Yılmaz DİKBAŞ
Bir önceki başbakanlığı döneminde, "şimdi çevreyi mevreyi bir kenara
bırakıp bu santralları mutlaka devreye sokmalıyız." diyen Mesut
Yılmaz, bu sefer de enerji darboğazı masallarıyla kamuoyunu yanıltıp elektrik
kesintisi korkusu yaratarak nükleer enerji santrallarını halkımıza dayatmak
istiyor. Nedir bu nükleer enerji santralları?
Uranyum ve plütonyum gibi radyoaktif elementlerin atom
çekirdeklerinin parçalanması sırasında ortaya çıkan enerjiye "nükleer enerji" denir. Bu
enerji, nükleer bomba yapımında kullanıldığı gibi, elektrik üretiminde de
kullanılabilir. İşte nükleer enerji santralları, nükleer enerjinin elektrik
üretiminde kullanıldığı işletmelerdir. Peki Türkiye'nin elektrik üretiminde
başka seçenekleri yok mu?
Türkiye'nin yenilenebilir, yani hiç tükenmeyen kendi
enerji kaynakları vardır: Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, jeotermal enerji
(yeraltında sıkışmış sıcak su kaynakları ve buhardan elde edilen enerji),
biyokütle enerji (hayvansal dışkı kökenli gaz) ve katı atık enerji (çöp
yığınlarından elde edilen enerji). Bu öz kaynaklarımızı kullanma olanağı
varken, nükleer santrallar kurarak ülkemizi dışa bağımlı hale getirmek isteyenlere
yurtsever denilebilir mi?
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ya
da geri kalmış birçok ülkede nükleer santral kurmaya çalışan Batının sömürgeci
ülkeleri, nükleer santrallerin hem ucuz hem de güvenli elektrik üretimi yaptığı
yalanlarını pompalayıp durdular. Şimdi gözümüzü Batıya çevirerek, Batı
ülkelerinden örnekler vererek bu yalanları sergileyelim:
• İlk başlangıçta, nükleer enerjinin güvenli ve hiç
bitip tükenmeyecek bir kaynak olduğu ve bu kaynak sayesinde Batı ülkelerinin
ithal petrol bağımlılığından kurtulacağı sanılıyordu. Nükleer enerjiden
üretilecek elektriğin de sudan ucuz olacağına inanılıyordu. İşte bu büyük
ümitlerle, Uluslararası Enerji Acentası, 1979-1990 yılları arasında bütçesinin
yüzde 60'ını nükleer enerji araştırmalarına harcadı. Varılan sonuç tam bir
hayal kırıklığıydı: Nükleer enerji hem pahalı hem de çok tehlikeliydi. Ancak
bu gerçekler kamuyoundan gizlendi. Çünkü Batı Avrupa ülkelerinde nükleer enerji
santralleri kuran bir endüstri oluşmuştu. Ayakta kalabilmek için bu kuruluşlar,
nükleer enerjinin maliyeti ve güvenliği hakkında sürekli yalan haber yaydılar.
Bu yalanlara kanarak nükleer enerji santralleri kuran ülkeler, ekonomilerini
felç ettiler.
• İngiltere elektriğinin yüzde 27'si nükleer enerji
santralarında üretilmektedir. 1988'de Başbakan Margaret Thatcher bu
santralları özelleştirmeye karar verdi. Satış öncesi bu santralların ne kadar
kazançlı yatırımlar olduğunu kamuoyuna açıklayan bir rapor hazırlanmasını
istedi. Önce parlamentoya sunulan rapor tam bir şok yarattı: Uzun süre, çeşitli muhasebe oyunlarıyla,
nükleer enerjinin maliyeti kasıtlı olarak düşük gösterilmişti! Yıllar boyu,
nükleer enerji santrallarından elde edilen elektriğin maliyetinin, diğer
yöntemlerle elde edileninkinden iki kat fazla olduğu bildiriliyordu. Gerçekler
daha fazla gizlenemedi ve 9 Kasım I989'da İngiliz Enerji Bakanı, Parlamentoda
yaptığı açıklamayla, nükleer enerji santrallarının özelleştirilmesinden
vazgeçildiğini ve yeni santralların kurulmasının beş yıl ertelendiği ilân etti.
• Amerika'da mahkemeler, nükleer enerji endüstrisini
köşeye sıkıştırdı ve bu endüstri kuruluşlarının ekonomi, maliyet ve güvenlik
gibi ince konularda tüm gizli kalmış bilgileri açıklamasını istedi. Şaşırtıcı
sonuç şuydu:
Bu kuruluşlara 1973 yılından beri verilmiş, nükleer
santral yapım siparişlerinin hepsi iptal edilmiş ve 1978 yılından beriyeni bir
sipariş alınamamıştı! İptallerin başlıca gerekçesi giderek artan santral yapım
ve bakım masraflarıydı. Amerika'da; Yankee
Rowe, Trojan ve Rancho Seco santralları kapatıldı. On bir santralin de
kapatılma çalışmalarına başlandı. Konunun uzmanları tarafından yapılan
analizlere göre 1999 yılına kadar Amerika'da şu an çalışan nükleer enerji
santrallarının en az üçte biri kesin kapatılmış olacaktı. Nükleer enerji
santralları artık ekonomik olmaktan çıkmıştı. Varılan yargı şuydu; nükleer
enerji santrallarının artık geleceği kalmamıştı. Bu santrallar ancak sürekli
devlet desteği sayesinde ve özgür tartışma ortamının yokluğunda kurulup ayakta
kalabilecekti!
• Fransa'da elektriğin yüzde 78'i nükleer enerji
santrallarında üretilmektedir.
• Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in nükleer santralları
halkımıza şirin göstermek için örnek olarak seçtiği Fransa'da, elektriğin
maliyetinin düşük olduğu hiç sanılmasın. Nükleer enerji santrallarında üretilen
elektriğin dağıtımını yapan kuruluş Fransız Elektrik Kurumu, bir kamu
kuruluşudur. (Nedense Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel işin bu tarafını göz ardı
etmektedir.) Bu kamu kuruluşunun devletten çeşitli adlar altında aldığı parasal
desteklerin boyutunu Fransızlar bile bilmiyor! Fransız elektriğinin fiyatı;
Hollanda. Danimarka. İrlanda. Lüksemburg. Almanya. Yunanistan ve İngiltere'de
üretilen elektrikten daha pahalıdır. Bu ülkelerden Danimarka, İrlanda. Lüksemburg ve Yunanistan'da hiçbir nükleer santral
bulunmamaktadır. Hollanda elektriğinin sadece yüzde 2'sini nükleer
enerjiden elde etmektedir. Almanya'da elektriğin yüzde 34'ü, İngiltere'de ise
yüzde 27'si nükleer enerjiden elde edilmektedir. Fransız Sanayi Bakanlığı'nın
1993 yılı rakamlarına göre, nükleer enerjiden elde edilen elektriğin maliyeti,
kömür yakılarak çalıştırılan buhar türbinlerinden elde edilen elektrikten yüzde
50 daha pahalıdır.
• Fransız nükleer enerji programının babası sayılan çok
üst düzey bir bürokrat, 1994 yılında yapılan büyük bir toplantıda,
dinleyicilerinin üzerine soğuk duş etkisi yapan şu sözleri söylüyordu: "Geçmişe bakıp şunu anlıyoruz ki;
nükleer enerji santrallarının kurulmasıyla ilgili almış olduğumuz kararlar, hem
ekonomik açıdan hem de güvenlik açısından yanlışmış!"
• Şimdi bir de nükleer enerji santrallarının ne kadar
güvenli olduğuna kısaca bir göz atalım:
• 1986 yılında Ukrayna'nın Çernobil kentindeki nükleer
santrallardaki patlama sonucu 11 milyon kişi etkilendi ve kazadan sonraki yedi
yıl içinde radyasyondan etkilenmiş 7 bin kişi öldü. Bölgedeki çocukların yüzde
80'i tiroit kanserine yakalandı.
• 31 Mart 1994'te Fransa'da, Cadarache nükleer
santralinde patlama oldu. Bir mühendis öldü, dört meslektaşı ciddi şekilde
yaralandı.
• Yine Fransa'da Eylül 1991 'de Bugey nükleer
santralinde radyoaktif sızıntı olduğu ortaya çıktı.
• İsviçre, İsveç ve Belçika'daki nükleer santrallarda da
çatlaklar ve bu çatlaklardan tehlikeli radyoaktif sızıntılar görüldü.
Kim ki Türkiye'de nükleer enerji santrallarının kurulmasını savunur,
biliniz ki o kişi ya siyasi bir çıkar peşindedir ya da halkımızın sırtından
yapılacak çok büyük bir vurgunun içindedir. Tüm yurtseverleri, nükleer enerji
santrallarının kurulmasına karşı isyan etmeye çağırıyorum! Bu isyanı başarıyla
sonuçlandırabilmemiz için Bergama'nın şanlı köylülerini örnek almamız yeter!
Akdeniz Atılım. Antalya, 24.11. 1997
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ,
Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
Devletin Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), halkçı (!)
Ecevit'in başbakanlığındaki solcu-milliyetçi koalisyon hükümeti tarafından
çökertilince, ortaya özel emeklilik sigortası pazarlayan şirketler çıkmaya
başladı. (
Geçen hafta, böyle bir sigorta şirketinin iki
temsilcisi, iki genç bayan, bana da özel emeklilik sigortası satmak üzere
ziyaretime geldiler. Derslerini iyi çalışmışlardı. Eğer ayda yüz dolar öder ve
bunu en az on yıl sürdürürsem on yıl sonra ister toplu para alabileceğimi ister
düzenli emekli maaşına kavuşabileceğimi ballandıra ballandıra anlattılar. Beni
etkilemek için de çok kısa sürede yüzlerce kişiye özel emeklilik sigortasını
satmış olduklarını vurguladılar. Tatlı dillerinin ve güler yüzlerinin sonuca
varmak için yeterli olduğundan o kadar emindiler ki, benimle ilgili formları
doldurmak üzere hemen kaleme sarıldılar. Kendilerini nazikçe durdurdum. Bazı
söyleyeceklerimin olduğunu bildirdim. Dikkatle dinlemelerini rica ettim ve
özetle şunları anlattım.
Banka-Borsa-Sigorta üçlüsü, kapitalist dünyanın en önemli kurumlarıdır.
Kapitalizmin öncüleri. Amerika. İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde bu
kurumlar, "oturmuş" kurumlardır. Yani, bu kurumları kimler kurabilir,
nasıl kurabilir, bu kurumların uyması gereken kurallar nelerdir, kurallara
uymayan kişi ve kurumlara ne tür cezalar verilir, hepsi yasalarla tek tek
belirlenmiştir. Bu kurumlar, devletin denetim ve gözetimi altındadırlar. İşte,
bütün bu oturmuşluğuna ve devletin sıkı denetim ve gözetimine rağmen, bu
kurumlar aracılığıyla halkın zaman zaman soyulduğu görülmüştür. Amerika,
İngiltere ve Batı Avrupa'nın banka, borsa ve sigorta şirketlerinde ne
tür dolaplar döndüğünü size onlarca örnek vererek anlatabilirim. Ancak, bugün
sizlerle ortak konumuz. "özel
emeklilik sigortası" olduğu için, yalnız bu konuda ve sadece bir örnek
vereceğim:
İngiltere'de 1988 yılında. 2 milyondan fazla insan, özel emeklilik
sigortası yapan bir şirketle anlaşma imzaladılar, poliçelerini ceplerine
koydular. Belirlenen pirimleri her ay hiç aksatmadan 1994 yılına kadar, yani
tam altı yıl sakır sakır sigortaya yatırdılar. 1994 yılına gelindiğinde. 2
milyondan fazla İngilizin bu sigorta şirketinin özel emeklilik fonunda toplam
25 milyar doları (yani, bugünkü kurlardan, 15 katrilyon lira) birikmişti. İşte
tam bu aşamada, sigorta şirketinin sahipleri 25 milyar doları cebe indirip,
iflas ettik diyerek şirketi kapattılar!
Ünlü İngiliz emniyet teşkilatı Scotland Yard ise el koydu, soruşturma
açıldı. Ama. soruşturmalar sonunda, sigorta şirketinin sahipleri değil hapse
girmek, mahkemeye bile çıkartılmadılar!
Nedeni şuydu: Finansal Hizmetler Yasasına göre, şirket sahiplerinin ise,
kötü niyetle başlamadığı varsayıldığı için. ortada dolandırıcılık sayılacak
ağır ceza mahkemelik bir dava yoktu! Özel emeklilik sigortası
şirketinin sahipleri yasalardaki bu püf noktayı önceden bildikleri için altı
yıl sabırla paraları toplamışlar ve sonunda 2 milyon İngiliz'in toplam 25
milyar dolarını deve etmişlerdi! İngiltere'de. "Özel Emeklilik Fonu" projesini ilk ortaya atan devrin
başbakanı MARGARET THATCHER olmuştu.
Paraları ve emeklilik rüyaları tuz buz olan 2 milyon emekçi söyle
haykırıyordu:
"Özel Emeklilik Sigorta Şirketlerini yasallastıran Margaret Thatcher,
bugün utanç duymalıdır! Soyguncuların eline hem silah verdiler hem de onlara
dokunulmazlık hakkı tanıdılar!"
Bu öyküyü anlattıktan sonra, özel emeklilik sigortası şirketinin temsilcisi
iki genç hanıma şunları söyledim: İngiltere gibi yasaların, kuralların ve
geleneklerin sağlam olduğu bir ülkede bile 2 milyon emekçinin altı yıllık
birikimleri olan 25 milyar dolar hortumlanıp. insanlar ortada
bırakılabiliyorsa. Kim bilir Türkiye'de neler olmaz? Türkiye'da hayali
ihracattan ceza yemiş olanlar sonra tutup banka kurabiliyor, kurdukları bankada
topladıkları parayı cebe atıp toz olabiliyor! Düşünün bir kez. Türkiye'de bugüne
kadar kac banka batırıldı? Yirmi yıl önce ortaya çıkan Banker Kastelli skandali
hâlâ belleklerimizde taze değil mi?
En son offşorzedelerin hikayesini duymayan kaldı mı?
Yarı-sömürge ülkelerde. Türkiye gibi fakir ülkelerde. Banka-Borsa-Sigorta kurumları, bir avuç
kurnazın geniş halk kitlelerini söğüşlemek için kurduğu kurumlardır. Bu
kurumlara güvenerek iş yapanlar, er ya da geç hayal kırıklığına uğramaya
mahkumdurlar. Hele bu tür kurumlara güvenip, yıllarca para yatırarak
sonunda mutlu bir emeklilik hayatı yasayacağını sanmak, tam bir safdilliktir!
Türkiye gibi fakir ülkelerde, emekçilerin sosyal güvenliğini de emekliliğini de
ancak güçlü bir devlet sağlayabilir. Devletin
yönetim ve denetiminde olmayan bir sosyal güvenlik sistemine, emeklilik sistemine
güvenmiyorum! Sözlerimi böyle bitirince, kendilerine müşteri
olmayacağımı kestiren pazarlamacı hanımların tepkisi çok ilginçti.
"Sizin gibi bilgili, kültürlü bir beyden bunu beklemezdik! Sizin
adınıza üzüldük!" dediler. Özel Emeklilik Sigortası pazarlayan iki
hanımın gözünde 2 milyon İngilizlerin dolandırılmış olması pek önemli değildi!
İki milyon İngiliz’in başına gelenlerin. Türklerin de basına gelebileceği
tehlikesi onları pek ilgilendirmiyordu! Onların tek bir hedefi vardı,
ellerindeki malı allayıp pullayarak satmak ve çabuk tarafından komisyonları
cebe atmak! Yeni Dünya Düzeninin ahlakı
işte buydu:
Parayı kazan da nasıl kazanırsan kazan! Binlerce kişinin
kazıklanmasına aracı olmak da dahil! Yetenekli genç hanımlarımızı da bu
ahlaksız düzenin ateşli savunucuları olarak görmek, gerçekten çok üzücüydü.
Yeni İleri.
Antalya. 11.07.2000
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003, İstanbul
Devlet başkanından sokaktaki sıradan insanına kadar Amerikalıların ne
kadar küfürbaz olduğu bizim medyada hemen hemen hiç işlenmemiş bir konudur. Hiç
abartmadan söylüyorum, Amerikalıların konuşurken kullandıkları her üç
sözcükten biri mutlaka bir küfür sözcüğüdür ve bu sözcüklerin en hafifi de "bok" sözcüğüdür.
"Bok"un İngilizce karşılığı
"shit"dir, şit diye okunur, Amerikalıların ağzından "şit"
hiç eksik olmaz.
Amerika'da herkes kendisini ya "küçük
bok" sanır, ya da "büyük
bok". Böylesi bir ayrımın benimsendiğini çok çabuk fark edersiniz.
Yeni tanıştığınız kişiler bile, eleştirdikleri biri için, "O, kendisini büyük bir bok sanıyor!" derler.
Amerika'da toplumsal hiyerarşinin, bok ölçüsüne göre kademelenmesi de, tüm
dünyaya yayılıp dayatılan Amerikan kültürünün kalitesi hakkında iyi bir fikir
vermeye yeterlidir sanırım.
Eğer New York borsasında o gün hisse senetleri değer kaybediyor ve yolda
karşılaştığı arkadaşı,
- Borsa bugün nasıl
gidiyor, diye sorarsa... Amerikalının vereceği yanıt tek hecelidir:
- Bok...
Karşısındakinin fikirlerini benimsemeyen Amerikalı,
- Söylediklerin bir yığın bok! deyip, konuşmayı keser.
Birisi eleştirel sözleriyle Amerikalıyı kızdırmaya başlarsa, alacağı yanıt
son derece edebi bir benzetmedir:
- Sen, üzerinden dumanları çıkan bir yığın at bokusunl
Amerikalıların dilinde "bok" sade olumsuz anlamlarda kullanılmaz,
olumlu anlamlarda da kullanılır. Çok zengin bir kişinin parasal gücünün
boyutları konuşulurken:
- Orospu çocuğu, denir, bok
gibi zengin...
Amerikalı çok korktuğunu ifade ederken de bok sözcüğüne başvurur:
- Korkudan bokumu yaptım...
İstediğini elde etmek için şiddete başvuran, karşısındakini dayaktan haşat
eden Amerikalı da bu olayı sonradan arkadaşlarına anlatırken şöyle der:
- Dayaktan altına bokunu etti...
Amerikalı, herhangi bir konu hakkında umursamazlığını
da,
- Bokumda bile değil... diye ifade eder.
Ekonomik veya sosyal problemlerle başı dertte olan bir Amerikalı da,
-Gözbebeklerime kadar bokun içindeyim!., diyerek halini anlatır.
Amerika'nın* 23 yaşındaki ünlü kadın besteci ve şarkıcı Nelly Furtado'nun, "Hatırla O Günleri" adlı şarkısının
açılış cümlesi şöyledir:
-"Radyodaki bokumu duyuncaya kadar beni sevmiştin."
Yine aynı şarkıcının, "Hey,
Adam!" adlı şarkısının bir yerinde şöyle der:
-"Gökyüzünde gölgeler var, yağmur yağacak gibi ve havada yine boklar
uçuşacak."
Amerikalılar İnternet'te bir site açmışlar, adı "Bok Şehri". Ve bu siteye girdiğinizde, bok yiyen
insanların, bok yiyen genç kızların resimlerini görürsünüz. İnanmayanlara
sitenin adresini veriyorum: www.shitcity.com Yalnız, kusmadan izleyebilmeniz için gerekli önlemleri
almanızı da öneriyorum!
Bol "bok"lu Amerikan
kültürünün önemli uzantıları olan Amerikan filmlerini İngilizce dilinde
seyredenler, en aşağılık küfürlerin yanında çok sık olarak "bok"
sözcüğünün kullanıldığını pekiyi bilirler. Ancak, bu filmlerin Türkçe
dublajlı olanlarında, galiz küfürler ve "bok" sözcüğü Türkçeye. "lanet olsun" diye
çevrilmiştir!
Amerikan kültürünü Türk halkına benimsetmek isteyen işbirlikçiler. Amerikan
kültürünün "bok"lu yanını gizlemek için olacak, böyle bir hileye
başvurmuşlar.
Amerikan kültürünün aşırı bir cömertlikle ürettiği
"boklu" deyimler olmasa. Amerikalılar kendilerini ifade etmek için
herhalde "bok" gibi ortada kalacaklardı!
Yeni İleri. Antalya. 03.07.2001
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
Her ülkenin bir gizli istihbarat örgütü vardır.
Örneğin; Amerika'da CIA, İngiltere'de SIS ve M16, İsrail'de
Mossad, İran'da Savama ve Türkiye'de MİT (Milli İstihbarat
Teşkilatı).
Gizli haber alma örgütleri, her ülkede devlet
kuruluşlarıdır. Bu kuruluşlarda görevli herkes devlet memurudur. Bu
kuruluşlarda görev alan devlet memurlarına "Gizli istihbarat
elemanı" denilir.
Peki "Ajan" ve "Casus" kimlere
denilir?
İstihbarat elemanları kendi ülkelerinde her kesimden
bazı kişileri haber toplamak amacıyla kullanabilirler. Bu kişiler medyadan,
siyasi partilerden, üniversitelerden, işçi sendikalarından, fabrikalardan,
işyerlerinden ve yeraltı dünyasından olabilir. Para veya başka bir çıkar
karşılığı, bir gizli haber alma örgütüne çalışan bu kişilere "ajan"
denilir. 1980 öncesi MİT'e çalışmış olan bugünün tanınmış profesörü Mahir
Kaynak bir "ajan" idi.
Devlet memuru olan istihbarat elemanlarına saygı
gösterilir, ama hemen hemen hiçbir toplumda ajanlar pek sevilmezler!
Para veya başka bir çıkar için yabancı bir devletin
istihbarat örgütüne çalışan kişiye ise "casus" denilir.
Casuslar, şerefsiz kişiler olarak nitelendirilirler. Kendi ülkesinde çok önemli
bir devlet kuruluşunda çalışmaktayken bir yabancı devlet adına casusluk yapan
kişiye ise "köstebek" adı verilmektedir. Köstebek olmak kolay bir iş değildir! Köstebek olacak kişinin çok
bilgili, çok yetenekli, ve çok deneyimli ve çok donanımlı olması gerekir.
Ayrıca bütün bu niteliklerinin yanında köstebeğin kendi çevresinde sevilen,
sayılan, karizmatik, dürüst ve güvenilir bir kişi olması da şarttır! Eğer bir
köstebek kendi ülkesine sırf para veya başka kişisel çıkarlar için ihanet
ediyorsa kuşkusuz son derece şerefsiz bir kişidir! Peki eğer bir köstebek,
kendi ülkesine, kendi devletine, kendi halkına para veya herhangi bir kişisel
çıkar için değil de sırf ideolojik nedenlerden dolayı ihanet ediyorsa
onu nasıl tanımlayacağız, ona nasıl bir ad takacağız?
Köstebeklerin en tehlikeli olanları, kendi
devletlerine, kendi ülkelerine, kendi halklarına ideolojik nedenlerden dolayı
ihanet edenlerdir.
İşte bu yazımızın konusu, bu tür köstebeklerdir.
Yirminci yüzyılın en ünlü köstebeklerinin başında hiç
kuşkusuz İngiliz köstebeği KİM PHİLBY gelmektedir. Hakkında bugüne kadar
İngiltere, Amerika ve Avrupa'da otuzdan fazla kitap yazılmış, çok sayıda
makaleler yayımlanmış ve televizyon filmleri yapılmış olan ünlü İngiliz
köstebek Kim Philby'nin öyküsünü kısaca kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1 Ocak 1912'de doğan Kim Philby, ilkokulu bitirdikten
sonra İngiltere Kraliyet Bursu'nu kazanarak orta ve lise eğitimini
tamamlar. Bu bursu İngiltere'de o yıl kazanan kırk parlak öğrenciden biridir.
Liseyi bitirdikten sonra da ancak çok üstün yetenekli öğrencilerin
kazanabileceği bir devlet bursunu kazanarak on yedi yaşında ünlü Camridge Üniversitesi'ne
girer. Tarih öğrenimi gördükten sonra Ekonomiye başlar. Bu yıllarda İşçi Partisinin destekçisi
olur. Üniversitedeki Sosyalist Öğrenciler Derneği'ne önce üye, sonra
sayman olur. Yirminci yaş gününden birkaç ay önce Komünist İdeolojiye bağlı
kalacağına dair yemin eder. Bu yeminine hayatı boyunca bağlı kalır. 1933'te
Üniversiteyi ikincilikle bitirir. Motosikletle Avrupa turuna çıkar ve Viyana'da
tanıştığı komünistlerden çok etkilenip "aktif bir Sovyet ajanı" olmayı
kabul eder. Londra'ya dönüşünde Rus gizli servis elemanlarıyla gizlice ilişki
kurup ajanlık eğitimi alır.
Anadili İngilizcenin yanında çok iyi Fransızca,
Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Yunanca ve Arapça bilen Kim Philby,
1934-35'te Londra Üniversitesi'nde Türkçeyi öğrenir. Gazeteci olarak
gittiği İspanya'da Franko'ya karşı düzenlenen suikast girişimine karışır.
1940'ta İngiltere Gizli İstihbarat Örgütü SIS'a
girer. Almanya'ya karşı propaganda savaşını yönetir.
1941 'de İngiltere'nin en üst gizli istihbarat örgütü MI6'nın
"Sovyetlere Karşı Casusluk"
bölümünün başına getirilir. Artık o. İngiltere başbakanı ile randevusuz
görüşen, Kraliçenin sarayına istediği zaman girebilen, ayrıcalıklı birkaç
İngilizden biri olmuştur.
1 Ocak 1946'da Kim Philby'e üstün başarılarından ötürü
İngiltere Kraliyet Nişanı (OBE) verilir.
MI6'nın İstanbul İstasyon Başkanı olarak Şubat 1947 de İstanbul'a
gönderilir. İki yıl Beylerbeyi'nde bir yalıda kalır.
1949'da Washington'daki İngiliz Elçiliği birinci
sekreterliğine tayin edilir. Asıl görevi, İngiliz istihbarat örgütü ile CIA ve
FBI arasında sürekli bağlantı kurmaktır. Kim Philby bu görevdeyken çok
önemli sırları öğrenme olanağına kavuşur ve bunları gizlice Rus istihbarat
örgütü KGB'ye aktarır.
195 I 'de Kim Philby'nin bir Sovyet casusu, bir köstebek
olduğuna dair kuşkular İngiltere'de su yüzüne çıkmaya başlar. Zira, batıya
sığınan bazı KGB elemanları, Kim Philby'nin adını "köstebek"
olarak İngiliz yetkililerine bildirmişlerdir. Parlamentoda bir
milletvekili, Başbakandan hesap sorar. Dışişleri Bakanı Mac Millan, suçlamaları
reddeder ve Kim Philby'yi aklar. 1962'de Kim Philby nin bir KGB ajanı
olduğuna dairyeni kanıtlar ortaya atılınca İngiliz gizli istihbarat örgütünün
bir üst düzey elemanı Beyrut'ta bulunan Kim Philby yi Ocak 1963'te sorguya
çeker. İtiraf etmesi durumunda kendisine "dokunulmazlık" tanınacağı
sözünü verir. Kim Philby, KGB için casusluk yapmış olduğunu itiraf eder,
ancak bu faaliyetlerini 1949'da durdurmuş olduğunu söyler.
23 Ocak 1963'de Kim Philby ortalıktan kaybolur!
27 Ocak 1963'te Kim Philby, Moskova'ya ulaşır.
İngiltere Başbakanı Edvvard Heath, 29 Mart 1963'te Kim
Philby'nin kaybolmuş olduğunu duyurur. I Temmuz 1963'te Edvvard Heath, Kim
Philby'nin gerçekten bir KGB ajanı olduğunu doğrular ve bu gerçeği
kabullenir.
10 Ağustos 1965'de Kim Philby ye. Sovyetler Birliği
'ne yapmış olduğu üstün hizmetlerden dolayı "Sovyetler Birliği Kızıl
Devlet Nişanı" verilir.
I968'de Kim Philby'nin yazmış olduğu "Benim
Sessiz Savaşım" adlı anılarını içeren kitap Londra. New York ve
Paris'te basılır.
Daha önce üç kez evlenmiş, beş çocuk babası Kim
Philby. Aralık 1971 'de Moskova'da Rufina adlı bir Rus kadını ile evlenir.
1982'de Komünizme yapmış olduğu üstün hizmetlerden
dolayı "Lenin Madalyası" ile ödüllendirilir.
Ünlü İngiliz yazar Graham Greene. Haziran 1985.
Eylül 1987 ve Şubat 1988'de Kim Philby'i Moskova'da ziyaret eder.
Yirminci yüzyılın en ünlü "köstebek"'! Kim
Philby, 11 Mayıs 1988'de 76 yaşında Moskova'da ölür.
Kim Philby'nin uzun hayat öyküsünün kısa özetinin
özeti şudur:. İngiltere gibi zengin bir kapitalist ülkede olağanüstü olanaklara
sahip; şanlı, şerefli, şatafatlı ve çok refah bir hayatı olan Kim Philby, tüm
bunları hiçbir parasal veya başka tür kişisel çıkar beklemeden, sırf inandığı
bir ideoloji uğruna tepiyor ve devletine, ülkesine, ulusuna ihaneti göze alıp
yabancı bir devletin "köstebek"i oluyor! Peki bizde de, yani
Türkiye'de de devletin en üst kademelerine yükselmiş köstebekler olmuş mudur?
Parasal hiçbir çıkar beklemeden. "Kapitalist
ideolojiye bağlı kalacağına" daha gençken yemin edip devletin en üst
kademelerine çıktıktan sonra Washington'a "köstebeklik"
yapmış olanlar var mıdır?
Bu soruya bir yanıt verebilmek için şöyle sanal bir portre çizelim: Orta ve
lise öğrenimini. Amerikan sisteminde ve İngilizce veren Robert Kolej'de yapmış
ve daha sonra bir Amerikan bursuyla Amerika'ya gidip Henry Kissinger gibi
ünlülerden ders almış bir kişi düşünelim.
Bu kişi bir süre sonra siyasete atılıyor ve "devletçiliği" savunan bir
partinin milletvekili olarak Meclis'e giriyor. Gün geliyor, iktidara tırmanan
bu kişi Amerika'dan esen özelleştirme rüzgârıyla yelken şişirip "Ben hayatımın hiçbir döneminde
devletçi olmadım!" diyor.
Muhalefette iken laikliğin ateşli savunuculuğunu
yapıyor ama iktidar koltuğunda. Cumhuriyet düşmanı bir şeriatçının elinden "ödül" alıyor ve faydalı
tarikatlardan dem vurarak Amerika'nın "Ilımlı
İslam" projesine uyum sağlıyor. Muhalefette iken Amerika'nın
Türkiye'de haşhaş ekimini yasaklama girişimine karşı horozlanıp "Türkiye'de nereye ne ekileceğine Türkler
karar verir." diye sert tepki gösteriyor, ama iktidar olur olmaz Türk
halkının 75 yıllık birikimleri olan KİT'leri özelleştirme adı altında
yabancılara peşkeş çekiyor.
Muhalefette iken ekonomik bağımsızlığı savunuyor, ama
iktidarda Türkiye'nin ekonomisini IMF ve Dünya Bankası denetiminde
Washington'a teslim ediyor. Muhalefette iken Türkiye'nin yeraltı ve yerüstü
zenginliklerini öve öve bitiremiyor ve örnek bir çevreci görüntüsü veriyor, ama
iktidar olur olmaz Amerika ve tüm Batı Avrupa ülkelerinde "ölmekte olan teknoloji" diye nitelendirilen nükleer
santralları Türkiye'ye kurdurtmak için seferber oluyor. Muhalefet yıllarında "halkçı" görüntüsü veriyor,
ama iktidarda yalnız çalışanların değil, emeklilerin de tek güvencesi olan
Sosyal Güvenlik Sistemi'ni Washington'un buyruğuna uyarak yıkıyor.
Muhalefette iken hukuktan yana olduğu imajını veriyor,
ama iktidarda Türk Yargı Organlarını Tahkim yasasıyla yabancılara teslim
ediyor.
Muhalefette söyledikleri ile iktidarda yaptıkları
arasında taban taban zıtlıklar bulunan bu kişinin davranışlarını, ancak onun
bir "Washington Köstebek"
i olduğu varsayımında bulunursak açıklayabiliriz!
Ama Kim Philby örneğinde gördük ki ortaya somut
verilerin çıkmasından sonra bile Kim Philby'nin köstebek olduğunun
kanıtlanmasıyaklaşık on beşyıl almıştır!
Bizde de eğer varsa köstebeklerin açığa çıkması
kimbilir kaçyıl alacaktır!
Yeni İleri. Antalya. 16.05.2000
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
MAFYA DESTEKLİ DEVLET BAŞKANI
Yarın
Amerika'nın otuz beşinci Başkanı John Kennedy’nin bir suikast sonucu
öldürülüşünün otuzyedinciyıl dönümü...
46
yaşındaki Başkan Kennedy'nin 22 Kasım 1963'te Dallas'ta vurularak öldürüldüğü
haberi radyo ve televizyonlardan yayıldığında, Türkiye dahil dünyanın çok
yerinde milyonlarca sıradan insan gözyaşlarını tutamadı. Sadece üçyıl devlet
başkanlığı yapmış olan Kennedy; gençliği, yakışıklılığı ve çok etkili
konuşmalarıyla kendisini milyonlarca insana sevdirebilmişti. Peki Kennedy’yi
Beyaz Saray'a taşıyan gerçek öykü neydi, öldürülüşünün arkasında ne tür gizli
ilişkiler yatıyordu?
Kennedy,
dokuz çocuklu geniş bir ailenin ikinci büyük erkek çocuğuydu. Babası, Joseph, Harward
Üniversitesi mezunu müthiş zeki ve son derece ihtiraslı bir kişiydi. En büyük
ihtirası, çok zengin olmak ve oğlunun Amerika'nın başkanı olarak Beyaz Saray'da
görmekti! Joseph, amaçlarına ulaşmak için hiçbir engel tanımadı. Ne ahlak
kurallarına uydu, ne de yasalara! Amerika'da kaçak içki üretip satan geniş bir
yeraltı örgütünün lideri, yani Mafya Babası olarak korkunç paralar kazandı!
Bununla yetinmeyip bankacılığa ve film yapımcılığına da el attı ve bu işlerden
de milyonlar vurdu! 1929 yılında Amerikan tarihinin en korkunç borsa çöküşü
yaşanırken.
Joseph
tek bir dolar kaybetmeden sıyrıldı! Bu büyük ekonomik çöküş sonrasında Amerikan
Devlet Başkanı Roosevelt, Borsa ve Kambiyo Komisyonu'nun başına Joseph'i
getirince, başkanın yakınlarından biri hayretle, böylesine bir dolandırıcıyı
nasıl seçtiğini sorduğunda, Roosevelt şu ilginç yanıtı vermişti: "Hırsızları yakalamak için bir hırsızı
görevlendireceksin!"
Joseph,
oğlu Kennedy'yi başkan seçtirmek üzere kollan sıvadığında, 500 milyon dolarlık
servetiyle dünyanın en zenginlerinden biriydi!
1960
Başkanlık seçimleri yaklaştığında, Kennedy'nin babası Joseph, tüm parasal varlığına,
gücüne ve geniş ilişkilerine rağmen oğlunu Demokrat Parti'nin başkan adayı
olarak kolayca seçtirmeyeceğini gördü. Yardıma ihtiyacı vardı. Kendisine yardım
edebilecek tek kişi, Şikago'nun en ünlü Mafya Babası Sam Giancana idi. Joseph,
yakın arkadaşı olan bu Mafya Babasi ile doğrudan ilişki kurmadı. Ünlü şarkıcı
Frank Sinatra’yi aracı olarak kullandı. Frank Sinatra, Kennedy'nin babası
Joseph ile Mafya Babası Sam Giancana arasında haber getirip götürdü ve en
sonunda iki mafya babası arasında anlaşmaya varıldı. Sam Giancana. Kennedy'nin
Demokrat Parti'den başkan adayı olmasını sağlayacak, ama buna karşılık da
Kennedy eğer başkan seçilirse Mafya Babası'nı koruyup kollayacaktı! Joseph,
oğlunun adına söz verdi. Artık racon kesilmişti! Kısa süre sonra Kennedy,
Demokrat Parti ön seçimlerinden başkan adayı olarak çıktı. Şimdi karşısında
Cumhuriyetçi Parti adayı Nixon bulunmaktaydı. 1960 Başkanlık seçimi, bu iki
adayın arasında geçecekti. Amerikan halkı, başkanlarını seçmek için 1960'da
sandığa giderken, kamuoyu yoklamaları Kennedy ile Nixon'u başabaş gösteriyordu.
Kennedy'nin babası Joseph, işi şansa bırakamazdı! Bir kez daha yeraltı
dünyasından arkadaşı Şikagolu ünlü Mafya Babası Sam Giancana'ya başvurdu. Ne
gerekiyorsa yapmalı, sandıktan Kennedy'nin çıkmasını sağlamalıydı! Sam Giancana
söz verdi. Racon tazelendi! 1960 Başkanlık seçim sonuçları açıklandığında,
Kennedy'nin oyların yüzde 49,7 Tini. Nixon'un ise yüzde 49,55'ini almış
oldukları görüldü. 69 milyon seçmenin oy kullandığı seçimde Kennedy, rakibi Nixon'dan
sadece 113 bin fazla oy almıştı! Seçim günü, birçok eyalette pis işlerin
döndüğü, özellikle İliyonis, Missuri, Teksas ve New Jersey eyaletlerinde
seçmenlerin tehdit altında Kennedy'den yana oy kullanmaya zorlanmış oldukları,
Nixon'a verilmiş oyların da çalındığı haberleri yayıldı. Ancak yapılacak bir
şey yoktu. O seçimi kaybeden, ama daha sonraki yıllarda Başkan seçilen Nixon,
1960 seçimlerinin hileyle ve zorbalıkla kazanılmış bir seçim olduğunu ölünceye
kadar tekrarlayıp durdu!
Kennedy
1960'da Beyaz Saray'ayerleşince babasının arkadaşı Mafya Babası Sam Giancana da
ödüllendirilmeyi bekledi. Bu güçlü Mafya Babası, yakınlarına açıkça
böbürleniyordu: "Eğer benim
teşkilatım İliyonis'teki seçim sandıklarından zorla Kennedy’yi çıkartmasaydı,
bugün o Beyaz Saray'da olamazdı!"
Mafya
Babası Sam Giancana'nın beklentileri boşa çıktı. Başkan Kennedy, Adalet
Bakanlığı'na kardeşi Robert'i getirdi. Robert de bakan olur olmaz yeraltı
dünyasına, yani maryalara karşı savaş açtı! Racon bozulmuştu. Mafya Babası Sam
Giancana sözünü tutmuş, ama Kennedy tarafı sözünü tutmamıştı! Mafya dünyasında
ihanetin cezası belliydi!
22
Kasım 1963'te Kennedy, Dallas'ta boğazından kurşunlanarak öldürüldü. Tetikçi
yakalandı. Adı Lee Oswald olan bu tetikçi de mahkemeye götürülürken öldürüldü!
Katili yakalandı. Adı Rubi olan bu katil de hapishanede öldürüldü! Böylece
izler silinmiş oluyordu. 1968yılında Amerikan Başkanlığı için bu kez
Kennedy’nin kardeşi Robert aday oldu. Adalet Bakanı iken maryaya karşı savaş
açan Robert de Los Angeles kentinde bir açık hava konuşması yaparken vurularak
öldürüldü! Büyük ihanete uğramış olan Mafya’nın intikamı çok acı olmuştu!
Mafya
ile işbirliği yapan. Amerikan Başkanı bile olsa eninde sonunda faturayı ödemek
zorunda kalıyor!
Bugün
arkasını mafyaya dayamış olan devlet adamları, politikacılar ve iş adamları,
bir gün sıranın mutlaka kendilerine de geleceğini iyice bilmelidirler!
Yeni
İleri, Antalya 21.11.2000
Kaynak:
Bkz:
Yılmaz DİKBAŞ, Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
Devrimci, soykırımcı, araştırmacı, fanatik dinci,
bilim adamı, diktatör eskisi, kara para aklayıcısı, devrik kral, banka
soyguncusu, uyuşturucu tüccarı, mafya babası, terörist, ne olursan ol, kaç
Londra'ya gel! Tıpkı Mevlana gibi, Londra da uğurlu uğursuz her tipe kucağını
açıyor! Bununla ne demek istediğimizi açıklamak için birkaç örnek verelim:
• Yirminci yüzyılın en büyük ekonomisti, komünizmin
kuramcısı Karl Marks, araştırmalarını Londra'da yaptı, ünlü Kapital'i
burada yazdı.
• Tarihin en büyük işçi devrimini yapan, Rus Çarlığı'nı
yıkıp yetmiş yıl sürecek komünizm rejimini kuran Lenin planlarının çoğunu Londra'nın sakin ortamında hazırladı.
• Fransız Devrimi sırasında kellelerini giyotinden
kurtaran Fransız aristokratları kapağı Londra'ya attı.
• Nijerya'nın son diktatörü Sani Abaca, halkından
soyduğu milyarlarca doları Londra'daki bankalarda istifledi.
• Geçen yıl Ruanda'da ortaya çıkan soykırımın çete
başları, toplu cinayetleri Londra'dan yönettiler.
• Dünyayı kana bulama amacıyla cihat ilan etmiş olan bir
grup fanatik İslamcı, bugün Londra'nın kuzeyindeki bir camide üstlenmiş
durumdalar.
• Rusya'daki özelleştirme sırasında devleti soyup soğana
çevirerek dolar milyarderi olan günümüz Rusya'sının en azılı iki oligarkı, Berezovski
ve Gusinski, Rusya'dan kaçıp Londra'ya sığındılar. Londra'nın en
pahalı semtinde, şato gibi köşklerde yaşıyorlar.
• Türkiye'de banka soyarak büyük vurgun vuran Sabah gazetesinin
sahibi Dinç Bilgin ve onun sağ kolu Zafer Mutlunun da Londra'da
köşkleri var.
• 1967 yılında askeri darbeyle tahtını ve tacını
kaybeden Yunan Kralı Konstantin de otuz yıldır Londra'da.
• Pakistan halkının milyarlarca dolarını çalan devlet
adamları ve yüksek bürokratlar da kapağı Londra'ya atmışlar. Şu andaki devlet
başkanı General Pervez Müşerref. Londra'nın bu soygunculara yataklık
yapmasından şikayetçi.
• Dünya eroin kaçakçılığının en büyük mafya babalarından
olduğu yazılıp çizilen beş Türk Mafya Babası da Londra'da konuşlanmış
durumda.
• Afrika'daki iki Amerikan büyükelçiliğinin bombalanması
başta olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerindeki büyük çaplı terörist olayların
planlayıcısı olarak gösterilen Usame Bin Ladinin Londra'da çok sayıda
paravan şirketler kurdurduğu ve bu şirketler aracılığıyla büyük paralar
topladığı iddia edilmekte.
• Sarıyer Belediye Başkanı iken trilyonlarca lirayı
hortumlayan Gülay Aslıtürk ve kendisi gibi vurguncu olan kocası da
Türkiye'den kaçıp kapağı Londra'ya atmışlar. Londra'da evleri, işyerleri var.
işleri tıkırında.
• Londra, yasal ve yasadışı silah tüccarları için de
önemli bir dünya merkezi. Sözde ambargo konulmuş Afrika ve Arap ülkelerine
silah sevkiyatları, Londra'dan yönetiliyor.
• Baskıya uğradıklarını iddia ederek Türkiye'den ve
Irak'tan kaçak Kürtler de Londra'da siyasi sığınmacı olarak kabul görmüşler.
Ekmek elden, su gölden yaşayıp gidiyorlar.
• Sri Lanka'da isyan eden subaylarla ilişkisi olan
terörist örgütü Tamil Elam'ın doğu Londra'da resmen büroları bulunmaktadır.
• İran, Yemen ve Suudi Arabistan'dan kaçmayı başaran
terörist gruplar da Londra'da ellerini kollarını rahatça sallayıp geçiyorlar.
• Kasım 1997'de Mısır'da fanatik bir İslamcı grup
turistik bir yöre olan Luxor'da turistlere ateş açıp çok sayıda yabancıyı
öldürdüler. İşte bu teröristler, bir yolunu bulup Mısır'dan kaçarak Londra'ya
sığındılar. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, "Elleri kanlı bu teröristlere İngilizler nasıl oluyor da siyasi
sığınma hakkı tanıyor, anlayamıyorum!" diyerek öfkesini ve hayretini
dile getiriyordu.
Oysa anlaşılamayacak hiçbir şey yok!
İngilizler, eğer bir çıkarları varsa teröriste de,
soyguncuya da, hırsıza da kucak açar! Onların insan hakları savunuculuğu ise
işin cilasıdır!
Yeni İleri, Antalya, 01.12.2000
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ,
Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
Bir Türk sporcusu, bir Türk spor takımı yurt dışında bir başarı
kazandığında, haklı olarak seviniyor, göklere uçuyoruz.
Bir Türk bilim adamı yurt dışında uluslararası bir başarıya imza attığında,
haklı olarak gururlanıyor, coşuyoruz.
Peki, bir Türk iş adamı. Türkiye'de kazandığı
paralarla yurt dışında fabrikalar kurduğunda, yatırımlar yaptığında yine
sevinip alkışlamamız gerekiyor mu?
• Toprak Holding'in sahibi Halis Toprak, 100 milyon
dolar (bugünkü parayla 50 trilyon Türk Lirası) harcayarak İngiltere'de
bir seramik fabrikası kurdu. Fabrikada yer karosu, banyo tesisatı üretilecek.
Fabrikada İngiliz işçiler çalışacak, kazanılan paranın vergisi İngiltere'nin
kasasına girecek. Net kazancın ne kadarı Türkiye'ye transfer edilebilecek,
belli değil. İngiliz gazeteleri ve kamuoyu. Halis Toprak'ı yaptığı bu
yatırımdan dolayı övüyor, alkışlıyor.
Peki. bizlerin de Halis Toprak’ı kutlaması gerekiyor
mu?
Diyarbakır'ın Lice ilçesinde doğan Halis Toprak, milyonlarca işsizi bulunan Anadolu'yu bırakıp İngiltere'de yatırım
yapıyorsa, bizlere ne yararı var?
Türkiye ekonomisine, Türk halkına bir katkısı
bulunmayan bir yatırımı yurt dışında yapan Halis Toprak'ı, sırf Türk olduğu
için mi kutlayacağız?
• Sakıp Sabancı’nın bugün İsviçre'de, İngiltere'de,
Mısır'da fabrikaları var. Sakıp Sabancı, bugünlerde Arjantin ve
Brezilya'da da fabrikalar kuruyor. Türkiye'de 10 milyondan fazla işsiz var.
Türkiye'de yatırımlar durmuş halde. Devletin ekonomiden elini çekmesini isteyen
Özel Sektör yatırım yapmıyor, fabrikalar kurmuyor, faizden, borsadan repodan
avanta paralar kazanıyor. Ve kazandığı bu paralarla gidip yabancı ülkelerde
fabrikalar kuruyor, üretime dönük yatırımlar yapıyor.
Sakıp Sabancıya sorarsanız,
yatırımları neden Türkiye'de değil de İngiltere, İsviçre, Mısır, Arjantin,
Brezilya ve Amerika'da yapıyorsunuz diye. alacağınız cevap şudur: "Globalleşiyoruml".
Globalleşme, yani küreselleşmede, yurt çıkarlarının, ulus çıkarlarının
değil, kişisel çıkarların önemli olduğunu böylece bir kez daha çok yakından
görmüş ve öğrenmiş oluyoruz.
Peki, yurt ve ulus çıkarlarını en önde tutanlar. Sakıp
Sabancı’yı yurt dışı
yatırımlarından dolayı niye alkışlasın?
Sabancı, sanki bizlerle alay edercesine şunları
söylüyor:
"Bir gün sen, yabancı bir memlekette gezerken, bir yerde Türk
bayrağını göreceksin ve ne güzel fabrika diyeceksin... Mesela Kanada'da. Kim
gelmiş yapmış diye sorsunlar ve Sabancı yapmış desinler. Bunları göreceğiz.
Zaten var. Manchester'e gidersen var. Bunları çoğaltacağız..."
Türk ekonomisi büyük bir depremin beklentisi
içindeyken, bizim holdingciler yurt dışındaki yatırımlarını çoğaltacaklarını
söylüyorlar! Bununla övünüyorlar ve bir de bizlerin onlarla gurur duymasını
bekliyorlar!.
• Bir başka
holding. Anadolu Grubu, 64 milyon dolar (bugünkü parayla 32 trilyon Türk
Lirası) harcayarak Romanya'da bir bira fabrikası kurdu. Fabrikada. 300 Romanyalı
işçi çalışıyor.
Türkiye'de, Türk'ün sırtından kazandığı trilyonlarca
lirayla yurt dışında fabrika kuran, yabancılara iş imkanı yaratan kişileri,
sırf Türk oldukları için övecek, kutlayacak mıyız?
• Güney Afrika'da bir süre
önce kurmuş olduğu Korteks Tekstil Afrika adlı fabrikasına bir yenisini eklemek
üzere harekete geçen bir Türk holding şirketi olan Zorlu Grubu, Güney
Afrika Hükümeti'nin umudu olmuş! Güney Afrika'da işsizlik oranı yüzde 34 olduğu
için. Zorluyu el üstünde tutuyorlar. Zorlu'nun fabrikasında 150
Afrikalı işçi çalışıyor. İkinci fabrikanın kurulmasından sonra bu sayının 500'e
ulaşması bekleniyor. Batının sanayileşmiş zengin ülkeleri, yayılmacılığın ve
sömürgeciliğin sürecinde, hammaddenin ve emeğin ucuz olduğu fakir ülkelerde
yatırımlar yaptılar, fabrikalar kurdular.
Peki, Türkiye kendi sanayileşmesini tamamlayıp zengin
bir ülke konumuna geldi de, şimdi Afrika, Romanya gibi fakir ülkelere
yayılmaya başladı, yatırımlarını bu fakir ülkelere kaydırma aşamasına mı geldi?
Türkye'de halkın yarısı açlık sınırına dayanmışken,
üniversite mezunlarının da içinde bulunduğu 10 milyon insan işsiz dolaşırken. Türk iş adamlarının yabancı
ülkelerde fabrikalar kurup yatırımlar yapmasını nasıl açıklarsınız? Özelleştirmeyi,
Tahkim'i, IMF Reçetelerini destekleyip Türkiye'de avantadan
trilyonlar vuran özel sektörcüler, Anadolu'nun toprağından Türk'ün alın
terinden kazandıkları paralarla yurt dışında fabrikalar kurup yatırımlar
yaparak Türk halkıyla alay ediyorlar...
Türk halkı, kendisine on paralık faydası olmayan yurt dışıyatırımlarıyla
neden gurur duysun, niçin sevinsin?
• Yaklaşık
30 yıldır Amerika'da yaşayan bir Türk iş adamı Kenan Şahin, eğitim gördüğü ve
öğretim görevlisi olarak çalıştığı bir Amerikan üniversitesine 100
milyon dolar (bugünün parasıyla 50 trilyon lira) bağışta bulunmuş.
Bizim boyalı basın, bu haberi çarşaf çarşaf vererek,
bizlerin sevinmesini, gururlanmasını bekliyor!
15 yıllık eğitimini Türkiye'de. Türk halkının verdiği
paralar ve sunduğu imkanlarla yapan Kenan Şahin, eğer 50 trilyonu Türk
üniversitelerine bağışlasaydı, kendisini kutlardık. Eğer o parayı, fakir fakat
yetenekli Türk gençlerine burs olarak dağıtacak bir kuruluşa verseydi, sevinir
ve mutlu olurduk.
50 trilyonu bir Amerikan Üniversitesine bağışlayan Kenan Şahin'le
neden gurur duyacakmışız?
• Mehmet Türker adlı Ispartalı
bir Türk işçisi, yıllar önce çalışmak üzere İsviçre'ye gider. Orada yirmi
yıl kalıp, çalışır, kazanımlarını biriktirir. Yirmi yıl sonra tekrar yurduna
döner ve Isparta’nın Gönen ilçesinde, bir milyon dolarını (500 milyar
lira) harcayarak bir fabrika kurar. Ürettiklerinin bir kısmını yurt içinde
satıp, önemli bir bölümünü de ihraç ederek Türkiye'ye döviz kazandırmaya
başlar.
İsviçre'de yıllarca çalışıp alnının teriyle kazandığı
paraları Türkiye'ye getirip Türkiye'de yatırım yapan Mehmet Türker'le mi
gurur duyuyorsunuz, yoksa Türkiye'de kazandığı paralarla yabancı ülkelerde
fabrikalar kuran avantacı holdingcilerle mi?
Yeni İleri, Antalya. 16.11.1999
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gönüllü Devşirmeler, 2002, İstanbul
Türkiye'de borsanın ne olup olmadığını anlayabilmek için geliniz ilginç
bir yöntem uygulayalım: At yarışlarıyla
karşılaştıralım.
•At yarışlarında atlar koşar, atlar üzerine bahse girilir. Borsada hisse
senetleri yansır, hisse senetleri üzerine bahse girilir.
•At yarışları kısa mesafeli, örneğin 900 metre
olabildiği gibi uzun mesafeli, örneğin 2600 metre de olabilir. Borsada hisse
senetlerinin üzerine para "kısa vadeli" yatırı
la bildiği gibi. "uzun
vadeli" de yatırılabilir.
•At yarışlarıyla ilgili olarak çok sayıda gazete ve dergi yayımlanır, örneğin:
•Yarış Dünyası. Taraflar. Hipodrom. Fotomac. Günaydın
Doludizgin. İstanbul Koşu Bülteni. Güncel Teknik Kosu Bülteni.
Bu gazete ve dergilerde atlarla, at sahibi ve
yetiştiricileriyle yarışlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir, tahminler
yapılır.
Borsa ile de ilgili günlük gazeteler, gazete ekleri
ve haftalık dergiler vardır. Örneğin: Borsamatik.
Paramatik. Borsa. Tüyo. Para. Aksiyon. Para Tüyo.
Bu gazete ve dergilerde de çeşitli hisse senetlerinin
durumu ayrıntılarıyla anlatılır, son günlerin kazandıran ve kazandıracağı
tahmin edilen hisse senetlerinin adları bildirilir.
At yarışlarına ait özel sözcükler vardır: Ganyan, plase, eküri. son galop. sprinter.
kenter. ters kenter. handikap, ikili bahis, çifte bahis, sıralı üçlü bahis,
banko, birinci ayak, aprantis, eşöfe, padok starting box. At yarışlarıyla
ilgisi olmayanlar bu sözcüklerden hiçbir şey anlamazlar!
Borsaya da ait sözcükler ve deyimler vardır: İndeks, seans, likidite sıkışıklığı,
volailite tahminleri, şort döviz pozisyonu, long döviz pozisyonu, parite riski,
hedge etme, spekülatif kağıtlar, tepki alımları, işlem hacmi, kerizleri
silkelemek, boğa piyasa, ayı piyasa, psikolojik tepki, içeriden öğrenenler,
manipülasyon. Borsada kumar oynamayanlar bu sözcüklerden ve deyimlerden
hiçbir şey anlamazlar!
• At yarışlarında, yarıştan bir gün önce, bazen de yarış
başlamadan yarım saat önce "tüyo"verilir. Tüyo, çok gizli ve
özel şekilde elde edilmiş sözde sağlam bilgidir. Yarısı hangi atın kazanacağını
bildirir. Borsada da sürekli tüyolar verilir. Bir şirketin hisse senetlerinin
aniden değer kazanacağına dair içeriden bilgi alınmış havası yaratılarak
yönlendirme yapılır.
Medyada, at yarısı yorumcu ve tüyoları vardır: Alican
Yalaz, Haldun Güneş, Fanatik Nedim Balcı, Abdullah Doğan, Sadi, Harmanbası,
Engin Özel,
Medyada, borsa yorumcu ve tüyocuları da vardır: Prof. Salih Neftçi, Fuat Akman, Prof.
Savaş Akat. Mahmut Ergül, Ali Kardüz, Nuri Sevin. At yarışlarında da
borsada da verilen tüyoların çoğu doğru çıkmaz! Bunlara inanıp para yatıranlar
ütülür!
• At yarışlarında zaman zaman "doping"olur.
Yani, verilen özel ilaçlarla ya yarısı kazanma şansı az olan bir atın
kazanması sağlanır, ya da yansın kesin favorisinin yarısı kaybetmesine neden
olunur. Doping yapanlar yakalanırsa cezalandırılır. Borsada da hisse senetleri
üzerinde manipülatif işlem yapanlar, yani üçkâğıtçılar vardır. Bunlar
yakalanınca borsada işlem yasağı getirilir.
•At yarışlarında çok büyük paralar kazanma ihtimali az da olsa vardır.
Ancak oynayanların çoğu eninde soyulup soğana çevrilirler ve evlerine cep
delik cepken delik giderler. Borsada da çok büyük paralar kazanma ihtimali az
da olsa vardır. Ancak, korkunç büyük paraları. Bemie Cornfeld ve Soros gibi
uluslararası ünlü kumarbazlar kazanır. Borsada oynayanların çok büyük bir
çoğunluğu ise sonunda, elde avuçtakinden de olup dımdızlak ortada kalır.
•At yarışlarında evini barkını satıp perişan olanlara sık sık intihar edenlere arada sırada rastlanır.
Borsada da tüm servetini bir anda kaybedip pencereden, damdan, köprüden
atlayarak intihar etmiş olanlar yakın tarihin sayfalarındadır.
•At yarışlarında sürekli para kaybedince çalıştığı is yerinin kasasını soyan
ve sonuçta hapsi boylayanlara çok rastlanır. Borsada da halktan topladığı
paraları batıran fon yöneticilerine ve bankerlere, sade vatandaşların
sandığından çok rastlanmıştır. 1960’lı yıllarda dünya para piyasasının
sihirbazı sayılıp dahi olarak ilan edilen Bernie Cornfeld, milyarlarca doları
deve yapınca İsviçre'de hapse çıkılmıştı. 1995’de İngilizlerin ünlü bankası
Barings'in bir yöneticisi Singapur'da bankanın milyarlarını Japonya borsasında
batırınca koskoca banka iflas etmiş, para yöneticisi de kelepçeleri
bileklerinde görmüştü.
•At yarışlarında oynanan müşterek bahisler. 2000 yılında Türk ekonomisine
600 trilyon 936 milyar 294 milyon lira katkıda bulunmuştur. Oysa, borsada hisse
senetleri alım-satımından doğan kazanç, vergiden muaf tutulmuştur. Yani,
borsada para kazananlar devlete beş kuruş vergi vermemektedirler.
•At yarışlarında sadece parasını atlara yatıranlar kazanır veya kaybeder.
Bu kişiler ne kadar kaybederse kaybetsin, bundan ülke ekonomisi hiç mi hiç
etkilenmez. Bundan söz eden bile olmaz. Oysa, borsada çok büyük kayıplar
yaşandığında ülke ekonomisi etkilenir! Borsa ile hiç ilgisi olmayan vatandaş da
parasal sıkıntılara düşebilir. Hatta, bazen yüzbinlerce insan işini bile
kaybedebilir!
Köy hikâyelerinin ünlü ismi değerli öğretmen Mahmud
Makal 1950’li yıllarda öğretmen olarak gittiği uzak küçük ve soğuk
bir Doğu Anadolu köyünden Bakanlığa telgraf çeker, okulda tezek yakarak
ısınmaya çalıştıklarını anlatır ve yakacak için çok acele ödenek gönderilmesini
ister. Bakanlık, para göndereceğine soru sorar: "Tezek nedir, kalorisi ne
kadardır?" Parası ve sabrı hızla azalan Makal'ın çektiği
telgraf kısa ve özdür: "Tezek boktur, kalorisi yoktur!"
Mahmut Makal'ın bu yanıtından esinlenerek söyle diyoruz: Borsa kumardır,
dönen dolabı çoktur, ülkemiz ekonomisine yararı yoktur!
Akdeniz Atılım. Antalya.
06.10.1997
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003, İstanbul
Avrupa Birliğinin üyesi, dünyanın
en zengin yedi ülkesinden biri ve uygar dünyanın gözbebeği İngiltere, çok
kişinin imrendiği bir ülkedir. Özellikle ağzı acık Avrupa hayranları tarafından
övüle övüle bitirilemeyen İngiltere'deki toplumsal hayatın bazı sarsıcı
gerçeklerine kısaca göz atalım:
• Bugün İngiltere'de 400 binden
fazla yaşlı insan ya huzur evlerinde ya da kendi fakir konutlarında tek
başlarına yaşıyor. Peki, bu yaşlıların
çocukları yok mu? Çocukları da var torunları da. Ama bu yaşlılar, çocukları ve
torunları tarafından terkedilmişler, yalnız bırakılmışlar. İngiltere'nin 23 bin huzur evinde yaşayıp
hayatlarını tamamlamak zorunda kalan bu yaşlılar, öyle sanıldığı gibi yatalak
hasta değil. Büyük çoğunluğunun yaşlı olmaktan başka bir eksiği yok
• Bir ay önce İngiltere'de
yayımlanan bir araştırma raporu duygu sahibi her insanı sok etti. Yaşlıların barındığı huzur evlerinde, çok
yaygın şekilde cinsel tecavüz varmış! Son iki yıl içinde, huzur evlerinde
yaşamak zorunda kalan 120 yaşlıya cinsel tecavüzde bulunulmuş. Tecavüzcüler,
huzur evi yöneticileri. Cinsel tecüvüze uğrayanların yüzde 85'i, yetmiş beş
yasından büyük! Cinsel tecavüzden kurtulan yaşlıların önemli bir bölümü de
şiddet olaylarıyla karşılaşıyorlarmış. Sille tokat dayak, bağırıp çağırma,
küfür etme, hakaret ve korkutma, gereğinden az veya fazla ilaç içirtme. Huzur
evlerindeki yaşlıların mal, mülk ve kıymetli eşyalarının sahte belgelerle veya
zorla imzalatılmış yasal belgelerle ellerinden alınması da cabası!
• Vicdan
sahibi insanlar yukarıdaki raporun sokunu üzerlerinden henüz atamadan, yeni
bir haberle daha sarsıldılar. İngiltere'de
konut fiyatları yükselmeye başladığı için çoğu huzurevi sahibi yaşlıları
dışarıya atmaya başlamış! Yaşlıları dışarı atıp evleri yüksek fiyata
satmak için! Bu nedenle haftada ortalama 18 huzur evi kapanmakta, içindeki yaşlılar kapıya konulmakta! Zaten huzur
evine bırakılırken manevi bir yıkım yasayan yaşlılar, bir de simdi sokağa
atılmanın acısını yasamaktadırlar. Bir hafta önce açıklanan bir kamuoyu
yoklaması sonuçları İngiliz toplumunun başka yönlerini de ortaya koydu:
• İngiltere'de yılda ortalama 130 bin çocuk evlerinden kaçıyor! Başlıca kacış
nedenleri, evde hiç söz hakkı sahibi olmamaları, ana-babalarıyla sürekli
geçimsizlik, okulda itilip kakılma ve aile içi cinsel tecavüz. Evden kaçan
çocukların büyük çoğunluğu 13-16 yaş grubunda ve kaçanların çoğunu kız çocukları
oluşturuyor. Sanılanın tam tersine, kaçış nedenlerinin basında fakirlik
gelmiyor. Zengin evlerden kaçanların sayısı hayli kabarık. Kaçan kız
çocuklarının önemli bir bölümü. Üvey baba tarafından cinsel tecavüze uğramış.
Bir daha evlerine dönmeyen bu küçük çocuklar, sokaklarda uyuşturucu kullanmaya
ve fahişeliğe alışıyorlar.
• 18-24 yas grubunda, her 5 kişiden biri uyuşturucu
kullanmış. Yetişkinlerin yüzde I2'si, hayatının bir döneminde, eroin ve kokain
gibi en sert uyuşturuculardan kullanmış.
• İngiltere'de her 10 yetişkinden biri marketlerden mal
çalmış ama yakalanmamış. Yani yetişkinlerin yüzde 10’u yakalanmamış hırsız!
• Yetişkinlerin yüzde 5'i, yalan
beyanda bulunarak devletten yardım almış, vergi kaçakçılığı yapmış, sigorta
şirketlerini dolandırmış.
Bir ülkenin ekonomik yönden
zengin olması başkadır, örnek bir toplum olarak düşünülmesi ise çok daha
başkadır.
Banka hortumlayan gazetenin köse yazarı Çetin Altan. Türk ulusuna aşağılık duygusu
aşılayabilmek amacıyla, hemen her yazısında. İngiltere'nin 150 basamak altındayız.
Yunanistan'ın bile 65 basamak altındayız, der durur. Sizlere soruyorum, yukarıda kısa bir portresini
çizdiğim İngiltere bizden 150 değil, bin beş yüz basamak yukarıda olsa ne yazar?
Yunanistan'ın başkenti Atina'da. Yunanlılar her
gördüğü Çingene'yi sokak ortasıda sille tokat dövmekte, arabalarını taslamakta.
Yunanlılar, basta Çingeneler olmak üzere diğer azınlıklara köpek muamelesi
yapmakta. Yunanistan'ın kara yobaz papazları, gece gündüz Türklere ve Müslümanlara
kin kusmakta, yeni yetişen kuşağa okullarda. Türklere karsı nefret aşılamakta.
Şimdi sizlere soruyorum, böyle bir Yunanistan bizden 65 basamak değil bin altmış beş
basamak yukarıda sayılsa, ne önemi var?
Avrupa toplumlarını abartılı olarak öven, kusurlu
yanlarından hiç söz etmeyen Çetin Altan gibi sözde aydın yazarların
yazdıklarına ve söylediklerine hiç kulak asmayın.
Ekonomik bağımsızlığını yeniden elde ettikten sonra,
Türk halkının başka toplumlardan tek bir basamak bile aşağıda kalması söz
konusu olmayacaktır.
Yeni İleri. Antalya.
03.04.2001
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003, İstanbul
Dünyanın en çok çile çekmiş insanları herhalde
Çingenelerdir. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış 12 milyondan fazla
Çingene yasamaktadır. Tam sayıları bilinmemektedir. Çünkü yaşadıkları
ülkelerde yapılan sayımlarda, insan yerine konulup sayılmamaktadırlar.
Tarihçilerin ve dil bilimcilerin kesin olarak bildirdiklerine göre. Çingenelerin ana yurdu Hindistan'dır.
Yaklaşık bin yıl önce ana yurtlarından göç etmişlerdir. Çingenelerin ana
yurtları Hindistan'dan niçin göç ettikleri kesin olarak bilinmemektedir.
Çingenelerin dili. Sanskrit diliyle akraba olan "Romanes" dilidir.
Bu nedenle. Çingenelere "Roman"da
denilmektedir. Sürekli göçebe hayatı yaşadıklarından. Çingenelerin
dilinde, konakladıkları yörelerin dillerinden çok sayıda sözcükler
bulunmaktadır.
Dünya tarihinde Çingenelere en büyük eziyeti ve
işkenceyi Avrupalılar uygulamıştır. Esmer tenli ve farklı dilli olan
Çingeneleri. Avrupalılar hep yabancı gözüyle görmüşlerdir. Bu kadarla da
kalmamış, her türlü bela ve uğursuzluğun onlardan geldiğini varsaymışlardır.
Avrupalıların gözünde asırlarca, veba ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların
kaynağı Çingeneler olmuştur! Çocuk hırsızlığı yapan ve insan eti yiyenler.
Çingenelerdir! Her türlü ahlaksızlığın kaynağı onlardır! Hatta bir zamanlar.
Çingenelerin Avrupa'da Türkler ve Tatarlar adına casusluk yaptıkları bile iddia
edilmiştir!
Avrupa Kilisesi ve Avrupa Krallıkları, Çingeneleri asırlar boyunca hep aynı
sloganlarla suçlayıp durmuşlardır: Çingeneler dinden çıkmış, büyücülük yapan,
insanları dolandıran ve hırsızlık yapan yaratıklardır! Oysa gerçeğin bu
suçlamalarla hiçbir ilgisi yoktur. Çingeneler, yaşadıkları her yerde, her zaman
ekmeklerini tastan çıkarırcasına çalışan, üstüne üstlük müzik yaparak
çevrelerine sevgi yayan insanlar olmuşlardır. Çingenelere karşı tarihin en vahşi ve en kanlı soykırımlarını
uygulayanlar. Almanlar olmuştur.
Hitler Almanya’sında 1938-1942 yılları arasında Nazi denilen faşistler yalnız
Yahudi soykırımı yapmakla kalmamışlardır. Çingeneler de tıpkı Yahudiler gibi
toplu halde gaz odalarında öldürülmüşlerdir. Ama nedense. Yahudi soykırımı
tüm korkunç boyutlarıyla tüm dünyaya çok iyi duyurulduğu halde. Çingene
soykırımından 1980 yılına kadar tek söz eden çıkmamıştır! Yapılan tahminlere
göre. Faşist Almanya'da 500 bin Çingene öldürülmüştür!
Yahudi soykırımına ait bugüne kadar yüzlerce kitap yazılmış, onlarca
sinema filmi yapılmış oldukları halde. Çingene soykırımına ait bugüne kadar,
topu topu iki kitap yazılmıştır!
Yüzyıllarca
dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudiler en sonunda 1949 yılında İsrail adı
altında hem bir yurda hem de bir devlete sahip olmuşlar, ama onlar gibi
dünyanın dört bir yanına dağılıp vahşi bir kıyımdan geçirilen Çingenelerin ise
bugüne kadar ne bir yurdu ne de bir devleti olmuştur.
Nazi
Almanya’sında faşistler tarafından öldürülen ve esir kamplarında işkence gören
Yahudilerin yakınlarına, son iki yılda, milyarlarca dolar tazminat ödendi. Ama,
aynı dönemde öldürülen ve işkence gören Çingenelerin yakınlarına da tazminat
ödemek Avrupalıların aklına bile gelmedi!
Çingenelere karsı tarihin en korkunç ve en kanlı
soykırımını Almanlar uygulamışlardır. Peki, diğer Avrupa ülkeleri nasıl
davranmışlardır? İşte, bu konuda. Avrupa ülkelerinin sicili:
• 18 Eylül 1947de. Alman işgalindeki Avusturya, tüm
Çingenelerin öldürülüp yokedilmesini kararlaştırdı. 1943 yılında birkaç hafta
içinde yaklaşık 10 bin Çingenenin uğursuz Auschvvitz Esir Kampına gönderilmiş
olduğu biliniyor.
• İkinci Dünya Savası sırasında Litvanya ve Estonya'daki
tüm Çingeneler öldürülmüştür.
• I942'de Latviya'da toplam Çingenelerin üçte
biri, yani yaklaşık 2 bin kişi, faşistler tarafından öldürülmüştür.
• Çek ve Slovak faşistlerin de en
az 3 bin Çingeneyi öldürdükleri bilinmektedir.
• Mayıs 1944'den sonra. Macaristan'dan 31 bin
Çingene ülke dışına sürülmüş, sonraki yıllarda bunların sadece 3 bini geri
dönmüştür.
• Romanya'da faşist hükümet. İkinci Dünya Savası sırasında 36 bin
Çingeneyi öldürmüştür.
• Yine İkinci Dünya Savası yıllarında. Polonya'da yaklaşık
4 bin Çingene kursuna dizilerek öldürülmüş, binlercesi de gaz odalarının bulunduğu
esir kamplarına gönderilmiştir. 1944 yılında. Polonya'da gecekondularda
yasayan 35 bin Çingenenin tümü yok edilmiştir.
• Sovyetler Birliğinde öldürülen Çingenelerin sayısının yaklaşık 30 bin olduğu tahmin
edilmektedir.
• Fransa'da. 1938-42 yıllarında. 30 bin Çingene sürgün edildi ve 18
bine yakın Çingene esir kamplarında öldürüldü.
• İkinci Dünya Savasından önce faşist İtalya. Çingeneleri
Adriyatik adalarına ve Sardinya adasına sürmüştü. I943'de Almanların Kuzey
İtalyayı işgal etmesiyle Çingene kıyımı başladı. Yaklaşık bin Çingene
öldürüldü. Ancak, hem İtalyan yetkililer hem de İtalyan halkı Çingeneleri
korudular, çeşitli yollarla onları sakladılar ve büyük bir kıyımı önlediler.
• İkinci Dünya Savası yıllarında. Danimarka ve
Finlandiya'da yasayan
Çingenelere dokunulmadı. Zira bu ülkelerin hükümetleri
faşistlerle işbirliği yapmayı reddettiler.
• Makedonya ve Kosova’da Arnavutların yaşadığı bölgelerde Müslüman liderlerin karşı koyması
sonucu Müslüman Çingeneler toplu kıyımdan kurtuldu.
Peki,
Avrupalıların bugün Çingenelere karşı tavrı nasıl?
Bugün Yunanistan'da, Çingenelerin süpermarketlere ve eczanelere
girmesi yasak! Çingenelerin çocukları okula gitmeye korkuyor. Çingenelerin
sokak ortasında çevirilip dövülmesi, arabalarının yakılması. Yunanistan'da
olağan olaylardan sayılıyor. Daha iki ay önce, Üsküp'te beş Çingenenin evleri
yakıldı. Avrupa ülkelerinin birçoğunda bugün hâlâ Çingeneler dışlanıyor,
horlanıyor, baskı altında tutuluyor.
İste bize her fırsatta insan haklarından dem vuran
Avrupalıların Çingenelere karşı tutumu böyle!
Bu kısa araştırma yazımın sonunda, ağzı açık Avrupa
budalalarının önüne, tartışılması imkânsız bir gerçeği seriyorum: Dünyada
yüzyıllarca, gittikleri her yerde dışlanan, horlanan, baskı altında tutulan,
eziyet edilen ve korkunç soykırımlara uğrayan iki halk topluluğuna. Yahudilere
ve Çingenelere kucak açan millet. Türk Milleti olmuştur! Faşist, işkenceci Avrupalının elinden kurtulup kaçan Yahudiler ve
Çingeneler. Türklerin yanında güvenliğe ve huzura kavuşmuşlardır. Fazla söze
hiç gerek yok. Yaşlı tarih, bu gerçeğin tanığıdır.
Yeni İleri. Antalya.
11.08.2000
Kaynak:
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003,
İstanbul
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer. 2000-2001 Eğitim-Öğretim Yılının açılısı ve İlköğretim
Haftası ile ilgili olarak 10 Eylül 2000de su mesajı yayınlamıştı:
Yurttaşlığın
en önemli sınavının verildiği ilköğretimde, çocuklarımıza her şeyden önce bir
hayat biçimi olarak demokrasiyi öğretmeli ve özümsemelerini sağlamalıyız."
Kendimizi
bir an için bu mesajı alan ilköğretim öğretmenlerinden birinin yerine koyalım,
öğrencilerimize, her şeyden önce demokrasiyi öğreteceğiz. Peki, bu ise nereden
başlayacağız? Cumhurbaşkanı mesajında, dünyada sanki tek tip demokrasi varmış
gibi bir izlenim yaratmaktadır. Oysa,
dünyada tek bir tip demokrasi yok ki! Dünyada ne kadar demokratik ülke
varsa, o kadar da farklı demokrasiler bulunmaktadır. Çocuklarımıza bunlardan
hangisini örnek alıp öğreteceğiz? İşimiz gerçekten zordur! Zira, önümüzde çok
farklı seçenekler bulunmaktadır. Bunlara çok kısa göz atıp içlerinden birini
nasıl tercih edeceğimizi araştıralım. Şimdilerde gündemde Avrupa Birliği olduğu
için önce Avrupa Birliğine üye olan ülkelerden başlayalım:
•
İNGİLTERE
Demokrasinin
Beşiği kabul edilen İngiltere'de devletin şekli. “Parlamenter Krallık”tır.
Devletin
başında ya Kral ya da Kraliçe bulunur. İngiltere'de egemenlik hakkı halkın
değil. Kralındır. Bugün İngiliz hükümetine "Kraliçenin
Hükümeti" denilir. Başbakanı atayan Kral veya Kraliçedir. Bugün
İngiltere devletinin başında, Kraliçe Elizabeth bulunmaktadır. Eğer, Kraliçenin
sadece bir süs olduğunu sanırsanız yanılırsınız. Örneğin, Kral veya Kraliçenin
başbakan ataması salt bir formalite değildir. 1923-1963 yılları arasında, tam
dört kez. İngiltere Kralı, beklenen
parti liderini değil, parlementodan kendi tercih ettiği bir kişiyi başbakan
olarak atamıştır! İngiltere'nin yazılı bir anayasası yoktur! Geleneklere,
göreneklere, sivil hukuka ve yasalara göre hükümet ülkeyi yönetir. Yasama
gücü, iki meclis tarafından kullanılır:
Halk Meclisi ve Lordlar Meclisi. Bunlardan Halk Meclisi, halkın doğrudan
oylarıyla seçilmiş 659 milletvekilinden oluşuyor. Lordlar Meclisi ise
seçilmişlerin değil, soyluların meclisidir. Lordlar Meclisinin. Halk Meclisi
tarafından yapılan yasaları değiştirme, geciktirme ve engelleme yetkileri
vardır. 1974-1979 yılları arasında Lordlar Meclisi, tam 362 yasa önerisini
reddetmiştir. İngiltere devletinin resmi dini vardır. İngiltere devletinin
resmi dini, İngiliz Kilisesi tarafından temsil edilir. İngiltere Kraliçesi,
İngiltere Kilisesinin de başıdır!
• BELÇİKA
Devletin
şekli. "Parlamenter Krallık".
Devletin basında Kral var. Ülke, üç toplumlu üç bölgeye ayrılmıştır. Bu üç
bölgenin dilleri ayrı, bayrakları ayrı, hatta ulusal marşları da ayrı! Yasama
yetkisini kullanan iki meclis var: Temsilciler
Meclisi ve Senato. Temsilciler Meclisi, halkın doğrudan oylarıyla seçilen
150 üyeden oluşuyor. Senatonun ise toplam 71 üyesi bulunmakta. Bunun 40'ını
halk seçiyor. 10'unu seçilen senatörler acıyor. 21’i de dilleri ayrı üç toplum
tarafından atanıyor. Kralın çocukları. Senatonun doğal üyeleri.
• İSVEÇ
Devletin
şekli, "Parlamenter Krallık".
Devletin
başında kral var. Pek öyle göstermelik kral değil, yetkileri çok: Başbakanı
atıyor, istediği zaman bakanlar kuruluna başkanlık ediyor, her yıl meclisi
acıyor, meclis tarafından seçilen Dışişleri Komisyonuna başkanlık ediyor,
yabancı ülke elçilerini kabul ediyor. İsveç ordularının başkumandanı unvanını
taşıyor. Krallık, babadan en büyük çocuğa geçiyor. Kral yurtdışına çıktığında,
yetkileri kral sülalesinden biri tarafından kulanılıyor. Kralın yetkilerini
değiştirebilmek için anayasa değişikliği gerekiyor. Bunun için de meclisin bu
doğrultuda iki kez karar alması ve bu iki karar arasında parlamentonun bir kez
seçimlerle yenilenmesi gerekiyor. Yasama yetkisi, dört yılda bir halkın
doğrudan oylarıyla seçilen 349 üyeli Meclis tarafından kullanılıyor. Yürütme
erki başbakanın başkanlığındaki hükümetin elinde bulunuyor. İsveç devletinin
resmi dini var. Protestan Luter Kilisesi, devletin resmi dininin kurumudur.
• HOLLANDA
Devletin
şekli. "Parlamenter Krallık". Yani hem Kral var, hem de parlamento.
Halihazırda
devletin basında. Kraliçe bulunmaktadır. Hollanda Kral-Kraliçenin, diğer Avrupa
Kral-Kraliçelerinden önemli bir farkı var: Hollanda'da. Kral-Kraliçe, hükümetin
içinde yer almaktadır! Anayasaya göre başbakan ve bakanlar parlamentoya karsı
sorumlular. Oysa Kral-Kraliçenin öyle bir sorumlulukları yok! Su anda devletin
basında bulunan Kraliçe Beatriks göstermelik bir figür değil! Her yıl meclisin
açılış konuşmasını yapıyor, o yıl çıkmasını arzu ettiği yasaların dökümünü
veriyor. Secimler sonrası oluşacak hükümeti atıyor. Bir koalisyon hükümeti
kurulması zorunlu olduğunda, parti liderleri ile görüşmeleri Kraliçe yapıyor ve
sonra başbakanı atıyor. 15 bakanlı hükümetin üyeleri. Kraliçe tarafından tek
tek göreve getiriliyor. Hollanda Kraliçesi Beatriks'in özel serveti yaklaşık 3
milyar dolar. Bu serveti ile dünyanın en zengin kadınları arasında yer alıyor.
Hollanda'da iki meclis bulunmaktadır. 150 üyesi, dört yılda bir doğrudan halk
tarafından seçilen Halk Meclisi ve 75 üyesi yerel konseyler tarafından seçilen.
Yüksek Meclis.
• DANİMARKA
Devletin
şekli. "Parlamenter Krallık'. Yani hem parlamento var, hem de Kral.
Devletin
başında, Kral var. Parlamentonun 179 milletvekili, dört yılda bir doğrudan
halkın oylarıyla seçiliyor. Yasama yetkisini. Kral ile Meclis birlikte
kullanıyorlar. Protestan Luterizm devletin resmi dini. Halkın büyük çoğunluğu,
bu dine bağlı.
• İSPANYA
Devletin
şekli, "Parlamenter Krallık" Devletin basında Kral var. Başbakan ve
bakanlar. Kral tarafından görevlendiriliyor. İki meclis bulunmakta. 350 üyesi
doğrudan halkın oylarıyla seçilen Halk Meclisi ve 208 üyesi halkın oylarıyla
seçilen. 51 üyesi ise atama yoluyla belirlenen 259 üyeli Senato.
• LÜKSEMBURG
Devletin
şekli. "Parlamenter Krallık." Büyük Dük adı verilen Kral, devletin
başı.
60
üyesi, beş yılda bir doğrudan halk tarafından seçilen bir Parlamento
bulunmaktadır. Kral, anayasal olarak, icranın da başı. Ancak, bu yetkisini
hükümete kullandırtıyor.
Buraya
kadar. 15 üyeli Avrupa Birliğinin 7 üyesine kısaca göz atmış olduk. Hepsinin de
basında Kral veya Kraliçe bulunan bu yedi demokratik ülkeden hangisini
öğrencilerimize örnek olarak gösterelim? Kral ve Demokrasi kavramlarının yan
yana bulunabileceğini öğrencilerimize nasıl açıklayacağız?
Yeni
İleri. Antalya. 06.10.2000
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003, İstanbul
Zenginler yalnız, Türkiye'de değil, Amerika'da da,
İngiltere'de de, Almanya'da da, Fransa'da da, İtalya'da da severek, isteyerek,
gönül rızasıyla vergi vermezler. Büyük iş sahipleri, yani kapitalistler,
mümkün olan en az vergiyi vermek için kafa yorar, çeşitli yollar ve yöntemler
ararlar. Ve bulurlar.
Zenginler, Amerika ve Avrupa'da vergi verme konusunda
iki ayrı tanımda bulunurlar:
•VERGİ KAÇIRMAK
•VERGİDEN KAÇINMAK
Amerika'da da, Avrupa'da da vergi kaçırmak, çok ağır
bir suçtur. Hiç kimse, hiçbir nedenle vergi kaçırmayı hoş görmez.
Ancak, kapitalistler diyor ki, her ne kadar vergi
kaçırmak suçsa da, vergiden kaçınmak suç değildir. Yani, bir kişi
kazancını, servetini vergi ağına sokmamak için elinden geleni yapma hakkına
sahiptir.
Amerika'da ve Avrupa'da, vergiden kaçınmak yasaldır,
yani suç değildir. Peki, vergi vermekten nasıl kaçınacaksınız? Kapitalistler
için vergi vermekten kaçınmanın binbir tane yolu vardır. Bu yollardan günümüzde
en iyisi, en etkilisi "kıyı bankacılığı” dır.
Bir ülkenin deniz kıyısında veya bir ülkeye ait küçük bir adada kurulu
bankaya, kıyı bankası deniliyor. Kıyı bankasının diğer bankalardan farkı şu: Bu
bankalara yatırılan paralardan hiç vergi alınmıyor. Bir kişi veya bir
şirket, ülkesinde vergi vermekten kaçınıyorsa, servetini, kazançlarını bir kıyı
bankasında istif ediyor. Yalnız vergi vermemekle kalmıyor. Parayı nereden
buldun, nasıl kazandın diye soran da olmuyor. Yani, tam bir cennet. Bu nedenle,
kıyı bankalarına “vergi cenneti" deniliyor! Şimdi şu kıyı
bankalarının bulunduğu yerlere ve çalışma yöntemlerine kısaca göz atalım:
• İngiltere, bir adadır. İngiltere ile Fransa arasındaki
denize, kanal gibi dar bir deniz olduğu için İngiliz Kanalı denilir. Bu
kanalda, İngiltere'ye ait su küçük adacıklar bulunur: Jersey, Guernsey ve Sark.
Bu adacıklara, Kanal Adaları denilir.
İste bu adalar, dünyada kıyı bankacılığının önemli merkezlerinden biri olup,
vergi cennetidir.
• Bir de, İngiltere ile İrlanda arasındaki İrlanda
Denizinde İsle of Man adlı
küçük bir ada vardır. Bu ada da kıyı bankalarının bulunduğu bir vergi
cennetidir.
• İşte, bu kıyı bankalarının ayrıcalıkları:
• Bu bankalara yatırılan paralardan hiçbir vergi
alınmaz.
• Bu bankalara para yatıranlara kimsin, nesin, necisin
gibi sorular sorulmaz.
• Hiçbir yabancı ülkenin resmi makamlarına, bu
bankaların müşterileri ile ilgili bilgi verilmez. Müşterilerle ilgili vergi
kaçakçılığı, sahtekârlık, dolandırıcılık gibi ciddi suçlamalar ve soruşturmalar
olsa bile, bu adalardaki kıyı bankalarından bir gram haber dışarı sızmaz.
• Bu adalarda, toplam yaklaşık 10 bin şirket
bulunmaktadır. Bu şirketler hiçbir denetimden geçirilmez. Bu şirketlerin
kurucu ve sahipleri hep gizli tutulur.
• Kıyı bankalarının bulunduğu adaların yerli halkı,
vergiden kaçınmak için kurulmuş binlerce şirkette göstermelik olarak "kurucu'
ve "genel müdür" görevini üstlenirler. Göstermelik bu görevler
için bol miktarda para alırlar.
• Kıyı bankalarının bulunduğu adaların yerlileri.
İngiltere'deki İngilizlerden yılda ortalama en az yüzde 25 fazla para
kazanırlar. Bu adalardaki yerlilerin yıllık ortalama kazancı yaklaşık 25
bin dolardır.
• Bu adalarda, aynı kişinin 2400 şirketin birden
yönetim kurulu üyesi olduğu tesbit edilmiştir.
• İngiltere İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan
rapora göre. İngiltere'nin vergi cenneti kıyı bankalarında saklanan paranın
miktarı, yaklaşık 350-700 milyar dolar.
• Amerika'nın batı kıyısına yakın, haritalarda zar zor
bulabileceğiniz küçücük bir ada var. Adı,
Montserrat. Eski bir İngiliz dominyonu. Toplam nüfusu 10 bin.
Bu adada, isteyen herkes gelip bir banka kurabiliyor. Banka kurmak isteyenlere
hiçbir soru sorulmadığını görenler kısa sürede burada toplam 350 banka kurmuş.
Uyuşturucu ve silah kaçakçıları, kara-para aklayıcılar dünyanın dört bir
yanından koşup buraya gelmiş ve bir kıyı bankası kurmuş.
• Gangsterlerin artık banka soymasına gerek yok. O
eskidendi. Şimdi gangsterler banka satın alıyor, kıyı bankası kuruyor.
• Montserrat'taki 350 banka, aslında, "tabela bankası" Kara para aklamak, vergiden kaçınmak için
birer adres.
• Küba'nın güneyindeki Grand Cayman adlı küçücük bir ada var. Bu küçücük
adanın başkenti. 27500 nüfuslu Georgetown.
Burada da. toplam kapitali 400 milyar dolan bulan tam 550 banka var.
Yani. her 50 kişiye bir banka düşüyor! Bu bankaların çok büyük bir çoğunluğu
da "tabela bankası” Yani bir ev bir adres, kapıda bankanın adı yazılı bir
pirinç levha. İçeride ne kasa var, ne para ne de kasiyer! Her şeyi kağıt
üzerinde gerçekleştiren tek bir sekreter! Yani, para giriş-çıkışları hep kağıt
üzerinde.
Dünyada, kıyı bankalarında saklanan toplam paranın 6
trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Yani. dünyanın en zengin kişilerinin
toplam servetlerinin ÜÇTE BİRİ. kıyı bankalarında yatıyor. Tek bir
kuruş vergi vermeden. Özellikle 1980 den sonra, yani küreselleşmenin sonucu
olarak, vergiden kaçınmak müthiş bir oranda artmıştır. Zenginler artık hiç
vergi vermek istemiyorlar. Bu eğilimin giderek yoğunlaşacağı görülmektedir.
Özellikle bilgisayarda İNTERNET aracılığıyla ticaret yaygınlaştıkça,
devletlerin aldığı KDV vergileri de giderek azalacaktır. Kamu hizmetleri için
gerekli kaynaklar, yalnız emekçilerin (isçiler, memurlar, köylüler, küçük
esnaf) sırtından çıkarılacaktır.
Çünkü emekçiler "vergiden
kaçınma" fırsatına sahip değillerdir. Onların kıyı
bankaları da yoktur, o tür bankalarda paraları da!
Gazete 07. Antalya. 23.10.1998
Kaynak:
Bkz: Yılmaz DİKBAŞ, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, 2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar