TÜRKİ DİLLER: HİNDUSTANİ’NİN GELİŞİMİNE KATKILARI
K. GAJENDRA SİNGH
K Gajendra Singh,
1992-1996 yılları arasında Hindistan’ın Türkiye ve Azerbaycan nezdinde
büyükelçiliğini yapmıştır. Bundan önce ise, 1990-91 Körfez savaşı sırasında
Ürdün nezdinde, ardından Romanya ve Senegal nezdinde büyükelçilik yapmıştır.
Kendisi, hâlihazırda, Hint Türk Araştırmaları Vakfı’nın başkanlığını
yürütmektedir.
18.yüzyıl sonundan 20.yüzyılın ilk
yarısına dek, Hindustan halkları ile Orta Asya halkları arasında sürekli bir
etkileşim ve alışveriş oldu. Hindistan’ın bağımsızlığının ardından, eski
Sovyetler Birliği’ndeki Türki halklarla kültürel ve diğer temasların
sürdürülmesi mümkün oldu. Şimdiyse, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben,
Orta Asya’daki ülkeler bağımsız oldular ve dolayısıyla çok daha fazla temas ve
kültürel-yazınsal etkileşim mümkün olabilir. Yeni dönem, sadece, Hindustan
halkları ile Türki Cumhuriyetlerinin halkları arasındaki eski tarihsel ve
kültürel ilişkileri keşfetmek için bir fırsat sunmakla kalmıyor; aynı zamanda
bu ilişkiler üzerinden daha büyük şeyler inşa etmenin de yolunu açıyor.
“Hindoostanee”
şeklinde yazılan Hindustani Ingiliz J. B. Gilchrist (1759-1841) tarafından
ortaya atılmıştır. Kendisi, Kalküta’daki Fort Hıristiyan Koleji ’nin ilk
başkanıdır ve Hindistan’da bulunan İngiliz kamu görevlilerini eğitti
Hindustan” terimi, Pakistan’ı içine katmak
için bilinçli olarak kullanıldı. 1947 yılında ikiye bölünmeden önce Alt-Kıta bu
şekilde tanınıyordu. Bu çalışma, kitleler tarafından konuşulan dillere, bu
dillerin doğal varyasyonlarına odaklanmaktadır. İki büyük dili Hindi ve Urdu
dilini ele alacağız. Bunlar Hindustan’da yaygın bir şekilde konuşuluyorlar (her
ne kadar Urdu dilinin Hindi dilinden doğduğu ve Hindi dilinin sadece Devanagari
alfabesinde yazılan Urduca olduğunu iddia etse de). Ancak, hem Urdu hem de
Gindi dilinin Hindustan’da aynı günlük konuşma dilinden türediği ve dağıldığı
güne kadar Hindustan’ın geçerli dili olduğu da bir gerçek. Tanınmış akademisyen
ve samimi tarihçi Khushwant Singh’in söylediği gibi, o dönemden beri Hintliler
Hindi dilini daha çok Sanskritleştirdiler; Pakistanlılar da Urdu dilini daha
çok Farslaştırdılar. Bunun sonucunda da, sokaktaki bir insanın hem Hindi dilini
hem de Urdu dilini aynı anda anlaması (özellikle de TV ve radyo yayınlarında)
zorlaştı.
Bununla birlikte, iktidardaki yeni elit
kesimin resmi dilin genel görünümünü (dili değil) değiştirmek için aldıkları
siyasi güdümlü ve düzeltici tedbirlere rağmen (Hindistan ve Pakistan’da olduğu
gibi), Hindustan’da sokaktaki insanın konuştuğu ortak dil (özellikle de okuma
yazma bilmeyen veya yarı bilenlerin), 1947’den beri çok fazla değişmedi. Bunun
en iyi kanıtı ise, Bombay’da (Hindistan) çekilen Hindustabi filmlerinde
kullanılan dildir. Söz konusu dil, Hindistan’ın büyük kısmında kitlelerin
konuştuğu dildir ve Pakistan’da da eşit derecede popüler olmaya devam
etmektedir. Film dili Sanskritleştirildiği zamanlarda filmler çok popüler olma
özelliklerini yitirmektedirler. Aynı şekilde, “Razia” (Delhi’deki Türk bir
kraliçe) hakkındaki bir filmde çok fazla Farslaştırılmış Urdu dili
kullanıldığında, popülerlik noksanlığı, kitlelerin bunu anlamada yaşadığı
zorluklara atfedilebilir. Hindustani, devasa kelime dağarcığı, şekli ve edebi
çeşitliliği ile yazara, kendini ifade etmede tüm zenginlik, zarafet ve
farklılıkları sağlar. Britannica ansiklopedisinin 1990 yılı baskısına göre, 35
milyondan fazla Hintli, Urdu dilini kendi anadilleri olarak beyan ederken,
Pakistan’da bu sayı beşte birinden azdır: (güncellenmemiş verilere göre) 6,7
milyon. Hindustani’nin farklı şekilleri, Hint nüfusunun %70’inden fazlası
tarafından konuşulmakta veya anlaşılmaktadır. Bombay filmleri, Hindustani
dilinin Hindi/Urdu dili konuşulmayan Güney Hindistan ve Kuzeydoğu’da
yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
“Hindoostanee” şeklinde yazılan Hindustani
kelimesi, İngiliz Bay J. B. Gilchrist (1759-1841) tarafından ortaya atılmıştır.
Kendisi, Kalküta’daki Fort Hıristiyan Koleji’nin ilk başkanıdır ve Hindistan’da
hizmette bulunan İngiliz kamu görevlilerini eğitmiştir. Bay Gilchrist, aynı
zamanda, Hindustani sözlüğü ve gramerini de yazmıştır. Daha önceleri
belirtildiği gibi, Hindustani iki yazınsal dilden (Devanagari alfabesinde
yazılan ve Sanskrit alfabesinden edebi özellikler ve kelimeler ödünç almış olan
Hindi dili ve Farsça’dan kelimeler almış olan ve değiştirilmiş Arap harfleriyle
yazılan Urdu dili) doğmuştur. Hindistani, Hindi veya Urdu dillerinden çok daha
eskidir ve birçok kez, ırk veya dinden ziyade bölgeyi tanımlamak için
kullanılmıştır. Müslümanların ve diğer kesimlerin Hindistan’a gelmelerinden
önce, Hindustan’da konuşulan diller, farklı Bhashalar veya Bahkalar olarak
bilinirdi. Hindustani, kendi arasında bağlantılı diyalektlerden türemiştir.
Bu diyalekt ve dillerin bazıları; Hindi,
Khariboli, Brij Bhasha, Awadhi, Bagheli, Chhatisgari, Bundeli, Kanauji,
Bhojpuri, Maithili, Gujari, Rajsthani ve güneyde konuşulduğunda Deccani olarak
bilinen dillerdir. Bu dillerin bazılarının iddia ettiği gibi Hindi dilinin
diyalektleri olduğu hiçbir şekilde doğru değildir. Brij Bhasha, 15 ila
17.yüzyıllar arasında önemli bir edebi araçtı. Hem Brij Bhasha hem de diğer
birçok diyalekt, Khariboli ile kıyaslandığında genetik olarak farklı bir
Prakritik kökene sahiptir. Hindi literatürüne dair tüm erken dönem eserler,
Khariboli’den farklı diyalektlerde yazılmış ve 17.yüzyıl sonu itibariyle
standart ve popüler bir hal almıştır. Sadece 19.yüzyılda edebiyat dili haline
gelmiştir. Brij Bhasha, 19.yüzyıl sonuna kadar şiir aracı olmaya devam etmiştir.
Dolayısıyla, net bir şekilde söylemek gerekirse, modem Hindi edebiyatının dili,
daha erken dönemde konuşulandan farklıdır. Aynı şey, hâlihazırdaki yazım
biçimini 19.yüzyılda kazanmış olan Urdu dili hakkında da söylenebilir (her ne
kadar Urdu şiiri, çok daha önce ortaya çıkmış olsa da). Hindustani’nin erken
dönem yazarlarından biri, Amir Khusarao’dur (1253-1325). Kendisi, Türk kökenli
olup, Farsça ve Arapça bilen önemli bir akademisyendir. Farsça, Arapça ve Hindi
dilinde yazdığı dizeler, Farsça ve Arapça kelimelerin yaygınlaşmasını ve
Hindustani’nin gelişmesini sağlamıştır. Son dönemlerde, Premchand gibi
yazarları hem Urdu sözcüler hem de Hindi önderler sahiplenmeye başladılar. Tek
fark; aynı yazarın bazen değiştirilmiş Arapça (Farsça) alfabeyle, bazen de
Devanagari alfabesiyle yazmasıdır. Bu makalede, Hindustani kelimesini, Hindi,
Urdu ve Khariboli, Hindi gibi diğer şekilleri içerecek şekilde kullanacağız.
Genel algı; Hindustani ve erken dönem
biçimlerinin, M.S. 11.yüzyılda Müslüman işgalciler, yöneticiler, tacirler, din
adamları ve kuzeybatıdan gelip Hindistan’a yerleşen diğer kesimler ile yerel
Hint halkı arasındaki etkileşimden doğduğu yönündedir. Farsça, o dönemde
sofistike Müslüman yönetici elit tarafından dışarıdan getirilmiş olup; yönetim
birimlerinde, nazik diyaloglarda kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, temel
etkileşim, Farsça ile Kuzey ve Batı Hindistan’da Prakrit’in Apbhramsa
varyasyonu (özellikle de Delhi dolaylarında konuşulan Suraseni lehçesi ve daha
sonraları Deccan’daki Dravidian dilleri) arasında olmuştur. Hindustani dili
buradan ortaya çıkmış ve yavaş bir şekilde gelişmiştir. Hindustani’nin gelişimi
üzerine yazılmış olan birçok kitap, İngilizler tarafından 18 ve 19.yüzyıllarda
kaleme alınmıştır ve Doğu Hindistan Şirketi’ne mensup memurlar ve Britanya
İmparatorluğu için yönetim alanında kullanılmış ve öğrenilmiştir.
İçlerinden herhangi birinin, bölgeye gelir
gelmez Türkçe öğrenmiş olması pek olası değildir. Keza, Mughal imparatorluğunun
son dönemlerinde Farsça’nın egemenliği oldukça fazaydı (her ne kadar bazı
medreselerde ve hanelerde bir nebze Türkçe öğretiliyor olsa da). Dolayısıyla,
birkaç kelime dağarcığı dışında,
Urdu, Hindi veya Hindustani’nin gelişim
tarihinde Türk dillerine herhangi bir önem atfedil memiştir. Elbette, Urdu
kelimesinin (Türkçe’de Ordu), Türkçe kökenli olduğu ve tarihçiler aracılığıyla
Farsça’ya geçtiği ve Ordusu ve hanedanlık tarafından kullanılması için Seyid
yönetici Hızır Han tarafından Timurların etkisi altında Hindistan’da kabul
gördüğü de bilinmeli. 17.yüzyılda, Mughal yönetimi sırasında, Urdu kelimesi
genellikle imparatorluk için kullanıldı.
Urdu/Lashkar Bhasha/Hindustani belki de
12.yüzyıl sonundan itibaren yeni gelen Müslüman yöneticiler, askerler ve
tüccarlar ile yerel halk arasında, yönetim amacıyla, yerli esnafın ticareti
için, haremde kadınlar ve hizmetkarların büyük oranda Hindustani kökenli olması
sebebiyle ciddi olarak bir iletişim aracı şeklinde gelişmeye başladı. Türkler
yönetim, şiir ve siyasi sohbetlerde Farsça kelimeler kullanırken, askeri
unvanlar, silahlar, askeri kumandanlıklar ve örgütler için birçok Türkçe
kelimeye başvurmuşlardır. Avlanırken, ilişkileri ifade ederken ve
yönetici sınıf arasında saraydaki iletişimde Türkçe kaynaklı kelimeler
kullanıldı. Sufılerin İslam’ı yeni gelişen Hindustani’yi kullanarak kitleler
arasında yaymadaki rollerini de gözardı etmemek gerekiyor. Bugün bile, Sufı
dervişlerin mezarları, Hindular arasında eşit bir saygı konusudur. Bu
çalışmanın amacı; Türki dillerin bilindiğinden daha fazla bir şekilde
Hindustani dillerinin gelişimi ve temel yapısına katkıda bulunduğu görüşünü
ileri sürmektir.
Orta Asya, İran, Afganistan, kuzeybatı
Hindustan, Anadolu, Kuzey Irak gibi ülke ve bölgeleri kapsayan bu geniş alan,
birçok farklı ırk, kültür ve dilin tarih boyunca içiçe geçmesidir. En azından
Hindistan’da Mauryan İmparatorluğu günlerinden beri (İ.Ö. 4.yüz yıl), birçok
yönetici başkentlerini Hindustan yapmış, Afganistan ve Orta Asya’yı da kendi
topraklarına katmıştır. Dolayısıyla, bu yöneticilerin dilleri ve dinleri,
Afganistan, Orta Asya ve Doğu İran’a yayılmıştır. Mauryan İmparatoru Ashoka ve
diğerleri, Budist rahipleri Orta Asya’ya gönderince, buradaki aşiretlerin çoğu
Budist olmuşlardır. Türkler ve Hint-Aryan aşiretler (örneğin Sakaslar,
Kushanaslar), Hindistan sınırlarına yerleştiklerinde Hindustan’ın dil ve
dinlerini benimsemişlerdir. Aynı zamanda, Hindistan’ın sınırları ve iç
bölgelerinde de Hindustan dilleri ve dinleri benimsendi. Ayrıca, Orta Asya’ya
(özellikle de Doğu Türkistan’a) transfer edilen Hint alfabelerini de
benimsediler. Kabil nehri, Peshawar, Jalalabad ve Tarim havzasına giden meşhur
güzergahlar üzerinden ticaret yapılırdı. Çin bir yandan Hindistan, Orta Asya ve
Batı Asya diğer yandan yapılan siyasi alışverişlerde farklı kültürler, ırklar,
etnisiteler, dinlerden insanlar arasında etkileşim sağlanıyordu.
Bu bölgede, Budist tapınakları, Prak rit’teki
birçok Budist yazını ve Sanskritçe ve Orta Asya’nın yerel dillerindeki yazılar,
Brahmi ve Devanagari gibi Hint alfabesinde yazılanlar ortaya çıkarıldı. Bunun
yanı sıra, ahşap tabletler, deri, kağıt ve ipek üzerine yazılmış birçok seküler
belge de vardı. Ayrıca, Kharosti alfabesinde Sanskritçe’den yapılan çevirilere
de rastlamak mümkündü. Bu çeviriler arasında astronomi ve tıpla ilgili konular
yer alıyordu. Turfan bölgesinde 10 ve 11.yüzyıllarda ortaya çıkarılan belgeler
(ki bunları Berlin’de görmek mümkün), tıp ve takvim gibi konular yer
almaktadır. Elbette, bu belgelerdeki Türkçe, bugün Doğu Türkistan’da (yani,
Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Çin’in Sincan bölgesinde) konuşulan
Türki dillerden
(Uygur ve Çağatay grubu) oldukça farklıdır.
Budizm ve hatta Hinduizm’e dair birçok felsefi, ruhani ve dini kelimeler
bulunmadığı için, Pali & Sanskritçe’den Türkçe’ye geçmiştir. Dolayısıyla,
Türkçe, Pali ve Sanskrit kökenli birçok sözcük benimsemiştir ve bu sözcüklerin
bazıları diğer dillere de geçmiştir: örneğin, Ratan, Ardhani olmuştur. Sözcüklerin nasıl değiştiğine
dair bir örnek de, Budist kelimesi Dhyan’ın (meditasyon) Çin’de Jhan, Japonca
Zen haline gelmesidir.
Her ne kadar Türki dillerin Hint dilleri
üzerindeki etkisi, M.S. 11.yüzyılda ciddi bir şekilde hissedilmeye başlasa da,
birçok Türki kabile, Hindustan ile olan etkileşimlerini çok daha önceden
başlatmışlardır. İ.Ö. 3.yüzyılda Mauryan İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra,
Hindistan’da Sakalar, Batı’da ise İskitler olarak bilinen Orta Asya’daki bir dizi
Türki aşiret, Hindustan’a gelip buraya yerleştiler. Sakalar, Orta Asya’daki
Yuegchih olarak bilinen ve kendileri de daha sonra Hindustan’a giren aşiretler
yüzünden Hindustan’a gitmeye mecbur bırakıldılar. Sakalar, Mathura’dan (Delhi’nin
güneydoğusu) ülkeyi yönettiler ve İ.Ö. 1.yüzyıldaki meşhur kralları Rajuvala ve
Sodasa idi. Ardından, yönlerini Batı’ya, Rajasthan’a ve Malwa’ya çevirdiler.
Yuehchich’in reisi Kujulakara I Kadphises, İ.Ö. 1.yüzyılda Kuzey Hindistan’ı
işgal etti. Ondan sonra başa oğlu Vima geçti. Vima’dan I sonra ise meşhur
Kanishka. Kanishka’nın aşireti, Hint I tarihinde Khushanas olarak bilinir.
Krallıklarının merkezi Peshawar idi ve başkentleri Orta Hindistan’da Sanchi’ye,
Doğu’da ise Vatanasi’ye dek uzandı; Orta I Asya’nın büyük kısmını içine aldı.
Hiç şaşırtıcı olmasa gerek, kuzey ve batı Hindistan’ın idari ve siyasi
koşulları, Orta Asya’daki benzer koşulları etkiledi. Kushanalar Budist oldu ve
Kanishka, bu dini Orta Asya ve diğer yerlere yaydı. Daha sonraları (M.S. 6.yüz
yıl) bölgeye gelen diğer bir büyük aşiret de, Hunlardı ve ilk kralları
6.yüzyılda Toramana olarak bilinir. Oğlu ise, Hinduizm’in bir kolu olan
Şavizm’in lideri olan Mihirakula idi. Söylenene göre; daha erken dönemlerde
gelen bu ve diğer diğer aşiretler ise, özellikle de Gupta imparatorluğunun
dağılmasından sonra Batı ve Orta Hindistan’a (yani Rajasthan’a, Gujarat’a ve
Batı Madhya Pradesh’e) ilerlediler.
Birçok tarihçinin iddiasına göre, bu
aşiretler, değerleri ve diğer nitelikleri itibariyle, kendilerini Hindu kast
sistemi hiyerarşisine entegre edebildiler ve Rajputlar (Kralların oğulları)
olarak tanınmaya başladı I 1ar.
Şurası kuşkusuz ki, Moğollar ve Türkçe konuşan diğer halklar, Rajputlarla
oldukça kolay ilişki kurabiliyorlardı. Bazı Türkçe kelimelerin Rajasthan,
Gujara ve Orta Hindistan’da konuşulan dillere entegre edilmiş olması da oldukça
kuvvetli bir olasılık. Türkçe “kara” kelimesi, Batı Hindistan’da aynı renk için
kullanılırken, ülkenin geri kalanında “kala” olarak telaffuz ediliyor. Türkçe “bacı” olarak yazılan sözcük de “baji” olarak kullanılıp
bugün halen aynı anlamı (kız kardeş veya yaşlı hanım) ifade etmektedir. Ancak,
Hindustani dillerinin gelişim tohumlarının atıldığı yerler Rajasthan ve yakın
bölgeleridir (Delhi’ye yakın bölgeler).
İslam’ın İran’a yaygınlaşmasından sonra, bu
din, kısa süre içerisinde Orta Asya’ya doğru yaygınlaştı. Türkler, İran ve Afganistan
üzerinden Anadolu ve Hindustan’a doğru ilerlerken, o sırada İslâmlaştılar.
Hayat şartlarının çetin ve gösterişsiz olduğu Avrasya steplerinin basit ancak
cesur insanları olan Türkler, krallıkları ele geçirmelerinin hemen ardından,
bölgedeki kültür ve medeniyet simgeleri ve biçimlerini de benimsediler:
fethettikleri toprakların halklarının dili olan Farsça’nın (ve Arapçanın) daha
sofistike biçimi de buna dahil. (Emevilerle başlamak gerekirse; Şam’daki Bizans sisteminin
tümünü baştan sona benimsemişlerdir.) Orta Asya haricinde
iktidarlarını kurdukları yerlerin çoğunda Türkler, yönetilenlerin dillerini
benimsediler ancak bir yandan da kendi
kelime dağarcıklarını ekleyip, tebaalarının dil gramerlerini etkilediler.
Hindustan’ın Orta Çağ tarihinde, Türki
aşiretler, Müslüman fatihler ve gelip Hindistan’ı anayurtları yapan yöneticiler
nezdinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin işgalleri, 11.yüzyılın ilk
yarısında, Sabuktegin ile başladı ve krallıklarını Hindustan’ın Kuzey ve
batısında kurma süreçleri, 12.yüzyıl sonundan itibaren başladı. Her ne kadar
Sindh, Araplar tarafından işgal edilmiş olsa da, Abbasi halifeliğinin M.S.
8.yüz yılda kurulmasının hemen ardından, bu durum, Hindustan’ın kültürü ve
medeniyetini etkilemede doğrudan marjinal bir rol oynadı. Şurası ilginç ki,
Kerala’nın dili olan Malayalam’da, Hindustani, Tuluk Bhasha olarak
bilinmektedir ve Tulukan kelimesi Müslüman erkekler, Tulukachi ise Müslüman
kadınlar için kullanılmaktadır. Türkiye halklarının konuştuğu diller, Tulu
Bhasha olarak bilinir. Bu ilginçtir çünkü Kerala kıyısı ile Arap dünyası
arasındaki ilişkiler İslam’dan öncesine dayanır ve Kerala’nın Malabar kıyısı
ile Arap dünyası arasındaki sürekli etkileşim söz konusu olmuştur. Ancak yine de Müslüman erkeğe ilişkin
sözcük “Tulukan”dır.
İslam’ın ve İslam ve Türk kültürünün
Hindustan üzerindeki etkisi, 12.yüzyıl sonundan 16.yüzyıl başına dek olan
dönemde Hindistan tarihindeki Türk-Afgan dönemi sırasında gerçekleşmiş ve
Mughal döneminde devam etmiştir. Sultanların ve yöneticilerin bazılarının Arap
veya Afgan kökenleri olduğu iddia edilse de, elit kesimin önemli bir kısmı,
Türki ve Turan kökenlerden oluşan halklardan ibarettir. Ayrıca, kabilelerin ve
bireylerin bir kısmı da Rumi Selçuk veya Osmanlı topraklarından gelmiştir.
Birçoğunun yolu buraya basit askerler veya dönemsel liderler olarak düşmüştür.
İslam tarihinin ilk dönemlerinden beri (Abbasi döneminin ikinci yansı), Türk
olmayan birçok kral ve Sultan, Orta Asya’dan aldıkları esirlerin Türk hane
halklarını korumuş, böylelikle kendilerine bağlı askerler ve askeri liderlere
sahip olmuşlardır. İçlerinden çoğu, zorlu görevlerden alınlarının hakkıyla
yükselmişler ve yönetici elit ile kralların sağ kolu gibi üst düzeylere
ulaşmışlardır. İçlerinden bazıları Sultan bile olmuştur.
Muhammad Ghori
Allaudin Khilji Deccan’ı fethettiğinde, her
bir kentin başına yönetici olarak seçilen Türkler, güvenlik ve idareyi
sağlamakla görevlendirildiler. İçlerinden çoğu, yardımcı olarak akrabalarını
işe aldılar. Dolayısıyla, hem Kuzey’de Hindustani’nin gelişiminin başlangıcı,
hem de daha sonraları Deccan’daki gelişimi sırasında, elitin önemli bir kısmı
Türk kökenliydi ve yönetim işlerinde Farsça kullanıp, kişiler arası ilişkilerinde
Türkçeye başvuruyorlardı. Bu da, Hindustani’nin birçok şekilde gelişiminin
devamına yardımcı oldu. Deccani döneminde, aynı zamanda, Hindustan’a Dravadian
kelimelerinin sızmasının yanı sıra, gramer ve cümle kurma biçimleri üzerinde
karşılıklı bir etkileşim oldu. Hatta şunu da söylemek mümkün: Deccani dönemi,
muhtemelen, Hindustani’nin Kuzey Hindistan’ın birçok noktasında yaşanmış
olabileceği gibi tamamen Farslaşmasını önledi.
Tahminlere göre, Hindustani ve Türkçenin
ortak binlerce kelimesi var ve bunların büyük kısmı Farsça ve Arapça’dan geliyor. Bazı tahminler, bu
sayının üç ila dört bin arasında olduğunu söylerken, Hindustani’de Türkçe
kökenli beş ila altı yüz arasında sözcük var. Bu kıyaslama, temel olarak,
Türkiye Cumhuriyeti’nin Oğuz ailesine bağlı Türkçesi ile yapılıyor; keza 1930’lu
yıllardan beri bu dilden birçok Arapça ve Farsça kelime uzaklaştırıldı. Belki
de Doğu’da (Özbekistan ve Doğu’da Uygur ve Çağatay, kelime aileleri)
konuşulduğu şekliyle Türkçe ve Hindustani arasındaki ortak sözcük sayısı, çok
daha fazla olabilir. Hindustani’deki Türkçe kelimelere bazı örnekler vermek
gerekirse: Top, Tamancha, Barood, Nishan, Chaku, Bahadur, Begüm, Bulak, Chadar,
Chhatri, Chakachak, chikin (nakış), Chamcha, Chechek, Dag, Surma, Ba vârchi,
Khazanchi, Bakshi (bekçi), Coolie, Kanat, Kiyma, Kulcha, Korma, Kotwal, Daroga,
Koka, Kenchi, Naukar, vb. Açıkça görülüyor ki, Hindustani’deki Türkçe
sözcüklerin sayısı, Farsça ve Arapça kadar fazla olabilir; çünkü beriki,
Kuran’ın dilidir (her ne kadar Asya Minör ve İran’daki Selçuklu Türk
yöneticiler, dini gerekçeler haricinde Arapça’nın kullanımını caydırmak
isteseler de) ve bu durum tüm inananlar üzerinde etki doğurmaktadır. Ötekisi
ise, yönetim ve aristokrasi dilidir. Türkçenin Farsça ve Arapça üzerindeki
etkisine dair araştırmaların gerçekleştirilmiş olduğunu düşünüyorum.
Hindustani, şaşırtıcı bir şekilde, Türkçe’ye gramer ve cümle dizilimi
açısından benzemektedir (her ne kadar iki dilin kökenleri oldukça farklı dil
ailelerinden gelmiş olsa da). Örneğin, normal koşullar altında hem
Hindustani’de hem de Türkçe’de, ilk başta özne gelir, ardından nesne, en sonunda da yüklem.
Türkçe ve Hindustani dilinde fiil çekimi konusunda da ciddi benzerlikler
vardır. Ancak Türkçe’de sadece tek bir cins varken Hindustani’de iki tane
vardır. Biraz Arapça bildiğim için şunu söyleyebilirim ki, Hindustani ile
Arapça cümle yapısı ve gramer arasında herhangi bir benzerlik bulamazsınız. Biraz Sanskritçe
veya Farsça gramer de bilirim; ancak her iki dil de Hint İran dil ailesine
bağlıdır ve bence cümle yapılan da Hindustani’ye yakındır. Farsça’da, Türkçe’de
olduğu gibi, tek bir cins varken, Sanskritçe’de üç tane bulunur: kadın, erkek,
nötr. Sanskritçe, aynı zamanda, nesne ve öznenin cümle içine yerleştirilmesinde
daha esneklik sağlar. Öte yandan, Sanskritçe/Farsça cümle yapısı, belli ölçüde
Türkçe’ye benzer ve bu durum tuhaf bir rastlantıdır. Beriki, UralAltay dil
ailesine bağlıdır. Hindustani ile birlikte benzerlik daha da vurgulanmaktadır.
Şunu da not etmek gerekir ki, Türk ve Hindu-Avrupa dillerinin Orta Asya’da
ortaya çıktığı bölgeler, birbirinden çok uzak değildir. Sanskritçeyle bazı
benzerlikler şu şekildedir: dvihyrdaya.(iki can taşıyan, hamile), Türkçe’de de
aynı şekilde kullanılır. Hindi/Sanskrit dilinde, Chitrakar (ressam), Murtikar
varken; Türkçe’de “Sanatkar” ve Cüretkar kelimeleri kullanılır. Sarhskrit/Hindi
dilinde Türkçedeki güneş kelimesinin karşılığı Dinesha’dır. “Din” ve “silah”
kelimelerinin ilk kısmı, “gün” anlamına gelir belki de soğuk iklimde güneşin
doğuşuyla bağlantılıdır. Şunu da not etmek gerekir ki, Cermanik dillerin
cümle kurma biçimi de Sanskritçe ve Farsça’dan oldukça farklıdır ve aynı
Hint-Avrupa dil ailesine ait oldukları düşünülür. Şimdi de, Hindustani ile
Türkçe arasında daha fazla benzerlik olup olmadığına bakacağız. (Şunu özellikle
not ediniz ki; Türkçe’deki C, J olarak telaffuz edilir; Ç ise C ise Ch şeklinde.
G, sesli harfler arasına konduğunda sessiz olur ve vurgu sağlar. H, Hindustani,
T ise Türkçe’nin kısaltması olacaktır.)
Türkçe’de de Hindustani’de de tanım lık veya isim çekimi yoktur; sözcükler
arasındaki ilişki, “durum takıları” ve edatlarla ifade edilmektedir. Sonsuz
sayıdaki isimler, yalın durum veya belirsiz durum işlevi görür. İsmin i
halinin iki şekli vardır: belirli (i haliyle biten) ve belirsiz (yalın durumla
aynı). Dolayısıyla, T: “bir kız çağır”
H: "ek larki bu lao"; H: "mere naukar ko bulao" T:
"Benim hizmetçiyi çağır". Türkçe ve Hindustani’deki sözcük sırası
aynıdır. Tamlayan hali, yapıcıdan önce gelir. Örneğin, T: 'ustanın oğlu1
H: 'ustad ka beta'. Tamlayan, aynı zamanda aidiyet de ifade eder: T. "Bu
ev kimindir?", H: 'Woh ghar kiska hai?'. Eğer bir isim şimdiki zamandaysa,
tamlayan durumuna dönüşür. Dolayısıyla, T: "Adamın bir evi var", H:
"Adami ka ek ghar hai". Öte yandan, tesadüfi bir sahiplik
anlamındaki “sahip olmak” da benzer şekilde ifade edilir: T: 'Ben de bir kitap
var', H: 'mere pas ek ki tab hai'. İsmin den hali de, kıyaslama amacıyla
kullanılır: T: 'Fil attan büyüktür', H: 'Hathi ghore se bara hai'. Vurgu yapmak
adına, her iki dil de, Arapça belirteç olan “ziada”yı, daha çok anlamında
kullanır: T: daha, H: bhi. Sıfat, aktif veya pasif sesten öncedir ve H’de a ile
biten sıfatlar haricinde değişmez. T: "iyi kiz", H: Achhi
lardki". Sıfat, her iki dilde de, sade bir tekrarla güçlendirilir veya
T:pekçok, H: bahut belirteci eklenir. H:' Ahista ahista' (yavaşça), T:' yavaş
yavaş'. Hızlı hızlı için ise, T: "çabuk çabuk". H: 'Jaldi
Jaldi'(belki de Arapça ve Sanskritçe’de kullanılmaz). Bazen ses yinelemesi de
kullanılıyor. Örneğin, H: 'ulta multa' karışık anlamındadır. Ses yinelemelerine,
özellikle pasif veya aktif seslerde rastlanıyor: H: "kitab
mitab" kitap ve benzerleri,
"bartan wartan” yemekler ve benzerleri, "Hara bhara"(yeşil),
"Chota mota"(küçük). Türkçe’de ise, 'kötü mötü', 'çocuk mo cuk',
'tabak mabak'. Her iki dilde de çift isimler yaygındır: T: "dizi
dizi" ve H: 'bari bari'.
Üleştirme sıfatları da şu şekilde ifade edilir: T: "bir bir (veya tek
tek) adam," H: "ek ek adami". Soru zamirleri de sonsuzluk
anlamı içeriyor: T: "kim kim", H: "jo jo". Sayıyla ifade
edersek; T: "iki defa" H: "do dafa"; H: "Chalis
danvaza", T: kırk kapı. Her iki dilde de sayılar tercihen ve/veya
olmaksızın ifade ediliyor. Yani, H: panch das, T: beş on. Edatlar, her iki
dilin de özelliği: H: 'kütte ke vaste', T: 'köpek için'; H: 'ghar ke taraf, T:
'evin tarafına'. Daha önce sözü edildiği gibi, fiil her zaman cümlenin sonunda
bulunuyor. Normal cümle biçimi (özne nesne yüklem) şu şekilde ifade ediliyor:
T: Ben sevinçle, o iyi çocuğa bu kalın kitabi veriyorum, H: 'main khushi se us
ache bacche ko yeh moti kitab det? hun'. Türkçe’de yüklemler genellikle bir
isim veya eylemle kullanılıyor. Örneğin, T: 'etmek' ve 'olmak', H: 'kama' ve
'hona'. T: 'telaş etmek', H: 'talaş kama'. T: 'dahil olmak' H: 'dakhil hona'.
Olgusal fiiller de basit bir şekilde inşa edilirler. H: 'bana' (yapılmak:T),
'banana' (yapmak:T), 'banwana' (yaptırmak^); H: 'Badalna' (değişmek:T),
'badlana' (değiştirmek), badalwana (değiştirtmek:T).
Dolaylı anlatımda ise; H: 'Idhar ao usko bolo', T: 'buraya gelsin diye ona
söyleyin'. Kök fiil Türkçe’de ip ile bitiyor ve Hindustani’deki basit yüklem
kökü, ana yükleme bağlanıyor. Bu da, olayın varoluş düzenini gösteriyor.
Örneğin; H: 'chor ko dekh umon ne usko pakra', T: 'Hırsızı görüp yakaladılar'.
İnşa edilmiş yüklem biçimi (Türkçe’de arak, Hindustani’de kar, arke), aynı zamanda bağlı tümleçlere
sebep oluyor. Örneğin, H: 'bartan lekar kuan par gaya, T: 'Çanak alarak kuyuya
gitti'. Zarf biçimindeki ifadeler de çok yaygındır: T: 'Koşarak geldi', H:
'daurkar aya'. Türkçe’de olduğu gibi iki kez yinelenen fiil kökü’ne “e”
eklendiğinde, devam eden veya yinelenmiş bir eylem ifade ediliyor; tıpkı
yüklemin iki kez şimdiki zamanda yinelenmesi gibi: H: 'main tairte tairte thak
gaya'. T: 'Yüze yüze yoruldum'. Her iki dilin de bir dizi sesli harf
kompozisyonları bulunur: T: 'konuşabilmek', H: 'bol sakna', H: 'woh bolne
laga', T: 'Söylemeye başladı'. Deyimsel ifadelerde de benzerlikler bulunur;
örneğin “yemek” ifadesi üzerinden acıyı göstermek gibi: H: ’lakri or mar
khana'; T: 'Sopa yemek'. Devam eden acı ise, T: “gam yemek”, H: 'gham khana'.
(Not: Yukarıda sıralanan örneklerin çoğu, Otto Spies’ın bu konuda 1955 yılında
yayımladığı bir makaleden alıntılandırılmıştır. Bu; 1 Haziran 1994 tarihinde
ilk makalemi yayımladığımdan beri karşıma bu konuda çıkan tek çalışmadır.)
Cümle biçimi, sözcük
dağarcığı gibi konularda yukarıda bir takım örnekler üzerinden benzerlikler
aktarılmıştır. Türkçe ve Hindustani arasında, Osmanlı ve bugün TC’de konuşulan
Türkçe ile (Oğuz dil ailesi) bir kıyaslama yapılabilir. Türkçe’nin cümle kurma
biçimi, Doğu Türkçesi’ne (yani Uygur koluna) oldukça benzemektedir her ne kadar bazı varyasyonlar olsa da.
Ancak, Doğu Türkçesi, mutlaka, Hindustani’ye daha yakındır; keza Türk
aşiretlerinden Hindustan’a gelen çoğu, bu alana aittir. Şunu da not etmekte
yarar var; Türkçe ve Hindustani’deki ortak sözcükler, kökenleri Türkçe de
olsa, başka bir dil de olsa, Hindustani’de kullanıldığında %20 oranında farklı
anlam ve nüansa sahip olmaktadır. Bu, elbette, farklı bölgelerde gelişen diller
için bile geçerlidir; ve bulundukları ortam—ile diğer etmenlerden
etkilenmişler, orijinalden oldukça farklı olmuşlardır. Türki
ülkelerde bile aynı kelimelerin farklı anlamları olur. Örneğin, Türkiye ile
Sincan, Kazakistan veya Kırgızistan arasında. İşte bu sebepten ötürüdür ki Türki
hükümetler, Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkeleri, Türkiye ve Azerbaycan’dan
gelen akademisyenlerin oluşturduğu komisyonlar kurmuş, kıyaslamalı sözlük ve
gramer hazırlamışlardır. Bu tür çabaların sonuncusu ise, M.S. 11.yüzyılda
Mahmud Al Kaşgari tarafından gerçekleştirilmiştir. Orta Asya’nın yeni
bağımsızlığına kavuşmuş ülkeleri, kendi dillerindeki cümle biçimi, gramer ve
kelime dağarcığını uyumlaştırmalan gerektiğini hissettiler. Bu, Türki
halkların, akademisyenlerin, öğrencilerin şimdiden biraz başlayan “bir araya
gelme hedefı”nin bir yansımasıdır. Belki de Sanskrit, Hindustani ve Farsça
konuşan akademisyenler de bu ortama katılıp Türkçe ile Hindustani dilleri
arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarabilirler.
Hindustani dillerinin nasıl dönüştüğünü inceleme konusunu dil bilimcilere
bırakacağız; ancak şurası net ki, insanlar yöneticilerinin veya baskın gücün
dilini öğreniyorlar veya öğrenmeye çalışıyorlar. İşte bu sebepten ötürü, eski
sömürgelerde Fransızca ve İngilizce’nin hakimiyetini görüyoruz. Ve işte bu
sebepten ötürüdür ki İngilizce, uluslararası iletişim üzerinde baskın olmaya
devam ediyor. Bunun sebebi, eskiden İngiliz etkisiyken, şimdilerde Amerikan
etkisidir. Bence diller empoze edildiğinde bile, güçlü elitlerin, askeri,
siyasi veya ekonomik anlamdaki hareketliliği belirleyici olur. Kuzey Afrika’ya
Araplar geldiğinde Kiptiler ve Berberler vardı. Türkler Asya Minör’e girdiğinde
ise Bizanslı Hıristiyanlar vardı. Türkiye, 11 milyonun üzerindeki nüfusun
içinden, 1920’li yıllarda Yunanistan’a 1,5 milyonun üzerinde Hıristiyan gönderdi;
karşılığında da Müslüman Türkleri aldı. Bu, altı yüzyıl süren İslâmlaştırma ve
Türkleştirmenin sonucuydu. Ne tuhaftır ki, Asya Minör’e Müslüman Türklerden
önce gelen ve Hıristiyan olan binlerce Hıristiyan Türk vardır. Moldovalı
Türkler (Gagavuzlar da denir) Hıristiyan’dır. Dolayısıyla, yöneticinin dilleri
ve dinleri, hızla değişmez ve birbirini etkileyip etkileşimde bulunmaya devam
eder. Hindustan’da ve diğer yerlerde durum bu şekilde cereyan etmiştir.
İslam’ın
İran’a yaygınlaşmasından sonra, bu din, kısa süre içerisinde Orta Asya’ya doğru
yaygınlaştı. Türkler, Iran ve Afganistan üzerinden Anadolu ve Hindustan’a doğru
ilerlerken, o sırada İslâmlaştılar.
Dil bilimcilere göre, Hindustani veya diğer dillerin dönüşümü, ikiden fazla
dilin, yöneticiye ve yönetilene ait olma temelinde etkileşimde bulunduğu bir
etkileşim halinin sonucudur. Sosyo-dilsel güçler, yöneticinin dillerine güç ve
prestij verirken; bunun sonucunda yönetilenin dili üzerinde dilsel bir nüfuz
uygulanmış olur. Öncelikle, kelime dağarcığı, ardından da cümle kurulumunun
bazı kırılgan bölgelerinde. Ancak, dilsel benzerlik, ortak kökenden gelmeyi bir
yana bırakırsak, coğrafi ve fiziksel yakınlığı temel alabilir. Özünde farklı
ancak coğrafi ve fiziksel olarak benzer diller, genellikle ortak dilsel
özellikler sergilerler.
Bu durum, büyük olasılıkla Sanskritçe ve Türkçe’deki benzerlikleri açıklar;
keza bu diller, Oıta Asya’dan kökenlerini almışlardır. Bu durum, ayrıca,
Hint-Aryan ve Dravidian dilleri veya Farsça ile Türkçe ve Hindustani arasındaki
benzerlikleri de açıklamaktadır. Bu unsur, ayrıntılı olarak Bay Emeneau tarafından
incelendi ve kendisi bu şekilde “dilsel alanlar” kavramını geliştirdi. Belki
de Orta Asya, Anadolu, İran, Afganistan ve Kuzey Hindustan, birbiriyle örtüşen
dil alanlarına ait olabilir; burada farklı ailelere ait diller, etkileşim sonucunda
ortak nitelikler benimsemişlerdir. Bunun sonucunda da, geniş bir alanda ortak
dil unsurları sergilenir: kelime düzeni, ikileme, olumsuzlama, bileşik
sözcükler gibi. Bu durum, bazı cümle alanlarında Deccani Hindi ile Telgu
arasındaki benzerlikleri de açıklar.
Şunu belirtmek gerekir ki, Orhon nehrinin yanındaki bazı yazıtlar
haricinde (ki bunlar Semitik dillerinin temel alfabesi olan Aramiceden
türetilmiş olan Türkçe Rhunic alfabesinde yazılmışlardır) Türkçe, büyük
oranda, yönetilen halkların alfabesinde yazılmıştır. Brahmi, Kharoshti ve
Devanagri alfabeleri, her ne kadar yönetilene ait olmasalar da, Doğu
Türkistan’da Uygur Türklerinin konuştuğu şekliyle Türkçe’yi yazmak için
kullanılan en erken dönem alfabedir. Hindustani dillerinde var olmayan Türkçe
sesli harfleri ifade etmekte yaşanan zorluklara rağmen kullanılmışlardır.
Brahmi alfabesi de, Hint kökenlidir; muhtemelen Aramice’den ilham almıştır
ancak onunla bağlantılı değildir ve Budist döneminden bile önce Hindustan’da
yaygın olarak kullanılmış, Hindistan’daki yazılarında Mauryan Kralı Ashoka
tarafından da kullanılmıştır. Ardından, Orta Asya ve diğer komşu ülkelere
götürülmüştür.
Brahmi dışında daha birçok başka Kuzey Hint alfabesi de gelişmiştir:
Devanagari, Bengali, Gujarat, vb. Değiştirilmiş Arapça alfabe dışında, Türkçe
yazmak için başka alfabeler de kullanılmıştır: Ruslar tarafından şu anda Orta
Asya Cumhuriyetleri olarak bilinen bölgede ortaya atılan Kiril alfabesi
bunlardan biridir. Kiril alfabesinden vazgeçişin sebebi, belki de, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bunu İ930’lu yılların başında ve devlet kurma sebepleriyle
benimsemiş olmasıdır: yani, alfabede tutarlılık sağlama.
Ruslar, Orta Asya’daki vatandaşlarının eğeme Rus diliyle aynı alfabeyi
kullanmalarını istediler ki, kolay bir şekilde geçiş yapabilsinler. İddia
edilene göre, Sovyet döneminde, Türkçe kelimelerin farklı cumhuriyetlerde
anlam farklılıklarına sahip olmaları teşvik edildi. Dolayısıyla, Türki diller,
Doğu Türkistan’da (yani Özbekistan, Kırgızistan; Kazakistan, vs) farklı bir
gelişim sergilediler. Sincan Türkçesi, daha az temas halinde olmasına rağmen,
kendine has en gelişmiş özelliklere sahip olandır. Durumu telafi etmek isteyen
Türkiye Cumhuriyeti, Türki Cumhuriyetlerden gelen öğretmen ve öğrencilere on
binlerce burs sağladı. Çok fazla sayıdaki Türk öğretmen, bu ülkelerdeki okul
ve üniversitelerde ders verdiler. Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve
benzeri ülkelerden gelen öğrenciler, Türkiye Cumhuriyeti’nde konuşulan Türkçe’ye
tam hâkim olabilmek için birkaç ay geçirdiler.
Türki Cumhuriyetler, Kiril’den Latin alfabesine geçiş meselesini göz
önünde bulundurmaya başladılar. Azerbaycan bunu çoktan gerçekleştirmiş;
Türkiye’nin kullandığı alfabeye üç alfabe daha eklemişti. Türkmenistan ise, 1
Ocak 1995 itibariyle, bazı değişiklikler eşliğinde Latin alfabesine geçmeye
karar verdi. Diğerleri bu konuda henüz bir karar vermediler. Tercihte
bulunmak aslında pek de kolay değil; keza Latin alfabesine geçiş, bir yandan
Türkiye’ye pencere aralarken, bir yandan da Kiril alfabesinin egemen olduğu
yatan geçmişle bu Cumhuriyetlerin bağım koparacaktır. Arap alfabesine geçiş,
siyasi bir karar olacaktır; keza böylelikle Fars-Arap İslam dünyasına erişim kolaylaşacaktır.
Bu değişiklik kararından sorumlu olanlar, bunun siyasi, kültürel, dini,
ekonomik ve diğer olası sonuçlarını göz önünde bulundurmalıdırlar.
Görünen o ki, yönettikleriyle etkileşim kurarken Türki yöneticiler daha
ziyade devlet adamı gibi ve liberal şekilde davrandılar. Kendi dillerinin yeni
taba aya empoze edilmesini istemediler (buna karşın, bazı yönetilenlerin
dilleri, Türkçe’den daha gelişmişti). Örneğin, güzel, sevmek, aşık olmak gibi
kelimelerde Türkçe’de oldukça az eşanlam vardır; Farsça, Sanskritçe ve Arapça
gibi dillerde ise çok fazla...
Öte
yandan, iddia edilene göre, birçok Türk yönetici, siyasi ve devlet
sebeplerinden dolayı Müslümanlaştılar. Böylelikle Sultan ile Halife’nin
yetkileri otomatik olarak tek bir elde toplandı; toprakların yönetimi
kolaylaştı. Elbette, Türklerin Osmanlı İmparatorluğu altındaki yayılması ve
Hindustan içlerine doğru ilerlemesi sırasında, bir Gazi olmak büyük bir
ayrıcalık ve teşvik sağlamaktaydı. Kimileri, Osmanlı hanedanlığını Asya
Minör’de (Anadolu) kurmuş olan Ertuğrul’un doğuştan Müslüman olup
olmadığına dair kuşkularını dillendiriyorlar. İddia edilene göre, kendisi
güçlü bir İslam şeyhinin kızıyla konumunu güçlendirmek için evlendiğinde
İslam’a geçmiş. Ancak bunun somut bir kanıtı yok. Özellikle de Gagavuzlar
gibi birçok Türk’ün Hıristiyan olarak kaldığı düşünülürse...
Son dönemlerde
ortaya atılan bazı iddialara göre (örneğin bu konuda Oxford’dan Prof. Julian
Raby bu konuda bir doktora tezi yazdı), Konstantinopolis’i fetheden Fatih,
1450’li yıllarda ciddi ciddi Ortodoks Hıristiyanlığını benimsemeyi düşünmüş;
keza batıdaki nüfusun çoğunluğu Hristiyan’mış ve Asya Minör’de bile toplumun
oldukça geniş bir kısmı halen Hıristiyan olabilirdi. 1920’li yıllarda
nüfusun neredeyse %15’ine karşılık geliyordu. Türk yöneticilerin cömertliği ve
siyasi öngörüsü sonucunda, farklı dinlere mensup insanlar (Hıristiyanlar,
Yahudiler, Ermeniler) kendi milletlerine sahip olabiliyorlardı. Vergilerini
ödedikleri müddetçe, kendi iç meselelerini kendileri idare ediyorlar ve hatta
devletin ekonomik refahına bile katkı sağlıyorlardı. Türkiye yani o zamanki haliyle
Asya Minör konusunda ise; burası Bizans imparatorluğunun parçasıydı ve bugünkü
Türkiye’de yaşayanlar arasında Türk kanı (eğer ölçülebilir bir şeyse?) %20’den
fazla olamaz. Osmanlı yöneticilerinin, devşirme sistemi kullandıkları ve yüz yıllarca
genç gayrimüslim Hıristiyan oğlanları büyük ölçüde Balkanlardan toplayıp
asker yaptıkları da anımsanmalı. Bunlardan yeniçeri birlikleri ve üst düzey
askeri-sivil liderler, hatta başvezirler çıktı. Başvezirlerin sadece üçte biri,
Türk olduklarını iddia edebilirler. Birkaç tanesini hariç tutarsak, Osmanlı Sultanlarının büyük
kısmının annesi Türk değildi; önemli bir kısmı da Hıristiyan’dı. Bu kadınlara kendi
dini çevrelerini devam ettirmelerine izin verildi ve birçok Osmanlı şehzadesi
neredeyse birer Hıristiyan olarak yetiştirildi. Bu örnekler verilerek şöyle
bir iddiada bulunmak mümkün: İmparatorluklar dillerini, etnik veya dilsel
özelliklerini bir anda değiştirmediler. Farklı dinler, diller, ırklar ve
kültürler arasında uzun dönemli etkileşimler oldu; biri diğerini etkiledi.
İstanbul, Ankara ve Türkiye’nin diğer kesimlerinde birçok kişi Balkan
halklarına ve Osmanlı elitinin hüküm sürdüğü Yugoslavya halkına benzer.
Aslında, antropologlara göre, Türkiye’de 20’den fazla etnik grup bulunmaktadır.
Brij
Bhasha, Awadhi, Bagheli, Chhatisgari, Bundeli, Kanauji, Bhojpuri, Maithili,
Gujari, Rajsthani ve güneyde konuşulduğunda Deccani olarak bilinen dillerdir.
Bu dillerin Hindi dilinin diyalektleri olduğu doğru değildir.
Benzer şekilde Hindistan’da Türkler yerleşme kararı aldıktan sonra, halka
kaynaşmaya ve karma evlilikler yapmaya başladılar. Allaudin Khilji ve oğulları,
Hindu Krallarının kızlarıyla evlendiler ve en erken dönemlerden beri bir örnek
teşkil ettiler. Hindular, sarayda önemli mevkilere geldiler. Hindu kralların
aileleriyle evlilik uygulaması (özellikle de Rajast han’da), Mughal İmparatoru
Akbar’ın ardından oldukça aşina bir durum haline geldi. Akbar ve kendisinden
sonra gelenler, üvey çocuklarına tam yetki ve hak verdiler, içlerinden çoğu,
Mughal başkumandanları ve üst düzey görevliler oldu. Saymanlar ve Birbal
gibi birçok Vezir, Hindu kökenliydi. Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığı
benimsemeyi düşünürken, Akbar (Ekber Şah) da, farklı dinlerden gelen bilgelerle
sürekli görüşmekteydi. Bu esnada, “Din-e-Elahi” (Dini ilâhi) isimli yeni bir din bile türedi. Buna
karşın, fanatik politikaların izinden giden Aurangzeb, kendi atalarının
kurduğu imparatorluğu neredeyse yok etti. Diğerlerinin dil, din ve
kültürlerinin kaynaşması ve birbirine saygı ortamının doğması, belli bir
düzeyde eşitlik haliyle devam etti ve birbirlerini etkileyebilmeleri mümkün
oldu.
Bu makalenin hedefi; Türki dillerin Hindustani dilleri
üzerindeki (özellikle Hindi ve Urdu dilleri ile onların farklı biçimleri)
etkileri üzerinde tartışma başlatmak ve daha fazla araştırma yapılmasını teşvik
etmektir. 18.yüzyıl sonundan 20.yüzyılın ilk yansına dek, Hindustan halkları
ile Orta Asya halkları arasında sürekli bir etkileşim ve alışveriş oldu.
Hindistan’ın bağımsızlığının ardından, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türki halklarla
kültürel ve diğer temasların sürdürülmesi mümkün oldu. Şimdiyse, Sovyetler
Birliği’nin dağılmasını takiben, Orta Asya’daki ülkeler (Özbekistan, Türkmenistan,
Kırgızistan ve Kazakistan) bağımsız oldular ve dolayısıyla çok daha fazla temas
ve kültürel-yazınsal etkileşim mümkün olabilir. Yeni dönem, sadece, Hindustan
halkları ile Türki Cumhuriyetlerinin halkları arasındaki eski tarihsel ve
kültürel ilişkileri keşfetmek için bir fırsat sunmakla kalmıyor; aynı zamanda
bu ilişkiler üzerinden daha büyük şeyler inşa etmenin de yolunu açıyor.
Orijinal Metin Kaynak: http://www.boloji.com/index.cfm?md=Content&sd=Articles&ArticleID=762#sthash.KOeC010y.dpuf
Tercüme Kaynak: Turqie Diplomatigue-
Ağustos/2014
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar