AYN RAND ile ROPORTAJ
Giriş
İnsanlığın 70’lerin sonunda 80’li yılların başlarında bir değişim
geçirdiği bugün siyasi yelpazenin her noktasında yer alan entellektüeller ve
siyasiler tarafından kabul ediliyor. Bu değişimi bazılarımız o zaman-larda başımızda
bulunan Reagen, Thatcher, Özal gibi liderlerin kişiliklerine, bazılarımız
onların şahsında toplumun değişim talep-lerine yoruyor. Özellikle zamanın
entellek-tüel dalgalanmalarından izole bir şekilde yaşayan ülkemiz çoğunluğu,
Türkiye’nin geçirdiği değişimi “Amerikan çıkarları”, “Özal’ın Türkiye’yi yeşil
sermayeye açma isteği” veya “birilerine ülkeyi peşkeş çekme arzusu”
perspektifinden baktılar. Ufak bir entellektüel azınlık ise değişimin ve
yeniden yapılanmanın 70’lerin başlarında yaşanan “refah devletinin
çaresizliğinden” duyulan hoşnutsuzlukla güçlenen neoliberalizmin ve Friedman
gibi onun ekonomist destekçi-lerinin eseri olduğunu savunageldi. Burada
okuyacaklarınız size yaşanan değişimin belki de daha derinde ve çok önceden
cereyan eden bir mücadelenin sonucu olduğunu düşündürebilir.
Bayan Rand, romanlarınız ve diğer eserleriniz, özellikle çok
tartışılan Atlas Shrugged isimli kitabınız dikkatle tasarlan-mış iç tutarlılığı
olan bir dünya görüşünü yansıtıyor. Aslında bütün eserleriniz herşeyi kapsayan
bir felsefi sistemin anlatımı. Bu yeni felsefe ile neyi başarmayı
amaç-lıyorsunuz?
İnsanlara veya en azından düşünme zahmetine katlananlara kendi
içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzı sunmayı amaçlıyorum.
Objektivismin önkabulleri nelerdir? Nereden başlar?
Mevcudiyetin varolduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir
gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dilekleri-mizden, umutlarımızdan
veya korkuları-mızdan bağımsız olarak varolduğunu belirtir. Objektivizm insanın
gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık
olduğunu savunur. Mantık derken insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri
tanımlayan ve düzene sokan işlemi kastediyorum.
Atlas Shrugged’da kahramanınız John Galt “Hayatım ve ona olan
sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yaşamayacağım, ne
de onlardan benim hatrım için yaşamalarını isteyeceğim.” diyor. Bu sizın temel
prensiplerinizle nasıl ilişki-lendiriliyor?
Galt’ın bu sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir.
Herhangi bir etik sistem temellerini zımnen veya açıkça metafiziğe dayandırır
veya metafizikten alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre
mantık insanın hayatta kalmak için en temel aracı ise rasyonalite de en yüksek
erdemidir. Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak
insanın ahlaki zorunluluğudur. Objektivist etiğin değer standardı, insanın
insanca vasıflarını muhafaza ederek yaşaması, yani insan hayatı için, ya da
diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması
için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanın kendi iyiliği
için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne
kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini
savunur. John Galt’ın açıklaması bu son söylediğimin özetlenmiş halidir.
Bu söylediklerinizden nasıl bir kişisel ahlak anlayışı
çıkartabiliriz?
Sorunuzun cevabı Atlas Shrugged’da detaylı olarak verilmiştir.
Atlas Shrugged’ın kadın kahramanı sizin kelimelerinizle:”temel bir
suçluluk duygusu yaşamaya muktedir değildi”. Herhangi bir ahlaki sistem
suçluluk duygusu olmadan varolabilir mi?
Belirttiğiniz cümledeki anahtar kelime “temel”dir. Temel bir
suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değer-lendirme ve
yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu
insanın yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.
Ebedi günah gibi mi?
Kesinlikle öyle. Ebedi günah olgusu romandaki kadın kahramanın,
benim veya herhangi bir objektivistin kabul edemeyeceği veya duygusal olarak
yaşayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı ahlakı dışlayan bir kavramdır.
Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda tercih hakkı yok demektir.
Tercih hakkı yok ise konu ahlakın alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanın
hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun tercihine açık konularda söz
konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal
bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi hakkında suçluluk duyabilir.
Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere sahip birisi olarak
eylemleriyle suçlu olmayı haket-mediğini görmektedir. Tamamıyle ahlaka uygun
hareket edecek ve bundan dolayı haketmediği bir suçluluk duygusunu kabul
etmeyecektir.
Atlas Shrugged’da ana karakterlerinizden birine "En sefil
insan tipi nedir?" diye soruluyor. Cevabı şaşırtıcı. Çünkü bir sadist,
katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. “Amaçsız biri” diyor. Ancak bir çok
insan hayatlarını açıkça tanımladıkları bir amaç-ları olmadan devam
ettiriyorlar. Onları da sefil olarak mı tanımlıyorsunuz?
Evet, bir dereceye kadar öyle.
Neden?
Çünkü sorunuzda belirttiğiniz kötülüklerin kökeninde bu yatıyor.
Sadizm, diktatörlük ve herhangi bir kötülük insanın gerçeklikten kaçmak istemesi
sonucudur. Düşünememesinin sonucu… Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve
tanım-layamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatının
kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir.
Hayatınızı kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç…
İsim vermek gerekirse iki diktatör olan Hitler ve Stalin kendi
hayatlarını kontrol edemiyorlar mıydı? Açık bir amaçları yok muydu?
Tabii ki hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak
sona erdiğine dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm
varoluştan nefret etmiş-lerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged’taki
James Taggart karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak
durumunda olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken
veya yaratıcı bir amaçla aynı şey değil.
Hayatlarını keskin çizgilerle tanımlanan tek bir hedef etrafında
düzenleyenler ufuklarının bir hayli daralması tehlikesiyle karşı karşıya
kalmazlar mı?
Tam tersi. Merkezi bir amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri
düzene sokar; değerlerinin hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç
çelişkilerden uzak tutar, hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu
keyfi aklının hakimiyetine açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız
birisi ise kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir.
Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz
olduğunu saptayamadığı için rastgele etkilerin ve anlık kaprislerin insafına
bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz. Hiçbir zaman bula-mayacağı bir
değeri ararken hayatını harcar.
Kaprisleri hayatımızdan tamamen uzak tutmak ve tamamıyla rasyonel
bir tarzda yaşamak tatsız, renksiz veya keyifsiz bir yaşam sürmemize sebep olmaz
mı?
Samimi olarak neden bahsettiğinizi anlamadığımı söylemeliyim. İlk
önce kav-ramlarımızı tanımlayalım. Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği
algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun
davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne
hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler
hakkın-daki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın
sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği
kadar yanlış da olabilecek temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise
sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de zahmet etmediğiniz bir duygudur. Peki
“kaprislerle hareket etmek” ne demek oluyor? Bu, insanın bir zombi gibi neyle
uğraştığını, ne başarmak istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden
yaşamasıdır. Bu insanın geçici bir delilik hali içinde yaşaması demektir.
Renkli veya keyifli dediğiniz bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyifin
canilerin kan dökerken aldığı keyife benzeyeceğini düşünüyorum. Gerçeği
reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirebilir.
O halde duyguların yaşamımızda hiç yeri olmamalı mı?
Tabii ki hayır. Sadece duyguların olması gerektiği yerde
durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanın değerlerle ilgili
ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil sonuçturlar. İnsan
eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi
arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız
raddede bir çelişki olmak zorunda değildir. Rasyonel insan, duygularının
kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden kaynaklandıklarını bilir veya
keşfetmek için çaba harcar. Eğer önkabulleri yanlış ise düzeltir. Asla
güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı duyguların esiri olarak hareket
etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin nedenini ve haklı olup
olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve duyguları yekparedir;
bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil hayattan keyif
almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir; rehber aklıdır.
Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını sebep aklını ise
duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani eğer duyguları
tarafından kontrol edilir ve aklını duygularını rasyonalize etmek veya
meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor demektir.
Böylelikle kendini zulüme, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin
ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz.
Sizin felsefenize göre çalışma ve başarı hayattaki en yüksek
hedefler. Siz arkadaşlığın ve aile bağlarının sıcaklığında daha fazla tatmin
olanları gayri ahlaki olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Eğer arkadaşlık ve aile bağları gibi değerleri üretken faaliyetlerinden
daha üstün kabul ediyorlarsa, evet o zaman gayri ahlakidirler. Arkadaşlık, aile
bağları ve beşeri ilişkiler insan hayatında birincil derece önemi haiz
değildir. Beşeri hayatın diğer unsurlarını yaratıcı, üretken çalışmalarının
üstünde tutan insan duygusal bir parazittir. Ancak işini en üstün değer olarak
görürse işi ve beşeri ilişkilerden aldığı keyif arasında hiç bir çelişki
olmayacaktır.
Siz kadınların da erkekler gibi hayatlarını işleri etrafında
organize etmeleri gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse bu ne çeşit işler
olmalı?
Tabi ki. Ben kadınların da insan olduklarına inanıyorum. Erkek
için uygun olan herşey kadın için de uygundur. İki cinsin de hayatlarıyla
ilgili temel prensipler aynıdır. Bir erkeğin ne çeşit işler yapması gerektiğini
saptamaya kalkışmayacağım için kadınlar için de ne çeşit işlerin uygun
olacağını söyleyemem. Özellikle kadınlara göre veya kadınsı olan hiçbir iş
yoktur. Kadınlar da erkekler gibi işlerini kendi amaçları ve değer yargıları
doğrultusunda seçmelidirler.
Sizce kendini kariyeri yerine evine ve ailesine adayan bir kadın
gayri ahlaki midir?
Gayri ahlaki olduğunu değil ama hayatın gereklerine uymadığını
söyleyebilirim. Çünkü ev, çocukların çok küçük olduğu zamanlar hariç, tüm günü
kapsayacak bir uğraşı, bir meslek olamaz. Ne var ki, kadın eğer bir aileyi çok
ister ve bunu kariyeri haline getirmek isterse, bu işle bir kariyere yakışacak
şekilde ilgilenirse, çocuklarını yetiştireceği kuralları ve prensipleri
tanım-larsa ve bu işe entellektüel bir tavırla yaklaşırsa, en azından bir süre
için ev hanımlığını da bir meslekmiş gibi düşünü-lebilir. Duygusal bir
düşkünlük olmaktan çıkarılıp bir bilim olarak düşünülürse bu çok sorumluluk
yüklü ve önemli bir görevdir.
Sizce bütün ihtirası çalışmak olan rasyonel insanın hayatında
romantik aşkın yeri nedir?
Romantik aşk o insanın en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam
manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan bütün ihtirası işi olan
adamdır. Çünkü aşk bir erkeğin veya kadının karakterinde sahip olduğu en köklü
değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu saygının bir ifadesidir. İnsan bu
değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer insanın açıkca tanımlanmış
değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da takdir edemez. Bu açıdan,
Pınar’dan okuyucular tarafından sürekli atıfta bulunulan bir alıntı yapmak
istiyorum: " ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk önce ‘ben’ demeyi bilmek
gerekir"
Siz kişinin kendi mutluluğunun en yüksek amaç ve fedakarlığın
gayri ahlaki olduğunu savunuyorsunuz. Bu işde geçerli olduğu kadar aşkda da geçerli
midir?
Başka herhangi bir konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer
aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel
ve bencil bir öneme sahip olduğu anlamına gelir. Eğer kişiliğiniz yoksa, birine
aşık olmanız o kişiyle beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel
keyif ve mutluluk almadığınız, olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak
kendinizi onun isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin
böyle bir durumdan dolayı gurununun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı
kabul etmeyeceğini belirtmeme gerek yok. Aşk kendini bir başkası için feda
etmek anlamına gelmez. Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde
dışa vurulmasıdır. Aşık olduğunuz insana kendi mutluluğunuz için ihtiyaç duyarsınız
ve bu ona bahşedebileceğiniz en büyük iltifat ve onurdur.
Salt fiziksel aşkın çirkin ve şeytani olduğuna dair püritan
anlayışı yerdiniz. Buna rağmen “ayrımcı olmayan arzu ve seçici olmayan
düşkünlükler kendilerini ve seksi şeytani olarak görenlere mahsustur” satırları
da size ait. Sekste ayrımcı ve seçici düşkünlüklerin ahlaki olduğunu
söyleyebilir misiniz?
Seçici ve ayrımcı olan bir seks hayatının düşkünlük olmadığını
söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben
seksin insan hayatının en önemli unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman
hafif ve üstünkörü bir tavırla ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel
ilişki insanoğlunun sahip olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman
uygundur. Seks karşı tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan
başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız
olarak nitelendiri-yorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks
çok iyi ve önemli olduğu için.
Bu sizin açınızdan seksin sadece evli çiftler arasında yapılması
gerektiği anla-mında yorumlanabilir mi?
Şart değil. Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu
ilişkinin bir evliliğe dönüşüp dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın
hayatlarının seyrine bağlıdır. Evliliği, iki taraf da hayatlarının sonuna kadar
beraber olmayı isteyebilecekleri insanı buldukları zaman –ki hiç kimse bundan
otomatik olarak emin olamaz- çok önemli bir kurum olarak kabul ediyorum.
Taraflar nihai tercihlerine ulaştıklarından emin olurlarsa evlilik elbette arzu
edilen bir durumdur. Fakat bu, tarif edilen mutlak kesinlikten daha azı üzerine
kurulan herhangi bir ilişkinin uygunsuz olduğu anlamına gelmemelidir. Bir
ilişki veya evlilik kararı ile ilgili sorunun sadece konuyla ilgili tarafların
durumlarına ve bilgilerine bağlı olduğunu ve kararın onlara bırakılması
gerektiğini düşünüyorum. Çiftler karşılıklı olarak ilişkilerini ciddiye
alıyorlarsa ve ilişkileri ahlaki değerler üzerine kuruluysa her iki durum da
ahlakidir.
Aydınlanmış bir kişisel çıkar arayışının liderliğini yapan biri
olarak kişinin hayatını hedonistik kişisel haz arayışına vakfetmesi hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Hedonistik felsefeye tamamıyla karşıyım. Hedonistik felsefeye göre
size haz veren herşey iyidir. Dolayısıyla Keyif ahlaki bir standart olarak
değerlendirilir. Objektivizm iyinin rasyonel bir değer standartıyla
tanımlanması gerektiğini ve keyif hissinin bir sebep değil sonuç olduğunu
savunur. Sadece rasyonel değer yargıları sonucu ortaya çıkan keyif duygusu ahlaki
olarak nitelendirilebilir. Hedonistik keyif anlayışı kendi başına eylemlerimizi
yönetemez veya bir ahlaki standart olarak kullanılamaz. Zevk hissinin bir
ahlaki standart olduğunu söylemek bilinçli veya bilinçsiz, doğru ya da yanlış
hangi ahlaki değerleri edinmiş olursanız olun sahip olduğunuz ahlaki değerlerin
doğru ve ahlaki olduğunu savunmaktır. Bu aklınız yerine rastgele hislerin,
duyguların ve kaprislerin kontrolünde olduğunuz anlamına gelir. Benim felsefem
hedonizmin tam tersidir. Ben kişinin mutluluğu tesadüfi, keyfi veya subjektif
araçlarla yakalayamayacağını savunuyorum. İnsan ancak rasyonel değerleri
referans alarak mutluluğu yakalayabilir. Rasyonel değerler demekle birinin
keyfi veya körü körüne rasyonel kabul ettiği herhangi bir değeri kastetmiyorum.
İnsan için rasyonel olan ahlaki standartları ve takip edilecek rasyonel
değerleri tanımlamak ahlakın ve etik biliminin alanıdır.
Vaktini kadınların peşinden koşarak ziyan eden bir adamın kendini
adam yerine koymadığını, hor gördüğünü söylediniz. Bunu biraz açar mısınız?
Bu durumdaki bir erkek seks açısından sebep ve sonuç ilişkisini
tersine çeviriyor demektir. Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine
biçtiği değerin ifadesidir. Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu
ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Kendine olan saygısını cinsel fetihlerinin
ona kazandırmasını bekler; ki bu imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan
kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder.
“Seksin mantığa kapalı” olduğu fikrine karşı çıkıyorsunuz. Fakat
seks mantık dışı biyolojik bir güdü değil midir?
Hayır. Öncelikle, insanoğlunun güdüleri yoktur. Fiziksel olarak
seks sadece bir kapasitedir. Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve
kimi çekici bulacağı kendi ahlaki değer standartlarıyla ilgili bir şeydir.
Tercihlerini kontrol eden, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu
önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel felsefesi cinsel hayatını
yönlendirir.
İnsan güçlü, mantık dışı biyolojik dürtülere sahip değil midir?
Değildir. Kişi belirli bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara
sahiptir. Fakat bunları nasıl, hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip
değildir. Mesela insanın yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat
önce bu hissi açlık olarak tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl
yiyecek elde edebileceğini öğrenene kadar aç kalacaktır. İnsan dünyaya belirli
fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne
keşfedebilir ne de tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi
için neyin doğru neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri
ona ne yapması gerektiğini söylemeyecektir.
Atlas Shrugged’da "her meselenin iki yüzü vardır. Bir yüzü
yanlış diğeri ise doğrudur. Fakat ikisinin ortası her zaman kötü ve şeytanidir”
diye yazmışsınız. Bu bir hayli siyah-beyaz bir bakış açısı değil mi?
Kesinlikle öyle. Bütün gücümle siyah-beyaz bir dünya anlayışını
savunuyorum. İzin verirseniz bunu tanımlayalım. Siyah ve beyaz ifadesiyle ne
denmek isteniyor? Bu iyi ve kötü demektir. Herhangi bir şeyi gri veya orta yol
olarak adlandırmadan önce siyah ve beyazın ne olduğunu tanımlamanız gerekir.
Çünkü gri bu ikisinin karşımından başka bir şey değildir. Bir alternatifi iyi
diğerini kötü olarak tanımladıktan sonra ikisinin karışımını seçmenin doğru
olduğunu savunamazsınız. Bir kısmında kötülük olduğunu bildiğiniz bir şeyi
seçmeyi meşrulaştıramazsınız.
Şu halde mutlak doğrulara inanıyor-sunuz?
İnanıyorum.
Öyleyse objektivizm bir dogma olarak adlandırılabilir mi?
Hayır. Dogma, rasyonel delillere rağmen ve rasyonel yollarla
doğruluğu kanıtlanma-dan iman yoluyla kabul edilen inançlar bütünüdür. Dogma
kör bir inancın konu-sudur. Objektivizm bunun tam tersidir. Herhangi bir fikir
veya yargıyı doğruluğunu mantık yoluyla ispatlamadan kabul etmeme-niz
gerektiğini savunur.
Eğer geniş ölçüde kabul görürse, objektivizm bir dogmaya dönüşmeye
zorlanabilir mi?
Hayır. Objektivizmin onu bir dogma olarak kullanmak isteyecek
insanlara karşı kendi kendini koruyabileceğini biliyorum. Objektivizm kişinin
aklını kullanmasını öngörür. Genel prensipleri ayrım gözetmeden ve düşünmeden
kendi yaşamlarında uygu-lamaya kalkanlar bunun yapılamayacağını görürler.
Böylelikle objektivizmi ya uygula-maya ya da reddetmeye zorlanırlar. Uygula-mak
derken kişinin objektivist prensipleri kendi gündelik yaşamındaki belirli
problem-ler karşısında nasıl kullanacağını kendi aklını, düşünme yetisini
kullanarak bulmasını kastediyorum.
İmana karşı olduğunuzu söylediniz. Tanrıya inanıyor musunuz?
Kesinlikle hayır.
“Haç işareti zulmün, ideal olanın olmayana feda edilmesinin
işaretidir. Dolar işaretini tercih ederim” dediğiniz söyleniyor. Samimi olarak
ikibin yıllık hristiyanlık pratiğinin “zulüm” olarak tanımlanabilece-ğini
düşünüyor musunuz?
Öncelikle o sözü asla söylemedim. Ne edebi ne de entellektüel
alanda bu benim tarzım değil. Dolar işaretini tercih ettiğimi söylemedim ve
lütfen bunu yazın, bu ucuz bir saçmalıktır. Bu alıntının nereden yapıldığını
bilmiyorum fakat dolar işeretinin anlamı Atlas Shrugged’da açıklanmıştır.
Hikayede açıkça anlatıldığı gibi, dolar işareti serbest ticaretin, dolayısıyla
hür aklın işaretidir. Hür akıl ve serbest ticaret birbirlerinin önkoşuludurlar.
Birisi olmadan diğeri varolamaz. Hür bir ülkenin parasının işareti olan dolar
işareti bu yüzden hür bir aklın sembolüdür. Daha da ötesi, dolar işaretinin
tarihsel kaynağı ile ilgili olarak hiç bir zaman kanıtlanamayan olası bir
hipoteze göre Birleşik Devletlerin de sembolüdür.
Şimdi haç hakkında birşeyler söylememi istiyorsunuz. Samimi olarak
haç işaretinin ideal olanın olmayana feda edilmesinin sembolü olarak kabul
ediyorum. Anlamı da bu değil midir zaten? Hristiyan felsefesine göre İsa ideal
insandır. Kendi benliğinde ne tip insanın varolmaya layık olduğunun örneğini
verir. Buna rağmen Hristiyan mitolojisine göre kendi günahları için değil ama
ideal olmayan insanların günahları uğruna haçın üzerinde can vermiştir. Diğer
bir deyişle kusursuz erdemlere sahip bir insan, kötü ve kendileri için yapılan
bu fedakarlığı kabul ettikleri öngörülen veya sanılan insanlar uğruna kurban
edilmiştir. Eğer hristiyan olsaydım hiçbir şey beni ideal olanın olmayana,
erdemin kötülüğe kurban edilmesi tasavvurundan daha fazla hiddetlendiremezdi.
İnsanlardan o işaretin uğruna kendilerinden daha kötü olanlara kurban olmaları
beklenmektedir. Sembol aynen bu amaç için kullanılmaktadır ve bu eziyettir.
Size göre herhangi bir din insan hayatına yapıcı bir öge katmış
olabilir mi?
Din aracılığıyla –gerçekliğe ve mantığın sonuçlarına aykırı veya
bunlar tarafından desteklenmeyen körü körüne bir inanç olarak- hayır. Bu
şekliyle iman insan hayatına oldukça zararlıdır çünkü mantığın bastırılmasını
gerektirir. Fakat dinin felsefenin ilk formu, insanlar bir felsefe oluşturacak
kadar gelişemeden önce kendi hayatlarına ve bir değerler koduna referans
olabilecek tutarlı bir çerçeve kazandırma, evreni açıklama çabaları olduğunu
hatırlamanız lazım. Ve felsefe olarak bakıldığında bazı dinlerin çok değerli
ahlak görüşleri vardır. Olumlu etkileri ve özümsenecek uygun ilkeleri vardır.
Fakat bütün bunlar çok çelişkili ve… nasıl demeli, çok tehlikeli ve kötü
amaçlar için kullanılmaya elverişli bir zeminde, iman üzerinde sunulmaktadır.
O halde dolar ve haç işareti arasında bir tercihte bulunmanız
gerekseydi doları seçeceğinizi söyleyebilir misiniz?
Böyle bir tercih yapmayı kabul etmem. Şöyle diyelim: İman ve
mantık arasında bir tercihte bulunmam istenseydi, bu ikilinin birbirine
alternatif kabul edilebileceğini düşünmek bile istemezdim. Bir insan olarak
tereddütsüz mantığı seçersiniz.
Ford ve Rockefeller aileleri gibi varlıklı işadamlarının
servetlerini hayır işlerinde kullandıkları için gayri ahlaki olduğunu
söyleyebilir misiniz?
Hayır, hayır işlemek istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir.
Hayır işleri üzerine olan görüşlerim bir hayli basittir. Hayır işlerini
birincil bir erdem olarak ve en önemlisi ahlaki bir ödev olarak görmüyorum.
Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım edecek maddi gücünüz varsa başka
insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı yok. Hayır faaliyetini marjinal bir
konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev
ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.
Ford ve Rockefeller aileleri gibi varlıklı işadamlarının
servetlerini hayır işlerinde kullandıkları için gayri ahlaki olduğunu
söyleyebilir misiniz?
Hayır, hayır işlemek istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir.
Hayır işleri üzerine olan görüşlerim bir hayli basittir. Hayır işlerini
birincil bir erdem olarak ve en önemlisi ahlaki bir ödev olarak görmüyorum.
Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım edecek maddi gücünüz varsa başka
insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı yok. Hayır faaliyetini marjinal bir
konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev
ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.
Felsefi sisteminizde merhametin yeri nedir?
Merhametin ahlaki açıdan suçlu olanlara değil masum kurbanlara
karşı gösterilmesi uygundur. İnsan bir toplama kampının kurbanlarına karşı
merhamet hissederken onlara işkence edenlere de aynı merhameti gösteremez. Eğer
işkencecilere karşı merhamet hissediyorsa, işkence görenleri manevi açıdan
aldatıyor demektir.
Başka birini korumak için bir kurşunun önüne atlayıp kendini feda
etmek Objektivizmin prensiplerine aykırı mıdır?
Hayır. Bu duruma göre değişir. Eğer kocamı hedeflemişse bir kurşunun
önüne atlayabilirim. Eğer bir varlığa veya fikre yeterince değer veriyorsanız
onu korurken ölmek kendini feda etmek değildir, çünkü onsuz varolmanın sizin
için bir anlamı yoktur.
Bir amaç uğruna ölebilir misiniz? Veya sizin felsefenizin
takipçileri bir amaç için kendilerini feda edebilirler mi? Fedakarlık mefhumuna
gerçekten karşı olan bir Objektivist için herhangi bir sebep kendini feda
etmeye değebilir mi?
Kitabımda bu sorunuzun cevabı açıkça verilmiştir. Atlas
Shrugged’da kişinin değerleri için yaşaması, gerekirse de savaşması gerektiğini
açıkladım. Çünkü yaşamak ahlaki değerlere ulaşma çabasından ibarettir.
İnsanoğlu çaba göstermeden hayatta kalamaz. Rasyonel bir varlık olarak yaşamalı
ve daha azını kabul etmemelidir. Bir vahşi olarak hayatta kalamaz. Yiyecek gibi
en basit bir değer bile bizzat insan tarafından üretilmelidir. Daha ilgi
çekici, daha önemli kazanımlar için de aynı şey geçerlidir. Bütün değerler
insan tarafından kazanılmalı ve korunmalı, tehdit altındalarsa -rasyonel bir
varlık olarak yaşama hakkını korumak için- onun tarafından savunulmalıdır. Eğer
bana Objektivizm uğruna hayatımı feda edip edemeyeceğimi soruyorsanız, ederim.
Fakat daha da önemlisi objektivizm için yaşamak istememdir ki bu çok daha
zordur.
Mantık üzerine yaptığınız vurgularınızda zamanımızın yazarları,
romancıları ve şairleriyle felsefi açıdan çatışıyorsunuz ki bunların bir çoğu
kendilerini mistik ve irrasyonel olarak tanımlıyorlar. Sizce bunun sebebi
nedir?
Çünkü sanat kaynağını felsefeden alır ve günümüzün baskın felsefi
akımı neomistisizimdir. Sanat, sanatçının insan ve varoluş hakkındaki temel
görüşlerinin yansımasıdır. Sanatçıların çoğu kendi felsefi anlayışlarını
geliştirmedikleri için kendi zamanlarının baskın felsefi akımlarını, bilinçli
veya bilinçsizce benimserler. Günümüz edebiyatının büyük bir kısmı günümüz
felsefesinin bir yansımasıdır. Ve edebiyatın günümüzdeki haline bir bakın!
Fakat bir yazar zamanını yansıtmamalı mı?
Hayır. Yazar her rüzgarla savrulan, edilgen bir takipçi değil
zamanının aktif entellektüel lideri olmalıdır. Yazar kendi kültürünün
değerlerini biçimlendirmeli, insan hayatının amaçlarını öngörüp
somutlaştırma-lıdır. Edebiyatın günümüzdeki vitrininden silinen romantik akımın
özü budur.
Edebi açıdan günümüzün bu anlayışı bizi nereye götürür?
Naturalizmin sonuna götürüyor. Naturalist akıma göre yazar
etrafında her ne gözlemlerse gözlemlesin, pasif bir fotoğrafçı, veya
eleştirmeden, kendi görüşlerini katma-dan olayları aktaran bir muhabir gibi
olmak zorundadır. Romantisizme göre ise yazar etrafındakileri o anda oldukları
gibi değil, Aristo’dan bir alıntı yapmak gerekirse, “olabilecekleri veya
olmaları gerektiği gibi" sunmalıdır.
Kendinizin romantisiztlerin sonuncusu olduğunu söyleyebilir
misiniz?
Ya da, Atlas Shrugged’daki bir karakterimden alıntıyla, “geri
dönüşlerinin öncüsü”
Genelde günümüz edebiyatı hakkındaki değerlendirmeniz nedir?
Felsefi açıdan, gayri ahlaki. Estetik açıdan beni sıkıntıdan
öldürüyor. Özellikle insan-ların sefaletlerini konu yapan bir pislik çukuruna
dönüşüyor. Ve sefalet kadar da sıkıcı bir şey yoktur.
Takdir ettiğiniz bir romancı var mı?
Evet, Victor Hugo.
Günümüz yazarlarından?
Hayır, sözde ciddi olanlarının arasında takdir ettiğimi
söyleyebileceğim birisi yok. Romantisizmin günümüzdeki kalıntısı olan çağdaş
popüler edebiyatı tercih ediyorum. Favorim Mickey Spillane.
Neden onu beğeniyorsunuz?
Çünkü temelde bir ahlakçı. Basit bir form içinde, mesela bir
dedektif romanında, iyi ve kötünün çatışmasını siyah ve beyaz ögelerle sunuyor.
İki tarafında rezaletlerini sıkıcı gri bir karışım içinde ortaya atmıyor.
Uzlaşamaz bir çelişki sergiliyor. Bir yazar olarak benim en önemli saydığım
özellik olan konu yapılandırmasında çok parlak bir uzman.
Faulkner hakkında ne düşünüyorsunuz?
Pek birşey düşünmüyorum. Stili güzel ama pratikte içerik olarak
zor okunuyor. Ondan pek az okudum.
Nabokov’a ne dersiniz?
Sadece bir kitabını ve diğerinin yarısını okudum. Yarısını
okuduğum kitabı Lolita
idi. Bitiremedim. Parlak bir stili var. Fakat seçtiği konular, hayatı
algılayışı ve insana bakışı hiçbir sanatsal yeteneğin kapatamayacağı kadar
kötü.
Bir romancı olarak felsefenin yazılarınızın ana amacı olduğunu mu
düşünüyorsunuz?
Hayır. Benim ana amacım ideal insanı “olabileceği ve olması
gerektiği gibi” göstermektir. Felsefe bu amaca ulaşmak için bir araçtır.
Eski romanlarınızdan Anthem (Ben)’de ana karakteriniz “karar veren
irademdir ve saygı duyduğum yegane karar da irademin istekleridir”diyor. Bu
anarşizim değil mi? Kişinin saygı duyması gereken tek kanun kendi arzusu veya
iradesi midir?
Kastedilen “kişinin kendi iradesi” değil “kişinin kendi rasyonel
yargısıdır”. Bu iyi ya da kötü şiirsel bir ifadedir ve Anthem’de tüm hikaye
içinde iyice açıklanmıştır. Gör-düğünüz üzere hür irade kavramını genellikle
anlaşılan manasından tamamen ayrı bir anlam içinde kullanıyorum burada. Hür
irade insanın düşünme veya düşünmeyi reddetme kabiliyetinden oluşur. Düşünme
eylemi insanın ana tercihidir. Rasyonel insan hiç bir zaman arzuların veya
kaprislerin esiri olmaz, rasyonel yargısının doğruluğunu teyid ettiği değerleri
ona yol gösterir. Tanıyabileceği tek otorite budur. Bu anarşi değildir. Çünkü
insan özgür ve uygar bir toplumda yaşamak isterse mantık icabı o toplumun
objektif, rasyonel ve geçerli kanunlarına uymayı tercih edecektir. Bu konuyla
ilgili olarak devletin işlevleri ve ona olan ihtiyacımız üzerine The
Objectivist Letter’da bir makale yazdım.
Sizce devletin işlevleri nelerdir?
Temelde devletin sadece tek işlevi vardır: Birey haklarını
korumak. Haklar sadece fiziksel güç veya onun türevleri kullanılarak ihlal
edilebileceğine göre devlete düşen görev fiziksel güç kullanımını
başlatanlardan, yani suçlulardan insanları korumaktır. Toplumda güç sadece
kendini korumak ve mukabele amacıyla, o da sadece güç kullanı-mını başlatanlara
karşı kullanılabilir. Devletin doğru işlevi budur: İnsanları zor kullanmaktan
alıkoyarak polis vazifesi görmek…
Eğer güç sadece güce karşı koymak amacıyla kullanılabiliyorsa,
devlet asker veya vergi toplamak amacıyla güç kullanmak hakkını haiz midir?
Prensip olarak vergi vermenin, devlete karşı diğer bütün
sorumluluklarımızda olduğu gibi, gönüllü yapılmasını uygun buluyorum. Fakat bu
yöntemin nasıl uygulanabileceği konusu çok karmaşıktır. Sadece bazı metodlar
önerebilirim fakat onların üzerinde mutlak çözümmüşler gibi ısrarlı olamam.
Mesela Avrupa’nın bir çok ülkesinde devlet eliyle düzenlenen piyan-golar
gönüllü ödenecek vergiler için uygun bir yöntem olabilir. Başka örnekler de
verilebilir. Vergiler, devletin sağladığı çeşitli hizmetlere ihtiyaç duydukları
için, vatandaş-ların katkıda bulunacakları ve bulunmaları gereken (sigorta
ödemeleri gibi) gönüllü faaliyetlerden biridir. Ancak elbette bu uzun vadede,
insanlar tam anlamıyla hür bir sosyal sistem kurdukları zaman, gündeme
gelebilecek bir problem. Onun içindir ki savunulması gereken ilk değil son
reform olmalıdır. Askere almayla ilgili olarak şunu söyleyebilirim ki,
kesinlikle haklı veya anayasal bir uygulama değildir. Bireyin kendi hayatı
üzerinde tasarrufta bulunma hakkı gibi temel bir özgürlüğünü ihlal etmektedir.
Kimsenin başkasını kendi amaçları için ölüme göndermeye hakkı yoktur. Bir ülke
vatandaşlarını gönüllü olmadıkları bir hizmeti yapmaya zorlayamaz. Ordular
kesinlikle gönüllülük esasına göre oluşturulmalıdır. Askeri otoriteler de
gönüllü orduların en iyi ordular olduğunu teyid etmektedir.
Diğer kamusal gereksinimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela
posta idaresini devletin meşru işlevi olarak görüyor musunuz?
Şimdi şunda anlaşalım: Benim pozisyonum son derece tutarlı. Sadece
posta idaresi değil, sokaklar, caddeler ama hepsinin üzerinde okullar özel
şahıslar tarafından işletilmeli ve mülkiyetleri özel şahıslara ait olmalı.
Devlet ve ekonominin birbirlerinden ayrılmasını savunuyorum. Devletin görevi
sadece güç kullanımı ile ilgili konularla sınırlı olmalı. Bu polis, silahlı
kuvvetler ve mahkemeler gibi insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözen
kurumlardan başka hiçbir alanı kapsamaz. Bunların dışında kalan herşey özel
şahıs ve kuruluşlar tarafından yönetilmelidir. Şüphesiz bu çok daha iyi bir
yönetim olacaktır.
Yeni devlet kurumları veya kuruluşları kurar mıydınız?
Hayır ve konuları bu yöntemle ele alamam. Bir merkezi planlamacı
değilim ve ütopyaları icat etmiyorum. Pratik hayattaki uygulamaları açık olan
prensiplerden bahsediyorum. Eğer güç kullanılmasına karşıyım dediysem daha fazla
tartışacak ne olabilir?
Uluslararası ilişkilerde güç kullanma unsuru hakkında ne
düşünüyorsunuz? Herhangi bir özgür ulusun 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi
Almanyasını işgal etmeye hakkı olduğunu söylemiştiniz…
Kesinlikle
Günümüzde herhangi bir hür ulus Sovyet Rusya’yı, Küba’yı ya da
diğer bir “bağımlı devlet”i işgal etmeyi bir görev değilse de ahlaki bir hak
olarak telakki edebilir. Doğru mu?
Doğru. Herhangi bir diktatörlük –vatandaşlarının haklarını ihlal
eden bir devlet- kanun dışıdır ve hiçbir hak iddia edemez.
Birleşik Devletlerin Kübayı veya Sovyetler Birliğini işgal etmesi
için aktif olarak kampanya açar mısınız?
Şu anda değil. Böyle bir eylemin gerekli olduğunu sanmıyorum.
Sovyetler Birliğinin herşeyden çok korktuğu bir eylem olan ekonomik boykotları
savunuyorum. Kübanın ambargoya alınmasını ve Sovyetler Birliğine ekonomik
boykot uygulanmasını destekliyorum. Böylece tek bir Amerikalının hayatı zarar
görmeden iki rejimin de çökeceğini göreceksiniz.
ABD’nin Birleşmiş Milletler’den ayrılmasını tercih edermisiniz?
Evet. Dünya barışı ve insan hakları adına kurulmuş olan bir
organizasyonun üyeleri arasında Sovyet Rusya gibi tarihin en saldırgan ve eli
kanlı kasabının bulunmasını tasvip etmiyorum. İnsan haklarının korunması
kalıbı, koruyucuların arasında Sovyet Rusya’nın da bulunduğu bir ortamda, bu
organizasyonu desteklemesi veya onaylaması gereken insanlığın zekasına ve insan
hakları kavramına bir hakaret ve saldırı anlamına geliyor. Bireyin canilerle
işbirliği yapmasının zorunlu olduğuna nasıl inanmıyorsam, hür ülkelerin
diktatörlüklerle işbirliği yapmaları gerektiğine de inanmıyorum.
Rusya ile diplomatik ilişkilerin gerilmesini destekler misiniz?
Evet.
Antikomünist, antisosyalist ve antiliberal olarak adlandırıldınız.
Buna rağmen muhafazakar olarak adlandırılmayı da reddediyorsunuz. Aksine en
keskin eleştirilerinizden bir kısmını muhafazakarlar için sarfettiniz. Siyasi
pozisyonunuz nedir?
Düzeltiyorum. Pozisyonumu asla negatiflerle tanımlamam.
Laissez-faire kapitalizminin, bireysel hakların –ki bundan başka bir hak
kategorisi yoktur- ve bireysel özgürlüğün savunucusuyum. Komünizm, refah
devleti, faşizim, Nazizim ve modern liberalizm (Amerikadaki sosyal demokrasi
benzeri fikriyat) gibi bireyi kollektif bir bütüne kurban eden her doktrine bu
zemin üzerinde karşı çıkıyorum. Muhafazakarlara da aynı sebeple karşıyım.
Muhafazakarlar karma ekonomi ve refah devletinin destekçisidirler. Liberallerle
prensipte değil detayda farklılaşırlar.
Amerikanın entellektüel iflasla karşı karşıya kaldığını öne
sürdünüz. Bu suçlamanız National Review gibi sağcı yayınları da kapsıyor mu?
Söz konusu dergi sizin devletçilik dediğiniz mefhuma karşı çıkan güçlü
seslerden biri değil mi?
Natianal Review’ı Amerikanın en kötü ve tehlikeli dergisi olarak
kabul ediyorum. Kapitalizmi savunurken kullandıkları yöntem kapitalizmin
kötülenmesine ve zarar görmesine yol açıyor. Nedenini anlatmamı ister misiniz?
Evet, lütfen
Çünkü kapitalizmi dinle bağdaştırıyor. National Review’ın
ideolojik posizyonu özgürlük ve kapitalizmi kabullenmek için kişinin mutlaka
Tanrıya, bir dine veyahut aşkın bir mistisizme inanması gerektiği anlamına
geliyor. Bu da kapitalizmi rasyonel bir zeminde savunmanın mümkün olamayacağını
düşündürüyor. Öyle ki, mantığın ve aklın kapitalizmin tarafında olmadığını ve
esir bir toplumla diktatörlüklerin rasyonel bir sistem olduğunu, insanın ancak
mistik bir imanla özgürlüğe inanabileceğini kabullenmek durumunda kalıyorsunuz.
Kapitalizmi bundan daha fazla küçültecek bir argüman olamaz ve gerçek bu
argümanların söylediğinin tam tersidir. Kapitalizm mantıkla savunulup
meşrulaştırılabilecek yegane sistemdir.
Sizin politik hedefleriniz var mı? Seçimlere katılmayı düşündünüz
mü hiç?
Kesinlikle hayır. Ve böyle birşeyi dileyecek kadar benden nefret
etmediğinizi umuyorum.
Fakat politika ile ilgileniyorsunuz, en azından politik teoriyle
değil mi?
Dilerseniz şöyle cevaplayayım: Sovyet Rusya’dan geldiğimde
politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı
duymayacağım günlere ulaşmak için. Kendi ilgi ve amaçlarım için yaşamakta özgür
bırakılabileceğim; devletin onları bozmak için müdahale etmeyeceği; hayatımın,
emeğimin, geleceğimin devletin veya bir diktatörün kaprislerinin insafına
bırakılmayacağından emin olacağım bir toplum yapısını sağlamlaştırmak
istiyorum. Tavrım bugünde aynıdır. Sadece günümüzde bunların henüz erişilmemiş
birer ideal olduğunu, başkalarının benim amaçlarım için mücadele etmesini
bekleyemeyeceğimi ve her sorumlu vatandaş gibi amaçlarım uğruna elimden geleni
yapmam gerektiğini biliyorum. Diğer bir deyişle, politikayla özgürlükleri
pekiştirmek ve korumak için ilgileniyorum.
Çalışmalarınızın bütününde çağdaş dünyanın organizasyonunun,
kapitalist ülkelerde bile bireyi kuşatan ve bireysel insiyatifi boğan bir
yapıda olduğunu savunuyorsunuz. Atlas Shrugged’da John Galt “akil adamları” bir
greve yönlendirerek etraflarındaki kollektivist toplum yapısının çökmesini
sağlıyor. Sizde günümüz sanatçılarının, entellektüellerinin ve sanayicilerinin
yeteneklerini toplumsal hayattan bu şekilde çekmelerinin zamanının geldiğini mi
düşünüyorsunuz?
Hayır, henüz değil. Fakat açıklamaya başlamadan önce sorunuzun bir
kısmını düzeltmeliyim. Bugün içinde yaşamakta olduğumuz sistem kapitalist bir
ekonomi değil. Çağımıza da damgasını vuran mevcut sistem karma ekonomidir.
Özgürlük ve kısıtlamalarının bir karışımı olan ve diktatörlüğe doğru ilerleyen
bir sistemdir bu. Atlas Shrugged’da yeralan eylem toplum diktatörlükle
yönetilme safhasına eriştiği zaman yapılmıştır. Eğer biz de o noktaya gelirsek,
ve ancak geldiğimiz zaman greve gitme zamanı olacaktır; daha önce değil.
Diktatörlük demekle neyi kastediyor-sunuz? Bir diktatörlüğü nasıl
tanımlarsınız?
Diktatörlük insan haklarını tanımayan ve devletin vatandaşları
üzerinde sınırsız bir güç uygulama yetkisine sahip olduğu bir sistemdir.
Sizin tanımınızda diktatörlük ve karma ekonomiyi ayıran sınır
nerdedir?
Bir diktatörlüğün 4 unsuru vardır: Tek parti yönetimi, politik
muhalefete karşı yargısız infaz uygulamaları, özel mülkiyete el konulması veya
kamulaştırılması ve sansür uygulaması. Hepsinden daha baskın olanı bu
sonuncusudur. İnsanlar serbestçe konuşup yazabildikçe, sansür uygulanmadıkça,
herşe-ye rağmen toplumu reforme etmek ve daha iyi bir noktaya sürüklemek
ihtimali vardır. Eğer sansür uygulanıyorsa, insanların entellektüel açıdan greve
gitmeleri, sosyal sistemle hiçbir şekilde işbirliği yapmamaları gerekir.
Sizin açınızdan arzulanabilir toplumsal değişiklikleri gündeme
getirmek için grevden önce neler yapılması gerektiğine inanıyor-sunuz?
Toplumsal akımlara yön veren ve sosyal sistemleri yaratıp
yıkabilme gücü fikirlerdedir. Onun için doğru fikirler ve doğru felsefe
savunulmalı ve yayılmalıdır. Kapitalizmin tahribini de kapsayan modern dünyanın
felaketleri alturist-kollektivist felsefenin sonucudur. İnsanların reddetmeleri
gereken alturizmdir (diğergamlık, fedakar-lık).
Altrurizmi nasıl tanımlardınız?
İnsanın kendisi için yaşama hakkının olmadığını, varlığının yegane
meşruluk kaynağının başkalarına hizmet etmek olduğunu ve fedakarlığın en büyük
ahlaki görev, değer ve erdem olduğunu savunan bir ahlak sistemidir. Bu sistem
kollektivizmin ve bütün diktatörlüklerin kendilerine ahlaki açıdan meşruluk
kazandırdıkları zemindir. Özgürlük ve kapitalizme ulaşmak için insanlığın
mistik, altruristik ve rasyonel bir etik koduna ihtiyaçları var. Öyle bir kod
ki insanların birer kurbanlık hayvan olmadık-larını, ne başkaları uğruna
kendilerinden fedakarlık ederek ne de başkalarından kendileri için fedakarlık
etmelerini bekleyerek, kendi amaçları için yaşamaya hakları olduğunu açıklamalı
ve savunmalı. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın Objektivist etiklere çok
ihtiyacı var.
Peki bu değişimi gerçekleştirmek için kapsamlı eğitim ve
propoganda metodları kullanılması gerektiğine katılıyor musunuz?
Evet, tabii ki.
Size muhalif olanlar Objektivizmin ahlaki ve politik
prensiplerinin sizi Amerikan düşünce dünyasını kalıplarının dışına attığını
söylüyorlar. Bu görüş hakkında ne düşünü-yorsunuz?
“Düşünce dünyasının kalıpları” diye bir kavramı tanımıyorum ve
aldırmıyorum. Bu kavram ancak düşüncenin kontrol altında olduğu ve
düşüncelerden değil kollektivist sloganlardan oluşan “düşünce kalıplarının”
varolduğu bir diktatörlüğe veya kollektivist bir topluma uygun olabilir.
Amerika’da böyle bir durum söz konusu değildir; hiçbir zaman da olmamıştır.
Mamafih bu sözlerin, her muciti, çizginin dışına çıkan ve hayata bir değişiklik
sunmaya muktedir herkesi kamuoyundaki tartışmalardan uzak tutmak için
söylendiğini duydum. Ben bir mucitim. Bu bir ayrıcalık ve onur nişanıdır,
saklanacak ve özür dilenecek bir leke değil. Yeni veya değerli fikirleri olan
herkes entellektüel statükonun dışında durur. Ama statüko bir “düşünce”
değildir ki düşünce dünyasının yerine geçsin. Statüko durgun bir bataklıktır.
İnsanoğlunu ileriye taşıyanlar mucitlerdir.
Objektivizmin bir felsefe olarak dünyaya hakim olacağına inanıyor
musunuz?
Hiç kimse böyle bir soruya cevap veremez. İnsanoğlu hür iradeye
sahiptir. Belli bir zaman diliminde veya bir kuşakta rasyonel olmayı tercih
edeceklerine dair hiçbir garanti verilemez. Ayrıca hiçbir felsefenin de “dünyaya
hakim olması” gerekmez. Sorunuzu başka bir şekilde sorarsanız… Mesela
“Objektivizm geleceğin felsefesi olacak mı?” derseniz cevabım koşullu bir evet
olurdu: Eğer insanlar mantığa dönerlerse, diktatörlükler tarafından yok
edilmezlerse veya yeni bir karanlık çağa girmezlerse, eğer düşünmelerine
yetecek kadar varolmayı başarabilirlerse Objektivizm kabul edebilecekleri bir
felsefe olarak onları bekleyecektir.
Niye?
İnsanoğlunun hür olduğu herhangi bir tarih diliminde kazanan her
zaman en rasyonel felsefe olmuştur. Bu açıdan bakınca “evet, Objektivizm
kazanacak” diyebiliyorum. Fakat bu temennimin gerçekleşeceğine dair hiç bir
garanti veya insanların benimle aynı görüşü paylaşacağına dair önceden
belirlenebilecek herhangi bir zorunluluk yok.
Dünyanın bugünkü haline sert eleştiriler yöneltiyorsunuz ve
kitaplarınız sadece toplumun yapılanmasını değil, insanların iş, düşünce ve aşk
hayatlarını ve bu alanlarda birbirleriyle olan ilişkilerini de değiştirmeye
talip. İnsanoğlunun geleceği hakkında umutlu musunuz?
Evet, umutluyum. Entellektüel bir güç ve ahlaki bir ideal olarak
kollektivizm bugün ölüdür. Fakat özgürlük ve bireycilik, ve onların siyasi
ifadesi olan kapitalizm henüz keşfedilmedi. İnsanoğlunun bu değerleri
keşfetmeye zamanı olacağını düşünüyorum. Ölmekte olan günümüz kollektivist
felsefesinin bir sefalet, imkansızlıklar ve umutsuzluk kültüründen başka birşey
yaratmamış olması dikkate değerdir. Zamanımızın, insanı başarısızlık,
tükenmişlik ve yıkımla lanetlenmiş yardıma muhtaç, çaresiz ve akılsız bir
varlık olarak yansıtan sanat ve edebiyat dünyasına bir bakın. Bu sunum bir
kollektivistin kendi psikolojisinin itirafı olabilir fakat genel bir insan
tasviri kesinlikle değildir. Eğer çizilen bu tablo gerçeğe uygun olsaydı
mağaralarımızdan asla çıkamazdık. Fakat bugünlere gelmeyi başardık. Etrafınızı
ve tarihi gözlemleyin. İnsanoğlunun başarılarını göreceksiniz. İnsanlığın
gelişmek için sınırsız bir kabiliyete sahip olduğunu ve bu kabiliyeti mümkün
kılan işlevi farkedeceksiniz. O zaman insanın yaradılış itibariyle çaresiz bir
mahlukat olmadığını, ancak aklını, o yüce işlevi kullanmayı ihmal ettiğinde o
hale düştüğünü anlayacaksınız. Ve büyüklük nedir diye bana sorarsanız; cevabım:
“John Galt’ın 3 temel değerini kendinize düstur edinerek yaşayabilme azmi ve
kabiliyetidir” olacaktır. Mantık. Amaç. Kendine saygı.
İNSAN NEDİR?
İnsan,
evrenin tek rasyonel (akli) varlığıdır. Realite ve insan bilinci, belirli
bir kimliğe sahiptir; belirli bir tabiatı ve ihtiyaçları vardır. Realiteyi
anlamak ve hayatta kalmak için,insanın en temel aracı
AKLIDIR.
Realite
tekdir, insan bilincinin de tek bir tabiatı vardır. İnsan, özgür iradeye sahip,
kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Yani insan, "ilahi
tecelli" veya "üretici güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin
programladığı, cevhersiz, çaresiz bir robot değildir.
"Karakteri,
faaliyetleri, değerleri , mevcudiyetle olan ilişkileri, gayesi ve amaçları
konularında, yapmak zorunda kalacağı tercihlerde, kendisine rehberlik edecek
değerler hiyeraşisini ve prensiplerini keşfetmek", insan bilincinin
gerçek bir ihtiyacıdır.
İnsan
bilinci: muazzam bir bilgisayar gibi, programcısı olmadan bir işe yaramayan,
bir mekanizmadır. Bilinçli olmaktan kaçtığı ettiği ölçüde, duygusal
bilgisayarını, tesadüfi etkiler programlar: rasgele
izlenimler,çağrışımlar,taklitler,slogan,klişeler. Sonuç korkunun egemen olduğu
bir hayat hissi.
İnsan geçmişsiz veya geleceksiz olarak an be an yaşayamaz;bütünleştirme
kapasitesini elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez.
Nasıl ki bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemez
ise: insan bilinci de, o anki somutluktan başka hiçbir şeyle uğraşamaz hale
getirilerek daraltılamaz. İnsan işte bu mekanizmayı bilgisel bir amaçla
kullanmak iradi bir eylemi gerektirir. Bundan imtina ederse, tesadüfler idareyi
ele geçirir: mekanizma şoförsüz bir araba gibi çalışmaya devam eder.
Bütünleşmiş kişilik: bilinç ile duygular arasında tam bir uyum olan,sahip
olduğu hayat hissi ile bilinçli kanaatler çakışmış bir insandır. Hayatın
anlamı, prensipler, idealler ve değerler; böylesi bir bilinç ile keşfedilir.
Hayat hissi, doğru bir felsefenin rehberliğinde duygusal bütünleşmenin
kriterlerini de belirler. Duyguları, tamamen ikna olduğu yargılarından
kaynaklanır. Zihin başa geçer, duygular takip eder. Bilgilerini bütünleştirmek,
bilinçli kanaatler edinmek için çaba göstermeyen insan; meramını ifade etmekten
aciz kalarak, duygularının insafına kalır. Rasgele ve eklektik ve genellikle
çelişkili fikirler kolleksiyonundan ibaret, böylesi bir felsefi enkaz, o
insanın üzerinde hiçbir ikna gücüne sahip olamaz. Bu enkazın yarattığı
duygular, realite karşısında onu genellikle yanıltacak, kendini sürekli olarak
mutsuz olduğu haberini verecektir. Bu enkaz değerlerin elde edilemeyeceğini,
mücadelenin nafile olduğunu; korku-suçluluk-ıstırap ve başarısızlığın
insanlığın yazılı kaderi olduğunu; bir insan tarafından yapılabilecek hiçbir
şey olmadığını ilan eder. Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp
mevcudiyeti lanetlemekle başlamak; insanın tabiatında böyle bir hale
girmek bir yozlaşma sürecidir. Kimi ilk baskıda teslim olur, kimi kendini
satar; kimi enerjisini, algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip,
bütün ateşini yitirir. Sonra bunların hepsi kendilerine, olgunlaşmış olmak için
zihinlerini terk etmek gerektiğini; güven içinde olmak için değerlerini terk
etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine saygı ve güven erdemini kaybetmek
gerektiğini telkin etmekte olan büyüklerinin teşkil ettiği büyük bataklıkta
kaybolup giderler.yonel bir insanın o aynada görmeyi beklediği şey, haklı
görünmektir. Kendine saygı-güven erdeminden yoksun olmakla ihanet ettiği
benliği, son çırpınışında, hiç değilse bulunduğu dalaletin, düşkünlüğün haklı
görülmesini istemektir.
İnsanla
ilgili her özelliğin spesifik bir tabiatı vardır. Dolaysıyla, bilinç de belirli
bir tabiata, belirli bir kimliğe sahiptir. İnsanın akli yeteneğinden
kaynaklanan irade de belirli bir tabiata sahiptir. Mevcudiyetteki tabii
öğelerin kombinasyonlarını yeniden düzenlemek, insanın sahip olduğu tek yaratma
gücüdür. İnsan hayalgücü,insanın realitede olduğunu veya olabileceğini bildiği
şeyleri zihninde yeniden düzenleme yeteneğidir.
İnsan
bilinci kavrama-düşünme alanında ancak bilincin kendisinin-irade yoluyla-
başlatabildiği bir davranış gücüne sahiptir. İnsanlar zihni faaliyetlerini
başlatma ve sürdürme alanında, bilinçlerinin tabiatının(kimliğinin)
belirlediğinden başka türlü davranamazlar.(Hayvanlar bedenlerinin tabiatından
başka türlü davranamazlar)
Rasyonel
bir insan, amaçlarını-değerlerini-tercihlerini yargılarken:realitedeki olguları
standart olarak alır. Çünkü ancak realitede metafiziken verili olan şeyler
"neyse odur".Yani bilincin tek kaynağı realitedir. Metafiziken-verili
olanla, insan-yapısı şeylerin farkını kavramak, bilincin somut bir ihtiyacıdır.
İnsanın bilinci üzerindeki kontrolü, bilincinin tabiatı hakkında, bilgi sahibi
olması ile mümkündür. İnsan realiteye başvurmadan, kendi bilinci hakkında
hiçbirşey öğrenemez. Evren için "yer çekimi kanunu" ne
demekse;"iradi bir bilince sahip olma özelliği" insan için o
demektir. Bir insanı "hiçbirşey" düşünmeye zorlayamaz. Zihnini
çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümdarlığında olan,sadece kendi iradesiyle
harekete geçebilecek bir güçtür. Bu nedenle insanlar yeni şekillere sokulamaz
ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.
İnsanın
"kendi aklı ile bulmadığı-ispatlayamadığı bir şeyi zımnen de olsa
kabullenmesi" kendi tabiatı ile çelişir,böylece kendi tabiatına karşı
davranmış olur. Kendisi ispata muhtaç bir "tabiat üstü" varsayımı
kabul, yani akıldışı bir şeyi kabul, aklı felç etmekten başka bir şeye yaramaz.
Realiteye karşı davranış veya inançtan çıkacak sonuç,ıstırap çekmek ve kendini
imhadır. Realiteyi dolaysıyla bilincini inkar eden bir insan;
başkalarının" bilincini-anlayışlarını-yargılarını-değerlerini"
kabullenmek zorunda kalır;bu durumda insan,kendinin değil başkalarının
algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece ruhunu, bir bilinç paraziti
haline getirir. Zihnini terk eden bir insan,bir olgular evreninde değil,bir
insanlar evreninde yaşar;olgular değil,insanlar onun realitesidir. Aklı
değil,insanlar onun hayatta varkalma aracıdır.
İnsanın
bedeni-maddesi-ile bilinci arasında hiçbir zıtlık yoktur,insan bu ikisinin
bölünmez bütünlüğüdür. Mevcut olmayan bir şeyin bilinci olmaz, bilinç
olmaksızın, mevcut bir şeyden haberdar olunmaz. İnsana bilincini veya bedenini
reddetmesini önerenler, insanı zayıflatarak esir almak isteyenlerdir. Rasyonel
insan, eylem adamı olan bir düşünürdür; o arkadan gelecek eylemlerle
bağlantısız fikirlerin sahte olduğunu, fikirlerle bağlantısız eylemlerin ise intihar
olduğunu bilir.
OBJEKTİF-21.03.2001
KAYNAK:
İNSAN HAKLARI Çeviri: Prof.Dr Atilla YAYLA
Özgür toplumu savunmak isteyen bir
kimse, özgür toplumun vazgeçilmez temelinin
birey hakları ilkesi olduğunu bilmelidir. Birey haklarını muhafaza etmek isteyen kimse, kapitalizmin birey haklarını
kapsayabilecek ve koruyabilecek tek sistem
olduğunu anlamalıdır. Ve hürriyetin bugününün, entelektüellerinin amaçlarıyla ilişkisini ölçmek isteyen kimse,
bunu, birey hakları kavramının, sözde
“muhafazakarlar” tarafından görmezden gelinmesi, çarpıtılması, tahrif edilmesi ve nadiren tartışılması gerçeğine
bakarak ölçebilir. “Haklar” moral bir
kavram ve bağdır –bir bireyin eylemlerine rehberlik eden ilkelerden, o kişinin diğer bireylerle olan
ilişkilerine rehberlik eden ilkelere mantıksal
bir geçişi sağlayan bir kavram- bireysel ahlakı sosyal bir bağlamda muhafaza eden ve koruyan bir kavram- bir
insanın ahlaki düsturlarıyla bir toplumun
hukuki kuralları arasındaki bağ, etik ve politika arasındaki bağ. Birey hakları toplumu ahlaki kurallara tabi
kılmanın araçlarıdır. Her siyasal
sistem bazı etik kurallara dayanır. İnsanlık tarihi boyunca egemen olan etikler, bireyi ya mistik veya sosyal
birtakım üstün otoritelere tabi kılan altruist–kollektivist
doktrinin çeşitli türleriydi. Bunun sonucu olarak insanlığın eseri olan politik sistemlerin
çoğu, öz bakımından aynı olan, aralarında
yalnızca bazı derece farkları bulunan, sadece geleneklerin tesadüfüyle, kaosla, kanlı kavga ve dönemsel
çöküşlerle sınırlandırılan aynı devletçi
tiranlığın türleridir. Bütün bu politik sistemlerde ahlak(ilik) topluma değil yalnızca bireylere uygulanabilen bir
kurallar bütünüydü. Toplum, ahlakın tecessümü,
kaynağı veya tek yorumlayıcısı olarak ahlak kurallarının dışına yerleştirildi ve sosyal vazifeye kendisini
adama inancının aşılanması insanın dünyadaki
varlığında, ahlakların yegane amacı olarak mütalaa edildi. “Toplum” diye bir varlık olmadığından,
toplum yalnızca bir grup bireysel insan olduğundan, toplumun ahlak kuralları dışında
tutulması pratikte şu sonucu verdi: Toplumun
yöneticileri ahlak kuralından muaf tutuldu; yöneticilerin eylemleri yalnızca geleneksel usullere konu oldu.
Böylece yöneticiler bütün gücü ellerinde tuttular ve “iyi, toplum (veya kabile, ırk,
millet) için iyi olan şeydir” ve “yöneticinin
iradesi yeryüzünde toplumun (iyinin) sesidir” zımni kuralına kayıtsız şartsız itaat istediler. Bu, mistik veya sosyal altruist-kollektivist
etiğin bütün türleri altındaki tüm devletçi
sistemler için doğrudur (geçerlidir). “Kralların ilahi hakkı” teorisi mistik altruist-kollektivist ahlakın; “Vox
populi, vox dei” (halkın sesi hakkın sesi)
ilkesi sosyal altruist-kollektivist ahlakın siyasi teorisini özetler. Tarihte gördüğümüz örnekleriyle; cisimlenmiş
bir tanrı kimliğindeki Firavun’uyla Mısır
teokrasisi –Atinalıların sınırsız çoğunluk veya demokrasi yönetimi- Roma İmparatorluğunca yönetilen refah devleti –geç
ortaçağların engizisyon mahkemesi- Fransa’nın
mutlak monarşisi- Bismark Prusya’sının refah devleti- Nazi Almanya’sının gaz odaları ve Sovyetler
Birliği’nin mezbahaları bu sistemlerin numuneleridir. Bütün bu politik sistemler altruist
-kollektivist ahlakın sonuçlarıydı- ve hepsinin ortak özelliği, toplumun, kadiri
mutlak, egemen, kaprislerine göre davranmayı
kutsal bir ilke gibi kabullenen bir varlık olarak ahlak kuralının üstünde durduğu gerçeğiydi. Bu yüzden,
siyasal olarak, bütün bu sayılan sistemler
amoral bir toplumun türleriydi. İnsanın
bireysel hakları ilkesi, ahlakiliğin, devletin gücü üzerinde bir sınırlama, bireyin kollektivitenin zalim
gücüne karşı korunması, güçlünün hakka (adalete) tabi kılınması olarak, sosyal
sistemin derinliklerine doğru yayılmasıdır.
Birleşik Devletler tarihteki ilk ahlaklı toplumdu. Daha önceki bütün sistemler, insanı,
diğerlerinin amaçlarına kurban edilebilecek araçlar, toplumu ise kendi başına bir amaç
olarak telakki etti. Birleşik Devletler
insanı kendi başına bir amaç olarak, toplumuysa bireylerin barışçıl, düzenli ve gönüllü birlikteliğinin bir aracı
olarak gördü. Bütün evvelki sistemler
bireyin hayatının topluma ait olduğuna, toplumun bireyi toplumun dilediği herhangi bir şekilde bertaraf
edilebileceğine, bireyin yararlandığı her ve herhangi bir hürriyete ancak ve yalnızca
toplumun lütfuyla ve müsaadesiyle sahip
olabileceğine ve toplumun herhangi bir vakit bu hürriyeti ortadan kaldırabileceğine inandı. Birleşik Devletler
bireyin hayatının hakla (ki bunun anlamı,
ahlak ilkesiyle ve insan tabiatından dolayı demektir) kendisine ait olduğunu, bir hakkın bireyin mülkü olduğunu,
haddizatında toplumun hiçbir hakka sahip
olmadığını, bir devletin tek haklı amacının birey haklarının korunması olduğunu kabul etti. Bir “hak”, bir bireyin eylem hürriyetini
sosyal çerçevede tanımlayan ve tasvip eden
moral bir prensiptir. Sadece bir temel hak vardır (bütün diğer haklar bu temel hakkın sonuçları veya gerekçeleridir);
bireyin kendi hayatına sahip olma hakkı.
Hayat kendi kendini sürdüren ve kendi kendine üretilen bir eylem sürecidir. Hayat hakkı demek, kendi kendini
sürdüren ve üreten eylemle meşgul olma
hakkı demektir; bunun anlamı ise, rasyonel bir varlık oluşun tabiatı tarafından gerekli kılınan, bireyin kendi
hayatını sürdürmesi, ilerlemesi, hayatın
gereklerini yerine getirmesi ve hayattan zevk alması için gerekli bütün eylemleri yapması hakkıdır. (Bu, yaşama
hakkı, özgür olma hakkı ve mutluluğu arama
hakkının anlamıdır). Bir “hak” kavramı yalnızca bir tek eyleme, özellikle, eylem hürriyetine raci olur. Bunun anlamı
fiziki zorlamadan, baskıdan ve diğer insanların
müdahalesine maruz kalma korkusundan emin olmak demektir. Böylece her birey için, bir hak bir
“pozitif”in, onun kendi yapısına göre, kendi amaçları için, kendi gönüllü, zorlanmamış
seçimiyle hareket etme hürriyetinin moral
tasdikidir. Onun hakları diğer insanlara, negatif bir yükümlülük, yani onun haklarını ihlal etmekten uzak durmak
dışında hiçbir yükümlülük yüklemez. Hayat
hakkı bütün hakların kaynağıdır ve mülkiyet hakkı bütün hakların tek aracıdır. Mülkiyet hakkı olmaksızın başka
hiçbir hak mümkün olamaz. İnsanoğlu hayatını
kendi gayretiyle devam ettirebileceğinden, kendi emeğinin –gayretinin ürününe sahip olma hakkı bulunmayan insan
kendi hayatını devam ettirmek için hiçbir
yola sahip değildir. Ürettikleri diğer insanlar tarafından gasp edilen insan bir köledir. Şu noktayı hatırda tutmalıyız: Mülkiyet
hakkı, eyleme yönelik bir haktır, bütün diğer hakları gibi, bir nesneye yönelik bir
hak değil eyleme ve o nesneyi üretmenin
veya kazanmanın sonuçlarına yönelik bir haktır. Mülkiyet hakkı bireyin herhangi bir mal mülk kazanacağının bir
garantisi değil, sadece kazandıklarına sahip olacağının bir garantisidir. Mülkiyet
hakkı, maddi değerleri kazanma, muhafaza
etme, kullanma ve elden çıkarma hakkıdır.
Birey hakları kavramı o tarihte o kadar yenidir ki, pek çok kişi bu
kavramı bugüne kadar tam olarak
kavrayıp sindiremedi. Sosyal veya mistik etik teorilerine uygun olarak, bazı insanlar
haklarının Tanrının bir hediyesi olduğunu,
diğer bazıları da onların toplumunun bir hediyesi olduğunu ileri sürerler. Fakat, gerçekte, hakların kaynağı
insan tabiatıdır. Bağımsızlık
Beyannamesi insanların “Yaratıcı tarafından inkar edilemez bazı haklarla donatıldığını” ifade etti. İnsanın
ister bir yaratıcının isterse doğanın
eseri olduğuna inanılsın, insanın orijini meselesi şu gerçeği değiştirmez: İnsan, zorlama altında başarılı
biçimde işleyemeyecek özel bir varlıktır
-rasyonel bir varlık- ve haklar insanın özel varlık tarzının bir gerekli koşuludur. “Birey haklarının kaynağı ilahi hukuk veya
kongrenin kanunu değil, fakat kimlik kanunudur.
Haklar, insanın tabiatının insanın insana yaraşır bir şekilde yaşayışı için gerekli kıldığı varlık
şartlarıdır. İnsanın dünyada yaşamak, kendi
hür yargısına göre davranmak, kendi değerleri için çalışmak ve emeğinin ürünlerini muhafaza etmek hakkı mevcuttur.
Eğer dünya üzerinde yaşamak onun amacıysa,
rasyonel bir varlık olarak yaşamak hakkına sahiptir; doğa ona irrasyonel olmayı yasaklar” Birey haklarını ihlal etmek demek, onu kendi
yargısının aksi yönde davranmaya zorlamak
veya onun değerlerini kamulaştırmak demektir. Esas olarak, bunu yapmanın yalnız bir yolu vardır. Fiziksel
zor kullanımı. İnsan haklarının iki muhtemel
ihlalcisi vardır: Suçlular ve siyasi yönetim. Birleşik Devletler’in büyük kazanımı, bunlardan ikincisine ilkinin
eylemlerinin yasal kılıf geçirilmiş versiyonlarını
yasaklamak suretiyle, bu ikisi arasında bir ayırım çizgisi çekmekti.
Bağımsızlık Beyannamesi, “bu hakları güvence altına almak için, insanlar
arasında siyasi yönetimler
oluşturuldu” ilkesine dayandı. Bu ilke; bir devletin tek geçerli haklılaştırılmasını sağladı ve
siyasi gücün tek meşru amacını tanımladı:
Birey haklarını, bireyi fiziksel şiddetten korumak suretiyle, korumak.
Böylece devletin fonksiyonu geleneksel yöneticilik rolü olmaktan çıkıp
hizmetçi olma rolüne dönüştü. Siyasi
yönetim bireyi suçlulardan korumak için kuruldu; anayasa bireyi siyasi yönetimden korumak
için yazıldı. Haklar Bildirgesi (Bill of
Rights) doğrudan doğruya özel vatandaşlara karşı yazılmadı; birey haklarının her türü kamu gücüne veya sosyal güce üstün
olacağının kati beyanı olarak, siyasi
yönetime karşı yazıldı. Sonuç,
Amerika’nın –150 yıl gibi kısa bir süre için- bütünüyle gerçekleştirmeye çok yaklaştığı bir uygar toplum modeliydi.
Bir uygar toplum, toplum içindeki insan
ilişkilerinde fiziksel zor kullanımının yasaklandığı, siyasi yönetimin, bir polis gücü olarak hareket etmek
suretiyle, sadece şiddet kullanımına yönelenlere
karşı ve yalnızca bu kişilerin şiddet kullanması halinde mukabil olarak fiziksel zor kullanabileceği bir
toplumdur. Bu, Amerikan politik
felsefesinin, birey hakları prensibinde zımni olarak beliren esas anlamı ve amacıydı. Fakat ne
nazik bir şekilde formüle edildi, ne tam
olarak kabul edildi, ne de tutarlı biçimde uygulandı. Amerika’nın iç çelişkisi
altruist-kollektivist ahlaklardı. Altruizm özgürlük, kapitalizm ve birey haklarıyla bağdaşmaz.
Hiç kimse mutluluğun aranmasını kurbanlık
bir hayvanın moral statüsüyle birleştiremez. Hür bir toplumu doğuran şey, birey hakları
kavramıydı. Özgürlüğün yok edilmesi, birey
haklarının tahribi ile başlamak zorundaydı.
Bir kollektivist tiran, bir ülkeyi, o ülkenin maddi ve manevi
değerlerini derhal gasbederek
köleleştirmeye cesaret edemez. Bu bir iç çürüme süreciyle yapılmak zorundadır. Aynen maddi alanda bir ülkenin
zenginliğini yağmalamanın o ülkenin parasını
artırarak yapılması gibi. Dolayısıyla, haklar alanında uygulanmakta olan bir enflasyon sürecinde de şahit
olunabilir. Bu süreç yeni türetilmiş “haklar”ın
büyümesini gerektirir ve halk bu yolla kavramın anlamının tersine çevrildiği gerçeğine dikkat etmez. Aynen
kötü paranın iyi parayı kovması gibi, bu
yapay-türeme haklar hakiki hakları inkar eder, yok eder. Şu garip gerçeği mütalaa edin: Hak olduğu
iddia edilen yeni “haklar” ile işçi-köle
kampları iki çelişik vakadır ve bütün dünyada hiçbir zaman hiçbir şey bunlar kadar bol bir şekilde bulunmamıştır. Kurnazlık, haklar kavramının siyasi alandan
ekonomik alana kaydırılmasıydı. Demokrat
Parti’nin 1960 kongresi bu kayışı tam anlamıyla ve açıkça özetler. Buna göre bir Demokrat yönetim “Franklin
Roosevelt’in 16 yıl önce milli bilincimize kazıdığı ekonomik haklar bildirgesini
yeniden tasdik edecektir”. Kongrenin önerdiği
listeyi okuduğunuz vakit “haklar” kavramının anlamını berrak biçimde aklınızda tutun: “1. Endüstri tesislerinde, mağazalarda,
çiftliklerde veya ülkenin madenlerinde yararlı ve kazançlı bir işe sahip olma
hakkı. 2. Uygun yiyecek, giyecek ve
eğlenme, istirahat imkanı sağlamaya yeterli kazanç temin etme hakkı. 3. Her çiftçinin ürünlerini yetiştirme ve onları
kendisiyle ailesine nezih bir hayat
sağlamaya yetecek getiri karşılığında satma hakkı. 4. Büyük, küçük her işadamının, içte ve
dışta, adil olmayan haksız rekabet ve monopollerinin
tahakkümüne düşme korkusundan uzak bir hürriyet ortamında ticari faaliyette bulunma hakkı, 5. Her ailenin uygun bir eve sahip olma
hakkı. 6. Uygun tıbbi tedavi imkanları
edinme hakkı ve sağlıklı bir hayat yaşama ve bundan zevk alma hakkı. 7. Yaşlılık çağıyla hastalık, kazalar ve
işsizliğin doğuracağı ekonomik korkulardan
yeterli korunma hakkı. 8. İyi bir
eğitim hakkı”. Yukarıdaki sekiz
cümlenin her birine bir tek soru eklemek konuyu daha vazıh kılacaktır: Kimin pahasına? İşler, yiyecek, giyecek, eğlence, evler,
tıbbi bakım, eğitim vs. tabiatta kendiliğinden
büyümez. Bunlar insan yapımı değerler –eşyalar ve insan tarafından üretilen hizmetlerdir. Kim sağlayacak
bunları? Eğer bazı insanlara bir hakla,
diğer bazı insanların çalışmalarının ürünleri üzerinde birtakım yetkiler kazandırılırsa,
bunun anlamı, üreten insanların haklarından
mahrum edilmesi ve köle işgücü olmağa mahkum kılınmasıdır. Bir kimsenin “hak” olduğu öne sürülen
herhangi bir hakkı, eğer başka birinin haklarının ihlal edilmesini gerektiriyorsa,
bir hak değildir ve olamaz. Hiç kimse
başka biri üzerine, onun seçimi olmayan bir zorunluluk, bir karşılıksız-bedelsiz görev, bir gönülsüz
hizmetçilik yükleme hakkına sahip olamaz.
“Köleleştirme hakkı” gibi bir hak olamaz.
Bir hak, o hakkın başka insanlar tarafından maddi bakımdan
gerçekleştirilmesini kapsamaz; o
sadece bu gerçekleşmeyi bireyin bizzat kendi gayretiyle elde etmesi hürriyetini kapsar. Bu çerçevede Amerikan Kurucu Babalarının
entelektüel bakımdan ne kadar kesin olduğunu
gözleyin; Onlar mutluluğu arama hakkından söz ederler, mutlu olma hakkından değil. Bunun anlamı şudur: Bir
insan mutluluğunu kazanmak için gerekli gördüğü eylemleri yapma hakkına sahiptir.
Diğer insanlar onu mutlu yapmak mecburiyetinde
değildir. Hayat hakkı, bir insanın
kendi hayatını bizzat kendi çalışmasıyla sürdürmesi hakkıdır. Bu demek değildir ki diğer
insanlar ona hayatın ihtiyaçlarını sağlamalıdırlar. Mülkiyet hakkı, bir insanın mal mülk
kazanmak, bunları kullanmak ve elinden çıkarmak için gerekli ekonomik faaliyetlerde
bulunma hakkına sahip olması demektir;
başkalarının ona mal-mülk sağlamak zorunda olması demek değildir. Söz hürriyeti demek bir insanın,
fikirlerini, siyasi iktidar tarafından baskı altında tutulma, müdahale edilme veya
cezalandırılma tehlikesinden uzak olarak ifade etme hakkına sahip olması demektir.
İfade hürriyeti diğer insanların bu kimseye,
fikirlerini ifade etmek için kullanmak üzere bir konferans salonu, bir radyo istasyonu veya bir baskı makinesi
sağlaması demek değildir. Birden fazla
insanın katılımını icap ettiren herhangi bir iş her katılımcının gönüllü rızasını gerektirir. Tarafların her
biri kendi kararını verme hakkına sahiptir,
fakat hiçbiri kendi kararlarını zorla diğerlerine dayatmak hakkına sahip değildir. “Bir işe sahip olma hakkı” gibi bir hak
yoktur, sadece serbest ticaret hakkı vardır;
bu, bir kimsenin, eğer başka biri onu çalıştırmak isterse, bir iş edinmesi hakkıdır. “Bir eve sahip olma
hakkı” gibi bir hak yoktur, sadece serbest
ticaret hakkı; bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Eğer hiç kimse bir mal için para ödemek istemiyorsa,
şayet hiç kimse bir insanı çalıştırmak
veya onun ürününü satın almak istemiyorsa, “adil bir ücret veya fiyat hakkı” gibi bir hak yoktur. Hiçbir
üretici süt, ayakkabı, sinema filmi veya
şampanya gibi malları üretme yolunu seçmediği takdirde tüketicilerin bunları edinme hakları, “tüketici hakları”
gibi haklar yoktur (sadece onları kendi
kendine üretme hakları vardır). Özel grupların “hakları” yoktur, “çiftçilerin, işçilerin, işadamlarının,
işverenlerin, yaşlıların, gençlerin, doğmamışların
hakları” yoktur. Sadece her bireysel insanın ve bireyler olarak bütün insanların sahip olduğu insan hakları
vardır. Mülkiyet hakları ve serbest
ticaret hakkı insanın tek “ekonomik hakkı”dır (aslında bunlar politik haklardır) –ve
“ekonomik haklar bildirgesi” cinsinden bir şey olamaz. “Ekonomik haklar”ın
savunucularının mülkiyet haklarını ve serbest
ticaret haklarını gasbettiğini gözleyin.
Hatırlayınız ki haklar, bir insanın eylem hürriyetini koruyan, fakat
diğer insanlara hiçbir zorunluluk
yüklemeyen moral ilkelerdir. Özel kişiler bir diğerinin hürriyetine veya haklarına bir
tehdit değildir. Fiziksel zora başvuran ve diğer insanların haklarını ihlal eden
özel kişi bir suçludur ve insanlar ona karşı kanuni korunma hakkına sahiptir. Suçlular herhangi bir ülkede ve herhangi bir
çağda küçük bir azınlıktır. Ve bunların
insanlığa verdiği zarar, insanoğlunun siyasi yönetimlerince gerçekleştirilmiş olan dehşet –katliamlar,
savaşlar, zulümler, gasplar, kıtlıklar,
köleleştirmeler ve toplu tahripler- ile kıyaslandığında çok azdır. Potansiyel olarak bir siyasi yönetim insan
haklarına yönelik en tehlikeli tehdittir;
siyasi yönetim yasal olarak silahsızlandırılmış kurbanlara karşı fiziki zor kullanma konusunda hukuki bir
tekeli elinde tutar. Birey haklarıyla sınırlandırılmadığı
ve kısıtlanmadığı zaman bir siyasi yönetim insanın en ölümcül düşmanıdır. Haklar Bildirgesi, özel
kişilerin eylemlerine karşı değil siyasi
yönetimin eylemlerine karşı yazıldı. Şimdi
birey haklarının tahrip edilme mekanizmasını gözleyin. Süreç, siyasi yönetime anayasal olarak
yasaklanmış belirli ihlalleri özel kişilerin
üstüne atmak ve böylece yönetimi bütün sınırlamalardan kurtarmaktan oluşur. Bu yöntem söz hürriyeti alanına
doğru gittikçe daha aşikar oluyor. Kollektivistler
yıllardır bir özel kişinin ona muhalif olan birini finanse etmeyi reddetmesi fikrinin, muhalifin hür
konuşma hakkının ihlali ve bir “sansür”
eylemi olduğu yolundaki görüşü propaganda etmektedirler. Kollektivistler, eğer işadamları kendilerini
suçlayan, küçülten ve lekeleyen bir dergiye
reklam vermeyi reddederlerse bunun “sansür” olduğunu iddia ederler. Bir TV programı destekleyicisi yapımını
finanse ettiği bir programda gerçekleştirilen
kendine yönelik tecavüzlere itiraz ederse, bunun bir “sansür” olduğunu öne sürerler –eski başkan
yardımcısı Nixon’u suçlamak üzere davet edilen Alger Hiss’in olayındaki gibi-
Ardından Mr. Newton N. Minow konuşur: “Oranlamalar
yoluyla, reklamcılar, şebekeler ve kendi alanlarında önerilen programları reddeden şirketler yoluyla bir
sansür uygulaması vardır”. Aynı Mr. Mnow
program yapımında kendi görüşlerine uymayan televizyon istasyonlarının yayın izinlerini iptal etmekle tehdit eder
ve bunun sansür olmadığını öne sürer. Bu
çeşit bir eğilimin uygulamalarını gözleyin:
“Sansür” yalnızca siyasi yönetimin eylemleri için kullanılabilecek bir
terimdir. Hiçbir özel eylem sansür
değildir. Hiçbir özel kişi veya şirket bir insanı susturamaz veya bir yayını engelleyemez;
sadece devlet bunları yapabilir. Özel kişilerin
konuşma hürriyeti, aynı fikirde olmama, dinlememe ve kendi düşmanlarını finanse etmeme haklarını
kapsar. Fakat “ekonomik haklar
bildirgesi” gibi doktrinlere göre bir birey, kendi maddi varlığını kendi kanaatlerine göre kullanma
hakkına sahip değildir ve kendi parasını,
ayırım yapmaksızın, onun mülkiyeti üzerinde bir “hakkı” olan herhangi bir konuşmacıya ve propagandiste
devretmelidir. Bunun anlamı şudur:
Fikirlerin ifadesi için araçlar sağlama yeteneği bir insanı herhangi bir fikre sahip olma –bir fikri
savunma- hakkından mahrum eder. Buna göre
bir yayınevi, değersiz, yanlış veya zararlı (kötü) bulduğu kitapları neşretmek zorundadır –bir TV programının
mali giderlerinin karşılayıcısı kendi kanaatlerini
tahkir eden yorumcuları finanse etmek mecburiyetindedir- bir gazetenin sahibi kendi başyazı sütunlarını
basının köleleştirilmesi için yaygara yapan
genç serserilere tahsis etmelidir. Bu, bir grup insan çaresiz sorumsuzluğa sokulurken, diğer bir grup insanın sınırsız
yetki “hakkı” kazanması demektir. Fakat
her isteyene bir iş, bir mikrofon, bir gazete sütunu sağlanması açıkça imkansız olduğundan, mal-mülk sahiplerinin
seçme hakkı kaldırıldığı zaman “ekonomik
haklar”ın dağıtımını ve bu dağıtımdaki alıcıları kim belirleyecektir? Mr. Minow bu sorunun cevabını gayet açıkça
ortaya sermektedir. Eğer Mr. Minow’un
formülünün yalnızca büyük mülkiyet sahiplerine uygulanacağını zannetme hatasına düşerseniz, şunu
anlamalısınız: “Ekonomik haklar” teorisi, her tiyatro yazarı olmayı düşleyene, her avare
şaire, her gürültücü besteciye, her politik
himayecisi olan ressama, sizin, gösterilerini izlememek veya eserlerini almamak yoluyla onlara vermekten
kaçındığınız mali desteğin sağlanması hakkını da kapsar. Yoksa, sizin vergi paranızı
sübvanse edilmiş sanat için harcamanın anlamı nedir? Bazı insanlar “ekonomik haklar” hakkında
gürültü yaparken, politik haklar kavramı
ortadan kayboluyor. Hür konuşma hakkının bireyin kendi görüşlerini savunma ve diğer insanlarla uyuşmama
muhalefet edilme, fazla tanınmayan – ünsüz biri olma ve destekten mahrum kalmayı da
kapsayan muhtemel sonuçların karşılama hürriyeti olduğu unutuluyor. “Özgürce
konuşma hakkı”nın siyasal fonksiyonu muhalifleri
ve makbul olmayan azınlıkları zora dayanan bastırmadan korumak demektir, onlara destekler, avantajlar ve
kazanmadıkları bir çok tutulurluğun ödüllerini
garanti etmek değildir. Haklar Bildirgesinde
şöyle denir: “Kongre konuşma özgürlüğünü, veya basın özgürlüğünü kısıtlayan hiçbir kanun
yapmayacak...” O, özel vatandaşlarının, onların yok edilmesini savunan birine bir
mikrofon, veya onları soymaya çalışan hırsıza
bir anahtar veya onların boğazlarını kesmeyi isteyene bir bıçak sağlamalarını talep edemez. Politik haklara karşı, “ekonomik haklar”
formülü zamanımızın en hayati sorunlarından
birinin ifadesidir. Bu formül ya o, ya da öbürü formülüdür. Biri diğerini tahrip eder. Fakat, gerçekte hiçbir
“ekonomik hak”, “kollektif hak”, “kamu
çıkarı hakları” yoktur. “Birey hakları” terimi bir gereksizliktir, sadece hak vardır, başka hiçbir çeşit hak ve onlara
sahip olacak kişi, kimse yoktur. Laissez-faire
kapitalizmini savunanlar, insan haklarının yegane savunucusudurlar.
* Bu metin Prof.Dr.Atilla Yayla tarafından tercüme
edilmiştir.Bkz: Ayn Rand, “İnsanın
Hakları”, içinde: Sosyal & Siyasal Teori –Seçme Yazılar-, (Der:Atilla Yayla), Ankara: Siyasal
Kitabevi,1993. 258-264.
ESTETİK
Estetik, sanatı inceleyen felsefe dalıdır.
İnsan bilgisi, felsefe denen kök üzerinde iki dal halinde gelişir.
Bu dallardan biri, fiziki dünyayı -insanın fiziki mevcudiyetiyle ilgili
fenomenleri- inceler; diğeri, insanı -insan bilinciyle ilgili fenomenleri-
inceler. Birinci dal, soyut bilime yol açar; soyut bilim, uygulamalı bilime
veya mühendisliğe yol gösterir; uygulamalı bilim, teknolojiyi -maddi değerlerin
fiilen üretimini- mümkün kılar. İkinci dal, birinciye benzer bir yönelimle, sanatı
mümkün kılar.
Sanat, ruhun (bilincin) teknolojisidir.
Sanat, üç felsefi disiplinin ürünüdür: metafizik, epistemoloji ve
ahlak. Metafizik ve epistemoloji, insan fenomeninin soyut bilimidir. Bu soyut
temel üzerinde bina olunan ahlak, insan fenomeninin uygulamalı bilimidir:
hayatının amaç ve çizgisini belirleyen seçim ve faaliyetlerinde insanı
yönlendiren değerler sistemini tanımlar; yani, ahlak, insan inşaının
mühendisliğidir: prensipleri ortaya koyar, projeleri çizer. Sanat, insan
inşaının teknolojisidir: nihai ürünü yaratır, model inşa eder.
Bu analojiyi vurgulayalım: sanat öğretmez; sanat, nihai amacın tam
ve somut realitesinin nasıl olacağını teşhir eder. Öğretmek, ahlakın görevidir.
Sanatın amacının "öğretmek" ile olan ilgisi, bir uçağın amacının
"öğretmek" ile olan ilgisinden daha fazla değildir. Nasıl ki, bir
uçağın incelenmesinden, onun parçalarına demonte edilmesinden bir çok şey
öğrenilebilirse; benzer şekilde, bir sanat eserinin incelenmesinden de-insanın
tabiatı, insanın ruhu (bilinci), insanın mevcudiyeti hakkında- çok şey
öğrenilebilir. Fakat, bunlar, sadece yan faydalardır. Bir uçağın birincil
amacı, insana uçmayı öğretmek değil, ona uçma deneyini fiilen yaşatmaktır.
Sanatın birincil amacı da, aynı şekilde düşünülmelidir.
Sanatın; şeyleri, "olabileceği ve olması gerektiği gibi"
temsil etmesi, insanın bu şeylere, gerçek hayatta erişmesine yardımcı olur;
ama, bu yarar, sadece ikincil bir değerdir. Birincil değer; sanatın, şeylerin
olması gerektiği gibi olduğu bir dünyada yaşama deneyini insana tattırmasıdır.
Bu deney, insan için hayati önemi haizdir.
İnsanın heves ve ihtirasları sınırsız olduğundan, değerleri
peşindeki çabası ömür-boyu bir süreç olduğundan ve değerlerinin yüksekliği
arttıkça, mücadelesi de güçleştiğinden; öyle bir ana, öyle bir saate veya öyle
bir belirli zaman süresine ihtiyaç duyar ki; bu zaman zarfında, görevini
bitirmiş olduğu duygusunu yaşasın; değerlerinin başarılı bir şekilde elde
edilmiş olduğu bir evren içinde yer aldığı duygusunu yaşasın. Bu, daha ileri
gitmek için enerji, yakıt elde edilen bir mola süresi gibidir. Sanat ona bu
yakıtı verir; bir insanın kendi hayat hissinin objektifleştirilmiş realitesini
görebilip, üzerinde düşünmesi zevkini verir; o insanı, bir süre için o insanın
ideal dünyasında yaşatarak, o dünyada bulunmanın zevkini tattırır.
Verili bir birey, bu deneyin anlamını, kendi hayatına tercüme
etmek üzere fiilen davranmayı seçebilir; veya, bu deneyin esinlendirdiği
şekilde yaşamakta başarısız kalıp, hayatının geri kalan kısmını, bu esine
ihanet etmekle geçirebilir. Fakat, sonuç ne olursa olsun; sanat eseri,
dokunulmaz bir mevcudiyet kazanmıştır: kendi kendine yeterli tam bir varlıktır;
erişilmiş, gerçekleştirilmiş, sabit bir realite olgusudur; adeta, karanlık bir
yol kavşağını aydınlatmak üzere dikilmiş ve "Bu mümkündür" diye ses
veren bir işaret feneridir.
Fakat, esefle söylenmelidir ki; sanatın insan bilgisinde işgal
ettiği yerin ölçüsü; sanatın, insan bilinci için yaptığı fonksiyonun büyük
önemiyle ters orantılı olagelmiştir. Bugün, fizik bilimlerinde kaydedilen
ilerlemenin büyüklüğü ile beşeri bilimlerde varolan durgunluk (hatta gerileme)
arasındaki uçurumun belki en çarpıcı göstergesi, sanata yaklaşımda sergilenen
pervasız irrasyonelliktir.
Fizik bilimleri hala (gittikçe tahrip olmakta olan) rasyonel bir
epistemolojinin kalıntılarınca yönlendirilir; oysa, beşeri bilimler, hemen
hemen tamamen mistisizmin ilkel epistemolojisine terkedilmiştir. Fizik
bilimlerinde, atom-altı parçacıklardan, en uzak yıldızlara kadar bütün
fenomenler incelenebilecek bir düzeye erişilmişken; sanat fenomeni, karanlık
bir esrar gibi kalmıştır: sanatın tabiatı, insan hayatındaki fonksiyonu veya
muazzam psikolojik gücü hakkında çok az şey öğrenilmiştir. Oysa, sanat, çoğu
insan için büyük önem taşıyan, derin kişisel ilgi uyandıran bir fenomendir;
sanat, -yazılı tarih öncesi dahil- bütün medeniyetlerde mevcut olmuş, insanın
her adımına eşlik etmiştir.
İnsanlık, bir istisna ile her bilgi alanında, mistik kahinlerden
rehberlik bekleme pratiğini terkedecek kadar olgunlaşmıştır; bu istisna
estetiktir. Estetikte, bu pratik hala tam anlamında geçerlidir ve giderek daha
aşikar bir hale gelmektedir. Mistik kahinin mesleğinin püf noktası,
anlaşılmazlıktı; bugünün estetiğinde de: anlaşılmazlık, bir değer
zannedilmektedir. Nasıl ki, ilkel vahşiler, tabiat fenomenlerini olduğu gibi
kabul etmiş; bu fenomenleri, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir
birincil zannetmiş; ve, bu fenomenlerin kaynağını bilinmez cinlere
atfetmişdilerse; benzer şekilde, bugünün epistemolojik vahşileri de, sanatı
olduğu gibi kabul etmiş; onu, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir
birincil zannetmiş; ve, sanatın kaynağını özel bir tür bilinmez cinlere
atfetmişlerdir: hissettikleri duygular. Aralarındaki tek fark, tarih-öncesi
vahşilerin hatasının masumca yapılmış olmasıydı.
Alrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde
kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak
görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi
yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal)
ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en
gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin
iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun
kasvetli zindanına çevirmesidir.
Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın
fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye,
genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin
gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin
ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat,
realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün
insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.
UZLAŞMANIN ANATOMİSİ
AYN RAND
Çeviri: EKMEN EZEL
KAYNAK: Liberal Düsünce Topluluğu
Bir insanın
-ya da bir kültürün entellektüel ve moral yozlaşmasının en önemli belirtisi,
görüş ve amaçların, çok kısa vadenin somut sınırları arasına çekilmesidir. Bu,
kişinin mental işlevlerinden veya bir toplumun ilgilerinden çıkarılan
soyutlamaların gitgide artan oranda azalması demektir. Bu yozlaştırıcı bilincin
belirtisi ise ilkelere bağlı düşünme ve davranma yeteneğinin kaybolmasıdır.
"İlke"
diğer bir çok gerçeğin dayandığı, temel, birincil veya genel gerçektir. Yani
ilke, bir çok somuttan kurallaştırılmış bir soyutlamadır. Uzun vadeli
hedeflerini tespit etmek ve her hangi bir anda içinde bulunulan somut
alternatifleri değerlendirmek, ancak bu ilkeler vasıtasıyla yapılabilir.
Kişinin geleceğini planlamasına ve ona ulaşmasına imkan veren sadece bu ilkelerdir.
Kültürümüzün
içinde bulunduğu şu anki durum, ilkelerin toplum tarafından tartışılmasının ne
kadar kaybolduğu, ya da, kültürel atmosferin saçma somutlar üzerine çekişen,
pazarlık eden, küçük duyarsız bir aile seviyesine ne kadar indirgendiği, yahut,
ana değerlerine ihanet ederken, anlık sahte kazanımlar için geleceğin ne kadar
satıldığı ile ölçülebilir.
Daha da garip
ve çirkin olan, bu pazarlığın histerik bir kendini haklı görme havası
içerisinde, bireyin herkesle herhangi bir konuda (tabii asıl uzlaşılması
gereken ilkeler hariç) uzlaşmasını gerekli gören saldırgan bir güvenle ve
"pratiklik'e" panik içerisinde atlayarak yapılıyor olmasıdır.
Oysa (sözde)
'pratik insan' kadar pratik olmayan hiç bir şey yoktur. Kişinin pratiklik
anlayışı en iyi biçimde şu şekilde gösterilebilir; (farzedelim) New York'tan
(Amerikanın bir ucundan) Los Angeles'a (diğer ucuna) arabayla gitmeye karar
verdiniz. Bir harita bulup oraya giden en iyi yola karar vermek pratik olmayan
ve idealistik bir yoldur; zira hemen direksiyona geçip rastgele herhangi bir
yönde veya yolda ilerlemeye başlayıp, tabii başka birşeyi değil ancak sadece
anlık ruh hali ve havayı takip ederek, oraya daha hızlı varırsınız.
Burada gerçek
olan elbette, bu yöntemle oraya hiç varamayacağınızdır. Çoğu insan bu seyahatin
güzergahını düşünerek bu gerçeği ortaya koyarken, aynı insanlar kendi
hayatlarının ve ülkenin gidişatı düşünüldüğünde hiç de aynı şekilde kavrayışlı
olmamaktadırlar.
Son derece
geniş boyutta körlük yaratabilen tek bir bilim (science) aslında görevi insana
"görme'yi" sağlamak olan bir bilim; felsefe. (Oysa) modern felsefe,
gerçekte, insan bilincinin kavrama düzeyine karşı planlı bir saldırı olduğu
için, ki soyutlama, genelleme ve her türlü bilgi entegrasyonunu, ve nedeni
geçersiz kılmak için kararlı girişimlerdir bunlar, son on yıllarda
epistemolojik yabaniliklerin aczi içinde yetişmiş, doğa, işlev ve ilkelerin
pratik uygulamaları hakkında birazcık bilgisi dahi olmayan insanlar
üniversitelerde yetiştirilmektedir.
Bu insanlar,
karmaşık endüstriyel medeniyetin günlük hayatının akıl almaz, şaşkına çeviren
çıkarımları - el yordamı, debelenme, düşme, vazgeçme ve yok olma, kendi
kendilerini nasıl tahrip ettiklerini dahi bilmeme- ile gözleri kapalı, el
yordamıyla bir yön aramaktalar.
Bu intihar
surecine devam etmeyi artık önemsemeyenler (istemeyenler) için, ilkelerin
pratikte nasıl işlediğiyle ilgili bir kaç kuralı ve hedeflerle ilkelerin
ilişkisini göz önüne almak, bu açıdan önemlidir.
Aşağıdaki üç
kural, katiyen ayrıntılı da değildir; bu kurallar geniş bir konuyu anlamaya
yönelik ilk adımlardır.
1. Aynı temel
ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir tartışmadan, tutarlı
olan daha kazançlı çıkar.
2. Farklı
temel ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir işbirliğinden,
kötü ya da irrasyonel olan daha kazançlı çıkar.
3. Karşıt
temel ilkeler açık ve net olarak tanımlandığında, rasyonel olanın avantajı daha
fazladır; ancak gizli yahut kaçamak tanımlamalar söz konusu ise irrasyonel
olanın avantajlı çıkması söz konusudur.
1. Aynı temel
ilkeleri benimsemiş iki kişi, herhangi bir konuda farklı düşünüyorsa bunun
anlamı, ikisinden biri tutarsız demektir. Temel ilkeler uzun vadede
davranışların nihai hedefini belirlediği için, ulaşılmak istenen hedef hakkında
daha berrak (clearer) ve tutarlı görüşe sahip olan yöntem seçiminde daha çok
kez haklı çıkacaktır; karşıt kişinin öne süreceği her türlü itiraz hem
psikoloji hem de mevcudiyet (varoluş) açısından (existentially) onun avantajına
çalışacaktır.
Psikolojik
olarak, tutarsız kişi diğeri gibi aynı fikirleri onaylayacak ve söyleyecektir;
fakat daha zayıf, sulandırılmış biçimde, ve böylece, bahanelerin ardına
sığınan, korkak bir kişi havası yaratarak itibarını düşürürken, şüphe içindeki
taraftarlarının zihinlerinde, rakibinin daha samimi ve cesur olduğu izlenimini
yaratarak, rakibinin zaferini tasdik etmiş, hızlandırmış, onun kazanmasına
yardım etmiş olacaktır.
Varoluş
açısından, ortak hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak her adım veya tedbir, bir
sonraki aşamada aynı yönde daha ileri ve daha can alıcı adım veya tedbirleri
almalarını gerektirecek, (tabii hedef reddedilmediği ve temel hedefler
değiştirilmediği sürece); böylece tutarlı kişinin liderliği perçinlenirken,
tutarsız olan etkinliğini kaybedecektir.
Tartışan iki
kişinin paylaştığı temel ilkelerin haklı ya da haksız, doğru veya yanlış,
rasyonal veya irrasyonel olmasına bakmaksızın tartışma belirtilen istikamette
ilerleyecektir.
Mesela,
Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında, yahut her iki partinin muhafazakârları
ile liberalleri arasındaki tartışmayı düşünelim; her iki parti de temel ahlâkî
ilke olarak altruist (özgeci) olduğundan, her iki parti de nihai hedef olarak
refah devleti veya karma ekonomiyi savunacak. Kimin iyiliği olduğuna
bakılmaksızın ekonomiye yapılan her hükümet müdahalesi, sebep olduğu felaketi
anlık olarak hafifletecek daha ileri müdahaleleri gerektirecek; Demokratlar
hükümetin etkinliğinin arttırılması gerektiği konusunda daha tutarlı
olduklarından, Cumhuriyetçiler umutsuz "bende'ciliğe", Demokratlarca
başlatılmış herhangi bir programı beceriksizce aşırmaya çalışacak, iddialarında
Demokratlarla aynı hedefe ulaşmak için -tabii farklı yollardan- çabaladıklarını
ima eden utanç verici itiraflarda bulunur hale düşeceklerdir.
Kesinlikle
reddedilmesi gereken bu nihayetlerdir (altruizm, kolektivizm, statizm). Fakat
partilerden hiçbirin de bunu yapmayı seçmezse, temel ilkelerinin yarattığı
olayların mantıksal gidişi onları daha, daha da sola sürükleyecektir.
Muhafazakârlar tümüyle oyundan atıldıklarında bu kez aynı tartışma liberallerle
(1)1 bariz sosyalistler arasında sürecek; sosyalistler kazandığında, aynı
tartışma bu kez de onlarla komünistler arasında yapılacak; komünistler
kazandığında altruizmin nihai hedefine ulaşılmış olacaktır; topyekün
kendini-feda (total immolation).
Bu süreci
durdurmanın ya da değiştirmenin, temel ilkeler değiştirilmedikçe hiç bir yolu
yoktur.
Yeryüzündeki
her ülkede bu sürecin kanıtları üstüste yığılmaktadır. Ve bunu izlerken,
düşüncesizlik (unthinking), belirtilmemiş bazı yollarla, bazı bilinemeyen
vasıtalarla, insanlığı komünizm çukuruna çekmeye çok önceden mahkum eden,
"tarihsel zorunluluk" denen gizemli, akıl ermez gücü fısıldamaya
başlar. Oysa böyle fatalistik hiç bir tarihsel zorunluluk yoktur: Dünyadaki
olayları yönlendiren gizemli güç, insani ilkelerin dehşet verici gücüdür ve bu
sadece onu etkisiz diye ıskartaya çıkartmak üzere eğitilmiş "pratik"
modern yabaniler için esrarengizdir.
Ancak,
tartışmalı da olsa, karma ekonomi savunucuları da özgürlüğü -en azından bir
kısmını savunuyorlar ki niçin onların irrasyonel kısmı kazanmalı? Bu soru bizi
şuna götürür;
2. Farklı
temel ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir işbirliğinden,
kötü ya da irrasyonel olan daha kazançlı çıkar.
Rasyonel
(ilke, öncül, fikir, politika veya davranış) gerçeğin olguları ile uyumlu
olandır; irrasyonel ise olguları reddeder ve bunun yanına kâr kalması için
çalışır.
İşbirliği,
müşterek teşebbüstür; davranışların ortak yoludur. Rasyonel (iyi),
irrasyonelden (kötüden) hiç bir kazanç elde edemez; onun yetersizlik ve
suçlarını paylaşmaktan başka; irrasyonel ise rasyonelden herşeyi edinir' onun
değer ve başarılarını paylaşır. Bir sanayicinin başarı için bir hırsızdan
gelecek hiç bir yardıma ihtiyacı yoktur; oysa hırsızın varolmak için
sanayicinin başarısına ihtiyacı vardır. Aralarında nasıl bir işbirliği olabilir
ve bu nereye kadar gidebilir ki?
Bir kişi
karma ilkelere sahipse, onun kötü yanı, değerini düşürecek, köstek olacak,
üstün gelecek ve sonuçta faziletlerini tahrip edecektir. Arada bir hırsızlık
yapan dürüst bir insanın ahlâkî durumu nedir? Aynı şekilde eğer bir grup insan
karma hedeflerin peşine düşerse, kötü ilkeler iyileri defedecektir. Arada bir
hükümeti insan haklarını ihlâl eden özgür bir ülkenin politik durumu nedir?
Bir iş
ortaklığı düşünün; bir taraf dürüst ise ve diğeri dolandırıcı, ikincisi işin
başarılmasına hiç bir katkı yapmaz; fakat birincinin ünü, dolandırıcının
kurbanlarını savunmasız bırakır ve dolandırıcıya kendi başına sağlayamayacağı
kadar geniş ölçüde şanslar sağlar.
Şimdi
Birleşmiş Milletlerde (BM) yarı özgür ülkelerle, komünist diktatörlüklerin
işbirliğini düşünün. İddia edildiği şekliyle, barış, özgürlük ve insan
haklarına ithaf edilmiş bir kuruluştur, BM; tarihteki en acımasız saldırgan, en
kanlı diktatörlük, en geniş çaplı kitle katili ve kitlekölecisi (mass-enslaver)
olan Sovyet Rusya da imtiyazlı üyelerindendir. Bu saptamaya eklenecek tek bir
kelime dahi yok ve hiç bir şey bunu hafifletemez. Bu, medeniyeti, ahlakı ve
aklı küçük düşürücü öylesine bariz bir kötülüktür ki, gelişmelere kısaca
değinmekten başka, daha ileri hiç bir tartışma gerekli değildir.
Psikolojik
olarak, BM, demoralizasyon, sinizm, keskinlik, umutsuzluk, korku ve adı
konmamış bir suçluluğun, Batı dünyasını yutan gri bataklığının mukavelesidir.
Oysa komünist dünya hem ahlâkî tasdik, hem Batı dünyasından medeni saygınlığın
tescilini kazanmıştır; kurbanlarını aldatmak için Batı dünyasının yardımını
kazanmıştır; eşit ortak olmanın hak ve prestijini kazanmıştır; böylece insan
hakları ile kitle kasaplığı arasındaki farkın sadece politik görüş farklılığı
olduğu nosyonunu yerleştirmiştir.
Komünist
ülkelerin deklare edilmiş amacı, dünyanın fethedilmesidir. (Relatif olarak)
özgür ülkelerle işbirliği yaparak, onların maddi, finansal, bilimsel ve
entellektüel kaynaklarını kazanmaya yönelmişlerdir; oysa özgür ülkelerin
onlardan kazanacağı hiç bir şey yoktur. İki taraf arasında, böyle ortak
politika ya da uzlaşmanın mümkün olan tek şekli, kendilerini soymamaları
karşılığında silahlı gangsterlere yavaş yavaş teslim olmalarını sağlayan
anlaşma yapmış mülk sahiplerinin politikasıdır.
BM, dünya
yüzölçümünün ve nüfusunun Sovyet Rusya'nın silahla ele geçirmeyi hayal
edebileceğinden daha büyük kısmını Sovyet Rusya'nın gücüne teslim etmiştir.
Katanga'ya (2)2 yapılan muamele ile Macaristan'a yapılan muamelenin
karşılaştırılması, BM politikaları hakkında yeterli bir örnek teşkil eder. BM,
iddia edildiği gibi, saldırganı durdurmak için birleşmiş dünya gücü kullanmak
amacıyla kurulmuşken, bir savunmasız ülkenin, saldırganın gücüne teslimiyetini
zorlayan birleşmiş dünya gücünün kullanılmasının aracı haline gelmiştir.
Epistemolojik
yabanilerden başka kim işbirliğinde böyle bir deneyden, farklı sonuçlar
bekleyebilirdi ki? Yönetim kurulu toplumun gangsterleri olan suçla savaş
komitesinden ne bekleyebilirsiniz ki?
Bu sadece
temel ilkelerin topyekün geçiştirilmesi ile mümkün olur. Ve bu durum bize şunun
nedenini gösterir:
3. Karşıt
temel ilkeler açık ve net olarak tanımlandığında, rasyonel olanın avantajı daha
fazladır; ancak gizli yahut kaçamak tanımlamalar sözkonusu ise irrasyonel
olanın avantajlı çıkması söz konusudur.
Herhangi bir
anlaşmazlığı rasyonel tarafının kazanması, amacının anlaşılması ile mümkündür.
Gizleyeceği hiç bir şey yoktur, çünkü gerçek onun müttefikidir. İrrasyonel
taraf aldatmak, karıştırmak, yan çizmek ve hedefini gizlemek zorundadır. Sis,
kasvet ve karanlık aklın değil, irrasyonelin tek silahıdır.
Tahrip etmek
için hiç bir düşünce, bilgi veya tutarlılık gerekmez; oysa başarmak ve yaratmak
için süregelen (unremitting) düşünce, muazzam bilgi ve taviz vermeyen katı bir
tutarlılık gereklidir. Her hata, yan çizme ve çelişki, tahripkârın hedefine
ulaşmasına yardım eder; sadece akıl ve mantık yapıcı hedefe ilerleyebilir.
Negatif, olmamayı (umursamazlık, iktidarsızlık, irrasyonalite) gerektirir;
pozitif varolmayı, (mevcudiyeti) (bilgi, etkinlik, düşünce) gerektirir.
Kötülüğün
yayılması, yutulmanın belirtisidir. Temel ilkelerde uzlaşma olmayacağı
gerçeğinden yan çizenlerin moral yetersizliği; ihmalkârlığın kötünün
kazanmasının tek şansıdır.
* "The
Anatomy of Compromise", Capitalism: The Unknown Ideal, Signet Publications,
NV, USA, ss. 144-149.
EN SEFİL İNSAN AMAÇSIZ OLANDIR.
"Hayatım
ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yasamayacağım,
ne de onlardan benim hatırım için yasamalarını isteyeceğim.": John Galt
Galt'ın bu
sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik
sistem, temellerini zimnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten
alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanin
hayatta kalmak için en temel aracı ise, rasyonalite de en yüksek erdemidir.
Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanin
ahlaki zorunluluğudur. Objektivist etiğin değer standardı, insanin insanca
vasıflarını muhafaza ederek yasaması, yani insan hayati için, ya da diğer bir
deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için
gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanin kendi iyiliği için
yasadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini
başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini
savunur.
Atlas
Shrugged'ın kadın kahramanı :"temel bir suçluluk duygusu yasamaya muktedir
değildi" der. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan
varolabilir mi? Bu cümledeki anahtar kelime "temel"dir. Temel bir
suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değerlendirme ve
yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu
insanin yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.
Ebedi günah gibi..
Ebedi günah
olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin kabul
edemeyeceği veya duygusal olarak yasayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı
ahlaki dışlayan bir kavramdır. Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda
tercih hakki yok demektir. Tercih hakki yok ise konu ahlakin alanına dahil
değildir. Ahlak sadece insanin hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun
tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla
suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi
hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere
sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı hak etmedigini görmektedir.
Tamamıyla ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı hak etmedigi bir
suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.
Atlas
Shrugged'da ana karakterlerden birine "En sefil insan tipi nedir?"
diye soruluyor. Cevap ta: "Bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör
demiyor. "Amaçsız biri" diyor.
Hayatlarını
açıkça tanımladıkları bir amaçları olmadan devam ettiren çoğu insan sefil bir
yaşam sürmekte…
Çünkü tüm
kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizim, diktatörlük ve herhangi bir kötülük
insanin gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur. Düşünememesinin sonucu… Amaçsız
bir adam gelir geçer duyguların ve tanımlayamadığı dürtülerin etkisiyle oradan
oraya savrulan ve kendi hayatinin kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü
kötülüğü yapmaya muktedir biridir. Hayatinizi kontrol etmeniz için bir amacınız
olması gerekir. Üretken bir amaç…
"Hitler
ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar miydi.Açık bir amaçları yok
muydu?" diye sorabilirsiniz:
Tabii ki
hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine
dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret
etmişlerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged'taki James Taggart
karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda
olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya
yaratıcı bir amaçla ayni şey değildir.
Merkezi bir
amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin
hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar,
hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklinin hakimiyetine
açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur
gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez.
Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rasgele
etkilerin ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk
alamaz.
Hiçbir zaman
bulamayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.
Mantık insan
bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel
davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın
aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey
anlatmaz; sadece gerçekler hakkındaki tahminlerinize dair bir izlenimdir.
Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak
kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek temel
önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de
zahmet etmediginiz bir duygudur. Peki "kaprislerle hareket etmek" ne
demek oluyor? Bu, insanin bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak
istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yasamasıdır. Bu insanin
geçici bir delilik hali içinde yasaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz
bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyfin, canilerin kan dökerken aldığı
keyfe benzeyeceğini düşünüyorum. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece
yıkım getirebilir.
Duygularımızın
olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanin
değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil
sonuçturlar.
İnsan eğer
mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi arasında
mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız raddede
bir çelişki olmak zorunda değildir.
Rasyonel
insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden
kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar. Eğer önkabulleri
yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı
duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin
nedenini ve hakli olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve
duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil
hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir;
rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını
sebep aklini ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani
eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklini duygularını rasyonalizm
etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor
demektir.
Böylelikle
kendini zulmüme, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin ve
başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz.
DEVLETÇİLİK
VE LAİSSEZ-FAİRE KAPİTALİZMİ
Savaş adına kapitalizme karşı çıkanlar; barış adına
devletçiliği savunuyorlar.
Laissez-faire kapitalizmi bireysel hakları, bu yüzden sosyal ilişkilerde
kuvveti yasaklayan, sömürü ve savaşa temelden karşı olan tek sistemdir. Çünkü
üretme özgürlüğü olan insanları hiçbir şey yağmaya teşvik edemez. Bu insanların
savaştan kazanacakları hiçbir şey yoktur. Aksine kaybedecekleri çok şey vardır.
İdeolojik olarak, bireysel haklar
prensibi, bir insanın kendi ülkesinde veya başka bir ülkede silah kullanarak
kendi geçimini sağlamasına müsade etmez .
Ekonomik olarak, savaşlar çok
paraya mal olur. Servetin özel olarak sahiplendiği serbest bir ekonomide,
savaşın maliyeti özel vatandaşların gelirlerinden sağlanır. Gerçekleri saklamak
için aşırı şişirilmiş bir kamu hazinesi yoktur ve bir vatandaş savaşı kazanarak
kendi maddi kayıplarını geri almayı umamaz. Bu yüzden, onun ekonomik çıkarları
barış tarafındadır.
Servetin "kamu tarafından
sahiplenildiği" devletçi bir ekonomide, savaş bir vatandaşı,
efendilerinden daha büyük bir bağış koparma yanlış bir ümit verirken, onun
barışı muhafaza etme ile koruyacağı hiçbir ekonomik çıkarı yoktur ve o bağış
da, ortak sepet içinde sadece bir damladır. İdeolojik olarak, bu vatandaş
insanları kurban edilecek hayvanlar olarak görecek şekilde eğitilmiştir.
Kendisi böyledir ve aynı devletin çıkarı için aynı kamu sunağı üzerinde
yabancıların niçin kurban edilmemesi gerektiğine dair hiçbir anlayışa sahip
olamaz.
Tüccar ve savaşcı tarih boyunca
birbirine taban tabana zıt kimliklerdir. Savaş alanlarında ticaret gelişmez,
fabrikalar üretim yapmaz. Yıkıntılar altında kar artmaz. Kapitalizm bir
tüccarlar toplumudur ve bu nedenle kapiatalizm, ticareti "bencil",
feth etmeyi ise "soylu" gören her silahlı haydut tarafından
eleştirilir.
Barışla gerçekten ilgilenenler
kapitalizmin insanoğluna tarihteki en uzun barış dönemini yaşattığını
görsünler. Bu, 1815-1945 arasında (99 sene) tüm uygar dünyayı kapsayan hiçbir
savaşın olmadığı dönemdir. Bu dönem insanoğlunun kapitalizme en fazla
yaklaşabildiği dönemdi. Fakat devletçilik unsuru 19.yıl boyunca büyümeye devam
etti ve 1914'de dünyayı ateşe attğında, savaşa karışan hükümetlerde devletçi
politikalar egemendi. Tıpkı iç konularda devletçiliğin yol açtığı bütün
kötülükler ve hükümet kontrollerinin kapitalizmin üzerine atılması gibi, dış
konularda da devletçi politikaların bütün suçu kapitalizme atılmış ve
atfedilmiştir.
"Kapitalist emperyalizm",
"Savaş vurgunculuğu" gibi safsatalar veya kapitalizmin askeri
fetihlerle "para" kazanmak zorunda olduğu fikri, devletçi yorumcu ve
tarihçilerin sığlık ve ahlaksızlık örnekleridir. Oysa 19. yüzyılda, feodalizmin
ve mutlak monarşilerin devletçi zalimliğinin kalıntılarını mahvederek dünyayı
bağımsızlaştıran serbest ticarettir.
Kapitalizm yurt içinde ve dışında
pazarlarını serbest rekabet ile kazanır. Savaşla kazanılan bir pazar, sadece,
onu uluslararası rekabete kapatmak, sınırlayıcı düzenlemeler getirmek ve
böylece kuvvet kullanarak özel imtiyazlar elde etmek isteyen yarı-devletçi
karma ekonomi savunucuları için (geçici olarak) değerli olabilir.
Kendi ülkesinde hükümet aracılığı
ile özel avantajlar peşinde koşan aynı tip iş adamı, yurt dışında da hükümet
aracılığıyla özel pazarlar aramıştır. Kimin pahasına? Bu gibi işler için vergi
ödemiş olan, fakat hiçbir şey kazanamamış olan işadamlarının büyük çoğunluğunun
pahasına.
Bu gibi politikaları haklı
gösteren ve onları halka yutturan kimdir? "Kamu çıkarı" veya
"Ulusal saygınlık" ya da "Aşikar kader" gibi doktrinler
üreten devletçi entelektüeller. Tüm devletçi ekonomilerin gerçek savaş
vurguncuları, eskiden de bugün de, işte bu aynı tiptir: Bir savaş esnasında
veya sonrasında hükümet kıyakları ile servet elde etmiş siyasi nüfus sahibi
insanlar...
Eğer insanlar savaşa karşı çıkmak
isterlerse, onların karşı çıkması gereken şey devletçiliktir. İnsanlar,
bireylerin kolektivite için kurbanlar oldukları, bazı insanların diğerlerine
kuvvet kullanarak yönetme hakkına sahip oldukları ve bazı sözde
"Fayda" adına bunun haklı olabileceği şeklindeki Kabile İnancını
muhafaza ettikleri müddetçe, bir ulusun kendi içinde de, uluslar arasında da
BARIŞ olamaz.
Kaynak: "Kapitalizm:
Bilinmeyen İdeal"
JOHN GALT KİM?
Sıfıra
tapanlar...Hayata ulaşmakla ölümden kaçınmak aynı şey değildir. Neşe, acının -
zeka, aptallığın - ışık, karanlığın -kişilik de kişiliksizliğin yokluğu
değildir. Çünkü: İnşa etmek, yıkımdan uzak durmakla sağlanamaz.
Oniki
yıldır sorup duruyorsunuz:John Galt Kim?
Ben
John Galt'ım. Hayatını seven adamım. Diğerlerine olan sevgisini feda etmeyen
adamım. Sizi kurbanlarınızdan mahrum bırakan, böylelikle dünyanızı yıkan
adamım. Eğer bilmekden nefret eden sizler, neden yok olmakda olduğunuzu
öğrenmek istiyorsanız, şimdi onu söyleyecek olan adam da benim.
Bu çağın manevi kriz çağı olduğu söylendi size. Bunu sizde kendinize
söylediniz. Yarı korkuyla, yarı bu sözlerin bir anlam taşımamasını umarak.
Dünyayı insanların günahları mahvediyor, diye haykırdınız, insan yapısını
suçladınız, talep ettiğiniz sevapları insanların uygulamamasına kızdınız. Sizin
gözünüzde değer demek, fedakarlık demek olduğu için, peşpeşe gelen her felakete
yeni fedakarlıklar istediniz. Ahlaka geri dönüş adına, ıstıraplarınızı medeni
olan kötülükler diye nitelediğiniz şeyleri feda ettiniz. Adaleti acımaya feda
ettiniz. Bağımsızlığı birliğe feda ettiniz. Mantığı inanca feda ettiniz.
Serveti ihtiyaca feda ettiniz. Özsaygıyı, kendini inkar etme eğilimlerine feda
ettiniz. Mutluluğu da göreve feda ettiniz.
Kötü saydığınız her şeyi feda edip, iyi saydığınız her şeye ulaştınız. O halde
çevrenizdeki dünyaya bakınca neden dehşetle büzülüyorsunuz? Bugünkü dünya sizin
günahlarınızın bir ürünü değil, sevaplarınızın bir ürünü. Sizin manevi
idealleriniz gerçekleştirdi bu dünyayı... hem de en son ve en ideal haliyle. O
uğurda mücadele ettiniz, hep onun rüyasını gördünüz, onu istediniz, ben de
...sizin dileklerinizi gerçekleştiren kişi oldum.
İdealinizde,
amansız bir düşman vardı, sizin ahlaki düsturunuz onu yok etmek üzere
tasarlanmıştı. Ben o düşmanı ortadan çektim. Onu sizin yolunuzun üzerinden ve
ulaşabileceğiniz yerlerden çektim. Onu sizin yolunuzun üzerinden ve
ulaşabileceğiniz yerlerden çektim. Biree birer feda etmekte olduğunuz tüm o
kötülüklerin kaynağını kaldırdım ortadan. Savaşı sona erdirdim. Motorunuzu
durdurdum. Dünyanızı insan aklından yoksun bıraktım.
İnsanlar
akılla yaşamaz, mı demiştiniz? Akılla yaşayanları çekip aldım. Akıl
yetersizdir, güçzüdür mü demiştiniz? Ben güçsüz olmayan akılların sahiplerini
çekip aldım. Akıldan üstün değerler de var, mı demiştiniz? Ben yok diyenleri
çekip aldım.
Siz
adaleti, bağımsızlığı, mantığı, serveti, özsaygıyı temsil eden insanları kurban
sunaklarına sürüklerken, ben sizden hızlı davrandım, onlara sizden önce
ulaştım. Oynamakta olduğunuz oyunu onlara anlattım, hangi manevi kurallara
bağlı olduğunu açıkladım, çünkü onlar masum cömertlikleri nedeniyle bunları
kavrayamamışlardı. Onlara başka manevi kurallarla, benim kurallarıma nasıl
yaşanabileceğini gösterdim. Onlar da benimkini izlemeyi seçtiler.
Bütün
o ortadan yok olan adamları, nefret ettiğiniz, ama kaybetmekten çok korktuğunuz
adamları sizin elinizden ben aldım. Bizi bulmaya çalışmayın. Biz bulunmayı
seçmedik. Size hizmet etmenin görevimiz olduğunu haykırıp durmayın. Böyle bir
görevi kabul etmiyoruz. Bize ihtiyacınız olduğunu da söylemeye kalkmayın. Biz
ihtiyacı bir haklı talep saymıyoruz. Bizim sahibimiz olduğunuzu iddia etmeyin.
Sahibimiz değilsiniz. Geri dönmemiz için yalvarmayın. Biz, aklı olan insanlar,
grevdeyiz.
Kendini
yok etme kavramına karşı grevdeyiz. Kazanılmamış ödüllere, ödüllendirilmemiş
görevlere karşı grevdeyiz. Kişinin kendi mutluluğunun peşinde koşmasını kötü
sayan dogmaya karşı grevdeyiz.
Bizim
grevimizle, yüzyıllardır gördüğünüz grevler arasında bir fark var. Bizim
grevimiz taleplerde bulunmakla değil, talepleri sunmakla ilgili. Sizin ahlaki
kurallarınıza göre biz kötüyüz. Biz de artık size zarar vermeme yolunu seçtik.
Sizin ekonominize göre, biz yararsısız. Artık sizi sömürmemeye karar verdik.
Politikanıza göre biz tehlikeliyiz, zincire vurulmamız gerek. Biz de sizi
tehlikeye sokmamaya karar verdik, artık zincirleri takmayalım dedik. Sizin
felsefenize göre biz yalnızca bir hayaliz. Bundan böyle gözünüzü kamaştırmamaya
karar verdik, gerçekleri görebilmeniz için sizi serbest bıraktık...istediğiniz
gerçekleri, şimdi gördüğünüz dünyayı, aklı olmayan bir dünyayı.
Bizden
talep ettiğiniz her şeyi verdik size. Esasen vericiler her zaman biz olmuştuk,
ama bunu ancak yeni anlayabildik. Size sunacak hiçbir talebimiz yok, pazarlık
edecek koşullarımız yok, varılacak bir uzlaşmamız yok. Bizim size ihtiyacımız
yok.
Şimdi
de, 'Hayır, bizim istediğimiz bu değildi,' diye mi bağıracaksınız? Amacınız
harabelerle dolu koskoca bir dünya değil miydi? Sizi terk etmemizi istemiyor
muydunuz? Siz, maneviyat yamyamlarının aslında ne istediğinizi baştan beri çok
iyi bildiğinizin ben farkındaydım. Ama oyununuz bitti artık, çünkü şimdi ben de
biliyorum.
Yüzyıllar
süren afetler ve felaketler hep sizin manevi stendartlarınızın sonucuydu. Siz
hep, maneviyata ihanet ediliyor, belalar onun cezası olarak geliyor, diye
haykırdınız. İnsan çok zayıf ve çok bencil olduğu için, belayı def etmeye
yetecek kadar kan dökemiyor, dediniz. İnsanı lanetlediniz, ama kendi manevi
stantartlarınızı sorgulamaya hiçbir zaman cesaret temediniz. Kurbanlarınız suçu
üstlerine aldılar, sizin lanetleriniz altınad mücadeleyi sürdürdüler, bu
onların ödülü sayıldı. Szi bu arada, kendi manevi kodunuzun çok soylu olduğunu,
ama insanoğlu kötü olduğu için onu uygulayamadığını haykırdınız. Hiç kimse
kalkıp da size, iyiyse hangi ölçülere göre iyi, diye sormadı.
Siz
hep John Galt'ın kim olduğunu bilmek istediniz. Ben, işte o soruyu sormuş olan
kişiyim.
Evet,
günümüz manevi kriz günü. Evet, sizler kötülüğünüzden ötürü
cezalandırılıyorsunuz. Ama bu sefer yargılanan, insan değil, suçu üstlenecek
olan da insan yapısı değil. Bu sefer sonu gelen, sizin manevi kodunuz. Manevi
kodunuz, varabileceği doruğu aştı, yolu sonundaki karanlık çıkmaza vardı. Eğer
yaşamayı sürdürmek istiyorsanız, ahlaka geri dönmeniz gerek...siz ahlakı hiçbir
zaman tanımadınız, ama şimdi onu keşfetmek zorundasınız.
Siz
ahlak kavramlarını hiç duymadınız, yalnızca mistik ya da sosyal kavramları
dinlediniz. Size ahlakın, keyfi olarak empoze edilen bir davranış kodu olduğu
söylendi. Kendinizi üstün bir gücün ya da toplumun kaprisine adamak, Tanrı'nın
amacına hizmet etmek ya da komşunun refehına katkıda bulunmak, mezarın ötesine
ya da bitişik evde bir otoriteyi memnun etmek...ama ne olusa olsun, kendi
hayatınıza ve kendi zeevkinize hizmet etmemek olduğu söylendi. Size kendi
zevkinizin ancak ahlaksızlıkla bulunabileveği öğretildi. Çıkarlarınıza en iyi
hizmet edecek şeyin ancak kötülük olduğunu, manevi kodların sizin için değil
size karşı olması gerektiğini, sizin hayatınızı iyileştirmek için değil,
tükenmek için var olduğunu dinlediniz.
Yüzyıllar
boyunca ahlak savaşı hep, hayatınızın "Tanrı'ya" ait olduğunu
söyleyenlerle, hayatınızın" Komşularınıza" ait olduğunu söyleyenler
arasında yer aldı. Bir kesim size kendinizi cennetteki hayaletler için feda
etmenin iyi olduğunu söylerken, diğer kesim de size, kendinizi dünyadaki
beceriksizler için feda etmenizin iyi olduğunu söyledi:
Hiç
kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de onu yaşamak olduğunu
söylemedi.
Ahlakın
sizden öz-çıkarlarınızı ve aklınızı teslim etmeyi beklediği konusunda her iki
kesimde görüş birliği içindeydi. Ahlaki olanla pratik olanın birbirinin tersi
olduğu, ahlakın mantık alanın da olmadığı, inancın ve gücün alanın da olduğu
yolunda da görüş birliği içindeydiler. Rasyonel ahalakın mümkün olmadığını,
mantıkla doğru veya yanlış diye birşey olamayacağını, mantık alanında ahlaki
olmak için bir sebep bulunmadığını her iki tarafta ileri sürüyordu.
Başka
hangi konularla savaşmış olurlarsa olsunlar, tüm ahlakçılarınızn birleştiği
nokda, hep inasn aklına karşı savaşmakdı. Tüm planları ve sistemleri hep insan
aklını saptırmaya ve çökertmeye dönüktü. Şimdi ya yok olmayı seçeceksiniz, ya
da anti-akıl kavramının anti-hayat demek olduğunu öğreneceksiniz.
İnsan
aklı,sağ kalmanın temel aracıdır. İnsana hayat verilmiştir, ama sağ kalma,
verilmemiştir. Vucudu ona verilmiştir, ama dayanıklılığı verilmemiştir. Aklı
ona verilmiştir, ama içeriği verilmemiştir. Hayatta kalmak için o insanın
eyleme geçmesi gerekmektedir, eyleme geçmeden önce de, girişeceği eylemin
niteliğini ve amacını bilmek zorundadır. Yiyeceğini elde edebilmesi, ancak
yiyecek kavramını bilmesiyle, onu elde etmenin yolunu bilmesiyle mümkündür. Bir
hendek kazarken de, bir siklotron yaparken de, bunu kendi amacını bilmeden,
nasıl yapılacağını bilmeden başaramaz. Sağ kalmak için düşünmek zorundadır.
Ama
düşünmek de bir seçimdir. Sizin hiç düşünmeden "insan tabiatı"
dediğiniz şeyin anahtarı, birlikde yaşadığınız ama adını koymadan korktuğunuz o
açık sır, insanın isteğe bağlı bilince sahip olduğu bir varlık olduğudur.
Mantık otomatik olarak çalışmaz. Düşünmek mekanik bir süreç değildir. Mantığın
bağlantıları içgüdlerle kırılamaz. Midenizin, akciğerinizin, kalbinizin
işleyişi otomatikdir, ama aklını öyle değildir. Hayatınızın her saatin de ve
her konusunda, düşünmekte ya da düşünme çabasından kaçınmakta serbestsiniz. Ama
kendi tabiatınızdan kaçıp kurtulmakda serbest değisiniz, mantığın hayatta kalma
aracının olduğu gerçeğinden kaçmanız mümkün değildir...insan olduğunuza göre
sizin için, "olmak ya da olmamak" demek, "düşünmek veya
düşünmemek" demekdir.
İsteğe
bağlı bilince sahip bir varlığın, otomatik bir davranış rotası yoktur.
Eylemlerine rehberlik edecek bir değerler koduna ihtiyacı vardır.
"Değer", kişinin kazanmak ve muhafaza etmek içiin uğrunda eyleme
geçtiği şeydir, iyi eylem ise, kişinin onu kazanmak ve muhafaza etmek için
uyguladığı adımlardır. "Değer", bir soruya verilebilecek cevabı var
saymak zorundadır: Kimin için değer ve ne amaçla değer?. Değer ayrıca bir
standardı da var sayar. O da bir amaçtır, bir alternetif karşısında eyleme geçmek
değildir. Alternetifin olmadığı yerde, hiçbir değer söz konusu olamaz.
Evrende
bir tek temel alternetif vardır:Var olmak ya da var olmamak...bu da bir tek tür
kimliği ilgilendirir:Canlı organizmaları. Cansız maddelerin varkığı
koşulsuzdur, hayatın varlığı öyle değildir. Belli bir eylem rotasına bağlıdır.
Madde yok edilemez, biçim değiştirebilir, ama varlığı ortadan kaldırılamaz.
Sürekli bir alternatifle, ölüm kalım alternetifi ile karşı karşıya olan
yalnızca canlı organizmalardır. Hayat kendi varlığını sürdürme yolunda,
kendinin başlattığı bir süreçtir. Bir organizma bu süreçte başarısız olursa,
ölür. Kimyasal maddeleri kalır, ama hayatı yok olur. "Değer"
kavramını mümkün kılan yalnızca "hayat" kavramıdır. Her şey ancak
canlı bir varlık için iyi ya da kötü olabilir.
Yaşamak
için bir bitki kendini beslemek zorundadır.Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı,
su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun
davranışlarını belirleye değerlerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını
tercih etmesi söz konusu değildir; bitkinin karşılaştığı şartların
alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur:Hayatını
devam ettirmek için otomatik olarak davranır, kendini yok edecek tarzda
davranamaz.
Bir
hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir.Duyuları ona otomatik
olarak bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir
bilgi sunar. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat yaşadığı
müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder, otomatik güvenlik ile tercih
yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarının göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde
ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez.
İnsan,
hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir.Onun tüm diğer canlı
şeylerden farkı, alternatifler karşısında İRADEYE DAYALI TERCİH yoluyla
davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi neyin kötü olacağı hakkında,
hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında, hangi hareket tarzına ihtiyacı
olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü
gevezeliği mi yapıyoruz? Bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle insanın sahip
olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu
bir içgüdü değildir. Bir yaşama arzusu size yaşam için gerekli olan bilgiyi
vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik değildir:sizin sahip olmadığınız
arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir
yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi
vermeyecektir. İnsanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme
işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle seçmelidir. İnsan kendini yok
edecek şekilde davranma gücüne sahiptir ve bu, tarihin büyük kısmında insanın
yaptığı şeydir…
İnsana
rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur.
Doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır.
İnsan, tercihiyle İNSAN olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer
olarak sürdürmelidir, tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve
kendi erdemlerini uygulamalıdır.Tercih yoluyla kabul edilen bir değerler
sistemi bir ahlak sistemidir.
İçinizde
yozlaşmadan kalan, yaşayan kalıntıya, insan kalıntısına, AKLINIZA, sesleniyorum
ve diyorum ki: Aklın insana has bir ahlakı vardır ve aklın ahlakının değer
standardı İNSANIN HAYATIDIR.
İnsan tabiatının gerektirdiği hayat, akılsız bir hayvanın hayatı olmadığı gibi,
yağmacı bir serserinin, mırıldanıp duran bir mistiğin hayatda değildir. Düşünen
bir varlığın hayatıdır. Güç kullanmakla ya da sahtekerlıkla yaşanan hayat
değil, başarılarla yaşanan hayattır, ne pahasına olursa olsun hayat değildir,
çünkü insanın sağ kalmasının bedelini ödeyen tek şeyi vardır, o da mantıkdır.
İnsanın hayatı, ahlakın standartlarıdır, ama kendi hayatınız bunun amacıdır.
Eğer hedefiniz dünyada var olmaksa, eylemlerinizi ve değerlerinizi insana uygun
standartlara göre seçmeniz gerekir, hayatınız olan o tek varlığı sürdürme,
doyuma erdirme, zevkini çıkarma değerlerine uygun olarak seçmeniz gerekir.
..................
Siz
sıfıra tapanlar...
Hayata
ulaşmakla ölümden kaçınmanın aynı şey olmadığını,sizler hiçbir zaman
keşfedemediniz. Neşe,acının-zeka,aptallığın-ışık,karanlığın-kişilik de
kişiliksizliğin yokluğu değildir. İnşa etmek,yıkımdan uzak durmakla sağlanamaz.
Sizin artık biz üreticilere,"Sizin üretiminizi yok etmememiz karşılığında,
üretin ve bizi besleyin!" diyemezsiniz. Size tüm kurbanlarınız adına cevap
veriyorum: Kendi boşluğunuz içinde yok olup gidin. Var oluş, negatiflerin
inkarı değildir. Yokluk ve inkar, değer değil, kötülük dür. Kötülük güçsüzdür,
bizden zorla sızdırdığınız dışında bir gücü yokdur. Yok olun, çünkü bizler,
sıfırın hayatı ipotek altına alamayacağını artık öğrendik.
Sizin ahlak düzeniniz, bir"Ölüm Ahlakı" düzenidir.
Değerlerinizin
standardı ölümdür,amaç ölümdür. Düzeninizin başlangıç noktası lanetleme,
amacı,yöntemi ve sonucu da yıkım. Ahlakı,doğayı,adaleti ve mantığı bir tek
kavramla yıkmak, eşi zor bulunabilecek bir kötülüktür. Oysa sizin düzeninizin
temelinde yatan budur. İnsanın kendi seçeneğine açık olmayan bir şeyi günah
saymak, ahlak kavramıyla alay etmektir. Onu doğmadan önceki bir günahtan ötürü
cezalandırmak, adaletle alay etmektir. Masumiyetin var olmadığı bir konuda onu
suçlamak, mantıkla alay etmektir. "Mistiklerin insan aklının yetersizliği
konusundaki gevelemelerini dinleyip de, onun bilincinden kuşkulanacağınız yerde
kendi bilincinizden kuşku duymaya başladığınızda , yarı-rasyonel durumunuzun
her söze göre tehlikeli şekilde sarsılmasına izin vermiş olursunuz,sonunda onun
üstün gözüken güvenine ve bilgisine teslim olmaya karar verebilirsiniz.
Buradaki komik durum hem size,hem ona gülmeyi gerektirir.O mistiğin güveni
yalnızca sizin onu onaylamanızdan gelecektir. O mistiğin korktuğu doğaüstü güç,
taptığı o bilinmez ruh, çok güçlü saydığı o bilinç,hep sizinkilerdir. "Mistik
dediğiniz, başkalarının aklıyla ilk karşılaştığında kendi aklını teslim etmiş
olan adamdır. Çocukluğunun derinliklerinde bir yerde , kendisinin gerçeklik
anlayışı başkalarının iddialarıyla çatıştığında, karşıdakilerin keyfi emirleri
ve çelişkili talepleri karşısında bu kişi bağımsız rasyonel yeteneğini hemen
teslim etmiştir.' Biliyorum ki sözüyle 'diyorlar ki ' sözü arasında kalan
kavşakta, bu kişi başkalarının otoritesini seçmiş , anlamak yerine itaat etmeyi
, düşünmek yerine inanmayı kabullenmiştir. Doğaüstü korkusu,başkalarının
üstünlüğüne inanmakla başlar.
Bu kişinin teslim oluşu , anlamayışını saklama yoluna yönelmiştir. Başka
herkesin bildiği esrarengiz bir bilgiyi yalnız kendisi bilmiyormuş gibi
hissetmektedir.Gerçeklik artık başkalarının istediğidir ve bu güç kendisi için
ebediyen kapanmıştır. "O andan
başlayarak , düşünmekten korkan bu kişi artık belirsiz duyguların insafına
kalmış durumdadır.Tek rehberi duygularıdır,o duygular onun son kalan kişisel
kimliğidir,onlara müthiş bir sahiplik duygusuyla sarılır...ve elinden hangi
düzeyde düşünmek geliyorsa onunda duygularının aslında korku olduğunu kendinden
saklamaya yöneltir. "Bir mistik size, mantıktan daha güçlü bir şeyin
varlığını hissediyorum dediği zaman , bir şey hissettiği doğrudur,ama o
hissettiği şey evrenin her şeye kadir süper-ruhu değildir,karşısına çıkan
herhangi birinin bilincidir, çünkü kendisi kendi bilincini çoktan teslim
etmiştir.Mistik, başkalarının o her gücü içeren bilincini etkilemeye, hile
yapmaya,iltifat etmeye ,kandırmaya ve zorlamaya yönelmiştir.Onun gözünde
gerçeğin tek anahtarı, 'onlar' dır.Onların esrarengiz gücünü koşumlayıp
kullanamazsa, onların onayını alamazsa, var olamayacağını hissetmektedir.Onlar
onun tek algılama yoludur, körü yönlendiren köpek gibidir, yaşaya bilmek için
onlara tasma takmak zorunda oluğunu hissetmektedir. Başkalarının bilincini
kontrol etmek onun tek ihtirası haline gelmiştir: güç hırsı, terk edilmiş
zihinlerin boş alanlarında yetişen bir yaban otudur. "Her diktatör bir
mistiktir, her mistik de potansiyel bir diktatördür. Mistik, insanlarla
anlaşmaya varmayı değil, onların kendisine itaat etmesini ister. Onlardan
bilinçlerini kendi emirlerine, isteklerine, kaprislerine teslim etmelerini
ister, kendisi de kendi bilincini onlara teslim eder. İnsanlarla ilişkilerinde
inancı ve gücü kullanır, İnsanların onayını... eğer gerçeklere ve mantığa
dayanarak kazanmak zorundaysa... istemez. Mantık onun en korktuğu düşmanıdır,
aynı zamanda da onun tehlikeli saymaktadır. Onun gözünde mantık, kandırmanın
bir yoludur... insanlarda mantıktan daha güçlü bir kuvvetin var olduğunu
hissetmektedir. Güven duygusu ancak kendi sebepsiz inançlarından ya da
uyguladığı zorlamalı boyunduruktan elde edebilir, ancak o zaman sahip olmadığı
mistik güç üzerinde bir kontrol elde ettiğini hisseder. Arzusu emretmektir,
ikna etmek değil. İkna etmek bir bağımsızlık eylemi gerektirir ve objektif
gerçeklerin absolü niteliğine dayanır.
Mistik nasıl maddenin asalağıysa, nasıl başkalarının yarattığı servete el
koyarak yaşarsa..nasıl ruhun da asalağıysa, başkalarının yarattığı fikirleri
yağmalarsa...aynı şekilde, kendi çarpık gerçeğini yaratan delinin bile
düzeyinde değildir, orada da deliliğin asalağıdır!.Çünkü başkalarının yarattığı
çarpıklıkları kullanmaktadır.
Mistik sonsuzluğa, sebepsizliğe, kimliksizliğe duyduğu özlemin ancak bir sebebi
vardır:ölüm. İfadelendirilemeyen hislerinin sebeplerini hangi tür anlaşılmaz
gerekçelere atfederse etsin, gerçeği inkar eden, varoluşu da inkar etmiş
demektir. Acı çekmeyi seyretmek mest eder onu. Yoksulluğu, boyun eğmeyi,
korkuyu seyretmek de öyle. Bunlar ona bir zafer duygusu verir, bunları,
rasyonel gerçeği alt etmiş oluşunun kanıtları sayar. Ama bir başka gerçek de
zaten yoktur.
Mistik, "kimin refahına hizmet ettiğini iddia ederse etsin,
"tanrı-halk-ırk-emek-v.s" dediği o bedeni ruhundan koparılmış kavrama
hizmet ettiğini söylesin, doğaüstü boyutta hangi ideali ileri sürerse
sürsün...aslında, gerçekte, dünyada onun ideali ölümdür, arzusu öldürmektir,
tek tatmin yolu işkence etmektir. İstediği rüşvet sizin hayatınızdır. Onların
ki akla karşı bir komplo...kısaca, hayata ve insana karşı bir komplo. Sıfırı
bir değer olarak kovalayanları birbirine bağlayan ve birleştiren halkaların
komplosu.
Mistiklerin
inancının tek başarabildiği sonuç yıkımdır.
Hala
gururundan geriye bir şeyler kalmış olanlara,hayatı sevenlere
sesleniyorum:Hiçbir zaman inanmadığınız ve uygulamadığınız bir ahlak düzeni
uğruna yok olmayı isteyip istemediğinize karar verin.Kendinize karşı dürüst
olduğunuz anlarda,kendinizi enayi yerine konmuş gibi hissediyor,bir güceniklik
duyuyorsunuz.Mutlu olduğunuz zamanlarda neşenizi bozan bir suçluluk duygusu
var...Hayranlık duyduğunuz adamlara acıyor,onların başarısızlığa mahkum
olduğuna inanıyorsunuz.Nefret ettiğiniz adamlara imreniyor,onları varoluşun
ustaları olarak görüyorsunuz,çünkü ahlak nasılsa güçsüz,nasılsa pratik değil. "Neden
gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı
ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla
karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya
beden ya ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi, 'ya akıl ya kalp' gibi yapay
seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi
bilmek mi istiyorsunuz?
Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı
reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan
yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme
kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra
varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu
sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça
başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir
ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz
için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya
geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir."
"Kim
olursanız olun...şu anda benim sözlerimle baş başa olan,o sözleri anlamak için
kendi dürüstlüğünüzden başka bir yardımcıya sahip olmayan siz...insan olma
seçeneği hala açık bekliyor,ama bedeli sıfırdan başlamak,gerçeğin karşısında
çıplak durmak ve çok pahalıya patlamış bir tarihsel hatadan geri
dönerek,"varım, o halde düşüneceğim," demektir."
"Hayatınızın
aklınıza bağımlı olduğu gerçeğini kabullenin.Tüm mücadelenizin,kuşkularını
zın sahteliklerinizin kaçınmalarınızın, iradeli bilincin sorumluluğundan
kurtulmak için gösterilmiş çaresiz çabalar olduğunu itiraf edin...Otomatik
bilme,içgüdüsel eylem,sezgisel emin olma çabaları...siz buna meleklerin
yaşamına özlem demiş olabiliriz,ama aslında aradığınız şey hayvanların hayatı
olmuştur.Ahlaki idealiniz olarak insan emeğini kabullenin."
"Çok
az şey biliyorum o yüzdende aklıma güvenmeye korkuyorum"
demeyin.Mistiklere teslim olup azıcık bildiğinizden de vazgeçmek daha mı
güvenli?kendi bildiğinizin sınırları içinde yaşayın ve o sınırları hayatınızın
sınırlarına kadar genişletmeye çalışın.aklınızı otoritenin etkilerinden
temizleyin.her şeyi bilir durumda olmadığınızı kabullenin ama zombi roline
sıvanmanın size her şeyi getirmeyeceğini görün.Evet,aklınız hata yapabilir ama
akılsız kalmak sizi hatasız yapmaz.kendi kendinize yapacağınız bir yanlış,inanç
nedeniyle kabul etmiş olduğunuz on doğrudan daha güvenilir,çünkü kendi
yanlışınızı düzeltme gücünüz vardır,oysa inançla kabul edilen bir şey,sizin
doğruyu yanlıştan ayırma kapasitenizi öldürmüş olur.Her şeyi bilen bir otomaton
olma rüyanızdan vazgeçip,insanın her bilgiyi kendi iradesi ve çabasıyla
edindiği gerçeğini kabul edin,insanın bu evrendeki farklı yanının bu
olduğunu,doğasının,ahlakının,onurunun bu olduğunu anlayın."
"İnsanın
kusurlu olduğunu iddia edip kötülüğe sınırsız lisans çıkaran o vaazı reddedin.
Böyle bir iddiada bulunduğunuzda,insana hangi standarda dayanarak
lanetliyorsunuz?Ahlak alanında,mükemmellikten,azının asla yeterli olmayacağını
kabul edin.Ama mükemmellik,
İmkansızı yapma yolundaki mistik emirlere göre ölçülemez,sizin ahlaki durumunuz
da sizin seçiminize açık olmayan kıstaslara değerlendirilemez.İnsanın bir tek
temel seçimi vardır:
Düşünmek ya da sizin seçiminize düşünmemek...işte iyiliğinin,değerinin ölçüsü
de budur.
Ahlaki mükemmellik,ihlal edilmemiş rasyonelliktir...Zekanızın düzeyi
değildir,aklınızın tamamını sonuna kadar kullanmaktır.Bilginizin çokluğu
değildir,mantığı bir absolü olarak kabul etmektir."
"Bilgiyi
yanlışlarıyla ahlak ihlalleri arasındaki farkları ayırt etmeyi öğrenin.
Bilgi yanlışı,ahlaki bir kusur değildir,yeter ki onu düzelmeye istekli
olun.İnsanları imkansızın standardına göre,otomatik olarak her şeyi bilme
kıstasına göre ölçmeye kalkan,ancak bir mistik olabilir.Ama ahlakın
ihlali,bilinçli bir seçimdir,bunu kendiniz,kötü olduğunu bilerek
seçmişsinizdir,bilgiden isteyerek kaçınmışsınız,görüşünüzü ve düşüncenizi
bilerek askıya almışsınızdır.Bilmediğiniz şey,size karşı ahlaki suçlama
değildir.Ama bilmeyi reddettiğiniz şey, ruhunuzda büyümeye başlayan bir
ayıptır. Bilgi yanlışları konusunda her ödünü verin,ama hiçbir ahlak ihlalini
bağışlamayın,asla kabullenmeyin.Bilmek isteyenlerin iyi niyetli olabileceğini
hiç unutmayın,ama sizden taleplerde bulunan,sebep aramak zorunda olmadıklarını
iddia eden,"içlerine doğduğunu"ileri süren küstahları,inkar edilmez
bir iddia karşısında,"o yalnızca mantık"diyenleri,bununla,"o
yalnızca gerçek"demek isteyenleri,birer potansiyel katil olarak
görün.Gerçeklik alanının karşısında bir tek alan vardır,o da ölümün
alanıdır."
"Mutluluğa ulaşmanın,hayatınızın tek ahlaki amacı olduğunu gerçeğini kabul
edin.Ahlaki dürüstlüğünüzün kanıtının mutluluk olduğunu,acı ya da akılsız
şımarmalar olmadığını kabullenin,çünkü bu sizin, değerlerinize ulaşma yolundaki
sadakatinizin kanıtıdır. Mutluluk sizin çok korktuğunuz bir sorumluluk
olmuştur, çünkü benimseyebilecek kadar değerli olmadığınızı sandığınız türden
rasyonel disiplin gerektirmektedir.Günlerinizin o kaygılı bayatlığı, mutluluğun
yerine kullanılabilecek bir başka ahlaki ikame bulunamayacağını bilmekten
kaçınmanızın anıtıdır.Bir insanın kendi sevincine, neşesine ulaşma savaşından
vazgeçmesi kadar iğrenç,korkak bir eylem olamaz ... kendi varoluş hakkını
kullanmaktan korkması,bir kuşun,güneşe uzanmaya çalışan bir çiçeğin kendi
hayatını gösterdiği sadakatin gerektirdiği cesarete bile sahip olmadığının işaretidir.sizin
sevap saydığınız adına tevazu dediğiniz o günahın koruyucu paçavralarını
üzerinden atın.Kendinize değer vermeyi öğrenin.Bunun anlamı kendi mutluluğunuz
için mücadele etmektir...Gurur denilen şeyin tüm iyilik ve sevapların toplamı
olduğunu öğrendiğiniz zaman,insan gibi yaşamayı öğrenmişsiniz demektir.
Özsaygıya doğru temel adım olarak,sizden yardım talep eden insanı bir yamyam
gibi görmeyi öğrenin. Bu talep, onun hayatınızın onun malı olduğunu iddia
etmesidir. Böyle bir iddia çok iğrenç olsa da, daha iğrenci vardır, o da sizin
buna razı olmanızdır. Ama eğer siz yardım etmeyi, onun kişiliği ve mücadelesi
nedeniyle, kendi bencil zevkinize dayalı bir arzu olarak hissediyorsanız, o
zaman vardır. Acı çekmek bir değer değildir. " " İnsan haklarının kaynağı
ne ilahi bir yasadır, ne de meclisten çıkma bir yasadır. O kaklar kimliğin
yasasıdır. A=A' dır, insan da insandır.
Biz, akıldan yana olan insanlar,biz, alışverişçiler, böyle şeyleri kimseye
vermeyiz. Biz objektif olmayan hiçbir şeyle iş görmeyiz.Vahşilik çağında
insanların objektif gerçek diye bir kavramdan hiç haberi yoktu. Fiziksel doğayı
bilinmez şeytanların yönettiğine inanırlardı. Öyle bir dönemde, ne düşünce,ne
bilim, ne de üretim mümkündü."
"Ben
yaşamak isteyenlere, ruhlarının onurunu geri kazanmak isteyenlere sesleniyorum.
Şimdi dünyanız hakkındaki gerçekleri öğrendiğinize göre, sizi mahvedenleri
desteklemekten vazgeçin. Dünyanın kötülüğünü mümkün kılan yalnızca sizin onlara
verdiğiniz onay olmuştur. O desteği çekin. Düşmanlarınızın koşullarına göre
yaşamaya, kuralları onların koyduğu bir oyunu oynamaya razı olmayın. Sizi
köleleştiren iyilik dilemeyin, sizi soyanlardan sadaka istemeyin...ne
sübvansiyon, ne kredi, ne iş, ne de çetelerine katılıp komşuları soyarak
kaybettiğinizi geri almak isteyin. İnsan rüşvet alarak ve kendi mahvına oy
vererek hayatını sürdürmeyi umamaz. Kar, başarı ya da güven kazanmak için
varoluşunuza haciz koydurmayın. Böyle bir haciz'in bedeli asla ödenemez. Ne
kadar ödeseniz fazlasını isteyeceklerdir. Aradığınız ya da ulaştığınız değerler
ne kadar büyükse, o kadar daha tehlikede sayılırsınız. Onlarınki sizi kanata
kanata öldürecek bir beyaz santaj sistemidir. Günahlarınıza karşılık değil,
varoluş sevginize karşılık cezalandırmaktadırlar sizi."
"Yağmacıların
şartlarıyla yükselmeye çalışmayın,iplerini onların tuttuğu bir merdivene asla
tırmanmayın. Ellerinin onları iktidarda tutan tek kaynağa, sizin yaşama
ihtirasınıza değmesine izin vermeyin....Aklınızı ve becerilerinizi kendi
kendinize kullanın, bilginizi genişletin, yeteneklerinizi geliştirin, ama
başarılarınızı başkalarıyla paylaşmayın. Sırtınıza bir yağmacı binmişken servet
yapmaya kalkmayın. Onların merdiveninin en alt basamağında kalın, ancak
karnınızı doyurmaya yetecek kadar para kazanın, yağmacılar devletini destekleyecek
bir kuruş fazla kazanmayın. Madem tutsaksınız, tutsak gibi davranın,
özgürmüşsünüz gibi numara yapmalarına izin vermeyin. Onların çok korktuğu o
sessiz, yıkılmaz düşman olun."
"Her
insani değer bir mücadeleyi gerektirir. Hayatın tümü amaçlı bir mücadeledir,
sizin tek seçiminiz de amacınızdır. Şimdiki savaşınızı sürdürmek mi
istiyorsunuz, yoksa benim dünyam için mücadele etmek mi?...Önünüzdeki seçim
budur. Buna aklınız ve varoluş aşkınız karar versin."
"Hayatım
ve hayatıma olan sevgim adına yemin ederim ki, hiçbir zaman bir başka insan
için yaşamayacağım ve hiç kimseden benim için yaşamasını istemeyeceğim."
Kaynak:
ATLAS SİLKİNDİ - AYN RAND
AŞK BENCİLDİR |
|
‘Seni seviyorum’ diyebilmek için; ilk önce ‘ BEN ’
demeyi bilmek gerekir |
|
Aşk kendini bir başkası için feda etmek
anlamına gelmez. Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa
vurulmasıdır. Romantik aşk bir insanın en büyük
ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan;
bütün ihtirası işi olan bir insandır. Çünkü AŞK bir erkeğin veya bir kadının
karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu
saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer
insanın açıkca tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını
da takdir edemez. İşte bu açıdan:" ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk
önce ‘BEN’ demeyi bilmek gerekir" Kişinin kendi mutluluğu en yüksek
amacıdır ve fedakarlık gayri ahlakidir. Bu ilke başka herhangi bir konuda
olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin
siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve BENCİL bir öneme sahip olduğu
anlamına gelir. |
|
Seks:Aklı olmayan bir vucudu feth
etmek değildir! Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır.
Çünkü seks:İnsanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin
ifadesidir. |
|
|
|
Bir erkek kendi değerlerini ve varoluş
görüşünü yozlaştırırsa, aşkın zevk değil, kendini reddetme olduğunu savunmaya
başlarsa, iyilik ve sevap denilen şeyin gurur değil, acıma, acı, zaaf ve
fedakarlık olduğunu söyler, en soylu sevginin beğenmekle değil, sadakayla
başladığını, değerlere cevap olarak değil, kusurlara cevap olarak doğduğunu
söylerse, kendini ikiye bölmüş sayılır. Seçici ve ayrımcı olan bir seks
hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü
ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli
unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla
ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip
olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur. Seks karşı
tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey
olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak
nitelendiriyorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks çok iyi
ve önemli olduğu için. Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu
ilişkinin bir evliliğe dönüşüp dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın
hayatlarının seyrine bağlıdır. |
|
Kendinden tiksinen insan, özsaygısını cinsel
serüvenlerden kazanmaya çalışır. |
|
Aklın yerine, akıl ürünlerini çalıp
onları koymak isteyen adamlar...Kendinden tiksinen adam da, özsaygısını
cinsel serüvenlerden kazanmaya çalışır. Buda yapılamaz, çünkü seks bir neden
değildir, insanın kendi değerleriyle ilgili kanaatinin bir etkisi ve
ifadesidir. Aslında ikisi de aynı konu... |
|
Kendi değerinden emin olan ve bundan gurur duyan
adam, bulabildiği en yüksek kadın tipini isteyecektir. |
|
Beğeneceği kadın güçlü olacak,
fethetmesi zor bir kadın olacaktır, çünkü ancak bir roman kahramanını
fethettiği zaman bunu bir başarı sayabilecektir, beyinsiz bir sürtüğü
fethetmeyi başarı saymayacaktır. Onun aradığı, kendi değerini bulmak değil,
kendi değerini ifade etmektir. Zihnin standartlarıyla bedeninin arzuları
arasında hiçbir çelişki yoktur. Ama kendi değersizliğine inanan adam da en
nefret ettiği kadın tipini cazip bulur, çünkü o kadın onun gizli benliğinin
yansımasıdır. Kendisinin sahtekar olduğu yolundaki objektif gerçekten o kadın
sayesinde kurtulur. Kadın ona bir aylığına bir değerlilik hayali kazandırır,
o da kendi benliğini lanetleyen ahlak sisteminden bir süre kurtulmuş olur.
Çoğu erkeğin kendi hayatını nasıl çirkin biçimde mahvettiğine bakın. Manevi
felsefemiz dedikleri çelişkiler karmaşasına bakın. Biri diğerini getiriyor. Aşk
bizim en yüce değerlerimize cevaptır...Başka bir şey de olamaz. Bir erkek
kendi değerlerini ve varoluş görüşünü yozlaştırırsa, aşkın zevk değil,
kendini reddetme olduğunu savunmaya başlarsa, iyilik ve sevap denilen şeyin
gurur değil, acıma, acı, zaaf ve fedakarlık olduğunu söyler, en soylu
sevginin beğenmekle değil, sadakayla başladığını, değerlere cevap olarak
değil, kusurlara cevap olarak doğduğunu söylerse, kendini ikiye bölmüş
sayılır. Bedenine söz dinletemez. Seviyorum
dediği kadının karşısında iktidarsızlığa düşer, bulabildiği en bayağı
orospuya doğru kayar. Bedeni her zaman en derindeki inançlarının nihai
mantığını izleyecektir. Kusurların sevap olduğuna inanırsa, varoluşu kötü
diye damgalamış sayılır, kendisinin ancak yozlaşmışlıklardan zevk almaya
layık olduğuna inanır. Sevabı acıyla bağlamıştır, zevkin ancak günahlarda
bulunabileceğini sanır. Bu sefer, bedeninizin kötü arzuları olduğunu,
zihninin bunları etkileyemediğini, seksin bir günah olduğunu, gerçek aşkın
katıksız bir ruhsal duygu olduğunu haykırmaya başlar. Ondan sonra da, aşk
neden bana yalnızca can sıkıntısı getiriyor, seks de yalnızca utanç getiriyor
diye merak eder. Para ve seks, ikisinin aynı şey olduğunu anlıyorsunuz değil
mi? |
|
" Kavrayamadığı varoluşta; kendisini çaresiz
bir yaratık " olarak gören bir insan: Önce kendisinden tiksinmeye mahkum
olur. |
|
Hayatını, maddeyi zihninin ihtiyacına
göre biçimlendirmeye adamış bir adam ise, fiziksel eylemde ifade bulmamış bir
fikrin değersiz bir sahtelik olduğunu, platonik aşkın da aynen öyle olduğunu
bilir. Bir fikrin güdümünde olmayan fiziksel eylem nasıl sersemlerin kendini
kandırma biçimiyse, kişinin değerler sisteminden kopuk bir seks de öyledir.
İkisi de aynı konu... Aşkın saflığını arzudan koparan insan, aşksız arzunun
ahlaksızlığına da inebilen insandır. Ama çevrenize bakınca, çoğu insanların
ikiye bölünmüş yaratıklar olduğunu, bir o yana, bir bu yana savrulup
durduğunu görürsünüz. Bir yarı, paradan, fabrikalardan, gökdelenlerden, kendi
bedeninden nefret eden adamdır. Hayatın anlamı ve iyi bir insan olmanın
gereği olarak, akıl almaz konularla ilgili tanımlanmayan duyguları ön plana
çıkarır. Umutsuzca çığlıklar atar, çünkü saygı duyduğu kadına karşı hiçbir
şey hissetmemekte, çirkefler içindeki yosmaya karşı konmaz bir ihtiras
duymaktadır. İnsanların idealist dediği biridir o. Öbür yarı ise herkesin
pratik insan dediği kişidir. İlkelerden, soyutluklardan, sanattan,
felsefeden, hatta kendi aklından tiksinen adamdır. Maddesel objeler elde
etmeyi, kendi varlığının en önemli amacı sayar. Bunların nedenini ya da
kaynağını düşünme gereğine gülüp geçer. Bunların kendisine zevk vermesini
bekler. Daha çoğunu elde ettikçe neden daha az zevk almaya başladığını
görünce şaşar. İşte vaktini kadınları kovalamaya harcayan adam, o adamdır.
Kendine yönelttiği üç kandırmacaya bir bakalım: Bir kere, özsaygı ihtiyacını
kabullenmez, çünkü ahlaki değerler gibi kavramları küçümser. Ama beri yandan,
kendini bir et parçası saymaktan ötürü, kendine büyük bir tiksintiyle
bakmaktadır. Seksin kişisel değerlere bir saygının fiziksel ifadesi olduğunu
kabullenmese de, aslında bilmektedir. Bu nedenle, öyleymiş gibi davranarak,
sebep sayılması gereken şeye ulaşma çabasına girer. Kendine saygıyı, ona
teslim olan kadınlardan kazanmaya çalışır, ama seçtiği kadınların
karakteri de, yargısı da, değer standardı da olmayan kimseler oluşunu görmezden
gelir. Kendine yalnızca fiziksel zevk peşinde olduğunu söyler, oysa bu
kadınlardan bir haftada, bazen bir gecede bıkar. Profesyonel fahişelerden
tiksinir, temiz bakireleri baştan çıkardığına dair hayaller kurar. Bu onun
hep aradığı, ama hiç bulamadığı başarıdır: |
|
Oysa: Aklı olmayan bir vücudu fethetmekte ne şeref
var ki? |
SATRANÇ
ve FELSEFE SATRANÇ DÜNYASI BU YAZIYI TARTIŞIYOR..
" Yazı ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yüceltmektedir. Satrancın
rasyonel realitesinden övgüyle söz etmektedir.Herhalde felsefi açıdan satrancı
bu kadar iyi anlatan bir yazı olmamıştır,diye düşünüyorum:
Dr. Murat Akdağ "
Santraç Ustalarının, yorumlarına " www.satrancokulu.com " adresinden
ulaşabilirsiniz.
Boris Spassky'ye Açık Mektup - Ayn Rand - 1974
Sayın Yoldaş Spassky:
Bobby Fischer ile yapmakta olduğunuz dünya satranç şampiyonluğu maçını
büyük bir ilgi ile izliyorum. Satranç meraklısı değilim ve hatta oynamam da ve
oyunun sadece temel kurallarını biliyorum. Ben mesleği romancı-felsefeci olan
birisiyim.
Fakat televizyonda hamle hamle yeniden verilen bir oyununuzu izledim
ve onları bir satranç oyuncusunun ihtiyaç duyduğu müthiş düşünce ve planlama
karmaşıklığının gerçek bir ispatı olarak gördüm. Bu bir satranç oyuncusunun kaç
şeyi aklında tutması gerektiğinin ,kaç şeyi entegre etmesi gerektiğinin,ne
kadar ileriyi görmesi ve planlaması gerektiğinin bir ispatıydı. Sizin ve
rakibinizin sıradışı bir entellektüel kapasiteye sahip olması aşikardı.
Sonra ,oyunun kendisinin ve oyuncuların zihni marifetinin onların
uğraştıkları realitenin metafiziksel mutlaklığı sayesinde mümkün olduğunu fark
ederek sarsıldım. Oyuna Kimlik Kanunu ve onun sonucu olan Nedensellik Kanunu
hakimdir. Her şey olduğu gibidir: bir vezir bir vezirdir, bir fil bir fildir,ve
her birinin yapabileceği hareketler onların niteliğiyle belirlenir: bir vezir
doğrusal ya da diyagonal herhangi bir açık çizgide ilerler,bir piyon
ilerleyemez;bir kale satranç tahtasının bir kenarından diğerine ilerler,bir
piyon ilerleyemez,vs. Onların kimlikleri ve hareketlerinin kuralları sabittir -
ve bu durum oyuncuların aklının karmaşık,uzun vadeli bir strateji
geliştirmesini mümkün kılar,bu nedenle oyun sadece kişinin (ve rakibinin)
marifetine bağlıdır.
Bu durum beni size sormam gereken bazı sorulara götürdü.
1. İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra - rakibinizi köşeye
sıkıştırdığınız - kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi bir kuvvet aniden diyelim
rakibinizin filinin vezir gibi oynamasını sağlayacak şekilde oyunun kurallarını
rakibinizin lehine değiştirmiş olsa,oynayabilir miydiniz? Oynayamaz mıydınız?
Ancak gerçek hayatta,bu sizin ülkenizin kanunudur ve bu oynamak için değil,
fakat yaşamak için sizin ülkenizin vatandaşlarının içinde bulunduğu durumdur.
2. Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde
zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin
veziriniz Beyaz'dan Siyah'a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her
ikinize de ait olan Gri'ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız?
Ancak gerçek dünyada,bu sizin vatandaşlarınızın kabul etmesi,içselleştirmesi ve
onlarla yaşaması öğretilen realite görüşüdür.
3. Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız - yani kendi başına
düşünmeniz ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her
hareketinizi oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda
olsanız- oynayabilir miydiniz? Bir şampiyon olarak takım içindeki en iyi beyin
siz olacağınızdan,takımı sizin stratejinizin en iyi olduğuna ikna etmek için ne
kadar çaba ve zaman harcamak zorunda kalırdınız? Başarmanız mümkün olur muydu?
Eğer bazı faydacı,sadece içinde bulunduğu anı düşünen zihniyetler rakibinizin
atını sizin üç hamle sonra şah mat olmanıza yol açma pahasına alsa ne
yapardınız ? Devam edebilir miydiniz ? Ancak gerçek dünyada ,bu sizin ülkenizin
teorik idealidir,ve bu ülkenizin (bir gün) bilimsel çalışma,sanayi üretimi ve
insanoğlunun hayatta kalması için gereken herhangi bir diğer aktiviteyle
uğraşmada önerdiği metottur.
4. Hantal bir takım çalışma mekanizması söz konusu olsa ve
hareketleriniz basitçe arkanızda duran - hiçbir şeyi açıklamayan veya
tartışmayan,tek argümanı ve niteliği silahı olan bir kişi - tarafından
sırtınıza dayalı bir silahla size dikte ettirilse,oynayabilir miydiniz? Oyuna
devam etmeyi bir tarafa bırakın,başlayabilir miydiniz? Ancak gerçek dünyada,bu
sizin ülkenizde insanların yaşadığı (ve öldüğü) uygulamadaki politikadır.
5. Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz "proletaryacı"
kurallarla oynarken rakibinizin "burjuva" kurallarla oynadığı,bir
uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından
hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir "çok
kurallı" sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz?
Ancak gerçek dünyada, sizin ülkeniz diğer ülkelerin "burjuva" mantığı
veya "Aryan" mantığı , ya da "üçüncü dünya" mantığı vs.
izlediklerini iddia ederken kendisinin "proletarya" mantığı
izlediğini ve küresel uyum ve anlayış peşinde koştuğunu ifade etmektedir.
6. Oyunun kuralları bir istisna ile bugünkü gibi kalsa,yani (kitleleri
temsil ettikleri için) piyonlar daha etkili taşları (bireyleri) kurban verme
pahasına korunmaları gereken en değerli ve en harcanamaz taşlar olarak ilan
edilse,oynayabilir miydiniz ? Bu sorunun cevabının berabere olduğunu iddia
edebilirsiniz,çünkü bu tür bir ahlak kuralını kabul eden sadece sizin ülkeniz
değil tüm gerçek dünyadır.
7. Oyunun kuralları aynı kalsa fakat eşitlikçi prensibe uygun olarak
ödüllerin dağıtımı değiştirilse,yani ödüller,onur ve ünvan,kazanana değil fakat
kaybedene verilse,kazanmak bir bencillik belirtisi olarak kabul edilse ve
kazanan,üstün bir zekaya sahip olması nedeniyle diğerlerine şans tanımak için
bir yıl oyundan men etme cezasıyla cezalandırılsa,oyunu oynamaya dahi tenezzül
eder miydiniz ? Siz ve rakibiniz kazanmak için değil fakat kaybetmek için
oynamaya çalışır mıydı? Bu sizin aklınızı nasıl etkilerdi?
Bana cevap vermek zorunda değilsiniz,Yoldaş. Konuşma ve hatta bu gibi
soruları düşünme özgürlüğüne dahi sahip değilsiniz ve ben de zaten cevapları
biliyorum. Hayır,yukarıdaki şartların hiçbirirnin altında oyunu oynayamazsınız.
Satranç dünyasına kaçmış olmanız bu tip olaylardan kaçmak içindir.
Evet, Yoldaş,satranç bir kaçıştır,realiteden bir kaçıştır. Satranç,
yaşamaktan korkan ortalamanın üstünde zekaya sahip olan,fakat aklını meşgalesiz
tutamayan ve onu gerçek olmayan bir şeye adamış olan ve böylece reddetmiş
olduğu canlı dünyayı anlaşılması çok güç olduğu için başkalarına teslim etmiş
bir insan için bir "çıkıştır." Bir "uydurma oyun"dur.
Lütfen bunu bu tip oyunlara karşı olduğum şeklinde algılamayın: oyunlar
insanın hayatında önemli bir yere sahiptir,gerekli olan dinlenmeyi sağlarlar ve
satranç sürekli amaca yönelik çalışma baskısı altındaki insanlar için bu işi
görür. Ayrıca, -spor yarışmaları gibi- bazı oyunlar bazı insan hünerlerinin bir
mükemmellik seviyesine ulaştığını görme fırsatı sunar. Fakat,gerçek dünyada
tekerlekli sandalye ile dolaşan bir dünya koşu şampiyonu hakkında ne
düşünürsünüz? Ya da dört ayağı üzerinde emekleyen bir yüksek atlamacı hakkında?
Siz satranç profesyonelleri insan marifetlerinin en üstünü olan entelektüel
gücün ifadesi olarak algılanmaktasınız- ancak bu güç altmış-dört kareli satranç
tahtasının sınırları ötesinde sizi terk eder ve aklı karışık, endişeli ve
ilgisi dağılmış halde bırakır. Çünkü siz bilirsiniz,satranç tahtası bir eğitim
alanı değil,gerçeğin yerine konan bir şeydir.
Yetenekli,erken gelişmiş bir genç kendini dünya karşısında sersemlemiş
halde bulur: onun anlayamadığı insanlardır,onu korkutan insanların
anlaşılmaz,çelişkili,dağınık davranışlarıdır. Doğru teşhis ettiği,fakat
mücadele etmeyi tercih etmediği düşman insan irrasyonelliğidir. Aklının takdir
edileceği bir sığınak arayarak geri çekilir,pes eder ve kaçar- ve satranç bubi
tuzağına düşer.
Siz satranç profesyonelleri özel bir dünyada yaşıyorsunuz;
emniyetli,korunan,düzenli bir dünyada. Bu dünyada varoluşun tüm önemli ve temel
prensipleri öylesine açık ve sağlam yerleşmiştir ve uyulmaktadır ki onların
farkında olmak zorunda bile değilsiniz.(Bunlar benim yedi sorumdaki prensiplerdir.)Bu
prensiplerin oyununuz için ön şartlar olduğunu bilmezsiniz - ve siz onlarla
karşılaştığınızda,realitede onları veya onların ihlallerini tanımak zorunda
değilsiniz. Sizin dünyanızda,onlar hakkında endişelenmek zorunda değilsiniz,tek
yapmanız gereken şey düşünmedir.
Düşünme işlemi insanoğlunun asıl hayatta kalma yoludur. Bu işlemi
başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin hazzı -kişinin kendi aklının faydasını
yaşaması- insan için varolan hazların en önemlisidir, ve bu ister büyük,ister
küçük herhangi bir zeka seviyesindeki insanların en derin ihtiyaçlarıdır.Bu
nedenle, sizi satranca çeken şeyin ne olduğu anlaşılabilir: tüm gereksiz
engellerden arınmış ve aklınızın gücünün muzafferane kullanımı dışında hiçbir
şeyin önemli olmadığı bir dünya bulduğunuza inanıyorsunuz.Fakat bunu buldunuz
mu Yoldaş?
Aritmetiğin aksine,satranç zihinsel çabanın temel eğilimi olan soyutluğu
temsil etmez; onun zıddını temsil eder:zihinsel çabayı bir takım somut şeyler
üzerinde odaklar ve bir aklın başka hiçbir şeye yeri kalmayacak şekilde
karmaşık hesaplamalar yapmasını talep eder. Bir hareket ve mücadele illüzyonu
yaratma yoluyla, satranç profesyonel oyuncunun aklını hayata karşı kritik
olmayan,önem vermeyen bir pasifliğe indirger. Satranç,entelektüel çabanın
motorunu yani "Ne için?" sorusunu ortadan kaldırır ve bir ölçüde
korkutucu bir şey bırakır:amacından soyutlanmış entelektüel çaba.
Eğer -psikolojik veya varoluşsal nitelikteki belli sayıda sebepten
dolayı-bir insan gerçek hayatın kendisine kapalı olduğuna,başaracak veya
peşinde koşacak hiçbir şeye sahip olmadığına, hiçbir hareketin mümkün
olmadığına inanmaya başlarsa,bu durumda satranç onun panzehiri olur, yani buna
tamamen inanmayı ve hareketsiz durmayı reddeden kendi asi zihnini uyuşturma
metodu olur. Yoldaş, satrancın sizin ülkenizde şu an ki rejimden önce ve sonra
her zaman bu kadar popüler olmasının ve neden çok sayıda Amerikalı satranç
ustasının olmamasının sebebi işte budur. Gördüğünüz gibi,bu ülkede insanlar
hala hareket özgürlüğüne sahiptir.
Sizin ülkenizin liderleri bu şampiyonluk maçını bir ideolojik konu, Rusya
ve Amerika arasında bir yarış olarak ilan ettiği için Bobby'nin kazanmasını
istiyorum, tüm arkadaşlarımda böyle. Bu maçın ülkemizde beklenmeyen bir ilgi
uyandırmasının sebebi Amerikan halkının,sizin ülkenizin saldırı,kışkırtma ve
holigan küstahlık politikasına ve kendi hükümetimizin aşırı hoşgörülü ve aşırı
nazik sabrına olan uzun süreli kızgınlığının ve öfkesinin sonucudur. Hepimiz
yüzsüz,isimsiz kollektif yığınlar arasındaki (bize bir iyi-kötü mücadelesi
yapan iki şövalyenin ortaçağ mücadelesine çok benzer gibi görünen) küresel
çatışmalardan yorgun ve bıkkın olduğumuzdan,ülkemizde Sovyet Rusya'nın herhangi
bir tarzda,herhangi bir bakımdan ve herhangi bir şekilde yenilgiye
uğratılmasını görme yönünde yaygın bir arzu vardır.(Fakat tabii ki bu bir
semboldür,siz şeytanın gönüllü bir savunucusu değilsiniz,belki de hepimizin
bildiği gibi dünyanın geri kalanı olduğu gibi onun bir kurbanı durumundasınız.)
Ancak Bobby Fischer'in davranışı sembolizmi bozmaktadır; fakat bu bir
satranç uzmanının aklı ile realite arasındaki çatışmanın açık bir örneğidir.
Kendinden emin,disiplinli ve parlak olduğu aşikar olan bir oyuncu gerçek dünya
ile uğraşmak zorunda kalınca çökmektedir. O bir çocuk gibi aksilikler yapmaktadır,anlaşmaları
bozmaktadır,rasgele taleplerde bulunmaktadır ve bir lise turnuvasındaki satranç
oyununda kendini diskalifiye edecek olan bir tarzda kapris tavırlarına
girmektedir. Bu nedenle o gerçek dünyaya,kendisini ondan kaçırtan şeytanı yani
irrasyonelliği getirmektedir. Bir mektup imzalamaktan,herhangi bir ciddi
sorumluluk almaktan korkan,hayatını nasıl yaşayacağını öğrenmek için mistik bir
mezhebin keyfi fermanlarının rehberliğini arayan bir adam,muhteşem,kendinden
emin bir adam değil, fakat anlık kızgınlık ve belki de bir hainlik hissiyle
hırpalanmış trajik derecede çaresiz bir kurbandır.
Fakat akıl prensiplerinin bir satranç tahtasının sınırları ötesinde
uygulanamayacağını, onların sadece bir insan icadı olduğunu,dışarıdaki kaosa
karşı yetersiz olduklarını,gerçek dünyada hiçbir şansları olmadığını
söyleyebilirsiniz. Bu doğru olsa,hiçbirimiz hayatta kalmazdık ve hatta
doğmazdık,çünkü insan türü uzun zaman önce yok olurdu. Eğer yukarıda
bahsettiğim türden irrasyonel kurallar altında,insanlar bir oyun dahi
oynayamazsa nasıl yaşayabilirler? Bir insan icadı olan - daha doğrusu insanın
hatası olan - akıl değil,akıl dışılıktır.
Tabiat (realite) satranç kadar mutlakçıdır ve onun kuralları (kanunları) da
o kadar çok (hatta daha fazla) değişmezdir - fakat onun kuralları ve kuralların
uygulamaları çok,çok daha karmaşıktır ve insan tarafından keşfedilmek
zorundadır. Ve tıpkı bir insanın satranç kurallarını ezberleyebileceği, fakat
onları uygulamak için kendi aklını kullanmak zorunda olması gibi her insan tabiatın
kurallarını uygulamak için,yani başarılı bir şekilde yaşamak için,kendi aklını
kullanmak zorundadır.Uzun bir süre önce tüm ustaların büyük ustası bize
tabiatın ve hayatın niteliklerinin temel prensiplerini vermiştir.Onun adı
Aristo idi.
Aristo prensiplerine dayalı bir toplumda yaşasanız, satranca kaçmak ister
miydiniz? Bu ülke, sizin aklınızın gücünü istediğiniz bir boyutta,sonuna kadar
kullanabileceğiniz, başarılarınızın ödüllerini alacağınız ve akıl dışı olmayı
tercih eden insanların sizi durdurmaya güçlerinin olmadığı ve kendilerinden
başka kimseye zarar veremeyecekleri,kuralları nesnel,sıkı ve açık olan bir ülke
olurdu. Böyle bir sosyal sistem geliştirilemez,diyorsunuz değil mi? Fakat o
geliştirildi ve tam varoluş noktasına yaklaştı - sadece seviyesiz
zihniyetler,silahları olan insanlar ve onların cadı doktorları insanların onu
bilmesini istemediler. Ona Kapitalizm adı verilmiştir.
Fakat Yoldaş, bu konuda berabere kaldığımızı söyleyebilirsiniz: sizin
ülkeniz bu kelimenin anlamını bilmez, ve bugün bizim ülkemizdeki çoğu insanda
onu bilmez.
Saygılarımla
Ayn RAND "
"İHTİYACIMIZ
OLAN FELSEFE"
Çeviren Nejdet Kandemir
1- Dr. Murat Akdağ'ın Giriş Yazısı
Ayn Rand 1905-1982 yılları arasında yaşamış
Rusya St.Petersburg'da doğmuş olmasına karşın daha sonra Amerika'ya iltica
etmiş felsefi roman yazarı bir bayandır. Bütün zamanların en çok okunan felsefe
romanı "Atlas Vazgeçti" (Atlas Shrugged)'in yazarıdır. Ayrıca
"Hayatın Kaynağı" , "İhtiyacımız Olan Felsefe" ve "16
Ocak Gecesi" adlı felsefi romanları da yazmıştır. Bu kitaplar son bir yıl
içerisinde Türkçe'ye çevrilmiştir.Türkiye'de de oldukça yaygın bir hayran
kitlesi olan yazar için hayranlarının kurduğu "Ayn Rand Sevenler
Derneği" bile mevcuttur. Hatta program yapımcısı,yönetmen Sinan Çetin'de
yazarın Türkiye'deki en büyük tanıtıcısıdır. Yazar ve görüşleri ile ilgili
detaylı bilgiler www.objektivist.net adlı siteden öğrenilebilir. Yazarın
Haziran 2003'de Plato Film Yayınları tarafından Nejdet Kandemir'in çevirisi ile
Türkçe'ye kazandırılan "İhtiyacımız Olan Felsefe" adlı kitabında
satrançla ilgili olarak son derece ilginç bir yazısına rastladım. Yazı
ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yüceltmektedir.Satrancın rasyonel
realitesinden övgüyle söz etmektedir.Herhalde felsefi açıdan satrancı bu kadar
iyi anlatan bir yazı olmamıştır,diye düşünüyorum.
NOT:Satranç Ustalarının, farklı yorumlarına " www.satrancokulu.com " adresinden
ulaşabilirsiniz.
2- Sn. Cem Çomunoğlu;nun: "Ayn
Rand'ın Spassky'ye Mektubu Hakkında" Yazısına Cevabı:
Ayn Rand'ın Spassky'ye yazdığı ve Murat Akdağ'ın satranç ve felsefe
ilişkisini ele aldığını iddia ettiği mektubu hem satranca hem felsefeye olan
ilgim nedeniyle dikkatle okudum. Sn Akdağ bu yazının ideolojik bir görüşü
eleştirerek satrancı yücelttiğini öne sürmektedir. Ayrıca satrancın rasyonel
realitesinden övgüyle söz ettiğini ve olasılıkla felsefi açıdan satrancı çok
iyi anlatan bir yazı olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Mektup dikkatli
okunduğunda Ayn Rand'ın sorularını ve verdiği cevapları temellendirmemiş olduğu
ortaya çıkar. Durum böyle olunca soruları tersine çevirmek mümkün oluyor:
1- Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz "proletaryacı"
kurallarla oynarken rakibinizin "burjuva" kurallarla oynadığı,bir
uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından
hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir "çok
kurallı" sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz?
Ancak gerçek dünyada, Coca-Cola, reklamlarında kutup ayılarının olanca
şirinliğini kullanırken Kolombiya'da fabrika işçilerini öldürtüyor.
2- Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde
zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin
veziriniz Beyaz'dan Siyah'a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her
ikinize de ait olan Gri'ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız?
Ancak gerçek dünyada şunlar oluyor: CIA başkanının da ortağı olduğu uluslararası
finans kurumu İkiz Kulelerde 40+40 toplam 80 katta faaliyet göstermekteydi. 11
Eylül olaylarından 1 ay kadar önce CIA başkanı hisse senetlerini yüksek fiyata
satar. 11 eylül olaylarından sonra kurumun hisse senetlerinin değeri taban
yapar. (Yalanlanmamış haber). Ayrıca 1 Eylül'den yaklaşık 1 ay önce CIA
yetkilileri Usame Bin Ladin'i, Kuveyt'teki Amerikan Hastanesi'nde geçirdiği
ameliyattan sonra ziyaret eder. (Yine yalanlanmamış haber).
3- İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi
bir kuvvet aniden diyelim oyuna müdahale ediyor, size fil verdiğini söyleyerek
rakibinize vezir ikram ediyor. Oynayabilir miydiniz? Ancak gerçek hayatta
Amerika Birleşik Devletleri Irak'a özgürlük götürdüğünü söyleyerek Iraklı
çocukları tepesine bomba yağdırıyor, midesine makineli tüfek mermisi sıkıyor.
Yaşadığınız ülkenin hükümeti terörle mücadele edeceğim deyip teröristleri
serbest bırakıyor. Geçmişte bu teröristleri kontrol eden emniyet yetkilileri
hakkında da soruşturma açıyor.
4- Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız - yani kendi başına düşünmeniz
ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her hareketinizi
oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda olsanız-
oynayabilir miydiniz? Ancak gerçek hayatta, bugün Türkiye, Arjantin vb.
ülkelerin ekonomisi Amerika Birleşik Devletleri, Uluslararası Para Fonu Ve
Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda idare edilmektedir.
Cevaplara bakarak şunu söyleyebiliriz: Gerçek dünyanın akıl dışı olduğu
apaçık değil mi? Bu sistem Aristoteles'in kurmak istediği sistem değil elbette.
Bu sistem KAPİTALİZM'dir. Küreselleşme, yeni dünya düzeni veya emperyalizm de
diyebiliriz. Bu dünya düzeninde insanların nasıl satranç oynadıklarına bakalım.
Sovyetler Birliği dağıldı. Eski sovyet oyuncular dünyanın dört bir yanına
dağıldılar. Rusya kapitalizme geçti. Buna rağmen Ruslar hala en iyi satranç
oyuncularını ülkelerinde tutuyorlar. Rusya Dünya şampiyonaları ve
Olimpiyatlarda hep birincilik alıyor. Ayn Rand'ın kapitalistler satranç oynayamaz
savı böylelikle çürütülmüş oluyor. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri'nden
hala satranç oyuncusu çıkmıyor. Fisher de Sovyet satranç okulunun en iyi
öğrencisi değil miydi?
Mektubu okuduktan sonraki saptamalarım şunlar: Bu yazı satrancı kullanarak
kapitalizmi yüceltmeye çalışmaktadır. Yazının konusu satranç değildir;
ideolojiler, özelde de kapitalizmdir. Yazı satrancı yüceltmemekte, tam tersine
kirletmektedir.
Ayn Rand'ı da araştırdım. Ahmet Cevizci, Bedia Akarsu ve Afşar Timuçin'in
felsefe sözlüklerinde ne Ayn Rand'a ne de felsefesi olduğu iddia edilen
objektivizme (nesnelcilik?) rastlayamadım. Kendisinden övgüyle söz edilen
internet sitesinde, Ayn Rand'ın Aristoteles'ten sonra gelen en büyük düşünür
olduğu iddia ediliyor. Aristoteles bir aristokrattı. Burjuvalardan da nefret
ederdi. Hayalini kurduğu yönetim biçimi kapitalizm olamaz. Bu Aristoteles'le
alay etmektir.
Mektubun satrançla ilgisi genelgeçer doğruların ötesine geçmemektedir.
Cevap şudur. Satranç bir oyundur, her oyunun kendi kuralları vardır
(Devlet-Platon).
Ayn Rand Spassky'ye sorduğu soruları temellendirmemiş. Bir filozof
düşüncelerini temellendirmemişse bu felsefe olamaz. Olsa olsa dedikodu olur.
Bunun da eleştirisi zaten yapılamaz. Ayn Rand felsefe yapsa adı subjektivizm
(Öznelcilik) olurdu diye düşünüyorum. Bir sonraki yazının konusunun örneğin
"Lasker'in felsefi düzlemde satranca katkıları" olması dileğimle.
Saygılar
Cem Çomunoğlu 05 Aralık 2003
3- Sn. Cem Çomunoğlu'nun: Ayn Rand
Eleştirisine Yanıt: Dr.Murat AKDAĞ
Öncelikle Sayın Cem Çomunoğlu'na Rand'ın Spassky'ye olan mektubuna gösterdiği
duyarlılıktan dolayı teşekkür etmek istiyorum. Sayın Çomunoğlu'nun
saptamalarının çoğuna katılmakla birlikte farklı düşündüğüm kısımları da
mevcuttur. Fakat öyle tahmin ediyorum ki bazı kavramların tam olarak ifade
edilememesinden doğan bir anlaşmazlık durumu söz konusudur.Her şeyden önce Cem
Beyin felsefi bilgiler açısından benden oldukça iyi durumda olduğunu
düşünüyorum. Dolayısıyla aşağıda ifade edeceğim görüşler kendi çıkardığım
sonuçlar olup felsefi açıdan yetersiz kalabilir.
Söz konusu mektupta kesin olan şey Ayn Rand'ın komünizmi şiddetle
eleştirerek,kapitalizmi ve satrancı yücelttiğidir. Bu fikirlerine aynen
katılıyorum. Rand'ın Spassky'ye sorduğu 7 soruda da komünizm eleştirisi yapılmaktadır.
Ayn Rand'ın objektivizm olarak adlandırdığı görüşün merkezinde insan
vardır. Objektivist düşünce, bireysel özgürlüğe, çalışmaya, kazanmaya,
ödüllendirilmeye kısacası insana değer veren bir sistemdir. Objektivistler
"muhafazakar" değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl
amaçları politika ve ekonomi değil,insanın doğasını ve varlık nedenini
incelemektir.Burada ifade edilen kapitalizm ile bugün Amerika'nın uyguladığı
yozlaşmış,çığırından çıkmış vahşi kapitalizm farklı şeylerdir. Yazar genel
anlamda bu nedenlerden dolayı da kendi düşüncelerini objektivizm olarak
değerlendirmiştir. Amerika'nın uyguladığı vahşi kapitalist politika ile
Rusya'nın vaktiyle uyguladığı komünizm temelde aynı şeylerdir.Aradaki tek fark;
komünistler baskıcı rejimi kendi halkına uygularken, Amerikalılar sizin de
yazınızda çok güzel bir şekilde ifade ettiğiniz gibi başka ulus halkları
üzerine uygulamaktadır. Her ikisinde de insanın önemi yoktur.Biri sistemi
savunur ve devleti her şeyin üstünde tutar. Diğeri ise kendi çıkarları
doğrultusunda her şeyi yok sayar ve kendi menfaatleri için yapmayacağı şey
yoktur.
İnsan doğasına ve mantığına aykırı olan komünist rejimi yine bu sistemden
bunalan komünistler tarafından yıkılmıştır.Fakat maalesef baskıcı,çıkarcı ve
dayatmacı Amerikan rejimi dünyanın her yerinde etkisini sürdürmektedir.
Ayn Rand'ın savunduğu kapitalist görüşün bunlarla alakası yoktur.İnternet
sitesinde de ifade edildiği gibi Ayn Rand,gerçekten orijinal ve devrimci her
fikir insanı gibi,Amerika'nın "sağ" ve "sol" entelektüel
"müesses nizamı"nca aforoz edildi. İki taraftan da şiddetli
eleştiriler aldı. Çünkü,ne "sağ"a yaranabilmişti (mistizme karşı aklı
savunuyordu),ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı birey
haklarını savunuyordu). Fikirleriyle milyonları etkilemişti, ama
entelektüellerce yok sayılıyordu. Dolayısıyla sizin belirttiğiniz kitaplarda
adına rastlayamamanız beni şaşırtmadı.
Satrancı kirlettiği yönündeki düşüncelerinize katılmak gerçekten mümkün
değil. Yıllarca baskıcı komünist rejim altında bireyin değil,sistemin önemli
olduğu vurgulanarak ezilen halk gerçek yaşamdan kaçmanın yolunu
aramıştır.Bireyselliğe,başarıya,farklı olmaya ödülün olduğu,kendini özgür
olarak ifade edebileceği çıkış yolu bu insanlar için satranç olmuştur.Bu durum
tek kelimeyle satrancın rasyonel realitesinden kaynaklanan bir
sonuçtur.Rusya'nın satrançta başarılı olmasının nedeni satrancın kapitalist
özellikleri denebilir (yani kapitalizm özleminden insanlar satranç oynuyor).
Afyon özelliğinin olması satrancın değil,sistemin suçudur.
Yakın zamanda kapitalist sisteme geçen Rusya'da birdenbire yüzlerce yıllık
satranç geleneğinin bıçak gibi kesileceği ve satrançta başarısız olacaklarını
söylemek hiçbir temeli olmayan fantastik bir düşünceden öteye gidemez.
Sonuç olarak satrancı kullanarak kapitalizm yüceltilmemekte, bu iki olgunun
birbirine benzer ortak özellikleri aynı eksen içinde vurgulanmaktadır, diye
düşünüyorum.
Saygılarımla
Dr.Murat AKDAĞ
09 Aralık 2003
4- Sn. Cem Çomunoğlu'nun: Ayn Rand Eleştirisine
Yanıt:
Memet Faruk
Sn. Cem Çomunoğlu;
Dünyada olup bitenler hakkında yapmış olduğunuz
tespitlere aynen katılıyorum:
* Coca-Cola, reklamlarında kutup ayılarının olanca şirinliğini kullanırken
Kolombiya'da fabrika işçilerini öldürtüyor.
* CIA başkanının da ortağı olduğu uluslararası finans kurumu İkiz Kulelerde
40+40 toplam 80 katta faaliyet göstermekteydi. 11 Eylül olaylarından 1 ay kadar
önce CIA başkanı hisse senetlerini yüksek fiyata satar. 11 eylül olaylarından
sonra kurumun hisse senetlerinin değeri taban yapar. (Yalanlanmamış haber).
Ayrıca 1 Eylül'den yaklaşık 1 ay önce CIA yetkilileri Usame Bin Ladin'i,
Kuveyt'teki Amerikan Hastanesi'nde geçirdiği ameliyattan sonra ziyaret eder.
(Yine yalanlanmamış haber).
* Amerika Birleşik Devletleri Irak'a özgürlük götürdüğünü söyleyerek Iraklı
çocukları tepesine bomba yağdırıyor, midesine makineli tüfek mermisi sıkıyor.
Yaşadığınız ülkenin hükümeti terörle mücadele edeceğim deyip teröristleri
serbest bırakıyor. Geçmişte bu teröristleri kontrol eden emniyet yetkilileri
hakkında da soruşturma açıyor.
* Bugün Türkiye, Arjantin vb. ülkelerin ekonomisi Amerika Birleşik Devletleri,
Uluslararası Para Fonu Ve Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda idare
edilmektedir.
Ve daha nicesini ekleyebiliriz bu listeye...
Ve evet haklısınız: "Cevaplara bakarak şunu
söyleyebiliriz: Gerçek dünyanın akıl dışı olduğu apaçık değil mi?" Ve
elbette: "Bu sistem Aristoteles'in kurmak istediği sistem değil ."
Buraya kadar hemfikiriz.
Fakat, " Bu sistem KAPİTALİZM'dir."
tesbitinizde ayrılıyoruz.
Hayır, bu sistem KAPİTALİZM değildir.
Bu durumda, var olmayan bir şeyi yani kapitalizmi,
satrancı kullanarak, neden yüceltmeye çalışsınki AYN RAND? Aksine O,
kapitalizmin tam olararak uygulandığı hiçbir ülkenin olmadığı iddiasındadır.
Affınıza sığınarak bu konuyu birazcık açmak istiyorum:
Objektivizm, felsefi bir akımdır. Politika, felsefenin
bir dalı olduğuna göre, objektivizm de belirli politik ilkeleri savunur.
Özellikle " Laissez-Faire kapitalizm ", objektivizmin temel felsefi
ilkesidir.
Objektivistler, " muhafazakar " değil, kapitalizmin radikal
savunucularıdır ve asıl amaçları politika veya ekonomi değil,insanın doğasını
ve varlık nedenini incelemektir
İnsan zekası, onun asıl hayatta kalma aracıdır. Hayat ona bahşedilmiştir, fakat
hayatta kalma verilmemiştir. Ona bedeni verilmiştir, fakat bedeninin
beslenmesini devam ettirme verilmemiştir. Ona aklı verilmiştir, fakat aklının
içeriği verilmemiştir. Canlı kalmak için insan davranış da bulunmalıdır ve
davranış da bulunmadan önce hareketinin özelliğini ve amacını bilmek
zorundadır. İnsan yiyeceği hakkında ve onu nasıl elde edeceği hakkında bilgi
sahibi olmadan yiyeceğini elde edemez. Amacı hakkında ve bu amacı nasıl
başaracağı konusunda bilgi sahibi olmadan bir çukur kazamaz. Hayatta kalmak
için düşünmek zorundadır. Fakat DÜŞÜNMEK tercihe açık bir eylemdir.
Umursamaksızın 'insan tabiatı' olarak adlandırdığımız şeyin anahtarı, birlikte
yaşadığımız ancak adını açıklamaktan dehşete düştüğünüz açık sır, İNSANIN
İRADEYE DAYALI BİLİNÇLİ BİR VARLIK OLDUĞU GERÇEĞİDİR.
Akıl otomatik olarak çalışmaz; düşünmek mekanik bir
işlem değildir, mantık bağlantıları içgüdüyle yapılmaz. Midenizin,
akciğerlerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatiktir; fakat aklınızın
fonksiyonu otomatik değildir. Hayatınızın herhangi bir anında veya sorununda
düşünmeye veya bu iş den kaçınmaya özgürsünüz. Fakat tabiatınızdan, sizin
hayatta kalma aracınızın AKIL olduğu gerçeğinden: Bu nedenle bir insan olan
kendiniz için 'olmak ya da olmamak' sorusunun 'düşünmek ya da düşünmemek'
olduğu gerçeğinden kaçmakta özgür değilsiniz, özgür olamazsınız.
İradi bilince sahip bir canlı otomatik bir davranış
şekline sahip değildir. İnsan, hareketlerine yol göstermesi için bir değerler
sistemine ihtiyaç duyar. 'Değer' kişinin kazanmak ve korumak istediği şey,
'erdem' ise kişinin onu kazanma ve muhafaza etme eylemidir. Değerden, kim için
ve ne için değer? Sorusuna bir cevap vermesi beklenir. 'Değer', bir alternatif
karşısında bir standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini var sayar.
Alternatifler olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz.
Evrende sadece bir temel alternatif vardır: Varolma ya da varolmama. Ve bu
sadece canlı organizmalara hastır. Cansız maddenin varlığı şartlara bağlı
değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır. Madde yok edilemez niteliktedir, şeklini
değiştirir fakat varolmaktan vazgeçemez. Sabit bir alternatifle, yani yaşam
veya ölümle yüz yüze olan sadece canlı bir organizmadır. Yaşam bir kendini
devam ettirme işlemidir ve kendinden kaynaklanan bir hareket işlemidir. Eğer
bir organizma bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı
varolmaktan çıkar. 'Değer' kavramını olası yapan sadece 'Yaşam' kavramıdır.
İyilik ve kötülük sadece canlı bir varlık içindir.
Yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorundadır.
Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine
sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleye değerlerin
standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir;
bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun
alternatifi yoktur:Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır,
kendini yok edecek tarzda davranamaz.
Bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz
edilmiştir; duyuları ona otomatik olarak bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin
kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar. Bilgisinin yetersiz olduğu
durumlarda ölür. Fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder,
otomatik güvenlik ile tercih yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarının göz ardı
edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı
tercih edemez.
İnsan, hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip
değildir. Onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alternatifler karşısında
İRADEYE DAYALI TERCİH yoluyla davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi
neyin kötü olacağı hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında,
hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir
kendini koruma içgüdüsü gevezeliği mi yapıyoruz? Bir kendini koruma içgüdüsü
kesinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir
bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değildir. Bir yaşama arzusu size yaşam için
gerekli olan bilgiyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik
değildir:sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin bugünkü gizli
şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza
etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir. İnsanlar bilgilerini tabiatın
kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle
seçmelidir. İnsan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir ve bu,
tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir…
İnsana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik
bir tercih konusudur ve doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya
intihar hayvanı olmaktır. İnsan, tercihiyle İNSAN olmak zorundadır; hayatını,
tercih ederek bir değer olarak sürdürmelidir, tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu
değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uygulamalıdır.
İyi, bir canlı varlığın hayatı için uygun olan her
şeydir, kötü hayatı yok eden her şeydir.Kendi hayatı, bir insanın nihai
değeridir. Başlı-başına bir amaç olan bu değerin elde edilmesi ve/veya muhafaza
edilmesi sürecini -zevkli bir yaşam sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerin,
değerlerin, amaçların seçilmesi sürecini- yöneten tek standart,
insana-özgü-hayat'tır. Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda
davranılan şeydir; erdem, bir değeri elde etmekte kullanılan eylemdir. Her bir
insanın kendi nihai değerini (kendi hayatını) elde etmesinin,
gerçekleştirmesinin aracı olan üç temel değer: Akıl, Amaç ve
Gurur-duyulacak-bir-kişiliktir; bunlara tekabül eden üç erdem ise: Rasyonellik,
Üretkenlik ve Kendine-saygı-ve-güven'dir. Bu değerler, tek başına elde
edilemez, birbirleriyle bağlantılıdır: İnsan hayatının merkezi amacı, bütün
değerler hiyerarşisini belirleyen merkezi değer, üretken faaliyettir. Akıl,
insani üretkenliğin ön şartıdır, onun kaynağıdır; insan, hem maddi
ihtiyaçlarını gidermek, hem de gurur-duyulacak-bir-kişilikçe sahip olmak için
üretir; üreterek amacını gerçekleştirdikçe, aklına olan güveni artar,
kişiliğinden gurur duyar.
Kendine-saygı-ve-güven erdemi, "ahlaki hırslılık" olarak da
isimlendirilebilir. Ahlaki hırslılık; bir insanın ahlaki mükemmelliğe erişerek,
kendisini, kendi nezrindeki en büyük değer haline getirmeyi hedef edinmesi
demektir. Ancak gediksiz bir rasyonelliğe sahip olmakla elde edilebilecek olan
ahlaki mükemmellik:
a) İcrası imkansız, irrasyonel bir erdemler sistemini asla kabul etmemek;
rasyonel olduğunu bildiği erdemleri icra etmeği ise, hiçbir zaman ihmal
etmemektir. b) Hak etmediği bir suçluluk
duygusunu asla kabul etmemek; suçluluk duygusunu hak edecek bir işi asla
yapmamak; suçluluk duygusunu hak edecek bir iş yapmışsa, düzeltmek için elinden
gelen her şeyi hemen yapmayı asla ihmal etmemektir.
c) Karakterindeki herhangi bir kusura karşı asla pasif kalmayıp, onu hemen
düzeltmeğe girişmektir.
d) Hiçbir mülahazayı, arzuyu, korkuyu, ruh halini, kendine-saygı-ve-güven
ihtiyacının üstüne bir an için dahi koymamaktır.
e) Her ne sebep için olursa olsun, kurbanlık hayvan
rolünü reddetmek; münzeviliği, kendini horlamayı, kendini aşağılamayı, kendini
küçültmeyi, kendini feda etmeyi, bir erdem veya görev olarak vazeden her
doktrini reddetmek demektir.
Tabiatın gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir
hayvanın, yağmacı bir haydudun veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir
varlığın yaşamıdır-bu zorbalık ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla
bir yaşamdır- çünkü insanın hayatta kalması tek bir şeyin, yani aklın
sayesindedir.
İnsanın hayatı ahlak standardıdır, fakat sizin kendi
yaşamanız onun amacıdır. Eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise,
hareketlerinizi ve değerlerinizi insana has olan bu standarda göre, yani yerine
yenisi konamayan değeri-yani hayatınızı- muhafaza etmek, onun içini doldurmak
ve tadını çıkarmak için seçmelisiniz.
Sn. Cem Çomunoğlu;
Bu arada sizin: "Aristoteles bir aristokrattı.
Burjuvalardan da nefret ederdi. Hayalini kurduğu yönetim biçimi kapitalizm
olamaz. Bu Aristoteles'le alay etmektir. " cümlenizi de hayretle
karşıladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü, Aristoteles'in yaşadığı
feodal dünya da, "kapitalizm ve burjuvaların" olmadığını kabul
edersiniz sanırım. Bu durumda nasıl iddia edebilirsiniz; O: " Burjuvalardan
da nefret ederdi."diye..?
Bence asıl bu iddianız, Aristoteles'le alay etmektir sanırım.
Sn. Cem Çomunoğlu;
Yüzde yüz haklısınız: "Satranç bir oyundur, her
oyunun kendi kuralları vardır (Devlet-Platon). "
Evet yüzde yüz haklısınız: Her oyunun bir KURALI vardır. Fakat hayatın tek
kuralı: AKIL ve REALİTEDİR.
Çünkü HAYAT bir OYUN değildir ve de OLAMAZ..!
Sn. Cem Çomunoğlu;
Bu arada: KOLEKTİVİZM ve DEVLETCİLİĞE karşı olan kin
ve nefreti Ayn Rand' ın felsefe ve edebiyat alanındaki başarısının, özgünlüğünün,
büyük ve önemli işler yapmasının en önemli nedendir.
Ancak asıl tartışmamız gereken konu, "kimin OBJEKTİF veya SUBJEKTİF"
olup olmadığı değil :
Kimin "AKIL ve REALİTE'den", kimin " DOĞRU veya YANLIŞ'dan"
yana olup olamadığı galiba...
Sn. Cem Çomunoğlu;
Yazınız üzerine söyleyeceklerim, elbette, bu kadar
sınırlı değil. Objektivizm ile demokrasi, bireycilik ile hukuk devleti
arasındaki ilişki ve özellikle altruism -diğerkâmlık - üzerine söylenecek çok
sözüm var. Ama zaman ve mekan sınırlı; bu nedenle konuyla ilgili daha detaylı
görüşlerimi: "www.objektivist.net "adresli sitemde bulabilirsiniz.. Aklınız
ve varolma aşkınız buna karar versin.
Saygı ve sevgiler..
Saygılar
HAYATIN
KAYNAĞI " PINAR" ÖZET
Objektivist
Sanatçımız S. ÇETİN'in Önsözü ile Plato Yayımcılık'tan yeniden yayımlanmıştır.
Yazan: Barış
Poyrazoğlu
"Kolektif
beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup
insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok
bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir.
Birincil eylem.. yani mantık yürütme süreci... bir tek kişinin tek başına
yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama
kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının
yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine
düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve
özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler."
Hayatın
Kaynağı: Howard Roark isimli bir mimarin, kollektivist dusuncelerle savasini
anlatiyor. Kitapta 5 ana karakter var. Howard Roark, Domunique Francon
(Roark´un sevgilisi ve daha sonra karisi olacak)
Gail Wynand
(medya patronu, Bana sorarsaniz Cem Uzan ile Reha Muhtar karisimi bir karakter)
Peter Keating (Raork´un okuldan sinif arkadasi) ve Ellsworth Monkton Toohey
(kollektivist dusuncenin savunucusu).
Kitap bu bes
karakter arasindaki savaslari anlatiyor. Muthis hikayeleri var bu
karakterlerin. Hepsi uzun uzun anlatiliyor. Kitap zaten 810 sayfa. Ama ben sahsen
bittiginde Atlas Shrugged neden cevrilmemis diye kahroldum. Sonuc olarak
"ben"in "biz"e ustunlugunu anlatan, hayirseverlige degisik
bir yorum getiren bir kitap. Sanirim filmi de cekilmis ama seyredemedim. Eski
bir film. Simdi size kitaptan bir kac alinti.
"Sifir
olan hersey olur abla"
"Ayaginin
altinda bir demir izgara hissetti, bir koku gelip yuzune carpti. Toz, ter ve
kirli giysilerin kokusu. Çöp alanlarının kokusundan beterdi bu koku. Çünkü
bunda evcil, normal bir nitelik vardı. Çürüme kavramı normal kabul edilmiş
gibi. Aşağıda metronun geçmekte olduğunu hissetti. Bu bir araya gelmiş birçok
insanın artığı diye düşündü. Bir araya getirilip sıkıştırılmış insan vücutları.
Kıpırdayacak yerleri yok, soluyacak havaları yok. Oradaki tüm kokuların toplamı
bu özet haliyle. Oysa, insan oraya inse, orada temiz kolalanmış beyaz
elbiselere, temiz saçlara, sağlıklı genç tenlere de rastlarsınız. İşte
toplamların ve ortalamaların yapısı buydu. O halde bir araya getirilmiş çok
sayıda insan zihninin kalıntısı neydi? Yine havasız yine kıprdayacak alandan
yoksun yine ayrımsız. Bunun cevabı Banner´dı (Wynand´ın gazetesi)"
"Banner´ın
ilk kampanyası, hayır işi için para toplamak oldu. Yan yana iki resim
yayınlanmıştı gazetede. Resimler de altta verilen açıklamalar da aynı
büyüklükte yer kaplıyordu. Paralel iki konu. Biri mücadeelsini sürdürmekte olan
genç bir fİzikçiyle ilgiliydi.açlıkla mücadele ediyor, çok büyük bir icat
üzerinde çalışıyordu gemç adam. Diğer hikaye, bir hizmetçiyle ilgiliydi. İdam
edilmiş bir katilin sevgilisiydi. Gayri meşru çocuğunun doğumunu bekliyordu.
Birinci
hikayede bilimsel tablolarla grafikler, ikinciye, üstü başı dağınık yüzünde acı
dolu bir ifadeyle dudakları ağzına bol gelen bir kızın resmi eşlik ediyordu.
Banner okurlarından bu iki bahtsıza yardım etmelerini istemekteydi. Genç
fizikçiye dokuz dolar kırk beş sent, bekar anneye bin yetmiş yedi dolar para
geldi. Gail Wynand gazetede çalışanları toplantıya çağırdı. İki kampanyayı
başlatan gazeteyi masanın üstüne koymuş, herbiri için toplanan paraları da
resimlerin üzerine yerleştirmişti. "Aranızda anlamayan var mı?" diye
sordu. Hiç kimse cevap vermedi. Wynand o zaman, "Artık Banner´ın nasıl bir
gazete olacağını biliyorsunuz" dedi."
Ellsworth
Domunique ile konusuyor: "...Ölü bir konunun ne kadar etkili olduğunu
öğrendin artık. İnsan böyle bir şeye karşı ağzını açıp konuşamaz, bir açıklama
yapamaz, kendini savunamaz. Çünkü hiç kimse dinlemek istemez. Şöhrete kavuşmak
zaten bzor bir şeydir. Bir kere kavuşunca da o şöhretin türünü değiştirmene
olanak yoktur. Hayır, bir mimarın kötü mimar olduğunu kanıtlayarak onu
mahvedemezsin. Ama tanrıya inanmadığı için ya da birisi onu mahkemeye verdiği
için ya da bir kadınla yattığı için ya da sineklerin kanatlarını yolduğu için
mahvedebilrisin. mantığa uymuyor mu diyorsun? tabi uymuyor. O yüzden sonuç
veriyor zaten. Mantığa karşı mantıkla savaşabilirsin. Mantıksızlığa karşı nasıl
savaşırsın? Senin sorunun nedir, biliyor musun? Pek çok insan gibi sende de
mantıksızlığa karşı yeterli saygı yok. Mantıksızlık, hayatımızın en başta gelen
unsurudur. Eğer sana düşman olursa, zerre kadar şansın kalmaz. Ama onu kendi
müttefikin haline getirebilirsen..."
"Diyelim
ki ben Ibsen´i sevmiyormuşum. Diyelim ki insanların onun oyunlarını
seyretmesini durdurmak istiyormuşum. Dönüp halka bunu söylemek benim hiçbir
işime yaramaz. Ama eğer onlara kötü bir oyun yazarının da Ibsen kadar iyi
olduğu fikrini yutturabilirsem, çok geçmeden aradaki farkı göremez
olurlar."
Kent Lansing
Roark ile konuşuyor "... Benim tek demek istediğim, yönetim kuruludenilen
şey bir iki hırslı insandır, gerisi kuru gürültüdür. İnsan grupları bir
vakumdan ibarettir. Koskoca boşluklardır. İnsanlar, yokluğu gözümüzde
canlandıramıyoruz der dururlar. Gelip bir komite toplantısı izlesinler. Bütün
mesele, o boşluğu doldurmayı kimin istediğidir. Sert bir savaştır bu savaş.
Savaşların en sertidir. Düşman karşında olursa, onunla savaşmak kolay. Ama
karşında değilse ... Yüzüme deliymişim gibi bakma. Senin de biliyor olman
gerekir. Sen de ömrün boyunca bir vakuma karşı savaş verdin."
"Nedenleri
tartmak için terazi gerekir. Terazi de pamuktan yapılan bir şey değildir. Oysa
insan ruhu pamuktandır. Yani biçimi olmayan, direnci olmayan, öne arkaya
kıvrılıp hamur gibi her şekle girebilen bir şeydir. Sen onlara işi neden sana
vermeleri gerektiğini benden çok daha iyi anlatabilirsin. Ama seni dinlemezler,
oysa beni dinlerler. Çünkü ben aracıyım. İki nokta arasındaki en kısa yol doğru
çizgi değildir. Aracıdır. Ne kadar çok aracı varsa, yol o kadar kısalır. Hamur
psikolojsii budur işte."
"İyilik
ve kötülük kutupları açısından, iki kavram sunulmuştur ona. Biri bencillik,
öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı başkaların kendisi için feda
etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise kendini başkaları için feda
etmektir denmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara
bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmişitr. Ya başkalarının
uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başklarına acı
çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de
söylenince, tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazohizmi kendi ideali
olarak kabul etmek zorunda kalmıştır, çünkü bunun karşısına ancak sadizm
vardır. İnsanoğluna oynanan en küstahça oyun bu olmuştur. Bağımlılık ve acı
çekme bu yolla hayatın temelleri haline getirilmiştir. Seçenekler kendini feda
etmekle tahakküm etme arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık
arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir
sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını
sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin
kuralı ise sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır.
İnsanın bağımsız egosundan doğan herşey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından
doğan herşey kötüdür. Bencil kişi salt anlamda bakıldığında başkalarını feda
eeden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının
üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir.
Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da
enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta
değildir. kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar
arasında oluşabilecek tek kardeşik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir.
"
PARA
HAKKEDİLMEDEN KAZANILDIĞI DÜZENİ YIKAR
"PARA"nın: Tüm kötülüklerin temeli olduğunu
mu düşünüyorsunuz?
"Feodalizm veya E.Kant mistizmi - Marx kolektivizmi veya sözde modern
liberalist devletçiler - vs" lere dikkat ediniz:
Onlar hala " paranın":
tüm kötülüklerin anası olduğunu -tabii: her derdin devası hükümet parası
hariç(!)- iddia ediyorlar.
Yani aynen tüm
kötülüklerin anasını "şeytan" olarak gören eski mistikler gibi..!
PARA VE KÖTÜLÜK
Demek paranın
bütün kötülüklerin temeli olduğunu düşünüyorsunuz? Peki para neyin temeli, onu
hiç düşündünüz mü?
Para bir değişim aracıdır ancak
hizmet veya mallar üretilmediği ve bunları üreten insanlar olmadığı sürece
varlığının hiç bir anlamı yoktur. Para, ticaret yolu ile bir değere karşılık
bir değer vermek isteyen insanlar arasında değiş-tokuş isteğinin maddi bir
şeklidir. Para, sizin ürününüzü gözyaşları ile ele geçirmeye çalışan
beleşçilerin, sizden zorla almaya çalışan yağmacıların kullandığı bir araç
değildir. Para sadece üreten insanlar için bir anlam ifade eder.
Sizin kötü bir şey dediğiniz bu
mu?
Çabanızın karşılığı olan bir parayı
kabul ettiğiniz zaman, bunu sadece başkalarının ürünlerini onların rızası ile
alabilmek için kabul edersiniz.Bu inanç, paranın kendisine değer veren
beleşçiler veya yağmacılara uygun değildir. Ne gözyaşı denizleri ne de dünyanın
bütün silahları cüzdanınızdaki kağıt parçalarını yarın da tok kalmanızı
sağlayacak ekmeğe dönüştüremez. O kağıt parçaları, üreten insanın enerjisi
üzerindeki iddianızdır.
Cüzdanınız, dünyanın bir yerlerinde
paranın kökeninin ahlaki bir prensip olmadığına inanan insanların bulunduğuna
dair umudunuzdur.
Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?
ÜRETİMİN
TEMELİ
Üretimin temelinin ne olduğunu hiç
düşündünüz mü? Örneğin elektrik üreten bir jeneratöre bakın, onun düşünme
yeteneğinden yoksun kas gücü sahibi insanlar tarafından üretildiğini
söyleyebilir misiniz?
Bir buğday tohumunu, üretimi ilk
defa gerçekleştiren insanın zekasını miras almadan, büyütmeye çalışın. Sadece
sağa sola koşturarak yiyecek elde etmeye çalışın - bütün bunlardan sonra
üretimin ve dünyadaki bütün zenginliklerin temelinin insan zekası olduğunu
göreceksiniz.
Ama siz paranın gücü olanın, zayıf
olanın pahasına, kazanıldığını söylüyorsunuz. Güçten ne anlıyorsunuz? Bu güç
silah veya kasların gücü değildir.Zenginlik düşünme kapasitesine sahip insanın
ürettiğidir. O zaman yeni bir motor icat eden kişi, bunu icat edemeyenin
pahasına mı
para kazanmış oluyor? Para zeki
insanın, aptalın pahasına kazandığı bir şey mi? Hırslı olanın, tembel olanın
pahasına kazandığı bir şey mi?
Para, yağmalanmadan veya gasp
edilmeden önce, yaratılmak zorunda ve paranın yaratılmasını her dürüst insan
kendi gücünün sınırları oranında gerçekleştirebilir. Dürüst insan, ürettiğinden
daha fazla tüketemeyeceğinin farkında olan insandır.
Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?
TİCARET
İYİNİYETİN DÜSTURU
Para yolu ile ticaret, insanın
iyiniyetinin düsturudur. Paranın dayanağı, her insanın kendi zekası ve gücünün
sahibinin gene kendisi olduğu gerçeğidir. Para, çabalarınızın değerini bulmak
için bir başka insanın bu çabaya değerini vermesi dışında hiçbir güç emredemez.
Para, sizin ürettiğinizi ve
işgücünüzü satın almaya değer bulan insanlara bu olanağı sunmaktan daha öte bir
anlam taşımaz, özgür bir ortamda alışveriş yapan insanların karşılıklı çıkar
sağlayacağı anlaşmalardan başka bir şey sağlamaz. Sizden insanların kendi
çıkarları ve kazançları için çalışmak zorunda oldukları gerçeğini kabul etmenizi
ister.
Sizin zayıflıklarınızı insanların
aptallığına değil, yeteneğinizin insan zekasına pazarlanmasını şart koşar.
Bunun karşılığında da siz insanların ürettiği herhangi bir kalitesiz ürünü
değil, paranızın satın alabileceği en iyisini istersiniz.
Ve insan zorlama değil de
karşılıklı anlaşma ile ticarete başladığında, en iyi ürünü satan, en iyi
performans sahibi, en iyi yargılama ve yetenek
sahibi olan kazanır.Yani insanın
satmak istediği ürün ne kadar iyi ise aldığı ödül de o kadar büyük olur. Bu tür
bir yaşam şeklinin varlığı ancak paranın değişim aracı olarak kullanıldığı bir
ortamda mümkündür.
Sizin kötü olarak gördüğünüz bu
mu?
PARA SADECE BİR
ARAÇTIR: AMAÇ DEĞİL..!
Parayı amaç edinen bir insan:
paranın aracı olmaktan kurtulamaz.
Ancak para sadece bir araçtır. Sizi
istediğiniz yere götürür ama arabanın sürücüsü hala sizsiniz. İstekleriniz
karşılanması için size aracılık
edecek ama isteğin yerine
geçmeyecek. Para nedensellik kuralını tersine çevirmeye çalışan insanın, yani
belli bir zekanın ürünü olan şeye
el koymaya çalışan insanın
kamçısıdır.
Para ne istediğini bilmeyen
insana mutluluk, zekası olmayan insana bilgi, korkak olana diğer insanların
hayranlığını
ve ne
aradığını bilmeyene bir hedef satın alamaz.
Para onurlu ve isteğe bağlı bir
değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa, insanlar onun aracı olmaya başlarlar.
Kan, kırbaç, silah veya para.
Seçiminizi yapın - çünkü başka bir
seçenek yok ve zamanınız gittikçe daralıyor.
Paranın iyi şeylerin kökeni olduğunu anlayıp kabul
etmediğiniz müddetçe kendi yıkımınızı hazırlıyorsunuz demektir. Para onurlu ve
isteğe bağlı bir değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa, insanlar onun aracı
olmaya başlarlar.
Sadece ona ihtiyacı olmayan, hangi noktadan başladığı hiç fark etmeden
kendi servetini yaratabilen insan bir miras sahibi olmayı hakeder. Eğer
bir varisin değeri parasının
miktarı ile aynı büyüklükte ise, para ona hizmet eder, değilse onu mahveder.
Ama siz ona bakıp paranın onu çürüttüğünü düşünürsünüz. Gerçekten öyle mi,
yoksa o mu parayı çürütmüştür? Değersiz bir varise gıpta etmeyin, o servet
sizin değil ve
siz o para ile daha iyi şeyler
yapamazsınız. O paranın size dağıtılması gerektiğini düşünmeyin.
Çünkü bu durumda dünyaya bir tane
asalak yerine 50 tane asalak yetişmiş olacaktır. Para, kökleri olmadığı
müddetçe ölmeye mahkum bir
güçtür kendisi ile aşık atamayan
bir zekaya hizmet edemez.
Siz bu sebepten mi parayı kötü
bir şey olarak adlandırıyorsunuz?
PARA, HAYATTA KALMAYI SAĞLAYAN
BİR ARAÇDIR.
Para, hayatta kalmanızı sağlayan bir
araçtır. Geçiminizin kaynağını bildirme kararınız aynı zamanda kendi
yaşamınızın kaynağını bildirir. Eğer kaynak çürükse, bütün hayatınızı
lanetlemişsiniz demektir. Paranızı sahtekarlıkla mı kazandınız, insanların kusur
veya aptallıklarını kötüye kullanarak, akılsız insanların size yeteneklerinizin
hak ettiğinden daha fazlasını ödemesini umarak, standartlarınızı aşağıya
çekerek mi yoksa küçük gördüğünüz insanlara istemediğini işler yaparak mı? Eğer
öyleyse, kazandığınız para ne bir anlığına mutluluk ne de bir kuruşluk keyif
verecektir. Bu para ile aldığınız bütün şeyler size, kendinizi takdir değil
suçlama, başarı değil utanç kanıtı olarak geri dönecektir. İşte o zaman paranın
bir şeytan olduğunu haykıracaksınız. Şeytan, çünkü sizin kendinize olan
saygınızın yerine geçecek. Şeytan, çünkü ahlaksızlığınızdan zevk almanıza izin
vermeyecek.
Paradan nefret etmenizin kökeni
bu mu?
Para her zaman bir sonuç olarak
duracak, sebep yerine geçmenize izin vermeyecektir. Bir meziyetin sonucudur ama
ne size bu meziyeti sağlar
ne de kusurlarınız bağışlatır. Ne
maddi ne manevi size hakketmediğinizi vermez.
Paradan nefret etmenizin kökeni
bu mu?
KÖTÜLÜKLERİN TEMELİ PARA SEVGİSİ
Mİ?
Ya da “bütün kötülüklerin temeli
insanların paraya olan sevgisi” mi dediniz? Birşeyi sevmek onu anlamaktır ve
sevgi doğaldır. Parayı sevmek
ise onu anlamak ve onun sizin
içinizdeki en iyi gücün yaratılması ve en iyi insanlar arasında kendi çabanızla
başkalarının çabalarını değiş tokuş
edebilecek olmanız gerçeğini kabul
etmek demektir. Paradan nefret ettiğini en çok haykıran kişi, ruhunu 5 kuruşa
satacak insandır - ve bunun için de
gayet iyi bir sebebi var. Parayı
sevenler, onun için çalışmayı göze alanlardır. Onu kazanmak için yetenekleri
olduğunu bilirler.
Size
insanların karakterlerini tanıyabilmek için bir ipucu vereyim:parayı lanetleyen
kişi onu yüz kızartıcı bir yoldan kazanmıştır.
Paraya saygı duyan biri ise onu
hakkederek kazanmıştır.Paranın şeytan işi olduğunu söyleyen kişilerden mümkün
olduğunca hızla ve uzağa kaçın. Bu cümle, yaklaşmakta olan bir cüzamlının
çaldığı çan gibi, size doğru gelen bir yağmacının habercisidir.
Yeryüzünde bir arada yaşayan ve
birbirleri ile ilişki içinde olma gereksinimi olan insanların tek aracı eğer
para değilse silah namlusudur.Ancak para, kazanmak veya elinizde tutmak
istiyorsanız, sizden en yüce erdemlerinizi ister. Gurur, onur ve öz saygısı
olmayan, para sahibi olmayı hakkettiği konusunda ahlaki hisleri olmayan, onu
savunmayı yaşamlarını savunmak olarak görmeyen, zengin oldukları için her
fırsatta özür dileyen kişiler, o paraya uzun süre ile sahip olamazlar.
Yüzyıllarca taşların altında saklanmış, ancak servet sahibi olduğu için
suçluluk duyan ve affedilmek için yalvaran ilk kişinin kokusunu alarak ortaya
çıkan yağmacı sürülerinin doğal yemleridir. Bunlar o kişiyi bu suçluluk
duygusundan hafifletecek ve tam da onun hakkettiği gibi hayatına el
koyacaklardır.
Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?
ÇİFTE STANDARTLILARIN
YÜKSELİŞİ
Sonra da çifte standartlı
insanların yükselişine tanıklık edeceksiniz - bu insanlar kaba güçle yaşar
ancak el koyacakları parayı yaratacak insanlara güvenirler. Ahlaklı bir
toplumda bu insanlar suçlu olarak ilan edilir ve bunlara karşı sizi koruyacak
yasalar bulunur. Ama suçluları “ama başka çareleri yok ki” diyerek haklı
çıkartan, yağmacı sürülerini kanunlarla koruyan yani silahsız kurbanlarının
servetlerine el koymayı meşrulaştırmış toplumlarda para, yaratıcılarının
intikamcısı haline gelir. Bu tip yağmacılar, savunmasız insanların elindeki
silahları alacak yasaları çıkartarak onları soymayı güvenli hale getirir. Ancak
onların yağma düzeni başka yağmacıları da yaratır ve çaldıkları, başkaları
tarafından da yağmalanır hale gelir. Ve artık yarış, üretimde en yetenekli
olanlar arasında değil, vahşilikte en acımasız olanlar arasında geçmeye başlar.
Kaba güç, standart haline gelmeye başladığında da katiller yankesicilere karşı
zafer kazanmaya başlar. Ve böyle bir toplum da felaket
ve katliamlardan sonra yıkılıp
gider. Siz böyle bir günün gelip gelmediğini merak ediyorsanız, parayı takip
edin. Para, bir toplumun erdemlerinin barometresidir. Eğer bir değiş tokuşun,
rıza ile değil de zorla yapıldığını, birşeyler üretmek için, hiçbir şey
üretmeyenlerden izin almak zorunda kalındığını, paranın üretim peşinde değil de
rüşvet ve suistimalle uğraşanlara aktığını ve yasaların sizi onlara karşı
korumadığını, çürümenin ödüllendirildiğini dürüstlüğün ahmaklık olarak
adlandırıldığını görüyorsanız o toplumun lanetlendiğini anlarsınız.
Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?
PARA SİLAHLA REKABET ETMEZ,
EDEMEZ...!
Para o kadar yüce bir araçtır ki,
silahla rekabet etmez, vahşilikle birarada yaşayamaz. Bir ülkenin yarı-mal
sahibi, yarı-yağmacı olarak yaşamasına izin vermez. Yıkıcılar insanlar arasında
ortaya çıktığında, işe ilk önce paranın temsil ettiklerini yıkmakla başlarlar,
çünkü para insanın korunma şekli ve varlığının ahlaki tarafıdır. Yıkıcılar
altına el koyarak onun karşılığında kağıt parçaları verir. Altın, objektif bir
değer olarak, yaratılan servetin eşitidir. Kağıt para, olmayan bir servetin,
servet yaratan insanlara karşı doğrultulmuş bir silahın yardımı ile desteklenen
ipotektir.İnsanın yaşamını sürdürmesinin aracı olarak parayı kötü olarak
adlandırırsanız, insanların iyi olarak kalmasını beklemeyin.Üretimin
yasaklandığı ve üretilenin yağmalandığı bir düzende üretmeye devam etmelerini
beklemeyin. “Kim bu dünyayı mahvediyor?” diye sormayın, çünkü bunu yapan
sizsiniz. İnsanlık tarihinde, para, isimleri değişse de soygun yöntemleri aynı
kalan insanlar tarafından yağmalandı.
Bu yöntem, yaratılan servete el
koyarak, o serveti yaratanları küçümsemek, kötülemek ve onursuzlukla suçlamak
olmuştur.
Paranın iyi şeylerin kökeni
olduğunu anlayıp kabul etmediğiniz müddetçe kendi yıkımınızı hazırlıyorsunuz
demektir. Para onurlu ve isteğe bağlı bir değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa,
insanlar onun aracı olmaya başlarlar.
Kan, kırbaç, silah veya para.
Seçiminizi yapınız!: Çünkü başka
bir seçenek yok ve zamanınız gittikçe daralıyor.
REALİST ROMANTİZM
Bu bölümde
ortaya konan estetik prensiplerinin en iyi tatbikatını, sanatkarın hayat
hissini teşkil eden metafizik değer-yargılarından oluşan soyutlamaların, -lisan
yoluyla- sanat eseri halinde somutlaştırılmasına geniş olanaklar veren edebiyat
konusunda yapabiliriz.
Bu tatbikatı,
beş konu üzerinde yapacağız: edebiyatta Romantisizm ve Natüralizm ekollerinin
asli özellikleri, edebiyatın asli hususiyetleri, birçok Romantik eserde ortaya
çıkan "İnsana-tapma" kavramı ve mizah.
Bu
tatbikatlardan, özellikle Romantisizm ve Natüralizm üzerinde olanı, bütün
veçheleriyle incelendiğinde, rasyonel bir felsenin estetik prensiplerinin
teşhirine çok müsaittir; fakat, burada, konu üzerinde detaylı bir tartışma yapmak
yerine, ana hatlar verilecektir: ne asli yönleriyle doğru bir estetik anlayışı
olan Romantisizm akımında ortaya çıkmış bazı olumsuzluklardan; ne de, asli
yönleriyle yanlış bir estetik anlayışı olan Natüralizm akımında varolmuş bazı
olumluluklardan bahsedilecektir.
Ondokuzuncu
yüzyıldan önceki edebiyat; insanı, hayat ve faaliyetleri kendi kontrolu
dışındaki kuvvetlerce belirlenen, çaresiz bir varlık olarak sundu. Bu
kuvvetler, ya Yunan trajedilerindeki gibi kader ve tanrılardı; ya da,
Shakespeare'in oyunlarındaki gibi fıtri bir zayıflık, "trajik bir
kusur"du. O dönemin yazarları, insanı metafiziken iktidarsız kabul etti;
temel öncülleri, determinizm idi. Bu öncülü kabul eden bir yazar, insanın ne
olabileceğini ortaya koyamazdı; ancak, insanın başına ne geldiğini
kaydedebilirdi; böylece, vakayinameler, bu kayıtlar için müsait edebi biçimler
olarak varlığını sürdürdü.
İnsanın irade
yeteneğine sahip bir varlık olarak edebiyatta tasviri, ondokuzuncu yüzyılda
roman edebi biçimi ile birlikte ortaya çıktı; ve, sanatta büyük, yeni bir
hareket olan Romantisizm doğdu. Romantisizm, insanı, değerlerini seçebilen,
amaçlarını gerçekleştirebilen, kendi mevcudiyetinin kontroluna sahip bir varlık
olarak gördü. Kurgunun, tarihten daha büyük bir felsefi öneme sahip olduğunu;
çünkü, tarihin, şeyleri olduğu gibi sunduğunu; oysa, kurgunun, şeyleri
"olması mümkün ve olması gereken haliyle" sunduğunu söyleyen
Aristo'nun izinde giderek; olmuş olayları kaydetmeyip, olması gereken olayları
sundular; insanların yapmış oldukları seçimleri kaydetmeyip, yapmaları gereken
seçimleri sundular.
Ondokuzuncu
yüzyıl sonlarına doğru, mistisizm ve kollektivizmin yeniden ortaya çıkışıyla,
Romantik roman ve Romantik hareket, kültürel sahneden yavaş yavaş silindi.
İnsanın
sanattaki yeni düşmanı, Natüralizm oldu. Natüralizm, irade kavramını reddeder
ve insanın kendi kontrolu dışındaki kuvvetlerce belirlenen çaresiz bir yaratık
olduğu nosyonuna geri döner; tek farklılık, insanın kaderine hakim olan yeni
yöneticinin, -kader, tanrılar, fıtri bir zayıflık, "trajik bir kusur"
olmak yerine- şimdi toplum olması idi.
Romantisizm
ve Natüralizm konusunda kavramsal bir yaklaşıma sahip olmak, bugünün
dünyasındaki estetik boşluktan kurtulmakta hayati bir araca sahip olmaktır.
Romantisizm
Romantisizm,
insanın irade yeteneğine sahip olduğu prensibinin kabulü üzerinde bina olan bir
sanat kategorisidir.
Romantisizm,
kavramsal sanat ekolüdür. Günlük hayatın rasgele teferruatıyla değil; insan
mevcudiyetinin, ezeli ve ebedi, temel, evrensel mesele ve değerleri ile
uğraşır. Kaydetmek veya fotoğraf çekmekle uğraşmaz; yaratır ve tasarlar.
Romantisizm, Aristo'nun sözleriyle, olagelen şeylerle değil, olabilecek
şeylerle, olması gereken şeylerle ilgilidir.
Romantisizmin
sanata getirdiği şey, değerlerin önceliği prensibi oldu. Romantisizmden önceki
edebiyat ekolü olan Klasisizm'de; felsefeden, ancak üçüncü elden formül
kopyalamayla yararlanılmış; ahlak formüllerini bayatlıklar ve yavanlıklar
halinde tekrarlayan Klasisist edebiyat eserlerinin bu elden düşme felsefi
içeriğinde, değerlerin önceliği ögesi yer almamıştı. Değerler (ve
değer-yargıları), duyguların kaynağıdır; Romantisist'lerin eserlerinde ve
izleyicilerinin tepkisinde büyük bir duygusal şiddet ortaya konmuş; aynı
zamanda, büyük bir renklilik, hayalgücü, orijinallik, heyecan, değer-yönelimli
bir hayat hissinin diğer bütün sonuçları sergilenmiştir. Bu duygusal öge,
Romantisizm hareketinin en kolay algılanır karakteristiği olmuş ve bu
karakteristik, daha derin bir araştırmaya girilmeksizin, Romantisizm'in
tanımlayıcı karakteristiği olarak kabul edilmiştir.
İnsan
hayatında, değerlerin önceliğinin, indirgenmez bir birincil olmadığı;
değerlerin önceliğinin, insanın irade yeteneğine bağlı olduğu; dolayısiyle,
Romantisist'lerin, felsefi olarak, -değerlerin sonucu olmaktan ibaret olan-
duyguların değil, -değerlerin kökü olan- iradenin şampiyonu oldukları gibi
hususlar; filozofların tanımlamak durumunda olduğu hususlardı; oysa,
filozoflar, ondokuzuncu yüzyılın hayati her konusunda olduğu gibi, estetik
konusunda da ihmalkar olmuşlardı.
Daha da
derinde bulunan husus; akıl yeteneğinin, irade yeteneği olduğu gerçeğinin, o
zaman bilinmemesiydi. Varolan çeşitli serbest irade teorileri, çoğunlukla,
anti-akıl bir karakterde olduğundan; bu teoriler, iradenin, mistisizmle bir
arada düşünülmesi anlayışını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyordu.
Son
zamanlarda, bazı edebiyat tarihçileri, Romantisizm'in duygu-yönelimli bir ekol
olduğu tanımından sarfı nazar edip; yeni tanımlar yapmaya giriştiler; fakat,
başarı gösteremediler. Romantisizm, -asli ayırt edici karakteristik kuralına
uyularak- irade-yönelimli bir ekol olarak tanımlanmalı; ve, Romantisist
edebiyatın tabiatı ve tarihi, bu terimlerle incelenmelidir.
Eğer insan
iradeye sahipse, hayatının en önemli veçhesi, değerlerinin seçilmesidir; eğer
değerlerini seçerse, bu değerleri kazanmak ve/veya elde tutmak için
davranmalıdır; bunun için, amaçlarını ortaya koyup, onlara erişmek için, amaçlı
faaliyetlere girişmelidir. Bu faaliyetlerin esasını ifade eden edebi biçim,
entrikadır. (Bir entrika, mantıken bağlantılı olayların, amaçlı bir biçimde
gelişerek, bir şahikada çözümlenmesidir.)
İrade
yeteneği, insan hayatının her iki temel veçhesinde üzerinde söz sahibidir:
bilinç ve mevcudiyet; yani, insanın psikolojik eylemi ve fiziki eylemi; yani,
insanın kendi karakterini oluşturması işi ve fiziki dünyada yapacağı
faaliyetler çizgisi. Dolayısiyle, edebi bir eserde, hem karakterler, hem de
olaylar; yazarın, değerlerin insan psikolojisi üzerindeki ve mevcudiyet
üzerindeki rolü hakkında sahip olduğu görüşe göre (ve doğru kabul ettiği
değerler sistemine göre) yaratılır. Karakterleri, somutlukların duplikasyonu
değil, soyut tasarımlardır; gözlemlemiş olduğu özel bireylerin, muhabirce rapor
edilmesiyle ortaya konmuş olmayıp, kavramsal olarak icat edilmişlerdir. Edebi
bir eserdeki özel bireylerın spesifik karakter çizgileri, bu bireylerin eserde
ortaya konan özel değer-seçimlerini neden yaptıklarını gösteren delillerden
ibarettir; bu maksadı karşılamaktan daha büyük bir metafizik öneme sahip
değildir (bu karakterlerin, insan psikolojisinin genel prensiplerinin
incelenmesi için malzeme sağlaması, okuyucunun edinebileceği bir başka
yarardır); bu karakter çizgileri, insanın karektersel potansiyelinin tamamını
ortaya koymaz.
Romantisistler,
bir kahramanı, istatistiki bir ortalama olarak değil; insanın en iyi ve en
yüksek potansiyelini -kendi bireysel seçimlerine göre değişen dereceler
dahilinde, bütün insanlara uygulanabilecek ve bütün insanlarca erişilebilecek
potansiyelini- temsil eden bir soyutlama olarak sundular.
Felsefi
olarak, Romantisizm, insanın mevcudiyetini yüceltmek için girişilmiş bir
seferdir; psikolojik olarak, basit bir arzu olarak, -hayatı enteresan kılma
arzusu olarak- yaşanır.
Romantisizm,
kurgunun birincil ögesi olan "hikaye anlatma sanatı"nda ustalığı gerektirir.
Hikaye anlatma sanatı, üç temel nitelik gerektirir: içtenlik (inandırıcılık),
hayalgücü, bir dram duygusu. Bütün bunlar (ve daha fazlası) temaya ve
karakterizasyona bütünleştirilecek orijinal bir entrikanın kurulmasına katılır.
Natüralizm'de, bu ögelerden sarfı nazar edilir; karakterizasyon, varolan tek
belirli ögedir; içerik, verili bir yazarın zevkine uygun olarak, şekli belirsiz
bir anlatımla ve olayların "kurulmamış" (yani, amaçsız) bir biçimde
gelişimi halinde sunulur.
Bir
Romantisist'in eserinin değeri, yazarın kendisince yaratılmak zorundadır;
insanlara hiçbir sadakat borcu yoktur; sadece insana, sadece realitenin
metafiziken verili tabiatına, sadece kendi değerlerine sadakati vardır. Bir
Natüralist'in eserinin değeri, duplike ettiği insanların spesifik
karakterlerine, seçimlerine ve faaliyetlerine bağlıdır; ve, Natüralist, onları
duplike edişindeki başarıyla yargılanır.
Bir
Romantiğin hikayesindeki değer, ne olabileceğinde yatar; bir Natüralistin
hikayesindeki değer, bir şeyin olmuş olduğu olgusunda yatar.
Bir çocuğa
ahlaki değerlerin nelerden ibaret olduğunu teşhir etmek ve onlara nasıl sahip
olunduğunu göstermek için en iyi kaynak, Romantik sanattır -özellikle, Romantik
edebiyattır. Romantik sanat; çocuğa, ahlaki kurallar sunmaz; açık bir didaktik
mesaj sunmaz; ama, ahlaki bir şahıs imajı sunar; yani, ahlaki bir idealin
somutlaştırılmış soyutlamasını sunar. Bir çocuğun hissettiği, fakat henüz
kavramsallaştıramadığı çok soyut bir soruya, -"Ne tür insan ahlakidir ve o
insan ne tür bir hayat sürdürür?" sorusuna- somut, doğrudan algılanabilir
bir cevap sunar.
Bir çocuk,
Romantik sanattan, soyut prensipler öğrenmez; ama, bu prensipleri ileride
anlayabilmesinin önşartı olan, bu prensipleri ileride kabul etmesi için teşvik
veren bir şeyi öğrenir: insanın en yüksek potansiyellerine hayranlık
besleyebilme duygusal deneyini; bir kahramanı, kendisine rol modeli olarak alma
zevkli deneyini; değerlerle motive edilen ve değerlerin egemen olduğu bir hayat
hissini; yani, ahlaki bir hayat hissini; yani, insanların seçimlerinin pratiğe
geçirilebildiği, etkin olduğu, hayati önem taşıdığı bir hayat fikrini.
Romantik
sanat, insan ruhunun (yani bilincinin) hem benzini, hem de bujisidir; görevi,
onu ateşlemek ve hiç durmadan çalışmasını sağlamaktır.
Romantisizmi,
"bir kaçış" olarak sınıflamak, ancak Natüralizmin yüzeyselliği içinde
olmakla mümkündür. Evet, Romantisizm, "gerçek-hayat" problemleri
karşısında bir teneffüs olmak üzere, görkemli bir hayat görünümü sunar; ve, bu
görünümün tefekkürü, yüzeysel bir anlamda "bir kaçış" olarak
düşünülebilir. Fakat, daha derin, metafizik-ahlaki-psikolojik bir anlamda,
Natüralizm, gerçek bir kaçışı temsil eder: seçim yapmaktan, değerlerden, ahlaki
sorumluluktan kaçış. Oysa, Romantisizm; insanı, realitede yapmak zorunda kalacağı
mücadeleler için eğitir ve teçhizatlandırır.
Romantisizmin
(zımni) standartları o kadar talepkardır ki; Romantisizmin egemen olduğu
dönemlerde varolan Romantisist yazar bolluğuna rağmen; bu ekol, yüksek düzeyli
olan sadece bir kaç pür, tutarlı Romantisist çıkarabilmiştir: romancılar
arasında en büyükleri, Victor Hugo ve Dostoevsky; oyun yazarları arasında en
büyükleri, Friedrich Schiller ve Edmond Rostand.
Yüksek
mertebedeki bu yazarların -pür edebi dehaları dışındaki- ayırt edici
karakteristiği, irade öncülüne tam adanmışlıklarıdır; bu adanmışlık, iradenin
nüfuzuna giren her iki temel alanda da söz konusudur: bilinç ve mevcudiyet;
insan karakteri ve fiziki dünyadaki insan faaliyetleri. Bu iki veçheyi
mükemmelen bütünleştirebilmelerinden; kurdukları entrika yapılarındaki parlak
içtenlik ve orijinallikden anlaşılmaktadır ki; bu yazarlar, insan ruhuyla (yani
bilinciyle) derinden ilgilidirler. Bunlar, kelimenin en derin anlamında
ahlakçıdırlar; genel bir anlamda değerlerle ilgilenmek yerine; özel olarak
ahlaki değerlerle ve ahlaki değerlerin insan karakterini biçimlendirmede sahip
olduğu kudretle ilgilenirler. Yarattıkları karakterler, "hayattan daha
büyük"tür; yani, asli terimlerle yapılmış soyut tasarımlardır.
Hikayelerinde, ahlaki değerlerle bağlantısız olarak, faaliyet olsun diye
yapılmış hiçbir faaliyete yer verilmemiştir. Entrikalarındaki olayları
şekillendiren, belirleyen ve motive eden şeyler: karakterlerin sahip olduğu
değerler (veya bu değerlere ihanet), spiritüel amaçlar peşinde yaptıkları
mücadeleler ve derin değer-çatışmalarıdır. Temaları, insan mevcudiyetinin
temel, evrensel, ezeli ve ebedi konularıdır. Romantik yazarlar, edebiyatın en
nadir hususiyetinin -tema ve entrikanın mükemmel bütünlüğünün- tek tutarlı
yaratıcıları olmuşlardır.
Eğer, felsefi
anlamlılık, önemlilik, ciddiye alınmanın kriteri ise; Romantik yazarlar, dünya
edebiyatının en ciddi yazarlarıdır.
"Romantisizm"
terimi etrafındaki kargaşaya, filozofların yaptığı bir katkıdan bahsetmek
yerinde olacak. Bazı filozoflar, belirli filozoflara "Romantik"
ismini takmıştır. Oysa, Romantik olarak nitelenen -Schelling ve Schopenhauer
gibi- bu filozoflar; duyguların, içgüdülerin, iradenin akla olan üstünlüğünü
savunan aleni mistiklerdir. Felsefedeki bu hareket ile estetikteki Romantisizm
arasında, hiçbir önemli ilişki yoktur; bu iki hareket karıştırılmamalıdır.
Romantisizmin
baş düşmanı ve tahripçisi, altrüist ahlak olmuştur.
Romantisizmin
asli karakteristiği; değerlerin, özel olarak ahlaki değerlerin projekte
edilmesi olduğundan; altrüizm, daha başlangıçta, Romantik edebiyata çözümsüz
bir ihtilaf soktu. Altrüist ahlak (kendini-tahrip hali dışında) hayata
geçirilemez; bu yüzden, altrüist ahlak anlayışına sahip kahramanlar, insanın
yeryüzünde yaşayacağı hayatın terimlerinde (özellikle, psikolojik motivasyonlar
alanında) inandırıcı bir hikaye içinde projekte veya dramatize edilemez. Değer
ve erdem kriteri olarak altrüizm alındığında, insanın en iyi halini
-"olabileceği ve olması gerektiği gibi olan halini"- veren bir imajın
yaratılması imkansızdır. Romantik edebiyatın tarihi boyunca varolan kusur;
inandırıcı bir kahraman
-inandırıcı
bir erdemli insan imajı- sunmaktaki başarısızlıktır.
Romantisizme
mükemmel bir alt-yapı olacak olan rasyonel-egoist ahlak, filozof Ayn Rand'la
tam tanımına kavuşmuş; Romantisizm, romancı Ayn Rand'ın Romantik-Realizmiyle,
yeniden canlanmıştır.
Tanrım;
Değiştiremeyeceğim şeyler için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret
ve ikisi arasındaki farkı anlamam için akıl ver."
Reinhold Niebuhr
(1892-1971) Amerikalı İlahiyatçı
Böyle bir dileğin
yerine gelmesini "Tanrı"dan beklemek tarafı bir yana; bu söz, en
derin metafizik doğrunun bir ifadesidir. Rasyonel bir insanın zihni tavrının ne
olması gerektiğinin en veciz ifadesidir.
Bir çok insan, bütün hayatlarını asla değiştiremeyecekleri şeylere karşı nafile
bir isyan içinde geçirirken, değiştirebilecekleri şeyler karşısında ise pasif
bir teslimiyet içinde bulunurlar; aradaki farkı öğrenmek için de hiçbir
teşebbüste bulunmazlar.
Niebuhr'un sözünde
bulunan felsefi öncülleri inceleyelim:
a) İnsanın değiştiremeyeceği,
insan eyleminden etkilenmeyecek, onun seçeneğine konu olmayacak, bilincinden
bağımsız şeyler vardır; bunlar, tabiatın dayattığı gerçeklerdir -yerçekiminin
var olması, insanın akıllı bir canlı olması gibi.
b) İnsan eylemiyle
değiştirilebilecek, insan eyleminden etkilenebilecek şeyler vardır; bunlar,
insan-yapısı şeylerdir. Fakat, bu değişikliği gerçekleştirmek için insanın
belirli bir kuvvete (cesarete) ihtiyacı vardır; bu kuvvet, irade yeteneği denen
bilinç olgusudur.
c) Değiştirilemeyecek ve
değiştirilebilecek şeyler arasındaki fark aşikar değildir; bu fark, akıl
yoluyla bulunabilir.
Niebuhr'un sözündeki öncüllere
yukarıdaki şekilde yaklaşmak, mevcudiyetin önceliğini kabul etmek
demektir. Buna zıt bir yaklaşım, bilincin önceliğini kabul etmekle
mümkündür. Bu yaklaşımların farkını araştırmak; bizi, her felsefi sistemin
kökünde yatan temel metafizik meseleye götürür: mevcudiyetin önceliği ve
buna karşı bilincin önceliği. Mevcudiyetin
(realitenin) önceliği, mevcudiyetin mevcut olduğu aksiyomudur; yani, evren,
bilinçten (herhangi bir bilinçten) bağımsız olarak mevcuttur; şeyler neyse
odur, belirli bir tabiata, kimliğe sahiptir. Bu aksiyomun
epistemolojik pareleli, bir diğer aksiyomdur: bilinç, mevcut olandan
haberder olma yeteneğidir; yani, insan, dışa bakarak bilgi elde eder.
Bilincin önceliği ise; bu
aksiyomları reddetmek ve tersine çevirmektir; yani, evrenin bağımsız bir
mevcudiyeti olmadığı, bilincin (insani ve/veya ilahi bir bilincin) ürünü olduğu
nosyonudur. Bunun epistemolojik pareleli ise, insanın içe bakarak (ya kendi
bilincine, yada başka, üst bir bilinçden gelen vahiylere bakarak) bilgi elde
edeceği nosyonudur.
Mevcudiyet yerine bilince öncelik
verme tersliğinin kaynağı, bir insanın iç dünyası (bilinci) ile dış dünya
arasındaki ayrımı tam kavramaktaki yeteneksizliği veya isteksizliğidir.
Böylece, algılayanla algılanan arasındaki sınır kaybolur; bilinç ve mevcudiyet,
dolaşık bir yumak haline gelir.
Her bilinçlilik hali, bilincinde
olunan bir şeyi (yani, realitede var olan bir şeyi) ve bilinci (yani, bilinç
sahibi bir canlıyı) içerir. Fakat, bilinç ve realite arasındaki ayrım
otomatikman bilinmez; öğrenilmesi gerekir. Gözlemler göstermiştir ki; küçük
çocuklar ve ilkel insanlar, bilinç-realite ayrımını tam kavrayamaz. Küçük bir
çocuğun ayna içinde kendini araması veya ilkel bir insanın, çıkagelir
korkusuyla düşmanının adını zikr etmemesi gibi gözlemler bunu anlatır. İlkel
olmayanlar arasında dahi; çok az sayıda insan, bu ayrımı tam olarak kavrayıp
kabul eder. Bu ayrımı tam kavrayıp kabul etmek ile, bu işi eksik başarmak
arasındaki ayrım; tam bir zihin sağlığı içinde olmak ile olmamak arasındaki
ayrımdır.
İnsanların çoğu, mevcudiyetin
önceliğini, bazı durumlarda zımnen kabul eder; fakat, bazı durumlarda inkar
eder.
Bunun epistemolojik
sonucu, entellektüel menzillerinin kısalması, yani soyutlamalarla uğraşma
yeteneklerinin azalmasıdır. Bugün artık çok az insan, yağmur duasıyla yağmur
yağdırılabileceğine inanır; fakat, çoğu insan, "Tanrı yoksa, evreni kim
yarattı?" gibi bir argümanı geçerli sayar. Evrenin bir yaratıcısı olup
olmadığı sorusu üzerinde düşünme imkanını veren bilinçtir. Evren, mevcudiyettir
(realitedir). Bilince konu olan bir şeyin mutlaka realitede olması gerekmez.
Nasıl ki, yukarıdaki örnekteki ilkel insan, sırf adını zikretti diye -bütün
korkusuna rağmen- o düşman çıkagelmezse; aynı şekilde, sırf "Tanrı yoksa,
evreni kim yarattı?" diye sorabilmek de, evrenin realitede bir yaratıcısı
olduğunu göstermez.
Metafiziken-verili olgulardan
farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse psikolojik olsun)
"insan-yapısı olgular" olarak nitelenebilir.
Bir gökdelen,
insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı olduğu gibi,
bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir; fakat, varolduğu
sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar edemez. Aynı
prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir. Bir insan,
değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı seçtiği süre
boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun olarak muamele
edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu ile çelişkiye
düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni inşa etmek
zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi
metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani
görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır.
İrade yeteneği, insana iki hayati
açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan farklı
olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla tartışmasız
olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı
yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel
Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince
sahip olma özelliği, "insan" denen varlık için o demektir. Hiçbir
şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel
koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla
dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın
sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek
bir güçtür.
Bu yüzden, insana, ne
itaat etmeli (boyun eğilmeli), ne de kumanda etmelidir.
Tabiattaki diğer
şeyler gibi; insan konusunda da "İtaat" edilmesi gereken şey, insanın
metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra,
bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla
birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın
metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii
nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan
amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere
sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.
Tabiatla ilgili olarak;
"değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek" metafiziken-verili olanı
kabul etmektir; "değiştirebileceklerimi değiştirmek" bilim yoluyla
bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye
çabalamak demektir; "ikisi arasındaki farkı bilmek" tabiata isyan edilemeyeceğini
bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın ortaya koyduğu şeyi
huzurla kabul etmek demektir.
İnsanla ilgili olarak ise;
"kabul etmek" hemfikir olmak demek değildir;
"değiştirmek" de zorlamak demek değildir. Kabul
edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin
zihninin işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani,
başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve
senin, başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme,
onlara katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği
tarzda davranman demektir. "Değiştirmek" konusunda anlaşılması
gereken tek şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna
etmek; ki, bu, karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar;
aktif bir zihne sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının
sonuçlarıyla başbaşa kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. "İkisi arasındaki
farkı bilmek" insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece
insanlar yapabilir) asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak
teslim olmamak demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı,
en zorba bir diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün
zindanlarında işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin
ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda
dahi duyulabilecek bir "huzur"un kaynağıdır.
İnsanlarla zor yoluyla
etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar
imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla,
büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu
siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var
ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken,
bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların
bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş
önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini
tavsiye etmektedir.
Kimlik Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır;
böyle olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve
entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez.
Birey ve Devlet
Terörüne HAYIR!
" Akıl, Mantık ve Bilim" dışı her " İNANÇ
",Eninde Sonunda:
Silaha Sarılmak Zorunda
Kalmaya Mahkum,Bir Baş Belasıdır.
Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden
başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı
kalabiliyorsa;
emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir
"ideal" değil, bir
AKILDIŞILIKDIR..!
İnanç ile Akıl " arasındaki her tercih:
Ölüm veya Yaşam- Özgürlük veya Kölelik- İlerleme veya Durağan ilkellik arasındaki tercihdir.
Bu anlam da akıldışılığın devam
etmesi, fiziki sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir.
Çünkü, hiçbir " Benlik duygusu ve Kişilik değeri " geliştiremeyenlere:
" Kendini feda"
küçültücü gelmez.
Neyi " Feda Etmeleri
" gerektiğini
bilemeyenler:
Entellektüel bütünlük,
Gerçek sevgisi, Kişisel
olarak seçilmis değerler
ve Rasyonel fikirler gibi
şeylerden bile haberdar
olamayanlardır.!
Bu yüzden" Rasyonel-Egoizm" diye birşey duyduklarında:
Akıllarına ilk gelen imaj, acıktıklarında kendi " kabiledaşını" yiyen bir yamyam olacaktır.
Bu nedenle akıldışı ahlak: İnsana,akla; yeryüzünde elde edilebilecek insani
mutluluk
ve başarıların her şekline
ve hayata karşı, derin bir nefretin
ifadesidir...
" Ya Kendini-Ya da Başkasını Feda " yı Seçenler:
Akıldışı Psikopatlardır.
"Hem
kendini, Hem de Başkasını Feda" yi seçen teröristler ise:
Akıldışılığın
en ilkel, en aşağilık, en tehlikeli ve en iğrenç sonucudurlar.
Dünyamızı
yıkan tüm felaketler: "A=A'dır" gerçeğinden kaçınmamızın sonucudur.
İçimizde var olan ve yüzleşmekden korktuğumuz bütün gizli kötülük de:
"A=A'dır" kavramından kaçınmaya çalışmamızın
sonucudur. Bize ondan kaçınmayı öğretenlerin amacı:
İnsan'ın
İNSAN olduğunu bize unutturmaktır.
Oysa her an
ve her konu da temel ahlaki seçimimiz şu olmalıdır:
"A"
mı, yoksa "A" değil mi;YANİ: Kimlik mi, yoksa SIFIR'mı?
Çünkü
mantık dışını kendi standart değerimiz; imkansız olanı kendi " iyi eylem
" kavramımız haline getirirsek:
Hak
etmediğimiz " ödüllerin- servetlerin- sevgilerin " peşine düşer,
sebep-sonuç ilişkisin de bir gedik arar, kendi kaprisimize göre A olmakdan
çıkacak bir " A " ararız....
Var
olmanın karşıtını tercih:
Hayatın
bir çaresizlik olduğunu,mutluluğun insan için mümkün olmadığını haykırarak
AĞLAMAKTIR.!
Çünkü, A'nın
yine de A olarak kalacağı gerçeğinden kimse kurtulamaz.
İnsan
aklını, bebek aklı düzeyinde durduran, " A" nın A olduğu ",
gerçekliğinin GERÇEK olduğunu kavramamış olan birisi:VAHŞI'dir.."
insan-altı " bir mahluktur...!
Yüzyıllar
boyunca ahlak savaşı hep,hayatımızın:
"
Tanrı'ya " ya da " Komşularımıza "
ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı.!
Oysa, kendimizi: " Ne cennetteki hayaletler, ne de, dünyadaki
beceriksizler " için feda etmek zorunda değiliz..!
Çünkü
bu hayat BİZİM ve de En iyisi onu YAŞAMAK..
Toplum
İstibdadı
A.B.D' li Bn.filozof Ayn Rand, toplum
ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:
‘‘Kolektivizm ve
toplumculuk,subjektif bencilligin maskesidir. Din-devlet-millet-sag-sol,
hangi kılıkta olursa olsun, kolektivizm:Bunlar
adına bireyden “çıkarlarından
fedakarlık” beklerken , “akıl-emek
ve riski” inkar ederek, bireyi sömürmekten
öte bir amaç taşımaz. ’’
Ayn Rand' ın elbette Özdemir İnce gibi toplum ve
kolektivzm meftunlarından haberi yok. Yoksa böyle bir cümle kurmaya asla
cesaret edemezdi.
Ama " toplum ve kolektivzm
" çağdaş erdem ve değerler
arasında yer almazlar!
*
Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:
" Özgürlük ve kapitalizmi
kabullenmek için kişinin mutlaka Tanrıya, bir dine veyahut aşkın mistisizme
inanması gerekmez.
Çünkü
kapitalizm rasyonel bir zeminde savunmak mümkündür. Mantık ve akıl kapitalizmin
tarafındadır, esir bir toplumla diktatörlükler rasyonel bir sistem olamaz ve
insan mistik bir imanla özgürlüğe inanamaz . Kapitalizm mantıkla savunulup
meşrulaştırılabilecek yegane sistemdir.
Dünyada ve
ülkemizde, yaşamakta olduğumuz sistem kapitalist bir ekonomi değildir. Çağımıza
da damgasını vuran mevcut sistem
karma
ekonomidir. Özgürlük ve kısıtlamalarının bir karışımı olan ve diktatörlüğe
doğru ilerleyen bir sistemdir bu."
Özdemir İnce elestiriyor: ‘‘İnsanların, Porto Allegre'de oldugu
gibi, dayatılan küresel ekonomiye ve birey anlayısına ‘‘Hayır!’’ demeye elbette
hakları var.’’ (Hürriyet, 17.02.03)
Evrensel değerlere saygımdan dolayı
‘‘Hangi haklara hayır?’’ diye
sormuyorum.
Ama aynı saygıdan dolayı soruyorum
: Hangi devlet ekonomisi, hangi
koletivizm, hangi toplum?
*
Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:
" Toplumsal akımlara yön
veren ve sosyal sistemleri yaratıp yıkabilme gücü fikirlerdedir. Onun için
doğru fikirler ve doğru felsefe savunulmalı ve yayılmalıdır. Kapitalizmin
tahribini de kapsayan modern dünyanın felaketleri alturist-kollektivist
felsefenin sonucudur. İnsanların reddetmeleri gereken alturizmdir (diğergamlık,
fedakarlık).
Alturizm,
insanın kendisi için yaşama hakkının olmadığını, varlığının yegane meşruluk
kaynağının başkalarına hizmet etmek olduğunu ve fedakarlığın en büyük ahlaki
görev, değer ve erdem olduğunu savunan bir ahlak sistemidir. Bu sistem
kollektivizmin ve bütün diktatörlüklerin kendilerine ahlaki açıdan meşruluk
kazandırdıkları zemindir.
Özgürlük ve
kapitalizme ulaşmak için insanlığın mistik, altruristik ve rasyonel bir etik
koduna ihtiyaçları var. Öyle bir kod ki insanların birer kurbanlık hayvan
olmadıklarını, ne başkaları uğruna kendilerinden fedakarlık ederek ne de
başkalarından kendileri için fedakarlık etmelerini bekleyerek, kendi amaçları
için yaşamaya hakları olduğunu açıklamalı ve savunmalı. Diğer bir deyişle,
bugün dünyanın Objektivist etiklere çok ihtiyacı var."
Özdemir İnce ve benzerlerine göre, ‘‘ Topluma dayalı kolektivist piyasa
ekonomisi ’’ ve ‘‘ Toplum haklarının
’’ = Adresi Bile Belli Değil.!
Özdemir İnce'ye göre herhangi bir ülke ve toplumun ‘‘küresel’’ olmaya hakkı yok.
Ama, belki de, Özdemir İnce'nin,
yabanıl toplum ve vahşi kolektivist piyasa ekonomisi anlayışını reddederek,
gerçekten demokrat ve birey haklarına
saygılı olmamız çok daha mümkün.
*
Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:
“Düşünce dünyasının kalıpları”
diye bir kavramı tanımıyorum ve aldırmıyorum. Bu kavram ancak düşüncenin
kontrol altında olduğu ve düşüncelerden değil kollektivist sloganlardan oluşan
“düşünce kalıplarının” varolduğu bir diktatörlüğe veya kollektivist bir topluma
uygun olabilir. Mamafih bu sözlerin, her muciti, çizginin dışına çıkan ve
hayata bir değişiklik sunmaya muktedir herkesi kamuoyundaki tartışmalardan uzak
tutmak için söylendiğini duydum. Ben bir mucitim. Bu bir ayrıcalık ve onur
nişanıdır, saklanacak ve özür dilenecek bir leke değil. Yeni veya değerli
fikirleri olan herkes entellektüel statükonun dışında durur. Ama statüko bir
“düşünce” değildir ki düşünce dünyasının yerine geçsin. Statüko durgun bir
bataklıktır. İnsanoğlunu ileriye taşıyanlar mucitlerdir. Entellektüel bir güç
ve ahlaki bir ideal olarak kollektivizm bugün ölüdür.
Fakat özgürlük
ve bireycilik, ve onların siyasi ifadesi olan kapitalizm henüz keşfedilmedi.
İnsanoğlunun bu değerleri keşfetmeye zamanı olacağını düşünüyorum."
*
Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:
"Ölmekte olan günümüz
kollektivist felsefesinin bir sefalet, imkansızlıklar ve umutsuzluk kültüründen
başka birşey yaratmamış olması dikkate değerdir. Zamanımızın, insanı
başarısızlık, tükenmişlik ve yıkımla lanetlenmiş yardıma muhtaç, çaresiz ve
akılsız bir varlık olarak yansıtan sanat ve edebiyat dünyasına bir bakın. Bu
sunum bir kollektivistin kendi psikolojisinin itirafı olabilir fakat genel bir
insan tasviri kesinlikle değildir. Eğer çizilen bu tablo gerçeğe uygun olsaydı
mağaralarımızdan asla çıkamazdık. Fakat bugünlere gelmeyi başardık.
Etrafınızı ve
tarihi gözlemleyin. İnsanoğlunun başarılarını göreceksiniz. İnsanlığın gelişmek
için sınırsız bir kabiliyete sahip olduğunu ve bu kabiliyeti mümkün kılan
işlevi farkedeceksiniz. O zaman insanın yaradılış itibariyle çaresiz bir
mahlukat olmadığını, ancak aklını, o yüce işlevi kullanmayı ihmal ettiğinde o
hale düştüğünü anlayacaksınız."
Ayn Rand' ın elbette
Özdemir İnce gibi toplum ve kolektivzm meftunlarından haberi yok. Yoksa
böyle bir yazı yazmaya asla cesaret edemezdi.
Ama " toplum ve kolektivzm
" çağdaş erdem ve değerler
arasında yer almazlar!
Özdemir İnce ve benzerlerine göre, ‘‘ Topluma dayalı kolektivist piyasa
ekonomisi ’’ ve ‘‘ Toplum haklarının
’’ = Adresi Bile Belli Değil.!
Özdemir İnce'ye göre herhangi bir ülke ve toplumun ‘‘küresel ve bireysel’’ olmaya hakkı
yok.
Ama, belki de, Özdemir İnce'nin,
yabanıl toplum ve vahşi kolektivist piyasa ekonomisi anlayışını reddederek,
gerçekten demokrat ve birey haklarına
saygılı olmamız çok daha mümkün.
Kendi adımıza ‘‘ Bireye
karsı devleti ’’ çağdışı buluyoruz. Ve ‘‘
Devlet değil, birey kutsaldır.!’’ diyoruz.
Ve bizim düsüncelerimizi
paylaşanlar hiç de azınlıkta değil.
Mantık, Amaç ve Kendine Saygı...!
YABANCILAŞMA ve KİŞİSEL KİMLİK:
NATHANIEL BRANDEN
Çoğu insan yabancılaşma
üzerine yazanların tanımladığı sancılı duygusal durumu bilir.
Bir kişisel
kimlik hissinden yoksun, kendisini yabancı hisseden
ve
kendilerinin asla etkileyemediği bir dünyadan korkan çok insan vardır.
Fakat niçin?
Nedir yabancılaşma problemi? Nedir kişisel kimlik?Niçin bu kadar fazla sayıda
insan bunu başarma işini, korkulan bir görev olarak görür?Ve konuyla ilgili
olarak: Neden kapitalizme saldırılmaktadır?
Yabancılaşma
ve kişisel kimlik problemi birbirinden ayrılamaz.Sağlam bir kişisel kimlik hissinden
yoksun olan insanlar yabancılaşmış hissederler. Sancı bir organizmanın alarm
sinyalidir, tehlike işaretidir; özel olarak yabancılaşma sancısı, bir insana
kendisi için uygun olmayan bir psikolojik durum içinde bulunduğunu; realite ile
olan ilişkisinin yanlış olduğunu
bildirmektedir.
Şu gibi
sorularla hiçbir hayvan karşılaşmaz: Kendimle ne yapmalıyım? Ne tip bir yaşam
tabiatıma uygundur? Bu sorular ancak akıllı bir varlık için söz
konusudur.Ego/Ben bir insanın içindeki kendi ve onun bilme melekesidir,
yani düşünme yeteneğidir.
Yaşayan bir
varlık olarak insan, özel ihtiyaçlarla ve yeteneklerle doğar; bunlar tabiri
caizse onun türünün kimliğini oluşturur,
yani bunlar onun insan tabiatını oluştururlar. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak
için yeteneklerini nasıl kullandığı; yani realitenin gerçekleriyle nasıl
uğraştığı, düşünce ve davranış bakımından nasıl bir fonksiyon göstermeyi
seçtiği; onun - ki ' isel veya bireysel kimliğini ' -oluşturur. Onun kendi
algılaması, onun ne tip insan olduğu hakkındaki içinde taşıdığı düşünce veya
imajı (onun kendine saygısı olup olmadığı dahil) onun yaptığı tercihlerin kümü
latif ürünüdür. Bu, Ayn Rand'ın " İnsan kendi kendini oluşturan bir ruhun,
oluşturduğu bir varlıktır" ifadesinin anlamıdır.
Bir insanın ‘
BENİ/EGOSU ' onun bilme melekesi ve düşünme yeteneğidir.
Düşünmeyi
tercih etme, realitenin gerçeklerini tanımlama, neyin doğru veya yanlış; neyin
haklı veya haksız olduğu konusunda hüküm verme sorumluluğunu üslenme insanın
kendini ortaya koyma şeklidir. Bu, insanın bir rasyonel varlık olarak kendi
tabiatını kabul etmesidir, entelektüel bağımsızlığının sorumluluğunu kabul
etmesidir. Ve bu kendi aklının başarısına bağlılığıdır. Bencil olmamanın özünde
kişinin bilincini devreden çıkarması vardır. Bir insan düşünme, bilgiyi arama,
hüküm verme işi ve sorumluluğundan kaçtığında ve kaçtığı müddetçe davranışı bir
" feragat " davranışıdır. Düşünmeyi terk etmek: Kişinin egosunu terk
etmesidir ve kişinin kendisinin varoluş için uygun olmadığını, realitenin
gerçekleri ile başa çıkmada yetersiz olduğunu ifade etmesidir. Çünkü bir insan
düşündüğü ölçüde, fikirlerini ve değerlerini birinci elden kazanır ve bunlar
onun için bir gizem değildir; kendisi karakterinin, davranışının ve amaçlanma
aktift nedenidir. İnsan düşünmeden
yaşamaya çalıştığı müddetçe kendini pasif konuma koyar, kişiliği ve davranışları anlamadığı
güçlerin, onun anlık hislerinin ve rastgele çevresel etkilerin kazara sonucu
olur. Bir insan düşünce sorumluluğunu yerine getirmede hata yaparsa, istemsiz,
bilinçsiz tepkilerin insafında kalır; ve bu tepkiler de kişinin üzerinde etkili
olan dış güçlerin, onun etrafında olan kişilerin ve şeylerin insafında
kalacaktır. Böyle bir kişi kendini, kendi hatasının bir sonucu olarak, sosyal
deterministlerin insan görüşüne; yani doldurulmayı bekleyen boş bir kalıba,
herhangi bir çevre ve şartlandıncı tarafından ele geçirilmeyi bekleyen iradesiz
bir robota çevirir.
Güçlü bir
kişisel kimlik hissi iki şeyin sonucudur: bağımsız bir düşünme politikası ve
bunun bir sonucu olarak entegre bir değerler takımı. Bir insanın duygularını ve
amaçlarını belirleyen ve insanın yaşamına yön ve anlam veren şey: İnsanın kendi
değerleri olduğu sürece, bu değerlerini kendisinin bir uzantısı olarak,
kimliğinin gerekli bir parçası olarak, onu kendisi yapan her ne ise onun için
elzem bir şey olarak görür. Bu bağlamda "değerler" somut değer
yargılarını değil, temel ve soyut değerleri ifade eder.
Örneğin,
akılcılığı soyut değeri olarak alan bir kişi, bu değeri temsil eden bir arkadaş
seçebilir; eğer daha sonra hükmünde yanlış olduğuna, arkadaşının akılcı
olmadığına ve ilişkilerinin sona ermesi gerektiğine karar verirse, bu onun
kişisel kimliğini değiştirmez; fakat, bunun yerine artık akılcılığa değer
vermemeye karar verirse kişisel kimliği değişmiş olur. Eğer bir insan çelişkili
değerlere sahipse, bunlar mutlaka onun kişisel kimlik algılamasına zarar verir.
Bunlar zedelenmiş bir " ben hissi " bir araya getirilemez parçalardan
oluşan bir " ben hissi " meydana getirirler.
Bu sancılı
zedelenmiş kimlik acı verici deneyiminden kaçınmak için, değerleri çelişkili
olan bir kişi yaygın olarak, göz ardı etme, bastırma, mantığa büründür me, vs.
yoluyla çelişkilerini fark etmekten kaçmaya çalışacaktır Böylece düşünce
yetersizliğinin yarattığı bir problemden kaç mak için kişi, düşünmeyi askıya
alacaktır. Kendi kişisel kimlik hissine bir tehditten kaçınmak için , kendi
egosunu askıya alır; düşünen, hüküm veren varlık olma sıfatını askıya alır.
Böylece insan kendi ben hissini, insanın aktif, harekete geçirici unsuru olan
aklından çıkarır; pasif, tepki verici bir unsuru olan duygularının altında bir
yere koyar. Kaynağını anlayamadığı duygularla ve varlığını kabul etmediği
çelişkilerle hareket eden kişi, gittikçe artan bir kendinden uzaklaşma, kendine
yabancılaşma hissinden muzdarip olmaya başlar. Bir insanın duyguları. onun
fikir ve değerlerinin, yaptığı veya yapamadığı düşünme işleminin ürünüdür.
Fakat duygularıyla yönlendirilen, onları rasyonel muhakemesinin yerine koymaya
çalışan insan, onları yabancı kuvvetler olarak yaşar. İçinde bulunduğu paradoks
şudur: duyguları onun tek kişisel kimlik kaynağı olur, kimlik deneyimi ise
şeytanlarla yönetilen bir varlık olur. Kendine yabancılaşma tecrübesi ile
realiteden, yani etraftaki dünyadan yabancılaşma hissinin aynı sebepten
kaynaklandığına dikkat edilmelidir: bu sebep kişinin düşünme sorumluluğu
konusundaki hatasıdır. Realite ile uygun bir idrak temasının orta dan
kaldırılması ve kişinin egosunun askıya alınması tek bir davranıştır.
Realiteden
uzaklaşmak kendinden uzaklaşmaktır.
Sonuçlardan
biri diğer insanlardan yabancılaşma hissidir; kişinin insan ırkının bir parçası
değil, aslında bir ucube olduğu hissidir. Kişi bir insan statüsüne ihanet
ederken, kendini bir metafizik serseri haline getirir. Diğer pek çok insanın da
aynı ihaneti işlediğini bilmek bunu değiştirmez. Kişi yalnız ve kopuk hisseder;
kendi varlığının gerçek olmayışı ile perişan bir deruni ve manevi sefilleşme
hissi ile koparılmış hisseder. İnsanların kendi kişisel kimliklerini yok eden
akılcılık ve bağımsızlık yetersizliği, onları aynı zamanda (çok yaygın olarak
kimlik yerine koyacak bir şey arama veya daha doğrusu başkalarının değerlerine
düşünmeden uyma yoluyla) ikinci i bir kimlik arama şeklindeki kendine zarar
verici politikaya götürür. Bu benim sosyal metafizik olarak adlandırdığım
şeydir. "Dolandındı Galeri" ("Rogues Gallery") adlı
makalemde,31 farklı tip sosyal metafizikçileri incelerken, şu anki durum için
en geçerli olan tipi, "Geleneksel" sosyal metafizikçiyi anlatmıştım:
Bu, dünyayı ve onun egemen değerlerini hazır olarak alan kişidir; niçin diye
sormaz.
Doğru nedir?
Diğerlerinin doğru dediği şey. Haklı olan nedir? Diğerlerinin haklı olduğuna
inandığı şey.
Kişi nasıl
yaşamalıdır? Diğerlerinin yaşadığı gibi... [Bu] kişinin kimlik ve kişisel değer
algılaması açıkça, onun (her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) "diğer
insanların" değerlerini, şartlarını ve beklentilerini tatmin etmesinin bir
fonksiyonudur... Şu anki gibi değerleri çürümekte olan, entelektüel kaos ve
ahlak iflası içindeki (aşina olduğumuz yol işaretlerinin ve kurallann yok
olduğu, "realiteyi" yansıtan güvenilir aynaların binlerce anlaşılmaz
alt mezhebe ayrıldığı, "kendini ayarlamanın" gittikçe zorlaştığı) bir
kültürde, kimliğini kaybettiğini hıçkırarak bir psikiyatra koşacak ilk kişi
Geleneksel sosyal metafizikçidir, çünkü artık ne yapacağını ve ne olacağını net
bir şekilde bilmemektedir. Kendine saygısı ve bağımsız muhakemesi olan bir kişi
için kimlik, başkalarından edinilen veya başkalanca belirlenen bir şey olamaz.
Kendinden şüphe etmenin bulaşmadığı bir kişinin, "Ben kimim?" sorusu
ile karşı karşıya olan modern insanın ıstırabı konusunda bugün duyulan
sızlanmalara akıl erdirmesi mümkün değildir. Fakat yukardakilerin ışığında,
sızlanmalar anlaşılır olmaktadır.
Bunlar artık
hangi otoriteye itaat edeceğini bilmeyen ve kendilerini bir kendi hissine doğru
sürmenin birisinin görevi olduğunu, "Sistemin" onlara kendine saygı
hissi vermesi gerektiğini zırvalayan sosyal metafizikçilerin sızlanmalardır.
Modern
entelektüellerin Ortaçağı beğenmesinin, bu tarz yaşam için olan şaşkın
özleminin ve bu dönemde var olan gerçek şartlan yoğun olarak göz ardı etmesinin
psikolojik kökü budur. Ortaçağ, sosyal metafizikçisinin itiraf etmediği bir
rüyayı, metafizikçinin bağımsızlık ve kendinden sorumlu olma korkusunun bir
erdem olarak ifade edildiği ve sosyal bir zorunluluk haline getirildiği sistemi
temsil eder. Bir insan, herhangi bir yaşta, entelektüel sorumluluktan kaçmaya
ve kendi kimlik hissini "ait olma"dan hareketle geliştirmeye
çalıştığında, hayatının geri kalan kısmında, kendi akıl fonksiyonunu sabote
etmesi nedeniyle ölümcül bir bedel öder.
İnsan,
realiteye doğrudan bakamayarak, başkalarının muhakemelerini kendisininkinin
yerine koyduğu ölçüde,aklı fonksiyonu realiteye yabancılaşır.
İnsan
kavramlar yoluyla değil, ezberlenmiş üstü kapalı kelimelerle, yani,bazı
durumlarla ilgili olan, fakat kullanıcısının içeriğini doğru şekilde
anlamadığı, öğrenilmiş seslerle fonksiyon gösterir. Bu, bugünün düşünmeyen
insanlarını, şu suçlamayı haklı görmeye teşvik eden, tanımlanmamış, bilinmeyen
fenomendir: bugün modern insanın "fazla soyut," "fazla
entelektüel" bir şekilde yaşamaktadır ve insanın "doğaya geri
dönmeye" ihtiyacı vardır. İnsanlar zayıf bir şekilde realiteden kopuk
olduklarını, etraflarındaki dünyayı anlamaları konusunda bir şeylerin yanlış
olduğunu algılarlar. Fakat onlar problemlerini, tamamen yanlış bir temelde
yorumlarlar. Gerçek, onların "soyutluklar" arasında kayboldukları
değildir, fakat soyutlukla n tabiatını ve doğru şekilde kullanılmalarını
keşfedememeleridir; onlar kavramlar arasında kaybolmuş değil, üstü kapalı
kelime/er arasında kaybolmuşlardır. Realiteyi çok entelektüel şekilde anlamaya
çalıştıktan için değil, fakat onu sadece diğerlerinin gördüğü gibi keşfetmeye
çalıştıktan için realiteden kopmuşlardır; realiteyi ikinci elden keşfetmeye
çalışmışlardır. Ve onlar, başkalarının tekrarladığı slogan ve deyimleri
dillerine dolayarak, bu boş kelimelerin kavram olduğunu sanarak ve kendi
kavramsal melekelerinin doğru şekilde kullanımını asla bilmeyerek, birinci el,
kavramsal bilginin neyi içerdiğini asla öğrenmeden, alışkanlıkla kullanılan
gerçek olmayan kelimeler dünyasında gezinmektedirler. Böylece realiteden
yabancılaşmaları için çözümün beyinlerini tüm düşüncelerden arındırmak ve
bağdaş kurup, bir yaprağın damarlanna bakarak bir saat oturmak olduğunu
söyleyen Zen Budistler için hazır hale gelirler. İnsanlar nevrotik olarak
tedirgin olduklarında, anlamını bilmedikleri bir şey nedeniyle dehşet hissinden
muzdarip olduklarında, korkularını bazı harici nesnelere yönlendirme yoluyla
sık sık rahatlamaya çalıştıkları psikolojik olarak iyi billinen bir gerçektir:
onlar korkularının, mikropların tehdidine veya hırsızlann gelmesine veya yıldırım
tehlikesine veya MarsMarsların beyni kontrol eden radyasyonlarına karşı akılcı
bir reaksiyon olduğuna kendilerini inandırmaya çalışırlar.
İnsanların,
yabancılaşmalarının sebebinin kapitalizm olduğuna karar vermeleri de bundan çok
farklı değildir. Ancak, onlann kapitalizmi hedef ve bahane göstermesinin de
sebepleri vardır.
Yabancılaşmış
insan iradi (Yani kendince yönlendirilen) bir bilinç sorumluluğundan
kaçmaktadır: düşünme veya düşünmeme özgürlüğü, bir akıl süreci başlatmak veya
göz ardı etmek, onun kaçmaya çalıştığı bir yüktür. Fakat bu özgürlük onun insan
olma tabiatı ile ilgili olduğundan, bundan kaçmak söz konusu değildir; bu
yüzden insan, aklı terk ettiğinde ve duygular ve körlük yönüne meylettiğinde
suçluluk ve endişe duyar. Fakat insanın özgürlük konusu ile karşı karşıya
gelmesinin başka bir seviyesi daha vardır: bu varoluşsal veya sosyal seviyedir
ve burada kaçış mümkündür. Politik özgürlük bir metafiziksel mutlak değildir:
kazanılmak zorundadır ve bu nedenle reddedilebilirdir. Kişinin varoluşundaki
özgürlüğe karşı olan isyanın psikolojik kökü, kişinin bilincindeki özgürlüğe
karşı olan isyandır. Davranışları için kendinden sorumlu olmaya karşı isyanın
kökü, düşüncede kendi bildiği yöne
gitmeye karşı olan isyandır. Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının
sonuçlarının ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.
Bu
bağlamda,'Ayn Rand Kimdir? 'den, 19. yüzyıl ortaçağcılarının ve
sosyalistlerinin kapitalizme karşı saldırılarının benzerliklerini incelediğim
bir pasajı alıntılamak uygun olacaktır:
Hem ortaçağcılar ve hem de
sosyalistlerin yazılarında, insanın varoluşunun kendisine otomatik olarak
garanti edileceği, yani insanın kendi bekasının sorumluluğunu taşımak zorunda
kalmayacağı bir toplum için açık bir özlem gözlenmektedir. Her iki kamp da
kendi ideal toplumlarını, "ahenk" olarak adlandırdıkları şeyle, hızlı
değişim veya meydan okuma veya bir rekabetin yorucu şartlarının bulunmaması ile
karakterize edilen bir toplum olarak gösterirler; bütünün refahı için
belirlenen katkı paylarını herkesin vermesi gereken, fakat hiçbir kimsenin
kendi hayatını veya geleceğini kritik şekilde etkileyecek olan tercihler
yapması ve kararlar alması gereği ile yüz yüze kalmayacağı, kişinin ne
kazandığı veya kazanmadığı veya neyi hak edip neyi etmediği sorusunun gündeme
gelmeyeceği, ödüllerin başarıya bağlanmadığı ve kişinin yardımseverliğinin onun
hatalarının sonuçlanna asla katlanmayacağının garanti ettiği bir toplum.
Kapitalizmin, pastasal varoluş olarak adlandınlabilecek olan bu görüşe
uyamaması, ortaçağcıların ve sosyalistlerin özgür bir toplumu suçlamasındaki
temeldir. Kapitalizm insana bir Cennet Bahçesi vaat etmemektedir.Tabi ki bugün
kapitalizm büyük ölçüde terk edilerek yerine karma ekonomi, yani gittikçe
devletçiliğe doğru kararlı bir şekilde ilerleyen bir özgürlük ve devletçilik
karışımı getirilmiştir. Bugün bizler, sosyalistlerin "ideal
toplumuna," Marx'ın işçilerin "yabancılaşması" üzerine ilk
yazdığı zamandakinden çok daha yakınız. Ancak, kolektivizmin her ilerlemesinde
insanın yabancılaşması konusundaki çığlıklar daha da sesli hale gelmektedir.
Bize problemin gittikçe kötüleştiği söyleniyor. Komünist ülkelerde bu gibi
eleştirilerin dile getirilmesine müsaade edildiğinde, bazı yorumcular işçilerin
yabancılaşması konusundaki Marksist çözümün başarısızlığından, komünizmin
şartlandırdığı insanın daha da yabancılaşmasından, insanın doğa ile diğer
insanlarla olan "yeni ahenginin" gerçekleşmemesinden şikayetçi
oluyorlar. Bu ahenk, Erich Fromm gibi yorumcuların propagandalarının aksine,
ortaçağ köylülerinde veya zanaatkarlarında da mevcut değildi.
İnsan
tabiatından kaçamaz ve eğer insan kendi tabiatının gereksinimlerine aykırı bir
sosyal sistem (kendisinin rasyonel, bağımsız bir varlık olarak yaşamasın
engelleyen bir sistem) kurarsa, sonuç psikolojik ve fiziksel felakettir.
Özgür bir
toplum tabi ki tüm bireylerinin akıl sağlığını garanti edemez. Özgürlük insanın
gerçek tatminini sağlamaya yeterli bir
durum değildir, fakat gerekli bir
durumdur. Ve kapitalizm (laissez-faire kapitalizmi) bu durumu sağlayan tek
sistemdir. Yabancılaşma problemi metafizik bir problem değildir: insanın asla
kaçamayacağı, bir tür İlk Günah gibi doğal kaderi değildir; o bir hastalıktır.
Kapitalizmin veya sanayileşmenin veya "büyüklüğünün" sonucu değildir
ve mülkiyet haklarının ortadan kaldırılması ile yürürlülükten kaldırılamaz.
Yabancılaşma problemi psiko-epistemolojiktir. İnsanın kendi bilincini nasıl
kullanmayı seçtiği ile ilgilidir. İnsanın düşünmeye karşı, yani realiteye karşı
isyanının sonucudur.
Eğer bir
insan bilgiyi arama, değerler seçme ve amaçlar ortaya koyma sorumluluğunda
başarısız olursa; eğer kişi bu alanı başkalarının otoritesine teslim ederse;
evrenin kendisine kapalı olduğu duygusundan nasıl kaçar?
Gerçekten de
evren kendisine kapalıdır. Ancak kendi tercihinden dolayı..!
Nasıl
cebelleşeceğim,
Tanrı'nın ve
insanın,
Çileden
çıkartan acayiplikeri ile?
Ben, bir
yabancı ve bir korkak yaratmadığım bir dünyada?
İNSANA
TAPMA
Nasıl ki, dini, ahlakın tekelinde zannetmek; ahlakı insana karşı bir hale
getirmişse; benzer şekilde, lisanların en yüce bazı ahlaki kavramlarını sadece
dine ait zannetmek; bu kavramları, bu dünyanın dışına itip, insanın erişiminden
çıkarmıştır. "Vecd," genellikle, tabiat-üstünün tefekkür edilmesiyle
çağrılan bir duygusal durum olarak kabul edilir. "Tapma" insandan
daha yüksek birşeye sadakat ve adanmışlık içinde bulunmakla yaşanan duygusal
deneydir. "Huşu" dizler üştünde yaşanacak olan ve kutsal bir saygının
doğurduğu duygudur. "Kutsal" insanla ve bu dünyayla ilgili her
husustan daha yüksek olan ve hiçbir husus tarafından dokunulmaz olan şeydir.
Vs.
Fakat, bu kavramlar, -tabiat-üstü hiçbir boyut olmasa da- fiilen varolan
duyguları, insanların fiilen hissettikleri bir şeyleri isimlendirmektedir. Hem,
bu duygular, bireyde; değil dini tanımlarca emredilen kendini-hakir görme
halini yaratmak; tam tersine, yücelmiş ve asilleşmiş bir ruh halini
yaratmaktadır. O halde, bu duyguların realitedeki kaynağı veya karşılığı nedir?
Bu kaynak, insanın ahlaki bir ideale olan adanmışlığından doğan duygusal alanın
bütünüdür. Ne var ki, dinlerce sunulan ve insanı küçük gördürten bazı alanları
saymazsak; bu duygusal alan, tanımsız, kavramsız, kelimesiz,
varlığı-kabul-edilmez kalmıştır. İnsan duygularının bu en yüksek seviyesi,
mistisizmin kasvetinden kurtarılıp, doğru nesnesine, insana yöneltilmelidir.
İnsana-tapma da bu anlamda anlaşılmalıdır.
İnsana-tapma duygusu, çok az sayıda insanın sürekli olarak yaşadığı bir
duygudur; bu duyguyu, bazı insanlar, arada bir parlayan ve hiçbir sonuç
bırakmadan sönen münferit bir kıvılcım halinde yaşar; bazı insanlar ise, burada
neden bahsedildiğini bile anlayamazlar; başka bazıları neden bahsedildiğini
anlayıp, bütün hayatlarını gaddar bir kıvılcım-söndürücü olarak geçirirler.
"İnsana-tapma" kavramını; güya, ahlakı, dinden kurtararak aklın
alanına getirmek amacıyla yapılmış olan; fakat, dinin, en derin, en kötü
irrasyonelliklerini aynen muhafaza edip, onlara dünyevi bir anlam
kazandırmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan birçok teşebbüsle karıştırmamak
gerekir. Mesela, modern kollektivizmin bütün çeşitleri (komünizm, faşizm,
Nazizm, vs.), dinsel-altrüist ahlakı aynen muhafaza edip, insanın kendini
kurban etmesinden faydalanacak unsurun, Tanrı yerine "toplum"
olmasını ister. Öte yandan; bir yandan, insanı, bireyi yücelttiklerini, ona
taptıklarını iddia ederken, öte yandan Kimlik Kanunu'nu reddederek, belirsiz
bir seyelan olarak kabul ettikleri realitenin, mucizelerle yönetilip, kaprislerle
-Tanrı'nın değil, "toplumun" kaprisleriyle- şekillendirildiğini iddia
eden çeşitli modern felsefe ekolleri vardır. Bu neo-mistiklerin, insana
taptıklarını söylemek mümkün değildir; bunlar, alenen mistik olan seleflerince
insana duyulan derin nefreti aynen paylaşıp, bu nefretin dayanağını
dünyevileştirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Aynı nefretin daha kaba bir çeşidi,
somutla-sınırlı "istatistiki" zihniyetlerce sergilenir; bunlar,
-insan iradesinin anlamını kavramaktan aciz olduklarından- insanın bir tapınma
nesnesi olamayacağını, çünkü buna layık hiçbir insan türüne henüz
raslamadıklarını beyan ederler.
Buradaki anlamında insana tapanlar: insanın en yüksek potansiyelini görüp,
onu kendilerinde aktüelize etmeğe çabalayanlardır. İnsandan nefret edenler ise;
insanı, zavallı, ebedi-günahkar, aşağılık bir yaratık olarak görenler ve
insanın böyle olmadığını hiç keşfetmemesi için uğraşanlardır. Bu insanların
kimler olduğunu anlamak için; burada, şunu hatırlamak önemlidir: herhangi bir
insanın, insan konusunda sahip olabileceği doğrudan, içebakışsal yegane bilgi,
o insanın kendisiyle ilgili olan bilgidir.
Daha spesifik olarak söylenecek olursa, bu iki kamp arasındaki asli ayrım şöyle
ifade edilebilir:
1) insanın kendine-saygı-ve-güven erdemine sahip olmasından vecde gelen ve
insanın yeryüzündeki mutluluğunun kutsallığına adanmış insanlar ile; 2) bu iki
şeyden hiçbirinin mümkün olmaması için kararlı olanlar. İnsanlığın çoğu,
hayatlarını ve ruhsal enerjilerini bu iki uç arasında harcar.
İnsanın bir tapınma nesnesi olduğu görüşü, insanlık tarihinde nadiren ifade
edilmiştir. Bugün, bu görüş, adeta tamamen yok olmuştur. Oysa, insanlığın en
iyi gençleri, -değişik derecelerdeki heyecan, özlem, tutku ve kafa
karışıklığından doğan sancılarla da olsa- hayata bu görüşle başlar. Çoğu için,
bu henüz bir görüş bile olmayıp; hafif bir acı ile muhaberesi gayri-mümkün bir
mutluluktan oluşan, sisli, belli-belirsiz, tanımsız bir histir. Bu, muazzam
beklentileri olan bir histir; insanın kendi hayatının önemli olduğu; büyük
başarıların insan kapasitesi dahilinde olduğu; ileride insanı bekleyen büyük
şeyler olduğu hissidir.
Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp, mevcudiyeti
lanetlemekle başlamak, insanın tabiatında -hiçbir canlının tabiatında- mevcut
bir hal değildir; böyle bir hale girmek, -hızı, insandan insana değişen- bir
yozlaştırma süreci gerektirir. Kimi, ilk baskıda teslim olur; kimi kendini
satar; kimi, enerjisini, algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip, -ne
zaman ve nasıl olduğunu hiç bilmeden- bütün ateşini yitirir. Sonra, bunların
hepsi; kendilerine; olgunlaşmış olmak için zihinlerini terketmek gerektiğini;
güven içinde olmak için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için
kendine-saygı-ve-güven erdemini kaybetmek gerektiğini; telkin etmekte olan
büyüklerinin teşkil ettiği engin bataklıkta kaybolur giderler. Ama, bir kaç
tanesi gayreti bırakmaz ve devam eder; o ateşe ihanet etmemek gerektiğini
bilir; ona, şekil, amaç ve realite kazandırmayı öğrenir. Fakat, gelecekleri ne
olursa olsun; hayatlarının sabahındaki insanlar, insan tabiatı ve hayatın
potansiyeli hakkında yüce bir görüş ararlar. İnsana uygun bir statünün ne
olduğunu keşfedip, onu tam bir realite haline getirmeyi başaranlar, her nesilde
sadece birkaç kişidir; geri kalanlar, bu statüye ihanet eder.
Ama, dünyayı harekete geçirenler, hayata anlamını kazandıranlar da, işte bu
birkaç kişidir.
ALTRUİZM = BEN
DÜŞMANLIĞI
KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…!
ALTRUİST
ahlakın temeli;
"BEN'i kötülük standartı, BEN
dışındakileri ise iyilik standartı" olarak görme anlamına gelen:
KENDİNİ FEDA ETMEDİR.
Her
politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur.
Eski ve sözde modern "yeni" tüm
kolektivist mistiklerin temelinde altruizm vardır.
Altruizmin temelini ise irrasyonalizm oluşturur.
Oysa,insanı:"kendisini
başkaları, başkalarını kendisi için fedaya "
zorlayan altruist görüşlerin tümü;bizzatihi
insan tabiatı ile çelişir, uyuşamaz.
İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi,
altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani,
bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır.
Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın
-derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu
tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur:
ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya
da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle
bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal
kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden
biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur;
çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.
Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu,
mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa
olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal
Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi,
vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal
ahlakların politik teorisini ifade eder.
Yanlış felsefeler:insanın kendisi için var
olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek
gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev,
erdem ve değer olduğunu iddia ederler. Bu iddianın nezaket, iyi niyet ve
başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel
mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini
mahvetme anlamına gelen BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik
standartı olarak görme anlamına gelen KENDİNİ FEDA ETMEDİR.
İşte
bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:
*İnsanlar
niçin başkaları için yaşasın?
*İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?
*Bu, niçin iyi bir şey olsun?
Akıldışı felsefe savunucuları, işte bu
sorulardan kaçmak için dünyevi olmayan, doğa üstü ve irrasyonel olan mistizme
sığınır. Çünkü ancak irrasyonel olan bir şeyde gerekçe aranmaz, o sadece
inançla kabul edilir. Bu nedenle mantık ve akıldışı felsefe çelişir.Mistizmi
ayakta tutanda işte bu akıldışı ahlak anlayışıdır.. Medeniyetse aklın ürünüdür.
Mistizmin kölesi olan bir akıl medeniyet değil karanlık üretir. Eski- yeni
mistizmin iki versiyonu vardır: Ruh ve beden mistikleri, yani "varoluş
olmaksızın bilince inananlar ve bilinç olmaksızın var oluşa inananlar. Her
ikisi de önce aklınızın teslim olmasını ister. Birisi ilhamlarını, diğeri
reflekslerini öne sürerek önce aklınızı teslim almak ister.."Onların tek
amacı, "madde olarak insan bedeninin köleleştirilmesi ve manevi olarak
aklın yok edilmesi." dir!
Kendini feda etmeyi talep eden böylesi bir
mistik ahlak sistemi, fedakarlıkları toplayan üstün yöneticisi olmaksızın ilan
edilemez, yaygınlaştırılamaz. Geleneksel olarak iki tip toplayıcı vardır: Tanrı
ya da toplum. Toplayıcı insanoğlunun geneli için ulaşılamaz olmak zorundaydı ve
onun otoritesi sadece "baş rahipler", "komiserler",
"sömürge valileri", "devlet görevlileri" vs. olarak çeşitli
şekillerde adlandırılan özel aracılar eliti ile açıklanmak zorundaydı. İşte
yeni mistiklerin de izlediği yol budur: Yeni toplayıcılar: yüce hükmedenler ve
yeni bir kültür! Yani tanrıyı veya toplumu anlamlı bir şekilde gerçek
yöneticiler olarak göstermeye çabalayan: MİSTİZM! Yani bizden başkaları için
veya doğmamış nesiller için veya üç-beş yıllık programları için ve asıl
kendileri için: KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…!
Mistizm
ile akıl arasındaki tercih; ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme
veya durağan ilkellik arasındaki tercihdir.Eski-yeni mistikler, gerçeğin
bulunması ile değil, insan "aklına-hayatına-mutluluğuna-bedenine"
duydukları nefretle motive edilirler.Bu tutkunun merkezin de ise:iyi olmak için
iyiden ve becerikli insandan duydukları nefret vardır!
Kollektivizm
birey haklarının ezeli düşmanıdır.
İnsanlar
arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok
sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif)
ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir.
"Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet,
millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif
bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü
iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir
doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin
politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin
kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuştur.
Kollektivist
bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere
doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine,
özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya
girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması
gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları
yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık
sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar")
olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı
kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer
yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları
fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.
Bütün
bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar,
kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş,
sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı
değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir.
Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların
kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet
hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar
değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir
yolla mümkün değildir.
Eğer
bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde
etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle
olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.
Başka
birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir
"hak" değildir, olamaz.
Hiçbir
insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir
görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme
hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.
Bir
hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o
hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.
Her
çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların
insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında
çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep
siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler,
insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen
silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen
elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir
siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi,
bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin
faaliyetlerinden korumak için yazılır.
Her isteyene bir ev, bir konferans salonu,
bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan,
bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa,
bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak
olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi
yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el
koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek
kurumlaştıran bir parazitler çetesi.
Devletçiliğin
teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün,
politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür
değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir
bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok
insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en
fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha
özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden
temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt
olarak fiziki baskı ve zorlamadır.
Altrüistler,
"eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.
Bu
kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran
bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir
eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş
olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet
derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan;
insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür
"eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey,
insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler,"
insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.
Tabiatın,
insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir
parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği
olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu
"adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek
isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından,
Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve
erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları
bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış
ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.
İstedikleri,
kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni
bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal
piramitin tesisidir.
Altruizm ve Özel Mülkiyet Hakkı
İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir
bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik
"beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler,
-sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları"
karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.
Maddi
nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu
nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan,
gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal)
haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir.
Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme"
"hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.
Sadece
bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir
köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan
hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte
bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini
karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği
hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı
yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması
ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı
görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.
Altrüizm
ve Sanat
Altrüizmin
en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak
yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki
istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve
bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını
bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan
şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına
teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına
çevirmesidir. Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın
fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye,
genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin
gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin
ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat,
realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün
insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.
Farklılıklarına
rağmen, tüm irrasyonalist-subjektif-felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış
asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonun tek başına en zengin
kaynağıdır. Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için
sınırsız bir örtü sağlar. Altrüizm: Nazi Almanya'sındaki ve Sovyetler
Birliği'ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş
yağmacılığının; "kamu yararı"na hizmet etmeğe çalışan politikacıların
iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşçılarınca
sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin; rasyonelizasyonu olmuştur.
Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği
şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları
hala ona bağlı kalabiliyorsa; emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir
kanaat veya bir "ideal" değil, bir rasyonelizasyondur.
İrrasyonel
ahlak doktrinlerinin içeriği: Altrüizm
Yaklaşım
yöntemleri değişik olan mistik ve sosyal ahlak doktrinleri aynı içerikten
ibarettir: altrüizm (özvericilik).
Altrüizme
göre:
a)
"İnsanın kendi hatırına yaşama hakkı yoktur."
b)
"Başkalarına hizmet varoluşunu haklı kılan tek sebeptir."
c)
"Kendini, başkalarına feda etmek en büyük görev, erdem ve değerdir."
d)
"Başkalarının çıkarına yapılan bir faaliyet iyidir; kendi çıkarına yapılan
bir faaliyet kötüdür."
e)
"Başkalarının çıkarı, her halü karda kendi çıkarın üzerine
konmalıdır."
Altrüizmi,
başkalarının haklarına saygı, diğergamlık, iyilikseverlik, cömertlik,
insanperverlikle karıştırmamak gerekir. Bunlar ahlaki birinciller değil,
sonuçlardır; üstelik altrüizm bunları imkansız kılan bir doktrindir; kendini
küçük gören, kendini inkar eden, kendinden feragat eden, kendini tahrip eden
insan, insan olarak yaşayamaz ki, başkalarına yararı olabilsin.
Altrüist
ahlak, kökeni kabile hayatında olan bir fenomendir. Prehistorik insan, tabiata
ve başka kabilelere karşı fiziken hayatta kalabilmek için, kabilenin
(başkalarının) koruyucu gücüne sığınmak zorundaydı. Bir birey olarak varkalması
düşünülemezdi. Altrüizmin medeniyet çağlarında da devam etmesi, fiziki
sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir: zihni kapasitelerinin
gelişmesini, algısal düzeyde durdurmuş olanlar, realiteyi kavramsal bir
bilinçle kavrayamayanlar, realiteye karşı onları "koruyacak" bir
liderlikten yoksun olarak, realite içinde fonksiyon edemezler. Kendini-feda
doktrini, onlara küçültücü gelmez; çünkü, hiçbir benlik duygusu, hiçbir kişilik
değeri geliştirmemişlerdir. Neyi feda etmelerinin istendiğini bile bilmezler;
entellektüel bütünlük, gerçek sevgisi, kişisel olarak seçilmiş değerler,
rasyonel fikirler gibi şeylerden haberleri olmamıştır. O yüzden rasyonel-egoizm
diye birşey duyduklarında, akıllarına ilk gelen imaj, acıktığında kendi
kabiledaşını yiyen bir yamyam olacaktır.
Bütün
düsturları ve tarihi performansı incelendiğinde görülecektir ki, altrüist ahlak
doktrini, yüzeydeki iddialarının aksine, insana karşı, akla karşı, yeryüzünde
elde edilebilecek insani mutluluk ve başarıların her şekline karşı, hayata
karşı, derin bir nefretin ifadesidir.
Sübjektivist
ahlak doktrinlerinin bir içeriğinin varlığından bahsetmek bile zordur;
duygular, içgüdüler, sezgiler gibi, aklın dışındaki herhangi bir şey,
sübjektivist ahlakın içeriğini belirler. İçerik adına sübjektivist ahlak
doktrininde bulunan tek şey, altrüist madolyonun öbür yüzüdür; sübjektivist
ahlak doktrini şunu ilan eder: "tabiatı ne olursa olsun, kendi çıkarına
yaptığın bir faaliyet, iyidir."
Ya-kendini-ya-başkasını-feda ahlakı olarak
altrüizm
Altrüizmin
(kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi;
ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların
belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir
günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta
olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya
"Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine
mi?" gibi sorular ortaya atılır.
Böyle
bir yaklaşım, altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir:
a)
Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk
meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda
edecekleridir.
b)
Başkalarına saygıdan yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli
yardım bekleyeyen, dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler.
c)
Realiteyi bir kabus olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin
sürekli ve temel bir konu olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş
zannetmektedirler.
d)
Ahlaka karşı müthiş bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi
hayatlarının aktüel problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç
karşılaşmayacakları durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber
olacak bir ahlak sistemi yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak
davranış kurallarıyla ilgilenmektirler.
Başkalarına
yardımı merkezi ve temel bir ahlak konusu yapan altrüizm, insanlar arasında
gerçek iyilikseverliği ve dostluğu yok eder. Altrüizm; başka bir insana değer
verme işini, bir benliksizlik (egosuzluk) eylemi olarak ortaya koyarak;
başkasına değer verme işinde, egoistçe bir yan bulunamayacağı; başkasına değer
verme işinin, kendini feda etmek anlamına geleceği; başkasına duyduğu bir
sevgi, hayranlık ve saygının, kendi zevki için olamayacağı, tersine kendi
mevcudiyetine bir tehdit teşkil edeceği inancını doğurur.
Ortaya
çıkan bu ya-kendini-ya-başkasını-feda ikileminin öbür yüzünü seçenler,
altrüizmin gayrı-insanileştirici etkisinin nihai ürünleri olan psikopatlardır.
Bunlar, altrüizme alternatif bir ahlaka da sahip olmadıklarından; kendini-feda
anlayışına karşı çıkarken, her insana karşı kayıtsızlığı savunan, (genellikle
kendi cinslerinden bir sürücünün sebep olduğu) bir trafik kazasında yaralanmış,
yerde yatan bir insana yardım etmek için parmağını bile kıpırdatmayacağını
söyleyen tiplerdir.
Çoğu
insan, bu altrüist ikilemin iki yüzünü de kabul etmez. Böyle olunca,
insanlararası ilişkiler ve başkalarına yardım işinin tabiatı, amacı ve ölçüsü
üzerinde büyük bir entellektüel kaos ortaya çıkar.
İnsan,
kurbanlık hayvan değildir: kendisini başkalarına feda etmesi, ahlaki bir görev
veya erdem değildir. Fakat, insanlar arasında fedaya dayanmayan bir yardımı
düzenleyen ahlaki prensipler, rasyonel olarak ortaya konabilir.
"Feda,"
bir değeri, ondan daha az olan bir değer karşılığında veya karşılığında hiçbir
değer elde etmeden teslim etmektir. Yani, altrüizm; bir insanın erdemini;
değerlerini teslim veya reddettiği veya onlara ihanet ettiği dereceyle
ölçmektedir. Mesela, altrüizme göre; yabancılara veya düşmanlara yapılan bir
yardım, sevilenlere yapılan bir yardımdan daha az "egoistçe"dir, yani
daha erdemlicedir. Rasyonel bir davranış, bunun tam tersi olmalıdır; rasyonel
bir insan, daima değerler sisteminin hiyerarşisi içinde davranır: bir değeri,
daha az bir değer uğruna vermez, feda etmez.
Bir
insanın sevdikleri için yaptıkları, -bu yapılanlar, kendi değerler hiyerarşisi
içinde kişisel (rasyonel) bir önem taşıyorsa- feda teşkil etmez. Karısına aşık
bir adamın, onun tehlikeli bir hastalıktan kurtulması için bütün servetini sarf
etmesi, bir fedakarlık değildir; çünkü, karısının hayatı, parasıyla alabileceği
bütün şeylerden daha kıymetlidir. Fakat, onu kurtaracak yerde; içlerinden
hiçbirini tanımadığı, kendisine hiçbir şey ifade etmeyen on kadının hayatını
kurtarmakta parasını harcaması, -ki altrüizm bunu ister- bir fedakarlıktır.
Rasyonel bir insan, tanımadığı on kadın yerine, neden sevdiği karısını
kurtarır? Çünkü, kendi mutluluğu, hayatının en yüce gayesidir ve karısının
hayatta kalması kendi mutluluğu için gereklidir.
Boğulmak
üzere olan insan konusuna gelince... Eğer, kurtarılacak insan bir yabancı ise,
onu kurtarmaya çalışmak, insanın kendi hayatı için çok küçük bir risk varsa,
ahlaken doğrudur; risk büyükse, kurtarma teşebbüsü gayrı-ahlakidir: ancak
kendine saygıdan yoksun bir insan, kendi hayatını, rasgele bir yabancının hayatından
daha değersiz görür. Eğer, kurtarılacak insan yabancı değilse, alınacak olan
riskin büyüklüğü, o kişiye verilen değerin büyüklüğüyle orantılıdır. Eğer, o
insan, aşk duyulan bir insan ise, onu kurtarmak için hayatı kaybetmek göze
alınabilir; ve bu ancak rasyonel-egoistçe bir amaç için yapılır; çünkü, aşık
olunan o insanın yokluğunda hayat dayanılmaz olabilir.
Bir
insanın sevdiklerine yardım için yaptıkları, "benliksizlik"
(egosuzluk) veya "fedakarlık" değildir, bütünlüktür. Bütünlük, bir
insanın kanaatlerine ve değerlerine sadık olması, değerlerine uygun davranması,
onları pratik realiteye geçirmesidir.
Rasyonel
bir insanın, yabancılara yaklaşımını belirleyen şey ise, onların sahip olduğu
insani potansiyele saygıdır; ta ki, o yabancı tersine davransın. Fakat, bu
demek değildir ki; insan, sürekli olarak yardım edeceği bir yabancı arasın.
Prensip olarak her insan kendi hayatından sorumludur; fakat, insan, bir
olağanüstülükte, gücü yettiğince yabancılara yardım eder.
Unutulmaması
gereken şey şudur: insanlar normal olarak batmak üzere olan gemilerde
yaşamazlar veya boğulmakta olan insanlara sık sık raslamazlar; dolayısiyle, bu
tür dünyalar üzerinde kurulu ahlak sistemleri yanlıştır; normal bir yaşamı,
insani mutluluğu merkez alan rasyonel bir ahlak; olağanüstülüklerdeki
rehberliği de yapabilecek olan tek ahlaktır.
KAVRAMSALLAŞTIRMA KARŞITLARI
İnsan
davranışlarının doğuştan verilmiş bir tür metafizik görevler olduğunu
sorgulamadan kabul edenler, insanın kesinliği elde edemeyeceğini ve realitenin
kavramayacağını öne sürerler. Bu durum kavramsallaştırma karşıtı zihniyetin
tipik bir örneğidir.
Bu zihniyetin
ana niteliği kavramsallaştırma işleminde, temel ilkelere ilişkin bir
pasifliktir. Bu, gelişmenin belli bir noktasında yeterince bilgili olduğuna ve
daha fazlasına ihtiyacı olmadığına karar veren bir zihniyettir. Bu zihniyet
neyi " yeterli " kabul eder? Onun arka planındaki kolayca bildiği,
doğrudan algılanabilen somut şeyleri. " tecrübedeki ampirik öğeyi."
Bu
somutlukları anlamak ve onlarla uğraşmak için bir insanın belli bir derecede
kavramsal gelişmeye sahip olması gerekir. Bunu bir hayvanın beyni gerçekleştiremez.
Kavramsallaştırma karşıtı zihniyet, soyutlamaların ilk seviyesinde, asıl olarak
fiziksel nesneleri içeren algılanabilen materyali tanıyan ilk seviyede durur ve
bir sonraki çok önemli aşama olan, tamamen iradeye dayalı olan aşamaya, yani
taklitle öğrenilemeyen daha üst seviyedeki soyutlamalardan soyutlamalara varma
aşamasına girmeyi istemez. "Dünya veya Kainat" kavramlarını veya
bunlara ait olayların "skandallar" olmadığı gerçeğini kavrayamaz.
Böyle bir akıl ancak, bir "köyün veya bir şehrin" ya da bir ülkenin
skandallarını(ikinci elden) kavrayabilir.
Kavramsallaştırma
karşıtı zihniyet çoğu şeyi indirgenemez gerçekler olarak alır ve onları "
geçerliliği kendinden gerçekler " olarak kabul eder. Kavramları
(ezberlenmiş) algılamalarmış gibi görür; soyutlukları algılanan somut şeyler
olarak görür. Böyle bir zihniyet için her şey verilidir.: zamanın akışı, dört
mevsim, evlilik kurumu, hava çocukların meydana gelmesi, bir sel taşkını, bir
yangın, bir deprem, bir devrim ve bir kitap, bunlar aynı düzeydeki olaylardır.
Metafizik eseri olan la, insan yapımı olan şeyler arasındaki fark bu zihniyet
için sadece bilinmemekle kalmaz, iletişimi de mümkün değildir.
Bir insan
aklını harekete geçiren iki temel soru " Niçin ve Ne için? ",
kavramsallaştırma karşıtı bir zihniyete yabancı olan şeylerdir.
Bu sorulara
klasik cevaplardan öte bir cevap getiremezler:" Hayat böyledir " veya
" Öyle kabul edilir " gibi.
" Kimin
hayatı? " veya " Kimin tarafından yapılması gerekir? "
sorularınıza cevap yoktur.
"Neden?"e
olan ilginin eksikliği nedensellik kavramını ortadan kaldırır ve geçmişi silip
atar. "Ne için?" e olan ilginin olmayışı uzun vadeli amacı ortadan
kaldırır ve geleceği kesip atar. Bu nedenle kavramsallaştırma karşıtı bir
zihniyet için sadece " bugün" tamamen gerçektir. Geçmişe ait
kırıntılar rasgele olay kırıntıları gibi, anlamı ve amacı olmayan küçük bir
hatıra konuşması gibi durmaktadır. Fakat gelecek bir boşluktur; gelecek algısal
olarak anlaşılamaz. Bu nedenle kimisi, " Geçmişin sözde bilgeliğinde huzur
arayarak bilinmeyen geleceğin dehşetinden" kaçar, kimisi de "
Anlaşılır olmayan geçmişin dehşetinden çığlık atarak bilinmeyen bir
geleceğe" kaçar. Yani ikisi de şimdiki zamanda yaşayamaz, çünkü insan ömrü
tek birleştiricisi kendi "kavrama" melekesi olan bir süreklilik arz
eder.
Kavramsallaştırma
karşıtı bir kişinin aklında, bütünleştirme sürecinin yerini, bir araya getirme
süreci almıştır. İnsanın bilinçaltının depoladığı ve otomatikleştirdiği
fikirler değil, fakat bir takım somut şeylerin, rasgele gerçeklerin ve tanımlanmamış
duyguların tasnif edilmeden yığılmış zihin dosyaları halindeki belirsiz
birikimdir. Bu belli bir seviyeye kadar iş görür ve burada tüm dosyalama
sisteminde araştırma yapılması asla gerekmez. Bu gibi sınırlar içinde kişi,
-zamanını sebepleri inceleme zahmetine girmeden sonuçları analiz etmeye
harcamış olan bir felsefe profesörü gibi- aktif olabilir ve çok çalışmaya
istekli olabilir.
Bu
zihniyetteki bir kişi, nereden ve nasıl aldığını hatırlamaksızın, bazı soyut
fikirleri benimseyebilir veya bazı entelektüel inanışlara sahip olduğunu ifade
edebilir. Fakat birisi ona belli bir fikir hakkında ne kastettiğini sorarsa,
cevap veremeyecektir. Eğer birisi ona inandığı şeylerin sebeplerini sorarsa,
inandığı şeylerin rüzgarla savrulan kırılgan bir yaprak olduğunu anlayacak ve
sormayı aklına asla getirmediği soruların ne kadar fazla olduğu gerçeğiyle
sarsılacaktır.
Bu tip
psiko-epistemoloji, düşüncenin hiçbir kısmına itiraz edilmediği sürece devam
edecektir. Fakat karşı çıkıldığına kıyamet kopar, çünkü bu durumda tehdit
edilen şey belli bir fikir değil, o aklın tümüdür.. Kopan kıyamet korkudan,
içerlemeye, ısrarlı göz ardı etmeye, düşmanca tutuma, paniğe, kötülüğe ve
nefrete kadar değişiklik gösterebilmektedir.
Somut şeylere
bağlı olan, kavramsallaştırma karşıtı zihniyet sadece aynı tip
"sınırlı" dünya tarafından aynı şekilde somut şeylere bağlı
insanlarla uğraşabilir. Bu zihniyet için bu durum, insanların soyut
prensiplerle uğraşmak zorunda olmadıkları bir dünya ifade etmektedir: Çünkü
orada, eleştirilmeksizin kesin olarak kabullenilen ezberlenmiş davranış
kuralları, prensiplerin yerine konmuştur. Böyle bir dünyada yaşayanların
"sonlu" olan şey onun kapsamı değil, fakat dünyada yaşayanların
ihtiyaç duyduğu zihinsel çabanın derecesidir. Onlar "sonlu"
dediklerinde "algısal" demek isterler.
Bu
zihniyetteki insanlar, kendi kurallarının sınırları içinde faaliyet göstermekte
özgürdürler, yani sonuçları konusunda endişelenmeden sonuçlara ve
"olgulara" teorinin "soyutluğu" tarafından zorlaştırılmamış
münferit olaylar olarak yaklaşmakta ve dolayısıyla kendilerini emniyette
hissetmekte özgürdürler. Neye karşı emniyette?Bilinçli olarak cevap verirler:
"Yabancılara karşı." Aslında cevap şudur: Temel ilkelerle uğraşma
gereksinimine karşı emniyette...
Bir
kavramsallaştırma karşıtı kişinin her şeyden daha fazla korktuğu şey felsefenin
esaslarıdır(özellikle de etiğin esasları). Onları anlamak ve uygulamak uzun bir
kavramsal zincir gerektirir fakat o, beynini bu zincirin ilk halkalarından
sonraki halkalarına ulaşabilme yeteneğinden mahrum bırakmıştır. Eğer onun sahip
olduğunu söylediği inançlara karşı çıkılırsa, bilincinin bir sis içinde
kaybolduğunu hisseder. Bu yüzden yabancılardan korkar. Yabancılar"
kelimesi ona köyünün, kasabasının veya çetesinin sınırları ötesindeki, onun "kurallarıyla"
yaşamayan tüm insanların dünyası anlamına gelir. Yabancıların kendisi için
neden ölümcül bir tehdit olduğunu ve neden içini çaresiz dehşet duygularıyla
doldurduklarını bilmez. Tehdit varlıklarla ilgili değildir, psiko-epistemolojiktir:
Bunlarla başa çıkmak, onun kendi "kurallarının" üstüne çıkmasını,
soyut prensipler seviyesine çıkmasını gerektirir. O ise, buna kalkışmaktansa
ölmeyi tercih eder.
"Yabancılara
karşı korunma" onun ait olduğu gruba bağlanmaktan -aynen bir sürü hayvanı
gibi- beklediği faydadır. Karşılığında, grubunun ondan istediği şey, grubun
kurallarına itaattir. Ve o bunlara uymaya dünden razıdır: Çünkü bu kurallar onu
soyut düşüncenin dehşetinden "koruyan şeydir." Bu kurallar kim
tarafından konmuştur? Teoride, gelenekler tarafından. Aslında, hasbelkader o
grubun liderleri olmuş kişiler tarafından; o kişinin zihninde ise bu kurallar
onun bilmek zorunda o0lmadığı sırları bilenler tarafından konulmuştur.
Dolaysıyla,
böyle bir insanın varlığını sürdürmesi, fikirlerin yerine "insanların"
konmasına ve insan yapımı olanın metafiziksel olanın üstünde tutulmasına
bağlıdır. Metafiziksel konular onun kavramasının ötesindedir, fakat insan
yapımı kurallar onu psikolojik ve varoluşsal olarak bilinmeyenlerden koruyan
mutlaklardır. Eğer başı derde girerse, grup onu kurtarmaya gelir; kişi grubun
yardımını kazanmak zorunda değildir, bu yardım ona otomatikman verilir. Bu onun
kendi faziletlerinin, kusurlarının veya hatalarının güvenilmez lütfunun değil,
onun gruba ait olması gerçeğinin sonucudur.
Akılcı
olanların ahlaki olduğu prensibinin bir örneği, kavramsal düşünce karşıtlarının
büyük ölçüde ahlak karşıtı da olmalarıdır. Böyle grupların hepsinin temel
düsturu, başka her türlü kuralın üstünde tuttukları "gruba
sadakattir." Fikirlere değil, fakat insanlara; grubun az olan ve genelde
törensel olan inançlarına değil, grup üyelerine ve liderlere sadakat....
Tüm bu grup,
kabile ve çetelerin ortak paydası aksiyona değil gösteriye, tartışmaya değil
bağırmaya-başarmaya değil istemeye-düşünmeye değil hissetmeye-değerler peşinde
koşmaya değil "yabancıları" lanetlemeye- doğaya, toprağa, çamura,
fiziksel işgücüne dönme peşinde olmaya, yani algısal bir beynin uğraşabileceği
şeylere olan inançlarıdır. Siz, herhangi bir problemi çözeceği inancıyla vücutlarıyla
trafiği durdurarak caddeleri tıkayan akıl ve bilim savunucuları
göremezsiniz.....
İnsan ve
hayvan arasındaki fark insanın bilinci, yani onun ayırt edici özelliği olan
kavrama melekesi konusudur...İnsan bilincinin gelişmesi kendi zeka dercesi ne
olursa olsun iradidir. Onu kendisi geliştirmek zorundadır, nasıl
kullanılacağını kendisi öğrenmek zorundadır ve kendisinin tercih etmesiyle bir
insan olması gerekmektedir. Bunu tercih etmezse ne olur? Bu durumda kendine has
bir ara form, yani kendi tabiatına karşı çılgınca mücadele veren, bir hayvan
bilincine ait olan ve elde edemeyeceği çabasız bir "emniyetini"
isteyen ve başarmaktan korktuğu insan bilincine isyan eden çaresiz bir yaratık
olur.
DEVRİMCİLİK
KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİLDİR..!DEVRİM NEDİR,DEVRİMCİ KİMDİR?
"Devrim"in
bir çok Hint-Avrupa dilindeki karşılığı olan kelime ("Revolution",
"Revolucion", "Rivoluzione" vs.), orijinal anlamında gök
cisimlerinin dönüş hareketlerini ifade eden bir astronomi terimiydi. Kopernikus'un
eseri De revolutionibus orbium coelesetiumdan sonra bilimde yaygınlaşan bu
kavram, 17. yüzyıldan itibaren sosyal ve politik altüstlüklere de işaret
etmekte kullanılır oldu. Kelimenin sözlüklerdeki karşılığı aşağı yukarı
şöyledir:
1.Kurulu bir
hükümetin veya politik sistemin zorla ve tamamen yıkılması;
2. Toplumsal
yapıda aniden meydana gelen, genellikle şiddetle yaratılan, radikal ve yaygın
değişiklik;
3. Herhangi
bir şeyde meydana gelen bütünsel ve bariz değişiklik;
4. Mekanik ve
astronomide bir cismin kendi etrafında veya başka cisimler etrafında dönüşü.
Hint-Avrupa
dillerinde, bu kelimenin toplumsal eylemdeki ahlaki değeri belirsizdir: Bilimde
insanlık yararına ceryan eden önemli gelişmelere de bu kelimeyle işaret
edilirken ("Scientific Revolution" gibi), Hitler yada Mussolini'yi
iktidara getiren olaylara da bu kelimeyle işaret edilmektedir.
Bugünkü
Türkçe'deki "Devrim" ise, genellikle olumlu bir mealde kullanılır.
Öztürkçecilik
katliamından önce Türkçe'de işlek olarak var olan "İnkılap" ve
"İhtilal" kelimeleri, bu konuyla ilgili anlayışımıza, daha dakik
kavramlar sağlıyordu.
"İnkılap"
genellikle olumlu bir doğrultuda olan radikal değişikliği, yeniliği, dönüşümü
ifade eden bir kelimeydi. "İhtilal" ise, genel olarak,
"inkilab”ın askeri yönünü ifade ederken, özel olarak baş kaldırma,
ayaklanma, kalkışma, kargaşa, isyan durumunu anlatır ve psikolojideki
kullanımından çıkardığımız kadarıyla (ihtilal-i heyacan-i: depresyon; ihtilal-i
nutuk: konuşma düzensizliği; ihtilal-i şuur: paranoya), çok zaman bir
olumsuzluğa işaret ederdi. "İnkılap" aynı zamanda, mekanik ve
astronomide -"Revolution" gibi- dönüş hareketini ifade etmekte
kullanılırdı. Bu yazıda "Devrim”, daha ziyade "inkılap"
anlamında kullanıldı.
SOSYAL
DEVRİMLER
Kapitalizmin
doğuşu, monarşilere karşı fert hak ve hürriyetlerini temel alan bir dizi sosyal
devrimi (ihtilali) mümkün kıldı.
Olumlu
sonuçlar bırakmakla birlikte, monarşinin restorasyonuyla noktalanan onyedinci
yüzyıl İgiliz Devrimi, tarihinin ilk önemli sosyal devrimiydi.
Osekizinci
yüzyılın ilk önemli devrimi olan Amerikan Devrimi (1776), hedeflerine ulaşmış
ilk sosyal devrim oldu. Yüzyılın ikinci önemli devrimi olan Fransız İhtilali
(1789), hedeflerine ulaşmak şöyle dursun, eskisinden daha yoğun bir despotizmi
getirdi.
Bu iki
devrimin liderlerindeki değişik iki tarz, takipçisi oldukları farklı iki
politik felsefeye karşılık düşüyordu::
Amerikan
Devrimindeki felsefe; tarihin ve mevcut realitenin akıl yoluyla tahlilinden
doğmuş, toplumun temel birimini fert olarak gören, toplumsal dönüşümün hiç bir
hazır reçetesi olmadığına, ilerlemenin zorla ve birdenbire değil fertlerin hür
etkileşimiyle tedricen doğacağına inanan, Devlet mekanizmasına hep şüpheyle
bakan ve onu sınırlandırmak için tedbirler düşünen, rasyonel ve ferdiyetci bir
felsefeydi.
Fransız
İhtilalindeki felsefe; dinlerden devralınmış "Cennet" fikrinin
laikleştirilmesinden ibaret bir ütopyadan doğmuş, merkezine fert gibi somut bir
kavram yerine, "Millet", "Sınıf" gibi soyut bir kavramı
koyan, bu vücutsuz kavram adına hareket ettiğini iddia eden bir grup elitin,
ütopyanın gerçekleştirilmesi için vahyedilmiş dogmayı hayata geçirmek için
giriştiği pratik sırasında, bir sürünün elemanı olarak gördüğü ferde karşı zor
kullanmayı (Devleti), geçici olacağı bahanesiyle meşru gören, mistik ve
kollektivist bir felsefeydi.
Amerikan
Devriminin başarısının ve Fransız İhtilalinin sukutunun en önemli sebepleri, bu
iki tarzdan hangisinin belirginlik kazandığıyla yakından ilgilidir. Bir süre
iki tarz arasında salınan Fransız İhtilali, mümkün olan demokratik yapıları
kurabilecek hürriyetci guruplar yerine, o güne kadar yazılmış bütün ütopyaları,
"Faziletin Terörüyle"yle gerçekleştirmeğe çalışan jakoben
otoriteryenler elinde kaldığı için yenildi.
Amerikan
Devrimcilerinin hemen hepsinin hürrriyetci tarza sahip olması, bu devrimin
başarısının en önemli sebeplerinden biridir. O gerçekci insanlar, ekonomik ve
politik esenliğin mucize gibi birden bire doğmayacağının bilincinde olarak,
bunu süreç içinde mümkün kılacak yeni bir hükümet yapısının, hükümetlerin
yetkisini sınırlayan yeni bir anayasa anlayışının, fert hak ve hürriyetlerini
esas alan ilk demokrasinin temellerini attılar (Yunan Demokrasisinde; fert,
kollektivite için kurbanlık hayvandı).
Kendilerinden
başka herkesi sadece maddi çıkarın motive ettiğini zanneden bazı
kollektivistler;
Amerikan Devrimini
"sadece çıkarlarını korumak isteyen burjuvaların eseri" zanneder.
Amerikan
Devrimcilerinin bazılarının zengin olması olgusu, insan açgözlülüğüne değil,
insan vekarına işaret eder; çünkü o insanlar, müreffeh hayatlarını,
servetlerini, demokratik bir ihtilale katılarak tehlikeye atacakları yerde,
komşularından bazıları gibi İngiliz monarşisinin uşaklığına girişebilirler; ya
da ihtilalin başarısından sonra, ademi merkezi ve demokratik bir sistem yerine,
tersine doğrultudaki kuvvetli politik akıntıya katılarak, İngiliz-tipi, merkezi
bir sistem kurabilirlerdi.
Gerçek şudur
ki, Amerikan Devrimi; filozof, mucit, bilgin, işçi, müteşebbis, devlet adamı
Benjamin Franklin, avukat, bilgin, müzisyen, filozof, çiftçi, Thomas jefferson,
Fransız Devriminin anti-jakoben akıl hocalarından, ilk uluslararası sosyal
devrimci, gemi işçisi, mucit, filozof Thomas Paine gibi Rönesans tipi
filozof-üretici insanların eseridir.
Thomas
Jefferson'un yazdığı, Fransız İhtilali İnsan Hakları Bildirisine ilham kaynağı
olmuş 1776 Bağımsızlık Bildirisi, gerçek her devrimin temel düsturlarını
sayıyordu:
"Şu
hakikatlar aşikar adderiz :Bütün insanlar eşit yaratılmıştır; Yaratıcıları
tarafından belirli ve vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında
Mutluluğu Aramak, Yaşamak ve Hürriyet vardır; bu hakları emniyete almak için
insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu siyasi yönetimlerin
kudretlerinin meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
OTORİTERYEN
'DEVRİM' TEORİSİ
Ondokuzuncu
yüzyılda yukarda bahsettiğimiz iki devrimci tarzdan hürriyetçi olanı,
Amerika'da itibarını korudu. Amerikan Devriminin ikinci zirvesi olan Köleliğin
İlgası hareketi (1861-1865 İç Savaşı), bu eğilimin eseridir.
Hürriyetçilik,
1871 Paris Belediyesi Devriminin de en güçlü eğilimi idi. Bu devrimin
karşı-devrimcilerce yenilgiye uğratılması, hürriyetçi eğilimi ümitsizliğe
sevkederken, otoriteryen eğilimi güçlendirdi. Hürriyetçi eğilimin temsilcileri
olan anarşist filozofların genellikle şiddet aleyhtarı tutumuna rağmen, anarşist
hareketin terörist maceraperestler elinde kalması, hürriyetçi eğilime itibar
kaybettirdi; artık devrimci mücadele giderek otoriteryen ve kollektivist bir
karaktere bürünecekti.
Devrimci
mücadeleye giderek hakim olan otoriteryen ve kollektivist eğilim, çeşitli
gelişmelerden sonra marksizme vardı.
Tarihin bir
"sınıf savaşı" olarak algılanması gerektiğinin Linguet ve Saint-Simon
gibi düşünürler tarafından öne sürülmesi, onsekizinci yüzyıl sonunda Babeuf
tarafından ima edilen "Proletarya Diktatörlüğü" kavramının Weitling
ve Blanqui tarafından bir devrim tipi olarak geliştirilmesiyle birlikte,
ondokuzuncu yüzyıl başlarında toriter-sosyalist bir ihtilal teorisi doğmuştu.
Bu teorinin
itibar kazanmasıyla birlikte, hürriyetci devrimci teoride merkez olan somut
insanın yerini, "Sınıf", "Proletarya" gibi vücutsuz
kavramlar alırken, hürriyetin yerini "Diktatörlük", insanların
gönüllü birliklerinin yerini ‘Devrimci Devlet’ alıyordu.
Kendisinden
önceki devrimcilerin teori ve retoriklerini, Hegel diyalektiği, Feuerbach
materyalizmi, Proudhon mülkiyet teorisi, İngiliz Klasik Ekonomistlerinin
teorileriyle sistemleştiren Karl Marx, otoriter-sosyalist devrim teorisinin
bütünleştiricisi oldu.
Marx, çağdaşı
hürriyetci-fertçi (anarşist) devrimcilerin şiddetli eleştirilerinin etkisiyle
bazan somut insan (fert) üzerinde düşünmekle birlikte ("Yabancılaşma
Teorisi"ni Marx'tan önce anarşist Max Stirner geliştirmişti), teorisini
genelllikle kollektivist kategoriler üzerinde kurdu. Hürriyetci-fertçi
devrimcilerle yaptığı mücadeleden zaferle çıkan Marksizm -İspanya İç Savaşı
gibi istisnalar dışında-artık bütün ‘devrim'lere damgasını vuracaktı.
Marksizm,
kapitalizm ve modern demokrasi öncesi dönemden arta kalan, Amerikan
Devrimcileri ve Avrupalı hürriyetci-fert devrimcilerin bir kısmı dışında bütün
eski devrimcilerin sahiplendiği bir miti devraldı: insan yada toplumun
tabiatında kendiliğinden bir cins "iyi" vardır; bu “iyi”nin serbest
kalması için devrimci ameliyat (mevcut sosyopolitik örgütlenmenin ortamın
birdenbire ortadan kaldırılıp, yerine "iyi"liği doğuracak
örgütlenmenin konması) mümkün ve yeterlidir.
Dünyaya
mistisizme düşmeden bakabilenler için, yirminci yüzyıl bu miti yıktı. İnsan
tabiatında varolan bir saldırganlıktan -dolayısıyle "kötü"den-
bahsetmek mümkündü belki; ama, dünyevi, rasyonel, fert haklarının merkezi bir
yer tuttuğu bir felsefeden yoksun bir toplumun "iyi"liğine ancak
kesişler inanabilir. Faşist, Sovyetik ve ileri kapitalist deneylere atılacak
bir nazar bu miti çürütmeğe yeter.
Filozoflar,
şairler toplumu Almanlar, ne yapacağını yıllardır büyük bir açık sözlülükle
ilan etmiş olan Hitler'i ("Kavgam" 1925'den 1932'ye kadar politik
"best seller" olmuştu) oyla iktidara getirdi ve onun peşinde canavar
kesildi.
Toplumdaki
bütün sıkıntılardan kapitalist üretim biçimini sorumlu tutanlar, bu üretim
biçiminin yok edildiği Sovyetik sistemlere bakarak yanıldıklarını anladılar: o
sistemler daha hür olmak şöyle dursun, rekabet ettikleri ileri kapitalist
toplumlardaki hür politik sistemlere kıyasla tarih öncesi despotizmler haline
geldi; insanları, "iyi"ye doğru temelden dönüşmek şöyle dursun,
kapitalist ülke insanından bile daha az yaratıcı daha apolitik sarhoşlar olarak
kaldı.
Öte yandan,
ileri kapitalist Batı'nın insanları, sahip oldukları büyük hürriyet, ekonomik
bolluk, boş zaman, olğanüstü bilgilenme imkanlarına rağmen; filozoflar haline
gelmek şöyle dursun, büyük bir kısmı tüketim eğlencelerinden başka hiç bir
şeyle ilgilenmeyen çocuklar veya uyuşuklar halinde kalmayı tercih etti ve bu
halini -totaliter ülke insanından farklı olarak- hiç bir fiziki tehdit .altında
olmaksızın kabullendi.
Dolayısıyla,
ekonomik ve politik engellerin kalkması, insanın insanca bir hayat yaşaması
için gerekli fakat yetersiz bir şarttır; bu engellerin kalkmasından sonra ne
tür bir hayat yaşayacağına her fert -hariçten yapılacak hiç bir baskıya
aldırmaksızın, dünyayla ilgili genel değerlendirmesine, felsefesine ya da
felsefesizliğine uygun olarak- kendisi karar verir.
Bitki olarak
yaşamak istemeyip, insan gibi bir hayat yaşamaya karar verirse, insanca hayat
otomatikman doğmaz, bireysel bir gayretin sonucu ortaya çıkar. Ferdin bu
gerçeğini dikkate almayan, onu eriten kollektivist bir politik sistem, birey
önündeki bu iradi faaliyet imkanını da ortadan kaldırdığından, gericidir; ancak
mutsuzlar ve uyuşuklar toplumu yaratabilir.
MARKSİST
'DEVRİM'LER
Yirminci
yüzyıl Marksist 'Devrim'ler çağı oldu. Dört kıtada Marksist devletler kuruldu.
Bir 'mit'le
(kapitalizmin gericiliği, kollektivist sosyalizmin ilericiliği) mücehhez bir
grup ihtilalci, savaş, yabancı işgali gibi konjonktürel sosyal
hareketliliklerin müsait ortamında, şiddet yoluyla iktidarı ele geçirip, her
türlü muhalefeti ölümcül bir biçimde tasfiye edip, kültürel ve ekonomik her
faaliyeti kapsayacak ölçüde merkezi devletler kurdular.
Bu tip devleti
mümkün kılan teorik mühimmat Marksizm tarafından sağlanmıştı. Mesela,Komünist
Manifesto'nun (1848) asgari programından bazı maddeler okuyalım:
"5.
Kredi mekanizmasının, Devlet sermayesi ve tekeliyle kurulmuş bir milli banka
yoluyla Devlet elinde merkezileştirilmesi.
"6.
Haberleşme ve ulaşım araçlarının Devlet elinde merkezileştirilmesi.
"7.
Devletin sahip olduğu fabrika ve üretim araçlarının yayılması..."
"Devrim"
kavramını, felaket anlamında değil de radikal ve olumlu bir değişiklik
anlamında kullanıyorsak, bu marksist 'Devrim'ler sonucu ortaya çıkan yapıları
hangi ayık insan beğenebilir?
İç savaşları
bittikten yıllar sonra, Stalin’in tam diktatör olduğu dönemde (1930 ile 1953
arası ), savaşta ölenler hariç 15 milyon insanı zoraki çalışma kamplarında, açlık
ve hastalık içinde telef edip, ‘Devrim’i yapan kadronun hemen hepsi aralarında
olmak üzere bir milyon insanı, siyasi suçlardan dolayı idam ettikten sonra
vardıkları bugünde; insanlarının sahip olduğu hürriyetleri herhangi bir antik
despotizm altında olduğundan farksız olan bir sosyal sisteme (SSCB) yol açan
bir sürece neden devrim diyelim?
Ülke
nüfusunun üçte birini (iki milyon şehirli insan) "kapitalizmin yozluğuna
bulaştı" diye hunharca katleden vahşete (Kamboç `Devrimi') neden devrim
diyelim?
Adeta "Büyük
Birader"in kitap sayfalarından hayata sıçraması halinde olan, oğlunu
tahtına veliaht tayin ederek ilk komünist hanedanı kuran diktatörün
yaptıklarına (Kuzey Kore `Devrimi') neden devrim diyelim?
Örnekleri
mevcut Sosyalist ‘Devrim'lerin sayısı kadar uzatabiliriz.
DEVRİMİ
TANIMLAMAK
Bir kavramı
kullanarak niyet edilen amaç ile, o kavramın gerçekte işaret ettiği şey
arasında böyle bir zıtlık varsa, ya bu kavram hiç tarif edilmemiştir, ya da
yapılan tarifler eksik veya yanlıştır.
"Devrim"
kelimesinin başlangıçta verdiğimiz sözlük anlamları (alt-üstlük bağlamında)
yanlış değil, fakat çok genel. Herhangi bir şey hakkında düşünmek ve yargıda
bulunabilmek için o şeye işaret eden kelimeye sarih ve spesifik bir anlam
verebilmek, o kelimenin tekabül ettiği maddi gerçekleri teşhis etmek gerekir.
Olumlu
anlamda "Devrim" kavramını nasıl tanımlamalıyız ki, beğenmediğimiz
bir altüstlüğe "Devrim" demek durumunda kalmayalım?
Devrim;
evreni, insanın var kalmasına daha uygun hale getirmek için mümkün ve anlamlı
değişiklikleri gerçekleştirme faaliyetlerinin, hızlanarak ceryan ettiği bir
süreçtir.
Tanımımdaki
kavramları -insan kavramı en sonda olmak üzere- açıklığa kavuşturayım.
"Evren"
dünya ve diğer gök cisimleriyle, bunlar üzerinde ve arasında varolan bütün
canlılar, maddeler, enerji şekilleridir. Dolayısıyla; Devrim, sadece
sosyopolitik alanda değil, başta bilim olmak üzere insani her faaliyet alanında
olur.
"Mümkün
değişiklik" belirli bir tarihsel bağlamda yapılması gerekli olan ve mevcut
tarihsel kuvvetler açısından imkansız (ütopik) olmayan iyileştirmedir. Yani,
belirli bir tarihsel bağlamda mümkün olan belirli bir devrim türü vardır:
"Burjuva Devrimi", "Proletarya Devrimi" diye bir şey
yoktur; devrimin referans sistemi, insandır, somut ferttir.
Her büyük
değişiklik devrim olmayıp, sadece anlamlı bir değişiklik devrimdir.
"Anlamlı
değişiklik" belirli bir tarihsel bağlamda, yapılmasıyla birlikte yeni ve
ileri bir yapı ortaya koyan ve Devrim'in müteakip aşaması için kolaylaştırıcı
bir çerçeve sağlayan iyileştirmedir. Hürriyet ve Demokrasi tesis etmek amacıyla
yola çıkmış bir politik hareket, ülkedeki ekonomik ve kültürel her faaliyeti
Devletin yönetimi altına koymayı başarırsa, büyük bir değişiklik
gerçekleştirmiş olur; ama devletçiliğin bu amaçlara varmak için yeni bir
çerçeve yaratmak şöyle dursun, tam tersi sonuçlara yol açtığı tarihsel bir olgu
halinde ortadayken; bu değişiklik, anlamlı, devrimci değildir.
"Hızlanmışlık"
kavramı, insanlık tarihinin bir anlamda sürekli bir Devrim halinde
kavranmasından kaynaklanır.Geçici bazı geri gidişlere rağmen insanlık, sürekli
olarak iyiye gitmektedir. Devrimler, bu evrimin hızlandırılmış saflarıdır. Onun
için, her an ve şart altında Devrim amacı için yapılabilecek bir şey mevcuttur.
Dolayısıyla;
Devrimi, anlık bir mucize gibi gören (iktidardan başka bir şey düşünmeyen)
Mesih'ci hareketler, devrimci değildir.
DEVRİMİN ÖZNESİ VE NESNESİ OLARAK
İNSAN
Devrim insan
için yapılır; dolayısıyla, devrim tanımımdaki temel kavram, insandır, onun
tabiatıdır, hayatta var kalma tarzıdır. İnsanın tabiatı, yani insanı diger
canlılardan ayırt eden özelliği, akıllı oluşudur.
Akıl, insanın
duyu organlarının sağladığı malzemeyi kavramlaştırma kabiliyetidir. İnsanın,
insan olarak hayatta kalabilmesi, aklını kullanmasıyla -yani, uyanık olduğu her
an, dünyayı kavramsal ve duyumsal olarak izlemek, karşılaştığı her veriyi
değerlendirebilmekle- kabildir.
Bir sel, bir
hayvan sürüsünü yok edebilir; insan baraj yapar. Bir kurt sürüsünün saldırısı,
bir koyun sürüsünü yok edebilir; insan fert haklarını koruyan Anayasa yapar.
Hayvanların
hayatta kalma aleti olan içgüdülerden farklı olarak insan aklı, otomatik
çalışmaz; iradi çaba gerektirir: İnsan, hangi genel faaliyetleri icra edecegini
belirli bir hayat felsefesinin rehberliği altında seçer, özel bir faaliyet için
somut olarak ne yapacağını, elindeki bilgileri değerlendirerek karar verir. Ve
herşeyden önemlisi; insan, aklını, tek başına, fert olarak icra eder:
‘Kollektif akıl’ diye bir şey yoktur; bir milyon budalalık, bir adet akıllılık
yaratmaz.
İnsanın (aklın)
ancak serbest tercihler ve yargılar yapmak suretiyle işleyebileceği gerçeği,
aklın yanılmaz olmayışı yüzünden yaptığı hatalardan öğrenebilmesi ve
başarılardan teşvik olması ihtiyacı, hürriyeti gerekli kılar.
İnsanların
zorla davrandırılması, insanı akıl kullanma (serbest tercih ve yargılama)
mecburiyeti gibi değişmez bir hakikatin varlığını inkar etmektir. İşte, halka
rağmen (fertlerin kendi akli değerlendirmelerine aykırı) olan, antidemokratik
olan, hürriyetsiz olan her `devrim' hakikate aykırı olduğu için, başarısızlığa
mahkumdur.
Hangi politik
değişim iyidir, devrimdir?
Her canlının
kendi hayatı, o canlının sahip olması gereken kıymetlerin (değerlerin)
standardıdır. Dolayısyla; bir canlının yeryüzünde var kalmasını sağlayan,
hayatını ilerleten bir şey iyidir, tehdit eden kötüdür. Akıl, insanın temel
hayatta kalma ve mutluluk aracı olduğundan, insanın akıllı bir varlık olarak
(hür birey) davranabileceği bir politik sistem iyidir, davranamayacağı sistem
kötüdür.
DEVRİMİN
GARANTİSİ OLARAK İNSAN HAKLARI
Devrim, fert
haklarının, Devlet-Millet-Kollektif-Sınıf-Parti-Toplum yararı gibi bahanelerle
feda edilmediği bir politik sisteme doğru yapılmış bir hamledir. Hangi
bahaneyle olursa olsun insan haklarının ihlali, devrimlerin yozlaşması
olgusunun başlangıcını teşkil eder.
Hak kavramı;
belirli bir toplumsal bağlamda, bir insanın faaliyet hürriyetini tanımlayan ve
kutsayan, ahlaki-politik bir prensiptir. Hak, bir insanın kişisel ahlaki
sistemiyle toplumun hukuki sistemi arasında, yani ahlakla politika arasında bir
köprüdür. Bu anlamda fert hakları, toplumu ve siyasi yönetimi ahlaki bir
sistemde çalışmaya zorlayan bir araçtır.
Fert hakları,
bir takım faaliyetleri yapabilmek için var olan hürriyetlerdir; herhangi bir
şeyin garantisi değildir. Tabiat ve toplum, insana başarılı ve mutlu bir hayat
garanti etmez: toplumsal engellerin hepsini bertaraf etmiş olsak bile, her
insan kendi tercihlerinin, yargılarının isabeti oranında, aklını kullanmakta
gösterdiği etkinlik oranında, esenlik bulacaktır.
Bir devrimin
yapabileceği en iyi şey, fertlerin insana yakışır bir hayatı seçebilecekleri
şartları, hürriyeti tesis etmektir. Kurulacak politik sistem, mutluluğun
garantörü değil (olamayacağı için), hürriyetin bekçisi olmalıdır.
İnsanlara
mutlu bir hayatı garanti etmek amacıyla ya da mitiyle yola çıkmış politik
sistemler ("Refah Devleti", "Sosyal(ist) Devlet" vs.), bu
mutluluğu sağlayamadığı gibi, insanları ya rehavetin uyuşturuculuğuna ya da
hürriyetsizliğin kederine itmiştir.
İnsan
mutluluğu, ancak o insanın kendi ferdi, iradi eyleminin; toplum mutluluğu ise
devlet zorunun değil, insanlar arasındaki gönüllü işbirliğinin eseri olabilir.
Devrimci bir
toplumsal sistem, toplumun en temel ve kutsal birimini fert olarak gören,
fertlerin bütün potansiyellerini sonuna kadar kullanabilecekleri bir hürriyet
yaratan,
onu her an
uyanık tutacak, her faaliyetinde aklını icra etmeğe zorlayacak sistemdir.
FERT HAKLARI VE KOLLEKTİVİZM
Fert
haklarının ezeli düşmanı kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden
farklı olarak kollektivizm, birey haklarını çok sayan, bireyin hayatını ve
emeğinin sonuçlarını vücutsuz bir mistik bütünlüğe (kollektif) ait sayan,
gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir.
Bu mistik
bütünlük, dün "Din, Ümmet, Gaza, Cihat, Müminler" idi; bugün
"Devlet, Millet, Sınıf Mücadelesi, Devrim, Sınıf, Toplum" oldu.
Kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne kadar sempatik görünürse
görünsün ("Toplum" gibi), daima o kollektif adına iş gören bir gurup
azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurar. Böyle bir doktrinin hayata
geçirilebilmesinin tek yolu, kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması
daima Devletçilik yoluyla olmuştur.
Devrim
"yeni" demektir; oysa her türlü kollektivizmde yeni olan -kollektif
ünitenin adından başka- hiç bir şey yoktur. Kollektivizmi savunan her türlü
hareket onun için gericidir.
Fransız ve
Sovyet İhtilallerinde egemenlik kazanan kollektivist eğilim, onların
başarısızlığının temel sebebidir. Fransız İhtilali ardından önce Napoleon
despotu, arkadan Bourbon hanedanının kendisi geri geldi.
1917 Şubat
Sovyet Devrimiyle yıkılan Romanov'lar, Rusya'ya geri dönemedi. Ne var ki Sovyet
İhtilalinin 1917 Ekim Bolşevik Darbesiyle birlikte yozlaşması, Romanov
tahakkümü yerine muhaliflerine karşı Romanov despotlarından daha acımasız olan
Bolşevik azınlığın tahakkümünü getirdi (Bolşevikler 1917 Ekiminden sonraki ilk
seçimde, öteki devrimci partilerin yüzde 75 oyuna karşılık ancak yüzde 25 oy
alabilmişti). Bolşevik yönetimiyle birlikte; Sovyet halkı, eskiden hiç değilse
Dostoyevski'lerin, Gogol'leri, Puşkin'leri, Turgenev'leri çıkmasını mümkün
kılacak ölçüde var olan, yüzlerce değişik görüşlü politik gurubun çıkmasına
imkan verecek ölçüde varolan sınırlı hürriyetlere de veda etti.
Bu iki
ihtilaldeki kollektivist eğilim, onların ‘Devrimci Devlet’ kurma çabalarında
kristalleşir. ‘Devrimci Devlet’ terimlerde çelişkidir. Devletin doğal eğilimi,
bütün sosyal faaliyetleri merkezileştirmek, daraltmak, tekelleştirmektir;
Devrim ise, tersine, onları yayan, genişleten bir süreçtir. Yani, Devlet
kuramsal ve statiktir; Devrim canlıdır, dinamiktir. Bu iki eğilim uyuşmaz,
birbirini tahrip eder. Çarlık polisi Okhrana'nın adını Çeka (veya GPU veya KGB)
diye değiştirmek, halk üzerinde yaratığı terör açısından bir şey farkettirmek
şöyle dursun, Okhrana'nın yerini alanlar, ondan farklı olarak -Lenin zamanında
bile- devrimcilerin ailelerini de hapse atmak türünden daha zalimce bir çok
yeni usul geliştirmişti.
Devrim bütün
sanayi ve ticaretin, kültürel faaliyetlerin Devlet elinde toplandığı,
dolayısıyla bir grup bürokrat diktatörün eline verildiği bir politik sistemin
(otoriter sosyalizm) insanların başına musallat edildiği bir hadise değil,
insani her işin fertler veya onların gönüllü mukaveleli birlikleri tarafından
görüldüğü; siyasi yönetimin görevlerinin, sadece fertleri fiziki cebre karşı
korumakla sınırlı olduğu bir politik sisteme doğru yapılmış bir hamledir.
Jefferson'un
dediği gibi "en iyi hükümet, en az hükmedendir."
DEVRİMCİ
KİMDİR?
Devrime
şuurla katılan insan, devrimcidir. Devrime şuurla katılmak, onun amaçlarını bilmek,
benimsemek ve o amaçlarla çelişmeyen biçimde davranmak demektir.
Devrimci
rasyonel bir insandır; dolayısıyla mistisizm düşmanıdır: duyu organlarıyla,
aklıyla muteber kılamadığı, delilsiz hiç bir iddiaya inanmaz; şuurumuz dışında
bir gerçeklik mevcut olduğunu, bunu duyu organları ve akli süreçlerle
mükemmelen kavramanın mümkün olduğunu, fakat bunun hiç bir kestirme yolunun
(her şeye kadir bir`devrimci teori') olmadığını bilir.
Devrimci;
çabasının merkezini, "Toplum", "Sınıf",
"Devlet","Sosyalizm" gibi her tarafa çekilebilecek mistik
kavramlar değil, fert olarak insan yapar. Rasyonel bir insan olduğu için
gerçeği algılamakta kullandığı alet, heyecan değil akıldır. Heyecanlarının,
arzularının nesnesinin kimliğini tam tespit etmeden bir şey istemez: "Ben
Devrim istiyorum, onun için Devrim lazım!" demez, "Ben şunu
istiyorum, onun için Devrim lazım." der.
Devrimci
bağımsızdır: aklın süzgeçinden geçmeden, gelenek, moda, usul, slogan olmuş her
şeyi reddeder; kendi bağımsız yargısından başka hiç bir ‘usta’, ‘otorite’
tanımaz; uğradığı muhalefetin alabileceği şekiller ne olursa olsun, yaratıcı
faaliyetlerinde bir bütünlük sağlamaya çalışır. Sadece hakikate sadıktır:
müşahade edilmiş ve kendi kanaatleriyle çelişen olguları görmezden gelmez,
kendi inançlarına uydurmak için bükmez, hakikati yeniden yazmaz; olguların
talep ettiği doğrultuda düşüncelerinde en radikal değişiklikleri
gerçekleştirebilir.
Devrimci
asiden farklıdır. Asi, kendi hakkı yenmişlik sanrısına tepki olarak devrime
katılıp, yıkmak istediği despotun tahtına geçmekten başka bir arzusu olmayan,
otoriteye karşı davranıp, otoritenin tabiatındaki hastalıkları sorgulamayan
insandır.
Devrimci
fanatik değildir. Fanatik, kendine duyduğu marazi sevgiden (narsisizm) ya da
aklını icra etmede gösterdiği isteksizlikten dolayı dış dünyayla irtibatını
kaybetmiş olan, bu yüzden duyduğu korku ve yalnızlıktan bir kaçış olarak
vücuden yada fikren katıldığı bir tekkenin doğmalarından başka hiç bir
‘hakikat’ tanımayan insandır.
Devrimci,
devrimi pratik yaratıcılik alanı olarak değil, satranç, matematik, teorik
bilimler gibi teorik hayal gücü alanı zanneden fildişi kule entellektüeli
değildir. Politik düşünce, dolayısıyla devrimcilik, var olmayanı görmemek ve
gereğinde davranmak üzere var olanı görmek kabiliyetinin öğrenilmesiyle başlar.
Devrimci
nihilist değildir. Nihilizm, hiçbir tanımlanmış yenilik önermeden sırf yıkım
öneren sorumsuzluktur. Devrim her şeyi yıkmak ve yoktan var etmek değildir;
varolan toplumsal malzemenin yeni ve ileri biçimlerde tekrar düzenlenmesi
demektir; dolayısıyla yenilik yaratmak yanında, varolanı korumak gibi bir
görevi de vardır. Devrimin yıkacağı şey, esasen zihinlerde olacaktır:
hurafeler, mitler, köhnemış gelenekler, önyargılar, bilim gibi geçinen
ideolojiler. Bu yıkım zorla değil, rasyonel ve insancı bir felsefenin,
sahtelerinin yerine, ikna yoluyla geçmesiyle gerçekleşecektir.
TÜRKİYE VE
DEVRİM
Devrim insan
içındir; insan akıl yoluyla hayatta kalır; akıl ferdidir, dolayısıyla fert hak
ve hürriyetinin olduğu yerde işler. Bu zincirden herhangi bir halkayı feda eden
bir politik hercümerç, devrim değil "Saray Darbesi" ya da
"Celali İsyanıdır"; ve yaratabileceği sonuç, ferdi ‘Millet - Devlet’
adına feda ediyorsa nasyonel sosyalist, ‘Sınıf-Devlet’ adına feda ediyorsa
otoriter sosyalist bir kollektivist diktatörlüktür.
Dünyanın bir
çok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de devrim, bu iki diktatörlük tarzının
çeşitli renklerinden biri olmak zorunda zannedildi. Devrim, evreni insana daha
layık bir yer haline getirmek için yapılmış bilinçli çaba olarak anlaşılırsa;
sadece gönüllü ve barışçı teşkilatlarla yapılan girişimler değil, ağaç
dikmekten, rasyonel ve dürüst bir insan olma doğrultusunda sistematik çabaya
kadar, her bireysel sebatkar faaliyet dahi devrimciliktir. Devrim böyle
algılanırsa, reçeteye uygun değil diye hiç bir şey yapmamak veya intihar
kabilinden çılgınlık yapmak çıkmazları dışında bir şey yapılabilir.
Türkiye
Devriminin birinci zirvesi, Cumhuriyetin ilanı idi. İkinci zirvesi çok partili
demokrasiye geçiş oldu. Üçüncü zirvesinin devrimciliğini, ne "kırlardan
şehirlere mi, şehirlerden kırlara mı" diye tartışan kaba kollektivistler,
ne de hem kapitalizmi tedricen yok edip (devletçiliği güçlendirip) hem de
kapitalizmin mümkün kıldığı olumlu sonuçları (üretkenlik, etkinlik, hürriyetçi
demokrasi) elde edelim diyen ince kollektivistler yapabilir.
Türkiye
Devriminin üçüncü zirvesi, hürriyetçi demokrasilerin en ileri örneklerindeki
kurum ve anlayışların hukuk ve hayata geçmesiyle gerçekleşecektir.
Fert hak ve
hürriyetlerinin kutsallığı ilkesi, mülki sistemin merkezi tayinlere değil
seçimle gelen yöneticilere dayanması ve yerel kolluk kuvvetlerinin bu seçilmiş
yöneticiler kontrolünde olması ilkesi, jürili mahkemeler, TRT ve Yüksek
Öğrenimde Devlet tekelinin fert veya fertlerin gönüllü işbirlikleri (birlikler,
dernekler, ticari şirketler, kooperatifler, vakıflar vs.) lehine kaldırılması,
sınırsız basın hürriyeti, sınırsız fikir hürriyeti, kriminal amaçlılar hariç
sınırsız teşkilatlanma hürriyeti, fertlerin legal ekonomik faaliyetleri için
sınırsız hürriyet (bürokratizmin tasfiyesi), batakçılığın ve totaliterizm ihtim
POLİTİKA
Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken,
diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar
ve politika isimli felsefe disiplinine yol verir. Politika, insana-özgü bir
toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır.
Bir ülkenin pratik politikasının amaçlarını ve seyir çizgisini belirleyen,
politik felsefedir (politikadır). Fakat, politik felsefenin temel işi, özel
politik problemleri çözmek değildir. Politik felsefe: olayların eğilimini
belirleyen, bu eğilimin sebeplerini bulup, sonuçlarını kestiren; temel
toplumsal problemleri teşhis edip çözüm öneren soyut bir teoridir. Mesela,
politik felsefe, "Siyasi yönetimler hangi malların fiyatını hangi
yöntemlerle tesbit etmelidir?" gibi sorulara cevap aramaz; siyasi
yönetimlerin böyle bir hakka sahip olup olmadıkları sorusunu cevaplandırır.
Politika,
başka üç felsefe disiplini üzerinde bina olur: mevcudiyetin doğru bir tablosunu
metafizikten, insana-özgü bir hayatın tanımını ahlaktan ve bilgi elde edip
sağlamak için gerekli aletleri epistemolojiden alır. Tutarlı bir politik
teorinin formüle edilip pratiğe geçirilmesi, ancak böyle bir temel üzerinde mümkündür.
İnsana-özgü bir toplumsal sistemin temel politik prensibi, ahlak felsefesi
tarafından belirlenmiştir: Hiçbir insan -veya gurup veya toplum veya siyasi
yönetim- bir kriminal rolüne bürünüp, başka herhangi bir insana karşı fiziki
zor kullanımını başlatma hakkına sahip değildir; fiziki zor kullanma hakkı,
sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı
kullanılabilir.
Ahlak felsefesince tanımlanan hayatın mümkün olduğu bir toplumsal sistem, ancak
bu politik prensibin tatbikata geçirilmesiyle yaşatılabilir. İki veçheli bu
tatbikatın birinci veçhesi: ahlaktan politikaya yapılan bir bağlantı olan, yani
bir insanın ahlak sistemiyle, bir toplumun hukuk sistemi arasında kurulan bir
köprü olan İnsan (Birey) Haklarıdır. İkinci veçhe ise, insan haklarını objektif
bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kurum olan Siyasi Yönetim'dir.
BİREY HAKLARI
"Haklar,"
kökeni itibarı ile bir ahlak kavramıdır; fakat, hayata geçirilmesi açısından
bir politika kavramıdır. "Haklar" kavramı, bir bireyin kendi
eylemlerine rehberlik eden prensiplerden, onun başkalarıyla ilişkisine
rehberlik eden prensiplere doğru mantıki geçişi ifade eder. "Haklar"
kavramı, bireyin ahlaka uygun yaşamını, toplumsal bir bağlamda korur. Birey
hakları, bütün toplumu ahlaka tabi kılmanın aracıdır.
Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi
üzerine bina olur. İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi,
altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani,
bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır.
Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın
-derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu
tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur:
ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya
da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle
bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal
kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden
biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur;
çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.
"Toplum" diye bir varlık olmadığı
için, (yani, toplum sadece birden fazla birey insana işaret eden bir
soyutlamadan ibaret olduğu için) toplumun ahlak kanunlarına tabi olmaması
demek, pratikte, toplumun yöneticilerinin ahlak kurallarından muaf olması
anlamına geldi.
Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu,
mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa
olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal
Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi,
vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal
ahlakların politik teorisini ifade eder.
İnsanlık tarihinin en büyük devrimi, toplumu
ahlak kanunlarına tabi kılmak olmuştur. Toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak,
birey haklarının kabulü ve hayata geçmesiyle mümkün oldu; böylece, devletin
gücü sınırlanabildi; bireyin (insanın) başkalarının (kollektifin) kaba
kuvvetine karşı korunması mümkün oldu; pazunun, haklıya, doğruya, akla karşı
geleneksel üstünlüğü sona erdirildi.
Bu devrimin ilk gerçekleştiği yer Amerika
Birleşik Devletleri'dir. Tarihin en devrimci belgesi olan 1776 Amerikan
Bağımsızlık Bildirisinin ikinci paragrafı şöyle başlar:
"Şu hakikatları aşikar adderiz: Bütün
insanlar eşit yaratılmışlardır; yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez
haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında hayat, özgürlük ve
kendi-başına-mutluluğu-aramak vardır; bu hakları emniyete almak için insanlar
arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının
meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
Vazgeçilmez insan haklarının Amerika Birleşik
Devletleri cumhuriyeti içinde hayata geçmesi, insanlık tarihinde bir dönüm
noktası olmuştur. Daha önceki bütün politik sistemler; insanı, başkalarının
amaçlarına bir araç olarak görürken, toplumu başlı-başına bir amaç olarak
gördü. Amerika'nın kuruluş felsefesi ise; insanı, başlı-başına bir amaç;
toplumu ise, bireylerin barışcı, dirlikli, gönüllü beraberliklerinin bir aracı
olarak görür. Daha önceki bütün politik sistemler; insan hayatının topluma ait
olduğu, toplumun onu istediği şekilde kullanabileceği; bireyin
yararlanabileceği herhangi bir özgürlüğün, tabii bir hak olarak değil, sadece
toplumun ona bir lutfu olarak verildiği, bu özgürlüğü sadece toplumun izni ile
kullanabileceği ve bu özgürlüğün her an geri alınabileceği prensibi üzerine
kurulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ise; bir insanın hayatının bir hak
olarak (yani, insan tabiatının gerekli kıldığı bir ahlaki prensip olarak) o
insanın kendisine ait olduğu; bir hakkın bireye ait bir hususiyet olduğu,
toplumun bu anlamda hiçbir hakkının olmadığı; bir siyasi yönetimin tek ahlaki
amacının birey haklarını korumaktan ibaret olduğu prensibi üzerinde kuruldu.
Bir "hak," bir insanın davranma
özgürlüğünü, toplumsal bir bağlamda tanımlayan ve kutsayan bir ahlak prensibidir.
Temel bir tek hak vardır (diğer bütün haklar onun sonucu ve parelelidir): bir
insanın kendi hayatı üzerindeki hakkı. İnsan hayatı, insanın kendisi tarafından
sürdürülebilen bir faaliyetler sürecidir. Hayat hakkı, insanın kendi gayretiyle
sürdüreceği faaliyetlere girişme hakkıdır; yani, rasyonel bir varlık olmasıyla
belirlenen tabiatının dikte ettiği bir tarzda, kendi hayatını sağlamak,
geliştirmek, anlamlı ve zevkli kılmak için girişeceği bütün eylemleri yapabilme
özgürlüğüdür. (Hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak hakları, bu
anlama gelir.)
Bir "hak" kavramı, sadece faaliyete
ilişkindir; yani, faaliyet gösterme özgürlüğüne ilişkindir. Başka insanların
fiziki baskı, zorlama ve müdahalelerinden özgür olmak anlamına gelir.
Yani, her birey için, bir hak, bir pozitifin
ahlaken kutsanmasıdır; bu pozitif, bireyin, kendi yargısına uygun olarak, kendi
amaçları için, kendi gönüllü, zorlamasız seçimleriyle davranabilmesi
özgürlüğüdür. Bir bireyin hakları, başka bireylere -bir negatif dışında- hiçbir
yükümlülük getirmez; bu negatif, başka bireylerin, o bireyin haklarını ihlal
etmekten geri durmasıdır.
Hayat hakkı, bütün hakların kaynağıdır; ve
mülkiyet hakkı, hakların pratiğe geçirilmesinin tek yoludur; yani, mülkiyet
hakkı olmaksızın hiçbir hak mümkün değildir. İnsan, hayatını kendi gayretiyle
sürdürmek zorundadır: insana gerekli herşey, insan aklınca keşfedilir ve insan
gayretiyle üretilir; yani, insanın iki temel işi: düşünmek ve üretmektir.
Birbiriyle ilişkin bu iki temel iş, özgürlüğü (yani, fiziki baskı ve zorlama
yokluğunu) gerekli kılar: her birey, özgürce düşünerek kendi yargısını
oluşturabilmek ve bu yargısına uygun davranabilmek hakkına sahiptir; yani,
özgürdür. Özgürlüğün üretimdeki ifadesi mülkiyet prensibidir: her birey, kendi
düşünme ve çalışma gücünün onu getirdiği düzeylerde, kendi seçtiği araç ve
yöntemlerle üretmek ve bu üretimle doğan sonucu (ürün, ücret, kar, zarar vs.)
kendi tüketmek hakkına sahiptir; yani, kendi ahlaki faaliyetleriyle elde ettiği
üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülkiyetine sahiptir. Kendi hayatındaki
gayretlerde kullanacağı araçlar veya bu gayretlerin sonucu doğan değerler
üzerinde hakka sahip olmayan bir insan, kendi hayatı üzerinde hakka sahip değil
demektir; yani, mülkiyet hakkının ihlali, bireyin hayat hakkının ihlalidir. Bir
nesne üzerindeki mülkiyet hakkı, onun üretilmesi ile doğar; ve bu hak
üreticinindir. Kullanımı üzerinde kendisinin değil, başkalarının yetkisi olan
nesneleri üreten bir insan, bir köledir.
Fakat, şu husus unutulmamalıdır: bütün haklar
gibi, mülkiyet hakkı da bir faaliyet gösterme hakkıdır; yani, mülkiyet hakkı,
bir nesneyi üretme konusunda hiçbir faaliyet göstermeksizin o nesneye sahip
olmak hakkı olmayıp, o nesneyi üretmek veya kazanmak için gerekli faaliyeti
yapmak ve bu eylemin sonuçlarını tasarruf etmek hakkıdır. Mülkiyet hakkı, bir
insanın herhangi bir mülkiyet kazanacağının bir garantisi değildir; fakat, o
mülkiyeti kazanırsa ona sahip olacağının garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi
değerleri kazanmak, elde tutmak, tasarruf etmek hakkıdır.
Birey hakları kavramı, insanlık tarihinde o
kadar yenidir ki, çoğu insan, hala anlamını kavrayamamıştır. Ahlak üzerindeki
mistik ve sosyal iki irrasyonel teoriye parelel olarak; bazıları, hakları
Tanrı'nın bir ihsanı, bazıları da toplumun bir ihsanı olarak kabul eder. Oysa
gerçekte, hakların kaynağı, realitedir, insanın tabiatıdır.
Bağımsızlık Bildirisi, bütün insanların
"yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmış"
olduğunu söylemişti. İnsanın kökeni konusundaki ihtilaf, yani onun bir
yaratıcının mı yoksa tabiatın mı ürünü olduğu konusundaki tartışma, onun
spesifik bir tür varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan denen bu spesifik
varlık, akıllı bir canlıdır; yani, bu spesifik varlığın, spesifik hayatta kalma
tarzı, akılla davranmaktır; ve akıl, zorlamayla işlemez, özgürlüğü gerekli
kılar; bu yüzden, insanın akılla davranması, yani insanın spesifik hayatta
kalma tarzına uygun davranması, yani insanın insan olması, onun özgürce
davranabilmesini, yani haklarının var olmasını şart kılar.
Başka bir deyişle, insan haklarının kaynağı,
ne ilahi kanun, ne de parlamenter kanundur. İnsan haklarının kaynağı, Kimlik
Kanunudur: A, A'dır; İnsan, İnsan'dır. Haklar, insan tabiatının (kimliğinin)
zorunlu kıldığı bir hayatın, yani insana-özgü bir hayatın şartlarını tanımlar
ve kutsar. Eğer insan yeryüzünde yaşamak istiyorsa; aklını kullanmakta
haklıdır; kendi özgür yargısına uygun davranmakta haklıdır; kendi değerleri
için çalışmakta ve çalışmasının ürününü kendi tasarruf etmekte haklıdır. Eğer
yeryüzündeki hayat onun amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamakta
haklıdır: tabiat, irrasyonel olmayı ona yasaklamıştır.
İnsan haklarını ihlal etmek, onu kendi
yargılarının aksine davranmaya zorlamak demektir, onun değerlerini çalmak
demektir. Hiçbir insan, değerlerini gönüllü olarak çaldırmaz. Onun değerlerini
çalmanın, yani insan hakkını ihlal etmenin temelde bir tek yolu vardır: fiziki
zor kullanmak. Bu anlamda, insan haklarını ihlal edebilecek iki potansiyel güç
vardır: kriminaller ve siyasi yönetim. Amerika'nın büyük başarısı bu iki güç
arasında bir sınır çizmek oldu: Amerikan anayasal sistemi, kriminal eylemlerin,
legalize edilerek siyasi yönetimlerce yapılmasını önemli ölçüde engelledi.
Böylece, siyasi yönetimin fonksiyonu,
yöneticilikten hizmetkarlığa dönüştürüldü. Siyasi yönetim, insanları
kriminallerden korumak üzere teşkil edildi; anayasa, insanları siyasi
yönetimden korumak üzere yazıldı. Amerikan vatandaşlarının Haklar Senedi, özel
şahıslara karşı değil siyasi yönetimlere karşı yöneltilmiştir; yani, birey
haklarının, herhangi bir kamu otoritesinin veya sosyal otoritenin üzerinde
olduğu gerçeği vurgulanmıştır.
Sonuç, medeni bir topluma doğru güçlü bir
yönelimin ortaya çıkması oldu. Medeni bir toplum, insan ilişkilerinde fiziki
zorun yasaklanmış olduğu; siyasi yönetimin, zoru, sadece mukabele olarak ve
sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanabileceği bir toplumdur.
Birey Haklarının Yozlaştırılması ve
Kollektivizm
Birey hakları, özgür, medeni bir toplumu
doğuran kavramdır. Özgürlüğün, medeni bir toplumun tahribi, bu hakların tahribi
ile başlar.
Birey haklarının ezeli düşmanı
kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak
kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin
sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an
feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif"
soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf,
toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe
verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir
gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata
geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması
daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi)
yoluyla olmuºtur.
Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi
köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el
koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan
"birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın
temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını,
ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir
ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde
yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu
"yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları
anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme
bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir
diktatörlüğe yol açılır.
Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru,
meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı
zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta
kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar
tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir.
Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa,
bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır.
Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu
üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.
Eğer bazı insanlar, hak olarak başka
insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka
insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.
Başka birinin hakkının ihlal edilmesini
gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.
Hiçbir insan, başka bir insana, onun
seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir
hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak
yoktur, olamaz.
Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden
tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle
kazanma özgürlüğünü içerir.
Bu bağlamda, Bağımsızlık Bildirisini
yazanların entellektüel dakikliği dikkate değer: mutluluk hakkından değil,
mutluluğu kendi başına aramak hakkından bahsederler. Yani, bir insanın, kendi
mutluluğunu gerçekleştirmek için gerekli gördüğü faaliyetleri yapmak hakkıdır;
fakat, bu mutluluğu başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
Hayat hakkı, insanın kendi hayatını
(yeteneklerinin onu ulaştırabileceği herhangi bir ekonomik seviyede) kendi
çalışmasıyla sağlaması hakkıdır; fakat, hayati ihtiyaçları ona başkaları
tedarik etmek zorunda değildir.
Mülkiyet hakkı, mülkiyet elde etmek için
gerekli ekonomik faaliyetleri yapmak ve kendi mülkiyetini tasarruf etmek
hakkıdır; fakat, mülkiyeti başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
İfade özgürlüğü hakkı, siyasi yönetim
tarafından hiçbir baskı, müdahale veya ceza tehdidi olmaksızın fikirleri ifade
etmek hakkıdır; fakat, fikirleri ifade etmede kullanılacak -bir konferans
salonu, bir matbaa gibi- araçları başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
Birden çok insanla yapılan herhangi bir
girişim, katılan her kişinin gönüllü rızasını gerektirir. Onlardan her biri,
kendi kararını vermek hakkına sahiptir; fakat, hiçbiri kararını ötekilere zorla
kabul ettirmek hakkına sahip değildir.
"Bir iş hakkı" diye bir şey yoktur;
sadece, serbest mübadele hakkı vardır; yani, bir insanın hizmetlerine başka
birisi talip olursa, o insanın işi kabul etme hakkı vardır. "Bir ev sahibi
olma hakkı" diye bir şey yoktur; sadece serbest mübadele hakkı vardır;
yani, kendine bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Bir insanın
malını o insanın istediği fiyattan satın alacak veya bir insanı o insanın talep
ettiği ücretten işe alacak kimse yoksa, "mal veya hizmetlere karşı adil
bir fiyat veya adil bir ücret elde etme hakkı" diye bir şey yoktur. Özel
gurupların "hakkı" diye bir şey yoktur; "çiftçi, işçi, işveren,
memur, bebek, genç, yaşlı hakları" diye bir şey yoktur; sadece, İnsan
Hakları vardır ve bu haklar tek tek her birey insana ve bireyler olarak bütün
insanlara aittir.
İnsanın ekonomik alanla ilgili sadece iki
hakkı vardır: mülkiyet hakkı ve serbest mübadele hakkı.
Hakların bir insanın faaliyet özgürlüğünü
tanımlayan ve koruyan ahlaki prensipler olduğunu, bu hakların başka insanlara
hiçbir yükümlülük getirmediğini tekrar vurgulayalım. Özel vatandaşlar
birbirlerinin haklarına ve özgürlüğüne bir tehdit teşkil etmez. Fiziki zora
başvurarak başkalarının haklarını ihlal eden bir insan, bir kriminaldir; ve
insanların bu insana karşı kanuni savunması vardır.
Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir
azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin
insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar,
talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır.
Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir;
çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında,
fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla
faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç
düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların
faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak
için yazılır.
Gücü sınırsız bir siyasi yönetim sistemi elde
etmek isteyenlerin, bireylerin bu savunmasını tahrip etmek için kullandığı bir
teknik, anayasal olarak siyasi yönetimlere yasaklanmış bazı ihlalleri, bu
ihlalleri yapmak için hiçbir gücü bulunmayan özel şahıslara atfederek hedef
şaşırtmak ve böylece siyasi yönetimleri tahditlerden bağımsız kılmaktır.
Mesela, özel bir şahsın, muhalifini finanse etmeyi reddetmesi hadisesi; o özel
şahsın, muhalifinin ifade özgürlüğü hakkını ihlal etmesi, onu
"sansür" etmesi olarak nitelenebilmektedir. Mesela, bir gazete,
fikirleri o gazete yönetimine taban tabana zıt bir yazarı istihdam etmeyi
reddederse veya onun yazılarını yayınlamazsa, bu hadise bir "sansür"
eylemi olarak nitelenebilmektedir. İş adamları kendilerine hakaret eden, iftira
eden bir gazeteye ilan vermeyi reddederse, bu bir "sansür" olarak
nitelenebilmektedir. "Sansür" sadece siyasi yönetim faaliyetlerine
uygulanabilecek bir terimdir. Hiçbir özel faaliyet sansür olamaz. Hiçbir özel
şahıs veya kurum, bir insanı susturamaz, bir yayını yasaklayamaz; sadece,
siyasi yönetimler bunu yapabilir. Özel bir şahıs veya kurum, fiziki zor
kullanarak birisinin ifade özgürlüğünü engellerse, bu sansür değil, kriminal
bir faaliyettir; ve buna uygun cezalar mevcuttur. Bireylerin ifade özgürlüğü
hakkı, muhaliflerle aynı fikirde olmama, onları dinlememe ve onları finanse
etmeme hakkını da içerir. İfade özgürlüğünün politik fonksiyonu, muhalif
görüşlere sahip olanları ve popüler olmayan azınlıkları, zorla susturulmaktan
korumaktır; onlara, kazanmadıkları bir popülaritenin sağlayacağı desteği,
avantajları, ödülleri garanti etmek değildir.
Her isteyene bir ev, bir konferans salonu,
bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan,
bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa,
bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak
olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi
yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el
koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek
kurumlaştıran bir parazitler çetesi.
Bir toplumun özgürlüğünün garantisi, o
toplumun her bireyinin sahip olduğu politik haklardır. Politik hakları yok
etmenin dolaylı yolu, yeni "hak" türleri ortaya atmaktır.
"Kollektif haklar," "kamu çıkarı hakları" gibi
sahte-kavramlar terimlerde çelişkidir. Esasen "birey hakları"
kavramındaki "birey" terimi de fuzulidir; başka tür bir hak zaten
mevcut değildir; ama, bugünkü entellektüel kaosta, bir vurgu olarak
kullanılması yerindedir.
3.1.2 Gurup Haklarının Kaynağı Olarak Birey
Hakları
Herhangi bir gurup ya da
"kollektif," ne büyüklükte olursa olsun, birden fazla bireyi ifade
eden bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Bir gurubun, içindeki birey
üyelerin haklarından başka herhangi bir hakkı yoktur. Özgür bir toplumda,
herhangi bir gurubun "hakları," o gurubun bireylerinin haklarından
başka bir şeyden kaynaklanmaz; yani, "gurup hakları" o guruptaki
bireylerin tek tek sahip olduğu haklardan fazla değildir, olamaz; aynı şekilde,
gurup adına o guruptaki bireylerin haklarını icra eden temsilciler, gurup
üyelerinin gönüllü rızalarıyla belirlediğinden daha fazla hakka sahip değildir.
Meşru bir gurup girişimi, katılanların serbest katılma ve serbest mübadele
hakları üzerine bina olur; yani, kriminal olmayan bir gurup, gönüllü katılmayla
kurulur, kimse katılmaya zorlanmaz.
Üyelerinin birey hakları, her gurubun,
birliğin, örgütün ahlaki temelidir. Birey haklarını tanımayan bir gurup, bir çetedir,
bir linç kalabalığıdır.
Bir ulus da, herhangi bir gurup gibi, birden
çok bireyden ibarettir; bir ulus, o ulus içindeki bireylerin haklarından daha
fazlasına sahip değildir. Özgür bir ülkenin, -yani, vatandaşlarının birey
haklarını tanıyan, saygı gösteren ve koruyan bir ülkenin- kendi toprak
bütünlüğüne, kendi toplumsal sistemine, kendi siyasi yönetim şekline sahip
olmak hakkı vardır. Böyle bir ülkenin siyasi yönetimi, vatandaşların yöneticisi
değil, onların hizmetkarı veya acentasıdır; ve bu siyasi yönetim, vatandaşların
ona birey haklarını silahlı koruma altına bulundurmak üzere delege ettiği
haklardan başkasına sahip değildir.
Özgür bir ülkenin vatandaşları, bazı kanuni
usuller üzerinde veya hakların hayata geçirilmesi yöntemleri üzerinde anlaşmazlığa
düşebilirler; fakat, temel prensipte anlaşmışlardır: birey hakları ihlal
edilemez. Bir ülkenin anayasası, birey haklarını kamu otoritelerinin yetkisi
dışına koyarsa, politik iktidar gayet kesin terimlerle sınırlandırılmış olur; o
zaman, vatandaşlar, güvenle ve gönül rahatlığıyla, bu sınırlı alan içindeki
problemlerin hallinde, çoğunluğun oyla belirlenmiş kararlarına riayet ederler.
Azınlıkta kalanların veya muhalefette olanların hayat tarzları ve mülkiyetleri
tehdit altında değildir, oylamaya konu değildir ve çoğunluk kararıyla tehlikeye
sokulamaz; hiçbir insan veya gurup, başka insanların hakları üzerinde açık çeke
sahip değildir.
Böyle özgür bir ulusun, kendi vatandaşlarının
haklarından doğan bir egemenlik hakkı vardır; ve diğer bütün uluslardan, bu
egemenlik hakkına saygı göstermesini istemek hakkıdır.
Fakat, bu hak, diktatörlüklerce, vahşi
kabilelerce veya başka herhangi bir türlü mutlakiyet tiranlığınca talep
edilemez. Kendi vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir ulusun hiçbir
egemenlik hakkı mevcut değildir. Bütün ahlaki meselelerde olduğu gibi, haklar konusunda
da çifte standart olamaz. Kaba kuvvetle yönetilen bir ulusun siyasi yönetimi
hiçbir hak talep edemez. Bir Hitler veya bir Stalin, kendi ulusları adına hangi
hakkı talep edebilirdi?
"Ulusların kendi kaderini tayin"
hakkı, sadece özgür toplumlara veya özgürlüğü tesis etmeğe girişmiş toplumlara
uygulanabilir; diktatörlüklere uygulanmaz. Nasıl ki, bir bireyin serbest
faaliyet hakkı, ona suç işlemek "hak"kını vermezse; aynı şekilde, bir
ulusun kendi siyasi yönetim şeklini tayin hakkı, ona bir köle toplumu kurma
hakkını, -yani, bazı insanların başka bazı insanları köleleştirmesi kriminal
faaliyetini legalize etme hakkını- vermez. Bir insanın kriminal olabilmesi
gibi, bir ulus da köleliği ihdas edebilir; fakat, ikisi de bunu bir hak olarak
yapamaz.
Bu bağlamda, bir ulusun köleleştirilmesinin
şiddet yoluyla veya seçimler yoluyla gerçekleşmesi bir şey değiştirmez. Birey
hakları, halk oylamasına konu olamaz; çoğunluk, oylama yoluyla, azınlığın
haklarını yok edemez; aslında, hakların politik fonksiyonu, azınlığı çoğunluğun
tahakkümüne karşı korumaktır (ve yeryüzünün en küçük azınlığı bireydir). Nasıl
ki bir gangster çetesi, bir eylemi üyelerinin oy birliğiyle yaptı diye, bir
"hak" talep edemezse; aynı şekilde, bir ulus da halk oyuyla
azınlıktakilerin haklarını yok ederse, kendisini bir çete haline getirmiş olur
ve kendisi için bir egemenlik "hakkı" talep edemez.
Diktatörlükler, kriminal çetelerdir. Herhangi
bir özgür ulusun, kendi meşru savunması açısından, bu diktatörlükleri yok etme
hakkı vardır. Özgür bir ulusun bu işe girişip girişmeyeceği konusu, bu
diktatörlüğün yöneticilerinin mevcut olmayan "hakları"na saygı
yüzünden değil, özgür ulusun kendi ulusal çıkarlarının bir muhasebesi sonucu
belirlenir. Başka ulusları özgürleştirmek, özgür bir ulusun görevi değildir;
fakat, özgür bir ulus, gerekli gördüğü zaman bu hakka sahiptir.
Fakat, bu hak şartlıdır. Nasıl ki, suç önleme
işi polise kriminal faaliyetlere girişme hakkı vermezse; aynı şekilde, bir
diktatörlüğün işgal edilerek zararsız kılınması işi, işgalciye o ülkede başka
bir tür diktatörlük kurma hakkı vermez.
Köleleştirilmiş bir ülke, ulusal haklara
sahip değildir; fakat, vatandaşlarının birey hakları -yöneticileri tarafından
tanınmamış olsa dahi- geçerlidir ve özgür ulustan gelen işgalcilerin onları
ihlal etme hakkı yoktur. Dolayısiyle, köleleştirilmiş bir ülkenin işgali, ancak
ve ancak işgalcilerin özgür -yani, birey haklarının tanınması üzerine
kurulu-bir toplumsal sistem tesis etmeleri halinde ahlaken haklıdır.
Bugün yeryüzünde tamamen özgür hiçbir ülke
yoktur. "Hür Dünya" çeşitli "karma ekonomi"lerden
ibarettir. O halde, her yarı-özgür ülkenin, başka her yarı-özgür ülke
tarafından işgali ahlaken haklı mıdır? Hayır. Birey hakları prensibini tanıyıp
kabul eden, fakat onu hayata tam geçirmeyen bir ülke ile bu prensibi açıkca
reddeden bir ülke farklıdır. Bütün "karma ekonomiler" bir geçiş
döneminde yaşarlar; ya, tam özgürlüğün ne olduğunu keşfedip onu tesis
edecekler, ya da tam diktatörlüğe varacaklardır. Bir ülkeyi, hiç yanılmaksızın diktatörlük
olarak niteleyebilmek için bakılabilecek dört karakteristik vardır: tek-parti
yönetimi, siyasi suçlar için mahkemesiz veya uyduruk mahkemeyle ceza, özel
mülkiyetin ilgası ve sansür. Bu zorbalıkları yapabilen bir yönetimin, hiçbir
meşruiyet talebi, hiçbir ulusal hakkı, hiçbir egemenlik hakkı olamaz.
3.2 SİYASİ YÖNETİMİN TABİATI
Bir siyasi yönetim, verili bir coğrafi
alanda, belirli toplumsal davranış kurallarını uygulatma gücüne tek başına
sahip olan bir kurumdur.
(Buradaki "Siyasi Yönetim" kavramı,
"Devlet," "Hükümet," "Yerel Yönetimler,"
"Kamu Otoritesi" gibi bütün siyasi otorite kurumlarını kapsayacak bir
anlamda kullanılmıştır.)
İnsanların böyle bir kuruma ihtiyacı var
mıdır? Varsa neden?
İnsan rasyonel (akli) bir varlıktır; hayatta
kalmak için kullandığı temel yöntem akılla davranmaktır; davranışlarını yöneten
bilgileri elde etmekte kullandığı temel araç, aklıdır. Bir varlığın akılla
davranması: düşünebilmesi ve kendi akli yargıları doğrultusunda davranabilmesi
demektir; yani, insan olmak için gerekli temel şart, özgürlüktür. İnsanın özgür
olma ihtiyacı, onun ıssız bir adada yaşamasını gerektirmez. İnsanlar,
birbirleriyle alışverişte bulunmaktan muazzam yararlar sağlarlar. Sosyal bir
ortam, insanın hayatta kalma işini başarması için en uygun ortamdır; fakat, bu
son önerme, ancak belirli şartlar altında doğrudur.
Ahlak felsefesi bahsinde, toplumsal yaşamdan
insanların sağlayacağı iki büyük değer incelenmişti: bilgi ve mübadele. Önceki
nesillerin keşfettiği bilgilere erişmek, insana, ölçülemeyecek kadar büyük
yarar sağlar. İkinci büyük değer olan mübadele, toplumsal işbölümünün yararı
olarak ortaya çıkar; işbölümü, bir insanın gayretlerini özel bir çalışma
alanına teksif etmesini ve başka çalışma alanlarında uzmanlaşmış insanlarla
mübadelede bulunmasını sağlar. Öte yandan, toplumsal yaşamın bu faydaları, hem
ne tür insanların başkalarıyla değişebilecek değerler üretebileceği hususunu,
hem de, ne tür bir toplumun bu tür insanların yaşayabilmesine elverişli olduğu
hususunu belirleyecektir: sadece rasyonel, üretken, bağımsız insanlar,
başkalarıyla değişebilecek değer üretebilir; sadece rasyonel, üretken ve özgür
bir toplum, bu tür insanların yaşayabilmesine elverişlidir. Bireyi talan eden,
onun gayretlerinin sonucu üretilmiş ürüne el koyan, onu köleleştiren, onun
aklının özgürlüğünü sınırlayan, onu kendi akli yargısının tersine davranmaya
zorlayan bir toplum, -yani, mevcut hukuk sistemi, insan tabiatının
ihtiyaçlarıyla çatışan bir toplum- kelimenin gerçek anlamında bir toplum değil,
kurumlaşmış çete yönetimi zoruyla birarada tutulan bir kalabalıktır. İnsanların
birarada yaşamalarından doğacak bütün değerleri yok edecek böyle bir toplum,
hiçbir haklılığa sahip değildir; böyle bir toplum, insanın hayatta kalma işine
yararlı bir kaynak değil, ona en büyük tehlikedir. Issız bir adadaki hayat,
Hitler Almanyası'nda veya Stalin Rusyası'nda bulunmaktan daha emniyetli ve daha
şayan-ı tercihtir.
3.2.1 Siyasi Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı
Barışcı, üretken, rasyonel bir toplumda
birarada yaşamak ve birbirlerine yarar sağlayarak etkileşimde bulunmak için,
insanların "birey hakları" denen temel sosyal prensibi bilip kabul
etmeleri şarttır. Bu prensibin yokluğunda, hiçbir ahlaki (medeni) toplum mümkün
değildir.
Birey haklarını bilmek ve kabul etmek:
insana-özgü bir hayat yaşayarak var kalmak için, insan tabiatınca dikte edilen
şartları bilmek ve kabul etmektir.
İnsan; özgür kaldığı sürece, kendi tabiatını,
dolayısiyle birey haklarını keşfeder; bu tabiatın dikte ettiği şekilde, yani
birey haklarına sahip olarak yaşamak ister; yani, birey haklarını kendiliğinden
terk etmez. Bu yüzden, insan (birey) haklarını ihlal etmenin tek yolu, fiziki
zor kullanmaktır. Sadece fiziki zor kullanmak suretiyle, bir insan başka bir insanın
hayatına son verebilir, onu köleleştirebilir, onu soyabilir, onu amaçlarından
alıkoyabilir, onu akli yargısının tersine davrandırabilir.
Bu yüzden, medeni bir toplumun önşartı:
fiziki zoru toplumsal ilişkilerden çıkarmak ve böylece, insanların birbiriyle
etkileşmelerinin tek yolunun akli araçlar kullanmak olduğu prensibini kabul
etmektir; silah zoru yerine, tartışmayı, iknayı ve gönüllü mutabakatı
koymaktır.
İnsanın hayat hakkının tabii sonucu, kendini
savunma hakkıdır. Medeni bir toplum içinde zorun kullanılacağı tek istisnai
hal, bireyin kendini savunma hakkından doğar: zor, sadece mukabele olarak ve
sadece zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir. Fiziki zoru başlatmayı bir
kötülük olarak niteleyebilmek için varolan bütün ahlaki sebepler, fiziki zorun
mukabil kullanımını da ahlaki bir zaruret haline getirir.
Eğer, "barışcı" bir toplum, zorun
mukabil kullanımını yasaklasaydı, gayrı-ahlaki olmaya karar veren ilk haydudun
insafına kalırdı ve niyetinin tam tersini gerçekleştirirdi: kötülüğü yok etmek
yerine, onu cesaretlendirip ödüllendirmiş olurdu.
Bir toplum, zora karşı örgütlü bir koruma
sağlamazsa, her vatandaş kendi başının çaresine bakar: ya silahlanır, evini bir
kaleye çevirip yaklaşan her yabancıyı vurur; ya da, kurulmuş savunma çetelerinden
birine üye olup, aynı maksatla kurulmuş diğer çetelerle savaşmaya mecbur kalır.
Böyle bir toplum, kısa sürede yozlaşır: çete yönetimi kaosuna düşer, kaba
kuvvet yönetimine girer, tarih öncesi vahşilerin sürekli kabile savaşları
dönemine geri gider.
Fiziki zor kullanımı -mukabil kullanımı da
dahil- bireysel vatandaşların kararına bırakılamaz. Eğer bir insan, her an
başka insanlar tarafından kendisine karşı zor kullanılabileceği sürekli tehdidi
altında yaşıyorsa, barış içinde birarada yaşamak imkansız olur. Başka bir
insanın niyeti ister iyi isterse kötü olsun, yargıları ister rasyonel isterse
irrasyonel olsun, ister adalet duygusuyla davransın isterse cehaletle veya
önyargıyla veya kötülükle; bir insana karşı zor kullanımı, başka bir insanın
keyfi kararına bırakılamaz.
Mesela, şöyle bir durum nasıl karşılanırdı?
Cüzdanını kaybeden bir adam, çalındığına hükmeder ve civardaki bütün evleri
aramaya girişir ve kendisine ters bakmasını suçluluğunun delili kabul ederek,
komşularından birini vurur.
Zorun mukabil kullanımı, bazı objektif
kuralların varlığını zorunlu kılar. Bir suç işlenmiş midir? Kimin işlediğini
nasıl isbat etmek gerekir? Hangi ceza ve infaz usulü kullanılmalıdır? Bu gibi
soruların cevaplandırılmasında kullanılacak objektif kurallar olmaksızın, suç
takibine girişen insanlar, linç kalabalığıdır. Bir toplum, zorun mukabil
kullanımını, bireysel vatandaşların ellerine bırakırsa, kalabalık yönetimi
doğar; linç kanunu egemen olur; bitmez tükenmez intikam ve kan davaları
birbirini kovalar.
Fiziki zoru toplumsal ilişkilerden yok etmek
için, insanların haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak
bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu kurum siyasi yönetimdir. Doğru bir siyasi
yönetimin temel görevi olan birey haklarını koruma işi, siyasi yönetimin
varoluş sebebidir ve onun varlığını ahlaken haklı kılan tek husustur.
Bir siyasi yönetim, fiziki zorun mukabil
kullanımını, objektif kontrol altında bulundurmanın aracıdır. Objektif kontrol,
objektif olarak tanımlanmış kanunlarla sağlanır.
Özel faaliyet ile siyasi yönetim faaliyeti
arasındaki temel fark: siyasi yönetimin, fiziki zor kullanımı konusunda kanuni
tekeli elinde bulunduruyor olması olgusudur. Böyle bir tekeli elinde
bulundurması gerekir; çünkü, siyasi yönetim fiziki zor kullanımını önlemek ve
kullananlarla savaşmak için kurulmuştur. Yine bu sebepten: siyasi yönetim
faaliyetleri, katı kurallar altında tanımlanmalı ve sınırlandırılmalı; bu
faaliyetlerin icrasında en küçük bir keyfiliğin veya kaprisin yer almasına izin
verilmemeli; siyasi yönetim, içindeki tek programı kanunlardan ibaret olan,
gayrı-şahsi bir robot haline getirilmelidir. Bir toplum özgür olacaksa, siyasi
yönetimi kontrol altında olmalıdır.
Doğru bir sosyal sistemde, özel bir birey,
başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece, istediği şekilde davranmaya
kanunen özgürdür; oysa, bir siyasi yönetim memuru, her resmi faaliyetinde
kanunla bağlıdır. Özel bir birey kanunen yasaklanmış olanların dışında herşeyi
yapabilir; oysa, bir siyasi yönetim memuru, kanunen izin verilmiş olanlar
dışında hiçbir şey yapamaz.
Doğru bir sosyal sistem, böylece, kuvveti
haklıya tabi kılar ve insanlara değil kanunlara dayalı bir siyasi yönetim
sürdürür.
Doğru bir siyasi yönetimin tabiatının ve
amacının ne olduğu hususu, hem özgür bir topluma uygun kanunların tabiatının ne
olacağı hususunu, hem de özgür bir toplumun siyasi yönetiminin yetkisinin
kaynağını belirler. Hem doğru kanunlarla ilgili, hem de doğru siyasi yönetimin
yetki kaynağıyla ilgili temel prensip, Bağımsız Bildirisi'nde mevcuttur:
"hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil
edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin
mutabakatından doğar."
Birey haklarının korunması, bir siyasi
yönetimin tek doğru amacı olduğundan, yasama yetkisinin tek doğru konusu, birey
haklarını koruyan kanunlar yapmaktır. Bütün kanunlar objektif olmalı (ve
varoluşunun objektif haklılığı bulunmalı): insanlar, kanunun onlara neyi
yapmalarını yasakladığını (ve neden yasakladığını), neyin bir suç olduğunu ve
bu suçu işlerlerse ne ceza alacaklarını, bir faaliyette bulunmadan önce,
açıklıkla bilebilmelidir.
Siyasi yönetimin yetkisinin kaynağı,
"yönetilenlerin mutabakatından doğar." Yani, siyasi yönetim yönetici
değil, hizmetkardır veya vatandaşların bir acentasıdır; vatandaşların, birey
haklarını koruma işi için, ona delege ettiği haklardan başka, hiçbir hakka
sahip değildir.
Özgür, medeni bir toplumda yaşamak için, bir
bireyin riayet edeceği tek bir prensip vardır: fiziki zor kullanmayı terk etmek
ve kendini savunma hakkını, -bu iş, düzenli, objektif, kanunen tanımlı bir
sisteme bağlanmış olsun için- siyasi yönetime bırakmak. Başka bir deyişle,
özgür ve medeni bir birey, zor kullanımı işlerinin, keyif işlerinden ayrılması
prensibini kabul etmelidir.
Peki, iki kişinin katıldığı bir işlemde
ortaya çıkan bir anlaşmazlıkta, mesele nasıl hal edilecektir?
Özgür bir toplumda, insanlar birbirleriyle
etkileşmeye zorlanmaz. Sadece, gönüllü mutabakatla -ve eğer zaman söz konusu
ise mukavele ile- birbirleriyle alışverişte bulunurlar. Birisinin keyfi
kararıyla bir mukavele ihlal edilirse, öteki büyük bir mali zarara girebilir;
bu durumda, zarara uğrayanın, tazminat olarak ihlalcinin mülkiyetine el
koymaktan başka çaresi yoktur. Fakat, burada da, zor kullanımı, özel bireylerin
kararına bırakılamaz. Siyasi yönetimlerin en karmaşık fonksiyonlarından biri,
burada ortaya çıkar: objektif kanunlar çerçevesinde insanlar arasında hakemlik
görevi.
Kriminaller, genellikle küçük bir azınlık
teşkil eder; dolayısiyle, ceza mahkemeleri, hukuk faaliyetlerinin küçük bir
kısmıdır. Fakat, hukuk mahkemeleri yoluyla, mukavelelerin korunması ve
uygulatılması, barışcı bir toplumun en hayati ihtiyaçlarından biridir; böyle
bir koruma olmaksızın hiçbir medeniyet ortaya çıkamazdı.
İnsanlar, hayvanlar gibi sadece yaşanan anın
menzilinde davranarak hayatta kalamazlar. İnsanlar, amaçlarını proje haline
getirip, belirli bir zaman süresinde gerçekleştirirler; faaliyetlerini
hesaplarlar, hayatlarını uzun vade için planlarlar. Bir insanın planlarının
menzili, aklını kullanmaktaki başarısı ve bilgisinin büyüklüğü oranında uzar.
Bir medeniyetin seviyesi ve karmaşıklığı büyüdükçe, faaliyetlerinin
(dolayısiyle, mukavelelerinin) menzili de daha uzun olmak gerekir;
mukavelelerin menzili büyüdükçe, ilgilendirdiği insan ve faaliyet miktarı artar
ve koruma daha acil bir ihtiyaç haline gelir.
İlkel bir takas toplumu bile, insanlar
mukavelelerine uymasa işleyemezdi. Bir sepet yumurtaya karşı, bir çuval buğday
vereceğini kabul etmiş birisi, yumurtaları aldıktan sonra buğdayı vermeyi
reddetse ne olurdu? Böyle keyfi bir davranışı, insanların milyarlarca dolarlık
malı krediyle verdikleri, milyarlarca dolarlık inşaat taahhütlerine girdikleri,
doksandokuz yıllık kira kontratları imzaladıkları bir endüstri toplumunda
düşünün.
Bir mukavelenin tek taraflı ihlali, dolaylı
yoldan fiziki zor kullanımıdır; bir insanın, başka bir insana ait maddi
değerleri, malları veya hizmetleri alması ve buna karşılık olan ödemeyi yapmayı
reddetmesi; yani, aldıklarını hak etme yoluyla değil, sahibinin rızası dışında
-fiziken gasp ederek- zorla elinde tutmasıdır. Benzer bir şekilde, sahtekarlık
da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; sahte sıfatla veya sahte vaadle (yani,
sahibinin gönüllü rızası olmaksızın) maddi değer elde etmektir. Haraç da,
dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; maddi değerleri, başka maddi değerler
karşılığı değil, zor, şiddet, hasar tehdidi ile elde etmektir.
Bu faaliyetlerden bazıları açıkca
kriminaldir. Tek taraflı mukavele ihlali gibi başka bazıları, kriminal motifli
olmayabilir; fakat, sorumsuzluk ve irrasyonellik sonucu yapılmış olabilir.
Başka bazıları, her iki tarafın da bazı haklılık talebinde bulunabileceği
karmaşık meseleler olabilir. Fakat, konu ne olursa olsun, bütün bu meseleler,
objektif olarak tanımlanmış kanunlara konu olmalı ve bu kanunlar, tarafsız bir
hakem, yani bir yargıç (ve uygun olduğu hallerde bir jüri) tarafından tatbik
edilerek çözüme ulaştırılmalıdır.
Bütün bu meselerin çözümünü yöneten prensip
şudur: kimse, sahibinin gönüllü rızası olmadan, bir değeri ele geçiremez; ve bu
prensibe parelel olarak: bir insanın hakları, başka bir insanın tek taraflı
kararının, keyfi seçeneğinin, irrasyonelliğinin, kaprisinin insafına
bırakılamaz.
BİRKAÇ
POLİTİKA TATBİKATI
Birey haklarının ve siyasi yönetimin tabiatı
üzerinde doğru bir anlayış, politikanın temelini oluşturur. Bu bölümde, bu
konular üzerindeki genel yanılgıları teşhir eden bir kaç tatbikat yapılacaktır.
3.3.1 Ekonomik Güç ve Siyasi Güç
Paket-Muamelesi
Felsefi anlamda, bir
"paket-muamele," hayati farkları görememe yanılgısıdır; tabiatları,
gerçeklik-statüleri, önemleri veya değerleri açısından asli farklara sahip
unsurları, -gayrıasli benzerlikler yüzünden- tek bir kavramsal bütünün, bir
"paket"in parçaları olarak ele almaktır.
Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze
koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye
tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi
için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır"
gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara
inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle
yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli
olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip
nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve
zorlamadır.
Siyasi güç ile başka herhangi bir sosyal
"güç" arasındaki fark veya bir siyasi yönetim ile herhangi bir özel
örgüt arasındaki fark, bir olgudan kaynaklanır: siyasi yönetim, fiziki zor
kullanımı işinde kanuni tekeli elinde bulundurur.
Ekonomik güç, üretmek ve ürettiğini mübadele
etmek gücüdür. Özgür bir ekonomide, hiçbir birey veya gurup, başka birine karşı
fiziki zor kullanamaz; böyle olunca, ekonomik güç, sadece gönüllü yollarla elde
edilebilir; yani, ekonomik güç, ancak üretim ve mübadele sürecine katılan
herkesin gönüllü seçenek ve anlaşmalarıyla doğar. Özgür bir piyasada, bütün
fiyatlar, ücretler ve karlar, -kimsenin keyfiyle, açgözlülüğüyle veya
ihtiyacıyla belirlenmez- arz ve talep kanunuyla belirlenir. Özgür bir piyasa
mekanizması, katılanların her birinin tercih ettiği ekonomik seçenekleri ve
kararları yansıtıp özetler. İnsanlar, kendi bağımsız, zorlamasız zihni
yargılarına göre, mal ve hizmetlerini, karşılıklı mutabakat ve avantaj
sağlayarak, değişirler (mübadele ederler). Bir insan, ancak başkalarının
sunduğundan daha iyi değerler sunabilirse (yani, daha iyi mal ve hizmetleri,
daha düşük fiyatlarla satabilirse) zenginleşebilir.
Özgür bir piyasada zenginlik; özgür, genel,
"demokratik" oylamayla elde edilir; bu oylama: ülkenin ekonomik
hayatında rol alan her bireyin, satma ve satın alma işlemidir. Başka bir ürün
yerine, belirli bir ürünün satın alınması, o ürünün imalatçısının başarısı için
verilmiş bir oydur. Böyle bir oylama, en isabetli tür bir oylamadır; çünkü,
herkes, kalifiye olduğu konudaki işler üzerinde oy kullanır; çünkü, ancak her
bireyin kendisi, kendi tercihleri, kendi çıkarları ve kendi ihtiyaçları
üzerinde doğru bir kanaat oluşturabilir. Özgür bir ekonomide, hiçkimsenin,
başkaları adına karar verme, kendi zihni yargısını başkalarının zihni yargısı
yerine ikame etme gücü yoktur; yani, hiçkimsenin, kendini "halkın
sesi" ilan edip, halkı sessizliğe ve vatandaşlık haklarında yoksun
bırakmaya gücü yoktur.
Şimdi, ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki
farkı tanımlayalım: siyasi güç, bir pozitif vasıtasıyla (bir ödül, bir teşvik,
bir ödeme, bir değer sunarak) icra edilir; oysa, siyasi güç, bir negatif
vasıtasıyla (ceza ve yıkım tehdidiyle) icra edilir. Başka bir deyişle,
işadamının aleti, değerlerdir; bürokratınki ise, silahtır.
3.3.2 Egaliteryenizm (Eşitlikçilik)
Egaliteryenizm (eşitlikçilik), bütün
insanların eşitliğine olan inançtır. Diğer bağlamlardaki kullanımı bir yana,
insani bağlamda "eşitlik" politik bir kavramdır ve kanunlar önünde
eşit muameleye tabi tutulmak anlamına gelir. Yani, eşitlik: bütün insanların,
insan olarak doğmuş olmalarından kaynaklanan aynı vazgeçilmez temel haklara
sahip olması ve bu hakların -insanların kanun yoluyla kastlara bölünmesi veya
aristokratik ünvanlar yoluyla bazı imtiyazlara sahip kılınması gibi-
insan-yapısı kurumlarla ihlal veya ilga edilememesidir.
Fakat, altrüistler, "eşitlik"
kelimesine başka bir anlam atfeder.
Bu kelimeyi bir anti-kavram haline
çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler:
eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik anlamında kullanırlar;
başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri
veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma
performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı
kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür
"eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey,
insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler,"
insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.
Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit
zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin,
insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden
egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek
ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna
açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel
özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından,
insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle
yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.
İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir
eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin
(değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir.
(Mesela; Amerikalı "filozof" John
Rawls, "A Theory of Justice" isimli eserinde, "tabiatın
kolladığı" yetenekli, zeki, yaratıcı insanların ürettiklerinden doğan
ödüller üzerindeki hakkı ellerinden alarak, bu ödülleri, tabiatın talihsiz yarattıklarına
dağıtarak, bu "adaletsizliği" gidermeyi önerir.)
Bir Leonardo da Vinci'nin, bir Wolfgang
Amadeus Mozart'ın, bir Thomas Edison'un, bir Albert Einstein'ın, kendilerinden
daha az yeteneklilere karşı bir "adaletsizlik" teşkil ettiklerini öne
sürmek için, güzelliğe, başarıya, akla, insana, realiteye karşı derin bir
nefret içinde olmak lazımdır.
3.3.3 İnsan Hakları ve Mülkiyet Hakları
İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir
bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik
"beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler,
-sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları"
karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.
Maddi nesneler, birey insanların zihni ve
bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için
gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa,
hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin
sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri
"yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala
çevirme "hak"kını istemektedir.
Sadece bir "hayalet", maddi
mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde
hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet
hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama
gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme
hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç
olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde,
üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu
bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin,
"insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.
3.3.4 Devrim ve Darbe
Bir devrim, uzun bir felsefi gelişimin
zirvesini teşkil eder ve bir ulusun derin memnuniyetsizliğinin ifadesidir; bir
darbe ise, bir azınlığın iktidarı ele geçirmesidir. Bir devrimin amacı,
tiranlık devirmektir; bir darbenin amacı ise, tiranlık tesis etmektir.
Tiranlık, temel birey haklarını (hayat,
özgürlük ve mutluluğu-kendi-başına-aramak) tanımayan herhangi bir politik
sistemdir. Bir politik sistemin zor yoluyla devrilmesi, sadece tiranlığa karşı
yönetilmişse haklıdır; ve bu, zor yoluyla yönetenlere karşı bir meşru savunma
hareketidir. Savunma amacıyla değil, birey haklarını ihlal etmek üzere zora
başvurmak, hiçbir ahlaki haklılığa sahip değildir; bu, bir devrim hareketi
değil, çete savaşıdır.
NEŞE,acının/ZEKA,aptallığın/IŞIK,karanlığın/KİŞİLİK,kişiliksizliğin:
Yokluğu olamaz.
Adalet acımaya - Bağımsızlık birliğe - Mantık
inanca - Servet ihtiyaca - Özsaygı, kendini inkar etme eğilimlerine -
Mutluluk da görevlere feda edilemez.
Kendi ülkesinde bile hala
"suskunluk komplosu"na uğratılmakta olan AYN RAND, 20.y.yıla kadarki
dönemde:Aristo'dan sonra gelmiş en büyük " rasyonel filozofdur. Felsefesi
OBJEKTİVİZM, Felsefe'nin state-of-the-art'ıdır (bugünkü en yüksek düzeyidir);
yani,felsefe içinde bugüne kadar formüle edilmiş bütün meseleler, burada
çözülmüştür.A.B.D'de İncil'den sonra en çok okunan " ATLAS SİLKİNDİ "
romanının yazarıdır. Gerçekten orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi,
Amerika'nın "sağ" ve "sol" entellektüel "müesses
nizamı"nca aforoz edildi; iki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı.
Çünkü, ne "sağ"a yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu),
ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını
savunuyordu). Ama, " öğrenilmiş cehalet " le malul olmayan sağduyulu
insanlar; O'nun romanlarını, yıllarca " best-seller " sıralarından
indirmediler. Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok
sayılıyordu;ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir
filozof olarak incelenmeğe başlandı.
1905'te St. Petersburg'da doğdu. Asıl adı
Alişya Rosenbaum. Çocuk yaşta kendini Büyük Savaş'ın içinde buldu. Yaşadığı
savaşların biri düşmana karşıydı. Diğeri de bireye karşı. Çocukluğu
kolektivizmin doğuşuna tanıklıkla geçti. Devrimi, kırmızı renkli bayrakları,
Lenin'i, Stalin'i gazetelerden okudu. Etrafında olup bitenleri hiç sevmedi.
Leningrad Üniversitesi'nde tarih okudu. Aristo'yu, Eflatun'u Rusya'nın en
değerli hocalarından öğrendi. 1925'te mezun oldu. Annesinin Amerika'da
akrabaları vardı. Onların yanına gitmek istedi. Annesi seyahat masrafları için
mücevherlerini sattı. Babası yolcu ederken şöyle dedi: "Sana orda Rusya'yı
sorarlarsa hepimizin yavaşça öldüğü büyük bir mezarlık olduğunu söyle".
1926 Şubatı'nda sisli bir günde New York limanında gemiden indi. Özgürlük
Anıtı'nı ve hep hayalinde canlandırdığı, çok sevdiği gökdelenleri ilk defa o
gün gördü. 1982'de ölene kadar Amerika'da esen "diğerkamlık"
(altuism) rüzgarına şiddetle karşı çıktı. Ona göre "diğerkamlık"
başkalarına iyilik yapmak değil, kendini feda etmekti. Her diktatörlük
"diğerkamlık" üzerine kuruluydu ve bireyin kendini feda etmesi asla
kabul edilemezdi. Her zaman radikal kapitalizm idealini savundu.
Ona göre " insan önce Tanrı'nın
tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini
kırdı. Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı ".
Bütün zamanlamaların en çok okunan felsefi
romanı "Atlas Vazgeçti"yi (Atlas Shrugged) 1957'de çıkardı. Roman o
günden beri her yıl ortalama 200.000 sattı. Amerika'yı İncil'den sonra en çok
etkileyen kitap oldu. Ayn Rand -asıl adıyla Alişya Rosenbaum- 1500 sayfalık bu
dev romanı için:
Bu bir felsefe tarihi kitabıdır.
Düşüncemin vardığı son nokta da şudur: İnsanın kendi yaratıcılığını ortaya
koyma hakkı hiçbir zaman engellenemeyecek..!
ENSENİZİ KARARTMAYIN
Çetin Altan.
Bir yazı adamı. Bir filozof. Yarım asrı geçen yazı serüveni var.
`Hayatı, '
yazıya ihanet etmeme ' nin mücadelesiyle geçmiş.
Milletvekili
olurken de, bir 'siyasi ikbal' taşımak yerine, kalemini özgürleştirmeyi hedef
almış. O da Meclis'te dayat yiyenlerden. Yazılardan dolayı sık sık soruşturmaya
uğramış. Hakkında 300'ün üzerinde dava açılmış. Kimi zaman meşru kimi zaman da
gayrimeşru yol ve yöntemlerle linç edilmek istenmiş. Türlü türlü hakaretlere
maruz kalmış. Özgürlükten, evrensellikten, akıldan, bilimsellikten, değişimden,
üretimden, önce insandan, saydamlaşmaktan.. bahsederken; köylülüğe, geri
kalmışlığa, yoksulluğa, beyin özürlülüğe, cehalete, yerelliğe, despotizme,
hukuk dışılığa, mesleksizliğe, hamasete, bağnazlığa, kurnazlığa, iri yalanlara,
talana.. tavır almış. Tek başına bir muhalefet. İktidarın da, muhalefetin de,
pasif toplumsal yığınların da muhalefeti. Bu üç kesim anlamasa da, 'hamaset
pompalanmaya' değil, eleştirilmeye ve eleştirilerek yenilenmeye her zaman
fazlasıyla ihtiyaç var. Çünkü gelişmenin motoru eleştiriden ateş alır. Çetin
Altan, değişimi kışkırtıp, ona hız kazandırmaya çalışan bir yazı adamı.
Kalemini eğip bükmeden, ilkelerinden ve vicdanından sapmadan, yarım asrı aşan
bir süre bu ülkede mücadele veren insana, –mücadelesinin neresinde yer
alırsanız alın– yapmanız gereken ilk şey ona derin bir saygı duymak olmalıdır.
Gün gelir oğullarıyla birlikte yargılanır. Bu yargılanmaların tamamı 'yazı'
için olduğundan, ona gizli bir gurur verse de, anlaşılmamak, insanın içinde bir
acı da oluşturur, gücüne de gider. Çetin Altan için bu acı, ülkenin fotoğrafını
net görebilmekten kaynaklanır ve artar. Çünkü bu ülke karşısına çıkan bütün
fırsatları 'ıskalamaktadır.' Çetin Altan, Türk Edebiyatı'nın dünyaya açılan
kalemlerinden biridir aynı zamanda. Başka dillere çevrilen ve itibar gören pek
çok kitabı vardır. Yazı işçiliğinin Türkiye'ye özgü çilesini bir ömür boyu
çeken usta Çetin Altan der ki: ''Bir kalemle bir kağıdın bedelini öderken büyür
ancak insanlık bahçeleri...'' Derim ki, bu ustayı iyi okuyalım, iyi kritik
edelim. Benimserken de, reddederken de anlayarak yapalım bu işi. Bir de soralım
kendimize; kaç tane Çetin Altan'ımız var, kaç tane yarım asırdan fazla hayatını
yazıya adamış insanımız, 'değerimiz' var?Belki de onlar eleştirmeseler, onlar
sarsmasalar, onlar yargılanmasalar, ne hukuk düzelecek, ne yolsuzluklar bu
kadar açık seçik görünür olacak ve ne de birey ve toplum yüreklenecek. Onlar
olmasalar belki de biz değişmek istemeyeceğiz...`
MEHMET GUNDEM
Globalleşme
hızlanıyor
Soruyla değil
bir hatıranızı yenileyerek başlamak istiyorum. Yıl 1966 sonları. Kapınıza bir
adam gelir. Adı Emin Ersoy'dur....
Merhum
Akif'in oğlu... Bir öğle sonrası odamdayım. ''Sizi biri görmek istiyor''
dediler. Buyursun... dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca,
çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:
''– Bendeniz Mehmet Akif'in oğluyum...'' dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım...
Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
''Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?..'' türünden bir yakınlık göstermeye
çalıştım. O, tavrını bozmadı: ''–Rahatsız etmeyeyim... Sizden ufak bir yardım
rica etmeye gelmiştim...'' dedi. Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da,
ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum... Ve tek
yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla: ''Siz
ne münasip görürseniz.'' dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu
yüreğime. ''Durun bakalım neyimiz varmış'' gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne
varsa çıkardım, –fazla bir şey de yoktu– elimde tuttum. Bir iki adım attı.
Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı... ''– Çok çok teşekkür ederim,
rahatsız ettim.'' dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük
bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in
oğlunun ölüsü bulunmuştu...
Yarım asrı
geçen bir yazı hayatınız var. Hakkınızda 300'ün üzerinde dava açıldı. Yargılandınız,
mahkûm oldunuz, beraat ettiniz... Bilekleriniz kelepçeyle yirmili
yaşlarınızdayken tanışmış... Gün geldi Çetin Altan ''hukuk bilinci'' üzerine
''Yargıtay'' üyelerine bir konferans verdi bu ülkede...
Hayatım,
mücadelelerle ve acının izleriyle dolu. Büyük ''hukuk skandalları''nı yaşadım
bu ülkede. Bir NATO davetiyle Paris'te bulunduğum sırada dönemin Başkomutanı
Norshtad'in açıklamalarına dayanarak, Kore'deki 4500 kişilik Türk askeri
birliğinin standart bir birlik olduğunu ve eksildikçe tamamlanacağını yazmıştım
Ulus gazetesinde... O gece yarısı ''askeri'' savcıların emriyle gözaltına
alınıp tutuklandım.. Hakkımda, ''milli menfaatler aleyhinde faaliyette
bulunmaktan'' ''askeri'' mahkemede dava açıldı. Tutukluluğum kısa sürdü; ama
hırpalanmaktan kurtulamadık... Hakkımda açılan davalardan ferahlamak uğruna
milletvekili oldum ama dokunulmazlık işe yaramadı. Kısa bir zaman sonra
dokunulmazlığım da kaldırıldı. Meclis kürsüsünde konuşma yaptığım bir gün
üzerime saldırıldı. Linçten zor kurtuldum. Bir gözüm sakatlandı. Sonra bir
başka kılıf uydurdular ve tekrar hapse atıldım. 158. maddeden mahkûm edildim.
İki yıl cezaevine tıkıldım. Hapisteyken de hakkımda dava açıldı. Cezamın
bitmesine dört gün kala asker kökenli Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün ''özel
affı''yla serbest bırakıldım...
İflah
olmadınız. Yazdıkça gözaltına alındınız, gözaltına alındıkça yazdınız...
Sonraki
yıllarda yazılarım ''hukukçu geçinenlerin'' hışmına uğramaya devam etti. Yine;
davalar, yasaklamalar, müstear isimle makale ve fıkra yazmalar dönemi..
1996 yılında
bir röportajda,''Ben istiyorum ki devlet çeteleşmesin, hukuka otursun!''
dediniz ve...159. maddeden dava açıldı... Allah'tan ''Susurluk Çetesi'' patlak
verdi de beraat ettik. 2000'li yıllara gelince, Çetin Altan, Yargıtay'da
''hukuk bilinci' üzerine bir konferans verdi.
Ben bir
hukukçuyum aynı zamanda. Hukukçuların hukukçularla konuşması ayrı bir şeydir,
hukukun siyasete alet edilmesi ayrı bir şeydir. Teklif sayın başkan Sami Selçuk
ve diğer üyelerden gelmişti. Dinleyiciler arasında bakanlar, eski
milletvekilleri, bürokratlar, Yargıtay üyeleri ve Başsavcı Vural Savaş da
vardı... Dedim ki; ''Benim gibi kıdemli bir düşünce suçlusunun Yargıtay'da
konuşma yapmak üzere davet edilmesi doğrusu çok duygulandırıcı.. Ve yeryüzünde
rastlanmayan bir olaydır... Hukuk evrensel olmak zorundadır, globalleşen dünya
ancak ortak bir hukuk düzeniyle idare edilebilir. Türkiye de bunun dışında
kalamaz.. Yasalar tüm vatandaşlara eşit olarak uygulanır...'' Yıllar boyu
yargılandığım davalardan da söz ettim. Değil hukuk bilgisi, hukuk bilincinin
bile gelişmemiş olduğundan bahsettim. Anlayacağınız yarım asırdır
yazdıklarımdan farklı bir şey söylemedim. Ayakta alkışladılar...
Nedir hukukun
sizdeki tanımı?
Hukuk
evrenseldir. İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya yönelik evrensel
ilkeler matematiğidir.
Türkiye bu
anlamda bir hukuk devleti değil...
Bugün bir
devletin mimari yapısı iki büyük ve güçlü temel üstünde durmaktadır: Ekonomi ve
hukuk. Türkiye'de ekonomik temelin, 'karma ekonomi' adı altında 'siyasetçi
eliyle kişi zengin etmeye' yarayan; üçkağıtçılık ve kapkaççılık harcıyla
karılmış bir talan ekonomisi yozlaşmasından ibaret olduğu artık iyice
biliniyor. Türkiye'nin hiçbir zaman bir hukuk devleti olmadığını içeride de
bilmeyen kalmadı, dışarıda da.
Türkiye, bir
hukuk devleti değilse ne devletidir?
Bunun
demagojik olmayan yanıtlarının; sadece üniversitelerde değil, Parlamento'da,
hükümette, hatta Milli Güvenlik Kurulu'nda da incelenip aranması gerekir. Bunun
cevabı sadece bilim kurumlarına değil, siyasi kurumlara da düşer. 'Önce vatan'
hamasetiyle, ne çağdaş bir devlet kurulabiliyor, ne de bir devlet çağdaş olarak
yönetilebiliyor.
Bugünün
solcularıyla sizin Marksizm anlayışınız da farklı mı?..
Marksizm
konusunda Türkiye'de yazılmış kitap sayısı 14. İngiliz kütüphanesinde 40 bin
cilt var. Daha bir tek solcuya rastlamadım ki, Marks'ın dört protezi hangi
konudaydı bilsin. Halbuki, bu solcular arasında Marksizm için ölenler,
asılanlar, yıllarca hapishanelerde yatanlar oldu; ama Marks'ı hiç merak etmediler.
Onlar ulus–devlete bağlı olarak iktidara gelmek istediler hep... Marksizm
değişim demektir. Statüko değil... Değişmezliği tutuyorsan sen Marksist
olamazsın. Solculuk siyasettir. Marksizm siyaset değildir. Marksizm değişimin
kendisidir. Marksizm siyaset değildir.
Clinton
'Vietnam Savaşı'na gitmeyeceğim.' dedi, gitmedi. Bize göre 'asker kaçağı',
'vatan haini' bir siyasetçiydi. Sonra ABD'ye başkan oldu.
Clinton,
Türkiye'de olsaydı, Deniz Gezmiş'lerle birlikte asılacaktı, Amerika'da olduğu
için başkan oldu. Vietnam üstüne yazı yazıyorum diye Türkiye'de mahkemeye
göndermeye kalkmışlardı beni.
Clinton bir
konuşmasında, ''Türkiye demokrasisini derinleştirirse, Ege ve Kıbrıs sorununu
çözerse 21'inci yüzyılın şekillenmesinde çok büyük bir rol oynar'' dedi.
Yeryüzünde de
bir milyarı aşkın bir İslam dünyası var. Altı milyarlık yeryüzünde tüketimi en
düşük olan bu dünya. Değişen enerji kaynakları sonucunda artan üretimlerin
emilmesi bağlamında ayrı bir pazar Akdeniz havzasındaki 200 milyonluk 'İslam'
dünyası. Burada tek başına Türkiye var. Çünkü Türkiye, NATO ve Avrupa Konseyi
gibi Batı'daki örgütlerin içinde bulunabilen ve üretimde değil ama tüketimde
Avrupalı görüntü çizebilmiş Müslüman profilli bir ülke. Türkiye'nin kendine
göre burjuva biçimlenmesi oluşmuş.
Nasıl bir
burjuva bu?
Etki altında
oluşmuş bir burjuva. Kendi üretimini yapamayan Hazine'den geçinmeli bir
bürokratik burjuvazi. Benim çocukluğumda buradaki köşklerde Chopen duyulurdu,
piyano çalınırdı. Amerika'nın Müslüman Konstantiniyye ister. Konstantiniyye
arkasında Bizans'ı da içerir. Bizans'ı inkâr eden bir İstanbul olmaz. Biz
insanlık birikiminin ortak harmanlanmasından mı yarar sağlayıp ona katkı
yapacağız, yoksa daha öncekini sürekli reddederek mi globalleşeceğiz? İstanbul,
yeryüzünün, üç bin yıllık birikimi olan nadir kentlerinden. Bunun bir ağırlığı
vardır.
Nedir bu
ağırlık?
En basiti,
Türkiye, İstanbul diye akla gelir. 70 milyonuyla burası İslam dünyasının özel
vitrini olabilir. Avrupalı standardında bir yaşam vitrini, üstelik de Müslüman
ağırlıklı.
Yani Türkiye
globalleşmenin merkezlerinden biri olabilir...
Evet. Artık
uzay teknolojisinin kullanımıyla üretim muazzam artıyor. Emperyalist dönem
bitti. Yeryüzü; halkını sömüren yönetimleri, demokrasiyle, insan haklarıyla bir
düzeye getirip, halkları da zenginleştirmek ve tüketimini artırmak istiyor.
Burada da İslam dünyasına bir model göstermek gerekiyor. Bunun da en iyi örneği
Türkiye olabilir. Eğer Türkiye'nin egemenleri Türk halkını sömürmekten biraz
daha vazgeçerler ise.
Vazgeçerler
mi?
Türkiye'yi
yönetenlerin çıkarlarıyla Türk halkının çıkarları öteden beri çatışıyor. Mevcut
düzen içinde statükodan kârı olanlar var. Bunu sürdürürlerse Türkiye bu işin
öncülüğünü hiçbir zaman yapamaz. Türkiye'nin sömürüsü de sadece üretime
yansıyan bir sömürü değil. Eroin kaçakçılığıyla, depremde yıkılan resmi
binalarla, topyekün bir çürüme bu. Türkiye insanı bu çürümeyi denetleyemiyor. O
zaman da bu çürümenin denetiminin dışarıdan olma olasılığı beliriyor.
IMF–Türkiye
ilişkilerinde olduğu gibi mi?
Öyle
denebilir. Türk yöneticilere rağmen bugün Amerika, Türkiye'nin demokrasiye
geçmesini istiyor. Türkiye'nin geleceği kendi iradesine bırakılmayacak gibi.
Biz hep 'önce vatan' diyoruz. Önce vatan dememize rağmen vatanda işler yolunda
gitmiyor. Vatan, sınırları belli bir yaşam sahasıdır.
Bu yaşam
sahasının, bu kadar kutsal olması...
Aslında,
üstünde yaşayan insanların rahat etmesi için. Eğer rahat etmiyorlarsa, o zaman
niye ikide bir bu slogan ortaya çıkıyor ki?.. Hep söylüyorum, bana kızsalar da
yine de söyleyeceğim; demek ki 'önce vatan' yerine 'önce meslek', 'önce insan'
demek lâzım.
Mutsuz
insanları yönetmek, ayrı bir haz mı veriyor acaba?
Kim bilir!...
Yönetenlerin kendi çıkarınadır çözümsüzlük. Statüko yönetenin çıkarına; ama
yönetilenin ne kadar çıkarına? Bu tartışılmıyor. Anlayacağın Türkiye kendi
kendisini engelliyor. Burada büyük bir hesaplaşma, büyük bir yüzleşme lazım. Bu
ülkede hâlâ darbeyle iktidara gelmiş sivil kadroların hiç dökümü yapılmadı.
Türkiye'nin
kendi kendine yaptığı 'pompalama'larla dünya kriterlerinin aynı olmadığı şimdi
daha açık gözüküyor mu toplumda?
Küreselleşme
süreciyle birlikte saydamlaşma, Türkiye'yi de sarmadıkça; hamaset
demagojileriyle maskelenmiş olan gerçek yüzümüz, daha çok çıkıyor ortaya. Daha
çok çıkıyor ortaya Türkiye'nin sinsi talanları ve iri yalanlarla nasıl
apazlanmış olduğu. Türkiye'nin 20. yüzyılı da rezalet bir fiyaskoyla
ıskalayarak, 'yaşam kalitesi' açısından Yunanistan'ın bile 65 basamak altında
kalması; hamaset afyonlamasıyla artık perdelenemiyor. Statükocu olanlarla,
değişimci olanlar artık gelip iyice yerleşmekte Türkiye'nin siyasal sözlüğüne.
Tanımlar ve
sınırlar değişiyor mu?
Dünya
vatandaşı diye bir gerçeklik var. Ulus–devlet aşıldı. Avrupa vatandaşlığına
aday olmak istiyoruz. Yeni bir dönem başlıyor. Artık yeni kimlikler var.
Ülkelerin adları sadece bir alışkanlık. Devlet kavramı değişti. Globalleşme,
Türkiye–ABD kavramlarında yeni bir sentez yarattı. Eski sentez, SSCB'nin elinde
olan uzun menzilli füzelerin NATO'nun elinde olmadığı zamanlar geçerliydi. O
zamanki anlaşmalar, savaş sistemlerine dayalıydı. Oysa şimdiki savaş
stratejileri çok farklı. Gorbaçov da vaktiyle söylemişti. Artık her yere savaş
harcaması yapmadan, turist olarak gidilebiliyor. Düşman kalmadı. Değişime karşı
koymak mümkün değil.
Hâlâ 'enseyi
karartmayalım' mı?
Türkiye'nin
bir tek sorunu var, saydamlık. Sadece 'parayı nereden kazanıyor', bu açığa
çıkmalıdır. Ama saydamlıktan ödü kopsa da Türklerin, değişime karşı koymak
mümkün değil. Enseyi karartmayın; çünkü Türkiye günden güne saydamlaşıyor.
Bütün yalanlar, sinsi talanlar, padişahçılık oynama hırsları bir bir ortaya
dökülüyor.
Yeni bir
dönem mi başlıyor?
Köhne
oligarşik yapıyla pratik kurnazlıklar gelip duvara dayandı. Artık yeni bir
dönem... Tepedeki yönetici kesimin saltanatına göre ayarlanmış, oligarşik bir
'kabuk devlet' biçimlenmesinden; halk yığınlarına servis veren 'teknik bir
devlet' yapılanmasına geçiş dönemi. İçi boş hamaset sloganlarına abanan ve her
türlü eleştiriyi bir düşmanlık gösterisi olarak damgalayan, demagogların
yerini, Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi, evrensel kalite kadroları almaya
başlayacak. Dış dünyadan kopuk, feodal bir ortaçağ despotluğuna benzeyen
Türkiye, globalleşme süreciyle bütünleşecek. 'Onlar–biz' ayrımları bitecek.
Önce Avrupa ile sonra da dünya ile ortak bir vatandaşlık başlayacak.
Türkiye bu
değişime kolay ayak uydurabilir mi?
Yunanistan,
Polonya, Macaristan, Bulgaristan vs. ayak uydurduğuna göre Türkiye de ayak
uydurabilir. Türkiye şimdiye dek hep çağın gerisinde kaldı; çünkü Türkler
evrensel değişimin motorunu hiç merak etmediler.
Bugün?
Bugün de pek
merak ettikleri söylenemez. Ama dış dinamikler Türkiye'yi kendi haline
bırakmıyorlar, bırakmayacaklar. Elbet içeriden direnenler olacak. Ama
direndikleri ölçüsünde krizler de artacak. Bugün olduğu gibi, krizler çözüm
yoluna girdikçe globalleşme de hızlanacak. Onun için enseyi karartmayın.
Kriz, içinde
çözümü de taşıyor mu?
Çözümü,
evrensel kriterlerde aramaya zorluyor. Düne kadar Türk'e Türk propagandası
yapılarak maskeliyorlardı ekonomik talanı. Siyaset kavgaları ise temelde,
Osmanlı dönemindeki padişah olanaklarını ele geçirme kavgalarıydı. Partilerin
hiçbiri, 'Hukukun üstünlüğü; yasaların sadece yönetilenler için değil,
yönetenler için de geçerli olması ve saydamlık' ilkelerinden yana değiller,
sadece iktidara ait avantaları ele geçirmekten yanaydılar. Mevcut oligarşik
yapıyı kınayan, eleştiren, didikleyen sanatçılar, ozanlar, yazarlar,
bilimciler; cezaevlerine tıkılır, ezilir, süründürülür, yok edilir; bazen de
öldürülürdü. Çağdaş değişimlere dönük, yerli–yabancı kitaplar ise; yasaklanır,
toplanır, mahkemelere verilirdi. Bütün bunların ''vatanı tehlikelerden korumak
için yapıldığına'' inandırılırdı kamuoyu. Kimsenin aklına Ankara egemenlerinin,
20. yüzyılı rezalet bir fiyaskoyla ıskalamış olduğunun su yüzüne çıkacağı
gelmezdi...
Türkiye'de
nelerin değişmesi gerektiği açık seçik görünürken, 21. yüzyılın da
ıskalanmasına artık toplum tahammül gösterir mi?
Buna kimsenin
tahammülü yok. Türkiye'de nelerin, kimlerin değişmesi gerektiği artık durgun
sular kadar berrak...
Yani
vazgeçilmez zannedilen pek çok şey değişecek, vazgeçilecek.
Evet, öyle
değil mi ki! Hayat öğütüyor. Mezarlıklar vazgeçilmez adamlarla dolu. Evrensel
kriterlerden ürkmeyenler, 21. yüzyıl Türkiye'sinin de projektörü olacak. Ancak
bu değişimin süreci en az on yıl sürer.
MEHMET GUNDEM
YARATAN veya
YARATICI: " YOK dan VAR " veyahut
" VAR dan YOK " elde edilebilir mi?
Çözemediğimiz
her soruna
NEDEN illa
TAPACAK
bir cevap
ararız?
" X
" bilinmeyenli
bir denkleme:
NEDEN yeni
bir bilinmeyen
" Y
" daha:
EKLEYELiM?
Çünkü,YOK:Bir
SIFIR,bir HiÇ,yani hiçbir şeydir ve ancak " VAR " olan dan yeni bir
şey KEŞF EDEBİLİRİZ. Bu nedenle varoluşa bir YARATICI aramak,en başta
yanlıştır." O zaman nasıl VAR OLDUK? ",sorusu da hiçbir seyi
ispatlamaz.Kaldı ki buradan hareketle,X sorusuna,bir yeni Y eklemenin
mantıksızlığı da APACIK ortada dır.Yani X'i çözmeden, bunun cevabı Y'dir
demek:Akıldışıdır, kolaya kaçmaktır.Bu mantıkla insan, kendini
kandıramaz." Gördüğü halde KÖR,duyduğu halde SAĞIR " olduğunu NASIL
iddia edebilir bir İNSAN..? İşte bu çelişkidir insanı, nevroza - strese -
intihara sürükleyen!
Aslında bu
süreçle varılan bir TANRI inancı da,en baştan TANRI'yı inkar değilmi
dir,zaten...?
CEVAPLAYAMADIĞIMIZ HER ŞEYE TAPACAK BİR ŞEY İCAT EDERSEK:
VAY HALİMİZE...!
BU NEDENLE:
Felsefesizlik En Sakat Felsefedir..!
Uygulanamaz
eski-yeni ve sözde modern felsefelerin tek amacı vardır:
İnsan
zihninin ve insanların aklın gücüne duydukları güvenin tahribi...
Anlaşılmaz ve
muğlak oluşları da bundandır.
Bu
nedenle:"Gerçeği-adaleti-özgürlüğü-insanı-sahip olduğumuz ve
olabileceğimiz tüm değerleri" savunmak için; UYGULANABİLİR bir felsefeye
sahip olmalıyız.
Nasıl ki
muazzam bir bilgisayar programcısı olmadan çalışmaz ise; aynen o şekilde,
böylesi uygulanabilir ve objektif bir felsefe sahibi olmadan, zihnimizi de
çalıştıramayız.
Yani
zihnimizin de "doğru bir programcıya" ihtiyacı vardır.
Aksi halde
felsefi dolandırıcıların örümcek ağlarına düşmekten korunamayız.
Evrenin
bilinebilir, insanın akılcı yeteneğinin bu evreni kavramaya yeterli olduğunu
inkar eden tüm felsefeler: UYGULANAMAZ ve SUBJEKTİF,yani akıldışıdır.
Bir yandan
"dürüstlük" tavsiye ederken;öte yandan "gerçek-olgu-realite
" diye bir şeyin olmadığını, herşeyin "tabiat üstü veya üretici
güçlerin" elinde olduğunu iddia eden,böylesi felsefeler,nasıl ve nerede
uygulanabilir? Özgürlüğü savunurken,insanın özel mülkiyet hakkını inkar eden
solcular;kapitalizmi savunurken aklı ve bireysel özgürlükleri hiçe sayan
sağcılar; somut bir örnek değil mi?
Algıladığımız
dünya gerçektir(mevcudiyet mevcuttur); şeyler neyse odur(A=A);
akıl, bilgi
edinmenin tek aracıdır ve mantık, aklı kullanmanın yöntemidir.
Hakikat
realitenin tanınmasıdır. Aynı şey aynı anda aynı açıdan, hem doğru hem yanlış
olamaz. Realite objektif olarak algılanabilir. Yani realite yoksa "hakikat-doğruluk-gerçeklik"
diye bir şeyde olamaz ve DOĞRU kişisel kaprislerimize göre değişmez. "Bu
senin için doğru olabilir, ama benim için doğru değil ..! ( William James
)" klişesi; realiteyi inkardan başka ne ifade etmektedir? "Hiç kimse
hiç bir şeyden emin olamaz"- " Mantıkla realitenin ilgisi
yoktur"- "İspatlayamıyorum ama hissediyorum ...!!!"- "Bu
dünyada hiçkimse mükemmel değildir." gibi saçmalıkların tümü uygulamaz ve
kötü felsefelerin sonuçlarıdır.
Sebepleri
bilmeden böylesi sonuçlara takılmak; zihnimizi tahrip den başka bir işe
yaramaz.
İnsan,
evrenin tek rasyonel (akli) varlığıdır. Realite ve insan bilinci, belirli bir
kimliğe sahiptir; belirli bir tabiatı ve ihtiyaçları vardır. Realiteyi anlamak
ve hayatta kalmak için,insanın en temel aracı AKLIDIR.
Realite
tekdir, insan bilincinin de tek bir tabiatı vardır. İnsan, özgür iradeye sahip,
kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Yani insan, "ilahi
tecelli" veya "üretici güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin
programladığı, cevhersiz, çaresiz bir robot değildir.
"Karakteri,
faaliyetleri, değerleri , mevcudiyetle olan ilişkileri, gayesi ve amaçları
konularında, yapmak zorunda kalacağı tercihlerde, kendisine rehberlik edecek
değerler hiyeraşisini ve prensiplerini keşfetmek", insan bilincinin gerçek
bir ihtiyacıdır.
İnsan
bilinci: programcısı olmadan işe yaramayan, muazzam bir bilgisayar gibi, bir
mekanizmadır. Bilinçli olmaktan imtina ettiği ölçüde, duygusal
bilgisayarını,tesadüfi,etkiler
programlar:rasgele,izlenimler,çağrışımlar,taklitler,slogan,klişeler. Sonuç
korkunun egemen olduğu bir hayat hissi...
İnsan
geçmişsiz veya geleceksiz olarak an be an yaşayamaz;bütünleştirme kapasitesini
elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki bir
hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemez ise: insan
bilinci de, o anki somutluktan başka hiçbir şeyle uğraşamaz hale getirilerek
daraltılamaz. İşte bu mekanizmayı bilgisel bir amaçla kullanmak, iradi bir
eylemi gerektirir. Bundan imtina ederse, tesadüfler idareyi ele geçirir:
mekanizma şoförsüz bir araba gibi çalışmaya devam eder. Bütünleşmiş kişilik:
bilinç ile duygular arasında tam bir uyum olan,sahip olduğu hayat hissi ile
bilinçli kanaatleri çakışmış bir insandır. Hayatın anlamı, prensipler, idealler
ve değerler; böylesi bir bilinç ile keşfedilir. Hayat hissi, doğru bir
felsefenin rehberliğinde duygusal bütünleşmenin kriterlerini de belirler.
Duyguları, tamamen ikna olduğu yargılarından kaynaklanır. Zihin başa geçer,
duygular takip eder. Bilgilerini bütünleştirmek, bilinçli kanaatler edinmek
için çaba göstermeyen insan; KENDİNİ ifade etmekten aciz kalarak, duygularının
insafına kalır. Rasgele ve eklektik ve genellikle çelişkili fikirler
kolleksiyonundan ibaret, böylesi bir felsefi enkaz, o insanın üzerinde hiçbir
ikna gücüne sahip olamaz. Bu enkazın yarattığı duygular, realite karşısında onu
genellikle yanıltacak, kendine, sürekli olarak mutsuz olduğu haberini
verecektir. Bu enkaz değerlerin elde edilemeyeceğini, mücadelenin nafile
olduğunu; korku-suçluluk-ıstırap ve başarısızlığın insanlığın yazılı kaderi
olduğunu; bir insan tarafından yapılabilecek hiçbir şey olmadığını ilan eder.
Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp mevcudiyeti lanetlemekle
başlamak; insanın tabiatında böyle bir hale girmek bir yozlaşma sürecidir. Kimi
ilk baskıda teslim olur, kimi kendini satar; kimi enerjisini, algılayamayacağı
kadar küçük derecelerde eksiltip, bütün ateşini yitirir. Sonra bunların hepsi
kendilerine, olgunlaşmış olmak için zihinlerini terk etmek gerektiğini; güven
içinde olmak için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine
saygı ve güven erdemini kaybetmek gerektiğini telkin etmekte olan felsefelerin
teşkil ettiği, büyük bir bataklıkta kaybolup giderler.
RASYONEL BİR
İNSANIN AYNADA GÖRMEYİ BEKLEDİĞİ ŞEY BİR SELAMDIR.
İrrasyonel
bir insanın o aynada görmeyi beklediği şey, haklı görünmektir. Kendine
saygı-güven erdeminden yoksun olmakla ihanet ettiği benliği, son çırpınışında,
hiç değilse bulunduğu dalaletin, düşkünlüğün haklı görülmesini istemektir.
İnsanla
ilgili her özelliğin spesifik bir tabiatı vardır. Dolaysıyla, bilinç de belirli
bir tabiata, belirli bir kimliğe sahiptir. İnsanın akli yeteneğinden
kaynaklanan irade de belirli bir tabiata sahiptir. Mevcudiyetteki tabii
öğelerin kombinasyonlarını yeniden düzenlemek, insanın sahip olduğu tek yaratma
gücüdür. İnsan hayalgücü,insanın realitede olduğunu veya olabileceğini bildiği
şeyleri zihninde yeniden düzenleme yeteneğidir.
İnsan bilinci
kavrama-düşünme alanında ancak bilincin kendisinin-irade yoluyla-
başlatabildiği bir davranış gücüne sahiptir. İnsanlar zihni faaliyetlerini
başlatma ve sürdürme alanında, bilinçlerinin tabiatının(kimliğinin)
belirlediğinden başka türlü davranamazlar.(Hayvanlar bedenlerinin tabiatından
başka türlü davranamazlar)
Rasyonel bir
insan, amaçlarını-değerlerini-tercihlerini yargılarken:realitedeki olguları
standart olarak alır. Çünkü ancak realitede metafiziken verili olan şeyler
"neyse odur".Yani bilincin tek kaynağı realitedir. Metafiziken-verili
olanla, insan-yapısı şeylerin farkını kavramak, bilincin somut bir ihtiyacıdır.
İnsanın bilinci üzerindeki kontrolü, bilincinin tabiatı hakkında, bilgi sahibi
olması ile mümkündür. İnsan realiteye başvurmadan, kendi bilinci hakkında
hiçbirşey öğrenemez. Evren için "yer çekimi kanunu" ne
demekse;"iradi bir bilince sahip olma özelliği" insan için o
demektir. Bir insanı "hiçbirşey" düşünmeye zorlayamaz. Zihnini
çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümdarlığında olan,sadece kendi iradesiyle
harekete geçebilecek bir güçtür. Bu nedenle insanlar yeni şekillere sokulamaz
ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez. Bu anlamda insan
ürünü olan şeyler "neyse o" değildir, yani ne olacağı insan
tarafından seçilmiştir. Bu nedenle insan yapısı maddi-manevi hiçbir ürün,
tartışmasız asla kabul edilemez. "Metafiziken verili ve insan yapısı
şeyleri" birbirine eş tutmak, irrasyonalizmin çok harcıalem bir
taktiğidir. İnsana zor, tabiata rüşvet (yağmur duası-kurban vb.) uygulaması, bu
taktiğin sonucudur.
İnsanlar,bu,taktikle,"değiştiremeyecekleri
şeyler peşinden koşarken; değiştirebilecekleri şeylere" teslim olurlar;
"tabiatı özgür, kendilerini kul" görürler.
İnsanın
"kendi aklı ile bulmadığı-ispatlayamadığı bir şeyi zımnen de olsa
kabullenmesi" kendi tabiatı ile çelişir,böylece kendi tabiatına karşı
davranmış olur. Kendisi ispata muhtaç bir "tabiat üstü" varsayımı
kabul, yani akıldışı bir şeyi kabul, aklı felç etmekten başka bir şeye yaramaz.
Realiteye karşı davranış veya inançtan çıkacak sonuç,ıstırap çekmek ve kendini
imhadır. Realiteyi dolaysıyla bilincini inkar eden bir insan;
başkalarının" bilincini-anlayışlarını-yargılarını-değerlerini"
kabullenmek zorunda kalır;bu durumda insan,kendinin değil başkalarının
algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece ruhunu, bir bilinç paraziti
haline getirir. Zihnini terk eden bir insan,bir olgular evreninde değil,bir
insanlar evreninde yaşar;olgular değil,insanlar onun realitesidir. Aklı
değil,insanlar onun hayatta varkalma aracıdır.İnsanın bedeni-maddesi-ile
bilinci arasında hiçbir zıtlık yoktur,insan bu ikisinin bölünmez bütünlüğüdür.
Rasyonel insan, eylem adamı olan bir düşünürdür; o arkadan gelecek eylemlerle
bağlantısız fikirlerin sahte olduğunu, fikirlerle bağlantısız eylemlerin ise
intihar olduğunu bilir.
Kaynak:Rasyonel
İnsanın Felsefesi-S.SAKMAN
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar