Print Friendly and PDF

Ayn Rand/ Atlas Silkindi



Dünya üzerinde greve gitmeye tek insan türü: Yaratıcı ve üreticiler

 Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün greve gitmeye karar verirlerse, dünya neye benzer?.. Promete ateşi, Edison ampulü, Ford otomobili bulmasaydı ne olurdu? Objektivizm felsefesinin yaratıcısı Ayn Rand tarihte greve gitmeyen tek bir insan türü vardır diyor: Yaratıcı ve üretici insan… Yani ‘Ben’...

    

Rand, yaratıcı bireye saldıran kalabalıkların ellerindeki silahı iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunlarıyla doldurduğunu, yaratılan değerleri üleşmek, bölüşmek, paylaşmak istediklerini söylüyor. “Tüm bunlara rağmen, ‘yaratıcı ve üretici ‘Ben’ler dünyayı ayakta tutup yaşanır hale getirmiştir. Hiçbir zaman insanlığı yalnız bırakmamışlardır” diye konuşuyor. Aristo’dan sonraki en önemli ‘rasyonel filozof’ olan Rand’ın felsefesi ‘objektivizm’son 50 yılın en önemli düşünce sistemlerinden biri olarak milyonları etkiliyor.    20 yy’ın en önemli filozoflarından Ayn Rand objektivizm felsefesini anlattığı en önemli eseri Atlas Shrugged’ta (Atlas Silkindi) şu soruyu sorar: “Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün greve gitmeye karar verirlerse, dünya neye benzer? Böylesi bir grevde dünya üzerindeki tüm yağmacı, çapulcu, avantacı, otlakçı, parazit ve anaforcular ne yapar? Akıl ve her meslekte üretici zekaya sahip insanların, işi bırakarak ortadan kaybolması ile dünya neye benzer?”    Romanda dünyayı sırtında taşıyanlar, yani yaratıcı ve üreticiler olanlar teker teker kaybolmaya başlar ve bir dağ eteğine gizlenerek kendi dünyalarını kurarlar. Bu dünya yenilikçi, üretici, yaratıcı insanların özgürce yaşadığı, birbirlerini sömürmeye, engellemeye çalışmadığı, bürokratik engellerin olmadığı, emeğe ve üretime gerçek değerinin verildiği bir yerdir. Arkalarında aileleriyle birlikte, fabrikalar, çalışanlar ve birikimlerini bırakan insanlar yaptıklarından en ufak bir pişmanlık duymamaktadırlar. Fabrikalarda üretim, demiryollarında ulaşım durma noktasına gelir. Bu grev ortama tam bir kaosun hakim olmasına yol açar.

 Grevin liderliğini mühendisken icat ettiği motor kimse tarafından anlaşılmayan ve 15 yıl boyunca kapatılan bir motor fabrikasında şans eseri bulunan John Galt yapmıştır. Galt, romanda zaman zaman yaratıcı ve üretici kişilerin yardımına koşar ama hiç kimse onun varlığından tam olarak emin olamaz. Ta ki Galt onları ‘zamanı geldiğinde’ alıp, ‘yaratıcı ve üretici insanların’ dünyasına götürene kadar…

 Rand, hayatı boyunca sanayiciyi tüm toplumlardaki en değerli organ olarak görür ve sanayicilere karşı duyulan genel kızgınlığı son derece sert bir biçimde eleştirir. Atlas Silkindi romanında toplumun ‘sömürücü’ olarak gördüğü, aşağıladığı ve suçladığı bu idealist, yaratıcı insanların kaçmasıyla Amerikan toplumu ve ekonomisi genel anlamda çöküşe girer. Hükümet sanayi üzerindeki zaten boğucu olan kontrollerini artırarak tepki gösterir.

 Bireysel akıl her çağda saldırıya uğradı    Rand, tarihte greve gitmeyen tek bir insan türü olduğunu söyler: Yaratıcı ve üretici insan… Yani “Ben”… Diğer tür ve sınıftaki insanların canları istediği zaman çalışmayı bıraktığını, isteklerini haykırdığını, kendilerinin insanlık için vazgeçilmez olduklarını düşündüklerini belirtir. Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakılmıştır. Edison ampulü bulurken, karısı tarafından, toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen bir anti-sosyal olarak suçlanmıştır. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bir büyük güç her çağda saldırıya uğramıştır.

 Rand, yaratıcı bireye saldıran kalabalıkların ellerindeki silahın iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunlarıyla doldurulduğunu söyler. Kalabalıklar daima yaratılan değerleri üleşmek, bölüşmek, paylaşmak istemişlerdir. Tüm bunlara rağmen, ‘yaratıcı ve üretici ‘Ben’ler dünyayı ayakta tutup yaşanır hale getirmiştir. Bunun bedelini aforoz edilerek, işkence görerek ödeseler de hiçbir zaman insanlığı yalnız bırakmamışlardır.

 Ayn Rand, 20 yy’ın önde gelen filozofları arasında gösteriliyor. Aristo’dan sonra gelmiş en önemli ‘rasyonel filozof’ olarak tanımlanıyor. Felsefesi olan ‘objektivizm’i anlattığı Atlas Silkindi romanı ABD’de İncil’den sonra en çok okunan roman olarak biliniyor. Objektivizm 1960’larda önemli bir entellektüel hareket haline geliyor. Aslında roman, çıktığı dönemde sağ ve sol entelektüel kesim tarafından şiddetli eleştiriler alıyor. Rand, mistisizme karşı aklı savunduğu için ‘sağ’cılar, her türlü devlet baskısına karşı birey haklarını savunduğu için ‘sol’cular tarafından aforoz ediliyor. Ancak ‘düşünce’nin önüne geçilemiyor ve kitap tüm dünyada milyonlarca satıyor. Rand’ın felsefesi 1980’lerden sonra, birkaç üniversite kürsüsünde de incelenmeye başlanıyor.    6 yaşında okudu, 9 yaşında yazar olmaya karar verdi    Rand’ın yaşam öyküsü felsefesinin temelini oluşturuyor. Asıl adı Alissa Zinovievna Rosenbaum olan Ayn Rand, 2 Şubat 1905’te Rusya’da, St. Petersburg’ta doğar. Yahudi bir ailenin 3 kızından en büyüğüdür. 6 yaşında okumayı öğrenir, 7 yaşında hikayeler ve oyunlar yazmaya başlar, 9 yaşında yazar olmaya karar verir. Edebiyat ve sinemaya ilgi duyar. Bolşevik Devrimi nedeniyle ailesiyle birlikte savaştan kaçarak, Kırım’a yerleşir. 13 yaşında Victor Hugo’dan (ve romanlarındaki “gerçekçilikten) etkilenir.    Kırım’dan döndükten sonra Petrograt Üniversitesi’nde felsefe ve tarih eğitimi alır. Anti-Sovyet fikirler içeren bir günlük tutar. 1924’te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatılır, üniversite dağıtılır ve komünistler üniversite yönetimini devralır.

 Batı filmlerine ve oyunlarına olan hayranlığı nedeniyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü’ne girer. 1925’te akrabalarını ziyaret etmek için ABD’ye gider ve bir daha da dönmez. 1926’da New York’a, ardından senaryo yazarlığı yapmak için Hollywood’a gider. 1929’da aktör Frank O’Connor’la tanışır. O’Conner’ın ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürer.

 ‘Yaşamak İstiyorum’ ve ‘Hayatın Kaynağı’    İlk romanı ‘We The Living’i (Yaşamak İstiyorum) 1933’te tamamlar. Romanında, Sovyet Rusya’da komünist rejimin baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlatır. Otobiyografik yönü ağır basan romanda baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hürriyetlerine müdahalesini ortaya koyar. Yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında bireyin özel hayatının yok oluşu gözler önüne serer.

 1935’te ‘The Fountainhead’ (Hayatın Kaynağı) adlı romanını yazmaya başlar. Hikaye genç ve zeki bir mimarın hayatını anlatır. Mimar, geleneksel standartlara karşı olan, hiçbir zaman doğruluktan taviz vermeyen biridir. Şu ana kadar 6 milyondan fazla satılan bu roman her yıl 100 binden fazla okuyucuya ulaşıyor.

 Rand, Hayatın Kaynağı’nda, ‘yaratıcı’ insanları ve hayatta nasıl engellendiklerini anlatır. “Sonu ne olursa olsun insanoğlu yaşamının şafağında doğası ve hayat potansiyeliyle ilgili mükemmel vizyonunun peşine düşer. Bu vizyonu bulmak için bir kaç ipucu vardır. Hayatın Kaynağı bunlardan biridir” der. Hayatın Kaynağı 12 yayıncı tarafından reddedildikten sonra 1943’te yayınlanır ve hemen klasik haline gelir. Ayn Rand bu romanla birlikte bireyci felsefenin en önemli ismi olarak tanınır.

 1943’te ‘Anthem’ (Ben) hikâyesini yazar. ‘Ben’; bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkan totaliter sistemde yaşayan bir kimsenin, sözlüklerden ve toplumsal hayattan silinen, yeri ‘biz’ kelimesi tarafından doldurulan ‘ben’ kelimesini ve kendini keşfedişinin hikayesidir. Rand bu hikayede ‘gerçek özgürlük’ün ne olduğunu en kısa ve en veciz bir şekilde dile getirir.

 Ve John Galt dünyanın motorunu durdurur...    1943’te, en büyük romanı olan Atlas Shrugged’ı (Atlas Silkindi) yazmaya başlar. 1957’de yayımlanan Atlas Silkindi en büyük başarısı ve son roman çalışması olur. Bu roman ABD’de entellektüel açıdan bir dönüm noktasıdır (Yayınlanmasından bugüne kadar best-seller). Rand romanda dünyanın motorunu durduracağını söyleyen ve gerçekten durduran John Galt’ın hikayesini anlatır.    Kitapta yer alan şu sözleri düşüncesini özetler: “Benim felsefem, özünde, hayattaki ahlaki amacı kendi mutluluğunu olan, varlığının yegane amacı ve en yüce eseri olarak yaratıcı üretkenliğini gören kahramansı bir varlık, bir insan konseptidir.” Atlas Silkindi’nin ana teması ‘insan aklının toplumdaki rolü’dür.

 Bu romanın ardından objektivizm hakkında yazmaya ve ders vermeye başlar. Objektivizmin, insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Rand, objektivist etiğin özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlâkî amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmesi gerektiğini söyler.    Ayn Rand; felsefesinin çeşitli unsurlarını sistematik olarak bir araya toplayan bir felsefe kitabı yazmaz. Felsefesini, romanlardan, gazete makalelerine, spesifik konulardaki felsefi risalelere, televizyon programlarına, düzenli radyo sohbetlerine, yayınladığı dergilere, konferanslara, broşürlere, okuyucularına yazdığı ücretli düzenli mektuplara kadar akla gelebilecek her ortamda anlatır. 1962’den 1976’ya kadar felsefî denemeler yazmaya devam eder. Makaleleri 9 kitapta toplanır. 6 Mart 1982’de New York’daki apartman dairesinde ölür. Hayattayken yayımlanan her kitabı hâlâ basılıyor. Kitapları her yıl 500 bin adet satılıyor. Şimdiye kadar satılan Rand kitaplarının sayısı toplam 20 milyonu aşıyor.

 Ayn Rand’ın söylemlerinden…

 

 En sefil insan amaçsız olandır

 

En sefil insan amaçsız olandır. Hayatınızı kontrol etmeniz için üretken bir amacınız olması gerekir. Amaçsız birisi kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Hiçbir şeyden zevk alamaz. Hiçbir zaman bulamayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.

 

Objektivizm’in kahramanları iş kuran, teknolojik buluşlar yapan, fikir ve sanat eserleri yaratan, kendi yeteneklerine güvenen ve kendisi gibi bağımsız insanlarla ticaret yapanlardır. Her insanın içinde zengin, doyurucu ve bağımsız bir yaşam sürme yeteneği vardır.

 Edison ampülü bulurken, karısı tarafından, toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen bir anti-sosyal olarak suçlandı. Galileo ‘Dünya yuvarlaktır’ dediği için ‘Biz’ciler tarafından işkencelere uğradı. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bir büyük güç, her çağda saldırıya uğradı.

 

Bireylerin kendilerini başkaları için feda etmeden ve aynısını başkalarından beklemeden kendi amaçları için yaşamaya hakları vardır. Kimsenin bir başkasının haklarına güç kullanarak tecavüz etmeye ya da güç kullanarak ona kendi fikirlerini empoze etmeye hakkı yoktur.

 

Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkındaki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar.

 Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.

 

En yüce değerlerimiz mantık, üretici amaç ve kendine saygıdır. Bireyi temel almayan hiçbir sistem kalıcı, verimli ve doğru olamaz. Kolektivizm ve toplumculuk, subjektif bencilliğin maskesidir.

 Realite tektir, insan bilincinin de tek bir tabiatı vardır. İnsan, özgür iradeye sahip, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Yani insan, ‘ilahi tecelli’ veya ‘üretici güçler’ gibi kendi dışındaki kuvvetlerin programladığı, cevhersiz, çaresiz bir robot değildir.

   http://www.bilgicagi.com/Yazilar/95-dunya_uzerinde_greve_gitmeye_tek_insan_turu_yaratici_ve_ureticiler.aspx   

--------------------  

 SAVCI:

  Yazan  Kerem Seven Pazartesi, 04 Ocak 2010

  Merhaba SEVEN’ler;

   Muhakeme salonumuza hoş geldiniz, bugün sanık “Aşk”ın sorgulanmasına tanık olacaksınız ve jüri üyeleri de sizlersiniz !

   Suçu: Yüzyıllardır insanlara çeşitli şekillerde, akıl almaz acılar çektirmek,    Cezası: Yeniden harmanlanıp , içindeki acının azaltılıp, mutluluğun üç doz daha arttırılması.

   Baştan söyleyeyim; bu duruşma biraz uzun sürecek ve eğer bir anını bile kaçırmak istemiyorsanız, yanınıza biraz yiyecek ve içecek almanızı öneririm . Bizim salon diğerlerine pek benzemez -ki zaten kürsüye gelecek isimlerden de bunu anlayacaksınız-.

   İddia Makamı açılış konuşması :    Kendimi bildim bileli aşkın peşinde , onu yakalayıp içimde tutmak için koşup durdum. Niyetim onu ömür boyu hapsedebilmekti ama her defasında bir yolunu bulup kaçmayı başardı kerata , onu en uzun zaptedebildiğim süre beş yıldı. Ve nihayet birgün kendisi hakkında yazılmış bir denemeden yola çıkarak “Aşk”ın genetik kodlarına doğru yolculuğa başladım. Hangi metin miydi ? E durun canım, geliyor işte...

   Yıllar önce Türk Dili ve Edebiyatı dersinde hocamız bizden “Montaigne’nin Dostluk, Evini Koruma ve Aşk Üstüne” denemelerini okumamızı ve aynı konular üzerine yazmamızı istemişti.

   Savcılık ilk tanığını kürsüye çağırıyor ! Sayın Michel Eyquem De MONTAİGNE .

   Sayın filozof, bir bilirkişi olarak sizce nedir “Aşk” anlatır mısınız bize ?

   Montaigne: Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız da susamaktan başka birşey değildir gibi geliyor bana.

   Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük ya da hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor.

  Sokrates'e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat... Sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir iş içinde o ciddileşip kendinden geçme.

   Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzının son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon'un dediği gibi, Tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir diyorum.

   Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağır başlısını o bilinen hal içinde bir düşündün mü bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

   Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye dua etmekten çekinenler gibidir.

   Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.

   İşte gel gelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve insanlığımızdan çıkarıp hayvanlaştırır.

   Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım ,bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?

   Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş.

   Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlı, en güzelini de ona bağlamıştır; bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevip sayarız.

   Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur?

   ******************************************************

   Bu sözler karşısında isyana sürüklenen BEN, saf değiştirip “Aşk”ın yanına geçiyor ve savunma avukatlığına soyunuyorum hemen: İşte Montaigne’e bu sözlerini ilk okuduğumda verdiğim cevap!

   Savunma açılış konuşması:

   Sevgili Montaigne amca merhaba!

   Allah aşkına bu denemenin başlığına neden “Aşk Üstüne” dedin, inan anlamadım...!? Bu yazıda aşktan başka her şey var. Yazdıkların bir açıdan mantıklı ama sen de biliyorsun ki bu anlattığın aşk değil. Haydi gel birlikte bakalım insanlar aşk için neler düşünüyor, söylüyor?

   Aşık Veysel “Oğlan kızı görür, kavuşamaz aşık olur..” diyor. Yani masalımsı aşklar. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kanber, Tahir ile Zühre, Romeo ve Juliet gibi...

   Geçtiğimiz yıllarda beşyüz kişi üzerinde yapılmış bir araştırmaya göre %83’lük bir kesim aşka inanıyor ama %44’ü hiç aşık olmadığını söylüyor! Yani aşk inanılan fakat kolay kolay olunamayan bişey.

   “Aşk insanın içinde varolan düzeni yıkıp, kendi düzenini kurar” diyor sosyolog Gül Batuş ve “Hakikatle hayalin çatışması...” diye ekliyor.

   Sevgili arkadaşım Hatice Altıok’a göre de “Aşk tek kişilik delilik! Diyor ki: Keşke aşk bir hastalık olsaydı ve bir kez yaşadığımızda bağışıklık kazansaydık, ya da aşı gibi önlemleri olsaydı; böylece kimse acı çekmezdi. Mutlu aşk, birbirine aşık olanların ilişkisinden başka birşey değildir bence. Bu da aşkın kendisinden tanım gereği farklı oluyor. Aşk yalnızdır. Aşkın ilk kıvılcımı insanın kendi içinde parlıyor.

   Zihin neredeyse parapsikolojik bir alanda temposunu hızlandırıyor ve işaretleri “Yorumluyor” ve mantık devreden çıkıyor. İşte illüzyon!

   Aşkın paramatiği; birine duyduğumuz ilginin karşılıklı olduğuna dair ipuçlarının çoğu bu paramatik çerçevesinde zihnimizde doğrulanır.

   Bazen bile bile lades deriz; Karşımızdaki insan bize aşık değildir, hatta olmadığını dile getirmiştir! Bu da aşkın platonik olanı.

   Aşıksak ancak kendimizden emin olabiliriz, “iyiyiz yok, iyiyim var! Aşığız yok, aşığım var!” “Gerçek aşk karşılıksızdır!” bunu kabul etsek de, duygularımızla onaylayamıyoruz; çünkü karşımızdaki insanı da kendimiz gibi sanıyoruz. (Büyük hata!)

   Kadın ve erkeğin birbiriyle aynı olmadığını, temelden farklı olduklarını kabullenirsek belki aşkla başbaşa kalabilmenin “Sevilmemek” ile aynı şey olmadığını görebiliriz.

   Ne olursa olsun, aşk söz konusu olduğunda hep aynı kapıya çıkıyorum. “Aşk tek kişiliktir! Delilik veya değil!” İnsanın ancak kendinde olup biten bir şey. İşte bu yüzden, nasıl bir paranoya barındırdığını bilmek gerekiyor. Ancak bu şekilde beklentiden , yanılgı ve düş kırıklığından korunabiliriz.

   Paranoyasız günler dileğiyle, bir dostumun söylediği gibi “Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten!” diyor sevgili Hatice üniversitede felsefe okumuş bir genç olarak. Ya Montaigne amca, işte aşkın bir yüzü de bu, gel birlikte öbür yüzlerine de bakalım; ne dersin?

   Süha Yıldız bir opera sanatçısı , bir kaç yıl önce eşi Zehra Yıldız’ı kaybetmiş. Ve işte Zehra ile Süha’nın öyküsü:

   Genç bir sanatçı, hayatının en parlak, en güzel döneminde, hiç bir şeyi yokken bir beyin kanamasıyla hayatını kaybedip gitti. Biricik eşi Süha Yıldız ölenle ölmedi ama Zehra’yı da hayatından silmedi! Hayatına kaldığı yerden, onun bıraktığı gibi, sanki yaşıyormuş gibi devam etti, ediyor da...

   Nereden biliyorsun diyeceksin tabii ki! Ölümün ardından Mimoza adlı dergiye anlatmıştı eşiyle yaşadıklarını, aşk masalını ve sonrasını: Evdeki eşya ve örtüler, Zehra Yıldız’ın kendi zevkine göre aldığı, çeyiz olarak getirdiği her şey. Şunları anlatmış Süha Yıldız.

   “Zehracığım Almanya’dan, üzerinde iki böcek ve çiğ damlacıkları olan organze güller almış. Kendisinin getirmesi nasip olmadı ama güller yatağımızın üstünde duruyor, bir de şapkası ve öldüğünde kestiğim bir tutam saçı. Onları her akşam komidinin üzerine alıyor, sabah tekrar yatağa yerleştiriyorum. Her gece yatarken, rüyama gelmesi için dua ediyorum!”

   O günlerde hayatında başka bir kadına yer vermemekte çok kararlıydı Süha Yıldız.

   Bugün de öyle “Yeni bir birlikteliği asla düşünmem. Aşk bir defa yaşanır, başka birini severseniz, eski aşkınızı sevmiyorsunuz demektir. Hem zaten aşığım ben! İnsan iki kişiyi birden sevemez ki; ben karımı seviyorum, bildiğim bir şey var, hayatımda başka kadın olmayacak!”

   Kendi alyansının yanında, küçük parmağında taşıyor karısının alyansını.

   Almanya’da, hastane odasındaki doktor, tıbben artık yaşamayan, bağlandığı makina sayesinde soluk alan sevgili eşinin parmağındaki yüzüğü almasını istemiş ondan; kendisi yapamamış bunu ve doktordan rica etmiş “Orada ikinci kez nişanlandık. Bu nişan, ben yaşadıkça bozulmayacak.” diyor Süha Yıldız.

   “Yazarken gözlerimdeki yaşı engelleyemiyorum!” demiş bu hikayeyi Mimoza’daki köşesinde anlatan sevgili Seda Kaya Güler.

   Ya Montaigne Amca, Haydi konuşsana, neden sustun?    “Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka birşey değildir gibi geliyor bana diyen sen değil misin? Bu cümleler senin denemeler kitabında “Aşk Üstüne” adlı bölümün giriş paragrafında yer almıyor mu?

   İnan aşkı sekse endekslemeni aklım almıyor;

   Sevgili Dale Carnegie’de “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” adlı kitabında, senin gibi ama az bir farkla, insanların bütün hareketlerini, “Büyük Olma Tutkusu ve Cinsel İstekler” olarak iki ana başlık altında toplamış.

   Hayvanlarla insanları ayıran tek şey akıl değildir bilirsin. Onların içgüdülerine ilaveten bizim duygularımız, düşüncelerimiz ve irademiz vardır. Ve bil ki iki insanın birlikte olması, birbirilerini tamamlamaları demektir! Bence senin sevişmekten anladığın ve bunu anlatışın , insanlığa hakaretten başka bir şey olamaz! Oysa Yahya Kemal Beyatlı’nın “Vuslat” adlı şiirini okumuş olsaydın, bir erkek ve kadının bir bütünü oluşturmasının, o tensel kavuşmanın nasıl bir şölen olduğunu anlardın!

   Sana ve varsa senin gibi düşünenlere yazık! Bence “Aşk” nedir pek anlatamadım ama; umarım anlamışsındır Sevgili Montaigne Amca!

   Eveeeet ama bu kadar değil, Montaigne Amca’ya böylece haddini bildirip “Aşk”ı da yakaladım ve çözdüm sanarak geçen yıllar sonrasında gelen bir elektronik posta buraya kadarki çözümlerimi alt üst ediyor. Bambaşka konularda öyle cümleler kurmuş ki Sevgili Montaigne. Onlarcasından bir örnek: Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar söylüyorum. Yaşlandıkça biraz daha fazlasını göze alabiliyorum (Montaigne).

   Cümleyi okur okumaz şu soru geldi aklıma “ Böylesi cümleleri üretebilen bir zeka hangi koşullarda var olmuş ki benim gözlüğümle bakamıyor “Aşk”a? Kim Bu Montaigne? Ne zaman yaşamış? Neden hiç Romantik değil?

   Montaigne (1533-1592): Fransız Edebiyatı'nın en ünlü yazarlarından biri olan Montaigne soylu bir aileye mensup. Edebiyat ve hukuk eğitimi görmüş , önce Bordeoux (Bordo) belediye meclisi üyesi sonra belediye başkanlığı görevlerinde bulunmuş ve 1592'de ölmüş.

   BİNGO ! Neden mi ?

   Az Sonra ..

   Şimdi bunlar da nereden çıktı diyeceksiniz ama soracağım?

   Siz;

   KOMÜNİST MİSİNİZ?

   SOSYALİST MİSİNİZ?

   OBJEKTİVİST MİSİNİZ?

   ALTÜRİST MİSİNİZ?

   KEMALİST MİSİNİZ?

   ATEİST MİSİNİZ?

   Veya DEİST MİSİNİZ?

   Eminim hepimizin yukarıda saydığım İZM'lerden en az birine yakınlığı vardır ama sonu İZM'le biten şeyler bir çok insanı ürkütmüştür “68 kuşağı hariç”... Çünkü İZM’lerin peşine takılmak, onlarla ilgili bilgilenmeyi , düşünmeyi ve hatta ölmeyi gerektirebilir …

   Peki ROMANTİK misiniz desem?

   Önce bir gülümsersiniz değil mi???

   RomantİZM'i diğer İZM'lerden ayıran nedir? Ki sormadan, sorgulamadan, hemen hepimiz benimser ve bununla övünürüz... Doğar doğmaz dört koldan içinde boğulduğumuz, hiç düşünmeden doğru kabul ettiğimiz bir "felsefi akım"dan başka nedir ROMANTİZM? Okuduğumuz kitaplarla, izlediğimiz filmlerle, içinde kemikleştiği geleneksel davranış biçimleriyle kazınmamış mıdır beyinlerimize? Aslında evet ama var olduğu günden bu zamana çok başka amaçlara hizmet etmeye başlamış...

   - Romantik misin?

   - Evet, çooook... Şiir yazarım, şarkı söylerim, aşk filmi izlerim ve her seferinde duygulanıp ağlarım çünkü Romantik bir AŞIĞIM!

   NEDEN ???

   BİNGO dedim çünkü problem tam da burada çözülüyor, Romantizm birazdan detaylandıracağım üzere, akım olarak 17. yüzyıl sonlarında ortaya çıktığına göre Rasyonalist Montaigne tarafından gözardı edilmesi normal...

   Montaigne Amca, cehaletimi bağışla ama bak seni yargılamadan infaz etmiyorum, sen böylece beraat ettin peki ya “Romantik Aşk”?

   Romantizm'in kendisinden sonra onu da aktaracağım size hem de bir psikiyatrın ağzından...

   NEDİR ROMANTİZM ??? Nereden ve hangi ihtiyaçtan ortaya çıkmış?

   Kısaca bir göz atalım ve bundan böyle "Romantiğim" derken dikkatli olalım...

   Şimdi ROMANTİZM:

   Avrupa'nın 1790-1850 yılları arasında entelektüel yaşamının kimi temel yönlerini tanımlamak için kullanılan terim.

   17. yüzyılın son yarısında, biraz da Aydınlanmaya bir tepki olarak gelişen akım ya da hareket olarak romantizm, farklı ülkelerde farklı görünümler almıştır. Örneğin, İngiltere'de tamamen estetik bir fenomen, bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm Fransa'da Rousseau'nun etkisiyle, toplumsal uzlaşıma karşı bir protesto olarak gelişmiş, hareketin estetik boyutu daha sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre, sanatta romantizm doğaya yönelik temelli bir ilgiyle belirlenen, doğal fenomenleri doğrudan ve aracısız bir biçimde kavramayı temele alan akım ya da tavrı ifade eder. Sanatta klasisizme karşı çıkan romantizm bu nedenle, tüm formları, kuralları ve uzlaşımları yapay oluşumlar ve doğanın gerçek anlamını ve ifadesini kavramadaki engeller olarak görür, içtenliğin, kendiliğindenlik ve tutkunun önemini vurgular.

   Sanatın, idealleştirme ya da genelleme olmadan, tikel ve somut olana yönelmesi ve doğanın uyandırdığı duyguları gözlemesi ve aktarması gerektiğini belirtir.

   Almanya'da ise, önceleri bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm, kısa bir süre içinde bir dünya görüşü ya da felsefe hareketine dönüşmüştür. Bir felsefe hareketi olarak romantizmin doğuşunda, 1800'lü yıllarda ortaya çıkan endüstrileşme ve kentleşmenin, ve dolayısıyla yaşanan hızlı ve radikal değişimin etkisi büyük olmuştur.

   İşte bu çerçeve içinde, Romantik felsefenin gerisinde, statik bir varlık ya da dünya görüşünden çok, yaratıcı bir sürece işaret eden varlık anlayışı yer alır.

   Yine Romantik felsefenin doğuşunda, Aydınlanma projesinin fiilen çöküşü, Aydınlanmanın toplum, ahlak ve siyaset teorisinin yetersizliğinin farkına varılması büyük bir etki yapmıştır. Bu nedenle, Romantik filozoflar, Aydınlanmanın katı ve kuru bilimciliği yerine estetikçi bir tavır benimsemiştir. Başka bir deyişle, yaratıcı sürecin, yapma ve analitik olan akıl tarafından değil de, duygular ve sezgi yoluyla anlaşılabileceğini savunan romantik felsefe, düzenli, rasyonel ve ölçülü olana karşı çıkarken, doğrudan ve aracısız duyumlarla, yoğun duyguların önemini vurgulamışlardır.

   Buna göre, romantik felsefe, yanlış ve ikinci dereceden bir güç olarak gördüğü akla şiddetle karşı çıkar, aklın yaptığı tüm ayırımların yapay olup, gerçekliği parçaladığını ve anlaşılmaz hale getirdiğini savunur. Başka bir deyişle, romantizmde rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiye ve duyguya beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır. Romantikler Aydınlanma çağının kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp, doğanın gizlerine, bilim adamının matematiko-fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğini savunmuş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dini tecrübeyi ve artistik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir.

   Aydınlanmanın benler ve şeyler olarak ikiye böldüğü evrenin büyüklüğü ve sınırsızlığından etkilenen romantik düşünürler, evreni canlı, sürekli ve dinamik bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Yine, Aydınlanmanın, doğanın tüm diğer yaratıklarından farklı olarak bir akla sahip olduğu için biricik olduğunu söylediği insan söz konusu olduğunda, Romantizm, aklı küçümsediği için, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendirmiştir.

   Romantizm, siyaset felsefesinde ise, evrenselciliğin yerine milliyetçiliği öne çıkarmıştır. Onda, özgür ve eşit bireylerden meydana gelen toplum idealinin yerini, her insanın konumunu bildiği, geleneksel kökleri olan organik bir cemaat ideali alır.

   Romantizm’in tarihsel hikayesi böyle peki ya evrimsel ve psikolojik gelişimi...

   Bakın kim anlatıyor bunu...

   Zaman İZM'leri ve onlara yüklenen görevleri bile değiştiriyor, yoksa İZM’ler de mi evriliyor?

   "Mutluluk Sanatı" adlı kitaptan; bu çalışmayı , Dalai Lama ile sohbet ederek kaleme alan isim psikiyatr Howard C. Cutler “Romantik Aşk” için neler söylemiş:

   Batı kültüründe romantik aşk düşüncesi, son iki yüz yıl içinde, dünyaya bakış açımıza şekil veren bir hareket olan Romantizm'in etkisiyle gelişmiştir.

   Romantizm, bir önceki Aydınlanma Çağı'na, onun insan mantığına verdiği öneme bir başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. Yeni hareket, içtenliği, heyecanı ve tutkuyu yüceltmekteydi. Kişinin duygusal dünyasının, öznel deneyiminin önemini vurgulamakta ve hayal dünyası ya da fantezi dünyasına, olmayan bir dünyaya, idealize edilmiş bir geçmişe, ütopik bir geleceğe eğilim göstermekteydi .

   Bu düşüncenin, sadece sanat ve edebiyat üzerinde değil aynı zamanda politika ve modern Batı kültürünün gelişiminin her aşamasında büyük etkisi olmuştur. Romantizmin peşinde koşmamızın en büyük nedeni aşık olma hissidir. Bizi bu duyguyu aramaya yönlendiren güçler, kültürümüzden aldığımız romantik aşkı yüceltme eğiliminden çok daha fazlasıdır.

   Pek çok araştırmacı bu güçlerin doğuştan itibaren genlerimizde programlandığını düşünmektedirler. Değişmez olan cinsel çekicilik ile birleştirilmiş olarak belirlenmiş içgüdüsel bir parçası olabilir.

   (ACABA? Bu soruya başka bir tanığımız cevap verecek !)

   Evrimsel bakış açısından, organizmanın bir numaralı görevi yaşamını sürdürmek, çoğalmak ve türünün yaşamını sürdürmesini garanti altına almaktır.

   Bu nedenle aşık olmaya programlanmışsak, bu, türün menfaati içindir; aşık olmak, çiftleşip, çoğalma olasılığımızı kesinlikle artırı . Bu nedenle, bunun olmasına yardımcı olacak bir mekanizmaya sahibizdir; beynimiz, bazı uyarılara yanıt olarak "Öforik" (kendini aşırı derecede zinde hissetme) bir duygu yaratan bazı kimyasal maddeler üretir ve bu salgılar, aşık olmayla ilgili olarak kendimizi son derece yüksek bir ruh durumunda hissetmemizi sağlar. Ve beynimiz bu kimyasallar içinde yüzdüğü için de , bu duygu başka her şeyi unutturacak kadar bize hakim olur .

   BEN ARTIK “ROMANTİK AŞIK” YANİ BİR ÇEŞİT ROBOT OLMAK İSTEMİYORUM..!

   Çünkü görünen o ki; “Romantik Aşk” Montaigne'nin tarif ettiğinin süslenmiş hali! Bilinçaltlarımızın uydurduğu olurlamalar zincirinin bütünü, hayali bir olgu!

   Peki rakamlar ne diyor “Aşk” için?

   İddia makamı istatistiki bir çalışmayı jüri üyeleriyle paylaşmak istiyor: Amerika’da, aşık üniversite öğrencileri üzerinde kıskançlık konusunda yapılmış bir araştırma; her iki cinse de yöneltilen soru şöyle;

   “Eşinizin bir başkasıyla cinsel ilişkiye girdiğini hayal edin” ile “Eşinizin bir başkasına aşık olduğunu hayal edin”. Bu senaryolardan hangisini daha üzücü bulduklarını seçmeye gelindiğinde, erkeklerin yüzde 60’ı (kadınların yüzde 17’si) birinciyi seçerken ve kadınların yüzde 83’ü (ama erkeklerin yalnızca yüzde 40’ı ) ikinciyi seçmiş.

   Ne o, bu soru bir yerlerden tanıdık mı geldi?

   Bu kısa notu aktardığım kitabın adı “Aşk Bilimi” Yazarları Glenn D. Wilson ve Chris McLaughin, bu araştırmaysa 161’nci sayfada yer alıyor, kitabın ülkemizdeki basım tarihi 2002. İlginçtir ki yakın geçmişte bizler bu soruyla sevgili Ahmet Altan sayesinde yüzleştik. Artık kim kimden esinlenmiş bilemem.. Biz yine muhakememize dönelim...

   “Aşk”ın romantik yüzünün gelişimini öğrendik, şimdi de gelin onu kendince yorumlamış bir başka filozofa kulak verelim.

   Henüz kıymeti yeterince anlaşılmamış, yeterince okunmamış ama erkek hegemonyasındaki düşün tarihine, hemen hepsini zekasıyla alt ederek damgasını vurmuş bir KADIN düşünür alsın sözü.

   Ayn Rand’ı çağırıyor iddia makamı kürsüye.

   Önce kendisini kısaca bir tanıyalım ve ardından hemen sorularımızı yöneltelim, eminim vereceği cevaplar kendisiyle tanışmamış olanların çoğunu şaşırtacak, özellikle de sözlerinin ardındaki gerçekleri görebilen hemcinslerimin hoşuna gitmeyecektir...

   Ayn Rand (1905-1982): Kendi ülkesinde bile hala "suskunluk komplosu"na uğratılmakta olan AYN RAND, 20’nci yüzyıla kadarki dönemde: Aristo'dan sonra gelmiş en büyük rasyonel filozoftur. Felsefesi OBJEKTİVİZM, Felsefe'nin state-of-the-art'ı olarak tanımlanır (bugünkü en yüksek düzey); yani, felsefe içinde bugüne kadar formüle edilmiş bütün meseleler, burada çözülmüştür.

   A.B.D'de İncil'den sonra en çok okunan "ATLAS SİLKİNDİ" romanının yazarıdır. Gerçekten orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi, Amerika'nın "sağ" ve "sol" entellektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi; iki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı. Çünkü, ne "sağ"a yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu), ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını savunuyordu).

   Ama, "öğrenilmiş cehalet"le malul olmayan sağduyulu insanlar; O'nun romanlarını, yıllarca "best-seller" sıralarından indirmediler. Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok sayılıyordu; ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir filozof olarak incelenmeğe başlandı.

   "SEKS AKLI OLMAYAN BİR VÜCUDU FETHETMEK DEĞİLDİR!" AYN RAND

   Sizce bütün ihtirası çalışmak olan rasyonel insanın hayatında romantik aşkın yeri nedir?

   Romantik aşk o insanın en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan, bütün ihtirası işi olandır. Çünkü aşk, bir erkeğin veya kadının karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur.

   Eğer insanın açıkça tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da takdir edemez. Bu açıdan, Pınar'dan (Hayatın Kaynağı) okuyucular tarafından sürekli atıfta bulunulan bir alıntı yapmak istiyorum.

   "Seni Seviyorum diyebilmek için önce 'Ben' demeyi bilmek gerekir.

   Siz kişinin kendi mutluluğunun en yüksek amaç ve fedakarlığın gayri ahlaki olduğunu savunuyorsunuz. Bu, işte geçerli olduğu kadar aşkta da geçerli midir?

   Başka herhangi bir konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir.

   Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve bencil bir öneme sahip olduğu anlama gelir.

   Eğer kişiliğiniz yoksa, birine aşık olmanız o kişiyle beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel keyif ve mutluluk alamadığınız, olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak kendinizi onun isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin böyle bir durumdan dolayı gururunun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı kabul etmeyeceğini belirtmeme gerek yok.

   Aşk kendini bir başkası için feda etmek anlamına gelmez.

   Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa vurulmasıdır.

   Aşık olduğunuz insana kendi mutluluğunuz için ihtiyaç duyarsınız ve bu ona bahşedebileceğiniz en büyük iltifat ve onurdur.

   Salt fiziksel aşkın çirkin ve şeytani olduğuna dair puriten anlayışı yerdiniz. Buna rağmen "ayrımcı olmayan arzu ve seçici olmayan düşkünlükler kendilerini ve seksi şeytani olarak görenlere mahsustur" satırları da size ait.

   Sekste ayrımcı ve seçici düşkünlüklerin ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?

   Seçici ve ayrımcı olan bir seks hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur.

   Seks karşı tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak niteliyorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil tersine seks çok iyi ve önemli olduğu için.

   Vaktini kadınların peşinden koşarak ziyan eden bir adamın kendini adam yerine koymadığını, hor gördüğünü söylediniz. Bunu biraz açar mısınız?

   Bu durumdaki bir erkek seks açısından sebep ve sonuç ilişkisini tersine çeviriyor demektir. Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir. Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Kendine olan saygısını cinsel fetihlerin ona kazandırmasını bekler ki bu imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder.

   "Seksin mantığa kapalı" olduğu fikrine karşı çıkıyorsunuz. Fakat seks mantık dışı biyolojik bir güdü değil midir?

   Hayır. Öncelikle insanoğlunun güdüleri yoktur.

   Fiziksel olarak seks sadece kapasitedir. Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve kimi çekici bulacağı kendi ahlaki değer standartlarıyla ilgili birşeydir. Tercihlerini kontrol eden, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel felsefesi cinsel hayatını yönlendirir.

   İnsan güçlü, mantık dışı biyolojik dürtülere sahip değil midir?

   Değildir. Kişi belirli bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara sahiptir. Fakat bunları nasıl , hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip değildir. Mesela insanın yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat önce bu hissi açlık olarak tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl yiyecek elde edebileceğini öğrenene kadar aç kalacaktır.

   İnsan dünyaya belirli fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne keşfedebilir ne de tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri ona ne yapması gerektiğini söylemeyecektir!!!

   Ayn Rand ve “Rasyonel Aşk”ı hoşunuza gitti mi bilemiyorum ama onun hakkında bir yargı oluşturmadan önce, bence merak edenler daha ayrıntılı bir tanışma faslına girişmeli bu eşsiz kadın filozof ve düşünceleriyle! Ve gelin şimdi “Romantik Aşk”ın işleyişine bilimsel gözlüklerle bakalım.

   Bunun için National Geographic’in “Aşk Bilimi” adlı üç VCD’lik belgesel çalışması için bir araya gelen profesörlerden bir kaçının sözlerine kulak veriyoruz.

   Aşk=İnsan vücudundaki elektrokimyasal devrim; başlıca müsebbipleri: Dopamin, Norepinefrin, Seratonin, Feniletilemin.

   Aşk haritamıza uygun kişiyi gördüğümüzde ismini saydığımız bu bir kaç sinir ileticisi beyinde dolaşmaya başlıyor ; hepsinin de amacı aşık olma hissinin beynin her köşesine ulaşmasını sağlamak.

   Sinir hücreleri boyunca bir uyarım ateşlendiğinde hücreler arasındaki sinaps adlı boşluklar sinir ileticisi maddelerle dolar. Sinirler arasında yol alan elektriksel bilgi bu boşlukları kimyasal bilgiye dönüşerek atlar... Bu değişim yeri göğü yerinden oynatacak fiziksel tepkiler doğurabilir.

   Profesör Helen Fisher (Rutgers Üniversitesi Antropoloji Bölümü):

   Kalabalık bir odada gözünüze ilişen birine aşık olduğunuzda içinizi bir sevinç ve coşku kaplar, hatta başınız döner, mideniz karıncalanır, kekelemeye başlarsınız. Kendinizi biraz tuhaf hissetmeniz de doğaldır ama aslında beyninizde olan biten şey beyin korteksinde Dopamin ve Norepinefrin seviyelerinin aniden yükselmesidir. Bunlar doğal anfetaminlerdir yani beynin ürettiği uyarıcılar. Artık beynimiz romantik cazibeye kapılma yoluna girmiş ve hazır beklemektedir. Uyuşturucular, sigara, kahve, kafein, alkol gibi yapay uyarıcılar da bu Anfetaminlerin harekete geçişini tetiklediklerinden keyif veriyor ve bağımlılık yapıyorlar...

   Sinir ileticilerinin milyonlarca sinir hücresi üzerinde aynı anda patlamasıyla birlikte elektriksel bir domino etkisi tüm ruh halimizi değiştirir. Her sinir ileticisi farklı bir aşk tepkisi yaratır.

   Profesör Robert Friar (Dept. Biological Scienses Ferris State Universitesi):

   Aşkı tetikleyen başlıca kimyasal maddenin Feniletilemin olduğu görüşü hakimdir. Feniletilemin’in bizi hiperaktif olmaya sevkeden ve çılgınca aşık olmaya iten madde olduğu doğrudur. Aşık olmanın belirtileri Feniletilemin yüzünden ortaya çıkar. Daha düşük seviyelerde salgılanan Seratonin adlı başka bir sinir ileticisi sayesinde aşık olan kişinin dünyasının yeni ve çarpıcı bir merkezi oluşur “Aşık Olduğu Kişi”.

   Profesör Helen Fisher (Rutgers Üniversitesi Antropoloji Bölümü):

   Aşık olduğunuz kişiyi düşünmeden bir dakika bile geçiremezsiniz. Bence bu düşünceye saplantı derecesinde bağlanmayı düşük seviyedeki Seratonin sağlıyor.

   Aşk neden ortaya çıkmış olabilir?

   Bence yaptığımız her işte geçmişten bu yana evrimleştirdiğimiz cinsellik güdüsüne teslim oluyoruz ama “Romantik Aşk” sayesinde dikkatimizi sadece tek bir partner üzerine yoğunlaştırma fırsatını yakaladık. Böylece tüm zamanımızı ve enerjimizi o kişinin peşinden gitmeye harcayabilecektik. Ta ki onunla birlikte dünyaya bir çocuk getirene kadar .

   Aşk uyarımları beynimizin en yaşlı kısmı olan ve cinsel iştahımızla beslenen Hipotalamus’un derinliklerinden kaynaklanıyor. Sinir ileticileri oradan başlayarak geçmişteki deneyimlerimizin ayrıntılı bilgilerini sakladığımız beyin korteksinin farklı loblarına doğru ateşleniyor.

   Beş ila Sekiz yaşlarımız arasında kendimize birer aşk haritası çıkarmaya başlar ve partnerimizde aradığımız özelliklerin bilinçsizce bir listesini yaparız , sonra gelip sizinle flört eden biri bu özelliklere tıpatıp uyar ve Boom!

   O kişiye aşık olursunuz, gerisini de beyin fizyolojiniz halleder. Ancak aşk haritası aşık olduğumuzda çekilen tetiklerden sadece biri. Bilim daha derinlerdeki sırları da açığa çıkarabiliyor mu?

   Nöroloji uzmanı Doktor Charles Wysocki Philedelphia’daki Monell kimyasal duyular merkezinde koklama duyumuz üzerine bilimde çığır açan çalışmalar yapıyor. Doktor Wysocki farkında bile olmadığımız bazı kokuların aşık olma mekanizmasını tetikleyebildiğini görmüş.

   Doktor Charles Wysocki (Monell Chemical Sesses Center, Philedelphia):

   Kimyasal bilgi tek bir koklayışta bir bireyden diğerine aktarılabilir. Sormamız gereken soru aynı bilginin aşık olma sürecimizi başlatmaya yeterli olup olmayacağıdır.

   Tek yumurta ikizleri dışında hiç bir bireyin koku izi bir diğerininkine benzemez. Yeni doğmuş bir bebeğin de koku izi, yani sadece kendine özgü kimyasal bir imzası vardır. Bu kokusuz kimyasal imzalara Feromon adı verilir. Bilinç altımız bu kokuları iyi bir sevgiliyi kötü olandan ayırmakta kullanır. İki kişi birbirilerine koku alışverişinde bulunabilecek kadar yaklaştığında bunu yaptıklarının farkına bile varamayabilirler ama karşımızdakinin koku izinden edinebileceğimiz bir çok bilgi vardır.

   Tam da burada şu deyim akla gelmez mi: “Öpüşüp , Koklaşmak”?

   Ama iki sevgili sadece Feromon alışverişiyle değil pek çok sebebin biraraya gelmesiyle aşık olur. Aşk basit bir kimyasal çorbadan ibaret değildir. Flört eden iki kişinin nereye gittikleri, ne yaptıkları da çok önemlidir. Bilim insanları da aşık olmamızı sağlayan belli bazı durumları keşfetmeye başlıyorlar . Görünen o ki tehlikenin olduğu yerde tutku var. Buna boşuna “Aşkın pençesine düşmek” dememişler.

   Profesör Arthur Aron (State Universty Of New York at Stony Brook):

   Aşık olduğumuzda güçlü bir duygusal deneyim yaşarız, uzun süredir bildiğimiz şeylerden biri de bu güçlü duygusal deneyimlerin kişiden kişiye aktarılabildiğidir. Tehlike, korku, öfke, neş’e, coşku ve Aşk deneyimlendikleri yere bağlı olarak hemen her zaman aktarılabilen duygulardır.

   Tehlike tutkuyu tetikler mi?

   Doktor Aron, kalbimiz küt küt atarken bilinçaltımızın bunu en cazip biçimde açıklamaya çalıştığı görüşünde . O an doğru cinsten çekici biri yakınımızdaysa biz aşık olduğumuzu ve kalbimizin o yüzden küt küt atığını kabul ediyoruz.

   Tabii hemen akla korkuyu aşkla mı karıştırıyoruz ya da korkuyu aşka mı dönüştürüyoruz soruları gelebilir. Bence duruma iki şekilde de bakmak mümkün. Bir kere ortaya çıktıktan sonra bu artık gerçek bir arzu haline geliyor. Birinin size aşık olmasını istiyorsanız onu korku veren bir yere, tüylerinin ürpereceği bir yere götürün. İlk buluşmalarda lunaparklardaki eğlence trenlerine binilmesi ya da korku filmlerine gidilmesi tesadüf değildir.

 

 Sayın Jüri Üyeleri, bilimin “Romantik Aşk”la ilgili tesbit edebildiklerinin bir kısmı böyle, şimdiyse İddia Makamı “Romantik Aşk”ın işleyişinin iyice anlaşılması adına son delilini sunuyor. Bir bilgisayar oyunu “Singles"; aşkı oynayarak öğrenin.

   "Singles", bütün dünyada milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyen bir bilgisayar oyunu. Amaç sanal partnerinizi baştan çıkartarak bir aşkı başlatmak ve her şeye karşı bu aşkı sürdürmek. Artık hemen herkes başarılı bir kariyere, güzel bir eve ve herkesin imrendiği bir hayata sahip. Ama çoğu kişinin hayatında yeri doldurulamayan bir eksik var; tüm bunları paylaşacağı o özel insan. İnsanlar işlerinde ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, sosyal hayatları ne kadar güzel olursa olsun düşünü kurdukları o özel insanı bulmayı bir türlü başaramıyor. Ve bir ilişki yürütmeyi başaramayan insanlar artık hayallerini süsleyen aşkı bilgisayar oyunlarında arıyor.

   Amerika ve Avrupa'da milyonlarca insanı büyüleyen bu oyunun adı "Singles: Flirt up Your Life" (Yalnızlar: Hayatınıza Flört Katın). Bu oyun insanlara hayallerdeki aşkı bilgisayar başında da olsa yaşama şansı tanıyor. Singles yetişkinlere hitap eden bir oyun. Amaç aynı evi paylaşan iki ayrı cinsten iki ayrı karakterin bir aşkı yaşamasını sağlamak. Önce oyundaki evin iki ana karakteri Mike ve Linda'dan hangisi olacağınıza karar veriyorsunuz. Doğal olarak erkeklerin Mike, kızların da Linda olması gerekiyor ki bu gerçekler üzerine kurulu sağlam bir ilişki olsun. Fazla paraları olmadığı için aynı evi paylaşmak zorunda kalan bu genç ve çekici çiftin kaderi belirli bir noktaya kadar sizin elinizde. Örneğin 15 kişilik bir karakterler ordusuyla bu çiftin çevresini de belirliyorsunuz ve oyun başlıyor. Seçtiğiniz her birey oyun için büyük önem taşıyor, çünkü farklı karakterlerdeki bu kişiler sizin sanal aşkınızla olan ilişkinizi etkiliyor. Diyelim ki siz Linda'sınız ve Mike'ı kendinize aşık etmek için uğraşıyorsunuz. Seçtiğiniz kadın yan karakterlerden biri bir anda karşınıza rakip olarak çıkıp, Mike'ın aklını başından alabilir.

   Linda ve Mike'ın nasıl bir evde yaşayacağına da siz karar veriyorsunuz. Yani istediğiniz koltuğu, perdeyi, masayı satın almalarını sağlayabiliyorsunuz. Tabii başrol oyuncularınız bu cömertliğiniz yüzünden parasız kalıp aşkı unutabilir. Oyunda doğru hamlelerle ilk romantizmi, ilk öpüşmeyi yaratmak size kalmış. Tabii bu sanal aşkta hiç kavga çıkmayacak anlamına gelmiyor. Eğer olmayacak bir şey yaparsanız kendinizi bir anda şiddetli bir tartışmanın içinde bulmanız da mümkün. Dış etkiler kontrolünüzü de zayıflatıyor. Yapmanız gereken doğru davranışlarla aşkınızı korumak. Singles'da oyuncular aşık etmeyi başarır ve yatağa girmelerini sağlarsanız sevişiyorlar da. Ancak oyunda sadece erotizm var ama pornografi yok! Oyunun en önemli özelliği insanları gerçek hayatta, gerçek karakterlerle yaşayacağı ilişkilere hazırlaması. Karşınıza çıkan ana ve yan karakterlerle gerçek hayattaki gibi insanların ilişkilerdeki tutumlarını, düşüncelerini görebiliyorsunuz. Oyunu internet üzerindeki alışveriş sitelerinden satın almak mümkün.

   Savcılık Kapanış Metni :

   İşte bu son delilde de görüldüğü üzere “Romantik Aşk” insan beyninin hayalden sorumlu kısmının bir ürünü olmalı ki sanal alemde yaşanabiliyor olsun ve bu durumun olası sonuçları üzerine güzel Türkçe’mizde şöyle bir deyimimiz var “Sukut-u Hayal” (Sükut sessizlik, Sukut ortadan kalkmak anlamına gelir yanlış kullanımlardan kaçınalım!). Hayal kırıklığı , daha da doğrusu hayalin yok olması.

   Hayal kurmayalım demiyorum ki gerçek, hep birilerinin düşlemesi sayesinde oluşmuştur, ama “Aşk” kadar ciddi bir konuyu otomatik çalışan bilinç altlarımıza bırakmaktansa, bilincimiz ve irademizle “Aşk”ı yeniden düzenleyip Rasyonelleştirelim diyorum BEN. Ki “İnsan”a bu yakışır, özellikle de “Homo Sapiens” olmuşken.. Ve ekliyorum; ne Montaigne kadar akılcı, ne Shakespeare kadar romantik olalım. Kendi “Aşk” kavramlarımızı yaratalım. Mesela Ayn Rand gibi karşılıklı değerler takdiri olarak görebiliriz “Aşk”ı ama bu gerçekten kendisinin de dediği gibi zordur, çünkü insanın başkasındaki herhangi bir değeri algılayabilmesi için önce kendisinin o değerlere sahip olması gerekir. Söz konusu “Aşk” olduğunda olay, bir terazinin, kefesine koyduğunuz her cismi tartabilmesi kadar basit değil yani...

   BEN zor ve zoru severim ki değer de zor elde edilene ve az bulunana verilir, Altın gibi; dolasıyla birileri onu edinebilmek için çok çalışmalıdır. Yani “Aşk”hak edilen bir şey olmalıdır. Bir balığın, farkında olmadan okyanusta yüzerken keyif aldığını sanmasıyla, okyanusa dışından bakabilip, sahip olduğu değerleri bilerek içine girip yüzmekten keyif alması meselesi... Uçan Balıklardan olalım diyorum...

   Neyse;    Ve Savcılık sanık “Aşk”ı kürsüye davet ediyor; son olarak söz, sanıkta:    Öncelikle içinizden biri bana konuşma fırsatı verdiği, olup bitenleri bir de benim açımdan irdelemeyi denediği için teşekkürlerimi sunar, bu vesileyle mutluluğumu iletmeyi bir borç bilirim.

   Açıkçası yüzyıllardır beni öğrenmeye, tanımlamaya, kontrol etmeye çalışıyor oluşunuzu çok takdir ediyorum, siz insanlar bilmediğiniz şeylerden korkar ve onu kontrolünüz altına almaya çalışırsınız. Haksız da sayılmazsınız çünkü bazılarınızın da keşfedebildiği gibi, herhangi birinizin içinde var olduğumda kendi düzenimi kurar ve o kişinin iktidarını ele geçiririm... Ama neden kendine şu soruları soranlarınız bu kadar az? Ben, yani “Aşk”, neden varım? Hangi amaca hizmet ediyorum? Beni kim yarattı, nasıl ve hangi ihtiyaçtan ortaya çıktım? Mesela hayvanlar bana ihtiyaç duymazlar, onların beyinlerinin daha basit duygusal şemaları vardır. Dişi arslan en doğru “güçlü” adaydan yavru sahip olabilmek adına birçok erkek arslanla çiftleşir.

   Peki ya siz insanlar? “Hayvanlardan farklı ve üstün olduğunu iddia eden” sizler, işte tam da burada beyinleriniz bu çok özel işlevi sayesinde bu savınızın doğruluğunu kanıtlama fırsatını yakalarsınız.

   İnsan beyni evrilme süreci içinde tek eşliliğe yönelmenin formülünü ararken keşfetmiştir beni. Çünkü tavşanlar, kediler, köpekler ve diğer hayvanlar gibi çok sayıda üreme şansınız olmadığından çok daha seçici olmak zorundasınız. Her canlının hücreleri, genleri hayatta kalmak ister dolayısıyla üremelidir, bir hücre önce kendi varlığından sorumludur...

   Peki diğer canlılardan daha akıllı olan insan neye göre eşini seçmeli?

   İşte tanımlamayı başardığınız ama anlayamadığınız nokta: Kiminiz, yine içinizden birilerinin beyinlerinden türemiş “Romantik” versiyonu mu, kiminiz de “Rasyonel” modelimi kullanıyor eş seçimlerini yaparken.

   Günlük hayattan örneklemek gerekirse; Herkesin giydiklerini giyen moda düşkünü bir insanla, tasarlayabilen bir insanın kendi kreasyonunu çizip, üretip, giyinmesi şeklinde açıklanabilir iki yolun farkı. E hazırcılık düşünmeyi pek gerektirmediğinden doğaldır ki, çoğunluğunuz modaya uyar ve benim hayallere dayalı “Romantik” modelimi benimser...

   Lakin olaya benim açımdan baktığınızda iki insan da öyle veya böyle giyiniktir. Birisi estetik kaygılara sahiptir, diğeriyse estetik kaygılara sahip olanların yarattığı estetik kaygı formlarına uyanlardan olma kaygısına...

   Bilmeniz, anlamanız, sorgulamanız gereken asıl mesele şudur aslında: Hayat dairesel veya dikine ama durmaksızın devam ediyor ve organik bedenlerinizle sizler sonsuza dek var olamayacağınızı biliyorsunuz. Bu yüzden her canlı bedenin görevi veya güdüsü de diyebilirim. Önce kendi döngüsünü, dolayısıyla tüm yaşamı sürdürmek ve bunu yapabilmenin tek yolu, bu Dünya’ya karşı cinsten biriyle yaratacağınız küçük kopyalarınızı bırakmak.

   Ben, yani “Aşk”, düzenin en uygun şekilde sürmesi için sizler tarafından yaratıldım, süslendim ve değişimim de sürüyor, sürekli kendini güncelleyen bir program yapım var. Açıkcası şu günlerde kullandığınız versiyonumu benim bile beğendiğim söylenemez...

   Fakat ne kadar zaman geçerse geçsin görevim değişmeyecek; iki insanın birbirine aşık olması ve bu duygusal şemanın tomurcuğundan bir meyva yetiştirip hayatın sürmesine armağan etmeleri tek kaygım!

   Şimdi;    İster Rasyonel, ister Romantizimden tadarak bu görevinizi yapın, seçim sizin ama mutlaka beni yaşayarak çoğalın derim ben.

   Evet değerli jüri üyeleri, Savcılığın Son sözü şu ki.

   “Aşk , Cennete giderken yanınıza alabileceğiniz tek şeydir!”

   Karar sizlerin ? Sanık “Aşk”, suçlu mu, suçsuz mu?

   Yoksa sorguya çekilmesi gereken “BİZ”ler miyiz ???    http://www.derki.com/iliskiler/item/1061-savci    


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar