
yaşayanların köyden şehire gelen parayı ölü yatırımlar halinde lüks konutlar
yapımı için harcamış olmaları yanında ekserisi ithal konusu olan konfor
vasıtalarına yatırmış olmaları, köyün parasının dışarıya kaçmasına ve köylünün
her gün biraz daha fakirleşmesine sebep olmuştur.
Şehirde yaşayanlar kendi aralarında yürüttükleri alış veriş, banka ve faiz
gelirleri, komisyonlar ile mutluluklarını sürdürmeye çalışmışlar, bu durum
onları bir süre sonra yabancı sermayenin oyuncağı haline getirmiştir.
Köyden şehire akının yapıcı sebebi köyün fakirliğidir. Hizmet kesiminde
görev almış kalabalık bir memur kitlesi ile diğer hizmetleri yürütenler
aldıkları ücret ile optimal şartları sağlayamadıkları halde şehri terketmek ve
köye giderek üretim işlerinde görev almak istememektedirler. Böyle bir ortamda
yabancı şirketler şehirli aracılığı ile Türk köyünü sömürmeye devam
etmektedirler. Bu sömürme devam ettiği sürece köyden şehire akın
durdurulamayacak ve bir süre sonra da şehirde yaşamak bir cehennem azabı haline
gelecektir. Yiyecek maddeleri ile köyün sağladığı ihtiyaç maddelerinin
alabildiğine pahalılaşması ve buna rağmen köylünün eline yeterli miktarda para
geçmeyişi, köyün üretim takatinin düşük ve şehirlerde karargâh kurmuş olan
aracı gurupların astronomik çıkarlar sağlamakta oluşları ile izah edilebilir.
Türkiye bugünkü hali ile bu akımı durduracak bir tedbir almış değildir.
Filhakika bu konuda bilgi sahibi olan ileri ülkelerde de köyden şehire akın
eğilimini durdurmak kolay olmamıştır. Birleşmiş Milletlerin bir ihtisas organı
olan Milletlerarası Çalışma Ofisi (ILO) durumu şöyle özetliyor:
…………..Tarım kesiminin dışındaki kesimlere
kayma bütün Dünyada dikkati çeken bir eğilim haline gelmiş bulunuyor. Emek
artık toprağı terk etmektedir. Bütün ülkelerde üretimde kullanılan tüm insan
gücü içinde, tarıma tahsis edilen miktarın her yıl biraz daha azaldığına şahit
oluyoruz. Fransa’da bir aşıra yaklaşık bir süreden beri tarım kesimindeki insan
gücünde azalma müşahede edilmektedir.
Avustralya’da bu cereyan 1930 da başlamış ve Kanada, Danimarka, Almanya,
Norveç’e de sirayet etmiştir. Bilhassa son yirmi yıl içinde azalma hayli hızlı
olmuştur.
Tarım kesimini terk edip diğer kesimlerde görev almış olan kişilere neden
dolayı tarımı terk ettikleri sorulduğunda değişik cevaplar alınmaktadır. Gerçek
sebebi öğrenmek için çeşitli ülkelerde araştırmalar yapılmıştır. Genel olarak
tarımı terekedenler daha fazla ücret sağlamaktadırlar. Bunlar iliştikleri yeni
kesimde daha az çalışarak, daha çok kazanma, daha rahat bir hayat sürme,
eğitim, nakil vasıtalarından faydalanma olanağına kavuşuyorlar. Daha küçük bir
evde daha mutlu ve daha emniyetli bir hayat sürüyorlar.
(ILO, Why Labour Leaves the Land, Geneva, 1960)
İfadelere dayanılarak yapılan araştırmalar bilimsel yoldan
değerlendirilince tarım kesimi dışında sağlanan izafi gelirin yüksek ve iş
bulma imkânlarının açık olması iki yapıcı sebep olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
iki ciddi sebep gelecek yıllarda da etkisini devam ettirecek olursa köy
ünitesinin tamamen silinmesinden korkulmaktadır. Gerçekten ileri endüstri
ülkelerinde her gün biraz daha gelişen endüstri merkezlerinin hudutları
birbirine karışmaya ve köyler kaybolmaya başlamıştır. Geri kalmış ülke köyünü,
pazar edinen bu güçlü endüstrilerin kendi köy ünitelerini yok etmeyi göze almış
olmaları şüphesiz yanlış bir davranıştır. Çünkü bugün mamullerini geri kalmış
ülkelere pahalı fiyatlarla satıp, onların tarımsal ürünlerini yok bahasına
alabilen bu güçlü ekonomiler, geri ülkelerin uyanıp millî endüstrilerini kurmaları
halinde pazar olanağından mahrum kalabilirler. Bu takdirde üretim artığı
haline gelecek olan endüstri ürünleri için satış imkânı bulmak ve kendi
halklarını doyuracak miktarda yiyecek maddesi satın almak gerçekten güç
olacaktır.
Yakın bir gelecekte endüstri yiyecek maddelerini de sentez yoluyla imal
edip insanın toprakla ilişkisini tamamen kesemeyeceğine göre, ileri ülkeler
arasındaki endüstri rekabetinin onları meçhul bir istikamete götürdüğünü daha
şimdiden söyleyebiliriz. Açlığın tehdidi altına girmiş olan Dünyada yiyecek
maddeleri her gün biraz daha önem kazanmakta ve başta Amerika olmak üzere
bütün endüstri ülkelerinin geri kalmış ülkeleri endüstrileşmekten vazgeçerek
tarıma önem verme bakımından teşvik etmeleri tehlikenin sezildiğini
göstermektedir.
Bu suretle önce kazanç hırsı ile işe girişen endüstri ülkelerinin bozduğu
Dünya çapındaki tarım endüstri dengesi yeniden tesis edilmeye çalışılmaktadır.
Fakat Hindistan’da başlayan açlık, üretim olanağından mahrum ve tembelliğe
alışmış milyonların tutumu bunun kolay bir iş olmayacağım gösteriyor. Artık
insanlar rahat bir ömür sürmek ve büyük şehirlerde yorulmadan yaşamak
istemektedirler. Bunları tekrar köylere göndererek karasapanın başına geçirmek
ve üretime zorlamak kolay bir iş değildir. Büyük şehrin bunalmış genç
kuşakları, yaşama olanakları daraldığında «Asî gençler» olarak ortaya çıkmakta
ve yeni bir problem teşkil etmektedirler. Ahlâkın bozulması, kumar ve fuhuşun
gelişmesi, uyuşturucu madde iptilâsı, insanları köyden şehre çektikten sonra
onları olanaksız olarak kendi haline terk etmenin acı sonuçları halindedir,
işler böyle bir noktaya gelince genel olarak bir savaş beklenir. Fakat politikacıların
gayretleri ile savaşlar da önlenmiş olduğu için bunalım her geçen gün
etkilerini biraz daha artırıyor. Köyler bomboş ve şehirler ise lüzumundan
fazla kalabalık, bu iki ünite arasındaki denge tarihte görülmemiş bir kalıba
göre bozulmuş bulunuyor.
Dengeyi kurabilmek için şehirle köy arasında ve hem tarımsal hem de
endüstriel karakter gösteren yeni bir ünitenin yaratılması gerekmektedir. Bu
ünite hem tarım ve hem de endüstri karakterini taşıyacak, köy ile şehir
arasında bir köprü vazifesi görecektir. Bu küçük ünite içinde tarım endüstri
dengesini kurmak ve iki kesim arasındaki gelir dağılışını tanzim çok daha
kolay ve iyi plânlandığı takdirde sonuçlan bakımından da uyarlı bir uygulama
olur.
Çağımızda toplumları
tehdidi altına almış olan ters gelişmeler, ekonomik yönleri kuvvetli olan
endüstrileşmiş toplumların, geri kalmış tarımsal topluluklar üzerine
yapageldikleri baskının artmış olmasından ibaret değildir. Şehirleşmeye paralel
olarak kalabalık merkezlerde ahlâk ve insanlar arasındaki ilişki de bozulmakta
mutsuzluğu artıran önemli bir etken haline gelmektedir. Halperin büyük şehrin
moral çöküntüsünü elle tutulur gözle görülür bir örnekle tanımlama bakımından
bize yardım için köyde ve şehirde yapılmakta olan ölüm merasimlerini örnek
alıyor. Gerçekten Ankara ve İstanbul ile İzmir gibi kalabalık şehirlerde
insanlar en yakın arkadaşlarının bile ölüm haberlerini gazetelerden okumakta
ve bazen işi olduğu için yıllarca dostluk ettiği bir arkadaşına son görevini
de yapamamaktadır. Ankara’da yaşayanlar «Hacı Bayram» camiinde yapılan
cenaze merasimlerinde büyük bir çoğunluğun ölüyü Anafartalar caddesine kadar
takip ettikten sonra ortadan kaybolduklarını ve işlerinin başına döndüklerini
bilirler.
Cenaze merasimlerinin tenha veya kalabalık oluşu, ölü ile yaşayanlar
arasındaki sevgi ve bağlantıdan çok, ölünün geride kalan aile fertlerinin malî
ve politik nüfuzu ile alâkalıdır.
Ünlü kişilerin yaşlı anaları öldüğü zaman camilerin kapısı kum gibi insanla
dolduğu halde, bazen topluma büyük hizmetler yapmış olan kişiler mezara kadar
üç dört arkadaşı tarafından götürülürler.
Köyde olaylar böyle cereyan etmez. Köy ünitesi içinde doğum, düğün ve ölüm
olayları ayrı ölçülere göre değerlendirilirler. Çünkü bu toplum içinde herkes
birbirini yakından tanımakta ve beşerî ilişkiler normal kalıplara göre
gelişmektedir. Fahişeler, uyuşturucu madde kullananlar, kaçakçılar ve kanun
dışı geçim yollarını deneyenler köyde kolay tanımlanır. Çünkü köy ünitesi
herkesin mutfağında ne pişirildiğini ve her saçağın altında neler olduğunu
bilmekte ve izlemektedir. Şehirlerde ise bir semtte namuslu vatandaş rolü
oynayan insanların, başka bir semtte ve kamuoyunun gözünden gizlenmiş bir
noktada en büyük alçaklıklara alet olduğu çok görülmektedir. Şehirlerde
kamuoyunun kontrolü, polis tarafından yürütülür. Fakat toplumu moral
değerlerle yönetmek, polis gücü ile yönetmekten çok daha kolay ve çok daha
olumlu bir yönetim şeklidir. Şehirlerde komşuluk ve karşılıklı yardımlaşma
materyalist ölçüler içinde yok olmuştur. Bazen aynı apartmanda karşılıklı
dairelerde oturanlar yıllarca tanışmaz ve konuşmazlar. Buna karşılık
dairelerin birinde, dul bir kadınla üç yetim, babaları için döğünürken karşı
daireden çılgınlıkların yapıldığı sarhoş partilerinin düzenlendiği çok
görülmüştür. Eğitim, şehirde daha başarısızdır. İnsanın insana dost
olmadığı inancı ilköğretimini şehirde yapmış kişilerde daha kolay
yerleşmektedir.
Köyde yetişenler ise daha önce izah edildiği gibi «İnsanın insana dost
olduğuna» inanırlar. Çağımızda milletlerarası ilişkileri insancıl bir
düzeyde tutup sulhun korunması için köyde yetişmiş iyi niyetli kişilere,
çıkarından başka hiç bir değer ölçüsü tanımayan şehirli aydınlardan daha çok
ihtiyaç vardır.
Şehirli aile ile köyde yaşayan aile arasında da önemli sosyal farkların
belirdiğini görüyoruz. Köylü aile genel olarak şehirli aileden daha
kalabalıktır. Bu aile içinde kişilerin belirli bir veri vardır. Yemek topluca
yenir. Yemeğe başlarken ve bitirilirken Tanrıya şükretmek, köyün unutmadığı bir
gelenektir. Şehirde yaşayanlar ise dar yaşama olanağına uymak için ekseriya
çocuk yapmaktan sakınır ve az kalabalık aileler olarak kalırlar. Bu ailenin
bütün fertleri değişik süre içinde işleri başında bulundukları için birlikte
yemeğe oturulması bile mümkün olmaz. Gece hayatı anne ve baba ile çocuk
arasındaki ilişkileri zayıflatır. Çocuklar bu kalabalık içinde ekseriya yalnız
büyürler.
Kedi ve köpek gibi evcil hayvanlarla oynayarak ve doğanın harika gücünü
izleyerek gelişmesi gereken çocuk, mekanik oyuncaklarla oynayarak
yetiştiğinden sert tabiatlı ve kuru bir insan olarak gelişir.
Misafirperverlik ve muhtaç olana yardım işleri şehirde zayıflamıştır. Bu
hizmetler bu yoldan politik güç kazanıp, nüfuz sahibi olmak isteyen gayri
samimi kişiler tarafından ve dernekler aracılığı ile yürütülür. Bir tek
misafirin bile şehirli aileyi ziyaret etmesi, ailede sinirlilik ve gerginlik
yaratır. Bu insanlar dinî bayramlarda, tebriklere gitmemek ve gelen misafirleri
kabul etmek külfetinden uzak kalmak için şehirlerden kaçarlar. Köylerde dinî
ve millî bayramlar daha gösterişsiz ve fakat daha anlamlı kalıplara göre
kutlanır. Köyde yetişen bir çocuk, babası, anası gibi köyün bütün yaşlılarına
saygı ve bütün yaşlılar da çocuklara karşı sevgi beslerler. Şehirde ise bu
saygıyı tesis etmek ve çocukların çevresinde çok muhtaç oldukları sevgi çemberini
hazırlamak güç bir iştir.
Büyük şehirde Üniversiteye giden bir genç kızın babası yaşında bir erkek
tarafından otobüste çimdiklendiği ve gençlerden ibaret bir grubun bir yaşlı ile
alay ettiği çok görülmüştür. Netice itibariyle kalabalık endüstri
merkezlerinde toplu yaşamanın gerektirdiği moral nitelikler zayıflamakta, bunun
yerine çıkar esasına dayalı gayri İnsanî bir davranış güç kazanmaktadır. Bu
gelişme insanlığın sonu ve sulhun muhafazası için tehlikeli bir gelişmedir. Her
toplumun kendi inançları, politik anlayışı, örf ve âdetlerine uyarlı bir
şekilde mutlu bir hayat yaşayabilmesi için, ekonomik koşullar kadar, moral ortamının
da elverişli olması zarurî olduğundan toplumlar inanç ve eğilimlerine uyarlı
bir noktada birleşmek ve materyalist değer ölçüleri kadar moral ölçüleri de
yaşantılarına mal etmek durumunda bulunuyorlar. Bunu yapmayan ve köyü
alabildiğine ihmal ederek, kalabalık şehirlerde daha çok kazanma hırsı ile
yumaklanan toplumlar, moral çöküntü içinde atalarının canları ve kanları
bahasına döğüşerek onlara verdikleri toprakları satmak, yabancı çıkar gurupları
ile birleşerek toplum zararına ortaklıklar kurmak, rahat yaşama bahasına namus
ve şerefini pazara çıkarmak gibi yanlış davranışlara girebilirler. Bu gibi
insanların çoğunluğa geçmesi, maddî kaynakları ele geçirerek ve köyün manevî
değer ölçülerini de bir istismar aracı olarak kullanarak onları kandırmaları o
toplumun göçmesine ve dağılmasına sebep olabilir. Sırası gelince savaşabilmek
ve gelecek kuşakların mutluluğu için canına kadar her şeyini verebilmek için
insanların moral değerlere sosyal adalet duygusuna saygılı olmaları gerekiyor.
Büyük şehir bütün bu duyguları zayıflatmaktadır.
Görüldüğü gibi endüstri devrimi büyük şehirlerin nüfusu ile sayısının hızla
artmasına sebep olurken bir taraftan da ekonomik ve moral düzeni menfi yolda
etkilemiştir. Toplumlar bu menfi gelişmeleri yenmek, tarım kesimi ile endüstri
kesimi arasındaki dengesizliği gidererek hem tarım ve hem de endüstri için
mutlu bir gelecek hazırlamak için tedbirler almak zorundadırlar. Şehirleşmenin
sebep olduğu moral çöküntüler ile halk sağlığı üzerindeki yıkıntıları tamir
için bilim adamları her zamankinden daha çok gayret sarf ediyorlar. Güçlü
endüstri toplumları köyü kaybetmenin telâşı içindedirler Beri taraftan fakir ve
geri tarımsal topluluklar, yeni sömürgeciliğin pazarı ve uygulama alanı
olmaktan bezmiş görünüyorlar.
Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde başlamış ve güç kazanmış olan
uyanış, bu toplumların süresiz olarak sömürülmelerinin mümkün olamayacağını
gösteriyor. Böyle bir gelişme mümkün olduğu zaman geri toplumlar, ileri toplumların
endüstri ürünlerine boykot ederek pazar olmaktan çıkacak, ileri toplumlar güç
koşullar içinde ölesiye çalışarak onlara yiyecek sağlayan geri ülkelerin geri
toplumlarını eski kalıplara göre sömüremeyeceklerdir. Bu durumda köy
seviyesinde tarım endüstri dengesini kurabilmiş ve bu iki kesim arasında gelir
dağılışını düzene sokmuş toplumlar, mutsuz gelişmelerin en az etkileyebileceği
sosyal üniteler olarak ayakta kalacaklar, güçlü endüstri toplumları ile yalnız
tarıma dayalı bir ekonomi ile yönetilen topluluklar ciddî güçlüklerle
karşılaşacaklardır.
Kaynak:
Prof. Dr. Osman N. KOÇTÜRK, Türkiye’nin
Kalkınmasında: Tarım Ve Sanayi- Yeni Bir Düzen : AGRİNDUS (Endüstri’nin Tarım
Kesimi içinde Entegrasyonu), Ekim 1967 İstanbul
[1]
AGRINDUS
sistemi her gün biraz daha ciddiyet kazanmakta olan ekonomik dengesizlik ve
moral yıkıntılara karşı kurulmuş, halktan yana bir yönetim düzenidir. İngilizce
Tarım anlamına gelen AGRICULTURE ve Sanayi anlamına gelen INDUSTRY sözcüklerinin
ilk bölümleri alınarak birleştirilecek olursa klasik sözlüklerde bulunması
mümkün olmayan yeni bir sözcük ortaya çıkar. İsrail Hebrew Üniversitesi
Ziraî Ekonomi Profesörü Haim Halper’in tarafından fikirlerini izah
edebilmek için kullanılan bu kelime Türkçe’de ve başka dillerde de karşılık
bulabilmektedir. Örneğin biz de TARIM ve SANAYİ sözcüklerini
birleştirerek TARSAN anlamı içinde AGRİNDUS ünitelerine yönelebiliriz.
AGRİNDUS felsefesi çağımızın ihtiyaçlarından doğmuş ve birinci bölümde kısaca
açıklamaya çalıştığımız sorunların köy seviyesinde çözümlenmesini hedef
tutmuştur. Öyle tahmin ediyoruz ki Türkiye’nin gelecekteki çalışmalarının demokratik
düzen ve karma ekonomi sistemi içinde gerçeklere uyarlı bir yönetim felsefesine
göre AGRİNDUS düzeyine oturtulması gerekmektedir. Son derece bozulmuş ve
ülkemizin geleceği bakımından tehlike haline gelmeye başlamış olan, ekonomik
sarsıntılar ile tarım ve endüstri kesimleri arasındaki dengesizliği, moral
çöküntüyü önleme bakımından Agrindus sisteminden daha uyarlı bir düzen
tanımıyoruz. İsrail’de geniş ve olumlu bir uygulama alanı bulmuş olan Agrindus
sisteminin sosyalist, kapitalist ve karma ekonomi düzenine göre yönetilen
çeşitli toplumlarda başarı ile uygulanabilir bir karakter taşımaktadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar