Print Friendly and PDF

TÜRKİ DİLLER: HİNDUSTANİ’NİN GELİŞİMİNE KATKILARI



K. GAJENDRA SİNGH
K Gajendra Singh, 1992-1996 yılları arasında Hindis­tan’ın Türkiye ve Azerbaycan nezdinde büyükelçiliğini yapmıştır. Bundan önce ise, 1990-91 Körfez savaşı sırasında Ürdün nezdinde, ardından Romanya ve Senegal nez­dinde büyükelçilik yapmıştır. Kendisi, hâlihazırda, Hint Türk Araştırmaları Vakfı’nın başkanlığını yürütmektedir.

18.yüzyıl sonundan 20.yüzyılın ilk yarısına dek, Hindustan halkları ile Orta Asya halkları arasında sürekli bir etkileşim ve alışveriş oldu. Hindistan’ın bağımsızlığının ardından, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türki halklarla kültürel ve diğer temasların sürdürülmesi mümkün oldu. Şimdiyse, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben, Orta Asya’daki ülkeler bağımsız oldular ve dolayısıyla çok daha fazla temas ve kültürel-yazınsal etkileşim mümkün olabilir. Yeni dönem, sadece, Hindustan halkları ile Türki Cumhuriyetlerinin halkları arasındaki eski tarihsel ve kültürel ilişkileri keşfetmek için bir fırsat sunmakla kalmıyor; aynı zamanda bu ilişkiler üzerinden daha büyük şeyler inşa etmenin de yolunu açıyor.
“Hindoostanee” şeklinde yazılan Hindustani Ingiliz J. B. Gilchrist (1759-1841) tarafından ortaya atılmıştır. Kendisi, Kalküta’daki Fort Hıristiyan Koleji ’nin ilk başkanıdır ve Hindistan’da bulunan İngiliz kamu görevlilerini eğitti
Hindustan” terimi, Pakistan’ı içine katmak için bilinçli olarak kullanıldı. 1947 yılında ikiye bölünmeden önce Alt-Kıta bu şekilde tanınıyordu. Bu çalışma, kitleler tarafından konuşulan dillere, bu dillerin doğal varyasyonlarına odaklanmaktadır. İki büyük dili Hindi ve Urdu dilini ele alacağız. Bunlar Hindustan’da yaygın bir şekilde konuşuluyorlar (her ne kadar Urdu dilinin Hindi dilinden doğduğu ve Hindi dilinin sadece Devanagari alfabesinde yazılan Urduca olduğunu iddia etse de). Ancak, hem Urdu hem de Gindi dilinin Hindustan’da aynı günlük konuşma dilinden türediği ve dağıldığı güne kadar Hindustan’ın geçerli dili olduğu da bir gerçek. Tanınmış akademisyen ve samimi tarihçi Khushwant Singh’in söylediği gibi, o dönemden beri Hintliler Hindi dilini daha çok Sanskritleştirdiler; Pakistanlılar da Urdu dilini daha çok Farslaştırdılar. Bunun sonucunda da, sokaktaki bir insanın hem Hindi dilini hem de Urdu dilini aynı anda anlaması (özellikle de TV ve radyo yayınlarında) zorlaştı.
Bununla birlikte, iktidardaki yeni elit kesimin resmi dilin genel görünümünü (dili değil) değiştirmek için aldıkları siyasi güdümlü ve düzeltici tedbirlere rağmen (Hindistan ve Pakistan’da olduğu gibi), Hindustan’da sokaktaki insanın konuştuğu ortak dil (özellikle de okuma yazma bilmeyen veya yarı bilenlerin), 1947’den beri çok fazla değişmedi. Bunun en iyi kanıtı ise, Bombay’da (Hindistan) çekilen Hindustabi filmlerinde kullanılan dildir. Söz konusu dil, Hindistan’ın büyük kısmında kitlelerin konuştuğu dildir ve Pakistan’da da eşit derecede popüler olmaya devam etmektedir. Film dili Sanskritleştirildiği zamanlarda filmler çok popüler olma özelliklerini yitirmektedirler. Aynı şekilde, “Razia” (Delhi’deki Türk bir kraliçe) hakkındaki bir filmde çok fazla Farslaştırılmış Urdu dili kullanıldığında, popülerlik noksanlığı, kitlelerin bunu anlamada yaşadığı zorluklara atfedilebilir. Hindustani, devasa kelime dağarcığı, şekli ve edebi çeşitliliği ile yazara, kendini ifade etmede tüm zenginlik, zarafet ve farklılıkları sağlar. Britannica ansiklopedisinin 1990 yılı baskısına göre, 35 milyondan fazla Hintli, Urdu dilini kendi anadilleri olarak beyan ederken, Pakistan’da bu sayı beşte birinden azdır: (güncellenmemiş verilere göre) 6,7 milyon. Hindustani’nin farklı şekilleri, Hint nüfusunun %70’inden fazlası tarafından konuşulmakta veya anlaşılmaktadır. Bombay filmleri, Hindustani dilinin Hindi/Urdu dili konuşulmayan Güney Hindistan ve Kuzeydoğu’da yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
“Hindoostanee” şeklinde yazılan Hindustani kelimesi, İngiliz Bay J. B. Gilchrist (1759-1841) tarafından ortaya atılmıştır. Kendisi, Kalküta’daki Fort Hıristiyan Koleji’nin ilk başkanıdır ve Hindistan’da hizmette bulunan İngiliz kamu görevlilerini eğitmiştir. Bay Gilchrist, aynı zamanda, Hindustani sözlüğü ve gramerini de yazmıştır. Daha önceleri belirtildiği gibi, Hindustani iki yazınsal dilden (Devanagari alfabesinde yazılan ve Sanskrit alfabesinden edebi özellikler ve kelimeler ödünç almış olan Hindi dili ve Farsça’dan kelimeler almış olan ve değiştirilmiş Arap harfleriyle yazılan Urdu dili) doğmuştur. Hindistani, Hindi veya Urdu dillerinden çok daha eskidir ve birçok kez, ırk veya dinden ziyade bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Müslümanların ve diğer kesimlerin Hindistan’a gelmelerinden önce, Hindustan’da konuşulan diller, farklı Bhashalar veya Bahkalar olarak bilinirdi. Hindustani, kendi arasında bağlantılı diyalektlerden türemiştir.
Bu diyalekt ve dillerin bazıları; Hindi, Khariboli, Brij Bhasha, Awadhi, Bagheli, Chhatisgari, Bundeli, Kanauji, Bhojpuri, Maithili, Gujari, Rajsthani ve güneyde konuşulduğunda Deccani olarak bilinen dillerdir. Bu dillerin bazılarının iddia ettiği gibi Hindi dilinin diyalektleri olduğu hiçbir şekilde doğru değildir. Brij Bhasha, 15 ila 17.yüzyıllar arasında önemli bir edebi araçtı. Hem Brij Bhasha hem de diğer birçok diyalekt, Khariboli ile kıyaslandığında genetik olarak farklı bir Prakritik kökene sahiptir. Hindi literatürüne dair tüm erken dönem eserler, Khariboli’den farklı diyalektlerde yazılmış ve 17.yüzyıl sonu itibariyle standart ve popüler bir hal almıştır. Sadece 19.yüzyılda edebiyat dili haline gelmiştir. Brij Bhasha, 19.yüzyıl sonuna kadar şiir aracı olmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, net bir şekilde söylemek gerekirse, modem Hindi edebiyatının dili, daha erken dönemde konuşulandan farklıdır. Aynı şey, hâlihazırdaki yazım biçimini 19.yüzyılda kazanmış olan Urdu dili hakkında da söylenebilir (her ne kadar Urdu şiiri, çok daha önce ortaya çıkmış olsa da). Hindustani’nin erken dönem yazarlarından biri, Amir Khusarao’dur (1253-1325). Kendisi, Türk kökenli olup, Farsça ve Arapça bilen önemli bir akademisyendir. Farsça, Arapça ve Hindi dilinde yazdığı dizeler, Farsça ve Arapça kelimelerin yaygınlaşmasını ve Hindustani’nin gelişmesini sağlamıştır. Son dönemlerde, Premchand gibi yazarları hem Urdu sözcüler hem de Hindi önderler sahiplenmeye başladılar. Tek fark; aynı yazarın bazen değiştirilmiş Arapça (Farsça) alfabeyle, bazen de Devanagari alfabesiyle yazmasıdır. Bu makalede, Hindustani kelimesini, Hindi, Urdu ve Khariboli, Hindi gibi diğer şekilleri içerecek şekilde kullanacağız.
Genel algı; Hindustani ve erken dönem biçimlerinin, M.S. 11.yüzyılda Müslüman işgalciler, yöneticiler, tacirler, din adamları ve kuzeybatıdan gelip Hindistan’a yerleşen diğer kesimler ile yerel Hint halkı arasındaki etkileşimden doğduğu yönündedir. Farsça, o dönemde sofistike Müslüman yönetici elit tarafından dışarıdan getirilmiş olup; yönetim birimlerinde, nazik diyaloglarda kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, temel etkileşim, Farsça ile Kuzey ve Batı Hindistan’da Prakrit’in Apbhramsa varyasyonu (özellikle de Delhi dolaylarında konuşulan Suraseni lehçesi ve daha sonraları Deccan’daki Dravidian dilleri) arasında olmuştur. Hindustani dili buradan ortaya çıkmış ve yavaş bir şekilde gelişmiştir. Hindustani’nin gelişimi üzerine yazılmış olan birçok kitap, İngilizler tarafından 18 ve 19.yüzyıllarda kaleme alınmıştır ve Doğu Hindistan Şirketi’ne mensup memurlar ve Britanya İmparatorluğu için yönetim alanında kullanılmış ve öğrenilmiştir.
İçlerinden herhangi birinin, bölgeye gelir gelmez Türkçe öğrenmiş olması pek olası değildir. Keza, Mughal imparatorluğunun son dönemlerinde Farsça’nın egemenliği oldukça fazaydı (her ne kadar bazı medreselerde ve hanelerde bir nebze Türkçe öğretiliyor olsa da). Dolayısıyla, birkaç kelime dağarcığı dışında,
Urdu, Hindi veya Hindustani’nin gelişim tarihinde Türk dillerine herhangi bir önem atfedil memiştir. Elbette, Urdu kelimesinin (Türkçe’de Ordu), Türkçe kökenli olduğu ve tarihçiler aracılığıyla Farsça’ya geçtiği ve Ordusu ve hanedanlık tarafından kullanılması için Seyid yönetici Hızır Han tarafından Timurların etkisi altında Hindistan’da kabul gördüğü de bilinmeli. 17.yüzyılda, Mughal yönetimi sırasında, Urdu kelimesi genellikle imparatorluk için kullanıldı.
Urdu/Lashkar Bhasha/Hindustani belki de 12.yüzyıl sonundan itibaren yeni gelen Müslüman yöneticiler, askerler ve tüccarlar ile yerel halk arasında, yönetim amacıyla, yerli esnafın ticareti için, haremde kadınlar ve hizmetkarların büyük oranda Hindustani kökenli olması sebebiyle ciddi olarak bir iletişim aracı şeklinde gelişmeye başladı. Türkler yönetim, şiir ve siyasi sohbetlerde Farsça kelimeler kullanırken, askeri unvanlar, silahlar, askeri kumandanlıklar ve örgütler için birçok Türkçe kelimeye başvurmuşlardır. Avlanırken, ilişkileri ifade ederken ve yönetici sınıf arasında saraydaki iletişimde Türkçe kaynaklı kelimeler kullanıldı. Sufılerin İslam’ı yeni gelişen Hindustani’yi kullanarak kitleler arasında yaymadaki rollerini de gözardı etmemek gerekiyor. Bugün bile, Sufı dervişlerin mezarları, Hindular arasında eşit bir saygı konusudur. Bu çalışmanın amacı; Türki dillerin bilindiğinden daha fazla bir şekilde Hindustani dillerinin gelişimi ve temel yapısına katkıda bulunduğu görüşünü ileri sürmektir.
Orta Asya, İran, Afganistan, kuzeybatı Hindustan, Anadolu, Kuzey Irak gibi ülke ve bölgeleri kapsayan bu geniş alan, birçok farklı ırk, kültür ve dilin tarih boyunca içiçe geçmesidir. En azından Hindistan’da Mauryan İmparatorluğu günlerinden beri (İ.Ö. 4.yüz yıl), birçok yönetici başkentlerini Hindustan yapmış, Afganistan ve Orta Asya’yı da kendi topraklarına katmıştır. Dolayısıyla, bu yöneticilerin dilleri ve dinleri, Afganistan, Orta Asya ve Doğu İran’a yayılmıştır. Mauryan İmparatoru Ashoka ve diğerleri, Budist rahipleri Orta Asya’ya gönderince, buradaki aşiretlerin çoğu Budist olmuşlardır. Türkler ve Hint-Aryan aşiretler (örneğin Sakaslar, Kushanaslar), Hindistan sınırlarına yerleştiklerinde Hindustan’ın dil ve dinlerini benimsemişlerdir. Aynı zamanda, Hindistan’ın sınırları ve iç bölgelerinde de Hindustan dilleri ve dinleri benimsendi. Ayrıca, Orta Asya’ya (özellikle de Doğu Türkistan’a) transfer edilen Hint alfabelerini de benimsediler. Kabil nehri, Peshawar, Jalalabad ve Tarim havzasına giden meşhur güzergahlar üzerinden ticaret yapılırdı. Çin bir yandan Hindistan, Orta Asya ve Batı Asya diğer yandan yapılan siyasi alışverişlerde farklı kültürler, ırklar, etnisiteler, dinlerden insanlar arasında etkileşim sağlanıyordu.
Bu bölgede, Budist tapınakları, Prak rit’teki birçok Budist yazını ve Sanskritçe ve Orta Asya’nın yerel dillerindeki yazılar, Brahmi ve Devanagari gibi Hint alfabesinde yazılanlar ortaya çıkarıldı. Bunun yanı sıra, ahşap tabletler, deri, kağıt ve ipek üzerine yazılmış birçok seküler belge de vardı. Ayrıca, Kharosti alfabesinde Sanskritçe’den yapılan çevirilere de rastlamak mümkündü. Bu çeviriler arasında astronomi ve tıpla ilgili konular yer alıyordu. Turfan bölgesinde 10 ve 11.yüzyıllarda ortaya çıkarılan belgeler (ki bunları Berlin’de görmek mümkün), tıp ve takvim gibi konular yer almaktadır. Elbette, bu belgelerdeki Türkçe, bugün Doğu Türkistan’da (yani, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Çin’in Sincan bölgesinde) konuşulan Türki dillerden
(Uygur ve Çağatay grubu) oldukça farklıdır. Budizm ve hatta Hinduizm’e dair birçok felsefi, ruhani ve dini kelimeler bulunmadığı için, Pali & Sanskritçe’den Türkçe’ye geçmiştir. Dolayısıyla, Türkçe, Pali ve Sanskrit kökenli birçok sözcük benimsemiştir ve bu sözcüklerin bazıları diğer dillere de geçmiştir: örneğin, Ratan, Ardhani olmuştur. Sözcüklerin nasıl değiştiğine dair bir örnek de, Budist kelimesi Dhyan’ın (meditasyon) Çin’de Jhan, Japonca Zen haline gelmesidir.
Her ne kadar Türki dillerin Hint dilleri üzerindeki etkisi, M.S. 11.yüzyılda ciddi bir şekilde hissedilmeye başlasa da, birçok Türki kabile, Hindustan ile olan etkileşimlerini çok daha önceden başlatmışlardır. İ.Ö. 3.yüzyılda Mauryan İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra, Hindistan’da Sakalar, Batı’da ise İskitler olarak bilinen Orta Asya’daki bir dizi Türki aşiret, Hindus­tan’a gelip buraya yerleştiler. Sakalar, Orta Asya’daki Yuegchih olarak bilinen ve kendileri de daha sonra Hindustan’a giren aşiretler yüzünden Hindustan’a git­meye mecbur bırakıldılar. Sakalar, Mathura’dan (Del­hi’nin güneydoğusu) ülkeyi yönettiler ve İ.Ö. 1.yüzyıldaki meşhur kralları Rajuvala ve Sodasa idi. Ardından, yönlerini Batı’ya, Rajasthan’a ve Malwa’ya çevirdiler. Yuehchich’in reisi Kujulakara I Kadphises, İ.Ö. 1.yüzyılda Kuzey Hindistan’ı işgal etti. Ondan sonra başa oğlu Vima geçti. Vima’dan I sonra ise meşhur Kanishka. Kanishka’nın aşireti, Hint I tarihinde Khushanas olarak bilinir. Krallıklarının merkezi Peshawar idi ve başkentleri Orta Hindistan’da Sanchi’ye, Doğu’da ise Vatanasi’ye dek uzandı; Orta I Asya’nın büyük kısmını içine aldı. Hiç şaşırtıcı olma­sa gerek, kuzey ve batı Hindistan’ın idari ve siyasi koşulları, Orta Asya’daki benzer koşulları etkiledi. Kushanalar Budist oldu ve Kanishka, bu dini Orta As­ya ve diğer yerlere yaydı. Daha sonraları (M.S. 6.yüz yıl) bölgeye gelen diğer bir büyük aşiret de, Hunlardı ve ilk kralları 6.yüzyılda Toramana olarak bilinir. Oğ­lu ise, Hinduizm’in bir kolu olan Şavizm’in lideri olan Mihirakula idi. Söylenene göre; daha erken dönemlerde gelen bu ve diğer diğer aşiretler ise, özellikle de Gupta imparatorluğunun dağılmasından sonra Batı ve Orta Hindistan’a (yani Rajasthan’a, Gujarat’a ve Batı Madhya Pradesh’e) ilerlediler.
Birçok tarihçinin iddiasına göre, bu aşiretler, değerleri ve diğer nitelikleri itibariyle, kendilerini Hindu kast sistemi hiyerarşisine entegre edebildiler ve Rajputlar (Kralların oğulları) olarak tanınmaya başladı I 1ar. Şurası kuşkusuz ki, Moğollar ve Türkçe konuşan diğer halklar, Rajputlarla oldukça kolay ilişki kurabiliyorlardı. Bazı Türkçe kelimelerin Rajasthan, Gujara ve Orta Hindistan’da konuşulan dillere entegre edilmiş olması da oldukça kuvvetli bir olasılık. Türkçe “kara” kelimesi, Batı Hindistan’da aynı renk için kullanılırken, ülkenin geri kalanında “kala” olarak telaf­fuz ediliyor. Türkçe “bacı” olarak yazılan sözcük de “baji” olarak kullanılıp bugün halen aynı anlamı (kız kardeş veya yaşlı hanım) ifade etmektedir. Ancak, Hin­dustani dillerinin gelişim tohumlarının atıldığı yerler Rajasthan ve yakın bölgeleridir (Delhi’ye yakın bölgeler).

İslam’ın İran’a yaygınlaşmasından sonra, bu din, kısa süre içerisinde Orta Asya’ya doğru yaygınlaştı. Türkler, İran ve Afganistan üzerinden Anadolu ve Hin­dustan’a doğru ilerlerken, o sırada İslâmlaştılar. Hayat şartlarının çetin ve gösterişsiz olduğu Avrasya stepleri­nin basit ancak cesur insanları olan Türkler, krallıkları ele geçirmelerinin hemen ardından, bölgedeki kültür ve medeniyet simgeleri ve biçimlerini de benimsediler: fethettikleri toprakların halklarının dili olan Farsça’nın (ve Arapçanın) daha sofistike biçimi de buna dahil. (Emevilerle başlamak gerekirse; Şam’daki Bizans sis­teminin tümünü baştan sona benimsemişlerdir.) Orta Asya haricinde iktidarlarını kurdukları yerlerin çoğun­da Türkler, yönetilenlerin dillerini benimsediler  an­cak bir yandan da kendi kelime dağarcıklarını ekleyip, tebaalarının dil gramerlerini etkilediler.
Hindustan’ın Orta Çağ tarihinde, Türki aşiretler, Müslüman fatihler ve gelip Hindistan’ı anayurtları yapan yöneticiler nezdinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin işgalleri, 11.yüzyılın ilk yarısında, Sabuktegin ile başladı ve krallıklarını Hindustan’ın Kuzey ve batısında kurma süreçleri, 12.yüzyıl sonundan itiba­ren başladı. Her ne kadar Sindh, Araplar tarafından iş­gal edilmiş olsa da, Abbasi halifeliğinin M.S. 8.yüz yılda kurulmasının hemen ardından, bu durum, Hindustan’ın kültürü ve medeniyetini etkilemede doğrudan marjinal bir rol oynadı. Şurası ilginç ki, Kerala’nın dili olan Malayalam’da, Hindustani, Tuluk Bhasha olarak bilinmektedir ve Tulukan kelimesi Müslüman erkekler, Tulukachi ise Müslüman kadın­lar için kullanılmaktadır. Türkiye halklarının konuştu­ğu diller, Tulu Bhasha olarak bilinir. Bu ilginçtir çün­kü Kerala kıyısı ile Arap dünyası arasındaki ilişkiler İslam’dan öncesine dayanır ve Kerala’nın Malabar kı­yısı ile Arap dünyası arasındaki sürekli etkileşim söz konusu olmuştur. Ancak yine de Müslüman erkeğe ilişkin sözcük “Tulukan”dır.
İslam’ın ve İslam ve Türk kültürünün Hindustan üzerindeki etkisi, 12.yüzyıl sonundan 16.yüzyıl başına dek olan dönemde Hindistan tarihindeki Türk-Afgan dönemi sırasında gerçekleşmiş ve Mughal döneminde devam etmiştir. Sultanların ve yöneticilerin bazılarının Arap veya Afgan kökenleri olduğu iddia edilse de, elit kesimin önemli bir kısmı, Türki ve Turan kökenlerden oluşan halklardan ibarettir. Ayrıca, kabilelerin ve bi­reylerin bir kısmı da Rumi Selçuk veya Osmanlı top­raklarından gelmiştir. Birçoğunun yolu buraya basit askerler veya dönemsel liderler olarak düşmüştür. İs­lam tarihinin ilk dönemlerinden beri (Abbasi döneminin ikinci yansı), Türk olmayan birçok kral ve Sultan, Orta Asya’dan aldıkları esirle­rin Türk hane halklarını korumuş, böylelikle kendilerine bağlı askerler ve askeri liderlere sahip olmuşlardır. İçlerinden çoğu, zorlu gö­revlerden alınlarının hakkıyla yükselmişler ve yönetici elit ile kralların sağ kolu gibi üst dü­zeylere ulaşmışlardır. İçlerinden bazıları Sul­tan bile olmuştur.






















Muhammad Ghori
Hindustan’da en ünlü Türk yöneticilerden bazıları; Ghazni’li Mahmud, Muhammad Gori, Kutubuddin Aybak, Iltutmish, Balban, ve elbette Khiljis (Halaç olarak da bilinir) ile Tughlaklar’dır. Bazı tahminlere göre, Türkler, Hint tarihinin orta çağ döneminde iktidardaki elitin %60’ına kadar olan kısma karşılık geli­yorlardı. Şunu da not etmek gerekir ki; Timuridlerin Kralı olan Babar,(Babür)  aynı zamanda Mughal hanedanlığının kurucusu olarak bir Çağatay Türküydü ve Babarname’sini Farsça değil Çağatay dilinde yazdı. Aynı şekilde oğulları Hümayun ve Kamran da Türkçe şiir yazdılar. Ancak Akbar’ın iktidarı döneminde yönetici elit içinde Türk aşiret reislerinin ora­nı dörtte bire düştü. Bu bilinçli bir siyasi ka­rardı; keza yaşam biçimleri açısından göçebe olan Moğollar ve Türkler, doğaları gereği da­ha bağımsızlar ve eşitlik ile özgürlüğe inanır­lar. Hükümdarlığın Turan/Moğol kavramı, bir­eye değil aileye devredilir. Humayun ve Akbar, Turan/Moğol kökenli asilleri denetim altına alıp disipline etmede oldukça fazla sı­kıntı çektiler. Öncelik Farslara, Afganlara ve din değiştirenlere verildi. Güney Hindis­tan’daki birçok akademisyen, haklı olarak, Deccan’da ciddi bir kalkınma süreci ve Hindustan’ı koruma gayreti olduğunu iddia ettiler. Kuzey Hindistan Müslüman fatihler tarafın­dan ele geçirildiğinde, Türk Halac yöneticileri, ardın­dan da yine Türk olan Tughlak yöneticileri ile birlik­te, dilin doğuşunun tohumlan ise atıldı. Hatta Muhammed Tughlak, başkentini bir süreliğine Güney’e taşıdı. Daha sonraları, Türk aşiretlerinin kurdu­ğu bir dizi krallık ki elit kesimin oldukça önemli bir kısmım oluşturdular Güney Hindistan’da (yani Bijapur’da, Golcunda’da, vs) kuruldu.
Allaudin Khilji Deccan’ı fethettiğinde, her bir ken­tin başına yönetici olarak seçilen Türkler, güvenlik ve idareyi sağlamakla görevlendirildiler. İçlerinden ço­ğu, yardımcı olarak akrabalarını işe aldılar. Dolayısıy­la, hem Kuzey’de Hindustani’nin gelişiminin başlan­gıcı, hem de daha sonraları Deccan’daki gelişimi sırasında, elitin önemli bir kısmı Türk kökenliydi ve yönetim işlerinde Farsça kullanıp, kişiler arası ilişki­lerinde Türkçeye başvuruyorlardı. Bu da, Hindusta­ni’nin birçok şekilde gelişiminin devamına yardımcı oldu. Deccani döneminde, aynı zamanda, Hindustan’a Dravadian kelimelerinin sızmasının yanı sıra, gramer ve cümle kurma biçimleri üzerinde karşılıklı bir etki­leşim oldu. Hatta şunu da söylemek mümkün: Decca­ni dönemi, muhtemelen, Hindustani’nin Kuzey Hin­distan’ın birçok noktasında yaşanmış olabileceği gibi tamamen Farslaşmasını önledi.
Tahminlere göre, Hindustani ve Türkçenin ortak binlerce kelimesi var ve bunların büyük kısmı Farsça ve Arapça’dan geliyor. Bazı tahminler, bu sayının üç ila dört bin arasında olduğunu söylerken, Hindusta­ni’de Türkçe kökenli beş ila altı yüz arasında sözcük var. Bu kıyaslama, temel olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Oğuz ailesine bağlı Türkçesi ile yapılıyor; keza 1930’lu yıllardan beri bu dilden birçok Arapça ve Farsça kelime uzaklaştırıldı. Belki de Doğu’da (Özbe­kistan ve Doğu’da Uygur ve Çağatay, kelime aileleri) konuşulduğu şekliyle Türkçe ve Hindustani arasında­ki ortak sözcük sayısı, çok daha fazla olabilir. Hindustani’deki Türkçe kelimelere bazı örnekler vermek gerekirse: Top, Tamancha, Barood, Nishan, Chaku, Bahadur, Begüm, Bulak, Chadar, Chhatri, Chakachak, chikin (nakış), Chamcha, Chechek, Dag, Surma, Ba vârchi, Khazanchi, Bakshi (bekçi), Coolie, Kanat, Kiyma, Kulcha, Korma, Kotwal, Daroga, Koka, Kenchi, Naukar, vb. Açıkça görülüyor ki, Hindustani’deki Türkçe sözcüklerin sayısı, Farsça ve Arapça kadar fazla olabilir; çünkü beriki, Kuran’ın dilidir (her ne kadar Asya Minör ve İran’daki Selçuklu Türk yöneticiler, dini gerekçeler haricinde Arapça’nın kul­lanımını caydırmak isteseler de) ve bu durum tüm inananlar üzerinde etki doğurmaktadır. Ötekisi ise, yönetim ve aristokrasi dilidir. Türkçenin Farsça ve Arapça üzerindeki etkisine dair araştırmaların gerçek­leştirilmiş olduğunu düşünüyorum.
Hindustani, şaşırtıcı bir şekilde, Türkçe’ye gramer ve cümle dizilimi açısından benzemektedir (her ne kadar iki dilin kökenleri oldukça farklı dil ailelerin­den gelmiş olsa da). Örneğin, normal koşullar altında hem Hindustani’de hem de Türkçe’de, ilk başta özne gelir, ardından nesne, en sonunda da yüklem. Türkçe ve Hindustani dilinde fiil çekimi konusunda da ciddi benzerlikler vardır. Ancak Türkçe’de sadece tek bir cins varken Hindustani’de iki tane vardır. Biraz Arap­ça bildiğim için şunu söyleyebilirim ki, Hindustani ile Arapça cümle yapısı ve gramer arasında herhangi bir benzerlik bulamazsınız. Biraz Sanskritçe veya Farsça gramer de bilirim; ancak her iki dil de Hint İran dil ailesine bağlıdır ve bence cümle yapılan da Hindustani’ye yakındır. Farsça’da, Türkçe’de olduğu gibi, tek bir cins varken, Sanskritçe’de üç tane bulu­nur: kadın, erkek, nötr. Sanskritçe, aynı zamanda, nesne ve öznenin cümle içine yerleştirilmesinde daha esneklik sağlar. Öte yandan, Sanskritçe/Farsça cümle yapısı, belli ölçüde Türkçe’ye benzer ve bu durum tu­haf bir rastlantıdır. Beriki, UralAltay dil ailesine bağ­lıdır. Hindustani ile birlikte benzerlik daha da vurgu­lanmaktadır. Şunu da not etmek gerekir ki, Türk ve Hindu-Avrupa dillerinin Orta Asya’da ortaya çıktığı bölgeler, birbirinden çok uzak değildir. Sanskritçeyle bazı benzerlikler şu şekildedir: dvihyrdaya.(iki can ta­şıyan, hamile), Türkçe’de de aynı şekilde kullanılır. Hindi/Sanskrit dilinde, Chitrakar (ressam), Murtikar varken; Türkçe’de “Sanatkar” ve Cüretkar kelimeleri kullanılır. Sarhskrit/Hindi dilinde Türkçedeki güneş kelimesinin karşılığı Dinesha’dır. “Din” ve “silah” kelimelerinin ilk kısmı, “gün” anlamına gelir belki de soğuk iklimde güneşin doğuşuyla bağlantılıdır. Şu­nu da not etmek gerekir ki, Cermanik dillerin cümle kurma biçimi de Sanskritçe ve Farsça’dan oldukça farklıdır ve aynı Hint-Avrupa dil ailesine ait oldukları düşünülür. Şimdi de, Hindustani ile Türkçe arasında daha fazla benzerlik olup olmadığına bakacağız. (Şunu özel­likle not ediniz ki; Türkçe’deki C, J ola­rak telaffuz edilir; Ç ise C ise Ch şeklin­de. G, sesli harfler arasına konduğunda sessiz olur ve vurgu sağlar. H, Hindusta­ni, T ise Türkçe’nin kısaltması olacaktır.)
Türkçe’de de Hindustani’de de tanım lık veya isim çekimi yoktur; sözcükler arasındaki ilişki, “durum takıları” ve edatlarla ifade edilmektedir. Sonsuz sayı­daki isimler, yalın durum veya belirsiz durum işlevi görür. İsmin i halinin iki şekli vardır: belirli (i haliyle biten) ve belirsiz (yalın durumla aynı). Dolayısıy­la, T: “bir kız çağır”  H: "ek larki bu lao"; H: "mere naukar ko bulao" T: "Be­nim hizmetçiyi çağır". Türkçe ve Hindustani’deki sözcük sırası aynıdır. Tamlayan hali, yapıcıdan önce gelir. Ör­neğin, T: 'ustanın oğlu1 H: 'ustad ka beta'. Tamlayan, aynı zamanda aidiyet de ifade eder: T. "Bu ev kimindir?", H: 'Woh ghar kiska hai?'. Eğer bir isim şimdiki zaman­daysa, tamlayan durumuna dönüşür. Do­layısıyla, T: "Adamın bir evi var", H: "Adami ka ek ghar hai". Öte yandan, te­sadüfi bir sahiplik anlamındaki “sahip ol­mak” da benzer şekilde ifade edilir: T: 'Ben de bir kitap var', H: 'mere pas ek ki tab hai'. İsmin den hali de, kıyaslama amacıyla kullanılır: T: 'Fil attan büyüktür', H: 'Hathi ghore se bara hai'. Vurgu yapmak adına, her iki dil de, Arapça belirteç olan “ziada”yı, daha çok anlamında kullanır: T: daha, H: bhi. Sıfat, aktif veya pasif sesten öncedir ve H’de a ile biten sıfatlar haricinde değiş­mez. T: "iyi kiz", H: Achhi lardki". Sıfat, her iki dilde de, sade bir tekrarla güçlendirilir veya T:pekçok, H: bahut belirteci eklenir. H:' Ahista ahista' (yavaşça), T:' yavaş yavaş'. Hızlı hızlı için ise, T: "çabuk çabuk". H: 'Jaldi Jaldi'(belki de Arapça ve Sanskritçe’de kullanıl­maz). Bazen ses yinelemesi de kullanılıyor. Örneğin, H: 'ulta multa' karışık anlamındadır. Ses yinelemeleri­ne, özellikle pasif veya aktif seslerde rastlanıyor: H: "kitab mitab"  kitap ve benzerleri, "bartan wartan” yemekler ve benzerleri, "Hara bhara"(yeşil), "Chota mota"(küçük). Türkçe’de ise, 'kötü mötü', 'çocuk mo cuk', 'tabak mabak'. Her iki dilde de çift isimler yay­gındır: T: "dizi dizi" ve H: 'bari bari'.
Üleştirme sıfatları da şu şekilde ifade edilir: T: "bir bir (veya tek tek) adam," H: "ek ek adami". Soru za­mirleri de sonsuzluk anlamı içeriyor: T: "kim kim", H: "jo jo". Sayıyla ifade edersek; T: "iki defa" H: "do dafa"; H: "Chalis danvaza", T: kırk kapı. Her iki dilde de sayılar tercihen ve/veya olmaksızın ifade ediliyor. Yani, H: panch das, T: beş on. Edatlar, her iki dilin de özelliği: H: 'kütte ke vaste', T: 'köpek için'; H: 'ghar ke taraf, T: 'evin tarafına'. Daha önce sözü edildiği gibi, fiil her zaman cümlenin sonunda bulunuyor. Normal cümle biçimi (özne nesne yüklem) şu şekilde ifade ediliyor: T: Ben sevinçle, o iyi çocuğa bu kalın kitabi veriyorum, H: 'main khushi se us ache bacche ko yeh moti kitab det? hun'. Türkçe’de yüklemler genellikle bir isim veya eylemle kullanılıyor. Örneğin, T: 'et­mek' ve 'olmak', H: 'kama' ve 'hona'. T: 'telaş etmek', H: 'talaş kama'. T: 'dahil olmak' H: 'dakhil hona'. Ol­gusal fiiller de basit bir şekilde inşa edilirler. H: 'bana' (yapılmak:T), 'banana' (yapmak:T), 'banwana' (yaptır­mak^); H: 'Badalna' (değişmek:T), 'badlana' (değiş­tirmek), badalwana (değiştirtmek:T).
Dolaylı anlatımda ise; H: 'Idhar ao usko bolo', T: 'buraya gelsin diye ona söyleyin'. Kök fiil Türkçe’de ip ile bitiyor ve Hindustani’deki basit yüklem kökü, ana yükleme bağlanıyor. Bu da, olayın varoluş düze­nini gösteriyor. Örneğin; H: 'chor ko dekh umon ne usko pakra', T: 'Hırsızı görüp yakaladılar'. İnşa edil­miş yüklem biçimi (Türkçe’de arak, Hindustani’de  kar, arke), aynı zamanda bağlı tümleçlere sebep olu­yor. Örneğin, H: 'bartan lekar kuan par gaya, T: 'Çanak alarak kuyuya gitti'. Zarf biçimindeki ifadeler de çok yaygındır: T: 'Koşarak geldi', H: 'daurkar aya'. Türkçe’de olduğu gibi iki kez yinelenen fiil kökü’ne “e” eklendiğinde, devam eden veya yinelenmiş bir eylem ifade ediliyor; tıpkı yüklemin iki kez şimdiki zamanda yinelenmesi gibi: H: 'main tairte tairte thak gaya'. T: 'Yüze yüze yoruldum'. Her iki dilin de bir di­zi sesli harf kompozisyonları bulunur: T: 'konuşabil­mek', H: 'bol sakna', H: 'woh bolne laga', T: 'Söyleme­ye başladı'. Deyimsel ifadelerde de benzerlikler bulunur; örneğin “yemek” ifadesi üzerinden acıyı göstermek gibi: H: ’lakri or mar khana'; T: 'Sopa ye­mek'. Devam eden acı ise, T: “gam yemek”, H: 'gham khana'. (Not: Yukarıda sıralanan örneklerin çoğu, Otto Spies’ın bu konuda 1955 yılında yayımladığı bir makaleden alıntılandırılmıştır. Bu; 1 Haziran 1994 ta­rihinde ilk makalemi yayımladığımdan beri karşıma bu konuda çıkan tek çalışmadır.)
Cümle biçimi, sözcük dağarcığı gibi konularda yu­karıda bir takım örnekler üzerinden benzerlikler akta­rılmıştır. Türkçe ve Hindustani arasında, Osmanlı ve bugün TC’de konuşulan Türkçe ile (Oğuz dil ailesi) bir kıyaslama yapılabilir. Türkçe’nin cümle kurma biçimi, Doğu Türkçesi’ne (yani Uygur koluna) oldukça benzemektedir  her ne kadar bazı varyasyonlar olsa da. Ancak, Doğu Türkçesi, mutlaka, Hindustani’ye daha yakındır; keza Türk aşiretlerinden Hindustan’a gelen çoğu, bu alana aittir. Şunu da not etmekte yarar var; Türkçe ve Hindustani’deki ortak sözcükler, kö­kenleri Türkçe de olsa, başka bir dil de olsa, Hindus­tani’de kullanıldığında %20 oranında farklı anlam ve nüansa sahip olmaktadır. Bu, elbette, farklı bölgelerde gelişen diller için bile geçerlidir; ve bulundukları ortam—ile diğer etmenlerden etkilenmişler, orijinalden oldukça farklı olmuşlardır. Türki ülkelerde bile aynı kelimelerin farklı anlamları olur. Örneğin, Türkiye ile Sincan, Kazakistan veya Kırgızistan arasında. İşte bu sebepten ötürüdür ki Türki hükümetler, Or­ta Asya’nın Türkçe konuşan ülkeleri, Türkiye ve Azerbaycan’dan gelen akademisyenlerin oluşturduğu komisyonlar kurmuş, kıyaslamalı sözlük ve gramer hazırlamışlardır. Bu tür çabaların sonuncusu ise, M.S. 11.yüzyılda Mahmud Al Kaşgari tarafından ger­çekleştirilmiştir. Orta Asya’nın yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkeleri, kendi dillerindeki cümle biçimi, gramer ve kelime dağarcığını uyumlaştırmalan gerek­tiğini hissettiler. Bu, Türki halkların, akademisyenle­rin, öğrencilerin şimdiden biraz başlayan “bir araya gelme hedefı”nin bir yansımasıdır. Belki de Sanskrit, Hindustani ve Farsça konuşan akademisyenler de bu ortama katılıp Türkçe ile Hindustani dilleri arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarabilirler.
Hindustani dillerinin nasıl dönüştüğünü inceleme konusunu dil bilimcilere bırakacağız; ancak şurası net ki, insanlar yöneticilerinin veya baskın gücün dilini öğreniyorlar veya öğrenmeye çalışıyorlar. İşte bu se­bepten ötürü, eski sömürgelerde Fransızca ve İngiliz­ce’nin hakimiyetini görüyoruz. Ve işte bu sebepten ötürüdür ki İngilizce, uluslararası iletişim üzerinde baskın olmaya devam ediyor. Bunun sebebi, eskiden İngiliz etkisiyken, şimdilerde Amerikan etkisidir. Bence diller empoze edildiğinde bile, güçlü elitlerin, askeri, siyasi veya ekonomik anlamdaki hareketliliği belirleyici olur. Kuzey Afrika’ya Araplar geldiğinde Kiptiler ve Berberler vardı. Türkler Asya Minör’e gir­diğinde ise Bizanslı Hıristiyanlar vardı. Türkiye, 11 milyonun üzerindeki nüfusun içinden, 1920’li yıllarda Yunanistan’a 1,5 milyonun üzerinde Hıristiyan gön­derdi; karşılığında da Müslüman Türkleri aldı. Bu, al­tı yüzyıl süren İslâmlaştırma ve Türkleştirmenin so­nucuydu. Ne tuhaftır ki, Asya Minör’e Müslüman Türklerden önce gelen ve Hıristiyan olan binlerce Hı­ristiyan Türk vardır. Moldovalı Türkler (Gagavuzlar da denir) Hıristiyan’dır. Dolayısıyla, yöneticinin dil­leri ve dinleri, hızla değişmez ve birbirini etkileyip et­kileşimde bulunmaya devam eder. Hindustan’da ve diğer yerlerde durum bu şekilde cereyan etmiştir.
İslam’ın İran’a yaygınlaşmasından sonra, bu din, kısa süre içerisinde Orta Asya’ya doğru yaygınlaştı. Türkler, Iran ve Afganistan üzerinden Anadolu ve Hindustan’a doğru ilerlerken, o sırada İslâmlaştılar.
Dil bilimcilere göre, Hindustani veya diğer dillerin dönüşümü, ikiden fazla dilin, yöneticiye ve yönetilene ait olma temelinde etkileşimde bulunduğu bir etkileşim halinin sonucudur. Sosyo-dilsel güçler, yöneticinin dillerine güç ve prestij verirken; bunun sonucunda yönetilenin dili üzerinde dilsel bir nüfuz uygulanmış olur. Öncelikle, kelime dağarcığı, ardından da cümle kurulumunun bazı kırılgan bölgelerinde. Ancak, dilsel benzerlik, ortak kökenden gelmeyi bir yana bırakırsak, coğrafi ve fiziksel yakınlığı temel alabilir. Özünde farklı ancak coğrafi ve fiziksel olarak benzer diller, genellikle ortak dilsel özellikler sergilerler.
Bu durum, büyük olasılıkla Sanskritçe ve Türkçe’deki benzerlikleri açıklar; keza bu diller, Oıta Asya’dan kökenlerini almışlardır. Bu durum, ayrıca, Hint-Aryan ve Dravidian dilleri veya Farsça ile Türkçe ve Hindustani arasındaki benzerlikleri de açıklamaktadır. Bu unsur, ayrıntılı olarak Bay Emeneau ta­rafından incelendi ve kendisi bu şekilde “dilsel alan­lar” kavramını geliştirdi. Belki de Orta Asya, Anado­lu, İran, Afganistan ve Kuzey Hindustan, birbiriyle örtüşen dil alanlarına ait olabilir; burada farklı ailele­re ait diller, etkileşim sonucunda ortak nitelikler ben­imsemişlerdir. Bunun sonucunda da, geniş bir alanda ortak dil unsurları sergilenir: kelime düzeni, ikileme, olumsuzlama, bileşik sözcükler gibi. Bu durum, bazı cümle alanlarında Deccani Hindi ile Telgu arasındaki benzerlikleri de açıklar.
Şunu belirtmek gerekir ki, Orhon nehrinin yanında­ki bazı yazıtlar haricinde (ki bunlar Semitik dillerinin temel alfabesi olan Aramiceden türetilmiş olan Türk­çe Rhunic alfabesinde yazılmışlardır) Türkçe, büyük oranda, yönetilen halkların alfabesinde yazılmıştır. Brahmi, Kharoshti ve Devanagri alfabeleri, her ne ka­dar yönetilene ait olmasalar da, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerinin konuştuğu şekliyle Türkçe’yi yaz­mak için kullanılan en erken dönem alfabedir. Hindustani dillerinde var olmayan Türkçe sesli harfleri ifade etmekte yaşanan zorluklara rağmen kullanılmış­lardır. Brahmi alfabesi de, Hint kökenlidir; muhtemelen Aramice’den ilham almıştır ancak onunla bağlan­tılı değildir ve Budist döneminden bile önce Hindustan’da yaygın olarak kullanılmış, Hindis­tan’daki yazılarında Mauryan Kralı Ashoka tarafın­dan da kullanılmıştır. Ardından, Orta Asya ve diğer komşu ülkelere götürülmüştür.
Brahmi dışında daha birçok başka Kuzey Hint alfa­besi de gelişmiştir: Devanagari, Bengali, Gujarat, vb. Değiştirilmiş Arapça alfabe dışında, Türkçe yazmak için başka alfabeler de kullanılmıştır: Ruslar tarafın­dan şu anda Orta Asya Cumhuriyetleri olarak bilinen bölgede ortaya atılan Kiril alfabesi bunlardan biridir. Kiril alfabesinden vazgeçişin sebebi, belki de, Türki­ye Cumhuriyeti’nin bunu İ930’lu yılların başında ve devlet kurma sebepleriyle benimsemiş olmasıdır: ya­ni, alfabede tutarlılık sağlama.
Ruslar, Orta Asya’daki vatandaşlarının eğeme Rus diliyle aynı alfabeyi kullanmalarını istediler ki, kolay bir şekilde geçiş yapabilsinler. İddia edilene gö­re, Sovyet döneminde, Türkçe kelimelerin farklı cum­huriyetlerde anlam farklılıklarına sahip olmaları teş­vik edildi. Dolayısıyla, Türki diller, Doğu Türkistan’da (yani Özbekistan, Kırgızistan; Kazakis­tan, vs) farklı bir gelişim sergilediler. Sincan Türkçesi, daha az temas halinde olmasına rağmen, kendine has en gelişmiş özelliklere sahip olandır. Durumu telafi et­mek isteyen Türkiye Cumhuriyeti, Türki Cumhuriyet­lerden gelen öğretmen ve öğrencilere on binlerce burs sağladı. Çok fazla sayıdaki Türk öğretmen, bu ülkeler­deki okul ve üniversitelerde ders verdiler. Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve benzeri ülkelerden gelen öğrenciler, Türkiye Cumhuriyeti’nde konuşulan Türk­çe’ye tam hâkim olabilmek için birkaç ay geçirdiler.
Türki Cumhuriyetler, Kiril’den Latin alfabesine ge­çiş meselesini göz önünde bulundurmaya başladılar. Azerbaycan bunu çoktan gerçekleştirmiş; Türkiye’nin kullandığı alfabeye üç alfabe daha eklemişti. Türkme­nistan ise, 1 Ocak 1995 itibariyle, bazı değişiklikler eşliğinde Latin alfabesine geçmeye karar verdi. Di­ğerleri bu konuda henüz bir karar vermediler. Tercih­te bulunmak aslında pek de kolay değil; keza Latin al­fabesine geçiş, bir yandan Türkiye’ye pencere aralarken, bir yandan da Kiril alfabesinin egemen oldu­ğu yatan geçmişle bu Cumhuriyetlerin bağım kopara­caktır. Arap alfabesine geçiş, siyasi bir karar olacaktır; keza böylelikle Fars-Arap İslam dünyasına erişim ko­laylaşacaktır. Bu değişiklik kararından sorumlu olanlar, bunun siyasi, kültürel, dini, ekonomik ve diğer olası sonuçlarını göz önünde bulundurmalıdırlar.
Görünen o ki, yönettikleriyle etkileşim kurarken Türki yöneticiler daha ziyade devlet adamı gibi ve li­beral şekilde davrandılar. Kendi dillerinin yeni taba aya empoze edilmesini istemediler (buna karşın, bazı yönetilenlerin dilleri, Türkçe’den daha gelişmişti). Örneğin, güzel, sevmek, aşık olmak gibi kelimelerde Türkçe’de oldukça az eşanlam vardır; Farsça, Sanskritçe ve Arapça gibi dillerde ise çok fazla...
Öte yandan, iddia edilene göre, birçok Türk yöneti­ci, siyasi ve devlet sebeplerinden dolayı Müslümanlaştılar. Böylelikle Sultan ile Halife’nin yetkileri oto­matik olarak tek bir elde toplandı; toprakların yönetimi kolaylaştı. Elbette, Türklerin Osmanlı İmparatorluğu altındaki yayılması ve Hindustan içlerine doğru ilerle­mesi sırasında, bir Gazi olmak büyük bir ayrıcalık ve teşvik sağlamaktaydı. Kimileri, Osmanlı hanedanlığını Asya Minör’de (Anadolu) kurmuş olan Ertuğrul’un do­ğuştan Müslüman olup olmadığına dair kuşkularını dil­lendiriyorlar. İddia edilene göre, kendisi güçlü bir İs­lam şeyhinin kızıyla konumunu güçlendirmek için evlendiğinde İslam’a geçmiş. Ancak bunun somut bir kanıtı yok. Özellikle de Gagavuzlar gibi birçok Türk’ün Hıristiyan olarak kaldığı düşünülürse...
Son dönemlerde ortaya atılan bazı iddialara göre (örneğin bu konuda Oxford’dan Prof. Julian Raby bu konuda bir doktora tezi yazdı), Konstantinopolis’i fet­heden Fatih, 1450’li yıllarda ciddi ciddi Ortodoks Hı­ristiyanlığını benimsemeyi düşünmüş; keza batıdaki nüfusun çoğunluğu Hristiyan’mış ve Asya Minör’de bile toplumun oldukça geniş bir kısmı halen Hıristi­yan olabilirdi. 1920’li yıllarda nüfusun neredeyse %15’ine karşılık geliyordu. Türk yöneticilerin cö­mertliği ve siyasi öngörüsü sonucunda, farklı dinlere mensup insanlar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Ermeniler) kendi milletlerine sahip olabiliyorlardı. Vergilerini ödedikleri müddetçe, kendi iç meselelerini kendileri idare ediyorlar ve hatta devletin ekonomik refahına bile katkı sağlıyorlardı. Türkiye yani o zamanki ha­liyle Asya Minör konusunda ise; burası Bizans imparatorluğunun parçasıydı ve bugünkü Türkiye’de yaşayanlar arasında Türk kanı (eğer ölçülebilir bir şeyse?) %20’den fazla olamaz. Osmanlı yöneticilerinin, dev­şirme sistemi kullandıkları ve yüz yıllarca genç gayri­müslim Hıristiyan oğlanları büyük ölçüde Balkanlar­dan toplayıp asker yaptıkları da anımsanmalı. Bunlardan yeniçeri birlikleri ve üst düzey askeri-sivil liderler, hatta başvezirler çıktı. Başvezirlerin sadece üçte biri, Türk olduklarını iddia edebilirler. Birkaç ta­nesini hariç tutarsak, Osmanlı Sultanlarının büyük kısmının annesi Türk değildi; önemli bir kısmı da Hı­ristiyan’dı. Bu kadınlara kendi dini çevrelerini devam ettirmelerine izin verildi ve birçok Osmanlı şehzadesi neredeyse birer Hıristiyan olarak yetiştirildi. Bu ör­nekler verilerek şöyle bir iddiada bulunmak mümkün: İmparatorluklar dillerini, etnik veya dilsel özellikleri­ni bir anda değiştirmediler. Farklı dinler, diller, ırklar ve kültürler arasında uzun dönemli etkileşimler oldu; biri diğerini etkiledi. İstanbul, Ankara ve Türkiye’nin diğer kesimlerinde birçok kişi Balkan halklarına ve Osmanlı elitinin hüküm sürdüğü Yugoslavya halkına benzer. Aslında, antropologlara göre, Türkiye’de 20’den fazla etnik grup bulunmaktadır.
Brij Bhasha, Awadhi, Bagheli, Chhatisgari, Bundeli, Kanauji, Bhojpuri, Maithili, Gujari, Rajsthani ve güneyde konuşulduğunda Deccani olarak bilinen dillerdir. Bu dillerin Hindi dilinin diyalektleri olduğu doğru değildir.
Benzer şekilde Hindistan’da Türkler yerleşme ka­rarı aldıktan sonra, halka kaynaşmaya ve karma evlilikler yapmaya başladılar. Allaudin Khilji ve oğulları, Hindu Krallarının kızlarıyla evlendiler ve en erken dönemlerden beri bir örnek teşkil ettiler. Hindular, sarayda önemli mevkilere geldiler. Hindu kralla­rın aileleriyle evlilik uygulaması (özellikle de Rajast han’da), Mughal İmparatoru Akbar’ın ardından oldukça aşina bir durum haline geldi. Akbar ve kendisinden sonra gelenler, üvey çocuklarına tam yetki ve hak verdiler, içlerinden çoğu, Mughal başkumandanları ve üst düzey görevliler oldu. Saymanlar ve Birbal gibi birçok Vezir, Hindu kökenliydi. Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığı benimsemeyi düşünürken, Akbar (Ekber Şah) da, farklı dinlerden gelen bilgelerle sürekli gö­rüşmekteydi. Bu esnada, “Din-e-Elahi”  (Dini ilâhi) isimli yeni bir din bile türedi. Buna karşın, fanatik politikaların izin­den giden Aurangzeb, kendi atalarının kurduğu im­paratorluğu neredeyse yok etti. Diğerlerinin dil, din ve kültürlerinin kaynaşması ve birbirine saygı ortamı­nın doğması, belli bir düzeyde eşitlik haliyle devam etti ve birbirlerini etkileyebilmeleri mümkün oldu.
Bu makalenin hedefi; Türki dillerin Hindustani dille­ri üzerindeki (özellikle Hindi ve Urdu dilleri ile onların farklı biçimleri) etkileri üzerinde tartışma başlatmak ve daha fazla araştırma yapılmasını teşvik etmektir. 18.yüzyıl sonundan 20.yüzyılın ilk yansına dek, Hindustan halkları ile Orta Asya halkları arasında sürekli bir etkileşim ve alışveriş oldu. Hindistan’ın bağımsızlı­ğının ardından, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türki halk­larla kültürel ve diğer temasların sürdürülmesi müm­kün oldu. Şimdiyse, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben, Orta Asya’daki ülkeler (Özbekistan, Türkme­nistan, Kırgızistan ve Kazakistan) bağımsız oldular ve dolayısıyla çok daha fazla temas ve kültürel-yazınsal et­kileşim mümkün olabilir. Yeni dönem, sadece, Hindustan halkları ile Türki Cumhuriyetlerinin halkları arasın­daki eski tarihsel ve kültürel ilişkileri keşfetmek için bir fırsat sunmakla kalmıyor; aynı zamanda bu ilişkiler üze­rinden daha büyük şeyler inşa etmenin de yolunu açıyor.
Tercüme Kaynak: Turqie Diplomatigue- Ağustos/2014



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar