YUNUS İLE AŞIK PAŞA ve YUNUS EMRE’NİN BÂTINÎLİĞİ
Hzl: Abdülbakîy GÖLPINARLI
Bu yazı, önce ve Sadettin Nüzhet Ergun’un makalesi çıkar
çıkmaz yazıldı; uzunluğu yüzünden bir makale silsilesi olarak intişarında
güçlük bulunduğu cihetle Vakit gazetesi sahibi sayın Bay Hakkı Tarık Us, broşür
halinde çıkarmayı muvafık gördü. Fakat matbaanın pek Meşgul olması yüzünden
basılıp neşredilmesi hayli gecikti, bize melal, aziz Hakkı Tarık Us’a da kelâl
(yorgunluk/bitkinlik) geldi. Nihayet Maarif Kitaphanesi sahibi Naci Kasım,
tab’ına delâlet etti.
Yazımızı, vaktiyle yazdığımız gibi bıraktık. Ne bir şey
ilâve ettik; ne de tenkiste bulunduk. Hüküm vermeyi okuyuculara bırakıyoruz.
24 Birinciteşrin
[Ekim] 1941
Abdülbakîy Gölpınarlı
Büyük Türk şairi Yunus Emre’nin Âşık Paşa olduğu hakkındaki
iddia, önce kitapçı Raif Yelkenci tarafından ortaya atıldı. Bu iddiayı evvelâ
Ankara radyosunda tahlil ve reddetmiş, müteakiben de İkdam gazetesinde bir
makale ile bu babtaki fikirlerimi arz eylemiştim. Bundan sonra Sadettin Nüzhet
Ergun, Haber gazetesinde bir makalesiyle bu ihtimalin varid olabileceğini
serdedip bilhassa benim fikirlerimi reddetmeğe uğraştı (25 Ağustos 1940). Ben,
bu makaleye yine aynı gazete ile cevap verdim (21, 22 Birinciteşrin 1940).
Sadettin Nüzhet, bu makaleye ilimden ziyade şahsiyete dayanan bir karşılıkta
bulundu (Haber, 5, 6 İkinciteşrin [Kasım] 1940). Bu makalede, kendisinin ilk
makalesinde beş madde bulunduğunu, benim bu maddelerden sadece ikisine cevap
verdiğimi söylüyor. Benim makalem, onun makalesine topyekûn cevaptı. Fakat
madem ki iddiası budur, şu halde hem evvelki makalesini, hem hu seferki
makalesini yeniden tahlil ederek cevap veriyorum:
Sadettin, makaleye Raif Yelkencinin Yunus’un bir şiirindeki
Âdımı atdum yedi dört on sekizden Öte ben
Dokuzu yolda koyup şah emrine ferman olam
beytindeki 7, 4, 18 ve 9 adetlerini amali erbaaya tatbik
ederek Yunus’un bu şiiri 46 yaşında yazdığım, 37 yaşında tarikate girdiğini,
divanını (?) — Raif Yelkenci böyle söylüyor, Sadettin Nüzhet te aynen onun
sözlerini naklediyor — 707 de yazdığını, 707 den 37 çıkarsa 670 kalacağını,
Âşık Paşa’nın 670 te doğduğunu, şu halde Yunus’un Âşık Paşa’dan başka bir kimse
olmıyacağını keşfeylediğini tekrarlamak suretiyle başlıyor. Sonra bizim «Bu
beyitteki yediden murat yedi yıldız, dörtten murat dört unsur, on- sekizden
maksat onsekizbin âlem olup dokuzla da dokuz felek kasdedilmiştir» tarzındaki
sözlerimizi hülâsa ederek «filvaki Yunus, bu beyitte hükema nazariyelerine
temas etmiştir, bu meydandadır, lâkin nazmettiği beyitte iki mânâ kasdederek
670 tarihine de telmih etmek istemediğini nasıl iddia ve isbat edebiliriz? Mademki
ufak bir hesap yaparak böyle bir neticeye varabiliyoruz ve bu da tarihî bir
hadiseye uygun geliyor, şu halde şâirin böyle oyuncaklı bir beyit yazmak
ihtimalini de nasıl inkâr edebiliriz?» diye bu meselede durmak lüzumunu
söylüyor, yani bizim izahımızı aynen, Raif Yelkencinin iddiasını da ihtimali
olarak kabul ediyor. Halbuki tekrar edelim: Klâsik edebiyatla (gerek Iran
edebiyatı, gerek bizim edebiyatımız) biraz meşgul olan her şahıs, buradaki
sayıların ancak bizim verdiğimiz manaya geldiğim bilir, anlar. Eğer, her dört,
yedi, onsekiz ve dokuzdan böyle amâli erbaalı bir netice bulursak - ki
bulacağımız yekûnların bir çoğu, tarihî hâdiselere pekâlâ tevafuk edebilir -
bir çok kişileri birleştirmiş, binnetice edebiyat tarihini küçültmüş, tedrisini
de kolaylaştırmış oluruz. Yunus, bu beyitte cem’iyyeti elfaza riayet etmiş,
başka bir şey düşünmemiştir. Esasen çâr unsurdan bahsedilince, ekseriyetle
mevâlid-i selâseden, yahut abâ-ı ulviyye denilen dokuz felekten ve avalimden
bahsedilir. Yunus, diğer bir şiirinde de:
Ümmî benem Yunus benem dörttür anam dokkuz babam Işk
oduna nîce yanam sûd-ü ziyan nemdür benüm
diyor, haydi bir amâli erbaa meselesi daha! Mutlaka bundan
da bir yekûn çıkar. Cem, tarh, darp, taksim., derken «Yunus, diğer bir
şahısta, o şahıs ta Âşık Paşa’da» diyebilir miyiz? Bu nazariyeyi her şair
söylemiştir, Yüzlerce misal verebiliriz. Burada, iş bu raddeye geldikten sonra
istemediğimiz halde şunu da söyleyelim, Raif Yelkenci, her nasılsa böyle bir
fikri sabite kapılmış, tahteşşuurunda temerküz eden bu fikir, kendisini mânâ
âlemlerine götürmüş, onun üzerine Yunus’un Âşık Paşa olduğuna kat’iyyetle
hükmedip hesabını yapmış ve makalesini yazmıştır. Bu ahvâli bana söylediği gibi
daha bir kaç kişiye de nakletmiştir.
Sadettin Nüzhet, makalesine arz ettiğimiz veçhile, aziz Raif
Yelkencinin makalesini hülâsa ederek başlayıp «Bugüne kadar iki ayrı şâir
diye tanıdığımız Yunus Emre ile Âşık Paşa'yı şu nokta-i nazara göre aynı
şahsiyet olarak kabul etmemiz mümkün olabilir» diye yine bir imkânı
ihtimaliden bahsederek fikirlerini madde madde anlatıyor:
1. — Sadettin’e
göre Âşık Paşa Bektaşî tarikatine mensuptur. Yunus ta aynı tarikattendir. Her
ikisi de Hacı Bektaş’ı, genç yaşlarında iken tanımışlar ve bilâhara onun
müridine intisap etmişlerdir. Burada, Sadettin, ,1938 de «Kırşehir Tarihi» nde
Hacı Bektaş’m Anadolu’ya 680 de gelip 738 de öldüğünü yazan Cevad Tarım’ı
Menakıbül- ârifîn’e, yani Eflâkî Tezkiresine istinaden tenkid ve hu tarihlerin
yanlış olduğunu kaydediyor. Fakat son makalesinde (Haber, 6 İkinciteşrin 1940)
menakıbe istinadın yanlış olduğunu söylüyor. İlk makalede kendisi, neden bu
kitaba istinad etmektedir? Menakıbül-ârifîn’in ne kadar değerli bir kitap olup
bu kitabın tarihî bilgilerimizi hile nasıl tashih ettiğini anlamak için Prof.
Dr. M. Fuat Köprüîü’nün Türkiyat Mecmuasının birinci cildindeki makalesiyle
yine aynı mecmuanın ikinci cildindeki «Anadolu Beylikleri Tarihine ait notlar»
adlı makalesine ve 1923 te Paris’te toplanan Tarihi Edyan kongresinin İslâm
şubesinde okunan raporuna müracaat etmek kifayet eder (Bektaşîliğin menşe’leri,
Türk' Yurdu, cild: 2, No. S, Mayıs 1341). Bilhassa bu raporda Bektaşî
Vilâyetnamesinin dahi «her halde bir esası tarihîye istinad ettiği» ve
«Kuvvetli bir tenkidi tarihîye maruz bırakmak suretiyle, ondan büyük istifadeler
edilebileceği» sarahatle zikredilmektedir.
Nitekim Sadettin Nüzhet te Hacı Bektaş’ı zamanını tayin
ederken Menakıbül-ârifîn’e istinad ediyor. Hakikaten Hacı Bektaş’ın, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî ile muasır olduğunu hem Menakıbül-ârifin, hem Bektaşî Vilâyetnamesi
kaydediyor. Ahiren Ankara Kütüphanesinde Hacı Bektaş’tan gelen kitaplar
arasında 8/1 132 numarada mukayyed «Esrâr-ı Hurufname-i Kaygusuz Sultan Haddese
Sırrahülmennân» adlı küçük bir risalenin bir yaprağında «Hazine-i Ceîile’den
şeref-vürud eden tomar-ı kebirde muharrer olduğu üzere tarih-i velâdet-i
şerifleri 606 olarak ve müddet-i ömr-ü şerifleri 63 sene olmakla 669 senesinde
vefat-ı şerifleri muharrer olduğundan işbu mahalle tahrir olundu» diye Hacı
Bektaş'ın doğum ve ölüm tarihlerine ait hir kayıt ta bulduk. Ayrıca bir
silsilede de Hacı Bektaş’ın adı yanına 669 tarihi konmuştur. Hüsameddin Efendi
merhum kuyudatı vakfiyeye nazaran Hacı Bektaş’ın 691 de vefat etmiş bulunduğunu
söyler (İlk Mutasavvuflar, S: 228, Not: I). Bugünkü İlmî zihniyetle ve tam bir
tenkidi tarihîyle menkabenamelerden istifade edildiği ve edilegeldiği
muhakkaktır. Fakat Sadettin Nüzhet, işine gelince menkabeleri kabul eder, işine
gelmeyince reddeyler; Âşık Paşa ve Yunus’un Bektaşî tarikatine mensup
oluşlarına gelince: mevcut Bektaşîliğin ve Bektaşî erkânının Hacı Bektaş
tarafından kurulduğuna dair elimizde kat’î bir vesika.-yoktur. Bütün
Bektaşîler, erkânın, Balım Sultan tarafından kurulduğunu kabul ve onu «Pîr-i
Sani» addederler. Hacı Bektaş zamanında, Bektaşîlik yoktur, Babaîlik ve
Tarikatı Vefaiyye vardır. Nitekim Baba İlyas halifesi Geyikli Baba’dan,
tarikati sorulduğu zaman, kendisini «Ebülvefa Tarikatinden ve Baba Üyas
müridlerinden» olarak takdim ediyor, (Şakayık tercümesi, S. 31-33, Âşık
Paşazade Tarihi S. 196, 199). Bu zümre mensupları, Tarikati Vefaiyye’den olup,
Baba İlyas’a mensup bulunduklarından Babaî, Babaîler adiyle anılıyorlar (Prof.
Dr. M. Fuat Köprülü, Anadolu: Beylikleri tarihine ait Notlar, Türkiyat
Mecmuası, Cilt: 2, S: 15-16). İlmi Bibinin mufassal ve muhtasarında da bu
taifeden olup Baba İshak’ın kumandası altında huruç edenler, «Havaric-i Babaî»
diye yadediliyor (Bayazıt Umumî Kütüphanesi nüshası, 498 ve müteakip, 1902 de
Houtsma tarafından tab’ettirilen nüsha, S. 227 ve müteakip). Sadettin’e göre
Âşık Paşa, Hacı Bektaş’la görüşüyor. Fakat eğer yukarıdaki kaydımız, yani Hacı
Bektaş’ın 669 da öldüğü doğru ise Âşık Paşa, 670 te doğmuş bulunduğundan bu
tarihte bir yaşında bulunmaktadır ve görüşmesi rivayeti de yanlıştır. Belki
duasını almak üzere huzuruna götürmüşlerdir. Görüştüğü hakkındaki rivayeti
kabul edip bu kaydı, şimdilik nazarı ehemmiyete almasak bile Âşık Paşa,
Sadettin Nüzhet’in dediği gibi Bektaşî değildir ve Hacı Bektaş’a mensubiyeti
indî bir lâftır.
Yir yüzünü gezen kişi senün gibî bulmayısar
Seni seven sevdây-olup kendi özine gelmeyiser
Seni seven nıder işi dün-ü gün akar göz yaşı
Paşam seni gören kişi niçin deli olmayısar
Her kimse ki gördü seni avaredir dün-ü güni
Ol derde bırakdun anı kim hergiz unulmayısar
Derdün senün cana rahat senün sözün kand-ü nebat
Vaslun senün âb-ı hayat içen anı ölmeyiser
Nurdan yaratmış, zâtunı ana lâyık sıfâtunı
Paşam senün sıfâtunı hiç kimsene bilmeyiser
Senün gibi kim oh sar senün gibi kim bulısar
Kadrin senün kim biliser sensüz gönül gülmeyiser
Kimse senden cüdâ olup hasretinden şeydâ olup
Derdün anda peydâ olup rengi nite solmayısar
Kim ki sana âşık olup âşıkluğı bayık olup
Nite içi göynümeyüp gözleri kan dolmayısar
Âşık yürür şurîyile eğlenemez hurîyile
Muhlis ışkı nurîyıla esridir hud bilmeyiser (esridi ayılmayısar)
şiirinde (Yunus Emre-Hayatı, S. 136 137, İran şiirin
fotoğrafisi kitabımızın sonundadır.) bizzat 'kendisi, kendisinin, açıkça babası
Muhlis Paşa’ya mensup olduğunu söylüyor, ;
Şakayik’te ve Âşık Paşazade Tarihinde de Hacı Bektaş’a
mensubiyeti hakkında bir kayıt yoktur. Gerek babası Muhlis Paşa’ya müntesip
olan Âşık Paşa, gerek babası Muhlis Paşa, gerek Hacı Bektaş, gerek Geyikli
Baba, gerek Baba İshale, gerek bütün Babaîler, Tarikati Vefaiyye’ye mensup bir
zümredir ki Baba İlyas, bu zümrenin ulusu, tarikat tâbirince Serçeşmesi
olduğundan hepsine birden «Babaîler» denmektedir. Zaten o devirde Şeyyatlar,
Camiler, Şemsîler, Kalendereler, Hayderîler, Abdallar. Edhemîler' diye meşhur
olan ve. hepsi de bâtını olup erkân ve akidece aralarında ehemmiyetli farklar
bulunmadığı, tavsiflerinden anlaşılan bir çok zümreler var. Her büyük kişi bir
silsile reisi addediliyor. Bu hal, Mevlevîlik gibi bazı tarikatler müstesna,
diğer tarikatlar in hepsinde ve bilhassa Halvetîlik'te son zamana kadar devam
eder. Halvetîlikte, aşağı yukarı, tarikatlerin ilgası tarihine kadar her büyük
şeyhin adına bir kol teessüs etmiştir, fakat hepsi tarikaten Halvetî’dir. O kol
müessisi, şube sahibi ve diğer tâbirle «Pîr-i Sani» dir. Bizim, Yunus’a
«Bektaşî’dir» deyişimiz, onun Babaî zümresine ve tarikat silsilesi bağlamından
Bektaş Baba’ya mensubiyeti yüzündendir. Yoksa Bektaşîlik bu asırdan sonra
kurulmuş, hattâ tâ XVI-XVII nci asırlarda bütün bu zümreleri temsil ederek
kat’î olarak teessüs etmiştir.
2. Sadettin
Nüzhet, Bektaşîliğin ilk zamanlarda sünnî ve müteşerri’ bir tarikat olduğunu,
muahhar Bektaşîliğin Yeniçerilikle alâkadar siyasî bir teşekkül olup bu
teşekküle Şiîlik, Hurufîlik vesaire gibi muhtelif unsurların karıştığım ve ilk
Bektaşîlikle alâkası olmadığını söylüyor.
Bu noktaya ileride geleceğiz.
3. — Yunus’un:
Risaletü’nnushiyyesiyle bazı şiirlerinin talimi; bazı şiirlerinin de tamamiyle
lirik ve bediî oldoğunu., Âşık Paşa’nın da Garibname’sinin talimi olup diğer
şiirlerinin bediî ve lirik olduğunu ve bu şiirlerin 50-60 tanesinin Raif
Yelkencinin himmetiyle toplandığını söyliyen muharrir, bu vakıayı da Yunus’un
Âşık Paşa olduğuna delil mi addediyor? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, Sultan
Veled’in, muahhar bütün sufî şâirlerin şiirleri de böyledir. Bu, her sufî
şâirin yaptığı ve yapacağı şeydir.
4. — Yunus’un
şiirleriyle Âşık Paşa’nin şiirleri o kadar karışmış ki her şiir, mutlaka bir
mecmuada Yunus’a, öbür mecmuada Âşık Paşa’ya atf ve isnat edilerek yazılmıştır
diyor. Bu tanım, pek uluorta bir tamimdir. Raif Yelkenciye ait bulunan ve
bugün en eski divan olan Yunus divaniyle, Fatih nüshasını, o nüshadan aynen
kopya edilen Selim Nüzhet’e ait nüshayı, Yahya Efendi nüshasını ve daha bir çok
nüshaları karşılaştırarak meydana getirdiğim divanda bu karışıklıklar, öyle
uluorta tamim edilecek kadar fazla değildir. Fakat fazla olsa ne çıkar? Çünkü
Yunus’a yalnız Âşık Paşa’nin şiirleri atf edilmemiştir ki. Eşrefoğlu’nun,
Himmet Efendi’nin, Said Emre’nin, İsmail Ümmî’nin, Şeyhoğlu Satu’nun, Kasım’ın,
hattâ Seyyid Nesimî’nin ve Muhyî’nin şiirleri de atfedilmiştir. Bu muhtelif
tarihlerde yaşıyan şairlerin hepsi aynı adam mıdır?
5, — Sadettin
Nüzhet, Âşık Paşa ile Yünus’un şiirlerinde üslûp hususiyeti olmadığını, lisan,
lehçe, ifade tarzı ve mevzu vahdeti bulunduğunu izah etmeye çalışırken «Âşık
Paşa’nın bir şiirini Yunus’a isnat etmek veya Yunus’un bir manzumesini Âşık
Paşa’ya maletmekle hiç bir zararımız olmaz» diyor.
Aynı asırda ve aynı sahada yaşıyan, aynı zümreye mensup olup
aynı akideyi taşıyan iki, yahut üç şahsın şiirlerinde eda ve mevzu vahdetinden
daha tabiî bir şey olamaz. Üslûp hususiyeti de güç hissedilir. Bahusus
şâirlerin biri, öbürüne adamakıllı tesir etmişse, yahut ikisi de aynı mevzuu
terennüm eden iki büyük şairse. Sadettin Nüzhet, her halde dikkat etmiştir,
Said Emre’nin şiirleri, Yunus Emre’ye mensup sandığımız diğer bir Yunusun
şiiri, yine aynı zümreden olduğunu
Yunus idi pişrevimüz Âşık Paşa husrevimüz
Ol demde Ümmı İsmail miskin niyâzmende idi
*
Evvel adım Yunus idi şimdi İsmail Ümmî’dir
Ol dost içün Arafat.’da koç-u kurbân olan benem
makta’ beyitlerini muhtevi şiirlerinden anladığımız İsmail
Ümmî’nin ve son beyti
Bir zaman Yunus oldum cümle cihana doldum
Şeyh oğlu Satu olup yine belüren benem
olan şiirin kaili Şeyhoğlu’nun şiiri de Yunus’un
şiirlerinden güç farkedilir. Hattâ bu şiirlerin en eski Yunus divanına girmesi
ve baza divanlarda mahlaslarını Yunus diye değiştirmesi de bunun büyük bir
delilidir. Sadettin Nüzhet in vazettiği kaideye nazaran bu şiirlerin Yunus’a
maledilmesinde, yahut Yunus’un şiirlerinin bu zevattan birine izafesinde biç
bir zararımız olmaz. Yunus, Âşık, Paşa’dır, yahut Said Emre’dir, yahut adı
Yunus iken İsmail Ümmî adını takınmıştır, sonra da Şeyhoğlu Satu adını
alıvermiştir! İnsanın, «Bu Yunus, ne çok ad değiştirmiş» diyeceği
geliyor! Bu noktaya da birazdan tekrar geleceğiz.
Sadettin Nüzhet’in bu beşmaddelik makalesine madde
zikretmeden tamamiyle cevap vermiştim. Fakat her nedense makalesinde «Benim.
yalnız iki maddeme cevap vermiş» dediği cihetle, bir kere daha, bu malûmatı,
malûmu ilâm kabilinden söylemek zarureti hasıl oldu.
Hacı Bektaş’ın bâtınî olmadığını ve bu husustaki malûmatın
sadece Eflâkî menâkibinde bulunduğunu, halbuki hu kitabın ki bu kitap, Sadettin
Nüzhet’e de me’haz olmuştur bir menkabe kitabı olup bu fikrin, ancak Hacı
Bektaş’ın eserleriyle aydınlanabileceğini söyliyerek benim mehazlarımın muahhar
me’hazler ve menkabeler olduğunu beyan ediyor. Yegâne nüshası, Prof. Hilmi
Ziya’nın hususî kütüphanesinde bulunan ve
Sekiz yüz on ikinci yılda iy yâr
Muharrem âhıriyidi bu güftâr
Tamâm oldu bu sözüm aslı malûm
Arabca nesriken olundu manzûm
Velîykin ma’ni tağyir olmadı hiç
Maânî kande varsa olmadı pîç beyitlerinden anlaşıldığı
veçhile 812 muharreminin sonlarında, yani hicrî dokuzuncu asrın ilk ayında
Hatiboğlu tarafından nazmen türkçeye çevrilen «Makalât-ı Hacı Bektaş» tan
Şeriat ehlinin tâatlerini
îşit sakla namaz sâatlerini
Oruç tutmağ-u haccetmek vefadur
Cenabetten arınmak key safâdur
………..
Ki bir küp içine süci koyalar
Ki ağzın berkidüp sûya koyâlar
Ki on yıl su içine soksan ânı
Dâhi her günde on kez yusan ânı
Ki taşrası temizdir murdar içi
………….
İçi murdârdurur bayağı süci
Şeriat kullara Hak’dan atâdür
Şeriatsuz fiiller hep hatâdur
………..
………..
beyitler ini alıyor.
Yegâne nüshası, Prof. Hilmi Ziya’da olan bu eserin dügâne
nüshası bindedir. Üstünde 111 sahifesi olup her sahifesi 11,5X18,5 sathında,
yazılı kısmının 9X14 eh’adında bulunduğu, her sahifede 13 satır olduğu,
âyetlerle serlevhaların ekseriyetle sürhle yazıldığı, kâğıdın Âli Kurna
kâğıdının mühürlenmiş nev’inden olduğu baş tarafında izah edilmiştir. Bu
izahtan sonra «Bu nüsha Hilmi Ziya Efendi tarafından istinsah edilen nüshadan
istinsah edilmiştir. Emniyeti Umumiyedeki nüsha orada icra edilen tahkikata
göre çalınmıştır» kaydını ihtiva etmektedir. Sadettin Nüzhetün aldığı
beyitlerden ilk üç beyit, kitabın sonlarında «Derbeyan-ı Tarik-i Kitab»
faslındandır. Ondan sonraki beyitlerden birinci ve ikinci beyitler, onuncu
sahifede «Belâül-insan-minellisan» ([1] )
serlevhalı bendin dördüncü ve beşinci beyitleridir. Şeriat ehlini anlatan hu
bendin altıncı ve müteakip beyitleri şunlardır:
Bu dünya arzûsun dahi kovarlar
Veliykin ahreti dâhi severler
Şeriat ehlinin her gün işi bu
Bu kavli tutanın her cünbişi bu
Bu ikinci gürûh âbidlerindür
Bu ma’nî bellü. bil zâhidlerindür
Görülüyor ki Hatiboğlu ve kitabın asıl müellifi Hacı Bektaş,
burada şeriat ehlini anlatıyor. Bunların dünya hevesinde oldukları halde aynı
zamanda âhıreti de sevdiklerini, şeriat ehlinin gece gündüz işinin bu
olduğunu... söylüyor. Sadettin Nükhet, niye bu beyitleri almamış, bilmem.
Arası ayrılmadan yazılan
Gerek abdest ki namâza yaraya
Namazun ki gerek Hakk’a yaraya
Namaz kılmaklığa duruş iy mukbil
K-olasun Tanrı rahmetine kabil
beyitleri ise «Tefe’el bilhayri tenilhu» serlevhalı faslın
iki ve üçüncü beyitleridir (S. 15). Bu beyitlerden önce
Dahi âdem gerekdür suya yarar
Su gerek hem girü abdeste yarar
beyti var. «Abdeste yarayacak su gerek olduğu gibi suya
yarayacak adam da gerek, öyle adam olmadıktan sonra ha abdest alsın, ha namaz
kılsın, hiç bir şeye yaramaz» mealindeki bu beyit, niye alınmamış?
Anlıyamadım. Bu fasıldan önceki faslın son beyitleri de şunlardır (S. 14):
Şeriat içre vardur bir haber hoş
Şeriat bekliyen bir hoş olur hoş
Cenabet filini hayz~u nifası
Suyıyla yumayandur Hakk’a âsî
Kaçan bunlar arınsa bellü bayık
Namaz-ol vakt olur ol kişi lâyık
Veliykin ârifin bir hoş sözi var
Nazar kılsan bu söze söz yüzi var
Yunucı kişi evvel yunmayınca
Arınmaz yunc-elün yununmaymca
Bu beyitlerden sonra
Dahi âdem
beyti ve Sadettin’in aldığı iki beyit gelir. Ondan sonraki
beyitlerin, bundan öncekilerle arası ayrılmış.
Ki bir küp içine
başlayan bu beyitlerden önce de şu beyitler var:
Nitekim marifet ehli diyüpdür
Bu erkânun bular kaydun yiyüpdür
Ki değme dil Hak’ı yadeyleyemez
Kevanun kendüden şâdeyleyemez
Dahi derdikle ten tâat mı kllur
Dem olur anda tâatlar yıkılur
Yüce hazretdür ol hazret iy gafil
Niçün sen andan oldun şöyle gafil
Sana vacibdürür gayet sakınmak
Sakımın didiğüm arısuz olmak
Arısuzluk kamu îblis’den olur
Bu sözün ma’nisin işte danagör
Ki bir küp içine siıci koyarlar
Sadettin üç beyitten sonra yine atlamış, ikinci beytin
ikinci mısraı da
Dahi her günde onkez yûsan anı
değil;
Dahi her günde üç kez yûsan anı dır.
İyi dikkat etmemiş. O üç beyitten sonra
Yumakla mısmıl olmaz yine murdar
Kuyıda yine süci gibi murdar
(S. 15)
Te’kîdül Meveddeti bilhürme
Girü aslınca murdarlık işîdür
Ki süci cümle murdarlar başıdur
Buna bir nükte aydur ehl-i tahkik
İşidenler ideler âna tasdik
Kuyuya damlasa ......
beyitleri var. Sadettin’in aldığı iki beyitten sonra da şu
beyitler vardır:
Kerahet irişen canlar iy hüccâc
Hakimler kademine ola muhtaç
Eğer Hak’dan inayetler ola hoş
Şifalar irişe sakimlere hoş
Eğer tövbe kuş-olmasa kafesde
Helak olurda anca bir nefesde
Çıkarub dökseler kuyı suyını
Bu sözün dinle bir soyla soymı
Su döküldüği yirde öt bitse
Koyun nagelı varub ol otı yise
Tekva-hline anun eti haramdur
Zira kim aslı sücidür haramdur
Dahi
(S. 16)
mensur Makalât’da bu bahis aynen şeyledir;
«Ve amma suyun arıttüğı ol olur kim şeriat katında tona ve
tene murdar değse suyıla yuyicek pak olur ve cenabet dahi gider. Âbdest ve
namaz caiz olur. Veliykin âriîler katında ne ton ve ne beden ve cenabet gitmez
ve abdest revâ olmaz. Zira kim yuyıcı kendüsi pak arınmayınca yumağıla yuduğı
arınmaz. Anın içim kendüzin tamam arıtmayan gayriyi dahi arıtmaz. Fes imdi âdem
gerek ki suya ve su gerek kim abdeste yaraya ve abdest gerek kim namaza yaraya
ve namaz gerek Tanrı Taâlâ Hazretine yaraya. Nitekim Hak Sübhanehu ve Taâlâ
buyurur değme dil mi yarar beni zikr kılmağa ve değme tenmi yarar bana tâat
kılmağa ve değme tâatmı yarar benlim ma’rifetüm bilmeğe, pes imdi aziz-i
men....» (Bizdeki 1087 de
yazılmış nüsha, varak 5b 6a). Şer’an da namaz için huzuru kalb şarttır. Fakat
bu huzur, şartı eda değildir. Şartı kemaldir.
Huzur
olmaksızın kılınan namaz, ecri olmasa da farzı insandan ıskat eder. Bektaşîye
namaz kılmıyorsun, demişler. Namaz kılmak benim haddim mi, ben kimim, namaz
kim? demiş.
Hacı Bektaş ta aşağı yukarı bunu söylüyor, îç temiz
olmadıkça abdest namaz caiz değildir, diyor. Fakat bunu bir muttaki edasiyle
söylemektedir. Sadettin Nüzhet’in dört beytini aldığı (aslen bu fasıl
«Elbabüssâlis Fi beyânittarîka» ya kadardır. S. 37 43) şeriat methiyesini yapan
Hacı Bektaş, şeriat babında şeriat ehlinin amellerini mufassal yazar, ondan
sonra tarikat, sonra da hakikat ve marifet ehlinden bahseder. Bütün bu bablarda
batıni temayüller açıkça görünüp durur. Şeriat ehlinin yel, tarikat ehlinin
ateş, marifet ehlinin su, hakikat ehlinin toprak ağıllarından geldiğini
anlatırken (S. 9-18. Sadettin Nüzhet, ilk misalini bu kısımdan almıştır).
Gazab öyke tama’ buhl - u karalık
Hased hem kahkaha vü masharalık
Bularda olsa içinde kişinün
Bulardur menbaı şeytan işinün
Bularunla çü toptolu ola er
O kişiye ola İblis rehber
Bu murdarları su nice arıdur
Meğer kim nan cehennem eridür
Suyun aslı yeşil gevherdür elhak
Cevherün aslı Hak’dandur mutlak
Taâlallâh zihi sultân-ı ekber
Ki kıldı her sözi dilde mutahhar
Anun içün sever âşıkları Hak
Ki kendü aslıdur bilgil muhakkak
Bulârun tâatı seyr-ü tefekkür
Gönül gözüni aç sen dahi bir gör
Velayet işleridür bellü zâhir
Nazar ehli bulardur dinde âhır
(S. 17). demektedir. Fakat bütün bunlar, son sözü söylemeğe
bir hazırlıktır. «Derbeyan-ı Zâhid» faslında (S.81),
Gel imdi zâhidün her işlerin gör
Nedür fi’li anun cünbişlerin gör
Makamı zâhidün korhu gerek yâr
Göyünmekdür işi her vakt her bâr
Kişi kim kendüzin bilmeye evvel
Nicesi bile ayruğı mükemmel
Âdın dimeğile bilmez Huda’yı
Gider vuslat demi olur cüdâyî
diyor. Bu faslı müteakip kitap şöyle devam eder:
İkinci ârifindür vasf-ı meşhur
Kişi kim kendüzin bildi olur nûr
Makamın arifin bellü beyan kıl
Nedür fi’li ayıt bize ayan kil
Çü ârif ismimin ma’nîsi ıy yâr
Kişi kendûden olmakdur haberdar
Zira kendüzini bilmek kişiye
Gerekdür cümle erkeğe dişiye
Derbeyan-ı Vasf-ı Muhibb
Üçüncisi muhibbindür bu evsâf
Bular ne iş kılurlar sâf ber sâf
Bular anlardurur kim Hakk’a irdi
Yüze yüz Hakk’ı bunlar bildi gör di
Muhibbün ma’nisi sevmiş dimekdür
Ki bunun artuği fasid emekdür
Mahabbet çün muhibbindür iy dildâr
Murada irgörürler canı bunlar
Velî dört ma’nidür olgıl haberdâr
Kişi Hakk’a irişmekde olur yâr
Biri ilmelyakindür bellü bayık
Biri aynelyakindür der hakayik
Bu dört m’aniye dört kîşi müvekkel
Virüpdür her biri bir niyyete el
Biri hakkelyakîn gönül sırına
Gümânîle yakkı dirler birine
(S. 82)
Güman île yakin halkmdur iy yâr
îren mi irmeyenmidür bu güftâr
Bu kavmun kalükil da’vîdür işi
Haberleri eracıf her dönüşi !
İbâdet zahidündür bellü zâhir
îyüdür ger olursa gönli tâhir
Velayet beklemektik hem tefekkür
Buni ârifler işlerler dana gör
Muhibbün Hakkıla sohbetdür işi
Kâritmez ana halkun serzenişi
Tasarruf kıldı bu sırrı ulular
Haber ne resme virdi bahtlular
Ki da’vî üzre yetmiş yıl ibâdet
Beraber geldi bir sâat irâdet
İbâdet ola yetmiş yılda rehber
Tefekkür bir saat geldi beraber
Tefekkür yine yetmiş yıllık iy yâr
Berâber geldi bir dem görse dîdâr
Güman iltür kamu halk kalûkilden
Anunçün da’vı kopar kamu dilden
İbadet kılduğı zâhid iy dildâr
Halâyik ma’melesiyçündür iy yâr
(S. 83)
Tefekkürler k-ider ârîfler hem
Bulardur Hâlıkun sun’iyle muhkem
Mühibler kim münâcatlar kılurlar
Bular Mevlâ’yı anunla bulurlar
(S. 84)
Görülüyor ki «İbadet zahidindir, gönlünü ibadetle tathir
edebilirse iyidir. Fakat ârifler, velayet bekler, tefekkür ederler, Muhib ise
Hakla sohbet eder, halkın taan ve dahline hiç ehemmiyet vermez. Dava ile olan
yetmiş yıllık ibadete bir saat iradet bedeldir. Yetmiş yılhk ibadet bir saat
tefekküre, bir dem didâr görmek ise yetmiş yıllık tefekküre müsavidir. Bütün
halk, kâlükilden gümana düşer, onun için her dilden dava kopar. Zahidin
ibadeti, halkla muamele içindir. Ariflerin tefekkürü ise Malikledir. Muhibler,
münacatlariyle Mevlâ’yı bulurlar...». Bu sözlerde yegâne istinat! noktası «Ettefekkürü sâatün hayrün min ibadeti seb’îne sene»
hadisidir. Fakat buradaki tefekkür, kudreti ilâhiyeyi tefekkürdür ve bu,
nevâfîlden efdaldir. Yoksa dinde, namazı bırakıp
oturarak düşünme yoktur. Fakat
hâtmîliğin esası,, bir tevil yolu bulup ibadeti ikinci plâna atmak, sonra da
Eflâkî tezkiresinde zikredildiği veçhile Hacı Bektaş’ın yaptığı gibi mütâbaatta
bulunmamaktır. Makalenin müsaadesi olmadığını bildiğim için mensur Makalât’tan
buralara tekabül eden parçalan aynen alamıyorum. Yalnız şu kadarcık
nakledeceğim: «Amma ibâdet zahidlerindür ve tefekkür ariflerindür ve
sâhib-nazar ve seyri velayet bu muhibl erin dür. Pes imdi kal-ü kıyl da’va
âbidlerindür ve âlimlerindür ve ibâdet-i havf-u recâ aynelyakıyn zahidlerindür
veliykin tefekkür-ü hakkelyakiyn âriflerindür ve amma münâcât ve müşâhede ve
seyri velâyet beklemek muhiblerindür. Bâkî dervişlik, ezelî devlet-i ebedî kime
kim değdiyse rahatlık anundur... (varak 24 b)». Makalât’ın bundan Önceki
kısımlarında da bir çok teviller ve acip, garip şeyler varsa da kitap, bilhassa
bundan sonraki kısmında derin bir âdem-perestî kokusunu taşır. Dünyada,
âhirette ne varsa, hepsi âdeme tatbik edilir. Bektâşılerin Vücudnamesiyle
Makalâtün bu kısmı arasındaki yegâne fark, birincisinde Hurufîliğin sistemli
bir şekilde bulunuşu, bunda ise tabiî zaman dolayisiyle bulunmayışıdır.
Şunu da arzedelim ki Makalât, umum için yazılmış olan ve
ehli zâhire hitab eden bir kitaptır. Tabiatiyle bu kitapta şeriat öğülecek,
emirleri söylenecek, hattâ
Kişi kim ehli sünnetdür cemâat
Hususâ kim kılâ ol görglü tâat
Anun hakkında buy urmuş dur
Allah Oku başla âyât-ı sünnetullah
(S. 35) gibi beyitler bulunacaktır. Fakat bilen birisi bu
çeşit kitapları imanla okursa mahiyetleri derhal meydana çıkar. Meselâ bu
beyitlerin bulunduğu aynı kitapta.
Dahi Farhr-i cihan, ashablarına
Hem evlâdına vü ahbablarma
Dil-i candan selâm bî had tahiyyât
Bulâr-itmek gerek candan riâyât
Anun evlâduna candan muhibb ol
Ki rahmetden baîd olma karîb ol
Rasûl âlini seven cân-ü dilden
Bayık kurtuldı o nâr-ı cahimden
Hem Oniki İmâm- ikrarın olsun
Bulârun zıddına inkârın olsun
Muhibb ol dostuna zıddına düşmen
Dilersen kim olâ imân-ı rûşen
Hem eyle evliyaya candan ikrar
îmansız kalur ol kim ola inkâr
Hakında evliyânun Hak Taâlâ
Buyurdı âyeti ol yüce Mevlâ
La havfün aleyhim velâhüm yahzenûn
Hâzinem dîdi evliyaya Bari
Dil-ü candan, muhibb ol sev bulân
Duasiyle velîlerün bu âlem
Kıvam üzeredürür vallâhii a’lem
Bakir tes’ad
Dahi hem evliya hakkında Ahmed
Hadîs-i kudsi buyurdı Muhammed
Evliyâî tahte kıbâbî lâya’rifühüm gayrı
Veliyi gizledi taht-i kabada
Bilîmez değme şah s ânı fenada
Ne bilsün değme eşhas evliyayı
Safâsızlar ne bilsün asfiyâyı
Hidayet irişe meğer Hüdâ’dan
İnayet ola dahi Mustafâ’dan
Hidayet îrenün can göz-açılur
Anun üzerine rahmet saçılur
Ne tonda görse bilir ol Velîyi
Ki ya’ni sevdi ol candan Alî’yi
Velîler serverîdür Şâh-i Merdan
Anâ ikrar idenler buldı iman
(S. 5-6)
beyitleri de vardır. Bu beyitleri, biraz bilgisi ve insafı
olan kim okursa derhal anlar ki kaili, Şia’ya göre füru’-u dinden olan ve
Şia’nın şiarı bulunan Tevellî ve Teberrîyi telkin etmektedir, Rasul’ün
Âlini can ve gönülden sevip Oniki İmam’ı ikrar ve bunların sıddinı inkâr etmek,
dostuna mtıhibb olup zıddını inkâr eylemek, budur. Alî’yi candan sevenin; O
Veliyi ne donda görürse bileceği de bâtınî akidelerinin en kuvvetlilerinden
biridir. Bu yazdığımız kısım, elimizdeki mensur Makalât’da ancak «Badehu
salât-u selâm ol Peygamberler serveri ve Mürseller ulusu Enbiya’nın ve
Evliyanın Sililerine olsun kim bu cümle âlemi anun dostluğuna yaratdı. Dahi
Ashabına ve Ehline selâm olsun kim arı kavmdur ve arı ehidür ve selleme
teslimâ» tarzındadır (3 a).
Sadettin Nüzhet, burada bize «Bunu Hatiboğlu ilâve etmiş,
aslı tefsir, yahut tağyir ederek terceme eylemiş» diyebilir. Hattâ daha ileriye
gider de mensur Makalât’ı karıştırırsa yine «Makalât’da ilk üç halifenin ve
Ayşe’nin adları var» da der. Fakat biz de buna karşı «Pekâlâ, siz neden bu
beyitleri görmediniz,? Yahut gördünüz de yazmadınız? Bu kitabın bizde
olmadığını zannediyordunuz da ondan mı? En muteber kitap olarak kayıt ve onunla
davayı kazanmağa cehtettiğiniz kitap, işte bu beyitleri havidir. 812 de
yazıldığına ve mütercimi mânada tasarruf yapmadığım hassaten işaret ettiğine
nazaran en eski yazması, bu tarihten sonra olan mensur Makalât nüshalarından
daha eski olan bu manzum Makalât, daha mevsuk değil midir?» deriz, dikkate
değer bir keyfiyettir ki mensur Makalât’da adları geçen Ebu Bekir, Ömer,
Osman ve Ayşe; bu manzum Makalât da ; hiç anılmıyor. Yalnızı yukarıda
söylediğimiz gibi Ehl-i Sünnet ve Cemaat adı, o da «Sünnetallahilleti kad
halet min kablhi velen tecide lisünnetillahi tebdilâ» âyetiyle beraber ve
binaenaleyh müevvel bir surette geçiyor. Bu iki beyte mukabil Teveİlî ve
Teberrı’ye hasredilen beyitler iki
sahiledir. 97 inci sahifede de
Nitekim ol Aliyy-i Mürtaza’ya
Sorarlardı hakkında rızaya
Ki tapdugun Hak’ı görür müsün sen
Bize andan haber vırür müsün sen
Buyurdı gormeseydüm tapmayaydum
Bu dinün gevherini kapmayaydum
diye Ali’nin kelâmı naklediliyor ki hu, mensur Makalât’da da
aynen vardır (29 a). Esasen yukarıda geçen ve Sadettin Nüzhet tarafından da
nakledilen kuyuya şarap damlaması... da Alî’nin sözlerindendir, Manzum
Makalât’ın mütercim tarafından mânaya dokunulmadan nakledildiği tasrih
edildiğine göre daha doğru olması, mensur . Makalât’a bilâhara ilâveler
yapılmış bulunması da pekâlâ akla gelebilir. Hülâsa görülüyor ki Hacı Bektaş
mensupları, 812 den önce de Şîî-Bâtınî akidelere sahip, Tevellî ve Teberrî’ye
mütemessik kişilermiş, İhtimal Sadettin Nüzhet, bunları okuduktan sonra «Ben
o kitabı da aslî bîr kitap olarak kabul etmiyorum» der ve adını bizden
duyduğu «Fevaîd» e yapışır. Şimdi bu kitaba geliyorum:
Hacı Bektaş’ın kelimatını muhtevi ve İran diliyle yazılmış
bir risaleden ilk defa olarak Prof. Dr. M. Fuat Köprülü bahseder (Anadolu’da
İslâmiyet: Edebiyat Fakültesi mecmuası, Sene: 2, Sayı 5, S. 393, Not: 2 ve S.
406 Not: 1, Bektaşîliğin menşeleri: Türk
Yurdu 1341 C: 2 No : 8).
Bilâhara ben, böyle bir risalenin yeni bir yazmasının
Üniversite kütüphanesi yazmaları arasında 55 No. da (eski numarası) bulunduğunu
gördüm. Epeyce yeni olan bu yazmanın adını sanını yazarak «Yunus Emre-Hayatl»
adlı eserimin bibliyografyasında tavsifini yaptım. Aynı zamanda Üniversite
kütüphanesinde rastlar rastlamaz istinsah ve terecine ettim. Sonradan diğer bir
nüshasını buldum. Bu nüshanın da yazılış tarihi yok. Fakat yazı ve kâğıt
itibariyle nihayet hicrî onuncu asra aid olabilir. Onu da istinsah ettim,
üzerinde de bir hayli uğraştım. Hacı Bektaş’a isnad edilen bir çok sözlerin
sahiplerini buldum, varak ve sahife numaralarıyla tesbit ettim. Hak nasip
ederse yakında da metniyle beraber neşredeceğim. Bu kitabın Hacı Bektaş’a
aidiyeti, daha doğrusu içindeki bir çok sözlerin onun olmadığı kat’iyyetle
anlaşıldıktan sonra sahipleri bulunamıyan sözlerin de ona aid olması; çok
şüphelidir. Bu sözler arasında «Makalât» dakinden daha açık sözler var. Aynı
zamanda Hâce Ahmed Yesevı’den naklen Şeriat, Tarikat, Ma'rifet ve Hakikat
kapılarının onar ma'kamları da anlatılarak «Makalât» hülâsa edilmiştir. Bu
karışık kitapta yakıyn meratibi anlatılırken «İlmelyakıyn ten beslemek,
aynenyakıyn gönül, hakkalyakıyn de can yetiştirmektir. îlmelyakıyn ehli tenle
taat eder, aynenyakiyn ehli gönülle, hakkalyakıyn ehli de canla ibâdet eder.
Tenle taatta bulunanlar âbidler'dir, gönülle, ibadette bulunanlar zâhidler’dir,
canla ibâdet edenler arifler’dir. Tenle ibadet edenlerin ibadetlerini halk,
canla ibadet edenlerden de o ibadatı Hak kabul eder. Akıllıya işaret kâfidir,
anlıyan kişiye muştuluk» deniyor (Bizdeki nüsha S. 13 14). Diğer bir yerde
de (S. 21-22) Peygamher’in önce mü’min, sonra sırasiyle âbid, zahid, arif,
velî, nebi, resul, ülül’azm ve hâtem olduğunu söyleyip «Ruhların bu dokuz
mertebesi ariflerin indinde vehbî, hükemâ indinde kisbî’dir. Beyit:
Sen yol aşıp gitmedin de ondan sana göstermediler.
Yoksa ( bu kapıyı kim çaldı da açmadılar» diyor. Bu hususta
İbn-i Seb’în, Şihabeddin-i Maktul gibi hükemâ felsefesini kabul eden sufîler de
aynı akidededir. Hattâ Velâyet’in Nübüvvetten üstün olduğunu söyleyip kendisini
Hâtem-ül Evliya sayan Muhyiddin’in bu iddiası da aynı yola çıkar. Hacı Bektaş’ın
şeyhi de malûm olduğu veçhile «Baba Basulullâh» dır. «Taatın tatlılığı ile
şirk müsavidir, yani ibadatın tatlılığı ve müşriklik ikisi de birdir* sözü
de dikkate değer (S. 24). Yukarıda arzedilen hadise istinaden «Bir saat
tefekkür bir yıl ibadetten hayırlıdır, bir saat yoklukta düşünce, bir yıl
varlıkla ibadedetten yeğdir, buyurdu», kaidesi de şayanı nazardır (S. 24).
Yine arifi tarif ederken «arif murakka’ ve seccade ile ârif değildir. Resim
ve adet ibadetiyle de olmaz. Ârif odur
ki olmaya» diyor (29). «Sünnet terk-i dünya,
farz sohbet-i Mevlâ’dır» (S. 31) söziyle İbrahim’in, hakikat
babası olan ruhdan,
İsmail'in gölnülden,
Cebrail’in akıldan,
koçun da nefisden
kinaye olduğu hakkındaki tevili (S 39),
«Gözün Azrail, kulağın Mikâil, burnun İsrafil, ağzın Cebrail
mazharı olup tûfanın ,
hayvanî zulmetlerin İnsanî nüfusa yayılması ve sonra yine
lûtf-u bakman ile zail olması,
Mehdî'nin zuhurunun, aklı kudsî’nin bütün halka galebesi,
Deccâl’in nefsi emmarenin galibiyeti, İsa’nın inmesinin
ruhun Deceâl’i öldürmesi...»
suretinde bütün kıyamet alâmetlerinin ve peygamber
kıssalarının tevil edilmesi (Ş. 44-45) ve bil hassa kutbun «İmâm-ı Ma’sûm»
tâbiriyle tavsifi (S. 48) hakikaten
dikkate değer, Kitabın son kısmında Peygamber’den itibaren Oniki İmânın ve Hacı
Bektaş’ın, fakr tarifleri, İmâm Ca’fer-üs Sadık’ın bir risalesinden naklen
yazılmıştır (S, 65-67). Burada Alî, Emir-ül Müminin, İmam-ül Müttakıyn
sözleriyle tavsif edildiği gibi Onikinci İmam hakkında da «İmâm-ı Zaman,
Şefî’-i Zemin-ü asman» denmektedir. Fevaid’de.
«Lübâb-ül Eİbâb» dan naklen «Faruk» lâkabiyle Ömer’den bir
söz naklediliyor. Buna mukabil diğer sözlerin nakledildikleri zevat şunlardır:
Alî (iki kere, bir tanesinde adiyle, bir tanesinde Şia’nın hasren kullandığı
Emir-ül Müminin lâkabiyle), Ehl-i Beyt’den bazıları (böyle), Huseyn, İmâm
Ca’fer-i Sadık, Muhammed Bakır, İmâm Zeyn-ül Âbidin-i Ma’sûm (aynen böyle).
Hacı Bektaş’ın kelimelerini muhtevi bir risale daha var. O risaledeki sözlerin
çoğu da başkalarına aittir. Her iki risaleyi de tahkikatımla neşrettiğim zaman,
bütün bunlar daha ziyade tavazzuh edecektir. Sırası gelmişken şunu da
arzedeyim: Sonlarında «Ol arifler sultanı, muhakkıklar arslanı Sa’deddın»
diye aynen Makalât’da olduğu gibi Said Emre’nin
Bu makama kim ire işbu nakdi kim dire
Varlığın Hakk’a vire cümle âlem içinde
beytiyle başlıyan üç beytinin alınması ve. nüshasının hicri
sekizinci asra aid bulunması itibariyle Bektâşilerin ilk metinlerinden olması
iktiza eden bir risale daha vardır. Bu risale, Fütüvvetname tarzında yazılmış
olup dervişlik ve müfredliğin, tac ve hırkanın dininden, imanından,
gusilinden, cünüplüğünden, şartından, erkânından, kıblesinden, namazından.,.,
bahseder. Bütün bu bahisler, Selmân-ı Fârisî vasıtasiyle Alî’den ve İmam
Ca’fer-i Sadık’tan rivayet edilir. Bu risalede pir, müridin elini tutunca
müridin üç secde etmesi, birinci secdede
«Feeynemâ tüvellû fes emme vechullah»,
İkincide
«Lâilâheillallah bi azemetillah Muhammedürresulullah
Halifetehû Lâilâhe illallah Hakkan Hakka Muhammedürresulullah Hakkan Hakka Lâilâheillallah
Aliyyün Veliyyullalı Hakkan Hakka ve îmamül Müttakıyn ve şifa’ (şefi’ olacak)
ül müznibîn ve Veliy'yi Babbül âlemin yâ Erhamer râhimin».
üçüncüde
«Rabbül maşrıkayni ve rabbül magribeyn»
demesi icabettiği, ondan sonra
«Sabahül aşk olun»
diyeceği, sonra kabul edilince yine bir secde edip.
«Nasrün minaîlahi ve fethün karîb ve beşşiril-mü’minine
yâ Muhammed yâ Aliyyü Hayrülbeşer»
sözlerini söyliyeceği mukayyittir (5 b) Bizdeki nüsha, bu
nüshanın aslı Raif Yelkencidedir). Risalede Makalât'ta aşağı yukarı telhisen
mevcuttur. Hülâsa Bektaş-ı Velî mensupları, ilk devirlerden itibaren Bâtınîliği
şiar ittihaz eden bir zümredir. Bu tarikatın evvelce müteşerr’i iken sonraları
bozulduğu iddiası, pek saf bir iddiadır.
Şimdi asıl Vahdeti vücud ve bu akideyi benimsiyenlerin
telâkkilerine geliyoruz: Vahdeti vücud, malûm olduğu veçhile «Vücudu Mutlak»
ı Hak bilip bütün kâinatı, Tanrı’nın ilminde sabit ve zahirde ancak vücudu
zıîlî ile mevcut suveri İlmiyeden ibaret addetmek, diğer bir tâbirle
mükevvenatı hakikatte madûm bilip bütün, taayyünat ve şüunu, a’yân-ı sabiteden
ibaret saymaktır. Bu akideyi benimseyen kişinin nazarında kâinatın, kâinat
olarak vücudu yoktur. Mükevvenat mezahirden ibarettir. Âdem de cem’iyyeti
esmaiye mazharı bir zuhuru tamdır. Böyle bir adam, kainatı kendisinde bulur, 'kendisini
kâinatta görür. İleri giderse şeriat ehlinin Allah Teâlâ’ya açıkça «İlâh-ı Mevhum.» deyiverir.
Nitekim Varidat Sahihi ve Oğlanlar Şeyhi bu tâbiri hiçte gizlemeden
söylemişlerdir (Varidat ve sohhetname). Bu inanışa sahip olanlar, umumiyetle
insanları üçe ayırırlar: Avam, havas, hass-ül havas. Avam, şeriat ehlidir.
Bunlar, ehli zahirdir. Havass-ül havas, şeriatın bâtınına erişmiş, vahdette
tahakkuk etmiş, hakikate ulaşmış kişilerdir, bunlar ehli bâtındır. Dünya ve
âhıretten fariğ olup «Ehlullah» olmuşlardır. Havas, tarikat ehlidir.
Onlar sâliklerdir. Yine Abdurrahman Süllemî (Risaletül Melâmetiyye),
Necmeddin-i Kübrâ (Usul-ü aşar e) gibi büyük sufîlerce ihtiyar ve ehemmiyetle
kabul edilen bir tasnife göre ehli Hak üçe ayıdır: Bir kısmı ibadat ve taatla
Hakk’a tekarrüb ve vusûle çalışır. Fakat bu yolla vuslat, gayri mümkin dense
yeri vardır. Bu birinci kısım âbid ve zâhidlerdir. İkinci kısım Sülük ve
Riyazat, keşf ve ilham ile yürür. Bu kısma dahil olanlar âriflerdir. Fakat
keşif ve keramet bunları da ekseriyetle yollarında alıkor. Üçüncü kısım Şuttâr
kısımdır ki bunlar bilhassa cezbeyi ve aşkı sülüklerine esas ittihaz
etmişlerdir. En kısa ve kat’î yol bunların yoludur. Mevlâna
Celâleddin-i Rumî’de Mesnevinin beşinci cildinin dibacesinde şeriatı bir muma,
tarikati o mumla yol yürümeye, hakikati de ulaşmaya benzetir ve «Hakikatler
tezahür etse şeriatler batıl olurdu» sözünü de bılmünasebe zikreder. Hülâsa Ehli Bâtın, yani-şeriatin zahirinden
bâtınına geçmiş olan ve vahdet akidesini kendilerine imam aşk ve vecit ittihaz
etmiş bulunan kişilerde ibadet, umumiyetle ikinci plânda kalır. Sâliklere bile
bütün ibadetlerden ehemmiyetli olarak mürşidin emrine itaat telkin ve bütün
günahların günahının da mevhum varlık tanımak olduğu temin edilir. Şeriat ehli
ibadetlerin teşri’ hikmetini sormaya memur olmadığını söylerken hakikat -ehline
bu teşri’ hikmetleri birer birer keşfi nikah eyler. Bu hususu Mesnevî’de de,
Sultan Veled’in eserlerinde de, diğer muahhar arifilerin asarında da
bulabiliriz. Muahhar sırf ilerden Bedreddin, Varidat’da «Amali zahire
hakkında âsâr ve ahhâr-ı muhtelifenin sudur eylemesi ise asıl matlûb ve
maksudun amali zahire değil, belki anlar vasıtasiyle husule gelecek olan
tasfiye-i bâtın ve tehzib-i ahlâk olduğuna ve bu babda asıl dikkat ve ihtimamın
ancak bunlara matuf olması lâzım geldiğine delâlet eder. Çünkü âmâl-i zahire
maksud bizzat olsaydı amel-i vahid hakkında muhtelif eserler vürud etmezdi.
Fakat asıl maksad tasfiye-i bâtın ve tehzib-i ahlâk olup bunlar ise her ne
suretle olur ise alel'ıtlak ibadet-i bedeniyye ve âmâl-i zahire ile husule
geleceğinden tertib-i Fevâit vesaire gibi birçok ıfeadat ve âmâl-i zahire
hakkında muhtelif surette asar ve ahbâr şeref-vürud ve sünuh -olmuştur. Lâkin
ulema-yı zahir, aslâhahümullahu Taâlâ, bâtını terkedip kışra itimad ettiler.
Hattâ ekserisinin bâtınları şakkedilse hubb-u dünya ve hübb-u riyasetten başka
bir şey bulunmaz, hazelehümullâh» diyor (Varidat tercemesi: Şeyhûl-islâm
Musa Kâzım). Aynı kitâbda
“Avamın ibadatı adete, ehli sülûkden olan müptedilerin
İbadatı da havf-u recaya, mutavassıtıynin ibadatı da neyl-i makamat ve vuslet-ü
keramata, müntehilerin ise hudud-u
şer’iyyeyi hıfz-u sıyanete mübtenidir» denmek tedir. (Aynı terceme). Halbuki Bedreddin,
Hanefi mezhebi ulema ve musannifinindenir, zahiren kadıdır, şer’î hükümlerle
icra-yı kazada bulunurdu. Abdülkadir-i Geylânî, yahut Muhyiddin-i Arabi’nin
olan ve bir çok şerhleri bulunan «Kisale-i Gavsiyye» de «Ma’siyetkâr olanlar
mahiyetleriyle, ehli taat olanlar ibadetleriyle
mahcubdurlar. Bu iki kısımdan başka
benim kullarım vardır ki onları ne ma’siyet gamnâk eder, ne tâat ve ibadetleri
ferahnak eyler. İşte onlar ariflerdir» deniyor (Seyyid. Muhtar’ın
terceme ve şerhi). Aynı kitapta «İttihad bir
haldir ki lisan ve makal ile tâbir edilemez. İttihada iman eden makbuldür,
reddeden hali reddettiğinden kâfirdir. Bir kimse ki badelvusül İbadet etmek
sevdasına düşer, şüphesiz Aliahü Azimüşşan’a şirk etmiş olur» metni birçok
tevilâtla ve «Lî maallahü vaktün..» hadisiyle şerhedilerek
nihayet
denmektedir,
İlk ve muahhar sufîlerden vahdeti vücud telâkkisini kabul
etmeyenler ve tasavvuf yolunu ancak bir zühd yolu olarak benimseyenler ile
muahhar sufîîer ve vahdeti vücudcuîar arasında büyük bir fark vardır. Vahdeti
vücudu kabul edip anlatılan dereceye varanların bir kısmı, Abdülkadir-i Geylâni
ve Mevlâna Ceiâleddin gibi kemali temkinlerinden aşk ve cezbe, vecid ve kal ile
ibadat-ü taatı nefislerinde mezcetmişler, bâtına nüfuzun, zahirle tekayyüde
mani olmıyacağını kavil ve fiilleriyle göstermişlerdir. Mevlâna, vahdeti
vücudu bir vecid ve hal, bir zevk ve tahakkuk telâkki ederek verai akılda
bulunduğunu söyleyip felsefeden mümkün olduğu kadar içtinap etmiş, hattâ
selefiyyeye nîm [yarısıyla] iktifa eylemiştir. Bir
kısmı, ibadetin ancak edebi Muhammedi’ye riayet ve şeriatin zahirini vikaye
için olduğunu söyleyip işi biraz daha genişletmiştir. Bir kısmının ise,
sufîlerin mezleka-i akdamında ayakları kaymış ve «Melâmet» diye her türlü
mübalatsızlıktan [abartma] çekinmemişlerdir. Tasavvufu ve vahdeti vücudu nefse
âlet edenler, yahut inanmayışlarını vahdet akidesiyle setretmeğe çalışanlarla
Hasan Sabhâh’ın kurduğu Bâtınîlikten ise bahse hacet yoktur, onlarla sufîlerin
arasındaki fark meydandadır. Hülâsa vahdeti vücudu kabul edenlerin izhar
ettikleri bu halat, doğrudan doğruya neş’e meselesinden ibarettir. Herkes
neş’esine göre ruhî haletini izhar eylemiştir.
Tarikat ehlinin çoğunun Silsilei Zeheb diye tanıdığı Oniki
İmam ve Kutub meselesi nedir?
İmam ne demektir?
Sufîler Oniki İmam’ı ne diye tanıyorlar?
Bu Şiîlik temayülü değil de nedir?
Tekkeler açıkken muharremlerdeki mersiyeler ve Ehli Beyt’i
takdis neydi?
Tarikat silsileleri nin ekserisini Hazreti Ali’ye isnad ve
bu suretle Peygamber’e isâl neye delâlet eder?
Bu hususta da kimisi Bektaşî ve Alevîler gibi yalnız
Mezhebim hak Ca’ferîdir gayrilerden el yudum
Pîrım üstâd Hacı Bektaş kutb-u burc-u evliya
demekle de kalmayıp gulüvve giderek Ali Allahî akidelerini
kabul etmiş, kimisi doğrudan doğruya Şîa-i îmamiyye akidesini kabul eylemiş,
kimisi Lâ’lîzade gibi hilâfeti ikiye ayırıp Ebu Bekir, Ömer, Osman, ve diğer
halifeleri sûrî addetmiş, Oniki İmam’a ise ma’nevî hilâfeti tahsis eylemiş,
kimisi Mehdî’yi îmamiyye akidesine tam uygun olarak kabul
etmiş, kimisi ise Mehdi diye kendisini takdim etmiştir.
Şia’nın yalnız ferdi kâmili olan İmamiyye değil, Zeydiyye de
dahil, gerek Şiî gerek Sünnî şeriat uleması ise, vahdeti vücudu inkâr, yahut
tevil edip akıl başta iken amalin hiç bir suretle sakıt olamıyacağını ve amalin
hikmeti teşriiyesini sormağa memur olmadığımızı beyan ve nihayet ubudiyetle
ulûhiyeti kat’î olarak tefrik ve sûfiyyenin istinad ettiği hadisleri tehvin
eylemişlerdir.
Safîlerin ulema-yı rüsum dedikleri şeriat ehli ile ehl-i
bâtm-Sûfiyye arasındaki bu anlaşmazlık, Sûfiyyenin ve bilhassa vahdeti
vücudcuların zuhurundan itibaren bütün anlaşma teşebbüslerine rağmen mevcuttur
ve bunu inkâra mecal yoktur. Zaman zaman büyük ve coşkun sûfîlerin hadden aşırı
sözleri, bu anlaşmazlığı teşdid etmiş, zaman zaman vahdeti vücudu benimseyen mesleklerin
ahvali, ulemanın tahrikiyle bu taife hakkındaki kıtaller, imha hareketleri
tevlid eylemiştir. Bu bir anlayış, bir zevk, bir duyuş meselesidir. Mevlâna
diyor ki:
Porsîd kesî ki aşıkî çîst
Goftem ki çu men şevi bidanî
*
Yunus divanında çaryar’a ve Sünnîliğe dair
Ömer-ü Osman Alî Mustafa yarenleri
Bu dördünün ulusu Ebu Bekir Sıddıkdür
*
Ebu Bekr-ü Ömer din uluları
Aliyy-ül Murtaza Osman benümdür
*
Ömer-i Hattâb ile çok adl-ü dâd eyledüm
Oglıla fısk içinde anda basılan benem
#
Ali’yile urdum kılıç Ömer ile adleyledüm
Onsekiz yıl Kaf tağmda Hamza’yla meydandayıdum
*
Kimde ki şefkat var dur rahmet dahi andadur
Şimdi bir gözi açık sünnî müselman kanı
beyitleri var ve bu beyitler zahidane şiirlerindendir. Fakat
Hasan’dür cismim içre nûr-u imân
Huseyn-i sahib-ül irfan benümdür
*
Tanrı arslanı Alî sağında Muhammed’ün
Hasan ile Hüseyin solunda Muhammed’ün
Muhammed’i yaratdı mahlûka şefkatinden
Hem Alî’yi yaratdı mü’minlere fazlından
*
Yürü var ebsem ol ne simsarlık satarsın
Alî gibi er gerek işbu sırra iresin
beyitleri de var. Bu beyitler, icabına göre söylenmiş
beyitlerdir. Esasen Yunus’u biz Şîai İmamiyye müctehidi olarak takdim
etmiyoruz. Bektaşîler, Ca’ferî olduklarını iddia ettikleri halde ne Ca’feriler
onları kabul eder, ne de onlar Ca’ferîliği kabul ederler. Sünnîlik başka;
bâtınîlik yine başkadır. Şîî diyemiyeceğimiz nice sufîler vardır ki
batınîdirler. Galî [Haddini tecâvüz eden, haddini aşan] akideleri
benimsemişler, hattâ onları daha aşırı bir hale getirmişlerdir. İşte Hallaç.
Kitab-üt Tavasın, Ahbâr-el Hallaç ve Divan meydanda. İblis’i ve teslisi bile
takdis ediyor.
Sadettin Nüzhet, Yunus’un batta Âşık Paşa’nın Bektaşîliğini
kabul ettikten sonra Tapduk’la Barak arasındaki münasebeti tehvine
[kolaylaştırma] çalışıyor. Yunus bir çok şiirlerinde Tapduk’un müridi olduğunu
söyler. Fakat menkabeye ehemmiyet vermeyen muharrir, Tapduk’un Bektaşîliğini
Vilâyetname’den almıyor da nereden alıyor? O nun şiirde
Yunus’a Taptuğ-u Saltuğ-u Barak’dandur nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben nice ninhân olam
Beyti var. Bir
nüsha farkıyla
Yunus’a Tapduk’dan oldı hem Barak’dan Saltuk’a
Bu nasib çün cûş kıldı ben nice pinhân olam
tarzındadır. Birinci tarzda da, ikinci tarzda da Tapduk
Baba, Barak Baba ve Saltuk Baba, Yunus'un istifade ettiği kişilerdir. Barak Baba
707 de Geylân’da öldürülmüştür. Saltuk Baba’nın Rümeline geçişi de 662 dir.
Barak Baba’yı Saltuk Baba'nın yetiştirdiği; Camiüddüvel, Tarih-i Âi-i Selçuk,
Tarih-i Berzâlî ve ondan naklen A’yân-ül Asr gibi tarihler şöyle dursun., kendi
söziyle de sabittir. Risalesinde bunu bilhassa tasrih ediyor. Barak, Sarı
Saltuk’un mürididir. Barak Baba’ya uyanlara «Barakîler» deniyor. Tapduk Baba da
heyite nazaran bunlardandır. Tapduk’un Yunus’un mürşidi olduğunda ise hiç
şüpheye mahal yoktur. Yunus bunu bir çok şiirlerinde şöylüyor. Bütün hu sübût
ve vuzuh karşısında Sadettin Nüzhet, hu sefer beytin sonradan ilâve edilmiş
olması ihtimalini ileri sürüyor. Bu ihtimali iddia karşısında akıl da durur,
mantık da!
Sarı Saltuk, Barak Baba ve Tapduk, Bektaşî menkabesinde Hacı
Bektaş halifeleridir. Menkabeyi bırakalım, Barak’ın bâtınîliğinde bütün
tarihler müttefiktir. Ve bu zatın hayatım pekâlâ biliyoruz. Sarı Saltuk’un
batini olduğunu İbn-i Batuta’dan öğreniyoruz. Bu rivayet, menkabeyi de teyid
ediyor. Prof. Dr. Fuat Köprülü de gerek İlk Mutasavvıflarda, gerek «Anadolu
Beylikleri tarihine aid notlar» ve «Anadolu’da İslâmiyet» adlı makalelerinde hu
hususta aynı kanaati serdetmektedir. Zaten Barak Baba gibi koyu bir batıniyi
yetiştiren bu zatın meslek ve meşrebi, dervişinden bellidir. Sarı Saltuk
menakıbinin bir sünnî tarafından yazılması hiç bir şey ifade etmez. Bu bir halk
benimsemesidir. Sarı Saltuk’la Hacı Bektaş makamlarını Hristiyanlar da ziyaret
edip hu zatları kendilerinden sayarlar. Hattâ azizleri arasında bunlara da birer
ad verirler. Bu keyfiyet Sarı Saltuk ve Hacı Bektaş'ın aynı zamanda hiristiyan
olduklarını da mı isbat eder? Otman Baba gibi koyu bir kalenderi babasının Sarı
Saltuk’u takdis ve batta «Sarı Saltuk benim» diye onun zuhuru olduğunu iddia
etmesi, Bektaşîlerin Sarı Saltuk’a verdiği ehemmiyet, Sarı Saltuk tekkelerinin
umumiyetle Bektaşîlerin elinde olması, Anadolu Kızılbaşları arasında Sarı
Saltuk ocağının ve bu ocağa mensub dedelerin son zamana kadar bulunması,
hükümetin vakit vakit Sarı Saltuk ışıklarına karşı icra ettiği hareketler meye
delâlet eder? Bektâşîler, büyük Kişileri benimserlermiş. Doğru ama neden San
Saltuk’u benimsiyorlar da meselâ İbn-i Kemal’i, yahut Ebussuud’u
benimsemiyorlar?
Hacı Bektâş-ı Velî’nin mezhep ve meşrebi hakkında yukarıda
kâfi derecede malûmat verdik. Burada şunu da ilâve edelim ki M. Fuat Köprülü de
onun eserlerinde Tevellî ve Teberrî olduğunu ve Şia-i İsna Aşeriyye esaslarım
sarahaten müdafaa ettiğini kayıt ve tavzih ediyor. Hacı Bektaş’ın Baba İshak
müridi olduğunu, o devir hakkında verdiği malûmat bakımından cidden çok değerli
bir kaynak olan ve bir menakıb kitabı olduğu kadar bir tarihî me’haz de olan
Eflâkî Tezkiresi haber veriyor. Ve bu, bugün bütün ilim âleminde kabul
edilmiştir. Hacı Bektaş’ın şeyhi Baba İshak, müridleri tarafından «Baba
Rasulullah» diye anılan zattır. Bu zat hakkında mufassal ve muhtasar İbn-i Bibi
târihleriyle muahhar tarihlerde adamakıllı malûmat vardır. İlk zamanlarda
zahid, âbid tanınan, üfürükçülük ve muskacılıkla halkı aldattıktan sonra bir
tekke kuran, inziva ve riyazata giren bu zat, şöhretini Şam diyarındaki
Hârezmliler’e kadar yaymış, Amasya’da konaklamış, «Sultan Gıyaseddin şarap
İçiyor, kötülükler irtikâb ediyor» diye ahaliyi onun aleyhine kışkırtmağa
başlamış, nihayet bir müridini kendi doğduğu yere, diğer bir müridini de
Maraş’a göndererek halka, kıyama hazır olmalarını emretmişti. Hazırlıkları
tamamlandıktan sonra Baba’nın emriyle kıyam eden müridleri etrafa yayılmış,
kendilerine uymayanları öldürmeğe başlamışlardı. Alişîr oğlu Muzaffereddin, karşı
durmağa çalışmışsa da mağlûp olup Malatya’ya kaçmağa mecbur olmuş, topladığı
ikinci bir ordu ile mukabeleye, savaşmış, yine' yenilmişti. Babaîler, Sivas’ı
almışlar, İğdiş «abaşı’yı diğer muteber kişilerle Öldürmüşler, bir çok silâh ve
ganimet elde etmişlerdi. Aynı samanda Tokat ve Amasya’yı da ele geçiren
Babaîler’e diğer vilâyetlerdeki türkmenler yardım etmekte idiler. Sultan,
tehlikeyi hissedip Kübadabad’a sığınmıştı. Bu sefer Hacı Armaganşah, Amasya’ya
jj gidip İsîıak Baba’yı asmış, onlarla savaşa başlamışsa da o da mağlûp ve
şehid olmuştu. Kendilerine Babalarının
öldürüldüğü haberi verilmişse de inanmayıp «Baba Rasulullab» diye ateşe
ve kılıca atılıyorlardı. Sultan, Kübadabad’dan derhal asker topladı, Sivas’a
gönderdi. Ordu Kayseri’ye vardı. Babaîler de Kırşehir civarında toplanmışlardi.
Vukua gelen muharebede mağlûp oldular ve katliam edildiler (îbn-i Bibi
mufassalı ve muhtasarı, Houtsma tab’ı S. 227-331). İsyanda adı geçen yerler
dikkate değer. Sivas, Çorum, Merzifon, Mecidözü ovaları, Tokat havzası, son
zamanlara kadar Alevî-Kızılbaşların tekâsüf ettikleri yerlerdir. Kırşehir ise
Bektaşî merkezidir. Sonra Âşık Paşazade tarihinde, Hacı Bektaş’ın Horasan’dan
Sivas’a oradan Amasya’ya geldiği, oradan da Kırşehir ve Kayseri’ye gelip
kardeşi Menteş’in tekrar Sivas’a giderek orada şehid olduğu ve kendisinin
Kayseri’den Karaöyük’e gelip yerleştiği mukayyeddir. Yer adlarına, şehadet
vak’asma ve mevkiine bilhassa nazarı dikkati celbederiz. Baba ? İshak’in Baba
İlyas Halifesi olduğu da muhakkaktır. Şakayık, hürmetkar bir lisanla onun bu
vak’ada zimedhal olduğunu söylediği gibi Cennab’ı, bunu bilhassa tasrih ve
hurucu onun adına kaydediyor. Behçetüttevarih, Baba İlyas’ın bu isyandan sonra
affedildiğini söylüyorsa da Şakayik, onun da kulları elinde maktul düştüğünü
kaydediyor. Üstad Köprülü’nün «Anadolu Beylikleri Tarihine aid notlar»
makalesinde, Muhlis Paşamın Sultan Gıy'aseddin’in katlinden sonra Babaîler’i
kıranlardan intikam alıp kırk gün yahut altı ay sonra halifelerinden Kadı (Nure
sufî) oğlu Karaman’ı padişah yaptığı mukayyettir (Türkiyat Mecmuası,, Cilt: 2,
S. 15, Not: 1. Bu değerli makalede Karamanlıların Babaî olduklarına dair daha
bir çok malûmat vardır). Bu kayda bakılırsa onun da öldürülmüş olduğu hakkında
Şakayik’in verdiği malûmat daha müsbet bir hale gelir.
İşte haklarında kat’î bilgilerimiz yok denen adamlar!
Yunusun divanında Cüneyd, Bâyezid... gibi eski sufîlerden, Mevlâna Celâleddin-i
Bumî ve Fakih Ahmed’den başka muasır şahsiyetlerden Baba Taptuk, Barak Baba,
Saltuk Baba ve Geyikli Baba’nın adı geçiyor. Bu son dört zatın dördü de kendi
zümresine mensub şahsiyetlerdir, yani Babaıdirler. En eski nüshada bulunan iki
şiirden birinde
Geyiklü Baba birkez nazar kılaldan hasıl oldı
Yunus’a her ne ki vâyesidür diye hürmetle,
öbüründe
Geyiklü’nün ol hasen söz ayıtmış kendüden
Kudret dilidir söyleyen pes kendüde söz nesidür
diye tarizle ve adını tasrih ederek andığı Geyikli Baba da
Babaîlerdendir. Hülâsa Yunus’un bu zümreye mensubiyetinde hiç bir şüphe yoktur.
Babaîler de tam batınidir. Bundan Önceki makalemizde dediğimiz veçhile halkın
«Baba Rasulullah» dediği bir zatın Halife-i Hassı Hacı Bektaşi a münasebetti ar
zevata mensup bir zatla, Barak Baba ve onu yetiştiren ve halife çıkaran Saltuk
Baba gibi zatlarla münâsebeti olan Yunus da, Hacı Bektaş gibi bir yandan zahir
ehline hitab etmiş, kuyudu şer’iyeye uygun şiirler yazmış, bir yandan da
coşkunlukla
Hakikat erenlerin şer’ ile bilmediler
Hakikat dirliğini riya dirilmediler
Hakikat bir denizdür şeriatdur gemisi
Çoklar girdi gemiye denize talmadılar
Çoklar geldi kapuya kapuyı tutdı turur
İçeriye girüben ne varm bilmediler
Şeriat oğlanları bahsidüp da’vî kılur
Hakikat erenleri da’viye kalmadılar
diye «şeriat oğlanları» dediği din âlimlerine çatmış,
Şer’ ile hakikatin vasfını aydum. sana
Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdur
Ol geminün tahtası ne denlü muhkem ise
Deniz mevc urucağız anı uşadasıdur
beyitleriyle nihayet deniz dalgalanıp coşunca geminin
kırılacağını söylemiş,
Müşahade kapar anı hem. bîkarar olur canı
Her dem davîsizdür mani’ bu derd ile rahat olur
Ol bînişandur cihandan ne dilem dilimüz andan
Ol âlim-i deyyân zat her zat içinde zat olur
Ol işlere eli
iren Hak ışkuna gönül viren
Dostum göz göze gören cümle varlıktan mat olur
diye âşıkın bütün varlığı terkedeceğini,
Işk erinün gönli tolu padişahdan nevaledür
Işksuz adam nic-anlasun gün şeriat havaledür
Işkdur âşıkun canı ışka fidı hanümanı
Işk erinün armağanı ışksuz kişiye belâdur
diye de bu işi, bu hali; aşksız adamın anlayamayacağını,
çünkü bu çeşit adamlara şeriatın havale olduğunu söylemiştir. Bazan
Korkaram söylemeğe şeriat edebinden
Yohsa ayidayıdum dahi ayrukası haber
sözleriyle şeriat edebinden korktuğunu, onun için daha ileri
gidip esrarı açıkça söyleyemediğini bildirmiş, hazan da
Tanrı içün iy uslular gönlüm bana alıverin
Vardı birleşti dost ile giru bana boyun virmez
Bunun gibi gönül ile nice dirlik idivirem
Bırakdı yabana beni bir gün gelip halüm sormaz
Gönlüm, bana yoldaş ikenzühd-ü tâat kılurıdum
Yıkıldı bu tertiblerüm gönülsüzem elüm irmez ve
Ben bir kitab okudum yazmadı anı kalem
Mürekkeb eyler isem yetmiyeyidi denüz
Ben oruç namaz içün süci içdüm esridüm
Teşbih seccadeyiçün dinlerem şeşte (1) kobuz
diye zühd-ü taattan kaldığım, mestolduğu cihetle kendisine
namaz ve orucun caiz olmıyacağını, tesbih ve seccade yerine de şeştar ile kopuz
dinlemekte olduğunu bildirmiş,
Dost yüzini göricek nice karar kılsın can
Şöyle yağmaya varur yüzbin zühd din-ü îmam
Ta’na yokdur âşıka ne hale döner ise
Ferman degül kendüye müşahedeye garkolan
Can gönül fehm-ü akl ışk mevcine garkolıcak
Kiçün ansun ol kişi yazık müzd assı ziyan
*
* *
Din-ü milletden geçer ışk eserinden tuyan
Mezheb-ü dinmi seçer kendüyi yoğa sayan
Küfr-ü iman o yolda assı ziyana geçmez
Assı ziyandan fariğ varluğı levhin yuyan
Işk kime kim irerse kendüden gayrı komaz
Işkdan zerrec-ayrılmaz kendüliğinden tuyan
OL benem dirse reva benlüği bilen hata
Terk edübeni rıza akl-koyup ıska uyan
Âşıkları sorarsan bımezheb-ü bî millet
Yolda kaluptur sakın gice-vü gündüz sayan
Yunus sen beni gider her ne ider dost ider
Aczini bil epsem ol var ışk rengine boyan
diye aşıkın din, şeriat, iman, küfr, sevap, günah, cennet,
cehennem kayıtlarından kurtulup daimî bir huzur ve müşahedede olduğunu
söylemiş, hattâ hazan da daha ileri varıp
Oruç namaz zekât hac cürm-ü cinayetdürür
Fakir bundan azaddur hass-ı havas içinde
diyivermiştir.
Abdestimiz namâzımuz doğrulukdur taatımuz
Işk ile bağladık kamet safumuzı kim ayira
diyen Yunus; artık bir sultandır:
Nitekim ben beni bildüm yakın bil hakk’ı buldum
Hakk’ı bulunacaydı korkum şimdi korkudan kurtuldum
Hiç ayruk korkmazam bir zerre kayurmazam
Ben şimden kimden korkaym korktuğum ile yar oldum
Azrail gelmez canuma sorucı gelmez sinüme '
Bunlar beni ne sorsunlar anı sorduran ben oldum
Ye ben onca kaçan olam on buyurduğun buyuranı
Ol geldi gönlüme toldı ben ana bir dükân oldum
Canlular bunda alısar cansuzlar hud ne biliser
Kim veriser kim alısar ben bir ulu divan oldum
Yunus’a Hak açdı kapu Yunus Hakk’a kıldı tapu
Baki devlet benüm imiş ben kul iken sultan oldum
XVI ıncı asırda
Mescid-i ışkm imâmı olmuşam
Deyr-i ışkın hem çelipâpâsıyam
Ben ne dirsem Hak anı işler heman
Şöyle benzer ben anın ağasıyam
deyen şairin (Yusuf-ibn-i Ya’küb-ül Halveti: Tazlîlütte’vil,
5 Şaban 1300,. Tıbbiye matbaası) bu sözleriyle Yunus’un ancak misal olarak
aldığımız
Ne dirisem yortum yürür elimde ferman dutaram
Ne dirisem hükmüm revan çün hükm-ü sultan dutaram
İns ile bu cinn-ü perî divler benüm hükmümdedür Tahtum
benüm yil götürür Mühr-ü Süleyman dutaram
Yunus aydur ben ol venin az görmeğil ben ol venin
Ben ne disem ol dost dutar dost didiğin ben dutaram
*
Benem ebed benem beka ol Kadir-i Hay mutlaka
Hızır ola yarın saka anı kılan gufran benem
Dört türlü nesneden hasıl benem üşde bilün delil
Od-u su vü toprağ-u yil bünyad kılan Yezdan benem
*
Evvel kadim önden sona zevali yok sultan benem
Yedi iklime hükmedüp yiri göki dutan benem
sözleri arasında ne fark vardır? Hattâ Yunus’un sözleri daha
ileridir. Görülüyor ki bâtın ehlinin, vahdeti vücudcuların bilgisi, hadsi,
erdikleri gaye, nihayet sahip oldukları iman birdir. Ancak heyecanları, lisan
ve lehçeleri, bir de bu bâtın ilmindeki rüsuh ve behreleriyle neş’eleri ve
tabiatiyle bu neş’elerin ifadeleri mütefavittir. Hüseyn İbn-i Mansur da
böyle söyler.
Evvelce ölümden korktuğu, kabir ahvalinden,
kıyametten, günah ve sevaptan bahsettiği halde sultan olunca Yunus da onun gibi
İblis’in vücudunu nefy, sırat ve mizanı, haşr ve neşrin kendisine vukuunu
açıkça selbeder. Bu inkâr değildir, Hak’tan gayrı bir şey görmeyen bir aşıkın
veeid ve cezbe halinin, zevk ve nesnesinin ifadesidir. Onun artık ne Cebrail’le
işi kalmıştır, ne Mikâille. O, her şeyi kendinde görür, her şeyi kendinde
bulur.
Hak bir gönül virdi bana hâ dimeden hayran olur
Bir dem gelür şâzî olur bir dem geliir giryan olur
matlağlı şiiriyle Bedreddin’in asılacağı gün okuduğu
Ol dürr-ü yetımem ki görmedi beni umman
Bir katreyem illâ ki ummana benem umman
matlağlı şiirlerinde ahvali ruhiyesini anlatan Yunus, halden
hale giren, hiç bir hali kendine maletmiyen, bütün kâinatı, varlığı kendisinde
gören, kendisini de her şeyde müşahede eden, bütün peygamberlerin sırrını
kendisinde duyan Huseyn-İbn-i Mansur gibi bir vahdet eridir. Vahdeti vücudun
neticesini ve bu akidenin bir şair ruhunda iman, vecid ve heyecan haline
inkilâb edince ne olacağını idrâk edemiyenler,. yahut etseler bile
hazmedememekle beraber o zatı da verilecek hükümden kurtarmak istiyenler,
nihayet tevil yoluna saparlar, fakat açıkça bu sözler tevil götürmez. Yunus
kendisi, kendisini takdir ediyor:
Abdürrazzak ol derviş yoldaş idindi beni
Hallac-i Mansur ile dâra asılan benem
*
Mansur aydur Enelhak dir suretün oda yak
Diniz dara gelsünter Mansuram dâra geldüm
*
İlm-i hikmet okuyanlar ışktan mahrum olur anlar
Mansur oldum yakun beni ko dillerde söyleneyin
*
Raif Yelkencinin, Yunus’un Âşık Paşa olduğunu iddia ederken
nihayet
ilk adum Yunus idi adumı Âşık takdum
mısrağını ileri süreceğini, aynı zamanda «Âşık Yunus, ey
Yunus âşık isen...» gibi sözleri teyidi müddea için arzedeceğini tahmin
etmiştim. Nitekim tahminim doğru çıktı. Yahya Efendi nüshasında bu şiirin
matlağı şudur:
İlk adum Yunus idi adumı Âşık takdum
Terkitdüm ud-u edeb şöyle haber bırakdum
Raif Yelkenci şöyle iddia ediyor; «Âşık
Paşa, âşıkî mahlâsiyle türkçe şiirler yazmış ve halkı teshir etmiştir. Âşık
Paşam ve Âşık mahlaslarından başka Âşık Garib, Miskin Âşık, Âşıkî mahlaslarını
kullanarak Sultan Veled’in farisî eş’arına karşı türkçe şiirler vücuda
getiriyordu. Âşık Paşa 703 de babası Muhlis Paşa ile birlikte Mısırca hicret
etmiş, hattâ orada İbranice de öğrenmiş, pederinin himmetiyle 707 tarihinde
vatan hasretiyle kitâb-ün Nasiha (doğrusu Risâlet-ün Nushiyye) adlı mesnevisini
telif etmiş ve bu defa da Yunus Emre mahlasını almıştır (Büyük Türk şairi Yunus
Emre kimdir.. Cumhuriyet 4 şubat 1940)». Raif Yelkenci, bundan sonra Yunus kıssasını
hatırlıyor, Yunus Peygamber, balık karnında kalmıştı. Raif’e nazaran «O da
tekrar dünyaya ve vatanına gelmek için bu müstear mahlası kullanmış olması çok
muhtemeldir (aynı makale)». Raif Yelkenci, bundan sonra Mevlânanın da
mesnevide Mevtana, Divan-ı Kebir’de Şems mahlasını kullandığını hatırlatıyor.
Bilmem ne diyelim? Evvelâ Âşıkî, Âşık Paşa değil, Âşık Paşazade’dir. Sonra
Mevlânanın Mevlâna, Mevlevi ve Rumî mahlâslariyle bir tek şiiri bile yoktur.
Raif Yelkenci, Yunus ve Âşık Paşa’nın yanında imiş gibi hiç bir vesikaya
istinad etmeyen bu mülâhazaları yürütüyor ki bu indî ve tamamiyle gayri İlmî
iddiadan çıkan netice şu:
Âşık Paşa, önce Âşık mahlasını kullanmış, sonra Yunus
mahlasını almış. Sonra ne olmuş, yine Yunus Âşık mı olmuş,. bu belli değil?! Halbuki
misrağı Bay Raif Yelkenci ve Sadettin Nüzhet’in fikirlerini tersine çevirecek
bir mısrağdır:
İlk adum Yunus idi adumı Âşık takdum
Bu mısradaki «Âşık» kelimesini ism-i alem olarak alırsak
Yunus «Âşık adını sonradan aldım» diyor. Şimdi belki de diyebilirler ki «Mısrağ
her halde İlk adım Âşık idi adımı Yunus takdum olacak». Fakat bunların hiç
birine hacet yok. Buradaki Âşık kelimesi ism-i alem değildir. Yunus. «Adım
Yunus iken âşık adım takınarak, âşık olarak, aşka düşerek ar ve hayayı
terkettim»
diyor ve ikinci beyitte
İzzete kalmış iken âşıklık nemdür benüm
Ben kendi elümile yüzüme kara takdum
diye bu âşıklığın, şerefe bağlı, izzetle mukayyed iken
kendisine bühtan olduğunu ve kendi eliyle kendi yüzünü karaladığını söylüyor.
Bu şiirin son beytinde de
Âşıklar mezhebinde şermi-sâr oldı Yunus
Âşık maşuka irdi ben dünyaya kayakdum
demektedir. İşte Sadettin Nüzhetin sarahati muhtevi beyti
boylece yıkılıyor.
Şunu da söyliyelim: Âşık Paşa, yahut Yunus’un «Evvelce Âşık
Paşa idim, şimdi Yunus’um», yahut «Evvelce Yunus’dum, şimdi Âşık Paşa’yim» diye
bir sözü olsaydı ne çıkardı? Hiç.. Çünkü sufîlerin bu adetidir. Nitekim Yunus;
Âdem, İdris, Şît, Nuh Muhammed,
Mansur, Abdürrezzak vesaire olduğunu söylüyor.
Yunus idi pişrevümüz Âşık Paşa husrevümüz
Ol demde Ümmı İsmail miskin niyazmende idi,
diye Yunus’u pişrev, Âşık paşa’yı da husrev olarak ayrı ayrı
anan ve aynen Yunus tarzında şiirleri bulunan, şiirlerine ve şiirlerindeki eda
ve lehçeye nazaran Yunus’un zamanından da pek uzak zamanda yaşamadığı anlaşılan
İsmail Ümmî,
Evvel âdım Yunus idi şimdi İsmail Ümmı’dür
Ol dost içün Arafat’da koç-u kurban olan benem
demektedir. Yine diğer bir şair,
Bir zaman Yunus oldum cümle cihana doldum
Şeyhoğlu Satu olup yine belüren benem
sözlerini söylemektedir. Mısrî-i Niyazi, biraz daha açık
olarak bu telâkkiyi
Niyazi’nin dilinden Yunus’durur söyleyen
Herkese çüncan gerek Yunus’durur can bana
beyitleriyle tesbit eder, Haşim Baba da
Yunus dedemdir söyliyen Beyyid Haşim’dir dinleyen
Bu esrarı fehmeyliyen ağyara açma razımı
der.
Bütün bu sözler, sufîyyedeki ittihad, zuhur ve tecelli
akidesinin ifadesidir, yoksa Yunus; hem İsmail Ümmî, hem Şeyhoğlu Satu, hem
falan, hem filân değildir, hem de bu kadar ad ve mahlâs değiştirmemiştir.
Muarızımız, Yunus’un
Adımı Yunus takdum sırrım yere bırakdum
Levh-ü kalemden öndin dilde söylenen benem
gibi bir beytinden de «Bakın, şairimiz Yunus adım kendisine
takıyor» diyebilir. Fakat böyle bir söz, yine mugalâtadır, Çünkü aynı şiirde
Yunus «Muhammed’le miraca çıkan, Ashabı Suffa ile çırılçıplak kalan benim, kırk
kişi bir gömlek giyinmişti, onlar da benim, kırkların birine neşter urup
kırkından da kan akıtan benim ([2]).
Ömer-i Hattâb ile adalet süren, oğlu ile fisk içinde basılan benim, İbrahim
Edhem tacını, tahtını Tanrı aşkına terk etti, o, sırrı duyan da benim, aşk için
dinini, imanını terkeden Abdürrezzak Derviş beni yoldaş edinmişti. Hallac-ı
Mansur ile dara çekilen de benim. Şimdi ise adımı Yunus takdim, sırrımı yer
yüzüne yaydım. Halbuki levh-ü kalem yaratılmadan önce de dilde söylenen benim»
diyor. Bu da ittihad, zuhur ve tecellî akidesinin ifadesidir. Yunus’un Âşık
Paşa olduğuna dair muarızımızın henüz gösteremediği, yahut görmediği bir delili
daha olacak (!). Yunus, bir şiirinde
Kam ilüm kam vatan Şeyh Vefa’dur benüm atam
Peygamber yanında yatam muradıma irmeyem mi
diyor. Buradaki «Şeyh Vefa’dır benim atam» sözü,
ihtimal muarızımızın nazarı dikkatini çekmiştir. Galiba Bay Raif, bu fikri
sabite çok önceden, ben «Yunus Emre-Hayatı» adlı kitabımı yazarken kapılmıştı.
Çünkü o vakit, kendisine bu şiiri göstermiştim, kendisinden azamî istifadeler
ettim, en eski Yunus divanının fotoğraflarını bana iare etmek lutlunda bulundu.
Fakat aslını vermedi. Ancak aslından bazı parçalar gösterdi ve Âşık Paşa’nın
şiirlerini muhtevi olan bu parçalarda Âşık Paşa’ya aid şiirlerin üzerindeki «Velehu
eyzan» başlıklarının örtülmesi şartiyle fotoğrafilerinin alınmasına müsaade
etti, Kitabımda bu fotoğr afilere dikkat ederseniz, oraların örtülmüş olduğunu
derhal anlarsınız. Oraları kırmızı kâğıtla örtülü camlar bendedir. İhtimal o
vakitten Âşık Paşa’nın Yunus olduğunu zannediyordu. Ve bu zanna esaslı mesned
de şiirlerin karışmasıydı. Ve yine ihtimal günün birinde bu «Velehu eyzan»
sözünü de delil olarak göstermeyi kurmuştur. Halbuki bu, bir hakikat ifade
ederse evvelce de dediğimiz gibi Kasım, Şeyhoğlu, Eşref oğlu ve Said Emre’nin,
Yunus’la muahhar Yunus’ların, Nesimî’nin hattâ Muhyî, Himmet Efendi, Sarı
Abdullah Efendi gibi çok muahhar diğer şairlerin şiirleri de Yunus’un
şiirlerine karışmıştır, binaenaleyh hu şahsiyetler hep birdir demek lâzımdır.
Şimdi yukarıdaki şiire gelelim:
Biz, kitabımızı yazarken hu şiirin Yunus’a aid olduğunu
zannetmiş ve Baba İlyas’ın piri ve Tarikat-i Vefaiyenin müessisi olan Şeyh
Tacüddin Vefa’yı da ata diye andığını hasseten kaydeylemiştik. Şiirin son beyti
şudur:
Yunus ay dur iy sultanum ışk odma yandı canum
Dolu dolu ışk kadehin dost elinden işmeyem mi
Sadettin, bize teenni tavsiyesinde bulunuyor.. Biz de hem
Raif Yelkenci’ye, hem de Sadettin’e dikkat tavsiyesinde bulunacağız. Bu şiirin şu
son beyti uydurmadır. Bu uydurmalar yüzünden bazan şiir, şairinden başka
birisine malolur. Hattâ bazan uydurma bir şair bile meydana çıkar. Sadettin
Nüzhet, bunu bilir! Meselâ, Bektaşî tekkelerinde yakın zamanlara kadar
«Dağıstanoğlu» diye bir adamın şiiri okunurdu. Bir çok yeni nefes mecmualarında
son dörtlüğü
Dağıstanoğlu’nun sözleri
Dost cemalin
gözlerim
Hasta oldum inlerim
Aşk ile yoldaş olalı
tarzında olan bu şiiri, Üsküdar mülga Rüfâî tekkesi şeyhi
Bay Hüsni’ye aid olup aslen Bursa’lı Tabir Bey’in müşarünileyhe hediye etmiş
bulunduğu Yunus divanında bulduk.
Destan oldu sözlerim
Görmek ister sözlerim (gözlerim)
Dost cemalin özlerim
Aşka yoldaş olalı
«Destan oldu sözlerim», bir cahil tarafından
«Dağıstanoğlu’unun sözleri» tarzına ifrağ edilmiş, derken ortaya hüviyeti
meçhul bir «Dağıstanoğlu» çıkmıştır. Sadettin Nüzhet de bunu «Bektaşî şairleri»
adlı kitabına derceylemiştir (S. 50-51). Şunu da kaydedelim: Bu şiir ya muahhar
Yunuslardan birinindir, yahut ta başka birinin olup Yunus’a maledilmiş şiirlerdendir.
Şeyh Vefa’dan bahseden şiir de Yunusun değildir. Bilâhara
buna kat’î olarak karar verdik. Bu şiirin beşinci beyti şudur:
Talibi derviş illerde söylenür vasfın dillerde
Ben şu gariblik illerde vadem yetüb ölmeyem mi
Dikkat buyurulsun, adet veçhile kendisine hitap ediyor. Bay
Raif’de bir mecmua vardır. Bu mecmuada Eşrefoğlu, Baba Yusuf Hakikî, Hüsamî,
Derviş Mulıyî, Konyalı Şeyh Vefa, Kasım Çelebi, Âşık Paşa, Aliyyüddin (Âşık
Paşa), Âşık, Yunus, Derviş Halife ve Kemal Ümmî gibi şairlerin şiirleri vardır.
Bu şairlere nazaran mecmua onyedinci asra aittir. Şeyh Vefa ve Muhyî’nin
şiirleri de aynı yazı ile mecmuada mevcuttur. Aynı zamanda «Âşık» mahlâslı
şiirlerin hepsi de Âşık Paşa’ya aid değildir. Zaten serlevhalarda Âşık ile Âşık
Paşa musarrahdır. Lûtuflariyle tetkik ettiğimiz bu mecmuada mezkûr şiir
Min kelâm-ı bint-i Şeyh. Vefa Rahmetullah-ı Aleyh
Ser-levhasını taşıyor. Biz, bir mecmuada bu şiiri sekiz
beyit olarak bulmuştuk, burada yedi beyittir ve «Yunus» mahlasını taşıyan beyit
yoktur. İşaret ettiğimiz beyit, beşinci beyittir ve şu tarzdadır:
Talibî derviş illerde söylenür vasfın dillerde
Ye şu gariblik illerde vadem yetüp ölmeyem mi
Raif Yelkenciye, serlevhayı gösterdim, «Öyle amma, Âşık
Paşanın. Sen, ona bakma» dedi. Aynı mecmuada bir şiir daha var ki
ser-levhasiyle aynen yazıyoruz;
Talibi Emre Fermayed
Ben mest-i canan olmuşam cân-ı cihandan geçmişem
Hayrân-u giryân olmuşam nâm-u nişandan geçmişem Dûyalı
ışkın sırrını cümle cihandan elyudum
Bûlalı vasim gencini deryâ-yı kândan geçmişem Aldanmamışam
kal ile eğlenmemişem hal ile
Müstağrak-ı ışk olmuşam sûd-u ziyandan geçmişem
Sufî değülem sâfiyem' ışk gevheri sarrafıyam
Mestaneler tavvafıyam ilm-ii beyandan geçmişem
İlmel yakinin şuüesi doğalı gönlüm Turuna
Hakkalyakîyni bulmuşam şekk-ü gümandan geçmişem
Ben Tâlibîyem ta ezel işkile âlî himmetem
Dünya nedür ol dost içün iki cihandan geçmişem
(23 a-b) Mecmuadaki
kayda göre Şeyh Vefa’nın adının anıldığı şiir, Şeyh Vefa’nin kızına aittir. Bay
Raif’e nazaran kat’iyyetle Âşık Paşa’nın, yani Yunus’undur.
Şu halde diyelim mi ki Âşık Paşa bir aralık Talibi mahlasını
da kullandı, erkek kisvesiyle gezmekle, hattâ, sakalı, bıyığı olmakla beraber
Şeyh Vefa’nin kızıydı, yahut hafidesiydi? Halbuki ikinci şiir, bize «Tâlibî
Emre» adlı ve Emrelerden bir şairin mevcudiyetini sarahatle gösteriyor ve
hu şiirin bulunuşu, ilk şiirin de bu şaire aidiyetini tasrih ediyor. Her iki
şiirde de lisan biraz yenidir. Meselâ «Assı ziyandan geçmişem» denmiyor
da «Sûd-u ziyandan» deniyor. Maamafih buna da tam itimad caiz değildir.
Sonradan da değiştirilebilir. Fakat muhakkak olan cihet ilk şiirin eski Yunus
divanlarında bulunmayışı ve muahhar nüshalarda Yunus namına mukayyed oluşudur.
Talibi mahlasını taşıyan bu son şiirle Yunus’a isnad edilen ve içinde Talibi
adı geçen şiir, onyedinci asır şairlerini ihtiva eden bir mecmuadadır.
Binaenaleyh her iki şiir de Talibî’nindir. İlk şiirde anılan Şeyh Vefa ihtimal
Baba İlyas’ın piri Şeyh Vefa, ihtimal de Konyalı Ebülvefa Muslihüddin’dir. Bu
Talibi kimdir? Belki Sehî Tezkiresindeki «Hoş tab’ ve derviş nihad» Talibedir (Asnedî matbaası tab’ı, S. 104), belki
Lâtifimdeki Kefe vilâyetinde Tatar Ham mâdıhî ümmî ve âmi Tâlibî’dir. (İkdam
tab’ı. S. 232), ihtimal ikisi de değil de diğer bir Talibedir. Nice şairlerimiz
var ki, divanları, şiirleri şöyle dursun, adlarını bilmiyoruz. Günün birinde
hır iki şiiri, bir mecmuada, bir divan kenarında görülüveriyor. Talibinin
Yunus’a isnad edilen şiirini, yukarıda söylediğimiz gibi Üsküdar’da mülga
'Rüfaî dergâhı şeyhi Bay Hüsni’ye merhum Bursalı Tahir Bey tarafından hediye
edilen çok muahhar bir nüshada bulduk. Bu nüsha, aşağı yukarı tanınmış bütün
sufî şairlerin şiirlerini Yunus mahlasiyle ihtiva etmektedir. Bir de bizdeki
yeni bir mecmuada var. Râif Yelkencideki nüshada, çok mükemmel bir nüsha olan
Fâtih nüshasında, Yahya Efendi nüshasında, yani eski ve oldukça mazbut ve
Yunus’a aid şiirleri muhtevi divanlarda kat’iyyen yok. B. Hüsni’nin nüshasında
Yunus’un mahlasını taşıyan beyit şudur:
Yunus aydur a sultânım -kurbân olsun sana canım
Dolu dolu ışk kadehin dost elinden içmeyeni mi
Halbuki bu beytin ilk mısrağı,
Deniz oldı bir kaç kadeh susalığım kanmaz benüm
İnüldülerim kesilmez gözüm yaşı dinmez benüm adağı
şiirin son beytindedir. Bu şiir, Prof. Ritter’in mecmuasında
36 inci şiirdir ve mısrağ
Yunus aydur iy sultanum ışkımla yandı canum
tarzında, Yahya Efendi mecmuasında
Yunus aydur a sultanum ışk odına yandı canum
tarzındadır. Görülüyor kî bu son düzme, koşma, uydurma
beyit, şiir Yunus’a aittir diye uydurulmuş ve bu nüshada Nesimi, Eşrefoğlu,
Muhyî, Himmet Efendi, Sarı Abdullah Efendi'nin şiirleri, nasıl mahlasları
tebdil edilerek, uydurularak Yunus’a atf ve isnad edilmişse bu şiir de bir
mahlas beyti ilâve edilerek onlar arasına katılmıştır, fakat «Talibi»
mahlası nazarı dikkati celbetmemiş, olduğu gibi kalmıştır. B. Raif’in bu
mecmuasında (23 a) mablâs beyti olmayan bir şiirin başında da «Kemal Ümmî Yunus Emre Fermayed» yazılmış. Bu kayda nazaran iddia edebilir miyiz ki Yunus
Emre Kemal Ümmı’dir. Hülâsa bu karışıklıklar, her an rastladığımız şeylerdir;
adamı aldatabilir. Nitekim biz de Şeyh Vefa’nın adı geçen Tâlibî’nin şiirini
kitabımızda Yunus Emre’nin olarak kaydetmiştik. Fakat şunu bilhassa söyliyelim
ki biz, insan olduğumuzu ve binaenaleyh kusurdan salim olmadığımızı bilmekle
beraber yine biliriz ki kusurumuzu kendimiz tashihe muktediriz, başkaları o işi
yapamaz. Evvelce Sarban Alımed’i Dukakinzade Ahmed Bey zannettik ve «Melâmiler”
de bu zannımızı yazdık, bilâhara bir mecmuada bir kayıt gördük, bu kaydı
muhtevi şiirin fotoğrafisini «Adsız mecmua» da neşrettik. «Türk şairleri» adlı
mecellede Ahmed Sarban yazılacağı vakit bu mesele alel-usûl bize soruldu. İki
şahıstır ve Sarban Ahmed, Dukakinzade değildir, dedik. Fakat sebep bildirmedik.
Çünkü biliyorduk ki «Bektaşî şairleri» ne verdiğimiz malûmat gibi
söyliyeceğimiz şey de bize mal olmayacaktır, evvelce tecrübesini yapmıştık.
Dukakinzade’nin mezarı Eyüp’tedir, mezar taşı mevcuttur,
tarihi vefatı 964 dür. Binaenaleyh artık bu zat, Ahmed Sarhan’dan tamamiyle
ayrılmıştır. Bu gün Raif ve Sadettin’in şu şiir karışıklığı balonundan
düştükleri hataya biz de o vakit aynı yüzden düşmüştük. Dukakinzade'nin
mezarını muhterem Bay İsmail Hakkı’nın delâletiyle buluşumuz meseleyi halletti.
Gariptir ki Âşık Paşa’nın türbesi Kırşehir’de, Yunus’un türbesi Sarıköy’de durup
dururken bu iki arkadaşımız bu kadar sarih bir hataya düşüyorlar»
Yunus'un Sarıköy’de medf un olduğuna dair en eski evkaf
kayıtları, hu husustaki berat ve ilâmlar ‘Yaran. Meclisi denilen sohbet
meclislerinde Yunussun zamanından beri kudsî bîr kitap gibi divanı okunurken
yapılan dinî merasime aid malûmat, Sarıköy’ün bir koy olması dolayısiyle
merkeziyeti muhafaza edemeyişi yüzünden Sivrihisar’da Yunus namına, bina,
edilen Astane, bu Âstanenin vakıf kayıtlara ve saireye aid bütün bilgiler
fotoğraflariyle, sair müsbet vesikalariyle inşaallah, pek yakında bir broşür
halinde Evkaf Müdürlüğü tarafından neşredilecektir. Bunlarda pek mühim
noktaların, pek esaslı hakayıkın mevcud bulunduğunu şimdiden arzedeyim. Hülâsa
hakikati tahrif eden ben değilim, kim olduğunu yazılarımı okuyanlar takdir
buyursunlar.
Benim kitabımın İlmî mahiyetine, az şey; yahut çok şey
öğretmesi meselesine gelince: Bu hususta fazla söz söylemek niyetinde değilim»
Ancak memleketin iki Üniversitesi bu kitabın orijinalitesini tasdik ve Avrupa ilim
âlemi takdis etmiştir» «Yunus Emre-Hayatı» adlı kitabınım yalnız
bibliyografyası, Sadettin Nüzhet’in devşirme kitaplarının heyeti mecmuasından
daha değerlidir, deyip susuyorum»
Kilis’li Bay Rıfat’ın makalesinden uzun boylu bahse lüzum
yok (Haber, İkinciteşrini 1940)» Lisanı bilgilerine hayran olduğum, bu hususta
rüsuhuna bihakkin hürmet ettiğim hocamın, afivlerine sığınarak söylüyorum, bu
sefer bahsettikleri hususta bilgileri yoktur» Herkes, her şeyi bilmez ve ancak
her şeyi bilmiyedir ki, bazı şeyhleri pek İyi bilir. Sözlerime alettafsil
-delil irad edecek değilim. Ancak şu kadarcık söyliyeceğim: Divanda benim
nazara dikkatimi celbeden o uzun manzumedeki beyit, vaktiyle Bay Kilis’li Rıfat
Hocam’ın tetkikinden geçen. bir divanda kendilerinin de nazarı dikkatini
celbetmiş ve o vakit mezkûr divana, adetleri veçhile bu hususta bir de kayıt
düşmüşlerdir. O vakit Yunus’un olan bu manzumedeki beyit, bu gün hâtmilîk
tehlikesi karşısında Yunus’un değildir diye reddedilmek isteniyor! Bu manzume,
hangi divanda varsa, bu beyit te o divanda vardır. «Bu beyit bir çok
divanlarda yoktur» hükmü yanlış. Tarikatlerde bir şeyhten feyiz alan zat,
tekemmül etmemişse şeyhinin hattâ sağlığında bile diğer bir şeyhe întisab
edebilir. Ölümünden sonra ise mutlaka diğer bir şeyhe has vurur, ondan sonra da
diğer birine. Hattâ bu kaziyyei muhv kemeyi bertaraf edelim, bir tarikate
intisab edenlerin diğer bir, hattâ iki tarikate, gerek ahzi feyzetmek için,
gerek teberrüken intisabları vaki olagelmiştir. Birbirine zıdt tarikatleri bile
cemeden şeyh ve dervişler vardır. TarikatIerine en sadık Mevlevi dervişlerinin
bazılarında bile sikke altında Bektaşi tacı bulunduğunu bizzat gördük. Halbuki
Yunus, her üç şeyhe birden intisab etmiyor, tarikat silsilesini kaydediyor ve
bu tarihe de tevafuk eyliyor.
Tapduk Emre ve binaenaleyh Yunus, kadiri değildir:
Kadirîliğin Anadoluluda intişarı XIII üncü asırdan hayli sonradır. Ahdülkadir-i
Geylânî hazretlerinden bahseden Yunus, bizim Yunus Emre değildir. Bu
manzumelerin gerek tarz, gerek eda, gerek lisan, gerek şive ve gerek neş’e
bakımından bizim Yunus’la hiç bir münasebeti yoktur. Naatların, Kabe'yi,
ramazan ayını, mevlûd ayını, mevlûd okumanın faziletini, kıyameti, âhıret
ahvalini bildiren şiirlerin çoğu da Yunus’un değildir. Mevlûd sahibinin zamanı
nerde, Yunus'un zamanı nerde? Emir Sultan’dan bahseden Yunus nerde, bizim Yunus
nerde?
Yunus’un bazı acaib sözleri tevil edilebilirmiş. Bütün
bâtını neş'esini taşıyan sözler, bütün kelimat tevil edilir ve edilip durmuştur! Fakat zamanımız
zannedersem gayrı, tevil zamanı değil, tenzil zamanıdır. Mevcut! dîvanlar
birbirini tutmuyor değil, eski nüshalar birbirini pekâlâ tutuyor. Nitekim yeni
nüshalar da birbirini tutmakta. Fakat yeni nüshalarda Aziz Bay Kilisli Rıfat
tarafından. söylenen, tarafımdan işaret edilen zahidane şiirler, eski
nüshaların hiç birinde yoktur. Yunus’un coşkun ve hakîkî şiîrlerini,
tavsiyelerine Uyup atarsak ortada muahhar Yunuslar kalır, bizim Yunus’un izi
bile kalmaz. Bay Kilisli Rıfat «Âşık işi başkadır» diyerek cezbeden bahis ve
Kanuni’nin Çivizade’ye yazıp gönderdiği
Aşıla tanetmez idi müftü bisyâr fen
Ger fünûn-u ışkdan görseydi bir mıkdâr fen Şeyhülislâmım
diyen bir tıfl-ı ebced-hân olur
Mekteb-i ışkında izhâr edicek ol yâr fen
kıt’asını irad ediyor. Tamam, işte şimdi, mesele kalmadı.
Mademki Yunus’un da söylediği gibi âşık halden hale dönermiş, bir karara
olmazmış, aşk, din ve mezheb kaydını çözer, atar, mevhum varlığı yok
edermiş. Şu halde bu Sofayı muarızlarımıza bizim iradımız icabeder. Bay Kilisli
Rıfat’ın iradı, olsa olsa intakı hak kabilindendir.
Biz Yunus’a ne dinsiz dedik, ne de imansız. Böyle bir şey
mevzuu bahs değildir. Zahirden bâtına
nüfuz eden kişi, asıl mü’min olarak kendisini görür, başkalarına mukailid ve
İlâh-ı mevhuma tapan kişiler der.
«Din ve imanın hakikatini buldum, o hakikat ben oldum»
diyen kişiye nasıl olur da dinsiz denir? Yunus gibi imanlı
bir şair güç bulunur, fakat bu iman, başka bir imândır. Yunus, Hakk’a, Hakk’ın
varlığına, kendisine, kendisinin ihatasına, vahdeti, vücuda inananların ve
inanışlarını hal ve vecid, aşk ve cezbe haline getirenlerin başında gelir.
İnanmayan gel sinüme dost adin anup çağıra
Kefen donun pare kılup toprağumdan durugelem
diyecek kadar kendisine inanmıştır. Bu küfürden içeri İmana
hazan Yunus ta şaşar:
Nereye varırsam gönlüm tolusun
Seni kande koyam benden içerü
Dini terkidenim küfürdür işi
Nice küfürdür imandan içerü
Fakat Yunus, bu. derecede de kalmamıştır, o daha ileri
gitmiştir. Hayrette de insanı kendisi vardır. Halbuki Yunus
Yunus değil bunu deyen kudret dilidür söyleyen
Kâfir olur inanmayan evvel ahır heman benem
demektedir. Bîr
şairin değerine dair verilen büküm, onun şu veya bu akidede bulunmasıyla
verilmem, bir şairin kıymeti şöyle veya böyle bir inanışa sahip ölmesiyle
küçülmez. Şaire şu çeşit veya bu çeşit söz söylediğinden dolayı hürmet edilmez.
Şair, hakkında verilen hükümde miyar, ancak san’attır ve sanatkârlığıdır.
Aziz Bay Kilisli, makalelerini Yunus hakkındaki bir medhîye
ile bitiriyorlar, Biz, medhiyedesı müstağni' olan bu büyük şahsiyeti medihden
aciziz. Sözümüze kendisinin sözleriyle son veriyoruz:
Din-ü millet kodurdı ol benüm gönlüm alan
Anı gören kişiye ne gönül kalur ne can
Duymayanlar halimi dinin kodı dir bana
Ney il e din beslesün cansuz gönülsüz kalan
Suretümde varlığum can ile gönül idi
Kodurdı kamusum bana ışk bağışlayan
Işkun serhengi beni komaz hiç; bir nesneye .
Ne İslâmda ne -dinde anılmaz küfr-ü imân
Şart farzolmaz anda cani ışka koyanda
Ceyapsuz dili söyler nice bilsün bu lisan
Işka: mesel bağlanmaz ışk ıssına. hısâb olmaz
Dostluk ticaretinde anılmaz ass-i ziyan
Sorman Yunus'dan haber dost kandese andadur
Bin gevher iden fâriğdur ışk denizine talan
1 Birincikânun [Aralık] 1940
Kaynak: Abdulbakıy GÖLPINARLI, Yunus ile Âşık Paşa ve
Yunus’un Bâtınîliği, 1941, İstanbul
[1] Bu
serlevhaların, çoğu mevzula alâkadar değildir. Eski kitaplarda bazan bu çeşit
şeylere tesadüf edilir. Her sahifenin baş tarafına, yahut bend başlarına
ekseriyetle arapça, bazan İran diliyle «kelâmı kibar» addedilen cümleler, «niyetini
yap, hayırdır; teemmül et, sabreyle; bu seferde zafer var...» gibi sözler
yazılır. Bu sözler tefe’üle yarar. Manzum Makalât’taki serlevhaların da çoğu bu
esasa göre yazılmış cümlelerden ibarettir.
[2] Kırklar meclisinde kırkların birine neşter
urulup kırkından kan akması, Üveysin delâletiyle bu meclise giren Peygamberin
bu vahdeti görünce şüpheden kurtulması, bir üzümle kırkların sarhoş olup üryan
sema' etmeleri... hülâsa bu «Kırklar meclisi» an’anesi Bektaşi - Kızılbaşların
tam bâtını bir inanışlarıdır. Tafsilât için Hataî’ye isnad edilen «Menâkibül
Esrar Behcetül Ebrar» a bakınız. Bektaşî - Kızılbaş nefeslerinde bundan pek çok
bahsedilir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar