Print Friendly and PDF

AYN RAND ile ROPORTAJ

Bunlarada Bakarsınız



Giriş

İnsanlığın 70’lerin sonunda 80’li yılların başlarında bir değişim geçirdiği bugün siyasi yelpazenin her noktasında yer alan entellektüeller ve siyasiler tarafından kabul ediliyor. Bu değişimi bazılarımız o zaman-larda başımızda bulunan Reagen, Thatcher, Özal gibi liderlerin kişiliklerine, bazılarımız onların şahsında toplumun değişim talep-lerine yoruyor. Özellikle zamanın entellek-tüel dalgalanmalarından izole bir şekilde yaşayan ülkemiz çoğunluğu, Türkiye’nin geçirdiği değişimi “Amerikan çıkarları”, “Özal’ın Türkiye’yi yeşil sermayeye açma isteği” veya “birilerine ülkeyi peşkeş çekme arzusu” perspektifinden baktılar. Ufak bir entellektüel azınlık ise değişimin ve yeniden yapılanmanın 70’lerin başlarında yaşanan “refah devletinin çaresizliğinden” duyulan hoşnutsuzlukla güçlenen neoliberalizmin ve Friedman gibi onun ekonomist destekçi-lerinin eseri olduğunu savunageldi. Burada okuyacaklarınız size yaşanan değişimin belki de daha derinde ve çok önceden cereyan eden bir mücadelenin sonucu olduğunu düşündürebilir.

Bayan Rand, romanlarınız ve diğer eserleriniz, özellikle çok tartışılan Atlas Shrugged isimli kitabınız dikkatle tasarlan-mış iç tutarlılığı olan bir dünya görüşünü yansıtıyor. Aslında bütün eserleriniz herşeyi kapsayan bir felsefi sistemin anlatımı. Bu yeni felsefe ile neyi başarmayı amaç-lıyorsunuz?

İnsanlara veya en azından düşünme zahmetine katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzı sunmayı amaçlıyorum.

Objektivismin önkabulleri nelerdir? Nereden başlar?

Mevcudiyetin varolduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dilekleri-mizden, umutlarımızdan veya korkuları-mızdan bağımsız olarak varolduğunu belirtir. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Mantık derken insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan işlemi kastediyorum.

Atlas Shrugged’da kahramanınız John Galt “Hayatım ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yaşamayacağım, ne de onlardan benim hatrım için yaşamalarını isteyeceğim.” diyor. Bu sizın temel prensiplerinizle nasıl ilişki-lendiriliyor?

Galt’ın bu sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik sistem temellerini zımnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanın hayatta kalmak için en temel aracı ise rasyonalite de en yüksek erdemidir. Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanın ahlaki zorunluluğudur. Objektivist etiğin değer standardı, insanın insanca vasıflarını muhafaza ederek yaşaması, yani insan hayatı için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini savunur. John Galt’ın açıklaması bu son söylediğimin özetlenmiş halidir.

Bu söylediklerinizden nasıl bir kişisel ahlak anlayışı çıkartabiliriz?

Sorunuzun cevabı Atlas Shrugged’da detaylı olarak verilmiştir.

Atlas Shrugged’ın kadın kahramanı sizin kelimelerinizle:”temel bir suçluluk duygusu yaşamaya muktedir değildi”. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan varolabilir mi?

Belirttiğiniz cümledeki anahtar kelime “temel”dir. Temel bir suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değer-lendirme ve yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu insanın yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.

Ebedi günah gibi mi?

Kesinlikle öyle. Ebedi günah olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin kabul edemeyeceği veya duygusal olarak yaşayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı ahlakı dışlayan bir kavramdır. Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda tercih hakkı yok demektir. Tercih hakkı yok ise konu ahlakın alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanın hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı haket-mediğini görmektedir. Tamamıyle ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı haketmediği bir suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.

Atlas Shrugged’da ana karakterlerinizden birine "En sefil insan tipi nedir?" diye soruluyor. Cevabı şaşırtıcı. Çünkü bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. “Amaçsız biri” diyor. Ancak bir çok insan hayatlarını açıkça tanımladıkları bir amaç-ları olmadan devam ettiriyorlar. Onları da sefil olarak mı tanımlıyorsunuz?

Evet, bir dereceye kadar öyle.

Neden?

Çünkü sorunuzda belirttiğiniz kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizm, diktatörlük ve herhangi bir kötülük insanın gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur. Düşünememesinin sonucu… Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve tanım-layamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatının kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir. Hayatınızı kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç…

İsim vermek gerekirse iki diktatör olan Hitler ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar mıydı? Açık bir amaçları yok muydu?

Tabii ki hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret etmiş-lerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged’taki James Taggart karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya yaratıcı bir amaçla aynı şey değil.

Hayatlarını keskin çizgilerle tanımlanan tek bir hedef etrafında düzenleyenler ufuklarının bir hayli daralması tehlikesiyle karşı karşıya kalmazlar mı?

Tam tersi. Merkezi bir amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar, hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklının hakimiyetine açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rastgele etkilerin ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz. Hiçbir zaman bula-mayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.

Kaprisleri hayatımızdan tamamen uzak tutmak ve tamamıyla rasyonel bir tarzda yaşamak tatsız, renksiz veya keyifsiz bir yaşam sürmemize sebep olmaz mı?

Samimi olarak neden bahsettiğinizi anlamadığımı söylemeliyim. İlk önce kav-ramlarımızı tanımlayalım. Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkın-daki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de zahmet etmediğiniz bir duygudur. Peki “kaprislerle hareket etmek” ne demek oluyor? Bu, insanın bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yaşamasıdır. Bu insanın geçici bir delilik hali içinde yaşaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyifin canilerin kan dökerken aldığı keyife benzeyeceğini düşünüyorum. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirebilir.

O halde duyguların yaşamımızda hiç yeri olmamalı mı?

Tabii ki hayır. Sadece duyguların olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanın değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil sonuçturlar. İnsan eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız raddede bir çelişki olmak zorunda değildir. Rasyonel insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar. Eğer önkabulleri yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin nedenini ve haklı olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir; rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını sebep aklını ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklını duygularını rasyonalize etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor demektir. Böylelikle kendini zulüme, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz.

Sizin felsefenize göre çalışma ve başarı hayattaki en yüksek hedefler. Siz arkadaşlığın ve aile bağlarının sıcaklığında daha fazla tatmin olanları gayri ahlaki olarak mı değerlendiriyorsunuz?

Eğer arkadaşlık ve aile bağları gibi değerleri üretken faaliyetlerinden daha üstün kabul ediyorlarsa, evet o zaman gayri ahlakidirler. Arkadaşlık, aile bağları ve beşeri ilişkiler insan hayatında birincil derece önemi haiz değildir. Beşeri hayatın diğer unsurlarını yaratıcı, üretken çalışmalarının üstünde tutan insan duygusal bir parazittir. Ancak işini en üstün değer olarak görürse işi ve beşeri ilişkilerden aldığı keyif arasında hiç bir çelişki olmayacaktır.

Siz kadınların da erkekler gibi hayatlarını işleri etrafında organize etmeleri gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse bu ne çeşit işler olmalı?

Tabi ki. Ben kadınların da insan olduklarına inanıyorum. Erkek için uygun olan herşey kadın için de uygundur. İki cinsin de hayatlarıyla ilgili temel prensipler aynıdır. Bir erkeğin ne çeşit işler yapması gerektiğini saptamaya kalkışmayacağım için kadınlar için de ne çeşit işlerin uygun olacağını söyleyemem. Özellikle kadınlara göre veya kadınsı olan hiçbir iş yoktur. Kadınlar da erkekler gibi işlerini kendi amaçları ve değer yargıları doğrultusunda seçmelidirler.

Sizce kendini kariyeri yerine evine ve ailesine adayan bir kadın gayri ahlaki midir?

Gayri ahlaki olduğunu değil ama hayatın gereklerine uymadığını söyleyebilirim. Çünkü ev, çocukların çok küçük olduğu zamanlar hariç, tüm günü kapsayacak bir uğraşı, bir meslek olamaz. Ne var ki, kadın eğer bir aileyi çok ister ve bunu kariyeri haline getirmek isterse, bu işle bir kariyere yakışacak şekilde ilgilenirse, çocuklarını yetiştireceği kuralları ve prensipleri tanım-larsa ve bu işe entellektüel bir tavırla yaklaşırsa, en azından bir süre için ev hanımlığını da bir meslekmiş gibi düşünü-lebilir. Duygusal bir düşkünlük olmaktan çıkarılıp bir bilim olarak düşünülürse bu çok sorumluluk yüklü ve önemli bir görevdir.

Sizce bütün ihtirası çalışmak olan rasyonel insanın hayatında romantik aşkın yeri nedir?

Romantik aşk o insanın en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan bütün ihtirası işi olan adamdır. Çünkü aşk bir erkeğin veya kadının karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer insanın açıkca tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da takdir edemez. Bu açıdan, Pınar’dan okuyucular tarafından sürekli atıfta bulunulan bir alıntı yapmak istiyorum: " ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk önce ‘ben’ demeyi bilmek gerekir"

Siz kişinin kendi mutluluğunun en yüksek amaç ve fedakarlığın gayri ahlaki olduğunu savunuyorsunuz. Bu işde geçerli olduğu kadar aşkda da geçerli midir?

Başka herhangi bir konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve bencil bir öneme sahip olduğu anlamına gelir. Eğer kişiliğiniz yoksa, birine aşık olmanız o kişiyle beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel keyif ve mutluluk almadığınız, olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak kendinizi onun isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin böyle bir durumdan dolayı gurununun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı kabul etmeyeceğini belirtmeme gerek yok. Aşk kendini bir başkası için feda etmek anlamına gelmez. Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa vurulmasıdır. Aşık olduğunuz insana kendi mutluluğunuz için ihtiyaç duyarsınız ve bu ona bahşedebileceğiniz en büyük iltifat ve onurdur.

Salt fiziksel aşkın çirkin ve şeytani olduğuna dair püritan anlayışı yerdiniz. Buna rağmen “ayrımcı olmayan arzu ve seçici olmayan düşkünlükler kendilerini ve seksi şeytani olarak görenlere mahsustur” satırları da size ait. Sekste ayrımcı ve seçici düşkünlüklerin ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?

Seçici ve ayrımcı olan bir seks hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur. Seks karşı tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak nitelendiri-yorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks çok iyi ve önemli olduğu için.

Bu sizin açınızdan seksin sadece evli çiftler arasında yapılması gerektiği anla-mında yorumlanabilir mi?

Şart değil. Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu ilişkinin bir evliliğe dönüşüp dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın hayatlarının seyrine bağlıdır. Evliliği, iki taraf da hayatlarının sonuna kadar beraber olmayı isteyebilecekleri insanı buldukları zaman –ki hiç kimse bundan otomatik olarak emin olamaz- çok önemli bir kurum olarak kabul ediyorum. Taraflar nihai tercihlerine ulaştıklarından emin olurlarsa evlilik elbette arzu edilen bir durumdur. Fakat bu, tarif edilen mutlak kesinlikten daha azı üzerine kurulan herhangi bir ilişkinin uygunsuz olduğu anlamına gelmemelidir. Bir ilişki veya evlilik kararı ile ilgili sorunun sadece konuyla ilgili tarafların durumlarına ve bilgilerine bağlı olduğunu ve kararın onlara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Çiftler karşılıklı olarak ilişkilerini ciddiye alıyorlarsa ve ilişkileri ahlaki değerler üzerine kuruluysa her iki durum da ahlakidir.

Aydınlanmış bir kişisel çıkar arayışının liderliğini yapan biri olarak kişinin hayatını hedonistik kişisel haz arayışına vakfetmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hedonistik felsefeye tamamıyla karşıyım. Hedonistik felsefeye göre size haz veren herşey iyidir. Dolayısıyla Keyif ahlaki bir standart olarak değerlendirilir. Objektivizm iyinin rasyonel bir değer standartıyla tanımlanması gerektiğini ve keyif hissinin bir sebep değil sonuç olduğunu savunur. Sadece rasyonel değer yargıları sonucu ortaya çıkan keyif duygusu ahlaki olarak nitelendirilebilir. Hedonistik keyif anlayışı kendi başına eylemlerimizi yönetemez veya bir ahlaki standart olarak kullanılamaz. Zevk hissinin bir ahlaki standart olduğunu söylemek bilinçli veya bilinçsiz, doğru ya da yanlış hangi ahlaki değerleri edinmiş olursanız olun sahip olduğunuz ahlaki değerlerin doğru ve ahlaki olduğunu savunmaktır. Bu aklınız yerine rastgele hislerin, duyguların ve kaprislerin kontrolünde olduğunuz anlamına gelir. Benim felsefem hedonizmin tam tersidir. Ben kişinin mutluluğu tesadüfi, keyfi veya subjektif araçlarla yakalayamayacağını savunuyorum. İnsan ancak rasyonel değerleri referans alarak mutluluğu yakalayabilir. Rasyonel değerler demekle birinin keyfi veya körü körüne rasyonel kabul ettiği herhangi bir değeri kastetmiyorum. İnsan için rasyonel olan ahlaki standartları ve takip edilecek rasyonel değerleri tanımlamak ahlakın ve etik biliminin alanıdır.

Vaktini kadınların peşinden koşarak ziyan eden bir adamın kendini adam yerine koymadığını, hor gördüğünü söylediniz. Bunu biraz açar mısınız?

Bu durumdaki bir erkek seks açısından sebep ve sonuç ilişkisini tersine çeviriyor demektir. Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir. Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Kendine olan saygısını cinsel fetihlerinin ona kazandırmasını bekler; ki bu imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder.

“Seksin mantığa kapalı” olduğu fikrine karşı çıkıyorsunuz. Fakat seks mantık dışı biyolojik bir güdü değil midir?

Hayır. Öncelikle, insanoğlunun güdüleri yoktur. Fiziksel olarak seks sadece bir kapasitedir. Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve kimi çekici bulacağı kendi ahlaki değer standartlarıyla ilgili bir şeydir. Tercihlerini kontrol eden, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel felsefesi cinsel hayatını yönlendirir.

İnsan güçlü, mantık dışı biyolojik dürtülere sahip değil midir?

Değildir. Kişi belirli bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara sahiptir. Fakat bunları nasıl, hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip değildir. Mesela insanın yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat önce bu hissi açlık olarak tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl yiyecek elde edebileceğini öğrenene kadar aç kalacaktır. İnsan dünyaya belirli fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne keşfedebilir ne de tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri ona ne yapması gerektiğini söylemeyecektir.

Atlas Shrugged’da "her meselenin iki yüzü vardır. Bir yüzü yanlış diğeri ise doğrudur. Fakat ikisinin ortası her zaman kötü ve şeytanidir” diye yazmışsınız. Bu bir hayli siyah-beyaz bir bakış açısı değil mi?

Kesinlikle öyle. Bütün gücümle siyah-beyaz bir dünya anlayışını savunuyorum. İzin verirseniz bunu tanımlayalım. Siyah ve beyaz ifadesiyle ne denmek isteniyor? Bu iyi ve kötü demektir. Herhangi bir şeyi gri veya orta yol olarak adlandırmadan önce siyah ve beyazın ne olduğunu tanımlamanız gerekir. Çünkü gri bu ikisinin karşımından başka bir şey değildir. Bir alternatifi iyi diğerini kötü olarak tanımladıktan sonra ikisinin karışımını seçmenin doğru olduğunu savunamazsınız. Bir kısmında kötülük olduğunu bildiğiniz bir şeyi seçmeyi meşrulaştıramazsınız.

Şu halde mutlak doğrulara inanıyor-sunuz?

İnanıyorum.

Öyleyse objektivizm bir dogma olarak adlandırılabilir mi?

Hayır. Dogma, rasyonel delillere rağmen ve rasyonel yollarla doğruluğu kanıtlanma-dan iman yoluyla kabul edilen inançlar bütünüdür. Dogma kör bir inancın konu-sudur. Objektivizm bunun tam tersidir. Herhangi bir fikir veya yargıyı doğruluğunu mantık yoluyla ispatlamadan kabul etmeme-niz gerektiğini savunur.

Eğer geniş ölçüde kabul görürse, objektivizm bir dogmaya dönüşmeye zorlanabilir mi?

Hayır. Objektivizmin onu bir dogma olarak kullanmak isteyecek insanlara karşı kendi kendini koruyabileceğini biliyorum. Objektivizm kişinin aklını kullanmasını öngörür. Genel prensipleri ayrım gözetmeden ve düşünmeden kendi yaşamlarında uygu-lamaya kalkanlar bunun yapılamayacağını görürler. Böylelikle objektivizmi ya uygula-maya ya da reddetmeye zorlanırlar. Uygula-mak derken kişinin objektivist prensipleri kendi gündelik yaşamındaki belirli problem-ler karşısında nasıl kullanacağını kendi aklını, düşünme yetisini kullanarak bulmasını kastediyorum.

İmana karşı olduğunuzu söylediniz. Tanrıya inanıyor musunuz?

Kesinlikle hayır.

“Haç işareti zulmün, ideal olanın olmayana feda edilmesinin işaretidir. Dolar işaretini tercih ederim” dediğiniz söyleniyor. Samimi olarak ikibin yıllık hristiyanlık pratiğinin “zulüm” olarak tanımlanabilece-ğini düşünüyor musunuz?

Öncelikle o sözü asla söylemedim. Ne edebi ne de entellektüel alanda bu benim tarzım değil. Dolar işaretini tercih ettiğimi söylemedim ve lütfen bunu yazın, bu ucuz bir saçmalıktır. Bu alıntının nereden yapıldığını bilmiyorum fakat dolar işeretinin anlamı Atlas Shrugged’da açıklanmıştır. Hikayede açıkça anlatıldığı gibi, dolar işareti serbest ticaretin, dolayısıyla hür aklın işaretidir. Hür akıl ve serbest ticaret birbirlerinin önkoşuludurlar. Birisi olmadan diğeri varolamaz. Hür bir ülkenin parasının işareti olan dolar işareti bu yüzden hür bir aklın sembolüdür. Daha da ötesi, dolar işaretinin tarihsel kaynağı ile ilgili olarak hiç bir zaman kanıtlanamayan olası bir hipoteze göre Birleşik Devletlerin de sembolüdür.

Şimdi haç hakkında birşeyler söylememi istiyorsunuz. Samimi olarak haç işaretinin ideal olanın olmayana feda edilmesinin sembolü olarak kabul ediyorum. Anlamı da bu değil midir zaten? Hristiyan felsefesine göre İsa ideal insandır. Kendi benliğinde ne tip insanın varolmaya layık olduğunun örneğini verir. Buna rağmen Hristiyan mitolojisine göre kendi günahları için değil ama ideal olmayan insanların günahları uğruna haçın üzerinde can vermiştir. Diğer bir deyişle kusursuz erdemlere sahip bir insan, kötü ve kendileri için yapılan bu fedakarlığı kabul ettikleri öngörülen veya sanılan insanlar uğruna kurban edilmiştir. Eğer hristiyan olsaydım hiçbir şey beni ideal olanın olmayana, erdemin kötülüğe kurban edilmesi tasavvurundan daha fazla hiddetlendiremezdi. İnsanlardan o işaretin uğruna kendilerinden daha kötü olanlara kurban olmaları beklenmektedir. Sembol aynen bu amaç için kullanılmaktadır ve bu eziyettir.

Size göre herhangi bir din insan hayatına yapıcı bir öge katmış olabilir mi?

Din aracılığıyla –gerçekliğe ve mantığın sonuçlarına aykırı veya bunlar tarafından desteklenmeyen körü körüne bir inanç olarak- hayır. Bu şekliyle iman insan hayatına oldukça zararlıdır çünkü mantığın bastırılmasını gerektirir. Fakat dinin felsefenin ilk formu, insanlar bir felsefe oluşturacak kadar gelişemeden önce kendi hayatlarına ve bir değerler koduna referans olabilecek tutarlı bir çerçeve kazandırma, evreni açıklama çabaları olduğunu hatırlamanız lazım. Ve felsefe olarak bakıldığında bazı dinlerin çok değerli ahlak görüşleri vardır. Olumlu etkileri ve özümsenecek uygun ilkeleri vardır. Fakat bütün bunlar çok çelişkili ve… nasıl demeli, çok tehlikeli ve kötü amaçlar için kullanılmaya elverişli bir zeminde, iman üzerinde sunulmaktadır.

O halde dolar ve haç işareti arasında bir tercihte bulunmanız gerekseydi doları seçeceğinizi söyleyebilir misiniz?

Böyle bir tercih yapmayı kabul etmem. Şöyle diyelim: İman ve mantık arasında bir tercihte bulunmam istenseydi, bu ikilinin birbirine alternatif kabul edilebileceğini düşünmek bile istemezdim. Bir insan olarak tereddütsüz mantığı seçersiniz.

Ford ve Rockefeller aileleri gibi varlıklı işadamlarının servetlerini hayır işlerinde kullandıkları için gayri ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?

Hayır, hayır işlemek istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir. Hayır işleri üzerine olan görüşlerim bir hayli basittir. Hayır işlerini birincil bir erdem olarak ve en önemlisi ahlaki bir ödev olarak görmüyorum. Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım edecek maddi gücünüz varsa başka insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı yok. Hayır faaliyetini marjinal bir konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.

Ford ve Rockefeller aileleri gibi varlıklı işadamlarının servetlerini hayır işlerinde kullandıkları için gayri ahlaki olduğunu söyleyebilir misiniz?

Hayır, hayır işlemek istiyorlarsa bu onlara kalmış bir şeydir. Hayır işleri üzerine olan görüşlerim bir hayli basittir. Hayır işlerini birincil bir erdem olarak ve en önemlisi ahlaki bir ödev olarak görmüyorum. Eğer yardım ettiğinize değiyorsa ve yardım edecek maddi gücünüz varsa başka insanlara yardım etmenin yanlış bir tarafı yok. Hayır faaliyetini marjinal bir konu olarak kabul ediyorum. Karşı olduğum görüş hayır işlerinin ahlaki bir ödev ve büyük bir erdem olduğu tasavvurudur.

Felsefi sisteminizde merhametin yeri nedir?

Merhametin ahlaki açıdan suçlu olanlara değil masum kurbanlara karşı gösterilmesi uygundur. İnsan bir toplama kampının kurbanlarına karşı merhamet hissederken onlara işkence edenlere de aynı merhameti gösteremez. Eğer işkencecilere karşı merhamet hissediyorsa, işkence görenleri manevi açıdan aldatıyor demektir.

Başka birini korumak için bir kurşunun önüne atlayıp kendini feda etmek Objektivizmin prensiplerine aykırı mıdır?

Hayır. Bu duruma göre değişir. Eğer kocamı hedeflemişse bir kurşunun önüne atlayabilirim. Eğer bir varlığa veya fikre yeterince değer veriyorsanız onu korurken ölmek kendini feda etmek değildir, çünkü onsuz varolmanın sizin için bir anlamı yoktur.

Bir amaç uğruna ölebilir misiniz? Veya sizin felsefenizin takipçileri bir amaç için kendilerini feda edebilirler mi? Fedakarlık mefhumuna gerçekten karşı olan bir Objektivist için herhangi bir sebep kendini feda etmeye değebilir mi?

Kitabımda bu sorunuzun cevabı açıkça verilmiştir. Atlas Shrugged’da kişinin değerleri için yaşaması, gerekirse de savaşması gerektiğini açıkladım. Çünkü yaşamak ahlaki değerlere ulaşma çabasından ibarettir. İnsanoğlu çaba göstermeden hayatta kalamaz. Rasyonel bir varlık olarak yaşamalı ve daha azını kabul etmemelidir. Bir vahşi olarak hayatta kalamaz. Yiyecek gibi en basit bir değer bile bizzat insan tarafından üretilmelidir. Daha ilgi çekici, daha önemli kazanımlar için de aynı şey geçerlidir. Bütün değerler insan tarafından kazanılmalı ve korunmalı, tehdit altındalarsa -rasyonel bir varlık olarak yaşama hakkını korumak için- onun tarafından savunulmalıdır. Eğer bana Objektivizm uğruna hayatımı feda edip edemeyeceğimi soruyorsanız, ederim. Fakat daha da önemlisi objektivizm için yaşamak istememdir ki bu çok daha zordur.

Mantık üzerine yaptığınız vurgularınızda zamanımızın yazarları, romancıları ve şairleriyle felsefi açıdan çatışıyorsunuz ki bunların bir çoğu kendilerini mistik ve irrasyonel olarak tanımlıyorlar. Sizce bunun sebebi nedir?

Çünkü sanat kaynağını felsefeden alır ve günümüzün baskın felsefi akımı neomistisizimdir. Sanat, sanatçının insan ve varoluş hakkındaki temel görüşlerinin yansımasıdır. Sanatçıların çoğu kendi felsefi anlayışlarını geliştirmedikleri için kendi zamanlarının baskın felsefi akımlarını, bilinçli veya bilinçsizce benimserler. Günümüz edebiyatının büyük bir kısmı günümüz felsefesinin bir yansımasıdır. Ve edebiyatın günümüzdeki haline bir bakın!

Fakat bir yazar zamanını yansıtmamalı mı?

Hayır. Yazar her rüzgarla savrulan, edilgen bir takipçi değil zamanının aktif entellektüel lideri olmalıdır. Yazar kendi kültürünün değerlerini biçimlendirmeli, insan hayatının amaçlarını öngörüp somutlaştırma-lıdır. Edebiyatın günümüzdeki vitrininden silinen romantik akımın özü budur.

Edebi açıdan günümüzün bu anlayışı bizi nereye götürür?

Naturalizmin sonuna götürüyor. Naturalist akıma göre yazar etrafında her ne gözlemlerse gözlemlesin, pasif bir fotoğrafçı, veya eleştirmeden, kendi görüşlerini katma-dan olayları aktaran bir muhabir gibi olmak zorundadır. Romantisizme göre ise yazar etrafındakileri o anda oldukları gibi değil, Aristo’dan bir alıntı yapmak gerekirse, “olabilecekleri veya olmaları gerektiği gibi" sunmalıdır.

Kendinizin romantisiztlerin sonuncusu olduğunu söyleyebilir misiniz?

Ya da, Atlas Shrugged’daki bir karakterimden alıntıyla, “geri dönüşlerinin öncüsü”

Genelde günümüz edebiyatı hakkındaki değerlendirmeniz nedir?

Felsefi açıdan, gayri ahlaki. Estetik açıdan beni sıkıntıdan öldürüyor. Özellikle insan-ların sefaletlerini konu yapan bir pislik çukuruna dönüşüyor. Ve sefalet kadar da sıkıcı bir şey yoktur.

Takdir ettiğiniz bir romancı var mı?

Evet, Victor Hugo.

Günümüz yazarlarından?

Hayır, sözde ciddi olanlarının arasında takdir ettiğimi söyleyebileceğim birisi yok. Romantisizmin günümüzdeki kalıntısı olan çağdaş popüler edebiyatı tercih ediyorum. Favorim Mickey Spillane.

Neden onu beğeniyorsunuz?

Çünkü temelde bir ahlakçı. Basit bir form içinde, mesela bir dedektif romanında, iyi ve kötünün çatışmasını siyah ve beyaz ögelerle sunuyor. İki tarafında rezaletlerini sıkıcı gri bir karışım içinde ortaya atmıyor. Uzlaşamaz bir çelişki sergiliyor. Bir yazar olarak benim en önemli saydığım özellik olan konu yapılandırmasında çok parlak bir uzman.

Faulkner hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pek birşey düşünmüyorum. Stili güzel ama pratikte içerik olarak zor okunuyor. Ondan pek az okudum.

Nabokov’a ne dersiniz?

Sadece bir kitabını ve diğerinin yarısını okudum. Yarısını okuduğum kitabı Lolita idi. Bitiremedim. Parlak bir stili var. Fakat seçtiği konular, hayatı algılayışı ve insana bakışı hiçbir sanatsal yeteneğin kapatamayacağı kadar kötü.

Bir romancı olarak felsefenin yazılarınızın ana amacı olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Hayır. Benim ana amacım ideal insanı “olabileceği ve olması gerektiği gibi” göstermektir. Felsefe bu amaca ulaşmak için bir araçtır.

Eski romanlarınızdan Anthem (Ben)’de ana karakteriniz “karar veren irademdir ve saygı duyduğum yegane karar da irademin istekleridir”diyor. Bu anarşizim değil mi? Kişinin saygı duyması gereken tek kanun kendi arzusu veya iradesi midir?

Kastedilen “kişinin kendi iradesi” değil “kişinin kendi rasyonel yargısıdır”. Bu iyi ya da kötü şiirsel bir ifadedir ve Anthem’de tüm hikaye içinde iyice açıklanmıştır. Gör-düğünüz üzere hür irade kavramını genellikle anlaşılan manasından tamamen ayrı bir anlam içinde kullanıyorum burada. Hür irade insanın düşünme veya düşünmeyi reddetme kabiliyetinden oluşur. Düşünme eylemi insanın ana tercihidir. Rasyonel insan hiç bir zaman arzuların veya kaprislerin esiri olmaz, rasyonel yargısının doğruluğunu teyid ettiği değerleri ona yol gösterir. Tanıyabileceği tek otorite budur. Bu anarşi değildir. Çünkü insan özgür ve uygar bir toplumda yaşamak isterse mantık icabı o toplumun objektif, rasyonel ve geçerli kanunlarına uymayı tercih edecektir. Bu konuyla ilgili olarak devletin işlevleri ve ona olan ihtiyacımız üzerine The Objectivist Letter’da bir makale yazdım.

Sizce devletin işlevleri nelerdir?

Temelde devletin sadece tek işlevi vardır: Birey haklarını korumak. Haklar sadece fiziksel güç veya onun türevleri kullanılarak ihlal edilebileceğine göre devlete düşen görev fiziksel güç kullanımını başlatanlardan, yani suçlulardan insanları korumaktır. Toplumda güç sadece kendini korumak ve mukabele amacıyla, o da sadece güç kullanı-mını başlatanlara karşı kullanılabilir. Devletin doğru işlevi budur: İnsanları zor kullanmaktan alıkoyarak polis vazifesi görmek…

Eğer güç sadece güce karşı koymak amacıyla kullanılabiliyorsa, devlet asker veya vergi toplamak amacıyla güç kullanmak hakkını haiz midir?

Prensip olarak vergi vermenin, devlete karşı diğer bütün sorumluluklarımızda olduğu gibi, gönüllü yapılmasını uygun buluyorum. Fakat bu yöntemin nasıl uygulanabileceği konusu çok karmaşıktır. Sadece bazı metodlar önerebilirim fakat onların üzerinde mutlak çözümmüşler gibi ısrarlı olamam. Mesela Avrupa’nın bir çok ülkesinde devlet eliyle düzenlenen piyan-golar gönüllü ödenecek vergiler için uygun bir yöntem olabilir. Başka örnekler de verilebilir. Vergiler, devletin sağladığı çeşitli hizmetlere ihtiyaç duydukları için, vatandaş-ların katkıda bulunacakları ve bulunmaları gereken (sigorta ödemeleri gibi) gönüllü faaliyetlerden biridir. Ancak elbette bu uzun vadede, insanlar tam anlamıyla hür bir sosyal sistem kurdukları zaman, gündeme gelebilecek bir problem. Onun içindir ki savunulması gereken ilk değil son reform olmalıdır. Askere almayla ilgili olarak şunu söyleyebilirim ki, kesinlikle haklı veya anayasal bir uygulama değildir. Bireyin kendi hayatı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı gibi temel bir özgürlüğünü ihlal etmektedir. Kimsenin başkasını kendi amaçları için ölüme göndermeye hakkı yoktur. Bir ülke vatandaşlarını gönüllü olmadıkları bir hizmeti yapmaya zorlayamaz. Ordular kesinlikle gönüllülük esasına göre oluşturulmalıdır. Askeri otoriteler de gönüllü orduların en iyi ordular olduğunu teyid etmektedir.

Diğer kamusal gereksinimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela posta idaresini devletin meşru işlevi olarak görüyor musunuz?

Şimdi şunda anlaşalım: Benim pozisyonum son derece tutarlı. Sadece posta idaresi değil, sokaklar, caddeler ama hepsinin üzerinde okullar özel şahıslar tarafından işletilmeli ve mülkiyetleri özel şahıslara ait olmalı. Devlet ve ekonominin birbirlerinden ayrılmasını savunuyorum. Devletin görevi sadece güç kullanımı ile ilgili konularla sınırlı olmalı. Bu polis, silahlı kuvvetler ve mahkemeler gibi insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözen kurumlardan başka hiçbir alanı kapsamaz. Bunların dışında kalan herşey özel şahıs ve kuruluşlar tarafından yönetilmelidir. Şüphesiz bu çok daha iyi bir yönetim olacaktır.

Yeni devlet kurumları veya kuruluşları kurar mıydınız?

Hayır ve konuları bu yöntemle ele alamam. Bir merkezi planlamacı değilim ve ütopyaları icat etmiyorum. Pratik hayattaki uygulamaları açık olan prensiplerden bahsediyorum. Eğer güç kullanılmasına karşıyım dediysem daha fazla tartışacak ne olabilir?

Uluslararası ilişkilerde güç kullanma unsuru hakkında ne düşünüyorsunuz? Herhangi bir özgür ulusun 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyasını işgal etmeye hakkı olduğunu söylemiştiniz…

Kesinlikle

Günümüzde herhangi bir hür ulus Sovyet Rusya’yı, Küba’yı ya da diğer bir “bağımlı devlet”i işgal etmeyi bir görev değilse de ahlaki bir hak olarak telakki edebilir. Doğru mu?

Doğru. Herhangi bir diktatörlük –vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir devlet- kanun dışıdır ve hiçbir hak iddia edemez.

Birleşik Devletlerin Kübayı veya Sovyetler Birliğini işgal etmesi için aktif olarak kampanya açar mısınız?

Şu anda değil. Böyle bir eylemin gerekli olduğunu sanmıyorum. Sovyetler Birliğinin herşeyden çok korktuğu bir eylem olan ekonomik boykotları savunuyorum. Kübanın ambargoya alınmasını ve Sovyetler Birliğine ekonomik boykot uygulanmasını destekliyorum. Böylece tek bir Amerikalının hayatı zarar görmeden iki rejimin de çökeceğini göreceksiniz.

ABD’nin Birleşmiş Milletler’den ayrılmasını tercih edermisiniz?

Evet. Dünya barışı ve insan hakları adına kurulmuş olan bir organizasyonun üyeleri arasında Sovyet Rusya gibi tarihin en saldırgan ve eli kanlı kasabının bulunmasını tasvip etmiyorum. İnsan haklarının korunması kalıbı, koruyucuların arasında Sovyet Rusya’nın da bulunduğu bir ortamda, bu organizasyonu desteklemesi veya onaylaması gereken insanlığın zekasına ve insan hakları kavramına bir hakaret ve saldırı anlamına geliyor. Bireyin canilerle işbirliği yapmasının zorunlu olduğuna nasıl inanmıyorsam, hür ülkelerin diktatörlüklerle işbirliği yapmaları gerektiğine de inanmıyorum.

Rusya ile diplomatik ilişkilerin gerilmesini destekler misiniz?

Evet.

Antikomünist, antisosyalist ve antiliberal olarak adlandırıldınız. Buna rağmen muhafazakar olarak adlandırılmayı da reddediyorsunuz. Aksine en keskin eleştirilerinizden bir kısmını muhafazakarlar için sarfettiniz. Siyasi pozisyonunuz nedir?

Düzeltiyorum. Pozisyonumu asla negatiflerle tanımlamam. Laissez-faire kapitalizminin, bireysel hakların –ki bundan başka bir hak kategorisi yoktur- ve bireysel özgürlüğün savunucusuyum. Komünizm, refah devleti, faşizim, Nazizim ve modern liberalizm (Amerikadaki sosyal demokrasi benzeri fikriyat) gibi bireyi kollektif bir bütüne kurban eden her doktrine bu zemin üzerinde karşı çıkıyorum. Muhafazakarlara da aynı sebeple karşıyım. Muhafazakarlar karma ekonomi ve refah devletinin destekçisidirler. Liberallerle prensipte değil detayda farklılaşırlar.

Amerikanın entellektüel iflasla karşı karşıya kaldığını öne sürdünüz. Bu suçlamanız National Review gibi sağcı yayınları da kapsıyor mu? Söz konusu dergi sizin devletçilik dediğiniz mefhuma karşı çıkan güçlü seslerden biri değil mi?

Natianal Review’ı Amerikanın en kötü ve tehlikeli dergisi olarak kabul ediyorum. Kapitalizmi savunurken kullandıkları yöntem kapitalizmin kötülenmesine ve zarar görmesine yol açıyor. Nedenini anlatmamı ister misiniz?

Evet, lütfen

Çünkü kapitalizmi dinle bağdaştırıyor. National Review’ın ideolojik posizyonu özgürlük ve kapitalizmi kabullenmek için kişinin mutlaka Tanrıya, bir dine veyahut aşkın bir mistisizme inanması gerektiği anlamına geliyor. Bu da kapitalizmi rasyonel bir zeminde savunmanın mümkün olamayacağını düşündürüyor. Öyle ki, mantığın ve aklın kapitalizmin tarafında olmadığını ve esir bir toplumla diktatörlüklerin rasyonel bir sistem olduğunu, insanın ancak mistik bir imanla özgürlüğe inanabileceğini kabullenmek durumunda kalıyorsunuz. Kapitalizmi bundan daha fazla küçültecek bir argüman olamaz ve gerçek bu argümanların söylediğinin tam tersidir. Kapitalizm mantıkla savunulup meşrulaştırılabilecek yegane sistemdir.

Sizin politik hedefleriniz var mı? Seçimlere katılmayı düşündünüz mü hiç?

Kesinlikle hayır. Ve böyle birşeyi dileyecek kadar benden nefret etmediğinizi umuyorum.

Fakat politika ile ilgileniyorsunuz, en azından politik teoriyle değil mi?

Dilerseniz şöyle cevaplayayım: Sovyet Rusya’dan geldiğimde politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için. Kendi ilgi ve amaçlarım için yaşamakta özgür bırakılabileceğim; devletin onları bozmak için müdahale etmeyeceği; hayatımın, emeğimin, geleceğimin devletin veya bir diktatörün kaprislerinin insafına bırakılmayacağından emin olacağım bir toplum yapısını sağlamlaştırmak istiyorum. Tavrım bugünde aynıdır. Sadece günümüzde bunların henüz erişilmemiş birer ideal olduğunu, başkalarının benim amaçlarım için mücadele etmesini bekleyemeyeceğimi ve her sorumlu vatandaş gibi amaçlarım uğruna elimden geleni yapmam gerektiğini biliyorum. Diğer bir deyişle, politikayla özgürlükleri pekiştirmek ve korumak için ilgileniyorum.

Çalışmalarınızın bütününde çağdaş dünyanın organizasyonunun, kapitalist ülkelerde bile bireyi kuşatan ve bireysel insiyatifi boğan bir yapıda olduğunu savunuyorsunuz. Atlas Shrugged’da John Galt “akil adamları” bir greve yönlendirerek etraflarındaki kollektivist toplum yapısının çökmesini sağlıyor. Sizde günümüz sanatçılarının, entellektüellerinin ve sanayicilerinin yeteneklerini toplumsal hayattan bu şekilde çekmelerinin zamanının geldiğini mi düşünüyorsunuz?

Hayır, henüz değil. Fakat açıklamaya başlamadan önce sorunuzun bir kısmını düzeltmeliyim. Bugün içinde yaşamakta olduğumuz sistem kapitalist bir ekonomi değil. Çağımıza da damgasını vuran mevcut sistem karma ekonomidir. Özgürlük ve kısıtlamalarının bir karışımı olan ve diktatörlüğe doğru ilerleyen bir sistemdir bu. Atlas Shrugged’da yeralan eylem toplum diktatörlükle yönetilme safhasına eriştiği zaman yapılmıştır. Eğer biz de o noktaya gelirsek, ve ancak geldiğimiz zaman greve gitme zamanı olacaktır; daha önce değil.

Diktatörlük demekle neyi kastediyor-sunuz? Bir diktatörlüğü nasıl tanımlarsınız?

Diktatörlük insan haklarını tanımayan ve devletin vatandaşları üzerinde sınırsız bir güç uygulama yetkisine sahip olduğu bir sistemdir.

Sizin tanımınızda diktatörlük ve karma ekonomiyi ayıran sınır nerdedir?

Bir diktatörlüğün 4 unsuru vardır: Tek parti yönetimi, politik muhalefete karşı yargısız infaz uygulamaları, özel mülkiyete el konulması veya kamulaştırılması ve sansür uygulaması. Hepsinden daha baskın olanı bu sonuncusudur. İnsanlar serbestçe konuşup yazabildikçe, sansür uygulanmadıkça, herşe-ye rağmen toplumu reforme etmek ve daha iyi bir noktaya sürüklemek ihtimali vardır. Eğer sansür uygulanıyorsa, insanların entellektüel açıdan greve gitmeleri, sosyal sistemle hiçbir şekilde işbirliği yapmamaları gerekir.

Sizin açınızdan arzulanabilir toplumsal değişiklikleri gündeme getirmek için grevden önce neler yapılması gerektiğine inanıyor-sunuz?

Toplumsal akımlara yön veren ve sosyal sistemleri yaratıp yıkabilme gücü fikirlerdedir. Onun için doğru fikirler ve doğru felsefe savunulmalı ve yayılmalıdır. Kapitalizmin tahribini de kapsayan modern dünyanın felaketleri alturist-kollektivist felsefenin sonucudur. İnsanların reddetmeleri gereken alturizmdir (diğergamlık, fedakar-lık).

Altrurizmi nasıl tanımlardınız?

İnsanın kendisi için yaşama hakkının olmadığını, varlığının yegane meşruluk kaynağının başkalarına hizmet etmek olduğunu ve fedakarlığın en büyük ahlaki görev, değer ve erdem olduğunu savunan bir ahlak sistemidir. Bu sistem kollektivizmin ve bütün diktatörlüklerin kendilerine ahlaki açıdan meşruluk kazandırdıkları zemindir. Özgürlük ve kapitalizme ulaşmak için insanlığın mistik, altruristik ve rasyonel bir etik koduna ihtiyaçları var. Öyle bir kod ki insanların birer kurbanlık hayvan olmadık-larını, ne başkaları uğruna kendilerinden fedakarlık ederek ne de başkalarından kendileri için fedakarlık etmelerini bekleyerek, kendi amaçları için yaşamaya hakları olduğunu açıklamalı ve savunmalı. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın Objektivist etiklere çok ihtiyacı var.

Peki bu değişimi gerçekleştirmek için kapsamlı eğitim ve propoganda metodları kullanılması gerektiğine katılıyor musunuz?

Evet, tabii ki.

Size muhalif olanlar Objektivizmin ahlaki ve politik prensiplerinin sizi Amerikan düşünce dünyasını kalıplarının dışına attığını söylüyorlar. Bu görüş hakkında ne düşünü-yorsunuz?

“Düşünce dünyasının kalıpları” diye bir kavramı tanımıyorum ve aldırmıyorum. Bu kavram ancak düşüncenin kontrol altında olduğu ve düşüncelerden değil kollektivist sloganlardan oluşan “düşünce kalıplarının” varolduğu bir diktatörlüğe veya kollektivist bir topluma uygun olabilir. Amerika’da böyle bir durum söz konusu değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Mamafih bu sözlerin, her muciti, çizginin dışına çıkan ve hayata bir değişiklik sunmaya muktedir herkesi kamuoyundaki tartışmalardan uzak tutmak için söylendiğini duydum. Ben bir mucitim. Bu bir ayrıcalık ve onur nişanıdır, saklanacak ve özür dilenecek bir leke değil. Yeni veya değerli fikirleri olan herkes entellektüel statükonun dışında durur. Ama statüko bir “düşünce” değildir ki düşünce dünyasının yerine geçsin. Statüko durgun bir bataklıktır. İnsanoğlunu ileriye taşıyanlar mucitlerdir.

Objektivizmin bir felsefe olarak dünyaya hakim olacağına inanıyor musunuz?

Hiç kimse böyle bir soruya cevap veremez. İnsanoğlu hür iradeye sahiptir. Belli bir zaman diliminde veya bir kuşakta rasyonel olmayı tercih edeceklerine dair hiçbir garanti verilemez. Ayrıca hiçbir felsefenin de “dünyaya hakim olması” gerekmez. Sorunuzu başka bir şekilde sorarsanız… Mesela “Objektivizm geleceğin felsefesi olacak mı?” derseniz cevabım koşullu bir evet olurdu: Eğer insanlar mantığa dönerlerse, diktatörlükler tarafından yok edilmezlerse veya yeni bir karanlık çağa girmezlerse, eğer düşünmelerine yetecek kadar varolmayı başarabilirlerse Objektivizm kabul edebilecekleri bir felsefe olarak onları bekleyecektir.

Niye?

İnsanoğlunun hür olduğu herhangi bir tarih diliminde kazanan her zaman en rasyonel felsefe olmuştur. Bu açıdan bakınca “evet, Objektivizm kazanacak” diyebiliyorum. Fakat bu temennimin gerçekleşeceğine dair hiç bir garanti veya insanların benimle aynı görüşü paylaşacağına dair önceden belirlenebilecek herhangi bir zorunluluk yok.

Dünyanın bugünkü haline sert eleştiriler yöneltiyorsunuz ve kitaplarınız sadece toplumun yapılanmasını değil, insanların iş, düşünce ve aşk hayatlarını ve bu alanlarda birbirleriyle olan ilişkilerini de değiştirmeye talip. İnsanoğlunun geleceği hakkında umutlu musunuz?

Evet, umutluyum. Entellektüel bir güç ve ahlaki bir ideal olarak kollektivizm bugün ölüdür. Fakat özgürlük ve bireycilik, ve onların siyasi ifadesi olan kapitalizm henüz keşfedilmedi. İnsanoğlunun bu değerleri keşfetmeye zamanı olacağını düşünüyorum. Ölmekte olan günümüz kollektivist felsefesinin bir sefalet, imkansızlıklar ve umutsuzluk kültüründen başka birşey yaratmamış olması dikkate değerdir. Zamanımızın, insanı başarısızlık, tükenmişlik ve yıkımla lanetlenmiş yardıma muhtaç, çaresiz ve akılsız bir varlık olarak yansıtan sanat ve edebiyat dünyasına bir bakın. Bu sunum bir kollektivistin kendi psikolojisinin itirafı olabilir fakat genel bir insan tasviri kesinlikle değildir. Eğer çizilen bu tablo gerçeğe uygun olsaydı mağaralarımızdan asla çıkamazdık. Fakat bugünlere gelmeyi başardık. Etrafınızı ve tarihi gözlemleyin. İnsanoğlunun başarılarını göreceksiniz. İnsanlığın gelişmek için sınırsız bir kabiliyete sahip olduğunu ve bu kabiliyeti mümkün kılan işlevi farkedeceksiniz. O zaman insanın yaradılış itibariyle çaresiz bir mahlukat olmadığını, ancak aklını, o yüce işlevi kullanmayı ihmal ettiğinde o hale düştüğünü anlayacaksınız. Ve büyüklük nedir diye bana sorarsanız; cevabım: “John Galt’ın 3 temel değerini kendinize düstur edinerek yaşayabilme azmi ve kabiliyetidir” olacaktır. Mantık. Amaç. Kendine saygı.

İNSAN NEDİR?

İnsan, evrenin tek rasyonel (akli)  varlığıdır. Realite ve insan bilinci, belirli bir kimliğe sahiptir; belirli bir tabiatı ve ihtiyaçları vardır. Realiteyi anlamak ve hayatta kalmak için,insanın en temel aracı AKLIDIR.   

Realite tekdir, insan bilincinin de tek bir tabiatı vardır. İnsan, özgür iradeye sahip, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Yani insan, "ilahi tecelli" veya "üretici güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin programladığı, cevhersiz, çaresiz bir robot değildir.

"Karakteri, faaliyetleri, değerleri , mevcudiyetle olan ilişkileri, gayesi ve amaçları konularında, yapmak zorunda kalacağı tercihlerde, kendisine rehberlik edecek değerler hiyeraşisini ve prensiplerini keşfetmek",  insan bilincinin gerçek bir ihtiyacıdır.

İnsan bilinci: muazzam bir bilgisayar gibi, programcısı olmadan bir işe yaramayan, bir mekanizmadır. Bilinçli olmaktan kaçtığı ettiği ölçüde, duygusal bilgisayarını, tesadüfi etkiler programlar: rasgele izlenimler,çağrışımlar,taklitler,slogan,klişeler. Sonuç korkunun egemen olduğu bir hayat hissi.

                İnsan geçmişsiz veya geleceksiz olarak an be an yaşayamaz;bütünleştirme kapasitesini elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemez ise: insan bilinci de, o anki somutluktan başka hiçbir şeyle uğraşamaz hale getirilerek daraltılamaz. İnsan işte bu mekanizmayı bilgisel bir amaçla kullanmak iradi bir eylemi gerektirir. Bundan imtina ederse, tesadüfler idareyi ele geçirir: mekanizma şoförsüz bir araba gibi çalışmaya devam eder. Bütünleşmiş kişilik: bilinç ile duygular arasında tam bir uyum olan,sahip olduğu hayat hissi ile bilinçli kanaatler çakışmış bir insandır. Hayatın anlamı, prensipler, idealler ve değerler; böylesi bir bilinç ile keşfedilir. Hayat hissi, doğru bir felsefenin rehberliğinde duygusal bütünleşmenin kriterlerini de belirler. Duyguları, tamamen ikna olduğu yargılarından kaynaklanır. Zihin başa geçer, duygular takip eder. Bilgilerini bütünleştirmek, bilinçli kanaatler edinmek için çaba göstermeyen insan; meramını ifade etmekten aciz kalarak, duygularının insafına kalır. Rasgele ve eklektik ve genellikle çelişkili fikirler kolleksiyonundan ibaret, böylesi bir felsefi enkaz, o insanın üzerinde hiçbir ikna gücüne sahip olamaz. Bu enkazın yarattığı duygular, realite karşısında onu genellikle yanıltacak, kendini sürekli olarak mutsuz olduğu haberini verecektir. Bu enkaz değerlerin elde edilemeyeceğini, mücadelenin nafile olduğunu; korku-suçluluk-ıstırap ve başarısızlığın insanlığın yazılı kaderi olduğunu; bir insan tarafından yapılabilecek hiçbir şey olmadığını ilan eder. Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp mevcudiyeti  lanetlemekle başlamak; insanın tabiatında böyle bir hale girmek bir yozlaşma sürecidir. Kimi ilk baskıda teslim olur, kimi kendini satar; kimi enerjisini, algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip, bütün ateşini yitirir. Sonra bunların hepsi kendilerine, olgunlaşmış olmak için zihinlerini terk etmek gerektiğini; güven içinde olmak için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine saygı ve güven erdemini kaybetmek gerektiğini telkin etmekte olan büyüklerinin teşkil ettiği büyük bataklıkta kaybolup giderler.yonel bir insanın o aynada görmeyi beklediği şey, haklı görünmektir. Kendine saygı-güven erdeminden yoksun olmakla ihanet ettiği benliği, son çırpınışında, hiç değilse bulunduğu dalaletin, düşkünlüğün haklı görülmesini istemektir.  

 

İnsanla ilgili her özelliğin spesifik bir tabiatı vardır. Dolaysıyla, bilinç de belirli bir tabiata, belirli bir kimliğe sahiptir. İnsanın akli yeteneğinden kaynaklanan irade de belirli bir tabiata sahiptir. Mevcudiyetteki tabii öğelerin kombinasyonlarını yeniden düzenlemek, insanın sahip olduğu tek yaratma gücüdür. İnsan hayalgücü,insanın realitede olduğunu veya olabileceğini bildiği şeyleri zihninde yeniden düzenleme yeteneğidir.

İnsan bilinci kavrama-düşünme alanında ancak bilincin kendisinin-irade yoluyla- başlatabildiği bir davranış gücüne sahiptir. İnsanlar zihni faaliyetlerini başlatma ve sürdürme alanında, bilinçlerinin tabiatının(kimliğinin) belirlediğinden başka türlü davranamazlar.(Hayvanlar bedenlerinin tabiatından başka türlü davranamazlar)

Rasyonel bir insan, amaçlarını-değerlerini-tercihlerini yargılarken:realitedeki olguları standart olarak alır. Çünkü ancak realitede metafiziken verili olan şeyler "neyse odur".Yani bilincin tek kaynağı realitedir. Metafiziken-verili olanla, insan-yapısı şeylerin farkını kavramak, bilincin somut bir ihtiyacıdır. İnsanın bilinci üzerindeki kontrolü, bilincinin tabiatı hakkında, bilgi sahibi olması ile mümkündür. İnsan realiteye başvurmadan, kendi bilinci hakkında hiçbirşey öğrenemez. Evren için "yer çekimi kanunu" ne demekse;"iradi bir bilince sahip olma özelliği" insan için o demektir. Bir insanı "hiçbirşey" düşünmeye zorlayamaz. Zihnini çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümdarlığında olan,sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür. Bu nedenle insanlar yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.

İnsanın "kendi aklı ile bulmadığı-ispatlayamadığı bir şeyi zımnen de olsa kabullenmesi" kendi tabiatı ile çelişir,böylece kendi tabiatına karşı davranmış olur. Kendisi ispata muhtaç bir "tabiat üstü" varsayımı kabul, yani akıldışı bir şeyi kabul, aklı felç etmekten başka bir şeye yaramaz. Realiteye karşı davranış veya inançtan çıkacak sonuç,ıstırap çekmek ve kendini imhadır. Realiteyi dolaysıyla bilincini inkar eden bir insan; başkalarının" bilincini-anlayışlarını-yargılarını-değerlerini" kabullenmek zorunda kalır;bu durumda insan,kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece ruhunu, bir bilinç paraziti haline getirir. Zihnini terk eden bir insan,bir olgular evreninde değil,bir insanlar evreninde yaşar;olgular değil,insanlar onun realitesidir. Aklı değil,insanlar onun hayatta varkalma aracıdır.

İnsanın bedeni-maddesi-ile bilinci arasında hiçbir zıtlık yoktur,insan bu ikisinin bölünmez  bütünlüğüdür. Mevcut olmayan bir şeyin bilinci olmaz, bilinç olmaksızın, mevcut bir şeyden haberdar olunmaz. İnsana bilincini veya bedenini reddetmesini önerenler, insanı zayıflatarak esir almak isteyenlerdir. Rasyonel insan, eylem adamı olan bir düşünürdür; o arkadan gelecek eylemlerle bağlantısız fikirlerin sahte olduğunu, fikirlerle bağlantısız eylemlerin ise intihar olduğunu bilir.

OBJEKTİF-21.03.2001

KAYNAK:

İNSAN HAKLARI    Çeviri: Prof.Dr Atilla YAYLA

   Özgür toplumu savunmak isteyen bir kimse, özgür toplumun vazgeçilmez   temelinin birey hakları ilkesi olduğunu bilmelidir. Birey haklarını muhafaza etmek    isteyen kimse, kapitalizmin birey haklarını kapsayabilecek ve koruyabilecek tek    sistem olduğunu anlamalıdır. Ve hürriyetin bugününün, entelektüellerinin    amaçlarıyla ilişkisini ölçmek isteyen kimse, bunu, birey hakları kavramının,    sözde “muhafazakarlar” tarafından görmezden gelinmesi, çarpıtılması, tahrif    edilmesi ve nadiren tartışılması gerçeğine bakarak ölçebilir.   “Haklar” moral bir kavram ve bağdır –bir bireyin eylemlerine rehberlik eden    ilkelerden, o kişinin diğer bireylerle olan ilişkilerine rehberlik eden ilkelere    mantıksal bir geçişi sağlayan bir kavram- bireysel ahlakı sosyal bir bağlamda    muhafaza eden ve koruyan bir kavram- bir insanın ahlaki düsturlarıyla bir    toplumun hukuki kuralları arasındaki bağ, etik ve politika arasındaki bağ. Birey    hakları toplumu ahlaki kurallara tabi kılmanın araçlarıdır.   Her siyasal sistem bazı etik kurallara dayanır. İnsanlık tarihi boyunca egemen    olan etikler, bireyi ya mistik veya sosyal birtakım üstün otoritelere tabi kılan    altruist–kollektivist doktrinin çeşitli türleriydi. Bunun sonucu olarak    insanlığın eseri olan politik sistemlerin çoğu, öz bakımından aynı olan,    aralarında yalnızca bazı derece farkları bulunan, sadece geleneklerin    tesadüfüyle, kaosla, kanlı kavga ve dönemsel çöküşlerle sınırlandırılan aynı    devletçi tiranlığın türleridir. Bütün bu politik sistemlerde ahlak(ilik) topluma    değil yalnızca bireylere uygulanabilen bir kurallar bütünüydü. Toplum, ahlakın    tecessümü, kaynağı veya tek yorumlayıcısı olarak ahlak kurallarının dışına    yerleştirildi ve sosyal vazifeye kendisini adama inancının aşılanması insanın    dünyadaki varlığında, ahlakların yegane amacı olarak mütalaa edildi.   “Toplum” diye bir varlık olmadığından, toplum yalnızca bir grup bireysel insan    olduğundan, toplumun ahlak kuralları dışında tutulması pratikte şu sonucu verdi:    Toplumun yöneticileri ahlak kuralından muaf tutuldu; yöneticilerin eylemleri    yalnızca geleneksel usullere konu oldu. Böylece yöneticiler bütün gücü ellerinde    tuttular ve “iyi, toplum (veya kabile, ırk, millet) için iyi olan şeydir” ve    “yöneticinin iradesi yeryüzünde toplumun (iyinin) sesidir” zımni kuralına    kayıtsız şartsız itaat istediler.   Bu, mistik veya sosyal altruist-kollektivist etiğin bütün türleri altındaki tüm    devletçi sistemler için doğrudur (geçerlidir). “Kralların ilahi hakkı” teorisi    mistik altruist-kollektivist ahlakın; “Vox populi, vox dei” (halkın sesi hakkın    sesi) ilkesi sosyal altruist-kollektivist ahlakın siyasi teorisini özetler.    Tarihte gördüğümüz örnekleriyle; cisimlenmiş bir tanrı kimliğindeki Firavun’uyla    Mısır teokrasisi –Atinalıların sınırsız çoğunluk veya demokrasi yönetimi- Roma    İmparatorluğunca yönetilen refah devleti –geç ortaçağların engizisyon mahkemesi-    Fransa’nın mutlak monarşisi- Bismark Prusya’sının refah devleti- Nazi    Almanya’sının gaz odaları ve Sovyetler Birliği’nin mezbahaları bu sistemlerin    numuneleridir.      Bütün bu politik sistemler altruist -kollektivist ahlakın sonuçlarıydı- ve    hepsinin ortak özelliği, toplumun, kadiri mutlak, egemen, kaprislerine göre    davranmayı kutsal bir ilke gibi kabullenen bir varlık olarak ahlak kuralının    üstünde durduğu gerçeğiydi. Bu yüzden, siyasal olarak, bütün bu sayılan    sistemler amoral bir toplumun türleriydi.    İnsanın bireysel hakları ilkesi, ahlakiliğin, devletin gücü üzerinde bir    sınırlama, bireyin kollektivitenin zalim gücüne karşı korunması, güçlünün hakka    (adalete) tabi kılınması olarak, sosyal sistemin derinliklerine doğru    yayılmasıdır. Birleşik Devletler tarihteki ilk ahlaklı toplumdu.   Daha önceki bütün sistemler, insanı, diğerlerinin amaçlarına kurban edilebilecek    araçlar, toplumu ise kendi başına bir amaç olarak telakki etti. Birleşik    Devletler insanı kendi başına bir amaç olarak, toplumuysa bireylerin barışçıl,    düzenli ve gönüllü birlikteliğinin bir aracı olarak gördü. Bütün evvelki    sistemler bireyin hayatının topluma ait olduğuna, toplumun bireyi toplumun    dilediği herhangi bir şekilde bertaraf edilebileceğine, bireyin yararlandığı her    ve herhangi bir hürriyete ancak ve yalnızca toplumun lütfuyla ve müsaadesiyle    sahip olabileceğine ve toplumun herhangi bir vakit bu hürriyeti ortadan    kaldırabileceğine inandı. Birleşik Devletler bireyin hayatının hakla (ki bunun    anlamı, ahlak ilkesiyle ve insan tabiatından dolayı demektir) kendisine ait    olduğunu, bir hakkın bireyin mülkü olduğunu, haddizatında toplumun hiçbir hakka    sahip olmadığını, bir devletin tek haklı amacının birey haklarının korunması    olduğunu kabul etti.   Bir “hak”, bir bireyin eylem hürriyetini sosyal çerçevede tanımlayan ve tasvip    eden moral bir prensiptir. Sadece bir temel hak vardır (bütün diğer haklar bu    temel hakkın sonuçları veya gerekçeleridir); bireyin kendi hayatına sahip olma    hakkı. Hayat kendi kendini sürdüren ve kendi kendine üretilen bir eylem    sürecidir. Hayat hakkı demek, kendi kendini sürdüren ve üreten eylemle meşgul    olma hakkı demektir; bunun anlamı ise, rasyonel bir varlık oluşun tabiatı    tarafından gerekli kılınan, bireyin kendi hayatını sürdürmesi, ilerlemesi,    hayatın gereklerini yerine getirmesi ve hayattan zevk alması için gerekli bütün    eylemleri yapması hakkıdır. (Bu, yaşama hakkı, özgür olma hakkı ve mutluluğu    arama hakkının anlamıdır). Bir “hak” kavramı yalnızca bir tek eyleme, özellikle,    eylem hürriyetine raci olur. Bunun anlamı fiziki zorlamadan, baskıdan ve diğer    insanların müdahalesine maruz kalma korkusundan emin olmak demektir.   Böylece her birey için, bir hak bir “pozitif”in, onun kendi yapısına göre, kendi    amaçları için, kendi gönüllü, zorlanmamış seçimiyle hareket etme hürriyetinin    moral tasdikidir. Onun hakları diğer insanlara, negatif bir yükümlülük, yani    onun haklarını ihlal etmekten uzak durmak dışında hiçbir yükümlülük yüklemez.   Hayat hakkı bütün hakların kaynağıdır ve mülkiyet hakkı bütün hakların tek    aracıdır. Mülkiyet hakkı olmaksızın başka hiçbir hak mümkün olamaz. İnsanoğlu    hayatını kendi gayretiyle devam ettirebileceğinden, kendi emeğinin –gayretinin    ürününe sahip olma hakkı bulunmayan insan kendi hayatını devam ettirmek için    hiçbir yola sahip değildir. Ürettikleri diğer insanlar tarafından gasp edilen    insan bir köledir.   Şu noktayı hatırda tutmalıyız: Mülkiyet hakkı, eyleme yönelik bir haktır, bütün    diğer hakları gibi, bir nesneye yönelik bir hak değil eyleme ve o nesneyi    üretmenin veya kazanmanın sonuçlarına yönelik bir haktır. Mülkiyet hakkı bireyin    herhangi bir mal mülk kazanacağının bir garantisi değil, sadece kazandıklarına    sahip olacağının bir garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanma,    muhafaza etme, kullanma ve elden çıkarma hakkıdır.   Birey hakları kavramı o tarihte o kadar yenidir ki, pek çok kişi bu kavramı    bugüne kadar tam olarak kavrayıp sindiremedi. Sosyal veya mistik etik    teorilerine uygun olarak, bazı insanlar haklarının Tanrının bir hediyesi    olduğunu, diğer bazıları da onların toplumunun bir hediyesi olduğunu ileri    sürerler. Fakat, gerçekte, hakların kaynağı insan tabiatıdır.   Bağımsızlık Beyannamesi insanların “Yaratıcı tarafından inkar edilemez bazı    haklarla donatıldığını” ifade etti. İnsanın ister bir yaratıcının isterse    doğanın eseri olduğuna inanılsın, insanın orijini meselesi şu gerçeği    değiştirmez: İnsan, zorlama altında başarılı biçimde işleyemeyecek özel bir    varlıktır -rasyonel bir varlık- ve haklar insanın özel varlık tarzının bir    gerekli koşuludur.   “Birey haklarının kaynağı ilahi hukuk veya kongrenin kanunu değil, fakat kimlik    kanunudur. Haklar, insanın tabiatının insanın insana yaraşır bir şekilde    yaşayışı için gerekli kıldığı varlık şartlarıdır. İnsanın dünyada yaşamak,    kendi hür yargısına göre davranmak, kendi değerleri için çalışmak ve emeğinin    ürünlerini muhafaza etmek hakkı mevcuttur. Eğer dünya üzerinde yaşamak onun    amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamak hakkına sahiptir; doğa ona    irrasyonel olmayı yasaklar”    Birey haklarını ihlal etmek demek, onu kendi yargısının aksi yönde davranmaya    zorlamak veya onun değerlerini kamulaştırmak demektir. Esas olarak, bunu    yapmanın yalnız bir yolu vardır. Fiziksel zor kullanımı. İnsan haklarının iki    muhtemel ihlalcisi vardır: Suçlular ve siyasi yönetim. Birleşik Devletler’in    büyük kazanımı, bunlardan ikincisine ilkinin eylemlerinin yasal kılıf geçirilmiş    versiyonlarını yasaklamak suretiyle, bu ikisi arasında bir ayırım çizgisi    çekmekti.   Bağımsızlık Beyannamesi, “bu hakları güvence altına almak için, insanlar    arasında siyasi yönetimler oluşturuldu” ilkesine dayandı. Bu ilke; bir devletin    tek geçerli haklılaştırılmasını sağladı ve siyasi gücün tek meşru amacını    tanımladı: Birey haklarını, bireyi fiziksel şiddetten korumak suretiyle,    korumak.   Böylece devletin fonksiyonu geleneksel yöneticilik rolü olmaktan çıkıp hizmetçi    olma rolüne dönüştü. Siyasi yönetim bireyi suçlulardan korumak için kuruldu;    anayasa bireyi siyasi yönetimden korumak için yazıldı. Haklar Bildirgesi (Bill    of Rights) doğrudan doğruya özel vatandaşlara karşı yazılmadı; birey haklarının    her türü kamu gücüne veya sosyal güce üstün olacağının kati beyanı olarak,    siyasi yönetime karşı yazıldı.   Sonuç, Amerika’nın –150 yıl gibi kısa bir süre için- bütünüyle gerçekleştirmeye    çok yaklaştığı bir uygar toplum modeliydi. Bir uygar toplum, toplum içindeki    insan ilişkilerinde fiziksel zor kullanımının yasaklandığı, siyasi yönetimin,    bir polis gücü olarak hareket etmek suretiyle, sadece şiddet kullanımına    yönelenlere karşı ve yalnızca bu kişilerin şiddet kullanması halinde mukabil    olarak fiziksel zor kullanabileceği bir toplumdur.   Bu, Amerikan politik felsefesinin, birey hakları prensibinde zımni olarak    beliren esas anlamı ve amacıydı. Fakat ne nazik bir şekilde formüle edildi, ne    tam olarak kabul edildi, ne de tutarlı biçimde uygulandı.   Amerika’nın iç çelişkisi altruist-kollektivist ahlaklardı. Altruizm özgürlük,    kapitalizm ve birey haklarıyla bağdaşmaz. Hiç kimse mutluluğun aranmasını    kurbanlık bir hayvanın moral statüsüyle birleştiremez.    Hür bir toplumu doğuran şey, birey hakları kavramıydı. Özgürlüğün yok edilmesi,    birey haklarının tahribi ile başlamak zorundaydı.   Bir kollektivist tiran, bir ülkeyi, o ülkenin maddi ve manevi değerlerini derhal    gasbederek köleleştirmeye cesaret edemez. Bu bir iç çürüme süreciyle yapılmak    zorundadır. Aynen maddi alanda bir ülkenin zenginliğini yağmalamanın o ülkenin    parasını artırarak yapılması gibi. Dolayısıyla, haklar alanında uygulanmakta    olan bir enflasyon sürecinde de şahit olunabilir. Bu süreç yeni türetilmiş    “haklar”ın büyümesini gerektirir ve halk bu yolla kavramın anlamının tersine    çevrildiği gerçeğine dikkat etmez. Aynen kötü paranın iyi parayı kovması gibi,    bu yapay-türeme haklar hakiki hakları inkar eder, yok eder.   Şu garip gerçeği mütalaa edin: Hak olduğu iddia edilen yeni “haklar” ile    işçi-köle kampları iki çelişik vakadır ve bütün dünyada hiçbir zaman hiçbir şey    bunlar kadar bol bir şekilde bulunmamıştır.   Kurnazlık, haklar kavramının siyasi alandan ekonomik alana kaydırılmasıydı.   Demokrat Parti’nin 1960 kongresi bu kayışı tam anlamıyla ve açıkça özetler. Buna    göre bir Demokrat yönetim “Franklin Roosevelt’in 16 yıl önce milli bilincimize    kazıdığı ekonomik haklar bildirgesini yeniden tasdik edecektir”. Kongrenin    önerdiği listeyi okuduğunuz vakit “haklar” kavramının anlamını berrak biçimde    aklınızda tutun:      “1. Endüstri tesislerinde, mağazalarda, çiftliklerde veya ülkenin madenlerinde    yararlı ve kazançlı bir işe sahip olma hakkı.   2. Uygun yiyecek, giyecek ve eğlenme, istirahat imkanı sağlamaya yeterli kazanç    temin etme hakkı.   3. Her çiftçinin ürünlerini yetiştirme ve onları kendisiyle ailesine nezih bir    hayat sağlamaya yetecek getiri karşılığında satma hakkı.   4. Büyük, küçük her işadamının, içte ve dışta, adil olmayan haksız rekabet ve    monopollerinin tahakkümüne düşme korkusundan uzak bir hürriyet ortamında ticari    faaliyette bulunma hakkı,    5. Her ailenin uygun bir eve sahip olma hakkı.   6. Uygun tıbbi tedavi imkanları edinme hakkı ve sağlıklı bir hayat yaşama ve    bundan zevk alma hakkı.   7. Yaşlılık çağıyla hastalık, kazalar ve işsizliğin doğuracağı ekonomik    korkulardan yeterli korunma hakkı.   8. İyi bir eğitim hakkı”.   Yukarıdaki sekiz cümlenin her birine bir tek soru eklemek konuyu daha vazıh    kılacaktır: Kimin pahasına?   İşler, yiyecek, giyecek, eğlence, evler, tıbbi bakım, eğitim vs. tabiatta    kendiliğinden büyümez. Bunlar insan yapımı değerler –eşyalar ve insan tarafından    üretilen hizmetlerdir. Kim sağlayacak bunları?   Eğer bazı insanlara bir hakla, diğer bazı insanların çalışmalarının ürünleri    üzerinde birtakım yetkiler kazandırılırsa, bunun anlamı, üreten insanların    haklarından mahrum edilmesi ve köle işgücü olmağa mahkum kılınmasıdır.   Bir kimsenin “hak” olduğu öne sürülen herhangi bir hakkı, eğer başka birinin    haklarının ihlal edilmesini gerektiriyorsa, bir hak değildir ve olamaz.   Hiç kimse başka biri üzerine, onun seçimi olmayan bir zorunluluk, bir    karşılıksız-bedelsiz görev, bir gönülsüz hizmetçilik yükleme hakkına sahip    olamaz. “Köleleştirme hakkı” gibi bir hak olamaz.   Bir hak, o hakkın başka insanlar tarafından maddi bakımdan gerçekleştirilmesini    kapsamaz; o sadece bu gerçekleşmeyi bireyin bizzat kendi gayretiyle elde etmesi    hürriyetini kapsar.   Bu çerçevede Amerikan Kurucu Babalarının entelektüel bakımdan ne kadar kesin    olduğunu gözleyin; Onlar mutluluğu arama hakkından söz ederler, mutlu olma    hakkından değil. Bunun anlamı şudur: Bir insan mutluluğunu kazanmak için gerekli    gördüğü eylemleri yapma hakkına sahiptir. Diğer insanlar onu mutlu yapmak    mecburiyetinde değildir.   Hayat hakkı, bir insanın kendi hayatını bizzat kendi çalışmasıyla sürdürmesi    hakkıdır. Bu demek değildir ki diğer insanlar ona hayatın ihtiyaçlarını    sağlamalıdırlar.   Mülkiyet hakkı, bir insanın mal mülk kazanmak, bunları kullanmak ve elinden    çıkarmak için gerekli ekonomik faaliyetlerde bulunma hakkına sahip olması    demektir; başkalarının ona mal-mülk sağlamak zorunda olması demek değildir.   Söz hürriyeti demek bir insanın, fikirlerini, siyasi iktidar tarafından baskı    altında tutulma, müdahale edilme veya cezalandırılma tehlikesinden uzak olarak    ifade etme hakkına sahip olması demektir. İfade hürriyeti diğer insanların bu    kimseye, fikirlerini ifade etmek için kullanmak üzere bir konferans salonu, bir    radyo istasyonu veya bir baskı makinesi sağlaması demek değildir.   Birden fazla insanın katılımını icap ettiren herhangi bir iş her katılımcının    gönüllü rızasını gerektirir. Tarafların her biri kendi kararını verme hakkına    sahiptir, fakat hiçbiri kendi kararlarını zorla diğerlerine dayatmak hakkına    sahip değildir.   “Bir işe sahip olma hakkı” gibi bir hak yoktur, sadece serbest ticaret hakkı    vardır; bu, bir kimsenin, eğer başka biri onu çalıştırmak isterse, bir iş    edinmesi hakkıdır. “Bir eve sahip olma hakkı” gibi bir hak yoktur, sadece    serbest ticaret hakkı; bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Eğer hiç    kimse bir mal için para ödemek istemiyorsa, şayet hiç kimse bir insanı    çalıştırmak veya onun ürününü satın almak istemiyorsa, “adil bir ücret veya    fiyat hakkı” gibi bir hak yoktur. Hiçbir üretici süt, ayakkabı, sinema filmi    veya şampanya gibi malları üretme yolunu seçmediği takdirde tüketicilerin    bunları edinme hakları, “tüketici hakları” gibi haklar yoktur (sadece onları    kendi kendine üretme hakları vardır). Özel grupların “hakları” yoktur,    “çiftçilerin, işçilerin, işadamlarının, işverenlerin, yaşlıların, gençlerin,    doğmamışların hakları” yoktur. Sadece her bireysel insanın ve bireyler olarak    bütün insanların sahip olduğu insan hakları vardır.   Mülkiyet hakları ve serbest ticaret hakkı insanın tek “ekonomik hakkı”dır    (aslında bunlar politik haklardır) –ve “ekonomik haklar bildirgesi” cinsinden    bir şey olamaz. “Ekonomik haklar”ın savunucularının mülkiyet haklarını ve    serbest ticaret haklarını gasbettiğini gözleyin.   Hatırlayınız ki haklar, bir insanın eylem hürriyetini koruyan, fakat diğer    insanlara hiçbir zorunluluk yüklemeyen moral ilkelerdir. Özel kişiler bir    diğerinin hürriyetine veya haklarına bir tehdit değildir. Fiziksel zora başvuran    ve diğer insanların haklarını ihlal eden özel kişi bir suçludur ve insanlar ona    karşı kanuni korunma hakkına sahiptir.   Suçlular herhangi bir ülkede ve herhangi bir çağda küçük bir azınlıktır. Ve    bunların insanlığa verdiği zarar, insanoğlunun siyasi yönetimlerince    gerçekleştirilmiş olan dehşet –katliamlar, savaşlar, zulümler, gasplar,    kıtlıklar, köleleştirmeler ve toplu tahripler- ile kıyaslandığında çok azdır.    Potansiyel olarak bir siyasi yönetim insan haklarına yönelik en tehlikeli    tehdittir; siyasi yönetim yasal olarak silahsızlandırılmış kurbanlara karşı    fiziki zor kullanma konusunda hukuki bir tekeli elinde tutar. Birey haklarıyla    sınırlandırılmadığı ve kısıtlanmadığı zaman bir siyasi yönetim insanın en    ölümcül düşmanıdır. Haklar Bildirgesi, özel kişilerin eylemlerine karşı değil    siyasi yönetimin eylemlerine karşı yazıldı.   Şimdi birey haklarının tahrip edilme mekanizmasını gözleyin.   Süreç, siyasi yönetime anayasal olarak yasaklanmış belirli ihlalleri özel    kişilerin üstüne atmak ve böylece yönetimi bütün sınırlamalardan kurtarmaktan    oluşur. Bu yöntem söz hürriyeti alanına doğru gittikçe daha aşikar oluyor.    Kollektivistler yıllardır bir özel kişinin ona muhalif olan birini finanse    etmeyi reddetmesi fikrinin, muhalifin hür konuşma hakkının ihlali ve bir    “sansür” eylemi olduğu yolundaki görüşü propaganda etmektedirler.   Kollektivistler, eğer işadamları kendilerini suçlayan, küçülten ve lekeleyen bir    dergiye reklam vermeyi reddederlerse bunun “sansür” olduğunu iddia ederler.   Bir TV programı destekleyicisi yapımını finanse ettiği bir programda    gerçekleştirilen kendine yönelik tecavüzlere itiraz ederse, bunun bir “sansür”    olduğunu öne sürerler –eski başkan yardımcısı Nixon’u suçlamak üzere davet    edilen Alger Hiss’in olayındaki gibi- Ardından Mr. Newton N. Minow konuşur:    “Oranlamalar yoluyla, reklamcılar, şebekeler ve kendi alanlarında önerilen    programları reddeden şirketler yoluyla bir sansür uygulaması vardır”. Aynı Mr.    Mnow program yapımında kendi görüşlerine uymayan televizyon istasyonlarının    yayın izinlerini iptal etmekle tehdit eder ve bunun sansür olmadığını öne sürer.   Bu çeşit bir eğilimin uygulamalarını gözleyin:   “Sansür” yalnızca siyasi yönetimin eylemleri için kullanılabilecek bir terimdir.    Hiçbir özel eylem sansür değildir. Hiçbir özel kişi veya şirket bir insanı    susturamaz veya bir yayını engelleyemez; sadece devlet bunları yapabilir. Özel    kişilerin konuşma hürriyeti, aynı fikirde olmama, dinlememe ve kendi    düşmanlarını finanse etmeme haklarını kapsar.   Fakat “ekonomik haklar bildirgesi” gibi doktrinlere göre bir birey, kendi maddi    varlığını kendi kanaatlerine göre kullanma hakkına sahip değildir ve kendi    parasını, ayırım yapmaksızın, onun mülkiyeti üzerinde bir “hakkı” olan herhangi    bir konuşmacıya ve propagandiste devretmelidir.      Bunun anlamı şudur: Fikirlerin ifadesi için araçlar sağlama yeteneği bir insanı    herhangi bir fikre sahip olma –bir fikri savunma- hakkından mahrum eder. Buna    göre bir yayınevi, değersiz, yanlış veya zararlı (kötü) bulduğu kitapları    neşretmek zorundadır –bir TV programının mali giderlerinin karşılayıcısı kendi    kanaatlerini tahkir eden yorumcuları finanse etmek mecburiyetindedir- bir    gazetenin sahibi kendi başyazı sütunlarını basının köleleştirilmesi için yaygara    yapan genç serserilere tahsis etmelidir. Bu, bir grup insan çaresiz sorumsuzluğa    sokulurken, diğer bir grup insanın sınırsız yetki “hakkı” kazanması demektir.   Fakat her isteyene bir iş, bir mikrofon, bir gazete sütunu sağlanması açıkça    imkansız olduğundan, mal-mülk sahiplerinin seçme hakkı kaldırıldığı zaman    “ekonomik haklar”ın dağıtımını ve bu dağıtımdaki alıcıları kim belirleyecektir?    Mr. Minow bu sorunun cevabını gayet açıkça ortaya sermektedir.    Eğer Mr. Minow’un formülünün yalnızca büyük mülkiyet sahiplerine uygulanacağını    zannetme hatasına düşerseniz, şunu anlamalısınız: “Ekonomik haklar” teorisi, her    tiyatro yazarı olmayı düşleyene, her avare şaire, her gürültücü besteciye, her    politik himayecisi olan ressama, sizin, gösterilerini izlememek veya eserlerini    almamak yoluyla onlara vermekten kaçındığınız mali desteğin sağlanması hakkını    da kapsar. Yoksa, sizin vergi paranızı sübvanse edilmiş sanat için harcamanın    anlamı nedir?   Bazı insanlar “ekonomik haklar” hakkında gürültü yaparken, politik haklar    kavramı ortadan kayboluyor. Hür konuşma hakkının bireyin kendi görüşlerini    savunma ve diğer insanlarla uyuşmama muhalefet edilme, fazla tanınmayan – ünsüz    biri olma ve destekten mahrum kalmayı da kapsayan muhtemel sonuçların karşılama    hürriyeti olduğu unutuluyor. “Özgürce konuşma hakkı”nın siyasal fonksiyonu    muhalifleri ve makbul olmayan azınlıkları zora dayanan bastırmadan korumak    demektir, onlara destekler, avantajlar ve kazanmadıkları bir çok tutulurluğun    ödüllerini garanti etmek değildir.   Haklar Bildirgesinde şöyle denir: “Kongre konuşma özgürlüğünü, veya basın    özgürlüğünü kısıtlayan hiçbir kanun yapmayacak...” O, özel vatandaşlarının,    onların yok edilmesini savunan birine bir mikrofon, veya onları soymaya çalışan    hırsıza bir anahtar veya onların boğazlarını kesmeyi isteyene bir bıçak    sağlamalarını talep edemez.   Politik haklara karşı, “ekonomik haklar” formülü zamanımızın en hayati    sorunlarından birinin ifadesidir. Bu formül ya o, ya da öbürü formülüdür. Biri    diğerini tahrip eder. Fakat, gerçekte hiçbir “ekonomik hak”, “kollektif hak”,    “kamu çıkarı hakları” yoktur. “Birey hakları” terimi bir gereksizliktir, sadece    hak vardır, başka hiçbir çeşit hak ve onlara sahip olacak kişi, kimse yoktur.    Laissez-faire kapitalizmini savunanlar, insan haklarının yegane    savunucusudurlar.  

* Bu metin Prof.Dr.Atilla Yayla tarafından tercüme edilmiştir.Bkz:    Ayn Rand, “İnsanın Hakları”, içinde: Sosyal & Siyasal Teori –Seçme Yazılar-,    (Der:Atilla Yayla), Ankara: Siyasal Kitabevi,1993. 258-264.

ESTETİK

Estetik, sanatı inceleyen felsefe dalıdır.

İnsan bilgisi, felsefe denen kök üzerinde iki dal halinde gelişir. Bu dallardan biri, fiziki dünyayı -insanın fiziki mevcudiyetiyle ilgili fenomenleri- inceler; diğeri, insanı -insan bilinciyle ilgili fenomenleri- inceler. Birinci dal, soyut bilime yol açar; soyut bilim, uygulamalı bilime veya mühendisliğe yol gösterir; uygulamalı bilim, teknolojiyi -maddi değerlerin fiilen üretimini- mümkün kılar. İkinci dal, birinciye benzer bir yönelimle, sanatı mümkün kılar.

Sanat, ruhun (bilincin) teknolojisidir.

Sanat, üç felsefi disiplinin ürünüdür: metafizik, epistemoloji ve ahlak. Metafizik ve epistemoloji, insan fenomeninin soyut bilimidir. Bu soyut temel üzerinde bina olunan ahlak, insan fenomeninin uygulamalı bilimidir: hayatının amaç ve çizgisini belirleyen seçim ve faaliyetlerinde insanı yönlendiren değerler sistemini tanımlar; yani, ahlak, insan inşaının mühendisliğidir: prensipleri ortaya koyar, projeleri çizer. Sanat, insan inşaının teknolojisidir: nihai ürünü yaratır, model inşa eder.

Bu analojiyi vurgulayalım: sanat öğretmez; sanat, nihai amacın tam ve somut realitesinin nasıl olacağını teşhir eder. Öğretmek, ahlakın görevidir. Sanatın amacının "öğretmek" ile olan ilgisi, bir uçağın amacının "öğretmek" ile olan ilgisinden daha fazla değildir. Nasıl ki, bir uçağın incelenmesinden, onun parçalarına demonte edilmesinden bir çok şey öğrenilebilirse; benzer şekilde, bir sanat eserinin incelenmesinden de-insanın tabiatı, insanın ruhu (bilinci), insanın mevcudiyeti hakkında- çok şey öğrenilebilir. Fakat, bunlar, sadece yan faydalardır. Bir uçağın birincil amacı, insana uçmayı öğretmek değil, ona uçma deneyini fiilen yaşatmaktır. Sanatın birincil amacı da, aynı şekilde düşünülmelidir.

Sanatın; şeyleri, "olabileceği ve olması gerektiği gibi" temsil etmesi, insanın bu şeylere, gerçek hayatta erişmesine yardımcı olur; ama, bu yarar, sadece ikincil bir değerdir. Birincil değer; sanatın, şeylerin olması gerektiği gibi olduğu bir dünyada yaşama deneyini insana tattırmasıdır. Bu deney, insan için hayati önemi haizdir.

İnsanın heves ve ihtirasları sınırsız olduğundan, değerleri peşindeki çabası ömür-boyu bir süreç olduğundan ve değerlerinin yüksekliği arttıkça, mücadelesi de güçleştiğinden; öyle bir ana, öyle bir saate veya öyle bir belirli zaman süresine ihtiyaç duyar ki; bu zaman zarfında, görevini bitirmiş olduğu duygusunu yaşasın; değerlerinin başarılı bir şekilde elde edilmiş olduğu bir evren içinde yer aldığı duygusunu yaşasın. Bu, daha ileri gitmek için enerji, yakıt elde edilen bir mola süresi gibidir. Sanat ona bu yakıtı verir; bir insanın kendi hayat hissinin objektifleştirilmiş realitesini görebilip, üzerinde düşünmesi zevkini verir; o insanı, bir süre için o insanın ideal dünyasında yaşatarak, o dünyada bulunmanın zevkini tattırır.

Verili bir birey, bu deneyin anlamını, kendi hayatına tercüme etmek üzere fiilen davranmayı seçebilir; veya, bu deneyin esinlendirdiği şekilde yaşamakta başarısız kalıp, hayatının geri kalan kısmını, bu esine ihanet etmekle geçirebilir. Fakat, sonuç ne olursa olsun; sanat eseri, dokunulmaz bir mevcudiyet kazanmıştır: kendi kendine yeterli tam bir varlıktır; erişilmiş, gerçekleştirilmiş, sabit bir realite olgusudur; adeta, karanlık bir yol kavşağını aydınlatmak üzere dikilmiş ve "Bu mümkündür" diye ses veren bir işaret feneridir.

Fakat, esefle söylenmelidir ki; sanatın insan bilgisinde işgal ettiği yerin ölçüsü; sanatın, insan bilinci için yaptığı fonksiyonun büyük önemiyle ters orantılı olagelmiştir. Bugün, fizik bilimlerinde kaydedilen ilerlemenin büyüklüğü ile beşeri bilimlerde varolan durgunluk (hatta gerileme) arasındaki uçurumun belki en çarpıcı göstergesi, sanata yaklaşımda sergilenen pervasız irrasyonelliktir.

Fizik bilimleri hala (gittikçe tahrip olmakta olan) rasyonel bir epistemolojinin kalıntılarınca yönlendirilir; oysa, beşeri bilimler, hemen hemen tamamen mistisizmin ilkel epistemolojisine terkedilmiştir. Fizik bilimlerinde, atom-altı parçacıklardan, en uzak yıldızlara kadar bütün fenomenler incelenebilecek bir düzeye erişilmişken; sanat fenomeni, karanlık bir esrar gibi kalmıştır: sanatın tabiatı, insan hayatındaki fonksiyonu veya muazzam psikolojik gücü hakkında çok az şey öğrenilmiştir. Oysa, sanat, çoğu insan için büyük önem taşıyan, derin kişisel ilgi uyandıran bir fenomendir; sanat, -yazılı tarih öncesi dahil- bütün medeniyetlerde mevcut olmuş, insanın her adımına eşlik etmiştir.

İnsanlık, bir istisna ile her bilgi alanında, mistik kahinlerden rehberlik bekleme pratiğini terkedecek kadar olgunlaşmıştır; bu istisna estetiktir. Estetikte, bu pratik hala tam anlamında geçerlidir ve giderek daha aşikar bir hale gelmektedir. Mistik kahinin mesleğinin püf noktası, anlaşılmazlıktı; bugünün estetiğinde de: anlaşılmazlık, bir değer zannedilmektedir. Nasıl ki, ilkel vahşiler, tabiat fenomenlerini olduğu gibi kabul etmiş; bu fenomenleri, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, bu fenomenlerin kaynağını bilinmez cinlere atfetmişdilerse; benzer şekilde, bugünün epistemolojik vahşileri de, sanatı olduğu gibi kabul etmiş; onu, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, sanatın kaynağını özel bir tür bilinmez cinlere atfetmişlerdir: hissettikleri duygular. Aralarındaki tek fark, tarih-öncesi vahşilerin hatasının masumca yapılmış olmasıydı.

Alrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir.

Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.

UZLAŞMANIN  ANATOMİSİ
AYN
RAND

   
Çeviri: EKMEN EZEL  
 KAYNAK: Liberal Düsünce Topluluğu

Bir insanın -ya da bir kültürün entellektüel ve moral yozlaşmasının en önemli belirtisi, görüş ve amaçların, çok kısa vadenin somut sınırları arasına çekilmesidir. Bu, kişinin mental işlevlerinden veya bir toplumun ilgilerinden çıkarılan soyutlamaların gitgide artan oranda azalması demektir. Bu yozlaştırıcı bilincin belirtisi ise ilkelere bağlı düşünme ve davranma yeteneğinin kaybolmasıdır.

"İlke" diğer bir çok gerçeğin dayandığı, temel, birincil veya genel gerçektir. Yani ilke, bir çok somuttan kurallaştırılmış bir soyutlamadır. Uzun vadeli hedeflerini tespit etmek ve her hangi bir anda içinde bulunulan somut alternatifleri değerlendirmek, ancak bu ilkeler vasıtasıyla yapılabilir. Kişinin geleceğini planlamasına ve ona ulaşmasına imkan veren sadece bu ilkelerdir.

Kültürümüzün içinde bulunduğu şu anki durum, ilkelerin toplum tarafından tartışılmasının ne kadar kaybolduğu, ya da, kültürel atmosferin saçma somutlar üzerine çekişen, pazarlık eden, küçük duyarsız bir aile seviyesine ne kadar indirgendiği, yahut, ana değerlerine ihanet ederken, anlık sahte kazanımlar için geleceğin ne kadar satıldığı ile ölçülebilir.

Daha da garip ve çirkin olan, bu pazarlığın histerik bir kendini haklı görme havası içerisinde, bireyin herkesle herhangi bir konuda (tabii asıl uzlaşılması gereken ilkeler hariç) uzlaşmasını gerekli gören saldırgan bir güvenle ve "pratiklik'e" panik içerisinde atlayarak yapılıyor olmasıdır.

Oysa (sözde) 'pratik insan' kadar pratik olmayan hiç bir şey yoktur. Kişinin pratiklik anlayışı en iyi biçimde şu şekilde gösterilebilir; (farzedelim) New York'tan (Amerikanın bir ucundan) Los Angeles'a (diğer ucuna) arabayla gitmeye karar verdiniz. Bir harita bulup oraya giden en iyi yola karar vermek pratik olmayan ve idealistik bir yoldur; zira hemen direksiyona geçip rastgele herhangi bir yönde veya yolda ilerlemeye başlayıp, tabii başka birşeyi değil ancak sadece anlık ruh hali ve havayı takip ederek, oraya daha hızlı varırsınız.

Burada gerçek olan elbette, bu yöntemle oraya hiç varamayacağınızdır. Çoğu insan bu seyahatin güzergahını düşünerek bu gerçeği ortaya koyarken, aynı insanlar kendi hayatlarının ve ülkenin gidişatı düşünüldüğünde hiç de aynı şekilde kavrayışlı olmamaktadırlar.

Son derece geniş boyutta körlük yaratabilen tek bir bilim (science) aslında görevi insana "görme'yi" sağlamak olan bir bilim; felsefe. (Oysa) modern felsefe, gerçekte, insan bilincinin kavrama düzeyine karşı planlı bir saldırı olduğu için, ki soyutlama, genelleme ve her türlü bilgi entegrasyonunu, ve nedeni geçersiz kılmak için kararlı girişimlerdir bunlar, son on yıllarda epistemolojik yabaniliklerin aczi içinde yetişmiş, doğa, işlev ve ilkelerin pratik uygulamaları hakkında birazcık bilgisi dahi olmayan insanlar üniversitelerde yetiştirilmektedir.

Bu insanlar, karmaşık endüstriyel medeniyetin günlük hayatının akıl almaz, şaşkına çeviren çıkarımları - el yordamı, debelenme, düşme, vazgeçme ve yok olma, kendi kendilerini nasıl tahrip ettiklerini dahi bilmeme- ile gözleri kapalı, el yordamıyla bir yön aramaktalar.

Bu intihar surecine devam etmeyi artık önemsemeyenler (istemeyenler) için, ilkelerin pratikte nasıl işlediğiyle ilgili bir kaç kuralı ve hedeflerle ilkelerin ilişkisini göz önüne almak, bu açıdan önemlidir.

Aşağıdaki üç kural, katiyen ayrıntılı da değildir; bu kurallar geniş bir konuyu anlamaya yönelik ilk adımlardır.

1. Aynı temel ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir tartışmadan, tutarlı olan daha kazançlı çıkar.

2. Farklı temel ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir işbirliğinden, kötü ya da irrasyonel olan daha kazançlı çıkar.

3. Karşıt temel ilkeler açık ve net olarak tanımlandığında, rasyonel olanın avantajı daha fazladır; ancak gizli yahut kaçamak tanımlamalar söz konusu ise irrasyonel olanın avantajlı çıkması söz konusudur.

1. Aynı temel ilkeleri benimsemiş iki kişi, herhangi bir konuda farklı düşünüyorsa bunun anlamı, ikisinden biri tutarsız demektir. Temel ilkeler uzun vadede davranışların nihai hedefini belirlediği için, ulaşılmak istenen hedef hakkında daha berrak (clearer) ve tutarlı görüşe sahip olan yöntem seçiminde daha çok kez haklı çıkacaktır; karşıt kişinin öne süreceği her türlü itiraz hem psikoloji hem de mevcudiyet (varoluş) açısından (existentially) onun avantajına çalışacaktır.

Psikolojik olarak, tutarsız kişi diğeri gibi aynı fikirleri onaylayacak ve söyleyecektir; fakat daha zayıf, sulandırılmış biçimde, ve böylece, bahanelerin ardına sığınan, korkak bir kişi havası yaratarak itibarını düşürürken, şüphe içindeki taraftarlarının zihinlerinde, rakibinin daha samimi ve cesur olduğu izlenimini yaratarak, rakibinin zaferini tasdik etmiş, hızlandırmış, onun kazanmasına yardım etmiş olacaktır.

Varoluş açısından, ortak hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak her adım veya tedbir, bir sonraki aşamada aynı yönde daha ileri ve daha can alıcı adım veya tedbirleri almalarını gerektirecek, (tabii hedef reddedilmediği ve temel hedefler değiştirilmediği sürece); böylece tutarlı kişinin liderliği perçinlenirken, tutarsız olan etkinliğini kaybedecektir.

Tartışan iki kişinin paylaştığı temel ilkelerin haklı ya da haksız, doğru veya yanlış, rasyonal veya irrasyonel olmasına bakmaksızın tartışma belirtilen istikamette ilerleyecektir.

Mesela, Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında, yahut her iki partinin muhafazakârları ile liberalleri arasındaki tartışmayı düşünelim; her iki parti de temel ahlâkî ilke olarak altruist (özgeci) olduğundan, her iki parti de nihai hedef olarak refah devleti veya karma ekonomiyi savunacak. Kimin iyiliği olduğuna bakılmaksızın ekonomiye yapılan her hükümet müdahalesi, sebep olduğu felaketi anlık olarak hafifletecek daha ileri müdahaleleri gerektirecek; Demokratlar hükümetin etkinliğinin arttırılması gerektiği konusunda daha tutarlı olduklarından, Cumhuriyetçiler umutsuz "bende'ciliğe", Demokratlarca başlatılmış herhangi bir programı beceriksizce aşırmaya çalışacak, iddialarında Demokratlarla aynı hedefe ulaşmak için -tabii farklı yollardan- çabaladıklarını ima eden utanç verici itiraflarda bulunur hale düşeceklerdir.

Kesinlikle reddedilmesi gereken bu nihayetlerdir (altruizm, kolektivizm, statizm). Fakat partilerden hiçbirin de bunu yapmayı seçmezse, temel ilkelerinin yarattığı olayların mantıksal gidişi onları daha, daha da sola sürükleyecektir. Muhafazakârlar tümüyle oyundan atıldıklarında bu kez aynı tartışma liberallerle (1)1 bariz sosyalistler arasında sürecek; sosyalistler kazandığında, aynı tartışma bu kez de onlarla komünistler arasında yapılacak; komünistler kazandığında altruizmin nihai hedefine ulaşılmış olacaktır; topyekün kendini-feda (total immolation).

Bu süreci durdurmanın ya da değiştirmenin, temel ilkeler değiştirilmedikçe hiç bir yolu yoktur.

Yeryüzündeki her ülkede bu sürecin kanıtları üstüste yığılmaktadır. Ve bunu izlerken, düşüncesizlik (unthinking), belirtilmemiş bazı yollarla, bazı bilinemeyen vasıtalarla, insanlığı komünizm çukuruna çekmeye çok önceden mahkum eden, "tarihsel zorunluluk" denen gizemli, akıl ermez gücü fısıldamaya başlar. Oysa böyle fatalistik hiç bir tarihsel zorunluluk yoktur: Dünyadaki olayları yönlendiren gizemli güç, insani ilkelerin dehşet verici gücüdür ve bu sadece onu etkisiz diye ıskartaya çıkartmak üzere eğitilmiş "pratik" modern yabaniler için esrarengizdir.

Ancak, tartışmalı da olsa, karma ekonomi savunucuları da özgürlüğü -en azından bir kısmını savunuyorlar ki niçin onların irrasyonel kısmı kazanmalı? Bu soru bizi şuna götürür;

2. Farklı temel ilkelere sahip iki insan ya da grup arasında herhangi bir işbirliğinden, kötü ya da irrasyonel olan daha kazançlı çıkar.

Rasyonel (ilke, öncül, fikir, politika veya davranış) gerçeğin olguları ile uyumlu olandır; irrasyonel ise olguları reddeder ve bunun yanına kâr kalması için çalışır.

İşbirliği, müşterek teşebbüstür; davranışların ortak yoludur. Rasyonel (iyi), irrasyonelden (kötüden) hiç bir kazanç elde edemez; onun yetersizlik ve suçlarını paylaşmaktan başka; irrasyonel ise rasyonelden herşeyi edinir' onun değer ve başarılarını paylaşır. Bir sanayicinin başarı için bir hırsızdan gelecek hiç bir yardıma ihtiyacı yoktur; oysa hırsızın varolmak için sanayicinin başarısına ihtiyacı vardır. Aralarında nasıl bir işbirliği olabilir ve bu nereye kadar gidebilir ki?

Bir kişi karma ilkelere sahipse, onun kötü yanı, değerini düşürecek, köstek olacak, üstün gelecek ve sonuçta faziletlerini tahrip edecektir. Arada bir hırsızlık yapan dürüst bir insanın ahlâkî durumu nedir? Aynı şekilde eğer bir grup insan karma hedeflerin peşine düşerse, kötü ilkeler iyileri defedecektir. Arada bir hükümeti insan haklarını ihlâl eden özgür bir ülkenin politik durumu nedir?

Bir iş ortaklığı düşünün; bir taraf dürüst ise ve diğeri dolandırıcı, ikincisi işin başarılmasına hiç bir katkı yapmaz; fakat birincinin ünü, dolandırıcının kurbanlarını savunmasız bırakır ve dolandırıcıya kendi başına sağlayamayacağı kadar geniş ölçüde şanslar sağlar.

Şimdi Birleşmiş Milletlerde (BM) yarı özgür ülkelerle, komünist diktatörlüklerin işbirliğini düşünün. İddia edildiği şekliyle, barış, özgürlük ve insan haklarına ithaf edilmiş bir kuruluştur, BM; tarihteki en acımasız saldırgan, en kanlı diktatörlük, en geniş çaplı kitle katili ve kitlekölecisi (mass-enslaver) olan Sovyet Rusya da imtiyazlı üyelerindendir. Bu saptamaya eklenecek tek bir kelime dahi yok ve hiç bir şey bunu hafifletemez. Bu, medeniyeti, ahlakı ve aklı küçük düşürücü öylesine bariz bir kötülüktür ki, gelişmelere kısaca değinmekten başka, daha ileri hiç bir tartışma gerekli değildir.

Psikolojik olarak, BM, demoralizasyon, sinizm, keskinlik, umutsuzluk, korku ve adı konmamış bir suçluluğun, Batı dünyasını yutan gri bataklığının mukavelesidir. Oysa komünist dünya hem ahlâkî tasdik, hem Batı dünyasından medeni saygınlığın tescilini kazanmıştır; kurbanlarını aldatmak için Batı dünyasının yardımını kazanmıştır; eşit ortak olmanın hak ve prestijini kazanmıştır; böylece insan hakları ile kitle kasaplığı arasındaki farkın sadece politik görüş farklılığı olduğu nosyonunu yerleştirmiştir.

Komünist ülkelerin deklare edilmiş amacı, dünyanın fethedilmesidir. (Relatif olarak) özgür ülkelerle işbirliği yaparak, onların maddi, finansal, bilimsel ve entellektüel kaynaklarını kazanmaya yönelmişlerdir; oysa özgür ülkelerin onlardan kazanacağı hiç bir şey yoktur. İki taraf arasında, böyle ortak politika ya da uzlaşmanın mümkün olan tek şekli, kendilerini soymamaları karşılığında silahlı gangsterlere yavaş yavaş teslim olmalarını sağlayan anlaşma yapmış mülk sahiplerinin politikasıdır.

BM, dünya yüzölçümünün ve nüfusunun Sovyet Rusya'nın silahla ele geçirmeyi hayal edebileceğinden daha büyük kısmını Sovyet Rusya'nın gücüne teslim etmiştir. Katanga'ya (2)2 yapılan muamele ile Macaristan'a yapılan muamelenin karşılaştırılması, BM politikaları hakkında yeterli bir örnek teşkil eder. BM, iddia edildiği gibi, saldırganı durdurmak için birleşmiş dünya gücü kullanmak amacıyla kurulmuşken, bir savunmasız ülkenin, saldırganın gücüne teslimiyetini zorlayan birleşmiş dünya gücünün kullanılmasının aracı haline gelmiştir.

Epistemolojik yabanilerden başka kim işbirliğinde böyle bir deneyden, farklı sonuçlar bekleyebilirdi ki? Yönetim kurulu toplumun gangsterleri olan suçla savaş komitesinden ne bekleyebilirsiniz ki?

Bu sadece temel ilkelerin topyekün geçiştirilmesi ile mümkün olur. Ve bu durum bize şunun nedenini gösterir:

3. Karşıt temel ilkeler açık ve net olarak tanımlandığında, rasyonel olanın avantajı daha fazladır; ancak gizli yahut kaçamak tanımlamalar sözkonusu ise irrasyonel olanın avantajlı çıkması söz konusudur.

Herhangi bir anlaşmazlığı rasyonel tarafının kazanması, amacının anlaşılması ile mümkündür. Gizleyeceği hiç bir şey yoktur, çünkü gerçek onun müttefikidir. İrrasyonel taraf aldatmak, karıştırmak, yan çizmek ve hedefini gizlemek zorundadır. Sis, kasvet ve karanlık aklın değil, irrasyonelin tek silahıdır.

Tahrip etmek için hiç bir düşünce, bilgi veya tutarlılık gerekmez; oysa başarmak ve yaratmak için süregelen (unremitting) düşünce, muazzam bilgi ve taviz vermeyen katı bir tutarlılık gereklidir. Her hata, yan çizme ve çelişki, tahripkârın hedefine ulaşmasına yardım eder; sadece akıl ve mantık yapıcı hedefe ilerleyebilir. Negatif, olmamayı (umursamazlık, iktidarsızlık, irrasyonalite) gerektirir; pozitif varolmayı, (mevcudiyeti) (bilgi, etkinlik, düşünce) gerektirir.

Kötülüğün yayılması, yutulmanın belirtisidir. Temel ilkelerde uzlaşma olmayacağı gerçeğinden yan çizenlerin moral yetersizliği; ihmalkârlığın kötünün kazanmasının tek şansıdır.

* "The Anatomy of Compromise", Capitalism: The Unknown Ideal, Signet Publications, NV, USA, ss. 144-149.

EN SEFİL İNSAN AMAÇSIZ OLANDIR.

"Hayatım ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yasamayacağım, ne de onlardan benim hatırım için yasamalarını isteyeceğim.": John Galt

 

Galt'ın bu sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik sistem, temellerini zimnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanin hayatta kalmak için en temel aracı ise, rasyonalite de en yüksek erdemidir. Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanin ahlaki zorunluluğudur. Objektivist etiğin değer standardı, insanin insanca vasıflarını muhafaza ederek yasaması, yani insan hayati için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanin kendi iyiliği için yasadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini savunur.

 

Atlas Shrugged'ın kadın kahramanı :"temel bir suçluluk duygusu yasamaya muktedir değildi" der. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan varolabilir mi? Bu cümledeki anahtar kelime "temel"dir. Temel bir suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değerlendirme ve yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu insanin yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.

Ebedi günah gibi..

Ebedi günah olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin kabul edemeyeceği veya duygusal olarak yasayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı ahlaki dışlayan bir kavramdır. Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda tercih hakki yok demektir. Tercih hakki yok ise konu ahlakin alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanin hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı hak etmedigini görmektedir. Tamamıyla ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı hak etmedigi bir suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.

 

Atlas Shrugged'da ana karakterlerden birine "En sefil insan tipi nedir?" diye soruluyor. Cevap ta: "Bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. "Amaçsız biri" diyor.

Hayatlarını açıkça tanımladıkları bir amaçları olmadan devam ettiren çoğu insan sefil bir yaşam sürmekte…

Çünkü tüm kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizim, diktatörlük ve herhangi bir kötülük insanin gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur. Düşünememesinin sonucu… Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve tanımlayamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatinin kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir. Hayatinizi kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç…

 

"Hitler ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar miydi.Açık bir amaçları yok muydu?" diye sorabilirsiniz:

 

Tabii ki hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret etmişlerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged'taki James Taggart karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya yaratıcı bir amaçla ayni şey değildir.

 

Merkezi bir amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar, hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklinin hakimiyetine açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rasgele etkilerin ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz.

Hiçbir zaman bulamayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.

 

Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkındaki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de zahmet etmediginiz bir duygudur. Peki "kaprislerle hareket etmek" ne demek oluyor? Bu, insanin bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yasamasıdır. Bu insanin geçici bir delilik hali içinde yasaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyfin, canilerin kan dökerken aldığı keyfe benzeyeceğini düşünüyorum. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirebilir.

 

Duygularımızın olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanin değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil sonuçturlar.

İnsan eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız raddede bir çelişki olmak zorunda değildir.

Rasyonel insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar. Eğer önkabulleri yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin nedenini ve hakli olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir; rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını sebep aklini ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklini duygularını rasyonalizm etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor demektir.

Böylelikle kendini zulmüme, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz.

DEVLETÇİLİK VE LAİSSEZ-FAİRE KAPİTALİZMİ

Savaş adına kapitalizme karşı çıkanlar; barış adına devletçiliği savunuyorlar.

Laissez-faire kapitalizmi bireysel hakları, bu yüzden sosyal ilişkilerde kuvveti yasaklayan, sömürü ve savaşa temelden karşı olan tek sistemdir. Çünkü üretme özgürlüğü olan insanları hiçbir şey yağmaya teşvik edemez. Bu insanların savaştan kazanacakları hiçbir şey yoktur. Aksine kaybedecekleri çok şey vardır.

  İdeolojik olarak, bireysel haklar prensibi, bir insanın kendi ülkesinde veya başka bir ülkede silah kullanarak kendi geçimini sağlamasına müsade etmez .

   Ekonomik olarak, savaşlar çok paraya mal olur. Servetin özel olarak sahiplendiği serbest bir ekonomide, savaşın maliyeti özel vatandaşların gelirlerinden sağlanır. Gerçekleri saklamak için aşırı şişirilmiş bir kamu hazinesi yoktur ve bir vatandaş savaşı kazanarak kendi maddi kayıplarını geri almayı umamaz. Bu yüzden, onun ekonomik çıkarları barış tarafındadır.

    Servetin "kamu tarafından sahiplenildiği" devletçi bir ekonomide, savaş bir vatandaşı, efendilerinden daha büyük bir bağış koparma yanlış bir ümit verirken, onun barışı muhafaza etme ile koruyacağı hiçbir ekonomik çıkarı yoktur ve o bağış da, ortak sepet içinde sadece bir damladır. İdeolojik olarak, bu vatandaş insanları kurban edilecek hayvanlar olarak görecek şekilde eğitilmiştir. Kendisi böyledir ve aynı devletin çıkarı için aynı kamu sunağı üzerinde yabancıların niçin kurban edilmemesi gerektiğine dair hiçbir anlayışa sahip olamaz.

  Tüccar ve savaşcı tarih boyunca birbirine taban tabana zıt kimliklerdir. Savaş alanlarında ticaret gelişmez, fabrikalar üretim yapmaz. Yıkıntılar altında kar artmaz. Kapitalizm bir tüccarlar toplumudur ve bu nedenle kapiatalizm, ticareti "bencil", feth etmeyi ise "soylu" gören her silahlı haydut tarafından eleştirilir.

    Barışla gerçekten ilgilenenler kapitalizmin insanoğluna tarihteki en uzun barış dönemini yaşattığını görsünler. Bu, 1815-1945 arasında (99 sene) tüm uygar dünyayı kapsayan hiçbir savaşın olmadığı dönemdir. Bu dönem insanoğlunun kapitalizme en fazla yaklaşabildiği dönemdi. Fakat devletçilik unsuru 19.yıl boyunca büyümeye devam etti ve 1914'de dünyayı ateşe attğında, savaşa karışan hükümetlerde devletçi politikalar egemendi. Tıpkı iç konularda devletçiliğin yol açtığı bütün kötülükler ve hükümet kontrollerinin kapitalizmin üzerine atılması gibi, dış konularda da devletçi politikaların bütün suçu kapitalizme atılmış ve atfedilmiştir.

  "Kapitalist emperyalizm", "Savaş vurgunculuğu" gibi safsatalar veya kapitalizmin askeri fetihlerle "para" kazanmak zorunda olduğu fikri, devletçi yorumcu ve tarihçilerin sığlık ve ahlaksızlık örnekleridir. Oysa 19. yüzyılda, feodalizmin ve mutlak monarşilerin devletçi zalimliğinin kalıntılarını mahvederek dünyayı bağımsızlaştıran serbest ticarettir.

 

  Kapitalizm yurt içinde ve dışında pazarlarını serbest rekabet ile kazanır. Savaşla kazanılan bir pazar, sadece, onu uluslararası rekabete kapatmak, sınırlayıcı düzenlemeler getirmek ve böylece kuvvet kullanarak özel imtiyazlar elde etmek isteyen yarı-devletçi karma ekonomi savunucuları için (geçici olarak) değerli olabilir.

   Kendi ülkesinde hükümet aracılığı ile özel avantajlar peşinde koşan aynı tip iş adamı, yurt dışında da hükümet aracılığıyla özel pazarlar aramıştır. Kimin pahasına? Bu gibi işler için vergi ödemiş olan, fakat hiçbir şey kazanamamış olan işadamlarının büyük çoğunluğunun pahasına.

    Bu gibi politikaları haklı gösteren ve onları halka yutturan kimdir? "Kamu çıkarı" veya "Ulusal saygınlık" ya da "Aşikar kader" gibi doktrinler üreten devletçi entelektüeller. Tüm devletçi ekonomilerin gerçek savaş vurguncuları, eskiden de bugün de, işte bu aynı tiptir: Bir savaş esnasında veya sonrasında hükümet kıyakları ile servet elde etmiş siyasi nüfus sahibi insanlar...

  Eğer insanlar savaşa karşı çıkmak isterlerse, onların karşı çıkması gereken şey devletçiliktir. İnsanlar, bireylerin kolektivite için kurbanlar oldukları, bazı insanların diğerlerine kuvvet kullanarak yönetme hakkına sahip oldukları ve bazı sözde "Fayda" adına bunun haklı olabileceği şeklindeki Kabile İnancını muhafaza ettikleri müddetçe, bir ulusun kendi içinde de, uluslar arasında da BARIŞ olamaz.

 

  Kaynak: "Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal"

JOHN GALT KİM?


Sıfıra tapanlar...Hayata ulaşmakla ölümden kaçınmak aynı şey değildir. Neşe, acının - zeka, aptallığın - ışık, karanlığın -kişilik de kişiliksizliğin yokluğu değildir. Çünkü: İnşa etmek, yıkımdan uzak durmakla sağlanamaz.

Oniki yıldır sorup duruyorsunuz:John Galt Kim?

Ben John Galt'ım. Hayatını seven adamım. Diğerlerine olan sevgisini feda etmeyen adamım. Sizi kurbanlarınızdan mahrum bırakan, böylelikle dünyanızı yıkan adamım. Eğer bilmekden nefret eden sizler, neden yok olmakda olduğunuzu öğrenmek istiyorsanız, şimdi onu söyleyecek olan adam da benim.
Bu çağın manevi kriz çağı olduğu söylendi size. Bunu sizde kendinize söylediniz. Yarı korkuyla, yarı bu sözlerin bir anlam taşımamasını umarak. Dünyayı insanların günahları mahvediyor, diye haykırdınız, insan yapısını suçladınız, talep ettiğiniz sevapları insanların uygulamamasına kızdınız. Sizin gözünüzde değer demek, fedakarlık demek olduğu için, peşpeşe gelen her felakete yeni fedakarlıklar istediniz. Ahlaka geri dönüş adına, ıstıraplarınızı medeni olan kötülükler diye nitelediğiniz şeyleri feda ettiniz. Adaleti acımaya feda ettiniz. Bağımsızlığı birliğe feda ettiniz. Mantığı inanca feda ettiniz. Serveti ihtiyaca feda ettiniz. Özsaygıyı, kendini inkar etme eğilimlerine feda ettiniz. Mutluluğu da göreve feda ettiniz.

Kötü saydığınız her şeyi feda edip, iyi saydığınız her şeye ulaştınız. O halde çevrenizdeki dünyaya bakınca neden dehşetle büzülüyorsunuz? Bugünkü dünya sizin günahlarınızın bir ürünü değil, sevaplarınızın bir ürünü. Sizin manevi idealleriniz gerçekleştirdi bu dünyayı... hem de en son ve en ideal haliyle. O uğurda mücadele ettiniz, hep onun rüyasını gördünüz, onu istediniz, ben de ...sizin dileklerinizi gerçekleştiren kişi oldum.

İdealinizde, amansız bir düşman vardı, sizin ahlaki düsturunuz onu yok etmek üzere tasarlanmıştı. Ben o düşmanı ortadan çektim. Onu sizin yolunuzun üzerinden ve ulaşabileceğiniz yerlerden çektim. Onu sizin yolunuzun üzerinden ve ulaşabileceğiniz yerlerden çektim. Biree birer feda etmekte olduğunuz tüm o kötülüklerin kaynağını kaldırdım ortadan. Savaşı sona erdirdim. Motorunuzu durdurdum. Dünyanızı insan aklından yoksun bıraktım.

İnsanlar akılla yaşamaz, mı demiştiniz? Akılla yaşayanları çekip aldım. Akıl yetersizdir, güçzüdür mü demiştiniz? Ben güçsüz olmayan akılların sahiplerini çekip aldım. Akıldan üstün değerler de var, mı demiştiniz? Ben yok diyenleri çekip aldım.

Siz adaleti, bağımsızlığı, mantığı, serveti, özsaygıyı temsil eden insanları kurban sunaklarına sürüklerken, ben sizden hızlı davrandım, onlara sizden önce ulaştım. Oynamakta olduğunuz oyunu onlara anlattım, hangi manevi kurallara bağlı olduğunu açıkladım, çünkü onlar masum cömertlikleri nedeniyle bunları kavrayamamışlardı. Onlara başka manevi kurallarla, benim kurallarıma nasıl yaşanabileceğini gösterdim. Onlar da benimkini izlemeyi seçtiler.

Bütün o ortadan yok olan adamları, nefret ettiğiniz, ama kaybetmekten çok korktuğunuz adamları sizin elinizden ben aldım. Bizi bulmaya çalışmayın. Biz bulunmayı seçmedik. Size hizmet etmenin görevimiz olduğunu haykırıp durmayın. Böyle bir görevi kabul etmiyoruz. Bize ihtiyacınız olduğunu da söylemeye kalkmayın. Biz ihtiyacı bir haklı talep saymıyoruz. Bizim sahibimiz olduğunuzu iddia etmeyin. Sahibimiz değilsiniz. Geri dönmemiz için yalvarmayın. Biz, aklı olan insanlar, grevdeyiz.

Kendini yok etme kavramına karşı grevdeyiz. Kazanılmamış ödüllere, ödüllendirilmemiş görevlere karşı grevdeyiz. Kişinin kendi mutluluğunun peşinde koşmasını kötü sayan dogmaya karşı grevdeyiz.

Bizim grevimizle, yüzyıllardır gördüğünüz grevler arasında bir fark var. Bizim grevimiz taleplerde bulunmakla değil, talepleri sunmakla ilgili. Sizin ahlaki kurallarınıza göre biz kötüyüz. Biz de artık size zarar vermeme yolunu seçtik. Sizin ekonominize göre, biz yararsısız. Artık sizi sömürmemeye karar verdik. Politikanıza göre biz tehlikeliyiz, zincire vurulmamız gerek. Biz de sizi tehlikeye sokmamaya karar verdik, artık zincirleri takmayalım dedik. Sizin felsefenize göre biz yalnızca bir hayaliz. Bundan böyle gözünüzü kamaştırmamaya karar verdik, gerçekleri görebilmeniz için sizi serbest bıraktık...istediğiniz gerçekleri, şimdi gördüğünüz dünyayı, aklı olmayan bir dünyayı.

Bizden talep ettiğiniz her şeyi verdik size. Esasen vericiler her zaman biz olmuştuk, ama bunu ancak yeni anlayabildik. Size sunacak hiçbir talebimiz yok, pazarlık edecek koşullarımız yok, varılacak bir uzlaşmamız yok. Bizim size ihtiyacımız yok.

Şimdi de, 'Hayır, bizim istediğimiz bu değildi,' diye mi bağıracaksınız? Amacınız harabelerle dolu koskoca bir dünya değil miydi? Sizi terk etmemizi istemiyor muydunuz? Siz, maneviyat yamyamlarının aslında ne istediğinizi baştan beri çok iyi bildiğinizin ben farkındaydım. Ama oyununuz bitti artık, çünkü şimdi ben de biliyorum.

Yüzyıllar süren afetler ve felaketler hep sizin manevi stendartlarınızın sonucuydu. Siz hep, maneviyata ihanet ediliyor, belalar onun cezası olarak geliyor, diye haykırdınız. İnsan çok zayıf ve çok bencil olduğu için, belayı def etmeye yetecek kadar kan dökemiyor, dediniz. İnsanı lanetlediniz, ama kendi manevi stantartlarınızı sorgulamaya hiçbir zaman cesaret temediniz. Kurbanlarınız suçu üstlerine aldılar, sizin lanetleriniz altınad mücadeleyi sürdürdüler, bu onların ödülü sayıldı. Szi bu arada, kendi manevi kodunuzun çok soylu olduğunu, ama insanoğlu kötü olduğu için onu uygulayamadığını haykırdınız. Hiç kimse kalkıp da size, iyiyse hangi ölçülere göre iyi, diye sormadı.

Siz hep John Galt'ın kim olduğunu bilmek istediniz. Ben, işte o soruyu sormuş olan kişiyim.

Evet, günümüz manevi kriz günü. Evet, sizler kötülüğünüzden ötürü cezalandırılıyorsunuz. Ama bu sefer yargılanan, insan değil, suçu üstlenecek olan da insan yapısı değil. Bu sefer sonu gelen, sizin manevi kodunuz. Manevi kodunuz, varabileceği doruğu aştı, yolu sonundaki karanlık çıkmaza vardı. Eğer yaşamayı sürdürmek istiyorsanız, ahlaka geri dönmeniz gerek...siz ahlakı hiçbir zaman tanımadınız, ama şimdi onu keşfetmek zorundasınız.

Siz ahlak kavramlarını hiç duymadınız, yalnızca mistik ya da sosyal kavramları dinlediniz. Size ahlakın, keyfi olarak empoze edilen bir davranış kodu olduğu söylendi. Kendinizi üstün bir gücün ya da toplumun kaprisine adamak, Tanrı'nın amacına hizmet etmek ya da komşunun refehına katkıda bulunmak, mezarın ötesine ya da bitişik evde bir otoriteyi memnun etmek...ama ne olusa olsun, kendi hayatınıza ve kendi zeevkinize hizmet etmemek olduğu söylendi. Size kendi zevkinizin ancak ahlaksızlıkla bulunabileveği öğretildi. Çıkarlarınıza en iyi hizmet edecek şeyin ancak kötülük olduğunu, manevi kodların sizin için değil size karşı olması gerektiğini, sizin hayatınızı iyileştirmek için değil, tükenmek için var olduğunu dinlediniz.

Yüzyıllar boyunca ahlak savaşı hep, hayatınızın "Tanrı'ya" ait olduğunu söyleyenlerle, hayatınızın" Komşularınıza" ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı. Bir kesim size kendinizi cennetteki hayaletler için feda etmenin iyi olduğunu söylerken, diğer kesim de size, kendinizi dünyadaki beceriksizler için feda etmenizin iyi olduğunu söyledi:

Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de onu yaşamak olduğunu söylemedi.

Ahlakın sizden öz-çıkarlarınızı ve aklınızı teslim etmeyi beklediği konusunda her iki kesimde görüş birliği içindeydi. Ahlaki olanla pratik olanın birbirinin tersi olduğu, ahlakın mantık alanın da olmadığı, inancın ve gücün alanın da olduğu yolunda da görüş birliği içindeydiler. Rasyonel ahalakın mümkün olmadığını, mantıkla doğru veya yanlış diye birşey olamayacağını, mantık alanında ahlaki olmak için bir sebep bulunmadığını her iki tarafta ileri sürüyordu.

Başka hangi konularla savaşmış olurlarsa olsunlar, tüm ahlakçılarınızn birleştiği nokda, hep inasn aklına karşı savaşmakdı. Tüm planları ve sistemleri hep insan aklını saptırmaya ve çökertmeye dönüktü. Şimdi ya yok olmayı seçeceksiniz, ya da anti-akıl kavramının anti-hayat demek olduğunu öğreneceksiniz.

İnsan aklı,sağ kalmanın temel aracıdır. İnsana hayat verilmiştir, ama sağ kalma, verilmemiştir. Vucudu ona verilmiştir, ama dayanıklılığı verilmemiştir. Aklı ona verilmiştir, ama içeriği verilmemiştir. Hayatta kalmak için o insanın eyleme geçmesi gerekmektedir, eyleme geçmeden önce de, girişeceği eylemin niteliğini ve amacını bilmek zorundadır. Yiyeceğini elde edebilmesi, ancak yiyecek kavramını bilmesiyle, onu elde etmenin yolunu bilmesiyle mümkündür. Bir hendek kazarken de, bir siklotron yaparken de, bunu kendi amacını bilmeden, nasıl yapılacağını bilmeden başaramaz. Sağ kalmak için düşünmek zorundadır.

Ama düşünmek de bir seçimdir. Sizin hiç düşünmeden "insan tabiatı" dediğiniz şeyin anahtarı, birlikde yaşadığınız ama adını koymadan korktuğunuz o açık sır, insanın isteğe bağlı bilince sahip olduğu bir varlık olduğudur. Mantık otomatik olarak çalışmaz. Düşünmek mekanik bir süreç değildir. Mantığın bağlantıları içgüdlerle kırılamaz. Midenizin, akciğerinizin, kalbinizin işleyişi otomatikdir, ama aklını öyle değildir. Hayatınızın her saatin de ve her konusunda, düşünmekte ya da düşünme çabasından kaçınmakta serbestsiniz. Ama kendi tabiatınızdan kaçıp kurtulmakda serbest değisiniz, mantığın hayatta kalma aracının olduğu gerçeğinden kaçmanız mümkün değildir...insan olduğunuza göre sizin için, "olmak ya da olmamak" demek, "düşünmek veya düşünmemek" demekdir.

İsteğe bağlı bilince sahip bir varlığın, otomatik bir davranış rotası yoktur. Eylemlerine rehberlik edecek bir değerler koduna ihtiyacı vardır. "Değer", kişinin kazanmak ve muhafaza etmek içiin uğrunda eyleme geçtiği şeydir, iyi eylem ise, kişinin onu kazanmak ve muhafaza etmek için uyguladığı adımlardır. "Değer", bir soruya verilebilecek cevabı var saymak zorundadır: Kimin için değer ve ne amaçla değer?. Değer ayrıca bir standardı da var sayar. O da bir amaçtır, bir alternetif karşısında eyleme geçmek değildir. Alternetifin olmadığı yerde, hiçbir değer söz konusu olamaz.

Evrende bir tek temel alternetif vardır:Var olmak ya da var olmamak...bu da bir tek tür kimliği ilgilendirir:Canlı organizmaları. Cansız maddelerin varkığı koşulsuzdur, hayatın varlığı öyle değildir. Belli bir eylem rotasına bağlıdır. Madde yok edilemez, biçim değiştirebilir, ama varlığı ortadan kaldırılamaz. Sürekli bir alternatifle, ölüm kalım alternetifi ile karşı karşıya olan yalnızca canlı organizmalardır. Hayat kendi varlığını sürdürme yolunda, kendinin başlattığı bir süreçtir. Bir organizma bu süreçte başarısız olursa, ölür. Kimyasal maddeleri kalır, ama hayatı yok olur. "Değer" kavramını mümkün kılan yalnızca "hayat" kavramıdır. Her şey ancak canlı bir varlık için iyi ya da kötü olabilir.

Yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorundadır.Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleye değerlerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir; bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur:Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır, kendini yok edecek tarzda davranamaz.

Bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir.Duyuları ona otomatik olarak bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder, otomatik güvenlik ile tercih yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarının göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez.

İnsan, hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir.Onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alternatifler karşısında İRADEYE DAYALI TERCİH yoluyla davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi neyin kötü olacağı hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında, hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü gevezeliği mi yapıyoruz? Bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değildir. Bir yaşama arzusu size yaşam için gerekli olan bilgiyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik değildir:sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir. İnsanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle seçmelidir. İnsan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir…

İnsana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur.
Doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. İnsan, tercihiyle İNSAN olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer olarak sürdürmelidir, tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uygulamalıdır.Tercih yoluyla kabul edilen bir değerler sistemi bir ahlak sistemidir.

İçinizde yozlaşmadan kalan, yaşayan kalıntıya, insan kalıntısına, AKLINIZA, sesleniyorum ve diyorum ki: Aklın insana has bir ahlakı vardır ve aklın ahlakının değer standardı İNSANIN HAYATIDIR.

İnsan tabiatının gerektirdiği hayat, akılsız bir hayvanın hayatı olmadığı gibi, yağmacı bir serserinin, mırıldanıp duran bir mistiğin hayatda değildir. Düşünen bir varlığın hayatıdır. Güç kullanmakla ya da sahtekerlıkla yaşanan hayat değil, başarılarla yaşanan hayattır, ne pahasına olursa olsun hayat değildir, çünkü insanın sağ kalmasının bedelini ödeyen tek şeyi vardır, o da mantıkdır.

İnsanın hayatı, ahlakın standartlarıdır, ama kendi hayatınız bunun amacıdır. Eğer hedefiniz dünyada var olmaksa, eylemlerinizi ve değerlerinizi insana uygun standartlara göre seçmeniz gerekir, hayatınız olan o tek varlığı sürdürme, doyuma erdirme, zevkini çıkarma değerlerine uygun olarak seçmeniz gerekir.

..................

Siz sıfıra tapanlar...

Hayata ulaşmakla ölümden kaçınmanın aynı şey olmadığını,sizler hiçbir zaman keşfedemediniz. Neşe,acının-zeka,aptallığın-ışık,karanlığın-kişilik de kişiliksizliğin yokluğu değildir. İnşa etmek,yıkımdan uzak durmakla sağlanamaz. Sizin artık biz üreticilere,"Sizin üretiminizi yok etmememiz karşılığında, üretin ve bizi besleyin!" diyemezsiniz. Size tüm kurbanlarınız adına cevap veriyorum: Kendi boşluğunuz içinde yok olup gidin. Var oluş, negatiflerin inkarı değildir. Yokluk ve inkar, değer değil, kötülük dür. Kötülük güçsüzdür, bizden zorla sızdırdığınız dışında bir gücü yokdur. Yok olun, çünkü bizler, sıfırın hayatı ipotek altına alamayacağını artık öğrendik.

Sizin ahlak düzeniniz, bir"Ölüm Ahlakı" düzenidir.

Değerlerinizin standardı ölümdür,amaç ölümdür. Düzeninizin başlangıç noktası lanetleme, amacı,yöntemi ve sonucu da yıkım. Ahlakı,doğayı,adaleti ve mantığı bir tek kavramla yıkmak, eşi zor bulunabilecek bir kötülüktür. Oysa sizin düzeninizin temelinde yatan budur. İnsanın kendi seçeneğine açık olmayan bir şeyi günah saymak, ahlak kavramıyla alay etmektir. Onu doğmadan önceki bir günahtan ötürü cezalandırmak, adaletle alay etmektir. Masumiyetin var olmadığı bir konuda onu suçlamak, mantıkla alay etmektir. "Mistiklerin insan aklının yetersizliği konusundaki gevelemelerini dinleyip de, onun bilincinden kuşkulanacağınız yerde kendi bilincinizden kuşku duymaya başladığınızda , yarı-rasyonel durumunuzun her söze göre tehlikeli şekilde sarsılmasına izin vermiş olursunuz,sonunda onun üstün gözüken güvenine ve bilgisine teslim olmaya karar verebilirsiniz. Buradaki komik durum hem size,hem ona gülmeyi gerektirir.O mistiğin güveni yalnızca sizin onu onaylamanızdan gelecektir. O mistiğin korktuğu doğaüstü güç, taptığı o bilinmez ruh, çok güçlü saydığı o bilinç,hep sizinkilerdir. "Mistik dediğiniz, başkalarının aklıyla ilk karşılaştığında kendi aklını teslim etmiş olan adamdır. Çocukluğunun derinliklerinde bir yerde , kendisinin gerçeklik anlayışı başkalarının iddialarıyla çatıştığında, karşıdakilerin keyfi emirleri ve çelişkili talepleri karşısında bu kişi bağımsız rasyonel yeteneğini hemen teslim etmiştir.' Biliyorum ki sözüyle 'diyorlar ki ' sözü arasında kalan kavşakta, bu kişi başkalarının otoritesini seçmiş , anlamak yerine itaat etmeyi , düşünmek yerine inanmayı kabullenmiştir. Doğaüstü korkusu,başkalarının üstünlüğüne inanmakla başlar.
Bu kişinin teslim oluşu , anlamayışını saklama yoluna yönelmiştir. Başka herkesin bildiği esrarengiz bir bilgiyi yalnız kendisi bilmiyormuş gibi hissetmektedir.Gerçeklik artık başkalarının istediğidir ve bu güç kendisi için ebediyen kapanmıştır.  "O andan başlayarak , düşünmekten korkan bu kişi artık belirsiz duyguların insafına kalmış durumdadır.Tek rehberi duygularıdır,o duygular onun son kalan kişisel kimliğidir,onlara müthiş bir sahiplik duygusuyla sarılır...ve elinden hangi düzeyde düşünmek geliyorsa onunda duygularının aslında korku olduğunu kendinden saklamaya yöneltir. "Bir mistik size, mantıktan daha güçlü bir şeyin varlığını hissediyorum dediği zaman , bir şey hissettiği doğrudur,ama o hissettiği şey evrenin her şeye kadir süper-ruhu değildir,karşısına çıkan herhangi birinin bilincidir, çünkü kendisi kendi bilincini çoktan teslim etmiştir.Mistik, başkalarının o her gücü içeren bilincini etkilemeye, hile yapmaya,iltifat etmeye ,kandırmaya ve zorlamaya yönelmiştir.Onun gözünde gerçeğin tek anahtarı, 'onlar' dır.Onların esrarengiz gücünü koşumlayıp kullanamazsa, onların onayını alamazsa, var olamayacağını hissetmektedir.Onlar onun tek algılama yoludur, körü yönlendiren köpek gibidir, yaşaya bilmek için onlara tasma takmak zorunda oluğunu hissetmektedir. Başkalarının bilincini kontrol etmek onun tek ihtirası haline gelmiştir: güç hırsı, terk edilmiş zihinlerin boş alanlarında yetişen bir yaban otudur. "Her diktatör bir mistiktir, her mistik de potansiyel bir diktatördür. Mistik, insanlarla anlaşmaya varmayı değil, onların kendisine itaat etmesini ister. Onlardan bilinçlerini kendi emirlerine, isteklerine, kaprislerine teslim etmelerini ister, kendisi de kendi bilincini onlara teslim eder. İnsanlarla ilişkilerinde inancı ve gücü kullanır, İnsanların onayını... eğer gerçeklere ve mantığa dayanarak kazanmak zorundaysa... istemez. Mantık onun en korktuğu düşmanıdır, aynı zamanda da onun tehlikeli saymaktadır. Onun gözünde mantık, kandırmanın bir yoludur... insanlarda mantıktan daha güçlü bir kuvvetin var olduğunu hissetmektedir. Güven duygusu ancak kendi sebepsiz inançlarından ya da uyguladığı zorlamalı boyunduruktan elde edebilir, ancak o zaman sahip olmadığı mistik güç üzerinde bir kontrol elde ettiğini hisseder. Arzusu emretmektir, ikna etmek değil. İkna etmek bir bağımsızlık eylemi gerektirir ve objektif gerçeklerin absolü niteliğine dayanır.

Mistik nasıl maddenin asalağıysa, nasıl başkalarının yarattığı servete el koyarak yaşarsa..nasıl ruhun da asalağıysa, başkalarının yarattığı fikirleri yağmalarsa...aynı şekilde, kendi çarpık gerçeğini yaratan delinin bile düzeyinde değildir, orada da deliliğin asalağıdır!.Çünkü başkalarının yarattığı çarpıklıkları kullanmaktadır.

Mistik sonsuzluğa, sebepsizliğe, kimliksizliğe duyduğu özlemin ancak bir sebebi vardır:ölüm. İfadelendirilemeyen hislerinin sebeplerini hangi tür anlaşılmaz gerekçelere atfederse etsin, gerçeği inkar eden, varoluşu da inkar etmiş demektir. Acı çekmeyi seyretmek mest eder onu. Yoksulluğu, boyun eğmeyi, korkuyu seyretmek de öyle. Bunlar ona bir zafer duygusu verir, bunları, rasyonel gerçeği alt etmiş oluşunun kanıtları sayar. Ama bir başka gerçek de zaten yoktur.
Mistik, "kimin refahına hizmet ettiğini iddia ederse etsin, "tanrı-halk-ırk-emek-v.s" dediği o bedeni ruhundan koparılmış kavrama hizmet ettiğini söylesin, doğaüstü boyutta hangi ideali ileri sürerse sürsün...aslında, gerçekte, dünyada onun ideali ölümdür, arzusu öldürmektir, tek tatmin yolu işkence etmektir. İstediği rüşvet sizin hayatınızdır. Onların ki akla karşı bir komplo...kısaca, hayata ve insana karşı bir komplo. Sıfırı bir değer olarak kovalayanları birbirine bağlayan ve birleştiren halkaların komplosu.

Mistiklerin inancının tek başarabildiği sonuç yıkımdır.

Hala gururundan geriye bir şeyler kalmış olanlara,hayatı sevenlere sesleniyorum:Hiçbir zaman inanmadığınız ve uygulamadığınız bir ahlak düzeni uğruna yok olmayı isteyip istemediğinize karar verin.Kendinize karşı dürüst olduğunuz anlarda,kendinizi enayi yerine konmuş gibi hissediyor,bir güceniklik duyuyorsunuz.Mutlu olduğunuz zamanlarda neşenizi bozan bir suçluluk duygusu var...Hayranlık duyduğunuz adamlara acıyor,onların başarısızlığa mahkum olduğuna inanıyorsunuz.Nefret ettiğiniz adamlara imreniyor,onları varoluşun ustaları olarak görüyorsunuz,çünkü ahlak nasılsa güçsüz,nasılsa pratik değil. "Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya beden ya ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi, 'ya akıl ya kalp' gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?
Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir."

"Kim olursanız olun...şu anda benim sözlerimle baş başa olan,o sözleri anlamak için kendi dürüstlüğünüzden başka bir yardımcıya sahip olmayan siz...insan olma seçeneği hala açık bekliyor,ama bedeli sıfırdan başlamak,gerçeğin karşısında çıplak durmak ve çok pahalıya patlamış bir tarihsel hatadan geri dönerek,"varım, o halde düşüneceğim," demektir."

"Hayatınızın aklınıza bağımlı olduğu gerçeğini kabullenin.Tüm mücadelenizin,kuşkularını
zın sahteliklerinizin kaçınmalarınızın, iradeli bilincin sorumluluğundan kurtulmak için gösterilmiş çaresiz çabalar olduğunu itiraf edin...Otomatik bilme,içgüdüsel eylem,sezgisel emin olma çabaları...siz buna meleklerin yaşamına özlem demiş olabiliriz,ama aslında aradığınız şey hayvanların hayatı olmuştur.Ahlaki idealiniz olarak insan emeğini kabullenin."

"Çok az şey biliyorum o yüzdende aklıma güvenmeye korkuyorum" demeyin.Mistiklere teslim olup azıcık bildiğinizden de vazgeçmek daha mı güvenli?kendi bildiğinizin sınırları içinde yaşayın ve o sınırları hayatınızın sınırlarına kadar genişletmeye çalışın.aklınızı otoritenin etkilerinden temizleyin.her şeyi bilir durumda olmadığınızı kabullenin ama zombi roline sıvanmanın size her şeyi getirmeyeceğini görün.Evet,aklınız hata yapabilir ama akılsız kalmak sizi hatasız yapmaz.kendi kendinize yapacağınız bir yanlış,inanç nedeniyle kabul etmiş olduğunuz on doğrudan daha güvenilir,çünkü kendi yanlışınızı düzeltme gücünüz vardır,oysa inançla kabul edilen bir şey,sizin doğruyu yanlıştan ayırma kapasitenizi öldürmüş olur.Her şeyi bilen bir otomaton olma rüyanızdan vazgeçip,insanın her bilgiyi kendi iradesi ve çabasıyla edindiği gerçeğini kabul edin,insanın bu evrendeki farklı yanının bu olduğunu,doğasının,ahlakının,onurunun bu olduğunu anlayın."

"İnsanın kusurlu olduğunu iddia edip kötülüğe sınırsız lisans çıkaran o vaazı reddedin.
Böyle bir iddiada bulunduğunuzda,insana hangi standarda dayanarak lanetliyorsunuz?Ahlak alanında,mükemmellikten,azının asla yeterli olmayacağını kabul edin.Ama mükemmellik,
İmkansızı yapma yolundaki mistik emirlere göre ölçülemez,sizin ahlaki durumunuz da sizin seçiminize açık olmayan kıstaslara değerlendirilemez.İnsanın bir tek temel seçimi vardır:
Düşünmek ya da sizin seçiminize düşünmemek...işte iyiliğinin,değerinin ölçüsü de budur.
Ahlaki mükemmellik,ihlal edilmemiş rasyonelliktir...Zekanızın düzeyi değildir,aklınızın tamamını sonuna kadar kullanmaktır.Bilginizin çokluğu değildir,mantığı bir absolü olarak kabul etmektir."

"Bilgiyi yanlışlarıyla ahlak ihlalleri arasındaki farkları ayırt etmeyi öğrenin.
Bilgi yanlışı,ahlaki bir kusur değildir,yeter ki onu düzelmeye istekli olun.İnsanları imkansızın standardına göre,otomatik olarak her şeyi bilme kıstasına göre ölçmeye kalkan,ancak bir mistik olabilir.Ama ahlakın ihlali,bilinçli bir seçimdir,bunu kendiniz,kötü olduğunu bilerek seçmişsinizdir,bilgiden isteyerek kaçınmışsınız,görüşünüzü ve düşüncenizi bilerek askıya almışsınızdır.Bilmediğiniz şey,size karşı ahlaki suçlama değildir.Ama bilmeyi reddettiğiniz şey, ruhunuzda büyümeye başlayan bir ayıptır. Bilgi yanlışları konusunda her ödünü verin,ama hiçbir ahlak ihlalini bağışlamayın,asla kabullenmeyin.Bilmek isteyenlerin iyi niyetli olabileceğini hiç unutmayın,ama sizden taleplerde bulunan,sebep aramak zorunda olmadıklarını iddia eden,"içlerine doğduğunu"ileri süren küstahları,inkar edilmez bir iddia karşısında,"o yalnızca mantık"diyenleri,bununla,"o yalnızca gerçek"demek isteyenleri,birer potansiyel katil olarak görün.Gerçeklik alanının karşısında bir tek alan vardır,o da ölümün alanıdır."

"Mutluluğa ulaşmanın,hayatınızın tek ahlaki amacı olduğunu gerçeğini kabul edin.Ahlaki dürüstlüğünüzün kanıtının mutluluk olduğunu,acı ya da akılsız şımarmalar olmadığını kabullenin,çünkü bu sizin, değerlerinize ulaşma yolundaki sadakatinizin kanıtıdır. Mutluluk sizin çok korktuğunuz bir sorumluluk olmuştur, çünkü benimseyebilecek kadar değerli olmadığınızı sandığınız türden rasyonel disiplin gerektirmektedir.Günlerinizin o kaygılı bayatlığı, mutluluğun yerine kullanılabilecek bir başka ahlaki ikame bulunamayacağını bilmekten kaçınmanızın anıtıdır.Bir insanın kendi sevincine, neşesine ulaşma savaşından vazgeçmesi kadar iğrenç,korkak bir eylem olamaz ... kendi varoluş hakkını kullanmaktan korkması,bir kuşun,güneşe uzanmaya çalışan bir çiçeğin kendi hayatını gösterdiği sadakatin gerektirdiği cesarete bile sahip olmadığının işaretidir.sizin sevap saydığınız adına tevazu dediğiniz o günahın koruyucu paçavralarını üzerinden atın.Kendinize değer vermeyi öğrenin.Bunun anlamı kendi mutluluğunuz için mücadele etmektir...Gurur denilen şeyin tüm iyilik ve sevapların toplamı olduğunu öğrendiğiniz zaman,insan gibi yaşamayı öğrenmişsiniz demektir.
Özsaygıya doğru temel adım olarak,sizden yardım talep eden insanı bir yamyam gibi görmeyi öğrenin. Bu talep, onun hayatınızın onun malı olduğunu iddia etmesidir. Böyle bir iddia çok iğrenç olsa da, daha iğrenci vardır, o da sizin buna razı olmanızdır. Ama eğer siz yardım etmeyi, onun kişiliği ve mücadelesi nedeniyle, kendi bencil zevkinize dayalı bir arzu olarak hissediyorsanız, o zaman vardır. Acı çekmek bir değer değildir. " " İnsan haklarının kaynağı ne ilahi bir yasadır, ne de meclisten çıkma bir yasadır. O kaklar kimliğin yasasıdır. A=A' dır, insan da insandır.
Biz, akıldan yana olan insanlar,biz, alışverişçiler, böyle şeyleri kimseye vermeyiz. Biz objektif olmayan hiçbir şeyle iş görmeyiz.Vahşilik çağında insanların objektif gerçek diye bir kavramdan hiç haberi yoktu. Fiziksel doğayı bilinmez şeytanların yönettiğine inanırlardı. Öyle bir dönemde, ne düşünce,ne bilim, ne de üretim mümkündü."

"Ben yaşamak isteyenlere, ruhlarının onurunu geri kazanmak isteyenlere sesleniyorum.
Şimdi dünyanız hakkındaki gerçekleri öğrendiğinize göre, sizi mahvedenleri desteklemekten vazgeçin. Dünyanın kötülüğünü mümkün kılan yalnızca sizin onlara verdiğiniz onay olmuştur. O desteği çekin. Düşmanlarınızın koşullarına göre yaşamaya, kuralları onların koyduğu bir oyunu oynamaya razı olmayın. Sizi köleleştiren iyilik dilemeyin, sizi soyanlardan sadaka istemeyin...ne sübvansiyon, ne kredi, ne iş, ne de çetelerine katılıp komşuları soyarak kaybettiğinizi geri almak isteyin. İnsan rüşvet alarak ve kendi mahvına oy vererek hayatını sürdürmeyi umamaz. Kar, başarı ya da güven kazanmak için varoluşunuza haciz koydurmayın. Böyle bir haciz'in bedeli asla ödenemez. Ne kadar ödeseniz fazlasını isteyeceklerdir. Aradığınız ya da ulaştığınız değerler ne kadar büyükse, o kadar daha tehlikede sayılırsınız. Onlarınki sizi kanata kanata öldürecek bir beyaz santaj sistemidir. Günahlarınıza karşılık değil, varoluş sevginize karşılık cezalandırmaktadırlar sizi."

"Yağmacıların şartlarıyla yükselmeye çalışmayın,iplerini onların tuttuğu bir merdivene asla tırmanmayın. Ellerinin onları iktidarda tutan tek kaynağa, sizin yaşama ihtirasınıza değmesine izin vermeyin....Aklınızı ve becerilerinizi kendi kendinize kullanın, bilginizi genişletin, yeteneklerinizi geliştirin, ama başarılarınızı başkalarıyla paylaşmayın. Sırtınıza bir yağmacı binmişken servet yapmaya kalkmayın. Onların merdiveninin en alt basamağında kalın, ancak karnınızı doyurmaya yetecek kadar para kazanın, yağmacılar devletini destekleyecek bir kuruş fazla kazanmayın. Madem tutsaksınız, tutsak gibi davranın, özgürmüşsünüz gibi numara yapmalarına izin vermeyin. Onların çok korktuğu o sessiz, yıkılmaz düşman olun."

"Her insani değer bir mücadeleyi gerektirir. Hayatın tümü amaçlı bir mücadeledir, sizin tek seçiminiz de amacınızdır. Şimdiki savaşınızı sürdürmek mi istiyorsunuz, yoksa benim dünyam için mücadele etmek mi?...Önünüzdeki seçim budur. Buna aklınız ve varoluş aşkınız karar versin."

"Hayatım ve hayatıma olan sevgim adına yemin ederim ki, hiçbir zaman bir başka insan için yaşamayacağım ve hiç kimseden benim için yaşamasını istemeyeceğim."

Kaynak: ATLAS SİLKİNDİ - AYN RAND

AŞK BENCİLDİR

 

‘Seni seviyorum’ diyebilmek için; ilk önce ‘ BEN ’ demeyi bilmek gerekir

Aşk kendini bir başkası için feda etmek anlamına gelmez. Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa vurulmasıdır.

Romantik aşk bir insanın en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan; bütün ihtirası işi olan bir insandır. Çünkü AŞK bir erkeğin veya bir kadının karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer insanın açıkca tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da takdir edemez. İşte bu açıdan:" ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk önce ‘BEN’ demeyi bilmek gerekir" Kişinin kendi mutluluğu en yüksek amacıdır ve fedakarlık gayri ahlakidir. Bu ilke başka herhangi bir konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve BENCİL bir öneme sahip olduğu anlamına gelir.

Eğer kişiliğiniz yoksa, birine aşık olmanız o kişiyle beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel keyif ve mutluluk almadığınız;olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak, kendinizi onun isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin böyle bir durumdan dolayı gurununun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı kabul etmeyeceğini belirtmeme gerek yok.

Seks:Aklı olmayan bir vucudu feth etmek değildir!

Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Çünkü seks:İnsanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir.

 

 

Bir erkek kendi değerlerini ve varoluş görüşünü yozlaştırırsa, aşkın zevk değil, kendini reddetme olduğunu savunmaya başlarsa, iyilik ve sevap denilen şeyin gurur değil, acıma, acı, zaaf ve fedakarlık olduğunu söyler, en soylu sevginin beğenmekle değil, sadakayla başladığını, değerlere cevap olarak değil, kusurlara cevap olarak doğduğunu söylerse, kendini ikiye bölmüş sayılır.

Seçici ve ayrımcı olan bir seks hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur. Seks karşı tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak nitelendiriyorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks çok iyi ve önemli olduğu için. Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu ilişkinin bir evliliğe dönüşüp dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın hayatlarının seyrine bağlıdır.

Evliliği, iki taraf da hayatlarının sonuna kadar beraber olmayı isteyebilecekleri insanı buldukları zaman –ki hiç kimse bundan otomatik olarak emin olamaz- çok önemli bir kurum olarak kabul ediyorum.

Taraflar nihai tercihlerine ulaştıklarından emin olurlarsa evlilik elbette arzu edilen bir durumdur. Fakat bu, tarif edilen mutlak kesinlikten daha azı üzerine kurulan herhangi bir ilişkinin uygunsuz olduğu anlamına gelmemelidir. Bir ilişki veya evlilik kararı ile ilgili sorunun sadece konuyla ilgili tarafların durumlarına ve bilgilerine bağlı olduğunu ve kararın onlara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Çiftler karşılıklı olarak ilişkilerini ciddiye alıyorlarsa ve ilişkileri ahlaki değerler üzerine kuruluysa her iki durum da ahlakidir.. Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir. Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeyeı çalışır. Kendine olan saygısını cinsel fetihlerinin ona kazandırmasını bekler; ki bu imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder. Öncelikle, insanoğlunun güdüleri yoktur. Fiziksel olarak seks sadece bir kapasitedir. Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve kimi çekici bulacağı kendi ahlaki değer standartlarıyla ilgili bir şeydir. Tercihlerini kontrol eden, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel felsefesi cinsel hayatını yönlendirir. Kişi belirli bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara sahiptir. Fakat bunları nasıl, hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip değildir. Mesela insanın yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat önce bu hissi açlık olarak tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl yiyecek elde edebileceğini öğrenene kadar aç kalacaktır. İnsan dünyaya belirli fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne keşfedebilir ne de tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri ona ne yapması gerektiğini söylemeyecektir.

Kendinden tiksinen insan, özsaygısını cinsel serüvenlerden kazanmaya çalışır.

Aklın yerine, akıl ürünlerini çalıp onları koymak isteyen adamlar...Kendinden tiksinen adam da, özsaygısını cinsel serüvenlerden kazanmaya çalışır. Buda yapılamaz, çünkü seks bir neden değildir, insanın kendi değerleriyle ilgili kanaatinin bir etkisi ve ifadesidir. Aslında ikisi de aynı konu...
Paranın maddesel kaynaklardan geldiğini, zihinsel bir kökü ve anlamı olmadığını düşünen insanlar...
Aynı zamanda ve yine aynı nedenle, seksin de fiziksel bir kapasite olduğunu, zihinle, seçenekle ve değer sistemleriyle ilgili olmadığını düşünürler. Bedeninizin bir arzu yarattığına ve seçimi sizin yerinize yaptığına inanırlar. Demir cevheri kendiliğinden tren rayı haline geliyormuş gibi, aşkın gözü kördür, derler. Seks mantığa bağışıktır ve tüm filozoflarla alay eder, derler. Oysa aslında bir erkeğin cinsel seçimi, kendi temel inançlarının sonucu ve toplamıdır. Bana bir erkeğin neyi çekici bulduğunu söyleyin, bende size o adamın tüm hayat felsefesini söyleyeyim. Bana onun hangi kadınla yattığını gösterin, size o kişinin kendini nasıl değerlendirdiğini bir bir sayayım. Ona kendi benliğini silmenin bir sevap olduğuna dair ne saçmalıklar öğretilmiş olursa olsun, seks tüm eylemler içinde en derin bencillik içerendir. O eylemi ancak ve yalnızca kendi zevki için yapacaktır. Bunu kendini silerek, bir iyilik, bir ilham, bir ihsan olarak yapmayı düşünebiliyor musunuz? Kendini alçaltarak yapılmaz, ancak kendi zevkiyle, arzulandığını ve arzulanmaya layık olduğunu bilerek yapılabilir. Ruhu çırılçıplaktır o anda. Tıpkı vücudu gibi. Kendi gerçek egosunu, değer standardı olarak kabul etmektedir. Ona çekici gelecek kadın, kendi en derin vizyonunu yansıtan kadın olacaktır. O kadının teslim olması, ona bir özsaygı duygusu yaşatacaktır ya da böyle olduğuna inanacaktır.

Kendi değerinden emin olan ve bundan gurur duyan adam, bulabildiği en yüksek kadın tipini isteyecektir.

Beğeneceği kadın güçlü olacak, fethetmesi zor bir kadın olacaktır, çünkü ancak bir roman kahramanını fethettiği zaman bunu bir başarı sayabilecektir, beyinsiz bir sürtüğü fethetmeyi başarı saymayacaktır. Onun aradığı, kendi değerini bulmak değil, kendi değerini ifade etmektir. Zihnin standartlarıyla bedeninin arzuları arasında hiçbir çelişki yoktur. Ama kendi değersizliğine inanan adam da en nefret ettiği kadın tipini cazip bulur, çünkü o kadın onun gizli benliğinin yansımasıdır. Kendisinin sahtekar olduğu yolundaki objektif gerçekten o kadın sayesinde kurtulur. Kadın ona bir aylığına bir değerlilik hayali kazandırır, o da kendi benliğini lanetleyen ahlak sisteminden bir süre kurtulmuş olur. Çoğu erkeğin kendi hayatını nasıl çirkin biçimde mahvettiğine bakın. Manevi felsefemiz dedikleri çelişkiler karmaşasına bakın. Biri diğerini getiriyor. Aşk bizim en yüce değerlerimize cevaptır...Başka bir şey de olamaz. Bir erkek kendi değerlerini ve varoluş görüşünü yozlaştırırsa, aşkın zevk değil, kendini reddetme olduğunu savunmaya başlarsa, iyilik ve sevap denilen şeyin gurur değil, acıma, acı, zaaf ve fedakarlık olduğunu söyler, en soylu sevginin beğenmekle değil, sadakayla başladığını, değerlere cevap olarak değil, kusurlara cevap olarak doğduğunu söylerse, kendini ikiye bölmüş sayılır.

Bedenine söz dinletemez. Seviyorum dediği kadının karşısında iktidarsızlığa düşer, bulabildiği en bayağı orospuya doğru kayar. Bedeni her zaman en derindeki inançlarının nihai mantığını izleyecektir. Kusurların sevap olduğuna inanırsa, varoluşu kötü diye damgalamış sayılır, kendisinin ancak yozlaşmışlıklardan zevk almaya layık olduğuna inanır. Sevabı acıyla bağlamıştır, zevkin ancak günahlarda bulunabileceğini sanır. Bu sefer, bedeninizin kötü arzuları olduğunu, zihninin bunları etkileyemediğini, seksin bir günah olduğunu, gerçek aşkın katıksız bir ruhsal duygu olduğunu haykırmaya başlar. Ondan sonra da, aşk neden bana yalnızca can sıkıntısı getiriyor, seks de yalnızca utanç getiriyor diye merak eder. Para ve seks, ikisinin aynı şey olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

" Kavrayamadığı varoluşta; kendisini çaresiz bir yaratık " olarak gören bir insan: Önce kendisinden tiksinmeye mahkum olur.

Hayatını, maddeyi zihninin ihtiyacına göre biçimlendirmeye adamış bir adam ise, fiziksel eylemde ifade bulmamış bir fikrin değersiz bir sahtelik olduğunu, platonik aşkın da aynen öyle olduğunu bilir. Bir fikrin güdümünde olmayan fiziksel eylem nasıl sersemlerin kendini kandırma biçimiyse, kişinin değerler sisteminden kopuk bir seks de öyledir. İkisi de aynı konu... Aşkın saflığını arzudan koparan insan, aşksız arzunun ahlaksızlığına da inebilen insandır. Ama çevrenize bakınca, çoğu insanların ikiye bölünmüş yaratıklar olduğunu, bir o yana, bir bu yana savrulup durduğunu görürsünüz. Bir yarı, paradan, fabrikalardan, gökdelenlerden, kendi bedeninden nefret eden adamdır. Hayatın anlamı ve iyi bir insan olmanın gereği olarak, akıl almaz konularla ilgili tanımlanmayan duyguları ön plana çıkarır. Umutsuzca çığlıklar atar, çünkü saygı duyduğu kadına karşı hiçbir şey hissetmemekte, çirkefler içindeki yosmaya karşı konmaz bir ihtiras duymaktadır. İnsanların idealist dediği biridir o. Öbür yarı ise herkesin pratik insan dediği kişidir. İlkelerden, soyutluklardan, sanattan, felsefeden, hatta kendi aklından tiksinen adamdır. Maddesel objeler elde etmeyi, kendi varlığının en önemli amacı sayar. Bunların nedenini ya da kaynağını düşünme gereğine gülüp geçer. Bunların kendisine zevk vermesini bekler. Daha çoğunu elde ettikçe neden daha az zevk almaya başladığını görünce şaşar. İşte vaktini kadınları kovalamaya harcayan adam, o adamdır. Kendine yönelttiği üç kandırmacaya bir bakalım: Bir kere, özsaygı ihtiyacını kabullenmez, çünkü ahlaki değerler gibi kavramları küçümser. Ama beri yandan, kendini bir et parçası saymaktan ötürü, kendine büyük bir tiksintiyle bakmaktadır. Seksin kişisel değerlere bir saygının fiziksel ifadesi olduğunu kabullenmese de, aslında bilmektedir. Bu nedenle, öyleymiş gibi davranarak, sebep sayılması gereken şeye ulaşma çabasına girer. Kendine saygıyı, ona teslim olan kadınlardan kazanmaya çalışır, ama seçtiği kadınların karakteri de, yargısı da, değer standardı da olmayan kimseler oluşunu görmezden gelir. Kendine yalnızca fiziksel zevk peşinde olduğunu söyler, oysa bu kadınlardan bir haftada, bazen bir gecede bıkar. Profesyonel fahişelerden tiksinir, temiz bakireleri baştan çıkardığına dair hayaller kurar. Bu onun hep aradığı, ama hiç bulamadığı başarıdır:

Oysa: Aklı olmayan bir vücudu fethetmekte ne şeref var ki?

SATRANÇ ve FELSEFE SATRANÇ DÜNYASI BU YAZIYI TARTIŞIYOR..

" Yazı ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yüceltmektedir. Satrancın rasyonel realitesinden övgüyle söz etmektedir.Herhalde felsefi açıdan satrancı bu kadar iyi anlatan bir yazı olmamıştır,diye düşünüyorum:

Dr. Murat Akdağ "

Santraç Ustalarının, yorumlarına " www.satrancokulu.com " adresinden ulaşabilirsiniz.

Boris Spassky'ye Açık Mektup - Ayn Rand - 1974

 

Sayın Yoldaş Spassky:

Bobby Fischer ile yapmakta olduğunuz dünya satranç şampiyonluğu maçını büyük bir ilgi ile izliyorum. Satranç meraklısı değilim ve hatta oynamam da ve oyunun sadece temel kurallarını biliyorum. Ben mesleği romancı-felsefeci olan birisiyim.

  Fakat televizyonda hamle hamle yeniden verilen bir oyununuzu izledim ve onları bir satranç oyuncusunun ihtiyaç duyduğu müthiş düşünce ve planlama karmaşıklığının gerçek bir ispatı olarak gördüm. Bu bir satranç oyuncusunun kaç şeyi aklında tutması gerektiğinin ,kaç şeyi entegre etmesi gerektiğinin,ne kadar ileriyi görmesi ve planlaması gerektiğinin bir ispatıydı. Sizin ve rakibinizin sıradışı bir entellektüel kapasiteye sahip olması aşikardı.

Sonra ,oyunun kendisinin ve oyuncuların zihni marifetinin onların uğraştıkları realitenin metafiziksel mutlaklığı sayesinde mümkün olduğunu fark ederek sarsıldım. Oyuna Kimlik Kanunu ve onun sonucu olan Nedensellik Kanunu hakimdir. Her şey olduğu gibidir: bir vezir bir vezirdir, bir fil bir fildir,ve her birinin yapabileceği hareketler onların niteliğiyle belirlenir: bir vezir doğrusal ya da diyagonal herhangi bir açık çizgide ilerler,bir piyon ilerleyemez;bir kale satranç tahtasının bir kenarından diğerine ilerler,bir piyon ilerleyemez,vs. Onların kimlikleri ve hareketlerinin kuralları sabittir - ve bu durum oyuncuların aklının karmaşık,uzun vadeli bir strateji geliştirmesini mümkün kılar,bu nedenle oyun sadece kişinin (ve rakibinin) marifetine bağlıdır.

Bu durum beni size sormam gereken bazı sorulara götürdü.

 1. İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra - rakibinizi köşeye sıkıştırdığınız - kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi bir kuvvet aniden diyelim rakibinizin filinin vezir gibi oynamasını sağlayacak şekilde oyunun kurallarını rakibinizin lehine değiştirmiş olsa,oynayabilir miydiniz? Oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek hayatta,bu sizin ülkenizin kanunudur ve bu oynamak için değil, fakat yaşamak için sizin ülkenizin vatandaşlarının içinde bulunduğu durumdur.

2. Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin veziriniz Beyaz'dan Siyah'a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her ikinize de ait olan Gri'ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek dünyada,bu sizin vatandaşlarınızın kabul etmesi,içselleştirmesi ve onlarla yaşaması öğretilen realite görüşüdür.

 3. Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız - yani kendi başına düşünmeniz ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her hareketinizi oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda olsanız- oynayabilir miydiniz? Bir şampiyon olarak takım içindeki en iyi beyin siz olacağınızdan,takımı sizin stratejinizin en iyi olduğuna ikna etmek için ne kadar çaba ve zaman harcamak zorunda kalırdınız? Başarmanız mümkün olur muydu? Eğer bazı faydacı,sadece içinde bulunduğu anı düşünen zihniyetler rakibinizin atını sizin üç hamle sonra şah mat olmanıza yol açma pahasına alsa ne yapardınız ? Devam edebilir miydiniz ? Ancak gerçek dünyada ,bu sizin ülkenizin teorik idealidir,ve bu ülkenizin (bir gün) bilimsel çalışma,sanayi üretimi ve insanoğlunun hayatta kalması için gereken herhangi bir diğer aktiviteyle uğraşmada önerdiği metottur.

 4. Hantal bir takım çalışma mekanizması söz konusu olsa ve hareketleriniz basitçe arkanızda duran - hiçbir şeyi açıklamayan veya tartışmayan,tek argümanı ve niteliği silahı olan bir kişi - tarafından sırtınıza dayalı bir silahla size dikte ettirilse,oynayabilir miydiniz? Oyuna devam etmeyi bir tarafa bırakın,başlayabilir miydiniz? Ancak gerçek dünyada,bu sizin ülkenizde insanların yaşadığı (ve öldüğü) uygulamadaki politikadır.

 5. Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz "proletaryacı" kurallarla oynarken rakibinizin "burjuva" kurallarla oynadığı,bir uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir "çok kurallı" sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz? Ancak gerçek dünyada, sizin ülkeniz diğer ülkelerin "burjuva" mantığı veya "Aryan" mantığı , ya da "üçüncü dünya" mantığı vs. izlediklerini iddia ederken kendisinin "proletarya" mantığı izlediğini ve küresel uyum ve anlayış peşinde koştuğunu ifade etmektedir.

6. Oyunun kuralları bir istisna ile bugünkü gibi kalsa,yani (kitleleri temsil ettikleri için) piyonlar daha etkili taşları (bireyleri) kurban verme pahasına korunmaları gereken en değerli ve en harcanamaz taşlar olarak ilan edilse,oynayabilir miydiniz ? Bu sorunun cevabının berabere olduğunu iddia edebilirsiniz,çünkü bu tür bir ahlak kuralını kabul eden sadece sizin ülkeniz değil tüm gerçek dünyadır.

7. Oyunun kuralları aynı kalsa fakat eşitlikçi prensibe uygun olarak ödüllerin dağıtımı değiştirilse,yani ödüller,onur ve ünvan,kazanana değil fakat kaybedene verilse,kazanmak bir bencillik belirtisi olarak kabul edilse ve kazanan,üstün bir zekaya sahip olması nedeniyle diğerlerine şans tanımak için bir yıl oyundan men etme cezasıyla cezalandırılsa,oyunu oynamaya dahi tenezzül eder miydiniz ? Siz ve rakibiniz kazanmak için değil fakat kaybetmek için oynamaya çalışır mıydı? Bu sizin aklınızı nasıl etkilerdi?

Bana cevap vermek zorunda değilsiniz,Yoldaş. Konuşma ve hatta bu gibi soruları düşünme özgürlüğüne dahi sahip değilsiniz ve ben de zaten cevapları biliyorum. Hayır,yukarıdaki şartların hiçbirirnin altında oyunu oynayamazsınız. Satranç dünyasına kaçmış olmanız bu tip olaylardan kaçmak içindir.

Evet, Yoldaş,satranç bir kaçıştır,realiteden bir kaçıştır. Satranç, yaşamaktan korkan ortalamanın üstünde zekaya sahip olan,fakat aklını meşgalesiz tutamayan ve onu gerçek olmayan bir şeye adamış olan ve böylece reddetmiş olduğu canlı dünyayı anlaşılması çok güç olduğu için başkalarına teslim etmiş bir insan için bir "çıkıştır." Bir "uydurma oyun"dur.

Lütfen bunu bu tip oyunlara karşı olduğum şeklinde algılamayın: oyunlar insanın hayatında önemli bir yere sahiptir,gerekli olan dinlenmeyi sağlarlar ve satranç sürekli amaca yönelik çalışma baskısı altındaki insanlar için bu işi görür. Ayrıca, -spor yarışmaları gibi- bazı oyunlar bazı insan hünerlerinin bir mükemmellik seviyesine ulaştığını görme fırsatı sunar. Fakat,gerçek dünyada tekerlekli sandalye ile dolaşan bir dünya koşu şampiyonu hakkında ne düşünürsünüz? Ya da dört ayağı üzerinde emekleyen bir yüksek atlamacı hakkında? Siz satranç profesyonelleri insan marifetlerinin en üstünü olan entelektüel gücün ifadesi olarak algılanmaktasınız- ancak bu güç altmış-dört kareli satranç tahtasının sınırları ötesinde sizi terk eder ve aklı karışık, endişeli ve ilgisi dağılmış halde bırakır. Çünkü siz bilirsiniz,satranç tahtası bir eğitim alanı değil,gerçeğin yerine konan bir şeydir.

Yetenekli,erken gelişmiş bir genç kendini dünya karşısında sersemlemiş halde bulur: onun anlayamadığı insanlardır,onu korkutan insanların anlaşılmaz,çelişkili,dağınık davranışlarıdır. Doğru teşhis ettiği,fakat mücadele etmeyi tercih etmediği düşman insan irrasyonelliğidir. Aklının takdir edileceği bir sığınak arayarak geri çekilir,pes eder ve kaçar- ve satranç bubi tuzağına düşer.

 

Siz satranç profesyonelleri özel bir dünyada yaşıyorsunuz; emniyetli,korunan,düzenli bir dünyada. Bu dünyada varoluşun tüm önemli ve temel prensipleri öylesine açık ve sağlam yerleşmiştir ve uyulmaktadır ki onların farkında olmak zorunda bile değilsiniz.(Bunlar benim yedi sorumdaki prensiplerdir.)Bu prensiplerin oyununuz için ön şartlar olduğunu bilmezsiniz - ve siz onlarla karşılaştığınızda,realitede onları veya onların ihlallerini tanımak zorunda değilsiniz. Sizin dünyanızda,onlar hakkında endişelenmek zorunda değilsiniz,tek yapmanız gereken şey düşünmedir.

 Düşünme işlemi insanoğlunun asıl hayatta kalma yoludur. Bu işlemi başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin hazzı -kişinin kendi aklının faydasını yaşaması- insan için varolan hazların en önemlisidir, ve bu ister büyük,ister küçük herhangi bir zeka seviyesindeki insanların en derin ihtiyaçlarıdır.Bu nedenle, sizi satranca çeken şeyin ne olduğu anlaşılabilir: tüm gereksiz engellerden arınmış ve aklınızın gücünün muzafferane kullanımı dışında hiçbir şeyin önemli olmadığı bir dünya bulduğunuza inanıyorsunuz.Fakat bunu buldunuz mu Yoldaş?

Aritmetiğin aksine,satranç zihinsel çabanın temel eğilimi olan soyutluğu temsil etmez; onun zıddını temsil eder:zihinsel çabayı bir takım somut şeyler üzerinde odaklar ve bir aklın başka hiçbir şeye yeri kalmayacak şekilde karmaşık hesaplamalar yapmasını talep eder. Bir hareket ve mücadele illüzyonu yaratma yoluyla, satranç profesyonel oyuncunun aklını hayata karşı kritik olmayan,önem vermeyen bir pasifliğe indirger. Satranç,entelektüel çabanın motorunu yani "Ne için?" sorusunu ortadan kaldırır ve bir ölçüde korkutucu bir şey bırakır:amacından soyutlanmış entelektüel çaba.

Eğer -psikolojik veya varoluşsal nitelikteki belli sayıda sebepten dolayı-bir insan gerçek hayatın kendisine kapalı olduğuna,başaracak veya peşinde koşacak hiçbir şeye sahip olmadığına, hiçbir hareketin mümkün olmadığına inanmaya başlarsa,bu durumda satranç onun panzehiri olur, yani buna tamamen inanmayı ve hareketsiz durmayı reddeden kendi asi zihnini uyuşturma metodu olur. Yoldaş, satrancın sizin ülkenizde şu an ki rejimden önce ve sonra her zaman bu kadar popüler olmasının ve neden çok sayıda Amerikalı satranç ustasının olmamasının sebebi işte budur. Gördüğünüz gibi,bu ülkede insanlar hala hareket özgürlüğüne sahiptir.

Sizin ülkenizin liderleri bu şampiyonluk maçını bir ideolojik konu, Rusya ve Amerika arasında bir yarış olarak ilan ettiği için Bobby'nin kazanmasını istiyorum, tüm arkadaşlarımda böyle. Bu maçın ülkemizde beklenmeyen bir ilgi uyandırmasının sebebi Amerikan halkının,sizin ülkenizin saldırı,kışkırtma ve holigan küstahlık politikasına ve kendi hükümetimizin aşırı hoşgörülü ve aşırı nazik sabrına olan uzun süreli kızgınlığının ve öfkesinin sonucudur. Hepimiz yüzsüz,isimsiz kollektif yığınlar arasındaki (bize bir iyi-kötü mücadelesi yapan iki şövalyenin ortaçağ mücadelesine çok benzer gibi görünen) küresel çatışmalardan yorgun ve bıkkın olduğumuzdan,ülkemizde Sovyet Rusya'nın herhangi bir tarzda,herhangi bir bakımdan ve herhangi bir şekilde yenilgiye uğratılmasını görme yönünde yaygın bir arzu vardır.(Fakat tabii ki bu bir semboldür,siz şeytanın gönüllü bir savunucusu değilsiniz,belki de hepimizin bildiği gibi dünyanın geri kalanı olduğu gibi onun bir kurbanı durumundasınız.)

Ancak Bobby Fischer'in davranışı sembolizmi bozmaktadır; fakat bu bir satranç uzmanının aklı ile realite arasındaki çatışmanın açık bir örneğidir. Kendinden emin,disiplinli ve parlak olduğu aşikar olan bir oyuncu gerçek dünya ile uğraşmak zorunda kalınca çökmektedir. O bir çocuk gibi aksilikler yapmaktadır,anlaşmaları bozmaktadır,rasgele taleplerde bulunmaktadır ve bir lise turnuvasındaki satranç oyununda kendini diskalifiye edecek olan bir tarzda kapris tavırlarına girmektedir. Bu nedenle o gerçek dünyaya,kendisini ondan kaçırtan şeytanı yani irrasyonelliği getirmektedir. Bir mektup imzalamaktan,herhangi bir ciddi sorumluluk almaktan korkan,hayatını nasıl yaşayacağını öğrenmek için mistik bir mezhebin keyfi fermanlarının rehberliğini arayan bir adam,muhteşem,kendinden emin bir adam değil, fakat anlık kızgınlık ve belki de bir hainlik hissiyle hırpalanmış trajik derecede çaresiz bir kurbandır.

 

Fakat akıl prensiplerinin bir satranç tahtasının sınırları ötesinde uygulanamayacağını, onların sadece bir insan icadı olduğunu,dışarıdaki kaosa karşı yetersiz olduklarını,gerçek dünyada hiçbir şansları olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu doğru olsa,hiçbirimiz hayatta kalmazdık ve hatta doğmazdık,çünkü insan türü uzun zaman önce yok olurdu. Eğer yukarıda bahsettiğim türden irrasyonel kurallar altında,insanlar bir oyun dahi oynayamazsa nasıl yaşayabilirler? Bir insan icadı olan - daha doğrusu insanın hatası olan - akıl değil,akıl dışılıktır.

Tabiat (realite) satranç kadar mutlakçıdır ve onun kuralları (kanunları) da o kadar çok (hatta daha fazla) değişmezdir - fakat onun kuralları ve kuralların uygulamaları çok,çok daha karmaşıktır ve insan tarafından keşfedilmek zorundadır. Ve tıpkı bir insanın satranç kurallarını ezberleyebileceği, fakat onları uygulamak için kendi aklını kullanmak zorunda olması gibi her insan tabiatın kurallarını uygulamak için,yani başarılı bir şekilde yaşamak için,kendi aklını kullanmak zorundadır.Uzun bir süre önce tüm ustaların büyük ustası bize tabiatın ve hayatın niteliklerinin temel prensiplerini vermiştir.Onun adı Aristo idi.

Aristo prensiplerine dayalı bir toplumda yaşasanız, satranca kaçmak ister miydiniz? Bu ülke, sizin aklınızın gücünü istediğiniz bir boyutta,sonuna kadar kullanabileceğiniz, başarılarınızın ödüllerini alacağınız ve akıl dışı olmayı tercih eden insanların sizi durdurmaya güçlerinin olmadığı ve kendilerinden başka kimseye zarar veremeyecekleri,kuralları nesnel,sıkı ve açık olan bir ülke olurdu. Böyle bir sosyal sistem geliştirilemez,diyorsunuz değil mi? Fakat o geliştirildi ve tam varoluş noktasına yaklaştı - sadece seviyesiz zihniyetler,silahları olan insanlar ve onların cadı doktorları insanların onu bilmesini istemediler. Ona Kapitalizm adı verilmiştir.

Fakat Yoldaş, bu konuda berabere kaldığımızı söyleyebilirsiniz: sizin ülkeniz bu kelimenin anlamını bilmez, ve bugün bizim ülkemizdeki çoğu insanda onu bilmez.

 Saygılarımla

Ayn RAND "

 

"İHTİYACIMIZ OLAN FELSEFE"

Çeviren Nejdet Kandemir

 

1- Dr. Murat Akdağ'ın Giriş Yazısı

 

  Ayn Rand 1905-1982 yılları arasında yaşamış Rusya St.Petersburg'da doğmuş olmasına karşın daha sonra Amerika'ya iltica etmiş felsefi roman yazarı bir bayandır. Bütün zamanların en çok okunan felsefe romanı "Atlas Vazgeçti" (Atlas Shrugged)'in yazarıdır. Ayrıca "Hayatın Kaynağı" , "İhtiyacımız Olan Felsefe" ve "16 Ocak Gecesi" adlı felsefi romanları da yazmıştır. Bu kitaplar son bir yıl içerisinde Türkçe'ye çevrilmiştir.Türkiye'de de oldukça yaygın bir hayran kitlesi olan yazar için hayranlarının kurduğu "Ayn Rand Sevenler Derneği" bile mevcuttur. Hatta program yapımcısı,yönetmen Sinan Çetin'de yazarın Türkiye'deki en büyük tanıtıcısıdır. Yazar ve görüşleri ile ilgili detaylı bilgiler www.objektivist.net adlı siteden öğrenilebilir. Yazarın Haziran 2003'de Plato Film Yayınları tarafından Nejdet Kandemir'in çevirisi ile Türkçe'ye kazandırılan "İhtiyacımız Olan Felsefe" adlı kitabında satrançla ilgili olarak son derece ilginç bir yazısına rastladım. Yazı ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yüceltmektedir.Satrancın rasyonel realitesinden övgüyle söz etmektedir.Herhalde felsefi açıdan satrancı bu kadar iyi anlatan bir yazı olmamıştır,diye düşünüyorum.

 



NOT:Satranç Ustalarının, farklı yorumlarına "
www.satrancokulu.com "  adresinden ulaşabilirsiniz.

 2- Sn. Cem Çomunoğlu;nun: "Ayn Rand'ın Spassky'ye Mektubu Hakkında" Yazısına Cevabı:

 Ayn Rand'ın Spassky'ye yazdığı ve Murat Akdağ'ın satranç ve felsefe ilişkisini ele aldığını iddia ettiği mektubu hem satranca hem felsefeye olan ilgim nedeniyle dikkatle okudum. Sn Akdağ bu yazının ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yücelttiğini öne sürmektedir. Ayrıca satrancın rasyonel realitesinden övgüyle söz ettiğini ve olasılıkla felsefi açıdan satrancı çok iyi anlatan bir yazı olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Mektup dikkatli okunduğunda Ayn Rand'ın sorularını ve verdiği cevapları temellendirmemiş olduğu ortaya çıkar. Durum böyle olunca soruları tersine çevirmek mümkün oluyor:

1- Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz "proletaryacı" kurallarla oynarken rakibinizin "burjuva" kurallarla oynadığı,bir uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir "çok kurallı" sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz? Ancak gerçek dünyada, Coca-Cola, reklamlarında kutup ayılarının olanca şirinliğini kullanırken Kolombiya'da fabrika işçilerini öldürtüyor.

2- Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin veziriniz Beyaz'dan Siyah'a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her ikinize de ait olan Gri'ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek dünyada şunlar oluyor: CIA başkanının da ortağı olduğu uluslararası finans kurumu İkiz Kulelerde 40+40 toplam 80 katta faaliyet göstermekteydi. 11 Eylül olaylarından 1 ay kadar önce CIA başkanı hisse senetlerini yüksek fiyata satar. 11 eylül olaylarından sonra kurumun hisse senetlerinin değeri taban yapar. (Yalanlanmamış haber). Ayrıca 1 Eylül'den yaklaşık 1 ay önce CIA yetkilileri Usame Bin Ladin'i, Kuveyt'teki Amerikan Hastanesi'nde geçirdiği ameliyattan sonra ziyaret eder. (Yine yalanlanmamış haber).

3- İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi bir kuvvet aniden diyelim oyuna müdahale ediyor, size fil verdiğini söyleyerek rakibinize vezir ikram ediyor. Oynayabilir miydiniz? Ancak gerçek hayatta Amerika Birleşik Devletleri Irak'a özgürlük götürdüğünü söyleyerek Iraklı çocukları tepesine bomba yağdırıyor, midesine makineli tüfek mermisi sıkıyor. Yaşadığınız ülkenin hükümeti terörle mücadele edeceğim deyip teröristleri serbest bırakıyor. Geçmişte bu teröristleri kontrol eden emniyet yetkilileri hakkında da soruşturma açıyor.

4- Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız - yani kendi başına düşünmeniz ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her hareketinizi oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda olsanız- oynayabilir miydiniz? Ancak gerçek hayatta, bugün Türkiye, Arjantin vb. ülkelerin ekonomisi Amerika Birleşik Devletleri, Uluslararası Para Fonu Ve Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda idare edilmektedir.

Cevaplara bakarak şunu söyleyebiliriz: Gerçek dünyanın akıl dışı olduğu apaçık değil mi? Bu sistem Aristoteles'in kurmak istediği sistem değil elbette. Bu sistem KAPİTALİZM'dir. Küreselleşme, yeni dünya düzeni veya emperyalizm de diyebiliriz. Bu dünya düzeninde insanların nasıl satranç oynadıklarına bakalım. Sovyetler Birliği dağıldı. Eski sovyet oyuncular dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Rusya kapitalizme geçti. Buna rağmen Ruslar hala en iyi satranç oyuncularını ülkelerinde tutuyorlar. Rusya Dünya şampiyonaları ve Olimpiyatlarda hep birincilik alıyor. Ayn Rand'ın kapitalistler satranç oynayamaz savı böylelikle çürütülmüş oluyor. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri'nden hala satranç oyuncusu çıkmıyor. Fisher de Sovyet satranç okulunun en iyi öğrencisi değil miydi?

Mektubu okuduktan sonraki saptamalarım şunlar: Bu yazı satrancı kullanarak kapitalizmi yüceltmeye çalışmaktadır. Yazının konusu satranç değildir; ideolojiler, özelde de kapitalizmdir. Yazı satrancı yüceltmemekte, tam tersine kirletmektedir.

Ayn Rand'ı da araştırdım. Ahmet Cevizci, Bedia Akarsu ve Afşar Timuçin'in felsefe sözlüklerinde ne Ayn Rand'a ne de felsefesi olduğu iddia edilen objektivizme (nesnelcilik?) rastlayamadım. Kendisinden övgüyle söz edilen internet sitesinde, Ayn Rand'ın Aristoteles'ten sonra gelen en büyük düşünür olduğu iddia ediliyor. Aristoteles bir aristokrattı. Burjuvalardan da nefret ederdi. Hayalini kurduğu yönetim biçimi kapitalizm olamaz. Bu Aristoteles'le alay etmektir.

Mektubun satrançla ilgisi genelgeçer doğruların ötesine geçmemektedir. Cevap şudur. Satranç bir oyundur, her oyunun kendi kuralları vardır (Devlet-Platon).

Ayn Rand Spassky'ye sorduğu soruları temellendirmemiş. Bir filozof düşüncelerini temellendirmemişse bu felsefe olamaz. Olsa olsa dedikodu olur. Bunun da eleştirisi zaten yapılamaz. Ayn Rand felsefe yapsa adı subjektivizm (Öznelcilik) olurdu diye düşünüyorum. Bir sonraki yazının konusunun örneğin "Lasker'in felsefi düzlemde satranca katkıları" olması dileğimle.

Saygılar
Cem Çomunoğlu 05 Aralık 2003

3- Sn. Cem Çomunoğlu'nun: Ayn Rand Eleştirisine Yanıt: Dr.Murat AKDAĞ


Öncelikle Sayın Cem Çomunoğlu'na Rand'ın Spassky'ye olan mektubuna gösterdiği duyarlılıktan dolayı teşekkür etmek istiyorum. Sayın Çomunoğlu'nun saptamalarının çoğuna katılmakla birlikte farklı düşündüğüm kısımları da mevcuttur. Fakat öyle tahmin ediyorum ki bazı kavramların tam olarak ifade edilememesinden doğan bir anlaşmazlık durumu söz konusudur.Her şeyden önce Cem Beyin felsefi bilgiler açısından benden oldukça iyi durumda olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla aşağıda ifade edeceğim görüşler kendi çıkardığım sonuçlar olup felsefi açıdan yetersiz kalabilir.

Söz konusu mektupta kesin olan şey Ayn Rand'ın komünizmi şiddetle eleştirerek,kapitalizmi ve satrancı yücelttiğidir. Bu fikirlerine aynen katılıyorum. Rand'ın Spassky'ye sorduğu 7 soruda da komünizm eleştirisi yapılmaktadır.

Ayn Rand'ın objektivizm olarak adlandırdığı görüşün merkezinde insan vardır. Objektivist düşünce, bireysel özgürlüğe, çalışmaya, kazanmaya, ödüllendirilmeye kısacası insana değer veren bir sistemdir. Objektivistler "muhafazakar" değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl amaçları politika ve ekonomi değil,insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir.Burada ifade edilen kapitalizm ile bugün Amerika'nın uyguladığı yozlaşmış,çığırından çıkmış vahşi kapitalizm farklı şeylerdir. Yazar genel anlamda bu nedenlerden dolayı da kendi düşüncelerini objektivizm olarak değerlendirmiştir. Amerika'nın uyguladığı vahşi kapitalist politika ile Rusya'nın vaktiyle uyguladığı komünizm temelde aynı şeylerdir.Aradaki tek fark; komünistler baskıcı rejimi kendi halkına uygularken, Amerikalılar sizin de yazınızda çok güzel bir şekilde ifade ettiğiniz gibi başka ulus halkları üzerine uygulamaktadır. Her ikisinde de insanın önemi yoktur.Biri sistemi savunur ve devleti her şeyin üstünde tutar. Diğeri ise kendi çıkarları doğrultusunda her şeyi yok sayar ve kendi menfaatleri için yapmayacağı şey yoktur.

İnsan doğasına ve mantığına aykırı olan komünist rejimi yine bu sistemden bunalan komünistler tarafından yıkılmıştır.Fakat maalesef baskıcı,çıkarcı ve dayatmacı Amerikan rejimi dünyanın her yerinde etkisini sürdürmektedir.

Ayn Rand'ın savunduğu kapitalist görüşün bunlarla alakası yoktur.İnternet sitesinde de ifade edildiği gibi Ayn Rand,gerçekten orijinal ve devrimci her fikir insanı gibi,Amerika'nın "sağ" ve "sol" entelektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi. İki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı. Çünkü,ne "sağ"a yaranabilmişti (mistizme karşı aklı savunuyordu),ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı birey haklarını savunuyordu). Fikirleriyle milyonları etkilemişti, ama entelektüellerce yok sayılıyordu. Dolayısıyla sizin belirttiğiniz kitaplarda adına rastlayamamanız beni şaşırtmadı.

Satrancı kirlettiği yönündeki düşüncelerinize katılmak gerçekten mümkün değil. Yıllarca baskıcı komünist rejim altında bireyin değil,sistemin önemli olduğu vurgulanarak ezilen halk gerçek yaşamdan kaçmanın yolunu aramıştır.Bireyselliğe,başarıya,farklı olmaya ödülün olduğu,kendini özgür olarak ifade edebileceği çıkış yolu bu insanlar için satranç olmuştur.Bu durum tek kelimeyle satrancın rasyonel realitesinden kaynaklanan bir sonuçtur.Rusya'nın satrançta başarılı olmasının nedeni satrancın kapitalist özellikleri denebilir (yani kapitalizm özleminden insanlar satranç oynuyor). Afyon özelliğinin olması satrancın değil,sistemin suçudur.

Yakın zamanda kapitalist sisteme geçen Rusya'da birdenbire yüzlerce yıllık satranç geleneğinin bıçak gibi kesileceği ve satrançta başarısız olacaklarını söylemek hiçbir temeli olmayan fantastik bir düşünceden öteye gidemez.

Sonuç olarak satrancı kullanarak kapitalizm yüceltilmemekte, bu iki olgunun birbirine benzer ortak özellikleri aynı eksen içinde vurgulanmaktadır, diye düşünüyorum.

Saygılarımla
Dr.Murat AKDAĞ

09 Aralık 2003


4- Sn. Cem Çomunoğlu'nun: Ayn Rand Eleştirisine Yanıt:
Memet Faruk

Sn. Cem Çomunoğlu;

Dünyada olup bitenler hakkında yapmış olduğunuz tespitlere aynen katılıyorum:
* Coca-Cola, reklamlarında kutup ayılarının olanca şirinliğini kullanırken Kolombiya'da fabrika işçilerini öldürtüyor.
* CIA başkanının da ortağı olduğu uluslararası finans kurumu İkiz Kulelerde 40+40 toplam 80 katta faaliyet göstermekteydi. 11 Eylül olaylarından 1 ay kadar önce CIA başkanı hisse senetlerini yüksek fiyata satar. 11 eylül olaylarından sonra kurumun hisse senetlerinin değeri taban yapar. (Yalanlanmamış haber). Ayrıca 1 Eylül'den yaklaşık 1 ay önce CIA yetkilileri Usame Bin Ladin'i, Kuveyt'teki Amerikan Hastanesi'nde geçirdiği ameliyattan sonra ziyaret eder. (Yine yalanlanmamış haber).
* Amerika Birleşik Devletleri Irak'a özgürlük götürdüğünü söyleyerek Iraklı çocukları tepesine bomba yağdırıyor, midesine makineli tüfek mermisi sıkıyor. Yaşadığınız ülkenin hükümeti terörle mücadele edeceğim deyip teröristleri serbest bırakıyor. Geçmişte bu teröristleri kontrol eden emniyet yetkilileri hakkında da soruşturma açıyor.
* Bugün Türkiye, Arjantin vb. ülkelerin ekonomisi Amerika Birleşik Devletleri, Uluslararası Para Fonu Ve Dünya Bankası'nın önerileri doğrultusunda idare edilmektedir.

Ve daha nicesini ekleyebiliriz bu listeye...

Ve evet haklısınız: "Cevaplara bakarak şunu söyleyebiliriz: Gerçek dünyanın akıl dışı olduğu apaçık değil mi?" Ve elbette: "Bu sistem Aristoteles'in kurmak istediği sistem değil ."
Buraya kadar hemfikiriz.

Fakat, " Bu sistem KAPİTALİZM'dir." tesbitinizde ayrılıyoruz.

Hayır, bu sistem KAPİTALİZM değildir.

Bu durumda, var olmayan bir şeyi yani kapitalizmi, satrancı kullanarak, neden yüceltmeye çalışsınki AYN RAND? Aksine O, kapitalizmin tam olararak uygulandığı hiçbir ülkenin olmadığı iddiasındadır.
Affınıza sığınarak bu konuyu birazcık açmak istiyorum:

Objektivizm, felsefi bir akımdır. Politika, felsefenin bir dalı olduğuna göre, objektivizm de belirli politik ilkeleri savunur. Özellikle " Laissez-Faire kapitalizm ", objektivizmin temel felsefi ilkesidir.
Objektivistler, " muhafazakar " değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl amaçları politika veya ekonomi değil,insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir
İnsan zekası, onun asıl hayatta kalma aracıdır. Hayat ona bahşedilmiştir, fakat hayatta kalma verilmemiştir. Ona bedeni verilmiştir, fakat bedeninin beslenmesini devam ettirme verilmemiştir. Ona aklı verilmiştir, fakat aklının içeriği verilmemiştir. Canlı kalmak için insan davranış da bulunmalıdır ve davranış da bulunmadan önce hareketinin özelliğini ve amacını bilmek zorundadır. İnsan yiyeceği hakkında ve onu nasıl elde edeceği hakkında bilgi sahibi olmadan yiyeceğini elde edemez. Amacı hakkında ve bu amacı nasıl başaracağı konusunda bilgi sahibi olmadan bir çukur kazamaz. Hayatta kalmak için düşünmek zorundadır. Fakat DÜŞÜNMEK tercihe açık bir eylemdir. Umursamaksızın 'insan tabiatı' olarak adlandırdığımız şeyin anahtarı, birlikte yaşadığımız ancak adını açıklamaktan dehşete düştüğünüz açık sır, İNSANIN İRADEYE DAYALI BİLİNÇLİ BİR VARLIK OLDUĞU GERÇEĞİDİR.

Akıl otomatik olarak çalışmaz; düşünmek mekanik bir işlem değildir, mantık bağlantıları içgüdüyle yapılmaz. Midenizin, akciğerlerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatiktir; fakat aklınızın fonksiyonu otomatik değildir. Hayatınızın herhangi bir anında veya sorununda düşünmeye veya bu iş den kaçınmaya özgürsünüz. Fakat tabiatınızdan, sizin hayatta kalma aracınızın AKIL olduğu gerçeğinden: Bu nedenle bir insan olan kendiniz için 'olmak ya da olmamak' sorusunun 'düşünmek ya da düşünmemek' olduğu gerçeğinden kaçmakta özgür değilsiniz, özgür olamazsınız.

İradi bilince sahip bir canlı otomatik bir davranış şekline sahip değildir. İnsan, hareketlerine yol göstermesi için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar. 'Değer' kişinin kazanmak ve korumak istediği şey, 'erdem' ise kişinin onu kazanma ve muhafaza etme eylemidir. Değerden, kim için ve ne için değer? Sorusuna bir cevap vermesi beklenir. 'Değer', bir alternatif karşısında bir standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini var sayar. Alternatifler olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz.
Evrende sadece bir temel alternatif vardır: Varolma ya da varolmama. Ve bu sadece canlı organizmalara hastır. Cansız maddenin varlığı şartlara bağlı değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır. Madde yok edilemez niteliktedir, şeklini değiştirir fakat varolmaktan vazgeçemez. Sabit bir alternatifle, yani yaşam veya ölümle yüz yüze olan sadece canlı bir organizmadır. Yaşam bir kendini devam ettirme işlemidir ve kendinden kaynaklanan bir hareket işlemidir. Eğer bir organizma bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı varolmaktan çıkar. 'Değer' kavramını olası yapan sadece 'Yaşam' kavramıdır. İyilik ve kötülük sadece canlı bir varlık içindir.

Yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorundadır. Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleye değerlerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir; bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur:Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır, kendini yok edecek tarzda davranamaz.

Bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir; duyuları ona otomatik olarak bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder, otomatik güvenlik ile tercih yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarının göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez.

İnsan, hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir. Onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alternatifler karşısında İRADEYE DAYALI TERCİH yoluyla davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi neyin kötü olacağı hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında, hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü gevezeliği mi yapıyoruz? Bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değildir. Bir yaşama arzusu size yaşam için gerekli olan bilgiyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik değildir:sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir. İnsanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle seçmelidir. İnsan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir…

İnsana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur ve doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. İnsan, tercihiyle İNSAN olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer olarak sürdürmelidir, tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uygulamalıdır.

İyi, bir canlı varlığın hayatı için uygun olan her şeydir, kötü hayatı yok eden her şeydir.Kendi hayatı, bir insanın nihai değeridir. Başlı-başına bir amaç olan bu değerin elde edilmesi ve/veya muhafaza edilmesi sürecini -zevkli bir yaşam sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerin, değerlerin, amaçların seçilmesi sürecini- yöneten tek standart, insana-özgü-hayat'tır. Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; erdem, bir değeri elde etmekte kullanılan eylemdir. Her bir insanın kendi nihai değerini (kendi hayatını) elde etmesinin, gerçekleştirmesinin aracı olan üç temel değer: Akıl, Amaç ve Gurur-duyulacak-bir-kişiliktir; bunlara tekabül eden üç erdem ise: Rasyonellik, Üretkenlik ve Kendine-saygı-ve-güven'dir. Bu değerler, tek başına elde edilemez, birbirleriyle bağlantılıdır: İnsan hayatının merkezi amacı, bütün değerler hiyerarşisini belirleyen merkezi değer, üretken faaliyettir. Akıl, insani üretkenliğin ön şartıdır, onun kaynağıdır; insan, hem maddi ihtiyaçlarını gidermek, hem de gurur-duyulacak-bir-kişilikçe sahip olmak için üretir; üreterek amacını gerçekleştirdikçe, aklına olan güveni artar, kişiliğinden gurur duyar.
Kendine-saygı-ve-güven erdemi, "ahlaki hırslılık" olarak da isimlendirilebilir. Ahlaki hırslılık; bir insanın ahlaki mükemmelliğe erişerek, kendisini, kendi nezrindeki en büyük değer haline getirmeyi hedef edinmesi demektir. Ancak gediksiz bir rasyonelliğe sahip olmakla elde edilebilecek olan ahlaki mükemmellik:
a) İcrası imkansız, irrasyonel bir erdemler sistemini asla kabul etmemek; rasyonel olduğunu bildiği erdemleri icra etmeği ise, hiçbir zaman ihmal etmemektir.  b) Hak etmediği bir suçluluk duygusunu asla kabul etmemek; suçluluk duygusunu hak edecek bir işi asla yapmamak; suçluluk duygusunu hak edecek bir iş yapmışsa, düzeltmek için elinden gelen her şeyi hemen yapmayı asla ihmal etmemektir.
c) Karakterindeki herhangi bir kusura karşı asla pasif kalmayıp, onu hemen düzeltmeğe girişmektir.
d) Hiçbir mülahazayı, arzuyu, korkuyu, ruh halini, kendine-saygı-ve-güven ihtiyacının üstüne bir an için dahi koymamaktır.

e) Her ne sebep için olursa olsun, kurbanlık hayvan rolünü reddetmek; münzeviliği, kendini horlamayı, kendini aşağılamayı, kendini küçültmeyi, kendini feda etmeyi, bir erdem veya görev olarak vazeden her doktrini reddetmek demektir.

Tabiatın gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir hayvanın, yağmacı bir haydudun veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir varlığın yaşamıdır-bu zorbalık ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla bir yaşamdır- çünkü insanın hayatta kalması tek bir şeyin, yani aklın sayesindedir.

İnsanın hayatı ahlak standardıdır, fakat sizin kendi yaşamanız onun amacıdır. Eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise, hareketlerinizi ve değerlerinizi insana has olan bu standarda göre, yani yerine yenisi konamayan değeri-yani hayatınızı- muhafaza etmek, onun içini doldurmak ve tadını çıkarmak için seçmelisiniz.

Sn. Cem Çomunoğlu;

Bu arada sizin: "Aristoteles bir aristokrattı. Burjuvalardan da nefret ederdi. Hayalini kurduğu yönetim biçimi kapitalizm olamaz. Bu Aristoteles'le alay etmektir. " cümlenizi de hayretle karşıladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü, Aristoteles'in yaşadığı feodal dünya da, "kapitalizm ve burjuvaların" olmadığını kabul edersiniz sanırım. Bu durumda nasıl iddia edebilirsiniz; O: " Burjuvalardan da nefret ederdi."diye..?
Bence asıl bu iddianız, Aristoteles'le alay etmektir sanırım.

Sn. Cem Çomunoğlu;

Yüzde yüz haklısınız: "Satranç bir oyundur, her oyunun kendi kuralları vardır (Devlet-Platon). "
Evet yüzde yüz haklısınız: Her oyunun bir KURALI vardır. Fakat hayatın tek kuralı: AKIL ve REALİTEDİR.
Çünkü HAYAT bir OYUN değildir ve de OLAMAZ..!

Sn. Cem Çomunoğlu;

Bu arada: KOLEKTİVİZM ve DEVLETCİLİĞE karşı olan kin ve nefreti Ayn Rand' ın felsefe ve edebiyat alanındaki başarısının, özgünlüğünün, büyük ve önemli işler yapmasının en önemli nedendir.
Ancak asıl tartışmamız gereken konu, "kimin OBJEKTİF veya SUBJEKTİF" olup olmadığı değil :
Kimin "AKIL ve REALİTE'den", kimin " DOĞRU veya YANLIŞ'dan" yana olup olamadığı galiba...

Sn. Cem Çomunoğlu;

Yazınız üzerine söyleyeceklerim, elbette, bu kadar sınırlı değil. Objektivizm ile demokrasi, bireycilik ile hukuk devleti arasındaki ilişki ve özellikle altruism -diğerkâmlık - üzerine söylenecek çok sözüm var. Ama zaman ve mekan sınırlı; bu nedenle konuyla ilgili daha detaylı görüşlerimi: "www.objektivist.net "adresli sitemde bulabilirsiniz.. Aklınız ve varolma aşkınız buna karar versin.
Saygı ve sevgiler..

Saygılar

HAYATIN KAYNAĞI " PINAR" ÖZET

Objektivist Sanatçımız S. ÇETİN'in Önsözü ile Plato Yayımcılık'tan yeniden yayımlanmıştır.

Yazan: Barış Poyrazoğlu

"Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem.. yani mantık yürütme süreci... bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler."

Hayatın Kaynağı: Howard Roark isimli bir mimarin, kollektivist dusuncelerle savasini anlatiyor. Kitapta 5 ana karakter var. Howard Roark, Domunique Francon (Roark´un sevgilisi ve daha sonra karisi olacak)

Gail Wynand (medya patronu, Bana sorarsaniz Cem Uzan ile Reha Muhtar karisimi bir karakter) Peter Keating (Raork´un okuldan sinif arkadasi) ve Ellsworth Monkton Toohey (kollektivist dusuncenin savunucusu).

Kitap bu bes karakter arasindaki savaslari anlatiyor. Muthis hikayeleri var bu karakterlerin. Hepsi uzun uzun anlatiliyor. Kitap zaten 810 sayfa. Ama ben sahsen bittiginde Atlas Shrugged neden cevrilmemis diye kahroldum. Sonuc olarak "ben"in "biz"e ustunlugunu anlatan, hayirseverlige degisik bir yorum getiren bir kitap. Sanirim filmi de cekilmis ama seyredemedim. Eski bir film. Simdi size kitaptan bir kac alinti.

"Sifir olan hersey olur abla"

"Ayaginin altinda bir demir izgara hissetti, bir koku gelip yuzune carpti. Toz, ter ve kirli giysilerin kokusu. Çöp alanlarının kokusundan beterdi bu koku. Çünkü bunda evcil, normal bir nitelik vardı. Çürüme kavramı normal kabul edilmiş gibi. Aşağıda metronun geçmekte olduğunu hissetti. Bu bir araya gelmiş birçok insanın artığı diye düşündü. Bir araya getirilip sıkıştırılmış insan vücutları. Kıpırdayacak yerleri yok, soluyacak havaları yok. Oradaki tüm kokuların toplamı bu özet haliyle. Oysa, insan oraya inse, orada temiz kolalanmış beyaz elbiselere, temiz saçlara, sağlıklı genç tenlere de rastlarsınız. İşte toplamların ve ortalamaların yapısı buydu. O halde bir araya getirilmiş çok sayıda insan zihninin kalıntısı neydi? Yine havasız yine kıprdayacak alandan yoksun yine ayrımsız. Bunun cevabı Banner´dı (Wynand´ın gazetesi)"

 

"Banner´ın ilk kampanyası, hayır işi için para toplamak oldu. Yan yana iki resim yayınlanmıştı gazetede. Resimler de altta verilen açıklamalar da aynı büyüklükte yer kaplıyordu. Paralel iki konu. Biri mücadeelsini sürdürmekte olan genç bir fİzikçiyle ilgiliydi.açlıkla mücadele ediyor, çok büyük bir icat üzerinde çalışıyordu gemç adam. Diğer hikaye, bir hizmetçiyle ilgiliydi. İdam edilmiş bir katilin sevgilisiydi. Gayri meşru çocuğunun doğumunu bekliyordu.

 

Birinci hikayede bilimsel tablolarla grafikler, ikinciye, üstü başı dağınık yüzünde acı dolu bir ifadeyle dudakları ağzına bol gelen bir kızın resmi eşlik ediyordu. Banner okurlarından bu iki bahtsıza yardım etmelerini istemekteydi. Genç fizikçiye dokuz dolar kırk beş sent, bekar anneye bin yetmiş yedi dolar para geldi. Gail Wynand gazetede çalışanları toplantıya çağırdı. İki kampanyayı başlatan gazeteyi masanın üstüne koymuş, herbiri için toplanan paraları da resimlerin üzerine yerleştirmişti. "Aranızda anlamayan var mı?" diye sordu. Hiç kimse cevap vermedi. Wynand o zaman, "Artık Banner´ın nasıl bir gazete olacağını biliyorsunuz" dedi."

 

Ellsworth Domunique ile konusuyor: "...Ölü bir konunun ne kadar etkili olduğunu öğrendin artık. İnsan böyle bir şeye karşı ağzını açıp konuşamaz, bir açıklama yapamaz, kendini savunamaz. Çünkü hiç kimse dinlemek istemez. Şöhrete kavuşmak zaten bzor bir şeydir. Bir kere kavuşunca da o şöhretin türünü değiştirmene olanak yoktur. Hayır, bir mimarın kötü mimar olduğunu kanıtlayarak onu mahvedemezsin. Ama tanrıya inanmadığı için ya da birisi onu mahkemeye verdiği için ya da bir kadınla yattığı için ya da sineklerin kanatlarını yolduğu için mahvedebilrisin. mantığa uymuyor mu diyorsun? tabi uymuyor. O yüzden sonuç veriyor zaten. Mantığa karşı mantıkla savaşabilirsin. Mantıksızlığa karşı nasıl savaşırsın? Senin sorunun nedir, biliyor musun? Pek çok insan gibi sende de mantıksızlığa karşı yeterli saygı yok. Mantıksızlık, hayatımızın en başta gelen unsurudur. Eğer sana düşman olursa, zerre kadar şansın kalmaz. Ama onu kendi müttefikin haline getirebilirsen..."

 

"Diyelim ki ben Ibsen´i sevmiyormuşum. Diyelim ki insanların onun oyunlarını seyretmesini durdurmak istiyormuşum. Dönüp halka bunu söylemek benim hiçbir işime yaramaz. Ama eğer onlara kötü bir oyun yazarının da Ibsen kadar iyi olduğu fikrini yutturabilirsem, çok geçmeden aradaki farkı göremez olurlar."

Kent Lansing Roark ile konuşuyor "... Benim tek demek istediğim, yönetim kuruludenilen şey bir iki hırslı insandır, gerisi kuru gürültüdür. İnsan grupları bir vakumdan ibarettir. Koskoca boşluklardır. İnsanlar, yokluğu gözümüzde canlandıramıyoruz der dururlar. Gelip bir komite toplantısı izlesinler. Bütün mesele, o boşluğu doldurmayı kimin istediğidir. Sert bir savaştır bu savaş. Savaşların en sertidir. Düşman karşında olursa, onunla savaşmak kolay. Ama karşında değilse ... Yüzüme deliymişim gibi bakma. Senin de biliyor olman gerekir. Sen de ömrün boyunca bir vakuma karşı savaş verdin."

"Nedenleri tartmak için terazi gerekir. Terazi de pamuktan yapılan bir şey değildir. Oysa insan ruhu pamuktandır. Yani biçimi olmayan, direnci olmayan, öne arkaya kıvrılıp hamur gibi her şekle girebilen bir şeydir. Sen onlara işi neden sana vermeleri gerektiğini benden çok daha iyi anlatabilirsin. Ama seni dinlemezler, oysa beni dinlerler. Çünkü ben aracıyım. İki nokta arasındaki en kısa yol doğru çizgi değildir. Aracıdır. Ne kadar çok aracı varsa, yol o kadar kısalır. Hamur psikolojsii budur işte."

"İyilik ve kötülük kutupları açısından, iki kavram sunulmuştur ona. Biri bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı başkaların kendisi için feda etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise kendini başkaları için feda etmektir denmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmişitr. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başklarına acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de söylenince, tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazohizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır, çünkü bunun karşısına ancak sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en küstahça oyun bu olmuştur. Bağımlılık ve acı çekme bu yolla hayatın temelleri haline getirilmiştir. Seçenekler kendini feda etmekle tahakküm etme arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralı ise sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız egosundan doğan herşey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından doğan herşey kötüdür. Bencil kişi salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eeden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta değildir. kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir. "

PARA HAKKEDİLMEDEN KAZANILDIĞI DÜZENİ YIKAR

"PARA"nın: Tüm kötülüklerin temeli olduğunu mu düşünüyorsunuz?

"Feodalizm veya E.Kant mistizmi - Marx kolektivizmi veya sözde modern liberalist devletçiler - vs" lere dikkat ediniz:

  Onlar hala " paranın": tüm kötülüklerin anası olduğunu -tabii: her derdin devası hükümet parası hariç(!)- iddia ediyorlar.

  Yani aynen tüm kötülüklerin anasını "şeytan" olarak gören eski mistikler gibi..!

PARA VE KÖTÜLÜK

 

  Demek paranın bütün kötülüklerin temeli olduğunu düşünüyorsunuz? Peki para neyin temeli, onu hiç düşündünüz mü?

  Para bir değişim aracıdır ancak hizmet veya mallar üretilmediği ve bunları üreten insanlar olmadığı sürece varlığının hiç bir anlamı yoktur. Para, ticaret yolu ile bir değere karşılık bir değer vermek isteyen insanlar arasında değiş-tokuş isteğinin maddi bir şeklidir. Para, sizin ürününüzü gözyaşları ile ele geçirmeye çalışan beleşçilerin, sizden zorla almaya çalışan yağmacıların kullandığı bir araç değildir. Para sadece üreten insanlar için bir anlam ifade eder.

  Sizin kötü bir şey dediğiniz bu mu?

  Çabanızın karşılığı olan bir parayı kabul ettiğiniz zaman, bunu sadece başkalarının ürünlerini onların rızası ile alabilmek için kabul edersiniz.Bu inanç, paranın kendisine değer veren beleşçiler veya yağmacılara uygun değildir. Ne gözyaşı denizleri ne de dünyanın bütün silahları cüzdanınızdaki kağıt parçalarını yarın da tok kalmanızı sağlayacak ekmeğe dönüştüremez. O kağıt parçaları, üreten insanın enerjisi üzerindeki iddianızdır.

  Cüzdanınız, dünyanın bir yerlerinde paranın kökeninin ahlaki bir prensip olmadığına inanan insanların bulunduğuna dair umudunuzdur.

  Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?

 

  ÜRETİMİN TEMELİ

 

  Üretimin temelinin ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Örneğin elektrik üreten bir jeneratöre bakın, onun düşünme yeteneğinden yoksun kas gücü sahibi insanlar tarafından üretildiğini söyleyebilir misiniz?

  Bir buğday tohumunu, üretimi ilk defa gerçekleştiren insanın zekasını miras almadan, büyütmeye çalışın. Sadece sağa sola koşturarak yiyecek elde etmeye çalışın - bütün bunlardan sonra üretimin ve dünyadaki bütün zenginliklerin temelinin insan zekası olduğunu göreceksiniz.

  Ama siz paranın gücü olanın, zayıf olanın pahasına, kazanıldığını söylüyorsunuz. Güçten ne anlıyorsunuz? Bu güç silah veya kasların gücü değildir.Zenginlik düşünme kapasitesine sahip insanın ürettiğidir. O zaman yeni bir motor icat eden kişi, bunu icat edemeyenin pahasına mı

  para kazanmış oluyor? Para zeki insanın, aptalın pahasına kazandığı bir şey mi? Hırslı olanın, tembel olanın pahasına kazandığı bir şey mi?

  Para, yağmalanmadan veya gasp edilmeden önce, yaratılmak zorunda ve paranın yaratılmasını her dürüst insan kendi gücünün sınırları oranında gerçekleştirebilir. Dürüst insan, ürettiğinden daha fazla tüketemeyeceğinin farkında olan insandır.

  Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?

 

  TİCARET İYİNİYETİN DÜSTURU

 

    Para yolu ile ticaret, insanın iyiniyetinin düsturudur. Paranın dayanağı, her insanın kendi zekası ve gücünün sahibinin gene kendisi olduğu gerçeğidir. Para, çabalarınızın değerini bulmak için bir başka insanın bu çabaya değerini vermesi dışında hiçbir güç emredemez.

  Para, sizin ürettiğinizi ve işgücünüzü satın almaya değer bulan insanlara bu olanağı sunmaktan daha öte bir anlam taşımaz, özgür bir ortamda alışveriş yapan insanların karşılıklı çıkar sağlayacağı anlaşmalardan başka bir şey sağlamaz. Sizden insanların kendi çıkarları ve kazançları için çalışmak zorunda oldukları gerçeğini kabul etmenizi ister.

  Sizin zayıflıklarınızı insanların aptallığına değil, yeteneğinizin insan zekasına pazarlanmasını şart koşar. Bunun karşılığında da siz insanların ürettiği herhangi bir kalitesiz ürünü değil, paranızın satın alabileceği en iyisini istersiniz.

  Ve insan zorlama değil de karşılıklı anlaşma ile ticarete başladığında, en iyi ürünü satan, en iyi performans sahibi, en iyi yargılama ve yetenek

  sahibi olan kazanır.Yani insanın satmak istediği ürün ne kadar iyi ise aldığı ödül de o kadar büyük olur. Bu tür bir yaşam şeklinin varlığı ancak paranın değişim aracı olarak kullanıldığı bir ortamda mümkündür.

  Sizin kötü olarak gördüğünüz bu mu?

 

  PARA SADECE BİR ARAÇTIR: AMAÇ DEĞİL..!

 

  Parayı amaç edinen bir insan: paranın aracı olmaktan kurtulamaz.

 

  Ancak para sadece bir araçtır. Sizi istediğiniz yere götürür ama arabanın sürücüsü hala sizsiniz. İstekleriniz karşılanması için size aracılık

  edecek ama isteğin yerine geçmeyecek. Para nedensellik kuralını tersine çevirmeye çalışan insanın, yani belli bir zekanın ürünü olan şeye

  el koymaya çalışan insanın kamçısıdır.

  Para ne istediğini bilmeyen insana mutluluk, zekası olmayan insana bilgi, korkak olana diğer insanların hayranlığını

  ve ne aradığını bilmeyene bir hedef satın alamaz.

  Para onurlu ve isteğe bağlı bir değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa, insanlar onun aracı olmaya başlarlar. Kan, kırbaç, silah veya para.

  Seçiminizi yapın - çünkü başka bir seçenek yok ve zamanınız gittikçe daralıyor.

Paranın iyi şeylerin kökeni olduğunu anlayıp kabul etmediğiniz müddetçe kendi yıkımınızı hazırlıyorsunuz demektir. Para onurlu ve isteğe bağlı bir değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa, insanlar onun aracı olmaya başlarlar.

Sadece ona ihtiyacı olmayan, hangi noktadan başladığı hiç fark etmeden kendi servetini yaratabilen insan bir miras sahibi olmayı hakeder. Eğer

  bir varisin değeri parasının miktarı ile aynı büyüklükte ise, para ona hizmet eder, değilse onu mahveder. Ama siz ona bakıp paranın onu çürüttüğünü düşünürsünüz. Gerçekten öyle mi, yoksa o mu parayı çürütmüştür? Değersiz bir varise gıpta etmeyin, o servet sizin değil ve

  siz o para ile daha iyi şeyler yapamazsınız. O paranın size dağıtılması gerektiğini düşünmeyin.

  Çünkü bu durumda dünyaya bir tane asalak yerine 50 tane asalak yetişmiş olacaktır. Para, kökleri olmadığı müddetçe ölmeye mahkum bir

  güçtür kendisi ile aşık atamayan bir zekaya hizmet edemez.

  Siz bu sebepten mi parayı kötü bir şey olarak adlandırıyorsunuz?

 

  PARA, HAYATTA KALMAYI SAĞLAYAN BİR ARAÇDIR.

      Para, hayatta kalmanızı sağlayan bir araçtır. Geçiminizin kaynağını bildirme kararınız aynı zamanda kendi yaşamınızın kaynağını bildirir. Eğer kaynak çürükse, bütün hayatınızı lanetlemişsiniz demektir. Paranızı sahtekarlıkla mı kazandınız, insanların kusur veya aptallıklarını kötüye kullanarak, akılsız insanların size yeteneklerinizin hak ettiğinden daha fazlasını ödemesini umarak, standartlarınızı aşağıya çekerek mi yoksa küçük gördüğünüz insanlara istemediğini işler yaparak mı? Eğer öyleyse, kazandığınız para ne bir anlığına mutluluk ne de bir kuruşluk keyif verecektir. Bu para ile aldığınız bütün şeyler size, kendinizi takdir değil suçlama, başarı değil utanç kanıtı olarak geri dönecektir. İşte o zaman paranın bir şeytan olduğunu haykıracaksınız. Şeytan, çünkü sizin kendinize olan saygınızın yerine geçecek. Şeytan, çünkü ahlaksızlığınızdan zevk almanıza izin vermeyecek.

  Paradan nefret etmenizin kökeni bu mu?

  Para her zaman bir sonuç olarak duracak, sebep yerine geçmenize izin vermeyecektir. Bir meziyetin sonucudur ama ne size bu meziyeti sağlar

  ne de kusurlarınız bağışlatır. Ne maddi ne manevi size hakketmediğinizi vermez.

  Paradan nefret etmenizin kökeni bu mu?

 

  KÖTÜLÜKLERİN TEMELİ PARA SEVGİSİ Mİ?

 

  Ya da “bütün kötülüklerin temeli insanların paraya olan sevgisi” mi dediniz? Birşeyi sevmek onu anlamaktır ve sevgi doğaldır. Parayı sevmek

  ise onu anlamak ve onun sizin içinizdeki en iyi gücün yaratılması ve en iyi insanlar arasında kendi çabanızla başkalarının çabalarını değiş tokuş

  edebilecek olmanız gerçeğini kabul etmek demektir. Paradan nefret ettiğini en çok haykıran kişi, ruhunu 5 kuruşa satacak insandır - ve bunun için de

  gayet iyi bir sebebi var. Parayı sevenler, onun için çalışmayı göze alanlardır. Onu kazanmak için yetenekleri olduğunu bilirler.

 

  Size insanların karakterlerini tanıyabilmek için bir ipucu vereyim:parayı lanetleyen kişi onu yüz kızartıcı bir yoldan kazanmıştır.

  Paraya saygı duyan biri ise onu hakkederek kazanmıştır.Paranın şeytan işi olduğunu söyleyen kişilerden mümkün olduğunca hızla ve uzağa kaçın. Bu cümle, yaklaşmakta olan bir cüzamlının çaldığı çan gibi, size doğru gelen bir yağmacının habercisidir.

 

  Yeryüzünde bir arada yaşayan ve birbirleri ile ilişki içinde olma gereksinimi olan insanların tek aracı eğer para değilse silah namlusudur.Ancak para, kazanmak veya elinizde tutmak istiyorsanız, sizden en yüce erdemlerinizi ister. Gurur, onur ve öz saygısı olmayan, para sahibi olmayı hakkettiği konusunda ahlaki hisleri olmayan, onu savunmayı yaşamlarını savunmak olarak görmeyen, zengin oldukları için her fırsatta özür dileyen kişiler, o paraya uzun süre ile sahip olamazlar. Yüzyıllarca taşların altında saklanmış, ancak servet sahibi olduğu için suçluluk duyan ve affedilmek için yalvaran ilk kişinin kokusunu alarak ortaya çıkan yağmacı sürülerinin doğal yemleridir. Bunlar o kişiyi bu suçluluk duygusundan hafifletecek ve tam da onun hakkettiği gibi hayatına el koyacaklardır.

  Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?

 

  ÇİFTE STANDARTLILARIN YÜKSELİŞİ

 

  Sonra da çifte standartlı insanların yükselişine tanıklık edeceksiniz - bu insanlar kaba güçle yaşar ancak el koyacakları parayı yaratacak insanlara güvenirler. Ahlaklı bir toplumda bu insanlar suçlu olarak ilan edilir ve bunlara karşı sizi koruyacak yasalar bulunur. Ama suçluları “ama başka çareleri yok ki” diyerek haklı çıkartan, yağmacı sürülerini kanunlarla koruyan yani silahsız kurbanlarının servetlerine el koymayı meşrulaştırmış toplumlarda para, yaratıcılarının intikamcısı haline gelir. Bu tip yağmacılar, savunmasız insanların elindeki silahları alacak yasaları çıkartarak onları soymayı güvenli hale getirir. Ancak onların yağma düzeni başka yağmacıları da yaratır ve çaldıkları, başkaları tarafından da yağmalanır hale gelir. Ve artık yarış, üretimde en yetenekli olanlar arasında değil, vahşilikte en acımasız olanlar arasında geçmeye başlar. Kaba güç, standart haline gelmeye başladığında da katiller yankesicilere karşı zafer kazanmaya başlar. Ve böyle bir toplum da felaket

  ve katliamlardan sonra yıkılıp gider. Siz böyle bir günün gelip gelmediğini merak ediyorsanız, parayı takip edin. Para, bir toplumun erdemlerinin barometresidir. Eğer bir değiş tokuşun, rıza ile değil de zorla yapıldığını, birşeyler üretmek için, hiçbir şey üretmeyenlerden izin almak zorunda kalındığını, paranın üretim peşinde değil de rüşvet ve suistimalle uğraşanlara aktığını ve yasaların sizi onlara karşı korumadığını, çürümenin ödüllendirildiğini dürüstlüğün ahmaklık olarak adlandırıldığını görüyorsanız o toplumun lanetlendiğini anlarsınız.

  Sizin kötü dediğiniz şey bu mu?

    

  PARA SİLAHLA REKABET ETMEZ, EDEMEZ...!

 

  Para o kadar yüce bir araçtır ki, silahla rekabet etmez, vahşilikle birarada yaşayamaz. Bir ülkenin yarı-mal sahibi, yarı-yağmacı olarak yaşamasına izin vermez. Yıkıcılar insanlar arasında ortaya çıktığında, işe ilk önce paranın temsil ettiklerini yıkmakla başlarlar, çünkü para insanın korunma şekli ve varlığının ahlaki tarafıdır. Yıkıcılar altına el koyarak onun karşılığında kağıt parçaları verir. Altın, objektif bir değer olarak, yaratılan servetin eşitidir. Kağıt para, olmayan bir servetin, servet yaratan insanlara karşı doğrultulmuş bir silahın yardımı ile desteklenen ipotektir.İnsanın yaşamını sürdürmesinin aracı olarak parayı kötü olarak adlandırırsanız, insanların iyi olarak kalmasını beklemeyin.Üretimin yasaklandığı ve üretilenin yağmalandığı bir düzende üretmeye devam etmelerini beklemeyin. “Kim bu dünyayı mahvediyor?” diye sormayın, çünkü bunu yapan sizsiniz. İnsanlık tarihinde, para, isimleri değişse de soygun yöntemleri aynı kalan insanlar tarafından yağmalandı.

  Bu yöntem, yaratılan servete el koyarak, o serveti yaratanları küçümsemek, kötülemek ve onursuzlukla suçlamak olmuştur.

  Paranın iyi şeylerin kökeni olduğunu anlayıp kabul etmediğiniz müddetçe kendi yıkımınızı hazırlıyorsunuz demektir. Para onurlu ve isteğe bağlı bir değiş-tokuşun aracı olmayı bırakırsa, insanlar onun aracı olmaya başlarlar.

 

  Kan, kırbaç, silah veya para.

 

  Seçiminizi yapınız!: Çünkü başka bir seçenek yok ve zamanınız gittikçe daralıyor.

REALİST ROMANTİZM

Bu bölümde ortaya konan estetik prensiplerinin en iyi tatbikatını, sanatkarın hayat hissini teşkil eden metafizik değer-yargılarından oluşan soyutlamaların, -lisan yoluyla- sanat eseri halinde somutlaştırılmasına geniş olanaklar veren edebiyat konusunda yapabiliriz.

Bu tatbikatı, beş konu üzerinde yapacağız: edebiyatta Romantisizm ve Natüralizm ekollerinin asli özellikleri, edebiyatın asli hususiyetleri, birçok Romantik eserde ortaya çıkan "İnsana-tapma" kavramı ve mizah.

Bu tatbikatlardan, özellikle Romantisizm ve Natüralizm üzerinde olanı, bütün veçheleriyle incelendiğinde, rasyonel bir felsenin estetik prensiplerinin teşhirine çok müsaittir; fakat, burada, konu üzerinde detaylı bir tartışma yapmak yerine, ana hatlar verilecektir: ne asli yönleriyle doğru bir estetik anlayışı olan Romantisizm akımında ortaya çıkmış bazı olumsuzluklardan; ne de, asli yönleriyle yanlış bir estetik anlayışı olan Natüralizm akımında varolmuş bazı olumluluklardan bahsedilecektir.

Ondokuzuncu yüzyıldan önceki edebiyat; insanı, hayat ve faaliyetleri kendi kontrolu dışındaki kuvvetlerce belirlenen, çaresiz bir varlık olarak sundu. Bu kuvvetler, ya Yunan trajedilerindeki gibi kader ve tanrılardı; ya da, Shakespeare'in oyunlarındaki gibi fıtri bir zayıflık, "trajik bir kusur"du. O dönemin yazarları, insanı metafiziken iktidarsız kabul etti; temel öncülleri, determinizm idi. Bu öncülü kabul eden bir yazar, insanın ne olabileceğini ortaya koyamazdı; ancak, insanın başına ne geldiğini kaydedebilirdi; böylece, vakayinameler, bu kayıtlar için müsait edebi biçimler olarak varlığını sürdürdü.

İnsanın irade yeteneğine sahip bir varlık olarak edebiyatta tasviri, ondokuzuncu yüzyılda roman edebi biçimi ile birlikte ortaya çıktı; ve, sanatta büyük, yeni bir hareket olan Romantisizm doğdu. Romantisizm, insanı, değerlerini seçebilen, amaçlarını gerçekleştirebilen, kendi mevcudiyetinin kontroluna sahip bir varlık olarak gördü. Kurgunun, tarihten daha büyük bir felsefi öneme sahip olduğunu; çünkü, tarihin, şeyleri olduğu gibi sunduğunu; oysa, kurgunun, şeyleri "olması mümkün ve olması gereken haliyle" sunduğunu söyleyen Aristo'nun izinde giderek; olmuş olayları kaydetmeyip, olması gereken olayları sundular; insanların yapmış oldukları seçimleri kaydetmeyip, yapmaları gereken seçimleri sundular.

Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru, mistisizm ve kollektivizmin yeniden ortaya çıkışıyla, Romantik roman ve Romantik hareket, kültürel sahneden yavaş yavaş silindi.

İnsanın sanattaki yeni düşmanı, Natüralizm oldu. Natüralizm, irade kavramını reddeder ve insanın kendi kontrolu dışındaki kuvvetlerce belirlenen çaresiz bir yaratık olduğu nosyonuna geri döner; tek farklılık, insanın kaderine hakim olan yeni yöneticinin, -kader, tanrılar, fıtri bir zayıflık, "trajik bir kusur" olmak yerine- şimdi toplum olması idi.

Romantisizm ve Natüralizm konusunda kavramsal bir yaklaşıma sahip olmak, bugünün dünyasındaki estetik boşluktan kurtulmakta hayati bir araca sahip olmaktır.

Romantisizm

Romantisizm, insanın irade yeteneğine sahip olduğu prensibinin kabulü üzerinde bina olan bir sanat kategorisidir.

Romantisizm, kavramsal sanat ekolüdür. Günlük hayatın rasgele teferruatıyla değil; insan mevcudiyetinin, ezeli ve ebedi, temel, evrensel mesele ve değerleri ile uğraşır. Kaydetmek veya fotoğraf çekmekle uğraşmaz; yaratır ve tasarlar. Romantisizm, Aristo'nun sözleriyle, olagelen şeylerle değil, olabilecek şeylerle, olması gereken şeylerle ilgilidir.

Romantisizmin sanata getirdiği şey, değerlerin önceliği prensibi oldu. Romantisizmden önceki edebiyat ekolü olan Klasisizm'de; felsefeden, ancak üçüncü elden formül kopyalamayla yararlanılmış; ahlak formüllerini bayatlıklar ve yavanlıklar halinde tekrarlayan Klasisist edebiyat eserlerinin bu elden düşme felsefi içeriğinde, değerlerin önceliği ögesi yer almamıştı. Değerler (ve değer-yargıları), duyguların kaynağıdır; Romantisist'lerin eserlerinde ve izleyicilerinin tepkisinde büyük bir duygusal şiddet ortaya konmuş; aynı zamanda, büyük bir renklilik, hayalgücü, orijinallik, heyecan, değer-yönelimli bir hayat hissinin diğer bütün sonuçları sergilenmiştir. Bu duygusal öge, Romantisizm hareketinin en kolay algılanır karakteristiği olmuş ve bu karakteristik, daha derin bir araştırmaya girilmeksizin, Romantisizm'in tanımlayıcı karakteristiği olarak kabul edilmiştir.

İnsan hayatında, değerlerin önceliğinin, indirgenmez bir birincil olmadığı; değerlerin önceliğinin, insanın irade yeteneğine bağlı olduğu; dolayısiyle, Romantisist'lerin, felsefi olarak, -değerlerin sonucu olmaktan ibaret olan- duyguların değil, -değerlerin kökü olan- iradenin şampiyonu oldukları gibi hususlar; filozofların tanımlamak durumunda olduğu hususlardı; oysa, filozoflar, ondokuzuncu yüzyılın hayati her konusunda olduğu gibi, estetik konusunda da ihmalkar olmuşlardı.

Daha da derinde bulunan husus; akıl yeteneğinin, irade yeteneği olduğu gerçeğinin, o zaman bilinmemesiydi. Varolan çeşitli serbest irade teorileri, çoğunlukla, anti-akıl bir karakterde olduğundan; bu teoriler, iradenin, mistisizmle bir arada düşünülmesi anlayışını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Son zamanlarda, bazı edebiyat tarihçileri, Romantisizm'in duygu-yönelimli bir ekol olduğu tanımından sarfı nazar edip; yeni tanımlar yapmaya giriştiler; fakat, başarı gösteremediler. Romantisizm, -asli ayırt edici karakteristik kuralına uyularak- irade-yönelimli bir ekol olarak tanımlanmalı; ve, Romantisist edebiyatın tabiatı ve tarihi, bu terimlerle incelenmelidir.

Eğer insan iradeye sahipse, hayatının en önemli veçhesi, değerlerinin seçilmesidir; eğer değerlerini seçerse, bu değerleri kazanmak ve/veya elde tutmak için davranmalıdır; bunun için, amaçlarını ortaya koyup, onlara erişmek için, amaçlı faaliyetlere girişmelidir. Bu faaliyetlerin esasını ifade eden edebi biçim, entrikadır. (Bir entrika, mantıken bağlantılı olayların, amaçlı bir biçimde gelişerek, bir şahikada çözümlenmesidir.)

İrade yeteneği, insan hayatının her iki temel veçhesinde üzerinde söz sahibidir: bilinç ve mevcudiyet; yani, insanın psikolojik eylemi ve fiziki eylemi; yani, insanın kendi karakterini oluşturması işi ve fiziki dünyada yapacağı faaliyetler çizgisi. Dolayısiyle, edebi bir eserde, hem karakterler, hem de olaylar; yazarın, değerlerin insan psikolojisi üzerindeki ve mevcudiyet üzerindeki rolü hakkında sahip olduğu görüşe göre (ve doğru kabul ettiği değerler sistemine göre) yaratılır. Karakterleri, somutlukların duplikasyonu değil, soyut tasarımlardır; gözlemlemiş olduğu özel bireylerin, muhabirce rapor edilmesiyle ortaya konmuş olmayıp, kavramsal olarak icat edilmişlerdir. Edebi bir eserdeki özel bireylerın spesifik karakter çizgileri, bu bireylerin eserde ortaya konan özel değer-seçimlerini neden yaptıklarını gösteren delillerden ibarettir; bu maksadı karşılamaktan daha büyük bir metafizik öneme sahip değildir (bu karakterlerin, insan psikolojisinin genel prensiplerinin incelenmesi için malzeme sağlaması, okuyucunun edinebileceği bir başka yarardır); bu karakter çizgileri, insanın karektersel potansiyelinin tamamını ortaya koymaz.

Romantisistler, bir kahramanı, istatistiki bir ortalama olarak değil; insanın en iyi ve en yüksek potansiyelini -kendi bireysel seçimlerine göre değişen dereceler dahilinde, bütün insanlara uygulanabilecek ve bütün insanlarca erişilebilecek potansiyelini- temsil eden bir soyutlama olarak sundular.

Felsefi olarak, Romantisizm, insanın mevcudiyetini yüceltmek için girişilmiş bir seferdir; psikolojik olarak, basit bir arzu olarak, -hayatı enteresan kılma arzusu olarak- yaşanır.

Romantisizm, kurgunun birincil ögesi olan "hikaye anlatma sanatı"nda ustalığı gerektirir. Hikaye anlatma sanatı, üç temel nitelik gerektirir: içtenlik (inandırıcılık), hayalgücü, bir dram duygusu. Bütün bunlar (ve daha fazlası) temaya ve karakterizasyona bütünleştirilecek orijinal bir entrikanın kurulmasına katılır. Natüralizm'de, bu ögelerden sarfı nazar edilir; karakterizasyon, varolan tek belirli ögedir; içerik, verili bir yazarın zevkine uygun olarak, şekli belirsiz bir anlatımla ve olayların "kurulmamış" (yani, amaçsız) bir biçimde gelişimi halinde sunulur.

Bir Romantisist'in eserinin değeri, yazarın kendisince yaratılmak zorundadır; insanlara hiçbir sadakat borcu yoktur; sadece insana, sadece realitenin metafiziken verili tabiatına, sadece kendi değerlerine sadakati vardır. Bir Natüralist'in eserinin değeri, duplike ettiği insanların spesifik karakterlerine, seçimlerine ve faaliyetlerine bağlıdır; ve, Natüralist, onları duplike edişindeki başarıyla yargılanır.

Bir Romantiğin hikayesindeki değer, ne olabileceğinde yatar; bir Natüralistin hikayesindeki değer, bir şeyin olmuş olduğu olgusunda yatar.

Bir çocuğa ahlaki değerlerin nelerden ibaret olduğunu teşhir etmek ve onlara nasıl sahip olunduğunu göstermek için en iyi kaynak, Romantik sanattır -özellikle, Romantik edebiyattır. Romantik sanat; çocuğa, ahlaki kurallar sunmaz; açık bir didaktik mesaj sunmaz; ama, ahlaki bir şahıs imajı sunar; yani, ahlaki bir idealin somutlaştırılmış soyutlamasını sunar. Bir çocuğun hissettiği, fakat henüz kavramsallaştıramadığı çok soyut bir soruya, -"Ne tür insan ahlakidir ve o insan ne tür bir hayat sürdürür?" sorusuna- somut, doğrudan algılanabilir bir cevap sunar.

Bir çocuk, Romantik sanattan, soyut prensipler öğrenmez; ama, bu prensipleri ileride anlayabilmesinin önşartı olan, bu prensipleri ileride kabul etmesi için teşvik veren bir şeyi öğrenir: insanın en yüksek potansiyellerine hayranlık besleyebilme duygusal deneyini; bir kahramanı, kendisine rol modeli olarak alma zevkli deneyini; değerlerle motive edilen ve değerlerin egemen olduğu bir hayat hissini; yani, ahlaki bir hayat hissini; yani, insanların seçimlerinin pratiğe geçirilebildiği, etkin olduğu, hayati önem taşıdığı bir hayat fikrini.

Romantik sanat, insan ruhunun (yani bilincinin) hem benzini, hem de bujisidir; görevi, onu ateşlemek ve hiç durmadan çalışmasını sağlamaktır.

Romantisizmi, "bir kaçış" olarak sınıflamak, ancak Natüralizmin yüzeyselliği içinde olmakla mümkündür. Evet, Romantisizm, "gerçek-hayat" problemleri karşısında bir teneffüs olmak üzere, görkemli bir hayat görünümü sunar; ve, bu görünümün tefekkürü, yüzeysel bir anlamda "bir kaçış" olarak düşünülebilir. Fakat, daha derin, metafizik-ahlaki-psikolojik bir anlamda, Natüralizm, gerçek bir kaçışı temsil eder: seçim yapmaktan, değerlerden, ahlaki sorumluluktan kaçış. Oysa, Romantisizm; insanı, realitede yapmak zorunda kalacağı mücadeleler için eğitir ve teçhizatlandırır.

Romantisizmin (zımni) standartları o kadar talepkardır ki; Romantisizmin egemen olduğu dönemlerde varolan Romantisist yazar bolluğuna rağmen; bu ekol, yüksek düzeyli olan sadece bir kaç pür, tutarlı Romantisist çıkarabilmiştir: romancılar arasında en büyükleri, Victor Hugo ve Dostoevsky; oyun yazarları arasında en büyükleri, Friedrich Schiller ve Edmond Rostand.

Yüksek mertebedeki bu yazarların -pür edebi dehaları dışındaki- ayırt edici karakteristiği, irade öncülüne tam adanmışlıklarıdır; bu adanmışlık, iradenin nüfuzuna giren her iki temel alanda da söz konusudur: bilinç ve mevcudiyet; insan karakteri ve fiziki dünyadaki insan faaliyetleri. Bu iki veçheyi mükemmelen bütünleştirebilmelerinden; kurdukları entrika yapılarındaki parlak içtenlik ve orijinallikden anlaşılmaktadır ki; bu yazarlar, insan ruhuyla (yani bilinciyle) derinden ilgilidirler. Bunlar, kelimenin en derin anlamında ahlakçıdırlar; genel bir anlamda değerlerle ilgilenmek yerine; özel olarak ahlaki değerlerle ve ahlaki değerlerin insan karakterini biçimlendirmede sahip olduğu kudretle ilgilenirler. Yarattıkları karakterler, "hayattan daha büyük"tür; yani, asli terimlerle yapılmış soyut tasarımlardır. Hikayelerinde, ahlaki değerlerle bağlantısız olarak, faaliyet olsun diye yapılmış hiçbir faaliyete yer verilmemiştir. Entrikalarındaki olayları şekillendiren, belirleyen ve motive eden şeyler: karakterlerin sahip olduğu değerler (veya bu değerlere ihanet), spiritüel amaçlar peşinde yaptıkları mücadeleler ve derin değer-çatışmalarıdır. Temaları, insan mevcudiyetinin temel, evrensel, ezeli ve ebedi konularıdır. Romantik yazarlar, edebiyatın en nadir hususiyetinin -tema ve entrikanın mükemmel bütünlüğünün- tek tutarlı yaratıcıları olmuşlardır.

Eğer, felsefi anlamlılık, önemlilik, ciddiye alınmanın kriteri ise; Romantik yazarlar, dünya edebiyatının en ciddi yazarlarıdır.

"Romantisizm" terimi etrafındaki kargaşaya, filozofların yaptığı bir katkıdan bahsetmek yerinde olacak. Bazı filozoflar, belirli filozoflara "Romantik" ismini takmıştır. Oysa, Romantik olarak nitelenen -Schelling ve Schopenhauer gibi- bu filozoflar; duyguların, içgüdülerin, iradenin akla olan üstünlüğünü savunan aleni mistiklerdir. Felsefedeki bu hareket ile estetikteki Romantisizm arasında, hiçbir önemli ilişki yoktur; bu iki hareket karıştırılmamalıdır.

Romantisizmin baş düşmanı ve tahripçisi, altrüist ahlak olmuştur.

Romantisizmin asli karakteristiği; değerlerin, özel olarak ahlaki değerlerin projekte edilmesi olduğundan; altrüizm, daha başlangıçta, Romantik edebiyata çözümsüz bir ihtilaf soktu. Altrüist ahlak (kendini-tahrip hali dışında) hayata geçirilemez; bu yüzden, altrüist ahlak anlayışına sahip kahramanlar, insanın yeryüzünde yaşayacağı hayatın terimlerinde (özellikle, psikolojik motivasyonlar alanında) inandırıcı bir hikaye içinde projekte veya dramatize edilemez. Değer ve erdem kriteri olarak altrüizm alındığında, insanın en iyi halini -"olabileceği ve olması gerektiği gibi olan halini"- veren bir imajın yaratılması imkansızdır. Romantik edebiyatın tarihi boyunca varolan kusur; inandırıcı bir kahraman

-inandırıcı bir erdemli insan imajı- sunmaktaki başarısızlıktır.

Romantisizme mükemmel bir alt-yapı olacak olan rasyonel-egoist ahlak, filozof Ayn Rand'la tam tanımına kavuşmuş; Romantisizm, romancı Ayn Rand'ın Romantik-Realizmiyle, yeniden canlanmıştır.

Tanrım;
Değiştiremeyeceğim şeyler için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret
ve ikisi arasındaki farkı anlamam için akıl ver."

Reinhold Niebuhr
(1892-1971) Amerikalı İlahiyatçı

 

Böyle bir dileğin yerine gelmesini "Tanrı"dan beklemek tarafı bir yana; bu söz, en derin metafizik doğrunun bir ifadesidir. Rasyonel bir insanın zihni tavrının ne olması gerektiğinin en veciz ifadesidir.

              
Bir çok insan, bütün hayatlarını asla değiştiremeyecekleri şeylere karşı nafile bir isyan içinde geçirirken, değiştirebilecekleri şeyler karşısında ise pasif bir teslimiyet içinde bulunurlar; aradaki farkı öğrenmek için de hiçbir teşebbüste bulunmazlar.

Niebuhr'un sözünde bulunan felsefi öncülleri inceleyelim:

               a) İnsanın değiştiremeyeceği, insan eyleminden etkilenmeyecek, onun seçeneğine konu olmayacak, bilincinden bağımsız şeyler vardır; bunlar, tabiatın dayattığı gerçeklerdir -yerçekiminin var olması, insanın akıllı bir canlı olması gibi.

               b) İnsan eylemiyle değiştirilebilecek, insan eyleminden etkilenebilecek şeyler vardır; bunlar, insan-yapısı şeylerdir. Fakat, bu değişikliği gerçekleştirmek için insanın belirli bir kuvvete (cesarete) ihtiyacı vardır; bu kuvvet, irade yeteneği denen bilinç olgusudur.

               c) Değiştirilemeyecek ve değiştirilebilecek şeyler arasındaki fark aşikar değildir; bu fark, akıl yoluyla bulunabilir.

               Niebuhr'un sözündeki öncüllere yukarıdaki şekilde yaklaşmak, mevcudiyetin önceliğini kabul etmek demektir. Buna zıt bir yaklaşım, bilincin önceliğini kabul etmekle mümkündür. Bu yaklaşımların farkını araştırmak; bizi, her felsefi sistemin kökünde yatan temel metafizik meseleye götürür: mevcudiyetin önceliği ve buna karşı bilincin önceliği.         Mevcudiyetin (realitenin) önceliği, mevcudiyetin mevcut olduğu aksiyomudur; yani, evren, bilinçten (herhangi bir bilinçten) bağımsız olarak mevcuttur; şeyler neyse odur, belirli bir tabiata, kimliğe sahiptir. Bu aksiyomun epistemolojik pareleli, bir diğer aksiyomdur: bilinç, mevcut olandan haberder olma yeteneğidir; yani, insan, dışa bakarak bilgi elde eder.

               Bilincin önceliği ise; bu aksiyomları reddetmek ve tersine çevirmektir; yani, evrenin bağımsız bir mevcudiyeti olmadığı, bilincin (insani ve/veya ilahi bir bilincin) ürünü olduğu nosyonudur. Bunun epistemolojik pareleli ise, insanın içe bakarak (ya kendi bilincine, yada başka, üst bir bilinçden gelen vahiylere bakarak) bilgi elde edeceği nosyonudur.

               Mevcudiyet yerine bilince öncelik verme tersliğinin kaynağı, bir insanın iç dünyası (bilinci) ile dış dünya arasındaki ayrımı tam kavramaktaki yeteneksizliği veya isteksizliğidir. Böylece, algılayanla algılanan arasındaki sınır kaybolur; bilinç ve mevcudiyet, dolaşık bir yumak haline gelir.

               Her bilinçlilik hali, bilincinde olunan bir şeyi (yani, realitede var olan bir şeyi) ve bilinci (yani, bilinç sahibi bir canlıyı) içerir. Fakat, bilinç ve realite arasındaki ayrım otomatikman bilinmez; öğrenilmesi gerekir. Gözlemler göstermiştir ki; küçük çocuklar ve ilkel insanlar, bilinç-realite ayrımını tam kavrayamaz. Küçük bir çocuğun ayna içinde kendini araması veya ilkel bir insanın, çıkagelir korkusuyla düşmanının adını zikr etmemesi gibi gözlemler bunu anlatır. İlkel olmayanlar arasında dahi; çok az sayıda insan, bu ayrımı tam olarak kavrayıp kabul eder. Bu ayrımı tam kavrayıp kabul etmek ile, bu işi eksik başarmak arasındaki ayrım; tam bir zihin sağlığı içinde olmak ile olmamak arasındaki ayrımdır.

 

               İnsanların çoğu, mevcudiyetin önceliğini, bazı durumlarda zımnen kabul eder; fakat, bazı durumlarda inkar eder.

 

Bunun epistemolojik sonucu, entellektüel menzillerinin kısalması, yani soyutlamalarla uğraşma yeteneklerinin azalmasıdır. Bugün artık çok az insan, yağmur duasıyla yağmur yağdırılabileceğine inanır; fakat, çoğu insan, "Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?" gibi bir argümanı geçerli sayar. Evrenin bir yaratıcısı olup olmadığı sorusu üzerinde düşünme imkanını veren bilinçtir. Evren, mevcudiyettir (realitedir). Bilince konu olan bir şeyin mutlaka realitede olması gerekmez. Nasıl ki, yukarıdaki örnekteki ilkel insan, sırf adını zikretti diye -bütün korkusuna rağmen- o düşman çıkagelmezse; aynı şekilde, sırf "Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?" diye sorabilmek de, evrenin realitede bir yaratıcısı olduğunu göstermez.

               Metafiziken-verili olgulardan farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse psikolojik olsun) "insan-yapısı olgular" olarak nitelenebilir.

 Bir gökdelen, insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı olduğu gibi, bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir; fakat, varolduğu sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar edemez. Aynı prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir. Bir insan, değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı seçtiği süre boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun olarak muamele edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu ile çelişkiye düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni inşa etmek zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır.

               İrade yeteneği, insana iki hayati açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan farklı olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla tartışmasız olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince sahip olma özelliği, "insan" denen varlık için o demektir. Hiçbir şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür.

 

Bu yüzden, insana, ne itaat etmeli (boyun eğilmeli), ne de kumanda etmelidir.

              

Tabiattaki diğer şeyler gibi; insan konusunda da "İtaat" edilmesi gereken şey, insanın metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra, bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.

               Tabiatla ilgili olarak; "değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek" metafiziken-verili olanı kabul etmektir; "değiştirebileceklerimi değiştirmek" bilim yoluyla bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye çabalamak demektir; "ikisi arasındaki farkı bilmek" tabiata isyan edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın ortaya koyduğu şeyi huzurla kabul etmek demektir.

               İnsanla ilgili olarak ise; "kabul etmek" hemfikir olmak demek değildir; "değiştirmek" de zorlamak demek değildir. Kabul edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin zihninin işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani, başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve senin, başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme, onlara katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği tarzda davranman demektir. "Değiştirmek" konusunda anlaşılması gereken tek şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna etmek; ki, bu, karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar; aktif bir zihne sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının sonuçlarıyla başbaşa kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. "İkisi arasındaki farkı bilmek" insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece insanlar yapabilir) asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak teslim olmamak demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı, en zorba bir diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün zindanlarında işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda dahi duyulabilecek bir "huzur"un kaynağıdır.

               İnsanlarla zor yoluyla etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla, büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken, bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini tavsiye etmektedir.             
Kimlik Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır; böyle olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez.

Birey ve Devlet
Terörüne HAYIR!


" Akıl, Mantık ve Bilim" dışı her " İNANÇ ",Eninde Sonunda:

  Silaha Sarılmak Zorunda Kalmaya Mahkum,Bir Baş Belasıdır.

 

  Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa;

  emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir "ideal" değil, bir

  AKILDIŞILIKDIR..!

 

  İnanç ile Akıl " arasındaki her tercih:

 

  Ölüm veya Yaşam- Özgürlük veya Kölelik- İlerleme veya Durağan ilkellik arasındaki tercihdir.

 

  Bu anlam da akıldışılığın devam etmesi, fiziki sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir.

 

  Çünkü, hiçbir " Benlik duygusu ve Kişilik değeri " geliştiremeyenlere:

  " Kendini feda" küçültücü gelmez.

 

  Neyi " Feda Etmeleri " gerektiğini bilemeyenler:

  Entellektüel bütünlük, Gerçek sevgisi, Kişisel olarak seçilmis değerler

  ve Rasyonel fikirler gibi şeylerden bile haberdar olamayanlardır.!

 

  Bu yüzden" Rasyonel-Egoizm" diye birşey duyduklarında:

 

  Akıllarına ilk gelen imaj, acıktıklarında kendi " kabiledaşını" yiyen bir yamyam olacaktır.

  Bu nedenle akıldışı ahlak: İnsana,akla; yeryüzünde elde edilebilecek insani mutluluk

  ve başarıların her şekline ve hayata karşı, derin bir nefretin ifadesidir...

 

" Ya Kendini-Ya da Başkasını Feda " yı Seçenler: Akıldışı Psikopatlardır.

 

  "Hem kendini, Hem de Başkasını Feda" yi seçen teröristler ise:

 

  Akıldışılığın en ilkel, en aşağilık, en tehlikeli ve en iğrenç sonucudurlar.

  Dünyamızı yıkan tüm felaketler: "A=A'dır" gerçeğinden kaçınmamızın sonucudur. İçimizde var olan ve yüzleşmekden korktuğumuz bütün gizli kötülük de: "A=A'dır" kavramından kaçınmaya çalışmamızın sonucudur. Bize ondan kaçınmayı öğretenlerin amacı:

  İnsan'ın İNSAN olduğunu bize unutturmaktır.

  Oysa her an ve her konu da temel ahlaki seçimimiz şu olmalıdır:

 

  "A" mı, yoksa "A" değil mi;YANİ: Kimlik mi, yoksa SIFIR'mı?

 

  Çünkü mantık dışını kendi standart değerimiz; imkansız olanı kendi " iyi eylem " kavramımız haline getirirsek:

  Hak etmediğimiz " ödüllerin- servetlerin- sevgilerin " peşine düşer, sebep-sonuç ilişkisin de bir gedik arar, kendi kaprisimize göre A olmakdan çıkacak bir " A " ararız....

 

  Var olmanın karşıtını tercih:

  Hayatın bir çaresizlik olduğunu,mutluluğun insan için mümkün olmadığını haykırarak AĞLAMAKTIR.!

 

  Çünkü, A'nın yine de A olarak kalacağı gerçeğinden kimse kurtulamaz.

  İnsan aklını, bebek aklı düzeyinde durduran, " A" nın A olduğu ", gerçekliğinin GERÇEK olduğunu kavramamış olan birisi:VAHŞI'dir.." insan-altı " bir mahluktur...!

 

  Yüzyıllar boyunca ahlak savaşı hep,hayatımızın:

  " Tanrı'ya " ya da " Komşularımıza " ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı.!

 

  Oysa, kendimizi: " Ne cennetteki hayaletler, ne de, dünyadaki beceriksizler " için feda etmek zorunda değiliz..!

 

  Çünkü bu hayat BİZİM ve de En iyisi onu YAŞAMAK..

Toplum İstibdadı

 

A.B.D' li Bn.filozof Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:

 

‘‘Kolektivizm ve toplumculuk,subjektif bencilligin maskesidir. Din-devlet-millet-sag-sol, hangi kılıkta olursa olsun, kolektivizm:Bunlar adına bireyden “çıkarlarından fedakarlık” beklerken , “akıl-emek ve riski” inkar ederek, bireyi sömürmekten öte bir amaç taşımaz. ’’

 

  Ayn Rand' ın elbette Özdemir İnce gibi toplum ve kolektivzm meftunlarından haberi yok. Yoksa böyle bir cümle kurmaya asla cesaret edemezdi.

  Ama " toplum ve kolektivzm " çağdaş erdem ve değerler arasında yer almazlar!

 

  *

  Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:

 

  " Özgürlük ve kapitalizmi kabullenmek için kişinin mutlaka Tanrıya, bir dine veyahut aşkın mistisizme inanması gerekmez.

  Çünkü kapitalizm rasyonel bir zeminde savunmak mümkündür. Mantık ve akıl kapitalizmin tarafındadır, esir bir toplumla diktatörlükler rasyonel bir sistem olamaz ve insan mistik bir imanla özgürlüğe inanamaz . Kapitalizm mantıkla savunulup meşrulaştırılabilecek yegane sistemdir.

  Dünyada ve ülkemizde, yaşamakta olduğumuz sistem kapitalist bir ekonomi değildir. Çağımıza da damgasını vuran mevcut sistem

  karma ekonomidir. Özgürlük ve kısıtlamalarının bir karışımı olan ve diktatörlüğe doğru ilerleyen bir sistemdir bu."

 

  Özdemir İnce elestiriyor: ‘‘İnsanların, Porto Allegre'de oldugu gibi, dayatılan küresel ekonomiye ve birey anlayısına ‘‘Hayır!’’ demeye elbette hakları var.’’ (Hürriyet, 17.02.03)

 

  Evrensel değerlere saygımdan dolayı ‘‘Hangi haklara hayır?’’ diye sormuyorum.

  Ama aynı saygıdan dolayı soruyorum : Hangi devlet ekonomisi, hangi koletivizm, hangi toplum?

 

  *

  Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:

 

  " Toplumsal akımlara yön veren ve sosyal sistemleri yaratıp yıkabilme gücü fikirlerdedir. Onun için doğru fikirler ve doğru felsefe savunulmalı ve yayılmalıdır. Kapitalizmin tahribini de kapsayan modern dünyanın felaketleri alturist-kollektivist felsefenin sonucudur. İnsanların reddetmeleri gereken alturizmdir (diğergamlık, fedakarlık).

  Alturizm, insanın kendisi için yaşama hakkının olmadığını, varlığının yegane meşruluk kaynağının başkalarına hizmet etmek olduğunu ve fedakarlığın en büyük ahlaki görev, değer ve erdem olduğunu savunan bir ahlak sistemidir. Bu sistem kollektivizmin ve bütün diktatörlüklerin kendilerine ahlaki açıdan meşruluk kazandırdıkları zemindir.

  Özgürlük ve kapitalizme ulaşmak için insanlığın mistik, altruristik ve rasyonel bir etik koduna ihtiyaçları var. Öyle bir kod ki insanların birer kurbanlık hayvan olmadıklarını, ne başkaları uğruna kendilerinden fedakarlık ederek ne de başkalarından kendileri için fedakarlık etmelerini bekleyerek, kendi amaçları için yaşamaya hakları olduğunu açıklamalı ve savunmalı. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın Objektivist etiklere çok ihtiyacı var."

 

  Özdemir İnce ve benzerlerine göre, ‘‘ Topluma dayalı kolektivist piyasa ekonomisi ’’ ve ‘‘ Toplum haklarının ’’ = Adresi Bile Belli Değil.!

  Özdemir İnce'ye göre herhangi bir ülke ve toplumun ‘‘küresel’’ olmaya hakkı yok.

  Ama, belki de, Özdemir İnce'nin, yabanıl toplum ve vahşi kolektivist piyasa ekonomisi anlayışını reddederek, gerçekten demokrat ve birey haklarına saygılı olmamız çok daha mümkün.

 

  *

  Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:

 

  “Düşünce dünyasının kalıpları” diye bir kavramı tanımıyorum ve aldırmıyorum. Bu kavram ancak düşüncenin kontrol altında olduğu ve düşüncelerden değil kollektivist sloganlardan oluşan “düşünce kalıplarının” varolduğu bir diktatörlüğe veya kollektivist bir topluma uygun olabilir. Mamafih bu sözlerin, her muciti, çizginin dışına çıkan ve hayata bir değişiklik sunmaya muktedir herkesi kamuoyundaki tartışmalardan uzak tutmak için söylendiğini duydum. Ben bir mucitim. Bu bir ayrıcalık ve onur nişanıdır, saklanacak ve özür dilenecek bir leke değil. Yeni veya değerli fikirleri olan herkes entellektüel statükonun dışında durur. Ama statüko bir “düşünce” değildir ki düşünce dünyasının yerine geçsin. Statüko durgun bir bataklıktır. İnsanoğlunu ileriye taşıyanlar mucitlerdir. Entellektüel bir güç ve ahlaki bir ideal olarak kollektivizm bugün ölüdür.

  Fakat özgürlük ve bireycilik, ve onların siyasi ifadesi olan kapitalizm henüz keşfedilmedi. İnsanoğlunun bu değerleri keşfetmeye zamanı olacağını düşünüyorum."

 

  *

  Ayn Rand, toplum ve kolektivzm goygoycularına haddini bildiriyor:

 

  "Ölmekte olan günümüz kollektivist felsefesinin bir sefalet, imkansızlıklar ve umutsuzluk kültüründen başka birşey yaratmamış olması dikkate değerdir. Zamanımızın, insanı başarısızlık, tükenmişlik ve yıkımla lanetlenmiş yardıma muhtaç, çaresiz ve akılsız bir varlık olarak yansıtan sanat ve edebiyat dünyasına bir bakın. Bu sunum bir kollektivistin kendi psikolojisinin itirafı olabilir fakat genel bir insan tasviri kesinlikle değildir. Eğer çizilen bu tablo gerçeğe uygun olsaydı mağaralarımızdan asla çıkamazdık. Fakat bugünlere gelmeyi başardık.

  Etrafınızı ve tarihi gözlemleyin. İnsanoğlunun başarılarını göreceksiniz. İnsanlığın gelişmek için sınırsız bir kabiliyete sahip olduğunu ve bu kabiliyeti mümkün kılan işlevi farkedeceksiniz. O zaman insanın yaradılış itibariyle çaresiz bir mahlukat olmadığını, ancak aklını, o yüce işlevi kullanmayı ihmal ettiğinde o hale düştüğünü anlayacaksınız."

 

  Ayn Rand' ın elbette Özdemir İnce gibi toplum ve kolektivzm meftunlarından haberi yok. Yoksa böyle bir yazı yazmaya asla cesaret edemezdi.

  Ama " toplum ve kolektivzm " çağdaş erdem ve değerler arasında yer almazlar!

 

  Özdemir İnce ve benzerlerine göre, ‘‘ Topluma dayalı kolektivist piyasa ekonomisi ’’ ve ‘‘ Toplum haklarının ’’ = Adresi Bile Belli Değil.!

  Özdemir İnce'ye göre herhangi bir ülke ve toplumun ‘‘küresel ve bireysel’’ olmaya hakkı yok.

 

  Ama, belki de, Özdemir İnce'nin, yabanıl toplum ve vahşi kolektivist piyasa ekonomisi anlayışını reddederek, gerçekten demokrat ve birey haklarına saygılı olmamız çok daha mümkün.

 

  Kendi adımıza  ‘‘ Bireye karsı devleti ’’ çağdışı buluyoruz. Ve ‘‘ Devlet değil, birey kutsaldır.!’’ diyoruz.

 

  Ve bizim düsüncelerimizi paylaşanlar hiç de azınlıkta değil.

Mantık, Amaç ve Kendine Saygı...!

YABANCILAŞMA ve KİŞİSEL KİMLİK:

NATHANIEL BRANDEN

Çoğu insan yabancılaşma üzerine yazanların tanımladığı sancılı duygusal durumu bilir.

Bir kişisel kimlik hissinden yoksun, kendisini yabancı hisseden

ve kendilerinin asla etkileyemediği bir dünyadan korkan çok insan vardır.

Fakat niçin? Nedir yabancılaşma problemi? Nedir kişisel kimlik?Niçin bu kadar fazla sayıda insan bunu başarma işini, korkulan bir görev olarak görür?Ve konuyla ilgili olarak: Neden kapitalizme saldırılmaktadır?

Yabancılaşma ve kişisel kimlik problemi birbirinden ayrılamaz.Sağlam bir kişisel kimlik hissinden yoksun olan insanlar yabancılaşmış hissederler. Sancı bir organizmanın alarm sinyalidir, tehlike işaretidir; özel olarak yabancılaşma sancısı, bir insana kendisi için uygun olmayan bir psikolojik durum içinde bulunduğunu; realite ile olan ilişkisinin yanlış olduğunu  bildirmektedir.

 

Şu gibi sorularla hiçbir hayvan karşılaşmaz: Kendimle ne yapmalıyım? Ne tip bir yaşam tabiatıma uygundur? Bu sorular ancak akıllı bir varlık için söz konusudur.Ego/Ben bir insanın içindeki kendi ve onun bilme melekesidir, yani  düşünme yeteneğidir.

Yaşayan bir varlık olarak insan, özel ihtiyaçlarla ve yeteneklerle doğar; bunlar tabiri caizse onun türünün kimliğini  oluşturur, yani bunlar onun insan tabiatını oluştururlar. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak için yeteneklerini nasıl kullandığı; yani realitenin gerçekleriyle nasıl uğraştığı, düşünce ve davranış bakımından nasıl bir fonksiyon göstermeyi seçtiği; onun - ki ' isel veya bireysel kimliğini ' -oluşturur. Onun kendi algılaması, onun ne tip insan olduğu hakkındaki içinde taşıdığı düşünce veya imajı (onun kendine saygısı olup olmadığı dahil) onun yaptığı tercihlerin kümü latif ürünüdür. Bu, Ayn Rand'ın " İnsan kendi kendini oluşturan bir ruhun, oluşturduğu bir varlıktır" ifadesinin anlamıdır.

Bir insanın ‘ BENİ/EGOSU ' onun bilme melekesi ve düşünme yeteneğidir.

Düşünmeyi tercih etme, realitenin gerçeklerini tanımlama, neyin doğru veya yanlış; neyin haklı veya haksız olduğu konusunda hüküm verme sorumluluğunu üslenme insanın kendini ortaya koyma şeklidir. Bu, insanın bir rasyonel varlık olarak kendi tabiatını kabul etmesidir, entelektüel bağımsızlığının sorumluluğunu kabul etmesidir. Ve bu kendi aklının başarısına bağlılığıdır. Bencil olmamanın özünde kişinin bilincini devreden çıkarması vardır. Bir insan düşünme, bilgiyi arama, hüküm verme işi ve sorumluluğundan kaçtığında ve kaçtığı müddetçe davranışı bir " feragat " davranışıdır. Düşünmeyi terk etmek: Kişinin egosunu terk etmesidir ve kişinin kendisinin varoluş için uygun olmadığını, realitenin gerçekleri ile başa çıkmada yetersiz olduğunu ifade etmesidir. Çünkü bir insan düşündüğü ölçüde, fikirlerini ve değerlerini birinci elden kazanır ve bunlar onun için bir gizem değildir; kendisi karakterinin, davranışının ve amaçlanma aktift  nedenidir. İnsan düşünmeden yaşamaya çalıştığı müddetçe kendini pasif konuma  koyar, kişiliği ve davranışları anlamadığı güçlerin, onun anlık hislerinin ve rastgele çevresel etkilerin kazara sonucu olur. Bir insan düşünce sorumluluğunu yerine getirmede hata yaparsa, istemsiz, bilinçsiz tepkilerin insafında kalır; ve bu tepkiler de kişinin üzerinde etkili olan dış güçlerin, onun etrafında olan kişilerin ve şeylerin insafında kalacaktır. Böyle bir kişi kendini, kendi hatasının bir sonucu olarak, sosyal deterministlerin insan görüşüne; yani doldurulmayı bekleyen boş bir kalıba, herhangi bir çevre ve şartlandıncı tarafından ele geçirilmeyi bekleyen iradesiz bir robota çevirir.

Güçlü bir kişisel kimlik hissi iki şeyin sonucudur: bağımsız bir düşünme politikası ve bunun bir sonucu olarak entegre bir değerler takımı. Bir insanın duygularını ve amaçlarını belirleyen ve insanın yaşamına yön ve anlam veren şey: İnsanın kendi değerleri olduğu sürece, bu değerlerini kendisinin bir uzantısı olarak, kimliğinin gerekli bir parçası olarak, onu kendisi yapan her ne ise onun için elzem bir şey olarak görür. Bu bağlamda "değerler" somut değer yargılarını değil, temel ve soyut değerleri ifade eder.

Örneğin, akılcılığı soyut değeri olarak alan bir kişi, bu değeri temsil eden bir arkadaş seçebilir; eğer daha sonra hükmünde yanlış olduğuna, arkadaşının akılcı olmadığına ve ilişkilerinin sona ermesi gerektiğine karar verirse, bu onun kişisel kimliğini değiştirmez; fakat, bunun yerine artık akılcılığa değer vermemeye karar verirse kişisel kimliği değişmiş olur. Eğer bir insan çelişkili değerlere sahipse, bunlar mutlaka onun kişisel kimlik algılamasına zarar verir. Bunlar zedelenmiş bir " ben hissi " bir araya getirilemez parçalardan oluşan bir " ben hissi " meydana getirirler.

Bu sancılı zedelenmiş kimlik acı verici deneyiminden kaçınmak için, değerleri çelişkili olan bir kişi yaygın olarak, göz ardı etme, bastırma, mantığa büründür me, vs. yoluyla çelişkilerini fark etmekten kaçmaya çalışacaktır Böylece düşünce yetersizliğinin yarattığı bir problemden kaç mak için kişi, düşünmeyi askıya alacaktır. Kendi kişisel kimlik hissine bir tehditten kaçınmak için , kendi egosunu askıya alır; düşünen, hüküm veren varlık olma sıfatını askıya alır. Böylece insan kendi ben hissini, insanın aktif, harekete geçirici unsuru olan aklından çıkarır; pasif, tepki verici bir unsuru olan duygularının altında bir yere koyar. Kaynağını anlayamadığı duygularla ve varlığını kabul etmediği çelişkilerle hareket eden kişi, gittikçe artan bir kendinden uzaklaşma, kendine yabancılaşma hissinden muzdarip olmaya başlar. Bir insanın duyguları. onun fikir ve değerlerinin, yaptığı veya yapamadığı düşünme işleminin ürünüdür. Fakat duygularıyla yönlendirilen, onları rasyonel muhakemesinin yerine koymaya çalışan insan, onları yabancı kuvvetler olarak yaşar. İçinde bulunduğu paradoks şudur: duyguları onun tek kişisel kimlik kaynağı olur, kimlik deneyimi ise şeytanlarla yönetilen bir varlık olur. Kendine yabancılaşma tecrübesi ile realiteden, yani etraftaki dünyadan yabancılaşma hissinin aynı sebepten kaynaklandığına dikkat edilmelidir: bu sebep kişinin düşünme sorumluluğu konusundaki hatasıdır. Realite ile uygun bir idrak temasının orta dan kaldırılması ve kişinin egosunun askıya alınması tek bir davranıştır.

Realiteden uzaklaşmak kendinden uzaklaşmaktır.

Sonuçlardan biri diğer insanlardan yabancılaşma hissidir; kişinin insan ırkının bir parçası değil, aslında bir ucube olduğu hissidir. Kişi bir insan statüsüne ihanet ederken, kendini bir metafizik serseri haline getirir. Diğer pek çok insanın da aynı ihaneti işlediğini bilmek bunu değiştirmez. Kişi yalnız ve kopuk hisseder; kendi varlığının gerçek olmayışı ile perişan bir deruni ve manevi sefilleşme hissi ile koparılmış hisseder. İnsanların kendi kişisel kimliklerini yok eden akılcılık ve bağımsızlık yetersizliği, onları aynı zamanda (çok yaygın olarak kimlik yerine koyacak bir şey arama veya daha doğrusu başkaları­nın değerlerine düşünmeden uyma yoluyla) ikinci i bir kimlik arama şeklindeki kendine zarar verici politikaya götürür. Bu benim sosyal metafizik olarak adlandırdığım şeydir. "Dolandındı Galeri" ("Rogues Gallery") adlı makalemde,31 farklı tip sosyal metafizikçileri incelerken, şu anki durum için en geçerli olan tipi, "Geleneksel" sosyal metafizikçiyi anlatmıştım: Bu, dünyayı ve onun egemen değerlerini hazır olarak alan kişidir; niçin diye sormaz.

Doğru nedir? Diğerlerinin doğru dediği şey. Haklı olan nedir? Diğerlerinin haklı olduğuna inandığı şey.

Kişi nasıl yaşamalıdır? Diğerlerinin yaşadığı gibi... [Bu] kişinin kimlik ve kişisel değer algıla­ması açıkça, onun (her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) "diğer insanların" değerlerini, şartlarını ve beklentilerini tatmin etmesinin bir fonksiyonudur... Şu anki gibi değerleri çürümekte olan, entelektüel kaos ve ahlak iflası içindeki (aşina olduğumuz yol işaretlerinin ve kurallann yok olduğu, "realiteyi" yansıtan güvenilir aynaların binlerce anlaşılmaz alt mezhebe ayrıldığı, "kendini ayarlamanın" gittikçe zorlaştığı) bir kültürde, kimliğini kaybettiğini hıçkırarak bir psikiyatra koşacak ilk kişi Geleneksel sosyal metafizikçidir, çünkü artık ne yapacağını ve ne olacağını net bir şekilde bilmemektedir. Kendine saygısı ve bağımsız muhakemesi olan bir kişi için kimlik, başkalarından edinilen veya başkalanca belirlenen bir şey olamaz. Kendinden şüphe etmenin bulaşmadığı bir kişinin, "Ben kimim?" sorusu ile karşı karşıya olan modern insanın ıstırabı konusunda bugün duyulan sızlanmalara akıl erdirmesi mümkün değildir. Fakat yukardakilerin ışığında, sızlanmalar anlaşılır olmaktadır.

Bunlar artık hangi otoriteye itaat edeceğini bilmeyen ve kendilerini bir kendi hissine doğru sürmenin birisinin görevi olduğunu, "Sistemin" onlara kendine saygı hissi vermesi gerektiğini zırvalayan sosyal metafizikçilerin sızlanmalardır.

Modern entelektüellerin Ortaçağı beğenmesinin, bu tarz yaşam için olan şaşkın özleminin ve bu dönemde var olan gerçek şartlan yoğun olarak göz ardı etmesinin psikolojik kökü budur. Ortaçağ, sosyal metafizikçisinin itiraf etmediği bir rüyayı, metafizikçinin bağımsızlık ve kendinden sorumlu olma korkusunun bir erdem olarak ifade edildiği ve sosyal bir zorunluluk haline getirildiği sistemi temsil eder. Bir insan, herhangi bir yaşta, entelektüel sorumluluktan kaçmaya ve kendi kimlik hissini "ait olma"dan hareketle geliştirmeye çalıştığında, hayatının geri kalan kısmında, kendi akıl fonksiyonunu sabote etmesi nedeniyle ölümcül bir bedel öder.

İnsan, realiteye doğrudan bakamayarak, başkalarının muhakemelerini kendisininkinin yerine koyduğu ölçüde,aklı fonksiyonu realiteye yabancılaşır.

İnsan kavramlar yoluyla değil, ezberlenmiş üstü kapalı kelimelerle, yani,bazı durumlarla ilgili olan, fakat kullanıcısının içeriğini doğru şekilde anlamadığı, öğrenilmiş seslerle fonksiyon gösterir. Bu, bugünün düşünmeyen insanlarını, şu suçlamayı haklı görmeye teşvik eden, tanımlanmamış, bilinmeyen fenomendir: bugün modern insanın "fazla soyut," "fazla entelektüel" bir şekilde yaşamaktadır ve insanın "doğaya geri dönmeye" ihtiyacı vardır. İnsanlar zayıf bir şekilde realiteden kopuk olduklarını, etraflarındaki dünyayı anlamaları konusunda bir şeylerin yanlış olduğunu algılarlar. Fakat onlar problemlerini, tamamen yanlış bir temelde yorumlarlar. Gerçek, onların "soyutluklar" arasında kayboldukları değildir, fakat soyutlukla n tabiatını ve doğru şekilde kullanılmalarını keşfedememeleridir; onlar kavramlar arasında kaybolmuş değil, üstü kapalı kelime/er arasında kaybolmuşlardır. Realiteyi çok entelektüel şekilde anlamaya çalıştıktan için değil, fakat onu sadece diğerlerinin gördüğü gibi keşfetmeye çalıştıktan için realiteden kopmuşlardır; realiteyi ikinci elden keşfetmeye çalışmışlardır. Ve onlar, başkalarının tekrarladığı slogan ve deyimleri dillerine dolayarak, bu boş kelimelerin kavram olduğunu sanarak ve kendi kavramsal melekelerinin doğru şekilde kullanımını asla bilmeyerek, birinci el, kavramsal bilginin neyi içerdiğini asla öğrenmeden, alışkanlıkla kullanılan gerçek olmayan kelimeler dünyasında gezinmektedirler. Böylece realiteden yabancılaşmaları için çözümün beyinlerini tüm düşüncelerden arındırmak ve bağdaş kurup, bir yaprağın damarlanna bakarak bir saat oturmak olduğunu söyleyen Zen Budistler için hazır hale gelirler. İnsanlar nevrotik olarak tedirgin olduklarında, anlamını bilmedikleri bir şey nedeniyle dehşet hissinden muzdarip olduklarında, korkularını bazı harici nesnelere yönlendirme yoluyla sık sık rahatlamaya çalıştıkları psikolojik olarak iyi billinen bir gerçektir: onlar korkularının, mikropların tehdidine veya hırsızlann gelmesine veya yıldırım tehlikesine veya Mars­Marsların beyni kontrol eden radyasyonlarına karşı akılcı bir reaksiyon olduğuna kendilerini inandırmaya çalışırlar.

İnsanların, yabancılaşmalarının sebebinin kapitalizm olduğuna karar vermeleri de bundan çok farklı değildir. Ancak, onlann kapitalizmi hedef ve bahane göstermesinin de sebepleri vardır.

Yabancılaşmış insan iradi (Yani kendince yönlendirilen) bir bilinç sorumluluğundan kaçmaktadır: düşünme veya düşünmeme özgürlüğü, bir akıl süreci başlatmak veya göz ardı etmek, onun kaçmaya çalıştığı bir yüktür. Fakat bu özgürlük onun insan olma tabiatı ile ilgili olduğundan, bundan kaçmak söz konusu değildir; bu yüzden insan, aklı terk ettiğinde ve duygular ve körlük yönüne meylettiğinde suçluluk ve endişe duyar. Fakat insanın özgürlük konusu ile karşı karşıya gelmesinin başka bir seviyesi daha vardır: bu varoluşsal veya sosyal seviyedir ve burada kaçış mümkündür. Politik özgürlük bir metafiziksel mutlak değildir: kazanılmak zorundadır ve bu nedenle reddedilebilirdir. Kişinin varoluşundaki özgürlüğe karşı olan isyanın psikolojik kökü, kişinin bilincindeki özgürlüğe karşı olan isyandır. Davranışları için kendinden sorumlu olmaya karşı isyanın kökü, düşüncede kendi bildiği  yöne gitmeye karşı olan isyandır. Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarının ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

Bu bağlamda,'Ayn Rand Kimdir? 'den, 19. yüzyıl ortaçağcılarının ve sosyalistlerinin kapitalizme karşı saldırılarının benzerliklerini incelediğim bir pasajı alıntılamak uygun olacaktır:

        Hem ortaçağcılar ve hem de sosyalistlerin yazılarında, insanın varoluşunun kendisine otomatik olarak garanti edileceği, yani insanın kendi bekasının sorumluluğunu taşımak zorunda kalmayacağı bir toplum için açık bir özlem gözlenmektedir. Her iki kamp da kendi ideal toplumlarını, "ahenk" olarak adlandırdıkları şeyle, hızlı değişim veya meydan okuma veya bir rekabetin yorucu şartlarının bulunmaması ile karakterize edilen bir toplum olarak gösterirler; bütünün refahı için belirlenen katkı paylarını herkesin vermesi gereken, fakat hiçbir kimsenin kendi hayatını veya geleceğini kritik şekilde etkileyecek olan tercihler yapması ve kararlar alması gereği ile yüz yüze kalmayacağı, kişinin ne kazandığı veya kazanmadığı veya neyi hak edip neyi etmediği sorusunun gündeme gelmeyeceği, ödüllerin başarıya bağlanmadığı ve kişinin yardımseverliğinin onun hatalarının sonuçlanna asla katlanmayacağının garanti ettiği bir toplum. Kapitalizmin, pastasal varoluş olarak adlandınlabilecek olan bu görüşe uyamaması, ortaçağcıların ve sosyalistlerin özgür bir toplumu suçlamasındaki temeldir. Kapitalizm insana bir Cennet Bahçesi vaat etmemektedir.Tabi ki bugün kapitalizm büyük ölçüde terk edilerek yerine karma ekonomi, yani gittikçe devletçiliğe doğru kararlı bir şekilde ilerleyen bir özgürlük ve devletçilik karışımı getirilmiştir. Bugün bizler, sosyalistlerin "ideal toplumuna," Marx'ın işçilerin "yabancılaşması" üzerine ilk yazdığı zamandakinden çok daha yakınız. Ancak, kolektivizmin her ilerlemesinde insanın yabancılaşması konusundaki çığlıklar daha da sesli hale gelmektedir. Bize problemin gittikçe kötüleştiği söyleniyor. Komünist ülkelerde bu gibi eleştirilerin dile getirilmesine müsaade edildiğinde, bazı yorumcular işçilerin yabancılaşması konusundaki Marksist çözümün başarısızlığından, komünizmin şartlandırdığı insanın daha da yabancılaşmasından, insanın doğa ile diğer insanlarla olan "yeni ahenginin" gerçekleşmemesinden şikayetçi oluyorlar. Bu ahenk, Erich Fromm gibi yorumcuların propagandalarının aksine, ortaçağ köylülerinde veya zanaatkarlarında da mevcut değildi.

İnsan tabiatından kaçamaz ve eğer insan kendi tabiatının gereksinimlerine aykırı bir sosyal sistem (kendisinin rasyonel, bağımsız bir varlık olarak yaşamasın engelleyen bir sistem) kurarsa, sonuç psikolojik ve fiziksel felakettir.

Özgür bir toplum tabi ki tüm bireylerinin akıl sağlığını garanti edemez. Özgürlük insanın gerçek tatminini sağlamaya yeterli  bir durum değildir, fakat gerekli  bir durumdur. Ve kapitalizm (laissez-faire kapitalizmi) bu durumu sağlayan tek sistemdir. Yabancılaşma problemi metafizik bir problem değildir: insanın asla kaçamayacağı, bir tür İlk Günah gibi doğal kaderi değildir; o bir hastalıktır. Kapitalizmin veya sanayileşmenin veya "büyüklüğünün" sonucu değildir ve mülkiyet haklarının ortadan kaldırılması ile yürürlülükten kaldırılamaz. Yabancılaşma problemi psiko-epistemolojiktir. İnsanın kendi bilincini nasıl kullanmayı seçtiği ile ilgilidir. İnsanın düşünmeye karşı, yani realiteye karşı isyanının sonucudur.

Eğer bir insan bilgiyi arama, değerler seçme ve amaçlar ortaya koyma sorumluluğunda başarısız olursa; eğer kişi bu alanı başkalarının otoritesine teslim ederse; evrenin kendisine kapalı olduğu duygusundan nasıl kaçar?

Gerçekten de evren kendisine kapalıdır. Ancak kendi tercihinden dolayı..!

Nasıl cebelleşeceğim,

Tanrı'nın ve insanın,

Çileden çıkartan acayiplikeri ile?

Ben, bir yabancı ve bir korkak yaratmadığım bir dünyada?

İNSANA TAPMA

Nasıl ki, dini, ahlakın tekelinde zannetmek; ahlakı insana karşı bir hale getirmişse; benzer şekilde, lisanların en yüce bazı ahlaki kavramlarını sadece dine ait zannetmek; bu kavramları, bu dünyanın dışına itip, insanın erişiminden çıkarmıştır. "Vecd," genellikle, tabiat-üstünün tefekkür edilmesiyle çağrılan bir duygusal durum olarak kabul edilir. "Tapma" insandan daha yüksek birşeye sadakat ve adanmışlık içinde bulunmakla yaşanan duygusal deneydir. "Huşu" dizler üştünde yaşanacak olan ve kutsal bir saygının doğurduğu duygudur. "Kutsal" insanla ve bu dünyayla ilgili her husustan daha yüksek olan ve hiçbir husus tarafından dokunulmaz olan şeydir. Vs.
Fakat, bu kavramlar, -tabiat-üstü hiçbir boyut olmasa da- fiilen varolan duyguları, insanların fiilen hissettikleri bir şeyleri isimlendirmektedir. Hem, bu duygular, bireyde; değil dini tanımlarca emredilen kendini-hakir görme halini yaratmak; tam tersine, yücelmiş ve asilleşmiş bir ruh halini yaratmaktadır. O halde, bu duyguların realitedeki kaynağı veya karşılığı nedir? Bu kaynak, insanın ahlaki bir ideale olan adanmışlığından doğan duygusal alanın bütünüdür. Ne var ki, dinlerce sunulan ve insanı küçük gördürten bazı alanları saymazsak; bu duygusal alan, tanımsız, kavramsız, kelimesiz, varlığı-kabul-edilmez kalmıştır. İnsan duygularının bu en yüksek seviyesi, mistisizmin kasvetinden kurtarılıp, doğru nesnesine, insana yöneltilmelidir.

İnsana-tapma da bu anlamda anlaşılmalıdır.

İnsana-tapma duygusu, çok az sayıda insanın sürekli olarak yaşadığı bir duygudur; bu duyguyu, bazı insanlar, arada bir parlayan ve hiçbir sonuç bırakmadan sönen münferit bir kıvılcım halinde yaşar; bazı insanlar ise, burada neden bahsedildiğini bile anlayamazlar; başka bazıları neden bahsedildiğini anlayıp, bütün hayatlarını gaddar bir kıvılcım-söndürücü olarak geçirirler.

"İnsana-tapma" kavramını; güya, ahlakı, dinden kurtararak aklın alanına getirmek amacıyla yapılmış olan; fakat, dinin, en derin, en kötü irrasyonelliklerini aynen muhafaza edip, onlara dünyevi bir anlam kazandırmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan birçok teşebbüsle karıştırmamak gerekir. Mesela, modern kollektivizmin bütün çeşitleri (komünizm, faşizm, Nazizm, vs.), dinsel-altrüist ahlakı aynen muhafaza edip, insanın kendini kurban etmesinden faydalanacak unsurun, Tanrı yerine "toplum" olmasını ister. Öte yandan; bir yandan, insanı, bireyi yücelttiklerini, ona taptıklarını iddia ederken, öte yandan Kimlik Kanunu'nu reddederek, belirsiz bir seyelan olarak kabul ettikleri realitenin, mucizelerle yönetilip, kaprislerle -Tanrı'nın değil, "toplumun" kaprisleriyle- şekillendirildiğini iddia eden çeşitli modern felsefe ekolleri vardır. Bu neo-mistiklerin, insana taptıklarını söylemek mümkün değildir; bunlar, alenen mistik olan seleflerince insana duyulan derin nefreti aynen paylaşıp, bu nefretin dayanağını dünyevileştirmekten başka bir şey yapmamışlardır.  Aynı nefretin daha kaba bir çeşidi, somutla-sınırlı "istatistiki" zihniyetlerce sergilenir; bunlar, -insan iradesinin anlamını kavramaktan aciz olduklarından- insanın bir tapınma nesnesi olamayacağını, çünkü buna layık hiçbir insan türüne henüz raslamadıklarını beyan ederler.

Buradaki anlamında insana tapanlar: insanın en yüksek potansiyelini görüp, onu kendilerinde aktüelize etmeğe çabalayanlardır. İnsandan nefret edenler ise; insanı, zavallı, ebedi-günahkar, aşağılık bir yaratık olarak görenler ve insanın böyle olmadığını hiç keşfetmemesi için uğraşanlardır. Bu insanların kimler olduğunu anlamak için; burada, şunu hatırlamak önemlidir: herhangi bir insanın, insan konusunda sahip olabileceği doğrudan, içebakışsal yegane bilgi, o insanın kendisiyle ilgili olan bilgidir.
Daha spesifik olarak söylenecek olursa, bu iki kamp arasındaki asli ayrım şöyle ifade edilebilir:
1) insanın kendine-saygı-ve-güven erdemine sahip olmasından vecde gelen ve insanın yeryüzündeki mutluluğunun kutsallığına adanmış insanlar ile; 2) bu iki şeyden hiçbirinin mümkün olmaması için kararlı olanlar. İnsanlığın çoğu, hayatlarını ve ruhsal enerjilerini bu iki uç arasında harcar.
İnsanın bir tapınma nesnesi olduğu görüşü, insanlık tarihinde nadiren ifade edilmiştir. Bugün, bu görüş, adeta tamamen yok olmuştur. Oysa, insanlığın en iyi gençleri, -değişik derecelerdeki heyecan, özlem, tutku ve kafa karışıklığından doğan sancılarla da olsa- hayata bu görüşle başlar. Çoğu için, bu henüz bir görüş bile olmayıp; hafif bir acı ile muhaberesi gayri-mümkün bir mutluluktan oluşan, sisli, belli-belirsiz, tanımsız bir histir. Bu, muazzam beklentileri olan bir histir; insanın kendi hayatının önemli olduğu; büyük başarıların insan kapasitesi dahilinde olduğu; ileride insanı bekleyen büyük şeyler olduğu hissidir.

Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp, mevcudiyeti lanetlemekle başlamak, insanın tabiatında -hiçbir canlının tabiatında- mevcut bir hal değildir; böyle bir hale girmek, -hızı, insandan insana değişen- bir yozlaştırma süreci gerektirir. Kimi, ilk baskıda teslim olur; kimi kendini satar; kimi, enerjisini, algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip, -ne zaman ve nasıl olduğunu hiç bilmeden- bütün ateşini yitirir. Sonra, bunların hepsi; kendilerine; olgunlaşmış olmak için zihinlerini terketmek gerektiğini; güven içinde olmak için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine-saygı-ve-güven erdemini kaybetmek gerektiğini; telkin etmekte olan büyüklerinin teşkil ettiği engin bataklıkta kaybolur giderler. Ama, bir kaç tanesi gayreti bırakmaz ve devam eder; o ateşe ihanet etmemek gerektiğini bilir; ona, şekil, amaç ve realite kazandırmayı öğrenir. Fakat, gelecekleri ne olursa olsun; hayatlarının sabahındaki insanlar, insan tabiatı ve hayatın potansiyeli hakkında yüce bir görüş ararlar. İnsana uygun bir statünün ne olduğunu keşfedip, onu tam bir realite haline getirmeyi başaranlar, her nesilde sadece birkaç kişidir; geri kalanlar, bu statüye ihanet eder.
Ama, dünyayı harekete geçirenler, hayata anlamını kazandıranlar da, işte bu birkaç kişidir.

ALTRUİZM = BEN DÜŞMANLIĞI
KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…!

ALTRUİST ahlakın temeli;

  "BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı" olarak görme anlamına gelen:

  KENDİNİ FEDA ETMEDİR.

Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur.

  Eski ve sözde modern "yeni" tüm kolektivist mistiklerin temelinde altruizm vardır.

  Altruizmin temelini ise irrasyonalizm oluşturur.

  Oysa,insanı:"kendisini başkaları, başkalarını kendisi için fedaya "

  zorlayan altruist görüşlerin tümü;bizzatihi insan tabiatı ile çelişir, uyuşamaz.

 

  İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.

  Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder.

  Yanlış felsefeler:insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia ederler. Bu iddianın nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı olarak görme anlamına gelen KENDİNİ FEDA ETMEDİR.

İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:

*İnsanlar niçin başkaları için yaşasın?

  *İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?

  *Bu, niçin iyi bir şey olsun?

  Akıldışı felsefe savunucuları, işte bu sorulardan kaçmak için dünyevi olmayan, doğa üstü ve irrasyonel olan mistizme sığınır. Çünkü ancak irrasyonel olan bir şeyde gerekçe aranmaz, o sadece inançla kabul edilir. Bu nedenle mantık ve akıldışı felsefe çelişir.Mistizmi ayakta tutanda işte bu akıldışı ahlak anlayışıdır.. Medeniyetse aklın ürünüdür. Mistizmin kölesi olan bir akıl medeniyet değil karanlık üretir. Eski- yeni mistizmin iki versiyonu vardır: Ruh ve beden mistikleri, yani "varoluş olmaksızın bilince inananlar ve bilinç olmaksızın var oluşa inananlar. Her ikisi de önce aklınızın teslim olmasını ister. Birisi ilhamlarını, diğeri reflekslerini öne sürerek önce aklınızı teslim almak ister.."Onların tek amacı, "madde olarak insan bedeninin köleleştirilmesi ve manevi olarak aklın yok edilmesi." dir!

  Kendini feda etmeyi talep eden böylesi bir mistik ahlak sistemi, fedakarlıkları toplayan üstün yöneticisi olmaksızın ilan edilemez, yaygınlaştırılamaz. Geleneksel olarak iki tip toplayıcı vardır: Tanrı ya da toplum. Toplayıcı insanoğlunun geneli için ulaşılamaz olmak zorundaydı ve onun otoritesi sadece "baş rahipler", "komiserler", "sömürge valileri", "devlet görevlileri" vs. olarak çeşitli şekillerde adlandırılan özel aracılar eliti ile açıklanmak zorundaydı. İşte yeni mistiklerin de izlediği yol budur: Yeni toplayıcılar: yüce hükmedenler ve yeni bir kültür! Yani tanrıyı veya toplumu anlamlı bir şekilde gerçek yöneticiler olarak göstermeye çabalayan: MİSTİZM! Yani bizden başkaları için veya doğmamış nesiller için veya üç-beş yıllık programları için ve asıl kendileri için: KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…!

Mistizm ile akıl arasındaki tercih; ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme veya durağan ilkellik arasındaki tercihdir.Eski-yeni mistikler, gerçeğin bulunması ile değil, insan "aklına-hayatına-mutluluğuna-bedenine" duydukları nefretle motive edilirler.Bu tutkunun merkezin de ise:iyi olmak için iyiden ve becerikli insandan duydukları nefret vardır!

Kollektivizm birey haklarının ezeli düşmanıdır.

İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuştur.

Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.

Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.

Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.

Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.

Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.

Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.

Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak için yazılır.

    Her isteyene bir ev, bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir parazitler çetesi.

Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.

Altrüistler, "eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.

Bu kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür "eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey, insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.

Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.

İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir.

 

  Altruizm ve Özel Mülkiyet Hakkı

 

  İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.

Maddi nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.

Sadece bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.

Altrüizm ve Sanat

Altrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir. Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.

Farklılıklarına rağmen, tüm irrasyonalist-subjektif-felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonun tek başına en zengin kaynağıdır. Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için sınırsız bir örtü sağlar. Altrüizm: Nazi Almanya'sındaki ve Sovyetler Birliği'ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş yağmacılığının; "kamu yararı"na hizmet etmeğe çalışan politikacıların iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşçılarınca sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin; rasyonelizasyonu olmuştur.

  Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa; emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir "ideal" değil, bir rasyonelizasyondur.

İrrasyonel ahlak doktrinlerinin içeriği: Altrüizm

Yaklaşım yöntemleri değişik olan mistik ve sosyal ahlak doktrinleri aynı içerikten ibarettir: altrüizm (özvericilik).

Altrüizme göre:

a) "İnsanın kendi hatırına yaşama hakkı yoktur."

b) "Başkalarına hizmet varoluşunu haklı kılan tek sebeptir."

c) "Kendini, başkalarına feda etmek en büyük görev, erdem ve değerdir."

d) "Başkalarının çıkarına yapılan bir faaliyet iyidir; kendi çıkarına yapılan bir faaliyet kötüdür."

e) "Başkalarının çıkarı, her halü karda kendi çıkarın üzerine konmalıdır."

Altrüizmi, başkalarının haklarına saygı, diğergamlık, iyilikseverlik, cömertlik, insanperverlikle karıştırmamak gerekir. Bunlar ahlaki birinciller değil, sonuçlardır; üstelik altrüizm bunları imkansız kılan bir doktrindir; kendini küçük gören, kendini inkar eden, kendinden feragat eden, kendini tahrip eden insan, insan olarak yaşayamaz ki, başkalarına yararı olabilsin.

Altrüist ahlak, kökeni kabile hayatında olan bir fenomendir. Prehistorik insan, tabiata ve başka kabilelere karşı fiziken hayatta kalabilmek için, kabilenin (başkalarının) koruyucu gücüne sığınmak zorundaydı. Bir birey olarak varkalması düşünülemezdi. Altrüizmin medeniyet çağlarında da devam etmesi, fiziki sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir: zihni kapasitelerinin gelişmesini, algısal düzeyde durdurmuş olanlar, realiteyi kavramsal bir bilinçle kavrayamayanlar, realiteye karşı onları "koruyacak" bir liderlikten yoksun olarak, realite içinde fonksiyon edemezler. Kendini-feda doktrini, onlara küçültücü gelmez; çünkü, hiçbir benlik duygusu, hiçbir kişilik değeri geliştirmemişlerdir. Neyi feda etmelerinin istendiğini bile bilmezler; entellektüel bütünlük, gerçek sevgisi, kişisel olarak seçilmiş değerler, rasyonel fikirler gibi şeylerden haberleri olmamıştır. O yüzden rasyonel-egoizm diye birşey duyduklarında, akıllarına ilk gelen imaj, acıktığında kendi kabiledaşını yiyen bir yamyam olacaktır.

Bütün düsturları ve tarihi performansı incelendiğinde görülecektir ki, altrüist ahlak doktrini, yüzeydeki iddialarının aksine, insana karşı, akla karşı, yeryüzünde elde edilebilecek insani mutluluk ve başarıların her şekline karşı, hayata karşı, derin bir nefretin ifadesidir.

Sübjektivist ahlak doktrinlerinin bir içeriğinin varlığından bahsetmek bile zordur; duygular, içgüdüler, sezgiler gibi, aklın dışındaki herhangi bir şey, sübjektivist ahlakın içeriğini belirler. İçerik adına sübjektivist ahlak doktrininde bulunan tek şey, altrüist madolyonun öbür yüzüdür; sübjektivist ahlak doktrini şunu ilan eder: "tabiatı ne olursa olsun, kendi çıkarına yaptığın bir faaliyet, iyidir."

 

  Ya-kendini-ya-başkasını-feda ahlakı olarak altrüizm

Altrüizmin (kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi; ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya "Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine mi?" gibi sorular ortaya atılır.

Böyle bir yaklaşım, altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir:

a) Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda edecekleridir.

b) Başkalarına saygıdan yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli yardım bekleyeyen, dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler.

c) Realiteyi bir kabus olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin sürekli ve temel bir konu olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş zannetmektedirler.

d) Ahlaka karşı müthiş bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi hayatlarının aktüel problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç karşılaşmayacakları durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber olacak bir ahlak sistemi yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak davranış kurallarıyla ilgilenmektirler.

Başkalarına yardımı merkezi ve temel bir ahlak konusu yapan altrüizm, insanlar arasında gerçek iyilikseverliği ve dostluğu yok eder. Altrüizm; başka bir insana değer verme işini, bir benliksizlik (egosuzluk) eylemi olarak ortaya koyarak; başkasına değer verme işinde, egoistçe bir yan bulunamayacağı; başkasına değer verme işinin, kendini feda etmek anlamına geleceği; başkasına duyduğu bir sevgi, hayranlık ve saygının, kendi zevki için olamayacağı, tersine kendi mevcudiyetine bir tehdit teşkil edeceği inancını doğurur.

Ortaya çıkan bu ya-kendini-ya-başkasını-feda ikileminin öbür yüzünü seçenler, altrüizmin gayrı-insanileştirici etkisinin nihai ürünleri olan psikopatlardır. Bunlar, altrüizme alternatif bir ahlaka da sahip olmadıklarından; kendini-feda anlayışına karşı çıkarken, her insana karşı kayıtsızlığı savunan, (genellikle kendi cinslerinden bir sürücünün sebep olduğu) bir trafik kazasında yaralanmış, yerde yatan bir insana yardım etmek için parmağını bile kıpırdatmayacağını söyleyen tiplerdir.

Çoğu insan, bu altrüist ikilemin iki yüzünü de kabul etmez. Böyle olunca, insanlararası ilişkiler ve başkalarına yardım işinin tabiatı, amacı ve ölçüsü üzerinde büyük bir entellektüel kaos ortaya çıkar.

İnsan, kurbanlık hayvan değildir: kendisini başkalarına feda etmesi, ahlaki bir görev veya erdem değildir. Fakat, insanlar arasında fedaya dayanmayan bir yardımı düzenleyen ahlaki prensipler, rasyonel olarak ortaya konabilir.

"Feda," bir değeri, ondan daha az olan bir değer karşılığında veya karşılığında hiçbir değer elde etmeden teslim etmektir. Yani, altrüizm; bir insanın erdemini; değerlerini teslim veya reddettiği veya onlara ihanet ettiği dereceyle ölçmektedir. Mesela, altrüizme göre; yabancılara veya düşmanlara yapılan bir yardım, sevilenlere yapılan bir yardımdan daha az "egoistçe"dir, yani daha erdemlicedir. Rasyonel bir davranış, bunun tam tersi olmalıdır; rasyonel bir insan, daima değerler sisteminin hiyerarşisi içinde davranır: bir değeri, daha az bir değer uğruna vermez, feda etmez.

Bir insanın sevdikleri için yaptıkları, -bu yapılanlar, kendi değerler hiyerarşisi içinde kişisel (rasyonel) bir önem taşıyorsa- feda teşkil etmez. Karısına aşık bir adamın, onun tehlikeli bir hastalıktan kurtulması için bütün servetini sarf etmesi, bir fedakarlık değildir; çünkü, karısının hayatı, parasıyla alabileceği bütün şeylerden daha kıymetlidir. Fakat, onu kurtaracak yerde; içlerinden hiçbirini tanımadığı, kendisine hiçbir şey ifade etmeyen on kadının hayatını kurtarmakta parasını harcaması, -ki altrüizm bunu ister- bir fedakarlıktır. Rasyonel bir insan, tanımadığı on kadın yerine, neden sevdiği karısını kurtarır? Çünkü, kendi mutluluğu, hayatının en yüce gayesidir ve karısının hayatta kalması kendi mutluluğu için gereklidir.

Boğulmak üzere olan insan konusuna gelince... Eğer, kurtarılacak insan bir yabancı ise, onu kurtarmaya çalışmak, insanın kendi hayatı için çok küçük bir risk varsa, ahlaken doğrudur; risk büyükse, kurtarma teşebbüsü gayrı-ahlakidir: ancak kendine saygıdan yoksun bir insan, kendi hayatını, rasgele bir yabancının hayatından daha değersiz görür. Eğer, kurtarılacak insan yabancı değilse, alınacak olan riskin büyüklüğü, o kişiye verilen değerin büyüklüğüyle orantılıdır. Eğer, o insan, aşk duyulan bir insan ise, onu kurtarmak için hayatı kaybetmek göze alınabilir; ve bu ancak rasyonel-egoistçe bir amaç için yapılır; çünkü, aşık olunan o insanın yokluğunda hayat dayanılmaz olabilir.

Bir insanın sevdiklerine yardım için yaptıkları, "benliksizlik" (egosuzluk) veya "fedakarlık" değildir, bütünlüktür. Bütünlük, bir insanın kanaatlerine ve değerlerine sadık olması, değerlerine uygun davranması, onları pratik realiteye geçirmesidir.

Rasyonel bir insanın, yabancılara yaklaşımını belirleyen şey ise, onların sahip olduğu insani potansiyele saygıdır; ta ki, o yabancı tersine davransın. Fakat, bu demek değildir ki; insan, sürekli olarak yardım edeceği bir yabancı arasın. Prensip olarak her insan kendi hayatından sorumludur; fakat, insan, bir olağanüstülükte, gücü yettiğince yabancılara yardım eder.

Unutulmaması gereken şey şudur: insanlar normal olarak batmak üzere olan gemilerde yaşamazlar veya boğulmakta olan insanlara sık sık raslamazlar; dolayısiyle, bu tür dünyalar üzerinde kurulu ahlak sistemleri yanlıştır; normal bir yaşamı, insani mutluluğu merkez alan rasyonel bir ahlak; olağanüstülüklerdeki rehberliği de yapabilecek olan tek ahlaktır.

KAVRAMSALLAŞTIRMA  KARŞITLARI

               İnsan davranışlarının doğuştan verilmiş bir tür metafizik görevler olduğunu sorgulamadan kabul edenler, insanın kesinliği elde edemeyeceğini ve realitenin kavramayacağını öne sürerler. Bu durum kavramsallaştırma karşıtı zihniyetin tipik bir örneğidir.

Bu zihniyetin ana niteliği kavramsallaştırma işleminde, temel ilkelere ilişkin bir pasifliktir. Bu, gelişmenin belli bir noktasında yeterince bilgili olduğuna ve daha fazlasına ihtiyacı olmadığına karar veren bir zihniyettir. Bu zihniyet neyi " yeterli " kabul eder? Onun arka planındaki kolayca bildiği, doğrudan algılanabilen somut şeyleri. " tecrübedeki ampirik öğeyi."

 

Bu somutlukları anlamak ve onlarla uğraşmak için bir insanın belli bir derecede kavramsal gelişmeye sahip olması gerekir. Bunu bir hayvanın beyni gerçekleştiremez. Kavramsallaştırma karşıtı zihniyet, soyutlamaların ilk seviyesinde, asıl olarak fiziksel nesneleri içeren algılanabilen materyali tanıyan ilk seviyede durur ve bir sonraki çok önemli aşama olan, tamamen iradeye dayalı olan aşamaya, yani taklitle öğrenilemeyen daha üst seviyedeki soyutlamalardan soyutlamalara varma aşamasına girmeyi istemez. "Dünya veya Kainat" kavramlarını veya bunlara ait olayların "skandallar" olmadığı gerçeğini kavrayamaz. Böyle bir akıl ancak, bir "köyün veya bir şehrin" ya da bir ülkenin skandallarını(ikinci elden) kavrayabilir.

 

Kavramsallaştırma karşıtı zihniyet çoğu şeyi indirgenemez gerçekler olarak alır ve onları " geçerliliği kendinden gerçekler " olarak kabul eder. Kavramları (ezberlenmiş) algılamalarmış gibi görür; soyutlukları algılanan somut şeyler olarak görür. Böyle bir zihniyet için her şey verilidir.: zamanın akışı, dört mevsim, evlilik kurumu, hava çocukların meydana gelmesi, bir sel taşkını, bir yangın, bir deprem, bir devrim ve bir kitap, bunlar aynı düzeydeki olaylardır. Metafizik eseri olan la, insan yapımı olan şeyler arasındaki fark bu zihniyet için sadece bilinmemekle kalmaz, iletişimi de mümkün değildir.

 

Bir insan aklını harekete geçiren iki temel soru " Niçin ve Ne için? ", kavramsallaştırma karşıtı bir zihniyete yabancı olan şeylerdir.

Bu sorulara klasik cevaplardan öte bir cevap getiremezler:" Hayat böyledir " veya " Öyle kabul edilir " gibi.

" Kimin hayatı? " veya " Kimin tarafından yapılması gerekir? " sorularınıza cevap yoktur.

 

"Neden?"e olan ilginin eksikliği nedensellik kavramını ortadan kaldırır ve geçmişi silip atar. "Ne için?" e olan ilginin olmayışı uzun vadeli amacı ortadan kaldırır ve geleceği kesip atar. Bu nedenle kavramsallaştırma karşıtı bir zihniyet için sadece " bugün" tamamen gerçektir. Geçmişe ait kırıntılar rasgele olay kırıntıları gibi, anlamı ve amacı olmayan küçük bir hatıra konuşması gibi durmaktadır. Fakat gelecek bir boşluktur; gelecek algısal olarak anlaşılamaz. Bu nedenle kimisi, " Geçmişin sözde bilgeliğinde huzur arayarak bilinmeyen geleceğin dehşetinden" kaçar, kimisi de " Anlaşılır olmayan geçmişin dehşetinden çığlık atarak bilinmeyen bir geleceğe" kaçar. Yani ikisi de şimdiki zamanda yaşayamaz, çünkü insan ömrü tek birleştiricisi kendi "kavrama" melekesi olan bir süreklilik arz eder.

 

Kavramsallaştırma karşıtı bir kişinin aklında, bütünleştirme sürecinin yerini, bir araya getirme süreci almıştır. İnsanın bilinçaltının depoladığı ve otomatikleştirdiği fikirler değil, fakat bir takım somut şeylerin, rasgele gerçeklerin ve tanımlanmamış duyguların tasnif edilmeden yığılmış zihin dosyaları halindeki belirsiz birikimdir. Bu belli bir seviyeye kadar iş görür ve burada tüm dosyalama sisteminde araştırma yapılması asla gerekmez. Bu gibi sınırlar içinde kişi, -zamanını sebepleri inceleme zahmetine girmeden sonuçları analiz etmeye harcamış olan bir felsefe profesörü gibi- aktif olabilir ve çok çalışmaya istekli olabilir.

Bu zihniyetteki bir kişi, nereden ve nasıl aldığını hatırlamaksızın, bazı soyut fikirleri benimseyebilir veya bazı entelektüel inanışlara sahip olduğunu ifade edebilir. Fakat birisi ona belli bir fikir hakkında ne kastettiğini sorarsa, cevap veremeyecektir. Eğer birisi ona inandığı şeylerin sebeplerini sorarsa, inandığı şeylerin rüzgarla savrulan kırılgan bir yaprak olduğunu anlayacak ve sormayı aklına asla getirmediği soruların ne kadar fazla olduğu gerçeğiyle sarsılacaktır.

 

Bu tip psiko-epistemoloji, düşüncenin hiçbir kısmına itiraz edilmediği sürece devam edecektir. Fakat karşı çıkıldığına kıyamet kopar, çünkü bu durumda tehdit edilen şey belli bir fikir değil, o aklın tümüdür.. Kopan kıyamet korkudan, içerlemeye, ısrarlı göz ardı etmeye, düşmanca tutuma, paniğe, kötülüğe ve nefrete kadar değişiklik gösterebilmektedir.

 

Somut şeylere bağlı olan, kavramsallaştırma karşıtı zihniyet sadece aynı tip "sınırlı" dünya tarafından aynı şekilde somut şeylere bağlı insanlarla uğraşabilir. Bu zihniyet için bu durum, insanların soyut prensiplerle uğraşmak zorunda olmadıkları bir dünya ifade etmektedir: Çünkü orada, eleştirilmeksizin kesin olarak kabullenilen ezberlenmiş davranış kuralları, prensiplerin yerine konmuştur. Böyle bir dünyada yaşayanların "sonlu" olan şey onun kapsamı değil, fakat dünyada yaşayanların ihtiyaç duyduğu zihinsel çabanın derecesidir. Onlar "sonlu" dediklerinde "algısal" demek isterler.

 

Bu zihniyetteki insanlar, kendi kurallarının sınırları içinde faaliyet göstermekte özgürdürler, yani sonuçları konusunda endişelenmeden sonuçlara ve "olgulara" teorinin "soyutluğu" tarafından zorlaştırılmamış münferit olaylar olarak yaklaşmakta ve dolayısıyla kendilerini emniyette hissetmekte özgürdürler. Neye karşı emniyette?Bilinçli olarak cevap verirler: "Yabancılara karşı." Aslında cevap şudur: Temel ilkelerle uğraşma gereksinimine karşı emniyette...

 

Bir kavramsallaştırma karşıtı kişinin her şeyden daha fazla korktuğu şey felsefenin esaslarıdır(özellikle de etiğin esasları). Onları anlamak ve uygulamak uzun bir kavramsal zincir gerektirir fakat o, beynini bu zincirin ilk halkalarından sonraki halkalarına ulaşabilme yeteneğinden mahrum bırakmıştır. Eğer onun sahip olduğunu söylediği inançlara karşı çıkılırsa, bilincinin bir sis içinde kaybolduğunu hisseder. Bu yüzden yabancılardan korkar. Yabancılar" kelimesi ona köyünün, kasabasının veya çetesinin sınırları ötesindeki, onun "kurallarıyla" yaşamayan tüm insanların dünyası anlamına gelir. Yabancıların kendisi için neden ölümcül bir tehdit olduğunu ve neden içini çaresiz dehşet duygularıyla doldurduklarını bilmez. Tehdit varlıklarla ilgili değildir, psiko-epistemolojiktir: Bunlarla başa çıkmak, onun kendi "kurallarının" üstüne çıkmasını, soyut prensipler seviyesine çıkmasını gerektirir. O ise, buna kalkışmaktansa ölmeyi tercih eder.

 

"Yabancılara karşı korunma" onun ait olduğu gruba bağlanmaktan -aynen bir sürü hayvanı gibi- beklediği faydadır. Karşılığında, grubunun ondan istediği şey, grubun kurallarına itaattir. Ve o bunlara uymaya dünden razıdır: Çünkü bu kurallar onu soyut düşüncenin dehşetinden "koruyan şeydir." Bu kurallar kim tarafından konmuştur? Teoride, gelenekler tarafından. Aslında, hasbelkader o grubun liderleri olmuş kişiler tarafından; o kişinin zihninde ise bu kurallar onun bilmek zorunda o0lmadığı sırları bilenler tarafından konulmuştur.

 

Dolaysıyla, böyle bir insanın varlığını sürdürmesi, fikirlerin yerine "insanların" konmasına ve insan yapımı olanın metafiziksel olanın üstünde tutulmasına bağlıdır. Metafiziksel konular onun kavramasının ötesindedir, fakat insan yapımı kurallar onu psikolojik ve varoluşsal olarak bilinmeyenlerden koruyan mutlaklardır. Eğer başı derde girerse, grup onu kurtarmaya gelir; kişi grubun yardımını kazanmak zorunda değildir, bu yardım ona otomatikman verilir. Bu onun kendi faziletlerinin, kusurlarının veya hatalarının güvenilmez lütfunun değil, onun gruba ait olması gerçeğinin sonucudur.

 

Akılcı olanların ahlaki olduğu prensibinin bir örneği, kavramsal düşünce karşıtlarının büyük ölçüde ahlak karşıtı da olmalarıdır. Böyle grupların hepsinin temel düsturu, başka her türlü kuralın üstünde tuttukları "gruba sadakattir." Fikirlere değil, fakat insanlara; grubun az olan ve genelde törensel olan inançlarına değil, grup üyelerine ve liderlere sadakat....

 

Tüm bu grup, kabile ve çetelerin ortak paydası aksiyona değil gösteriye, tartışmaya değil bağırmaya-başarmaya değil istemeye-düşünmeye değil hissetmeye-değerler peşinde koşmaya değil "yabancıları" lanetlemeye- doğaya, toprağa, çamura, fiziksel işgücüne dönme peşinde olmaya, yani algısal bir beynin uğraşabileceği şeylere olan inançlarıdır. Siz, herhangi bir problemi çözeceği inancıyla vücutlarıyla trafiği durdurarak caddeleri tıkayan akıl ve bilim savunucuları göremezsiniz.....

 

İnsan ve hayvan arasındaki fark insanın bilinci, yani onun ayırt edici özelliği olan kavrama melekesi konusudur...İnsan bilincinin gelişmesi kendi zeka dercesi ne olursa olsun iradidir. Onu kendisi geliştirmek zorundadır, nasıl kullanılacağını kendisi öğrenmek zorundadır ve kendisinin tercih etmesiyle bir insan olması gerekmektedir. Bunu tercih etmezse ne olur? Bu durumda kendine has bir ara form, yani kendi tabiatına karşı çılgınca mücadele veren, bir hayvan bilincine ait olan ve elde edemeyeceği çabasız bir "emniyetini" isteyen ve başarmaktan korktuğu insan bilincine isyan eden çaresiz bir yaratık olur.

DEVRİMCİLİK KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİLDİR..!DEVRİM NEDİR,DEVRİMCİ KİMDİR?

 

"Devrim"in bir çok Hint-Avrupa dilindeki karşılığı olan kelime ("Revolution", "Revolucion", "Rivoluzione" vs.), orijinal anlamında gök cisimlerinin dönüş hareketlerini ifade eden bir astronomi terimiydi. Kopernikus'un eseri De revolutionibus orbium coelesetiumdan sonra bilimde yaygınlaşan bu kavram, 17. yüzyıldan itibaren sosyal ve politik altüstlüklere de işaret etmekte kullanılır oldu. Kelimenin sözlüklerdeki karşılığı aşağı yukarı şöyledir:

 

1.Kurulu bir hükümetin veya politik sistemin zorla ve tamamen yıkılması;

2. Toplumsal yapıda aniden meydana gelen, genellikle şiddetle yaratılan, radikal ve yaygın değişiklik;

3. Herhangi bir şeyde meydana gelen bütünsel ve bariz değişiklik;

4. Mekanik ve astronomide bir cismin kendi etrafında veya başka cisimler etrafında dönüşü.

 

Hint-Avrupa dillerinde, bu kelimenin toplumsal eylemdeki ahlaki değeri belirsizdir: Bilimde insanlık yararına ceryan eden önemli gelişmelere de bu kelimeyle işaret edilirken ("Scientific Revolution" gibi), Hitler yada Mussolini'yi iktidara getiren olaylara da bu kelimeyle işaret edilmektedir.

Bugünkü Türkçe'deki "Devrim" ise, genellikle olumlu bir mealde kullanılır.

Öztürkçecilik katliamından önce Türkçe'de işlek olarak var olan "İnkılap" ve "İhtilal" kelimeleri, bu konuyla ilgili anlayışımıza, daha dakik kavramlar sağlıyordu.

"İnkılap" genellikle olumlu bir doğrultuda olan radikal değişikliği, yeniliği, dönüşümü ifade eden bir kelimeydi. "İhtilal" ise, genel olarak, "inkilab”ın askeri yönünü ifade ederken, özel olarak baş kaldırma, ayaklanma, kalkışma, kargaşa, isyan durumunu anlatır ve psikolojideki kullanımından çıkardığımız kadarıyla (ihtilal-i heyacan-i: depresyon; ihtilal-i nutuk: konuşma düzensizliği; ihtilal-i şuur: paranoya), çok zaman bir olumsuzluğa işaret ederdi. "İnkılap" aynı zamanda, mekanik ve astronomide -"Revolution" gibi- dönüş hareketini ifade etmekte kullanılırdı. Bu yazıda "Devrim”, daha ziyade "inkılap" anlamında kullanıldı.

 

SOSYAL DEVRİMLER

 

Kapitalizmin doğuşu, monarşilere karşı fert hak ve hürriyetlerini temel alan bir dizi sosyal devrimi (ihtilali) mümkün kıldı.

Olumlu sonuçlar bırakmakla birlikte, monarşinin restorasyonuyla noktalanan onyedinci yüzyıl İgiliz Devrimi, tarihinin ilk önemli sosyal devrimiydi.

Osekizinci yüzyılın ilk önemli devrimi olan Amerikan Devrimi (1776), hedeflerine ulaşmış ilk sosyal devrim oldu. Yüzyılın ikinci önemli devrimi olan Fransız İhtilali (1789), hedeflerine ulaşmak şöyle dursun, eskisinden daha yoğun bir despotizmi getirdi.

Bu iki devrimin liderlerindeki değişik iki tarz, takipçisi oldukları farklı iki politik felsefeye karşılık düşüyordu::

 

Amerikan Devrimindeki felsefe; tarihin ve mevcut realitenin akıl yoluyla tahlilinden doğmuş, toplumun temel birimini fert olarak gören, toplumsal dönüşümün hiç bir hazır reçetesi olmadığına, ilerlemenin zorla ve birdenbire değil fertlerin hür etkileşimiyle tedricen doğacağına inanan, Devlet mekanizmasına hep şüpheyle bakan ve onu sınırlandırmak için tedbirler düşünen, rasyonel ve ferdiyetci bir felsefeydi.

Fransız İhtilalindeki felsefe; dinlerden devralınmış "Cennet" fikrinin laikleştirilmesinden ibaret bir ütopyadan doğmuş, merkezine fert gibi somut bir kavram yerine, "Millet", "Sınıf" gibi soyut bir kavramı koyan, bu vücutsuz kavram adına hareket ettiğini iddia eden bir grup elitin, ütopyanın gerçekleştirilmesi için vahyedilmiş dogmayı hayata geçirmek için giriştiği pratik sırasında, bir sürünün elemanı olarak gördüğü ferde karşı zor kullanmayı (Devleti), geçici olacağı bahanesiyle meşru gören, mistik ve kollektivist bir felsefeydi.

 

Amerikan Devriminin başarısının ve Fransız İhtilalinin sukutunun en önemli sebepleri, bu iki tarzdan hangisinin belirginlik kazandığıyla yakından ilgilidir. Bir süre iki tarz arasında salınan Fransız İhtilali, mümkün olan demokratik yapıları kurabilecek hürriyetci guruplar yerine, o güne kadar yazılmış bütün ütopyaları, "Faziletin Terörüyle"yle gerçekleştirmeğe çalışan jakoben otoriteryenler elinde kaldığı için yenildi.

Amerikan Devrimcilerinin hemen hepsinin hürrriyetci tarza sahip olması, bu devrimin başarısının en önemli sebeplerinden biridir. O gerçekci insanlar, ekonomik ve politik esenliğin mucize gibi birden bire doğmayacağının bilincinde olarak, bunu süreç içinde mümkün kılacak yeni bir hükümet yapısının, hükümetlerin yetkisini sınırlayan yeni bir anayasa anlayışının, fert hak ve hürriyetlerini esas alan ilk demokrasinin temellerini attılar (Yunan Demokrasisinde; fert, kollektivite için kurbanlık hayvandı).

 

Kendilerinden başka herkesi sadece maddi çıkarın motive ettiğini zanneden bazı kollektivistler;

Amerikan Devrimini "sadece çıkarlarını korumak isteyen burjuvaların eseri" zanneder.

 

Amerikan Devrimcilerinin bazılarının zengin olması olgusu, insan açgözlülüğüne değil, insan vekarına işaret eder; çünkü o insanlar, müreffeh hayatlarını, servetlerini, demokratik bir ihtilale katılarak tehlikeye atacakları yerde, komşularından bazıları gibi İngiliz monarşisinin uşaklığına girişebilirler; ya da ihtilalin başarısından sonra, ademi merkezi ve demokratik bir sistem yerine, tersine doğrultudaki kuvvetli politik akıntıya katılarak, İngiliz-tipi, merkezi bir sistem kurabilirlerdi.

 

Gerçek şudur ki, Amerikan Devrimi; filozof, mucit, bilgin, işçi, müteşebbis, devlet adamı Benjamin Franklin, avukat, bilgin, müzisyen, filozof, çiftçi, Thomas jefferson, Fransız Devriminin anti-jakoben akıl hocalarından, ilk uluslararası sosyal devrimci, gemi işçisi, mucit, filozof Thomas Paine gibi Rönesans tipi filozof-üretici insanların eseridir.

 

Thomas Jefferson'un yazdığı, Fransız İhtilali İnsan Hakları Bildirisine ilham kaynağı olmuş 1776 Bağımsızlık Bildirisi, gerçek her devrimin temel düsturlarını sayıyordu:

 

"Şu hakikatlar aşikar adderiz :Bütün insanlar eşit yaratılmıştır; Yaratıcıları tarafından belirli ve vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında Mutluluğu Aramak, Yaşamak ve Hürriyet vardır; bu hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu siyasi yönetimlerin kudretlerinin meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."

 

OTORİTERYEN 'DEVRİM' TEORİSİ

 

Ondokuzuncu yüzyılda yukarda bahsettiğimiz iki devrimci tarzdan hürriyetçi olanı, Amerika'da itibarını korudu. Amerikan Devriminin ikinci zirvesi olan Köleliğin İlgası hareketi (1861-1865 İç Savaşı), bu eğilimin eseridir.

Hürriyetçilik, 1871 Paris Belediyesi Devriminin de en güçlü eğilimi idi. Bu devrimin karşı-devrimcilerce yenilgiye uğratılması, hürriyetçi eğilimi ümitsizliğe sevkederken, otoriteryen eğilimi güçlendirdi. Hürriyetçi eğilimin temsilcileri olan anarşist filozofların genellikle şiddet aleyhtarı tutumuna rağmen, anarşist hareketin terörist maceraperestler elinde kalması, hürriyetçi eğilime itibar kaybettirdi; artık devrimci mücadele giderek otoriteryen ve kollektivist bir karaktere bürünecekti.

 

Devrimci mücadeleye giderek hakim olan otoriteryen ve kollektivist eğilim, çeşitli gelişmelerden sonra marksizme vardı.

 

Tarihin bir "sınıf savaşı" olarak algılanması gerektiğinin Linguet ve Saint-Simon gibi düşünürler tarafından öne sürülmesi, onsekizinci yüzyıl sonunda Babeuf tarafından ima edilen "Proletarya Diktatörlüğü" kavramının Weitling ve Blanqui tarafından bir devrim tipi olarak geliştirilmesiyle birlikte, ondokuzuncu yüzyıl başlarında toriter-sosyalist bir ihtilal teorisi doğmuştu.

Bu teorinin itibar kazanmasıyla birlikte, hürriyetci devrimci teoride merkez olan somut insanın yerini, "Sınıf", "Proletarya" gibi vücutsuz kavramlar alırken, hürriyetin yerini "Diktatörlük", insanların gönüllü birliklerinin yerini ‘Devrimci Devlet’ alıyordu.

Kendisinden önceki devrimcilerin teori ve retoriklerini, Hegel diyalektiği, Feuerbach materyalizmi, Proudhon mülkiyet teorisi, İngiliz Klasik Ekonomistlerinin teorileriyle sistemleştiren Karl Marx, otoriter-sosyalist devrim teorisinin bütünleştiricisi oldu.

Marx, çağdaşı hürriyetci-fertçi (anarşist) devrimcilerin şiddetli eleştirilerinin etkisiyle bazan somut insan (fert) üzerinde düşünmekle birlikte ("Yabancılaşma Teorisi"ni Marx'tan önce anarşist Max Stirner geliştirmişti), teorisini genelllikle kollektivist kategoriler üzerinde kurdu. Hürriyetci-fertçi devrimcilerle yaptığı mücadeleden zaferle çıkan Marksizm -İspanya İç Savaşı gibi istisnalar dışında-artık bütün ‘devrim'lere damgasını vuracaktı.

Marksizm, kapitalizm ve modern demokrasi öncesi dönemden arta kalan, Amerikan Devrimcileri ve Avrupalı hürriyetci-fert devrimcilerin bir kısmı dışında bütün eski devrimcilerin sahiplendiği bir miti devraldı: insan yada toplumun tabiatında kendiliğinden bir cins "iyi" vardır; bu “iyi”nin serbest kalması için devrimci ameliyat (mevcut sosyopolitik örgütlenmenin ortamın birdenbire ortadan kaldırılıp, yerine "iyi"liği doğuracak örgütlenmenin konması) mümkün ve yeterlidir.

Dünyaya mistisizme düşmeden bakabilenler için, yirminci yüzyıl bu miti yıktı. İnsan tabiatında varolan bir saldırganlıktan -dolayısıyle "kötü"den- bahsetmek mümkündü belki; ama, dünyevi, rasyonel, fert haklarının merkezi bir yer tuttuğu bir felsefeden yoksun bir toplumun "iyi"liğine ancak kesişler inanabilir. Faşist, Sovyetik ve ileri kapitalist deneylere atılacak bir nazar bu miti çürütmeğe yeter.

Filozoflar, şairler toplumu Almanlar, ne yapacağını yıllardır büyük bir açık sözlülükle ilan etmiş olan Hitler'i ("Kavgam" 1925'den 1932'ye kadar politik "best seller" olmuştu) oyla iktidara getirdi ve onun peşinde canavar kesildi.

Toplumdaki bütün sıkıntılardan kapitalist üretim biçimini sorumlu tutanlar, bu üretim biçiminin yok edildiği Sovyetik sistemlere bakarak yanıldıklarını anladılar: o sistemler daha hür olmak şöyle dursun, rekabet ettikleri ileri kapitalist toplumlardaki hür politik sistemlere kıyasla tarih öncesi despotizmler haline geldi; insanları, "iyi"ye doğru temelden dönüşmek şöyle dursun, kapitalist ülke insanından bile daha az yaratıcı daha apolitik sarhoşlar olarak kaldı.

Öte yandan, ileri kapitalist Batı'nın insanları, sahip oldukları büyük hürriyet, ekonomik bolluk, boş zaman, olğanüstü bilgilenme imkanlarına rağmen; filozoflar haline gelmek şöyle dursun, büyük bir kısmı tüketim eğlencelerinden başka hiç bir şeyle ilgilenmeyen çocuklar veya uyuşuklar halinde kalmayı tercih etti ve bu halini -totaliter ülke insanından farklı olarak- hiç bir fiziki tehdit .altında olmaksızın kabullendi.

Dolayısıyla, ekonomik ve politik engellerin kalkması, insanın insanca bir hayat yaşaması için gerekli fakat yetersiz bir şarttır; bu engellerin kalkmasından sonra ne tür bir hayat yaşayacağına her fert -hariçten yapılacak hiç bir baskıya aldırmaksızın, dünyayla ilgili genel değerlendirmesine, felsefesine ya da felsefesizliğine uygun olarak- kendisi karar verir.

 

Bitki olarak yaşamak istemeyip, insan gibi bir hayat yaşamaya karar verirse, insanca hayat otomatikman doğmaz, bireysel bir gayretin sonucu ortaya çıkar. Ferdin bu gerçeğini dikkate almayan, onu eriten kollektivist bir politik sistem, birey önündeki bu iradi faaliyet imkanını da ortadan kaldırdığından, gericidir; ancak mutsuzlar ve uyuşuklar toplumu yaratabilir.

 

MARKSİST 'DEVRİM'LER

 

Yirminci yüzyıl Marksist 'Devrim'ler çağı oldu. Dört kıtada Marksist devletler kuruldu.

Bir 'mit'le (kapitalizmin gericiliği, kollektivist sosyalizmin ilericiliği) mücehhez bir grup ihtilalci, savaş, yabancı işgali gibi konjonktürel sosyal hareketliliklerin müsait ortamında, şiddet yoluyla iktidarı ele geçirip, her türlü muhalefeti ölümcül bir biçimde tasfiye edip, kültürel ve ekonomik her faaliyeti kapsayacak ölçüde merkezi devletler kurdular.

Bu tip devleti mümkün kılan teorik mühimmat Marksizm tarafından sağlanmıştı. Mesela,Komünist Manifesto'nun (1848) asgari programından bazı maddeler okuyalım:

"5. Kredi mekanizmasının, Devlet sermayesi ve tekeliyle kurulmuş bir milli banka yoluyla Devlet elinde merkezileştirilmesi.

"6. Haberleşme ve ulaşım araçlarının Devlet elinde merkezileştirilmesi.

"7. Devletin sahip olduğu fabrika ve üretim araçlarının yayılması..."

 

"Devrim" kavramını, felaket anlamında değil de radikal ve olumlu bir değişiklik anlamında kullanıyorsak, bu marksist 'Devrim'ler sonucu ortaya çıkan yapıları hangi ayık insan beğenebilir?

 

İç savaşları bittikten yıllar sonra, Stalin’in tam diktatör olduğu dönemde (1930 ile 1953 arası ), savaşta ölenler hariç 15 milyon insanı zoraki çalışma kamplarında, açlık ve hastalık içinde telef edip, ‘Devrim’i yapan kadronun hemen hepsi aralarında olmak üzere bir milyon insanı, siyasi suçlardan dolayı idam ettikten sonra vardıkları bugünde; insanlarının sahip olduğu hürriyetleri herhangi bir antik despotizm altında olduğundan farksız olan bir sosyal sisteme (SSCB) yol açan bir sürece neden devrim diyelim?

Ülke nüfusunun üçte birini (iki milyon şehirli insan) "kapitalizmin yozluğuna bulaştı" diye hunharca katleden vahşete (Kamboç `Devrimi') neden devrim diyelim?

Adeta "Büyük Birader"in kitap sayfalarından hayata sıçraması halinde olan, oğlunu tahtına veliaht tayin ederek ilk komünist hanedanı kuran diktatörün yaptıklarına (Kuzey Kore `Devrimi') neden devrim diyelim?

Örnekleri mevcut Sosyalist ‘Devrim'lerin sayısı kadar uzatabiliriz.

 

DEVRİMİ TANIMLAMAK

 

Bir kavramı kullanarak niyet edilen amaç ile, o kavramın gerçekte işaret ettiği şey arasında böyle bir zıtlık varsa, ya bu kavram hiç tarif edilmemiştir, ya da yapılan tarifler eksik veya yanlıştır.

"Devrim" kelimesinin başlangıçta verdiğimiz sözlük anlamları (alt-üstlük bağlamında) yanlış değil, fakat çok genel. Herhangi bir şey hakkında düşünmek ve yargıda bulunabilmek için o şeye işaret eden kelimeye sarih ve spesifik bir anlam verebilmek, o kelimenin tekabül ettiği maddi gerçekleri teşhis etmek gerekir.

Olumlu anlamda "Devrim" kavramını nasıl tanımlamalıyız ki, beğenmediğimiz bir altüstlüğe "Devrim" demek durumunda kalmayalım?

 

Devrim; evreni, insanın var kalmasına daha uygun hale getirmek için mümkün ve anlamlı değişiklikleri gerçekleştirme faaliyetlerinin, hızlanarak ceryan ettiği bir süreçtir.

 

Tanımımdaki kavramları -insan kavramı en sonda olmak üzere- açıklığa kavuşturayım.

"Evren" dünya ve diğer gök cisimleriyle, bunlar üzerinde ve arasında varolan bütün canlılar, maddeler, enerji şekilleridir. Dolayısıyla; Devrim, sadece sosyopolitik alanda değil, başta bilim olmak üzere insani her faaliyet alanında olur.

"Mümkün değişiklik" belirli bir tarihsel bağlamda yapılması gerekli olan ve mevcut tarihsel kuvvetler açısından imkansız (ütopik) olmayan iyileştirmedir. Yani, belirli bir tarihsel bağlamda mümkün olan belirli bir devrim türü vardır: "Burjuva Devrimi", "Proletarya Devrimi" diye bir şey yoktur; devrimin referans sistemi, insandır, somut ferttir.

 

Her büyük değişiklik devrim olmayıp, sadece anlamlı bir değişiklik devrimdir.

 

"Anlamlı değişiklik" belirli bir tarihsel bağlamda, yapılmasıyla birlikte yeni ve ileri bir yapı ortaya koyan ve Devrim'in müteakip aşaması için kolaylaştırıcı bir çerçeve sağlayan iyileştirmedir. Hürriyet ve Demokrasi tesis etmek amacıyla yola çıkmış bir politik hareket, ülkedeki ekonomik ve kültürel her faaliyeti Devletin yönetimi altına koymayı başarırsa, büyük bir değişiklik gerçekleştirmiş olur; ama devletçiliğin bu amaçlara varmak için yeni bir çerçeve yaratmak şöyle dursun, tam tersi sonuçlara yol açtığı tarihsel bir olgu halinde ortadayken; bu değişiklik, anlamlı, devrimci değildir.

"Hızlanmışlık" kavramı, insanlık tarihinin bir anlamda sürekli bir Devrim halinde kavranmasından kaynaklanır.Geçici bazı geri gidişlere rağmen insanlık, sürekli olarak iyiye gitmektedir. Devrimler, bu evrimin hızlandırılmış saflarıdır. Onun için, her an ve şart altında Devrim amacı için yapılabilecek bir şey mevcuttur.

 

Dolayısıyla; Devrimi, anlık bir mucize gibi gören (iktidardan başka bir şey düşünmeyen) Mesih'ci hareketler, devrimci değildir.

 

DEVRİMİN ÖZNESİ VE NESNESİ OLARAK İNSAN

 

Devrim insan için yapılır; dolayısıyla, devrim tanımımdaki temel kavram, insandır, onun tabiatıdır, hayatta var kalma tarzıdır. İnsanın tabiatı, yani insanı diger canlılardan ayırt eden özelliği, akıllı oluşudur.

Akıl, insanın duyu organlarının sağladığı malzemeyi kavramlaştırma kabiliyetidir. İnsanın, insan olarak hayatta kalabilmesi, aklını kullanmasıyla -yani, uyanık olduğu her an, dünyayı kavramsal ve duyumsal olarak izlemek, karşılaştığı her veriyi değerlendirebilmekle- kabildir.

Bir sel, bir hayvan sürüsünü yok edebilir; insan baraj yapar. Bir kurt sürüsünün saldırısı, bir koyun sürüsünü yok edebilir; insan fert haklarını koruyan Anayasa yapar.

Hayvanların hayatta kalma aleti olan içgüdülerden farklı olarak insan aklı, otomatik çalışmaz; iradi çaba gerektirir: İnsan, hangi genel faaliyetleri icra edecegini belirli bir hayat felsefesinin rehberliği altında seçer, özel bir faaliyet için somut olarak ne yapacağını, elindeki bilgileri değerlendirerek karar verir. Ve herşeyden önemlisi; insan, aklını, tek başına, fert olarak icra eder: ‘Kollektif akıl’ diye bir şey yoktur; bir milyon budalalık, bir adet akıllılık yaratmaz.

İnsanın (aklın) ancak serbest tercihler ve yargılar yapmak suretiyle işleyebileceği gerçeği, aklın yanılmaz olmayışı yüzünden yaptığı hatalardan öğrenebilmesi ve başarılardan teşvik olması ihtiyacı, hürriyeti gerekli kılar.

İnsanların zorla davrandırılması, insanı akıl kullanma (serbest tercih ve yargılama) mecburiyeti gibi değişmez bir hakikatin varlığını inkar etmektir. İşte, halka rağmen (fertlerin kendi akli değerlendirmelerine aykırı) olan, antidemokratik olan, hürriyetsiz olan her `devrim' hakikate aykırı olduğu için, başarısızlığa mahkumdur.

 

Hangi politik değişim iyidir, devrimdir?

 

Her canlının kendi hayatı, o canlının sahip olması gereken kıymetlerin (değerlerin) standardıdır. Dolayısyla; bir canlının yeryüzünde var kalmasını sağlayan, hayatını ilerleten bir şey iyidir, tehdit eden kötüdür. Akıl, insanın temel hayatta kalma ve mutluluk aracı olduğundan, insanın akıllı bir varlık olarak (hür birey) davranabileceği bir politik sistem iyidir, davranamayacağı sistem kötüdür.

 

DEVRİMİN GARANTİSİ OLARAK İNSAN HAKLARI

 

Devrim, fert haklarının, Devlet-Millet-Kollektif-Sınıf-Parti-Toplum yararı gibi bahanelerle feda edilmediği bir politik sisteme doğru yapılmış bir hamledir. Hangi bahaneyle olursa olsun insan haklarının ihlali, devrimlerin yozlaşması olgusunun başlangıcını teşkil eder.

Hak kavramı; belirli bir toplumsal bağlamda, bir insanın faaliyet hürriyetini tanımlayan ve kutsayan, ahlaki-politik bir prensiptir. Hak, bir insanın kişisel ahlaki sistemiyle toplumun hukuki sistemi arasında, yani ahlakla politika arasında bir köprüdür. Bu anlamda fert hakları, toplumu ve siyasi yönetimi ahlaki bir sistemde çalışmaya zorlayan bir araçtır.

Fert hakları, bir takım faaliyetleri yapabilmek için var olan hürriyetlerdir; herhangi bir şeyin garantisi değildir. Tabiat ve toplum, insana başarılı ve mutlu bir hayat garanti etmez: toplumsal engellerin hepsini bertaraf etmiş olsak bile, her insan kendi tercihlerinin, yargılarının isabeti oranında, aklını kullanmakta gösterdiği etkinlik oranında, esenlik bulacaktır.

Bir devrimin yapabileceği en iyi şey, fertlerin insana yakışır bir hayatı seçebilecekleri şartları, hürriyeti tesis etmektir. Kurulacak politik sistem, mutluluğun garantörü değil (olamayacağı için), hürriyetin bekçisi olmalıdır.

İnsanlara mutlu bir hayatı garanti etmek amacıyla ya da mitiyle yola çıkmış politik sistemler ("Refah Devleti", "Sosyal(ist) Devlet" vs.), bu mutluluğu sağlayamadığı gibi, insanları ya rehavetin uyuşturuculuğuna ya da hürriyetsizliğin kederine itmiştir.

İnsan mutluluğu, ancak o insanın kendi ferdi, iradi eyleminin; toplum mutluluğu ise devlet zorunun değil, insanlar arasındaki gönüllü işbirliğinin eseri olabilir.

 

Devrimci bir toplumsal sistem, toplumun en temel ve kutsal birimini fert olarak gören, fertlerin bütün potansiyellerini sonuna kadar kullanabilecekleri bir hürriyet yaratan,

onu her an uyanık tutacak, her faaliyetinde aklını icra etmeğe zorlayacak sistemdir.

 

FERT HAKLARI VE KOLLEKTİVİZM

Fert haklarının ezeli düşmanı kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını çok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını vücutsuz bir mistik bütünlüğe (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir.

 

Bu mistik bütünlük, dün "Din, Ümmet, Gaza, Cihat, Müminler" idi; bugün "Devlet, Millet, Sınıf Mücadelesi, Devrim, Sınıf, Toplum" oldu. Kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne kadar sempatik görünürse görünsün ("Toplum" gibi), daima o kollektif adına iş gören bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurar. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu, kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik yoluyla olmuştur.

 

Devrim "yeni" demektir; oysa her türlü kollektivizmde yeni olan -kollektif ünitenin adından başka- hiç bir şey yoktur. Kollektivizmi savunan her türlü hareket onun için gericidir.

 

Fransız ve Sovyet İhtilallerinde egemenlik kazanan kollektivist eğilim, onların başarısızlığının temel sebebidir. Fransız İhtilali ardından önce Napoleon despotu, arkadan Bourbon hanedanının kendisi geri geldi.

1917 Şubat Sovyet Devrimiyle yıkılan Romanov'lar, Rusya'ya geri dönemedi. Ne var ki Sovyet İhtilalinin 1917 Ekim Bolşevik Darbesiyle birlikte yozlaşması, Romanov tahakkümü yerine muhaliflerine karşı Romanov despotlarından daha acımasız olan Bolşevik azınlığın tahakkümünü getirdi (Bolşevikler 1917 Ekiminden sonraki ilk seçimde, öteki devrimci partilerin yüzde 75 oyuna karşılık ancak yüzde 25 oy alabilmişti). Bolşevik yönetimiyle birlikte; Sovyet halkı, eskiden hiç değilse Dostoyevski'lerin, Gogol'leri, Puşkin'leri, Turgenev'leri çıkmasını mümkün kılacak ölçüde var olan, yüzlerce değişik görüşlü politik gurubun çıkmasına imkan verecek ölçüde varolan sınırlı hürriyetlere de veda etti.

Bu iki ihtilaldeki kollektivist eğilim, onların ‘Devrimci Devlet’ kurma çabalarında kristalleşir. ‘Devrimci Devlet’ terimlerde çelişkidir. Devletin doğal eğilimi, bütün sosyal faaliyetleri merkezileştirmek, daraltmak, tekelleştirmektir; Devrim ise, tersine, onları yayan, genişleten bir süreçtir. Yani, Devlet kuramsal ve statiktir; Devrim canlıdır, dinamiktir. Bu iki eğilim uyuşmaz, birbirini tahrip eder. Çarlık polisi Okhrana'nın adını Çeka (veya GPU veya KGB) diye değiştirmek, halk üzerinde yaratığı terör açısından bir şey farkettirmek şöyle dursun, Okhrana'nın yerini alanlar, ondan farklı olarak -Lenin zamanında bile- devrimcilerin ailelerini de hapse atmak türünden daha zalimce bir çok yeni usul geliştirmişti.

Devrim bütün sanayi ve ticaretin, kültürel faaliyetlerin Devlet elinde toplandığı, dolayısıyla bir grup bürokrat diktatörün eline verildiği bir politik sistemin (otoriter sosyalizm) insanların başına musallat edildiği bir hadise değil, insani her işin fertler veya onların gönüllü mukaveleli birlikleri tarafından görüldüğü; siyasi yönetimin görevlerinin, sadece fertleri fiziki cebre karşı korumakla sınırlı olduğu bir politik sisteme doğru yapılmış bir hamledir.

 

Jefferson'un dediği gibi "en iyi hükümet, en az hükmedendir."

 

DEVRİMCİ KİMDİR?

 

Devrime şuurla katılan insan, devrimcidir. Devrime şuurla katılmak, onun amaçlarını bilmek, benimsemek ve o amaçlarla çelişmeyen biçimde davranmak demektir.

Devrimci rasyonel bir insandır; dolayısıyla mistisizm düşmanıdır: duyu organlarıyla, aklıyla muteber kılamadığı, delilsiz hiç bir iddiaya inanmaz; şuurumuz dışında bir gerçeklik mevcut olduğunu, bunu duyu organları ve akli süreçlerle mükemmelen kavramanın mümkün olduğunu, fakat bunun hiç bir kestirme yolunun (her şeye kadir bir`devrimci teori') olmadığını bilir.

 

Devrimci; çabasının merkezini, "Toplum", "Sınıf", "Devlet","Sosyalizm" gibi her tarafa çekilebilecek mistik kavramlar değil, fert olarak insan yapar. Rasyonel bir insan olduğu için gerçeği algılamakta kullandığı alet, heyecan değil akıldır. Heyecanlarının, arzularının nesnesinin kimliğini tam tespit etmeden bir şey istemez: "Ben Devrim istiyorum, onun için Devrim lazım!" demez, "Ben şunu istiyorum, onun için Devrim lazım." der.

Devrimci bağımsızdır: aklın süzgeçinden geçmeden, gelenek, moda, usul, slogan olmuş her şeyi reddeder; kendi bağımsız yargısından başka hiç bir ‘usta’, ‘otorite’ tanımaz; uğradığı muhalefetin alabileceği şekiller ne olursa olsun, yaratıcı faaliyetlerinde bir bütünlük sağlamaya çalışır. Sadece hakikate sadıktır: müşahade edilmiş ve kendi kanaatleriyle çelişen olguları görmezden gelmez, kendi inançlarına uydurmak için bükmez, hakikati yeniden yazmaz; olguların talep ettiği doğrultuda düşüncelerinde en radikal değişiklikleri gerçekleştirebilir.

 

Devrimci asiden farklıdır. Asi, kendi hakkı yenmişlik sanrısına tepki olarak devrime katılıp, yıkmak istediği despotun tahtına geçmekten başka bir arzusu olmayan, otoriteye karşı davranıp, otoritenin tabiatındaki hastalıkları sorgulamayan insandır.

 

Devrimci fanatik değildir. Fanatik, kendine duyduğu marazi sevgiden (narsisizm) ya da aklını icra etmede gösterdiği isteksizlikten dolayı dış dünyayla irtibatını kaybetmiş olan, bu yüzden duyduğu korku ve yalnızlıktan bir kaçış olarak vücuden yada fikren katıldığı bir tekkenin doğmalarından başka hiç bir ‘hakikat’ tanımayan insandır.

Devrimci, devrimi pratik yaratıcılik alanı olarak değil, satranç, matematik, teorik bilimler gibi teorik hayal gücü alanı zanneden fildişi kule entellektüeli değildir. Politik düşünce, dolayısıyla devrimcilik, var olmayanı görmemek ve gereğinde davranmak üzere var olanı görmek kabiliyetinin öğrenilmesiyle başlar.

Devrimci nihilist değildir. Nihilizm, hiçbir tanımlanmış yenilik önermeden sırf yıkım öneren sorumsuzluktur. Devrim her şeyi yıkmak ve yoktan var etmek değildir; varolan toplumsal malzemenin yeni ve ileri biçimlerde tekrar düzenlenmesi demektir; dolayısıyla yenilik yaratmak yanında, varolanı korumak gibi bir görevi de vardır. Devrimin yıkacağı şey, esasen zihinlerde olacaktır: hurafeler, mitler, köhnemış gelenekler, önyargılar, bilim gibi geçinen ideolojiler. Bu yıkım zorla değil, rasyonel ve insancı bir felsefenin, sahtelerinin yerine, ikna yoluyla geçmesiyle gerçekleşecektir.

 

TÜRKİYE VE DEVRİM

 

Devrim insan içındir; insan akıl yoluyla hayatta kalır; akıl ferdidir, dolayısıyla fert hak ve hürriyetinin olduğu yerde işler. Bu zincirden herhangi bir halkayı feda eden bir politik hercümerç, devrim değil "Saray Darbesi" ya da "Celali İsyanıdır"; ve yaratabileceği sonuç, ferdi ‘Millet - Devlet’ adına feda ediyorsa nasyonel sosyalist, ‘Sınıf-Devlet’ adına feda ediyorsa otoriter sosyalist bir kollektivist diktatörlüktür.

 

Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de devrim, bu iki diktatörlük tarzının çeşitli renklerinden biri olmak zorunda zannedildi. Devrim, evreni insana daha layık bir yer haline getirmek için yapılmış bilinçli çaba olarak anlaşılırsa; sadece gönüllü ve barışçı teşkilatlarla yapılan girişimler değil, ağaç dikmekten, rasyonel ve dürüst bir insan olma doğrultusunda sistematik çabaya kadar, her bireysel sebatkar faaliyet dahi devrimciliktir. Devrim böyle algılanırsa, reçeteye uygun değil diye hiç bir şey yapmamak veya intihar kabilinden çılgınlık yapmak çıkmazları dışında bir şey yapılabilir.

Türkiye Devriminin birinci zirvesi, Cumhuriyetin ilanı idi. İkinci zirvesi çok partili demokrasiye geçiş oldu. Üçüncü zirvesinin devrimciliğini, ne "kırlardan şehirlere mi, şehirlerden kırlara mı" diye tartışan kaba kollektivistler, ne de hem kapitalizmi tedricen yok edip (devletçiliği güçlendirip) hem de kapitalizmin mümkün kıldığı olumlu sonuçları (üretkenlik, etkinlik, hürriyetçi demokrasi) elde edelim diyen ince kollektivistler yapabilir.

 

Türkiye Devriminin üçüncü zirvesi, hürriyetçi demokrasilerin en ileri örneklerindeki kurum ve anlayışların hukuk ve hayata geçmesiyle gerçekleşecektir.

 

Fert hak ve hürriyetlerinin kutsallığı ilkesi, mülki sistemin merkezi tayinlere değil seçimle gelen yöneticilere dayanması ve yerel kolluk kuvvetlerinin bu seçilmiş yöneticiler kontrolünde olması ilkesi, jürili mahkemeler, TRT ve Yüksek Öğrenimde Devlet tekelinin fert veya fertlerin gönüllü işbirlikleri (birlikler, dernekler, ticari şirketler, kooperatifler, vakıflar vs.) lehine kaldırılması, sınırsız basın hürriyeti, sınırsız fikir hürriyeti, kriminal amaçlılar hariç sınırsız teşkilatlanma hürriyeti, fertlerin legal ekonomik faaliyetleri için sınırsız hürriyet (bürokratizmin tasfiyesi), batakçılığın ve totaliterizm ihtim

POLİTİKA

Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken, diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar ve politika isimli felsefe disiplinine yol verir. Politika, insana-özgü bir toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır.
Bir ülkenin pratik politikasının amaçlarını ve seyir çizgisini belirleyen, politik felsefedir (politikadır). Fakat, politik felsefenin temel işi, özel politik problemleri çözmek değildir. Politik felsefe: olayların eğilimini belirleyen, bu eğilimin sebeplerini bulup, sonuçlarını kestiren; temel toplumsal problemleri teşhis edip çözüm öneren soyut bir teoridir. Mesela, politik felsefe, "Siyasi yönetimler hangi malların fiyatını hangi yöntemlerle tesbit etmelidir?" gibi sorulara cevap aramaz; siyasi yönetimlerin böyle bir hakka sahip olup olmadıkları sorusunu cevaplandırır.

Politika, başka üç felsefe disiplini üzerinde bina olur: mevcudiyetin doğru bir tablosunu metafizikten, insana-özgü bir hayatın tanımını ahlaktan ve bilgi elde edip sağlamak için gerekli aletleri epistemolojiden alır. Tutarlı bir politik teorinin formüle edilip pratiğe geçirilmesi, ancak böyle bir temel üzerinde mümkündür.
İnsana-özgü bir toplumsal sistemin temel politik prensibi, ahlak felsefesi tarafından belirlenmiştir: Hiçbir insan -veya gurup veya toplum veya siyasi yönetim- bir kriminal rolüne bürünüp, başka herhangi bir insana karşı fiziki zor kullanımını başlatma hakkına sahip değildir; fiziki zor kullanma hakkı, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir.
Ahlak felsefesince tanımlanan hayatın mümkün olduğu bir toplumsal sistem, ancak bu politik prensibin tatbikata geçirilmesiyle yaşatılabilir. İki veçheli bu tatbikatın birinci veçhesi: ahlaktan politikaya yapılan bir bağlantı olan, yani bir insanın ahlak sistemiyle, bir toplumun hukuk sistemi arasında kurulan bir köprü olan İnsan (Birey) Haklarıdır. İkinci veçhe ise, insan haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kurum olan Siyasi Yönetim'dir.


BİREY HAKLARI

"Haklar," kökeni itibarı ile bir ahlak kavramıdır; fakat, hayata geçirilmesi açısından bir politika kavramıdır. "Haklar" kavramı, bir bireyin kendi eylemlerine rehberlik eden prensiplerden, onun başkalarıyla ilişkisine rehberlik eden prensiplere doğru mantıki geçişi ifade eder. "Haklar" kavramı, bireyin ahlaka uygun yaşamını, toplumsal bir bağlamda korur. Birey hakları, bütün toplumu ahlaka tabi kılmanın aracıdır.

  Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur. İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.

  "Toplum" diye bir varlık olmadığı için, (yani, toplum sadece birden fazla birey insana işaret eden bir soyutlamadan ibaret olduğu için) toplumun ahlak kanunlarına tabi olmaması demek, pratikte, toplumun yöneticilerinin ahlak kurallarından muaf olması anlamına geldi.

  Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder.

  İnsanlık tarihinin en büyük devrimi, toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak olmuştur. Toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak, birey haklarının kabulü ve hayata geçmesiyle mümkün oldu; böylece, devletin gücü sınırlanabildi; bireyin (insanın) başkalarının (kollektifin) kaba kuvvetine karşı korunması mümkün oldu; pazunun, haklıya, doğruya, akla karşı geleneksel üstünlüğü sona erdirildi.

  Bu devrimin ilk gerçekleştiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tarihin en devrimci belgesi olan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinin ikinci paragrafı şöyle başlar:

  "Şu hakikatları aşikar adderiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak vardır; bu hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."

  Vazgeçilmez insan haklarının Amerika Birleşik Devletleri cumhuriyeti içinde hayata geçmesi, insanlık tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Daha önceki bütün politik sistemler; insanı, başkalarının amaçlarına bir araç olarak görürken, toplumu başlı-başına bir amaç olarak gördü. Amerika'nın kuruluş felsefesi ise; insanı, başlı-başına bir amaç; toplumu ise, bireylerin barışcı, dirlikli, gönüllü beraberliklerinin bir aracı olarak görür. Daha önceki bütün politik sistemler; insan hayatının topluma ait olduğu, toplumun onu istediği şekilde kullanabileceği; bireyin yararlanabileceği herhangi bir özgürlüğün, tabii bir hak olarak değil, sadece toplumun ona bir lutfu olarak verildiği, bu özgürlüğü sadece toplumun izni ile kullanabileceği ve bu özgürlüğün her an geri alınabileceği prensibi üzerine kurulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ise; bir insanın hayatının bir hak olarak (yani, insan tabiatının gerekli kıldığı bir ahlaki prensip olarak) o insanın kendisine ait olduğu; bir hakkın bireye ait bir hususiyet olduğu, toplumun bu anlamda hiçbir hakkının olmadığı; bir siyasi yönetimin tek ahlaki amacının birey haklarını korumaktan ibaret olduğu prensibi üzerinde kuruldu.

  Bir "hak," bir insanın davranma özgürlüğünü, toplumsal bir bağlamda tanımlayan ve kutsayan bir ahlak prensibidir. Temel bir tek hak vardır (diğer bütün haklar onun sonucu ve parelelidir): bir insanın kendi hayatı üzerindeki hakkı. İnsan hayatı, insanın kendisi tarafından sürdürülebilen bir faaliyetler sürecidir. Hayat hakkı, insanın kendi gayretiyle sürdüreceği faaliyetlere girişme hakkıdır; yani, rasyonel bir varlık olmasıyla belirlenen tabiatının dikte ettiği bir tarzda, kendi hayatını sağlamak, geliştirmek, anlamlı ve zevkli kılmak için girişeceği bütün eylemleri yapabilme özgürlüğüdür. (Hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak hakları, bu anlama gelir.)

  Bir "hak" kavramı, sadece faaliyete ilişkindir; yani, faaliyet gösterme özgürlüğüne ilişkindir. Başka insanların fiziki baskı, zorlama ve müdahalelerinden özgür olmak anlamına gelir.

  Yani, her birey için, bir hak, bir pozitifin ahlaken kutsanmasıdır; bu pozitif, bireyin, kendi yargısına uygun olarak, kendi amaçları için, kendi gönüllü, zorlamasız seçimleriyle davranabilmesi özgürlüğüdür. Bir bireyin hakları, başka bireylere -bir negatif dışında- hiçbir yükümlülük getirmez; bu negatif, başka bireylerin, o bireyin haklarını ihlal etmekten geri durmasıdır.

  Hayat hakkı, bütün hakların kaynağıdır; ve mülkiyet hakkı, hakların pratiğe geçirilmesinin tek yoludur; yani, mülkiyet hakkı olmaksızın hiçbir hak mümkün değildir. İnsan, hayatını kendi gayretiyle sürdürmek zorundadır: insana gerekli herşey, insan aklınca keşfedilir ve insan gayretiyle üretilir; yani, insanın iki temel işi: düşünmek ve üretmektir. Birbiriyle ilişkin bu iki temel iş, özgürlüğü (yani, fiziki baskı ve zorlama yokluğunu) gerekli kılar: her birey, özgürce düşünerek kendi yargısını oluşturabilmek ve bu yargısına uygun davranabilmek hakkına sahiptir; yani, özgürdür. Özgürlüğün üretimdeki ifadesi mülkiyet prensibidir: her birey, kendi düşünme ve çalışma gücünün onu getirdiği düzeylerde, kendi seçtiği araç ve yöntemlerle üretmek ve bu üretimle doğan sonucu (ürün, ücret, kar, zarar vs.) kendi tüketmek hakkına sahiptir; yani, kendi ahlaki faaliyetleriyle elde ettiği üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülkiyetine sahiptir. Kendi hayatındaki gayretlerde kullanacağı araçlar veya bu gayretlerin sonucu doğan değerler üzerinde hakka sahip olmayan bir insan, kendi hayatı üzerinde hakka sahip değil demektir; yani, mülkiyet hakkının ihlali, bireyin hayat hakkının ihlalidir. Bir nesne üzerindeki mülkiyet hakkı, onun üretilmesi ile doğar; ve bu hak üreticinindir. Kullanımı üzerinde kendisinin değil, başkalarının yetkisi olan nesneleri üreten bir insan, bir köledir.

  Fakat, şu husus unutulmamalıdır: bütün haklar gibi, mülkiyet hakkı da bir faaliyet gösterme hakkıdır; yani, mülkiyet hakkı, bir nesneyi üretme konusunda hiçbir faaliyet göstermeksizin o nesneye sahip olmak hakkı olmayıp, o nesneyi üretmek veya kazanmak için gerekli faaliyeti yapmak ve bu eylemin sonuçlarını tasarruf etmek hakkıdır. Mülkiyet hakkı, bir insanın herhangi bir mülkiyet kazanacağının bir garantisi değildir; fakat, o mülkiyeti kazanırsa ona sahip olacağının garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanmak, elde tutmak, tasarruf etmek hakkıdır.

  Birey hakları kavramı, insanlık tarihinde o kadar yenidir ki, çoğu insan, hala anlamını kavrayamamıştır. Ahlak üzerindeki mistik ve sosyal iki irrasyonel teoriye parelel olarak; bazıları, hakları Tanrı'nın bir ihsanı, bazıları da toplumun bir ihsanı olarak kabul eder. Oysa gerçekte, hakların kaynağı, realitedir, insanın tabiatıdır.

  Bağımsızlık Bildirisi, bütün insanların "yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmış" olduğunu söylemişti. İnsanın kökeni konusundaki ihtilaf, yani onun bir yaratıcının mı yoksa tabiatın mı ürünü olduğu konusundaki tartışma, onun spesifik bir tür varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan denen bu spesifik varlık, akıllı bir canlıdır; yani, bu spesifik varlığın, spesifik hayatta kalma tarzı, akılla davranmaktır; ve akıl, zorlamayla işlemez, özgürlüğü gerekli kılar; bu yüzden, insanın akılla davranması, yani insanın spesifik hayatta kalma tarzına uygun davranması, yani insanın insan olması, onun özgürce davranabilmesini, yani haklarının var olmasını şart kılar.

  Başka bir deyişle, insan haklarının kaynağı, ne ilahi kanun, ne de parlamenter kanundur. İnsan haklarının kaynağı, Kimlik Kanunudur: A, A'dır; İnsan, İnsan'dır. Haklar, insan tabiatının (kimliğinin) zorunlu kıldığı bir hayatın, yani insana-özgü bir hayatın şartlarını tanımlar ve kutsar. Eğer insan yeryüzünde yaşamak istiyorsa; aklını kullanmakta haklıdır; kendi özgür yargısına uygun davranmakta haklıdır; kendi değerleri için çalışmakta ve çalışmasının ürününü kendi tasarruf etmekte haklıdır. Eğer yeryüzündeki hayat onun amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamakta haklıdır: tabiat, irrasyonel olmayı ona yasaklamıştır.

  İnsan haklarını ihlal etmek, onu kendi yargılarının aksine davranmaya zorlamak demektir, onun değerlerini çalmak demektir. Hiçbir insan, değerlerini gönüllü olarak çaldırmaz. Onun değerlerini çalmanın, yani insan hakkını ihlal etmenin temelde bir tek yolu vardır: fiziki zor kullanmak. Bu anlamda, insan haklarını ihlal edebilecek iki potansiyel güç vardır: kriminaller ve siyasi yönetim. Amerika'nın büyük başarısı bu iki güç arasında bir sınır çizmek oldu: Amerikan anayasal sistemi, kriminal eylemlerin, legalize edilerek siyasi yönetimlerce yapılmasını önemli ölçüde engelledi.

  Böylece, siyasi yönetimin fonksiyonu, yöneticilikten hizmetkarlığa dönüştürüldü. Siyasi yönetim, insanları kriminallerden korumak üzere teşkil edildi; anayasa, insanları siyasi yönetimden korumak üzere yazıldı. Amerikan vatandaşlarının Haklar Senedi, özel şahıslara karşı değil siyasi yönetimlere karşı yöneltilmiştir; yani, birey haklarının, herhangi bir kamu otoritesinin veya sosyal otoritenin üzerinde olduğu gerçeği vurgulanmıştır.

  Sonuç, medeni bir topluma doğru güçlü bir yönelimin ortaya çıkması oldu. Medeni bir toplum, insan ilişkilerinde fiziki zorun yasaklanmış olduğu; siyasi yönetimin, zoru, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanabileceği bir toplumdur.

 

Birey Haklarının Yozlaştırılması ve Kollektivizm

  Birey hakları, özgür, medeni bir toplumu doğuran kavramdır. Özgürlüğün, medeni bir toplumun tahribi, bu hakların tahribi ile başlar.

  Birey haklarının ezeli düşmanı kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuºtur.

  Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.

  Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.

  Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.

  Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.

  Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.

  Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.

  Bu bağlamda, Bağımsızlık Bildirisini yazanların entellektüel dakikliği dikkate değer: mutluluk hakkından değil, mutluluğu kendi başına aramak hakkından bahsederler. Yani, bir insanın, kendi mutluluğunu gerçekleştirmek için gerekli gördüğü faaliyetleri yapmak hakkıdır; fakat, bu mutluluğu başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

  Hayat hakkı, insanın kendi hayatını (yeteneklerinin onu ulaştırabileceği herhangi bir ekonomik seviyede) kendi çalışmasıyla sağlaması hakkıdır; fakat, hayati ihtiyaçları ona başkaları tedarik etmek zorunda değildir.

  Mülkiyet hakkı, mülkiyet elde etmek için gerekli ekonomik faaliyetleri yapmak ve kendi mülkiyetini tasarruf etmek hakkıdır; fakat, mülkiyeti başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

  İfade özgürlüğü hakkı, siyasi yönetim tarafından hiçbir baskı, müdahale veya ceza tehdidi olmaksızın fikirleri ifade etmek hakkıdır; fakat, fikirleri ifade etmede kullanılacak -bir konferans salonu, bir matbaa gibi- araçları başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

  Birden çok insanla yapılan herhangi bir girişim, katılan her kişinin gönüllü rızasını gerektirir. Onlardan her biri, kendi kararını vermek hakkına sahiptir; fakat, hiçbiri kararını ötekilere zorla kabul ettirmek hakkına sahip değildir.

  "Bir iş hakkı" diye bir şey yoktur; sadece, serbest mübadele hakkı vardır; yani, bir insanın hizmetlerine başka birisi talip olursa, o insanın işi kabul etme hakkı vardır. "Bir ev sahibi olma hakkı" diye bir şey yoktur; sadece serbest mübadele hakkı vardır; yani, kendine bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Bir insanın malını o insanın istediği fiyattan satın alacak veya bir insanı o insanın talep ettiği ücretten işe alacak kimse yoksa, "mal veya hizmetlere karşı adil bir fiyat veya adil bir ücret elde etme hakkı" diye bir şey yoktur. Özel gurupların "hakkı" diye bir şey yoktur; "çiftçi, işçi, işveren, memur, bebek, genç, yaşlı hakları" diye bir şey yoktur; sadece, İnsan Hakları vardır ve bu haklar tek tek her birey insana ve bireyler olarak bütün insanlara aittir.

  İnsanın ekonomik alanla ilgili sadece iki hakkı vardır: mülkiyet hakkı ve serbest mübadele hakkı.

  Hakların bir insanın faaliyet özgürlüğünü tanımlayan ve koruyan ahlaki prensipler olduğunu, bu hakların başka insanlara hiçbir yükümlülük getirmediğini tekrar vurgulayalım. Özel vatandaşlar birbirlerinin haklarına ve özgürlüğüne bir tehdit teşkil etmez. Fiziki zora başvurarak başkalarının haklarını ihlal eden bir insan, bir kriminaldir; ve insanların bu insana karşı kanuni savunması vardır.

  Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak için yazılır.

  Gücü sınırsız bir siyasi yönetim sistemi elde etmek isteyenlerin, bireylerin bu savunmasını tahrip etmek için kullandığı bir teknik, anayasal olarak siyasi yönetimlere yasaklanmış bazı ihlalleri, bu ihlalleri yapmak için hiçbir gücü bulunmayan özel şahıslara atfederek hedef şaşırtmak ve böylece siyasi yönetimleri tahditlerden bağımsız kılmaktır. Mesela, özel bir şahsın, muhalifini finanse etmeyi reddetmesi hadisesi; o özel şahsın, muhalifinin ifade özgürlüğü hakkını ihlal etmesi, onu "sansür" etmesi olarak nitelenebilmektedir. Mesela, bir gazete, fikirleri o gazete yönetimine taban tabana zıt bir yazarı istihdam etmeyi reddederse veya onun yazılarını yayınlamazsa, bu hadise bir "sansür" eylemi olarak nitelenebilmektedir. İş adamları kendilerine hakaret eden, iftira eden bir gazeteye ilan vermeyi reddederse, bu bir "sansür" olarak nitelenebilmektedir. "Sansür" sadece siyasi yönetim faaliyetlerine uygulanabilecek bir terimdir. Hiçbir özel faaliyet sansür olamaz. Hiçbir özel şahıs veya kurum, bir insanı susturamaz, bir yayını yasaklayamaz; sadece, siyasi yönetimler bunu yapabilir. Özel bir şahıs veya kurum, fiziki zor kullanarak birisinin ifade özgürlüğünü engellerse, bu sansür değil, kriminal bir faaliyettir; ve buna uygun cezalar mevcuttur. Bireylerin ifade özgürlüğü hakkı, muhaliflerle aynı fikirde olmama, onları dinlememe ve onları finanse etmeme hakkını da içerir. İfade özgürlüğünün politik fonksiyonu, muhalif görüşlere sahip olanları ve popüler olmayan azınlıkları, zorla susturulmaktan korumaktır; onlara, kazanmadıkları bir popülaritenin sağlayacağı desteği, avantajları, ödülleri garanti etmek değildir.

  Her isteyene bir ev, bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir parazitler çetesi.

  Bir toplumun özgürlüğünün garantisi, o toplumun her bireyinin sahip olduğu politik haklardır. Politik hakları yok etmenin dolaylı yolu, yeni "hak" türleri ortaya atmaktır. "Kollektif haklar," "kamu çıkarı hakları" gibi sahte-kavramlar terimlerde çelişkidir. Esasen "birey hakları" kavramındaki "birey" terimi de fuzulidir; başka tür bir hak zaten mevcut değildir; ama, bugünkü entellektüel kaosta, bir vurgu olarak kullanılması yerindedir.

 

  3.1.2 Gurup Haklarının Kaynağı Olarak Birey Hakları

 

  Herhangi bir gurup ya da "kollektif," ne büyüklükte olursa olsun, birden fazla bireyi ifade eden bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Bir gurubun, içindeki birey üyelerin haklarından başka herhangi bir hakkı yoktur. Özgür bir toplumda, herhangi bir gurubun "hakları," o gurubun bireylerinin haklarından başka bir şeyden kaynaklanmaz; yani, "gurup hakları" o guruptaki bireylerin tek tek sahip olduğu haklardan fazla değildir, olamaz; aynı şekilde, gurup adına o guruptaki bireylerin haklarını icra eden temsilciler, gurup üyelerinin gönüllü rızalarıyla belirlediğinden daha fazla hakka sahip değildir. Meşru bir gurup girişimi, katılanların serbest katılma ve serbest mübadele hakları üzerine bina olur; yani, kriminal olmayan bir gurup, gönüllü katılmayla kurulur, kimse katılmaya zorlanmaz.

  Üyelerinin birey hakları, her gurubun, birliğin, örgütün ahlaki temelidir. Birey haklarını tanımayan bir gurup, bir çetedir, bir linç kalabalığıdır.

  Bir ulus da, herhangi bir gurup gibi, birden çok bireyden ibarettir; bir ulus, o ulus içindeki bireylerin haklarından daha fazlasına sahip değildir. Özgür bir ülkenin, -yani, vatandaşlarının birey haklarını tanıyan, saygı gösteren ve koruyan bir ülkenin- kendi toprak bütünlüğüne, kendi toplumsal sistemine, kendi siyasi yönetim şekline sahip olmak hakkı vardır. Böyle bir ülkenin siyasi yönetimi, vatandaşların yöneticisi değil, onların hizmetkarı veya acentasıdır; ve bu siyasi yönetim, vatandaşların ona birey haklarını silahlı koruma altına bulundurmak üzere delege ettiği haklardan başkasına sahip değildir.

  Özgür bir ülkenin vatandaşları, bazı kanuni usuller üzerinde veya hakların hayata geçirilmesi yöntemleri üzerinde anlaşmazlığa düşebilirler; fakat, temel prensipte anlaşmışlardır: birey hakları ihlal edilemez. Bir ülkenin anayasası, birey haklarını kamu otoritelerinin yetkisi dışına koyarsa, politik iktidar gayet kesin terimlerle sınırlandırılmış olur; o zaman, vatandaşlar, güvenle ve gönül rahatlığıyla, bu sınırlı alan içindeki problemlerin hallinde, çoğunluğun oyla belirlenmiş kararlarına riayet ederler. Azınlıkta kalanların veya muhalefette olanların hayat tarzları ve mülkiyetleri tehdit altında değildir, oylamaya konu değildir ve çoğunluk kararıyla tehlikeye sokulamaz; hiçbir insan veya gurup, başka insanların hakları üzerinde açık çeke sahip değildir.

  Böyle özgür bir ulusun, kendi vatandaşlarının haklarından doğan bir egemenlik hakkı vardır; ve diğer bütün uluslardan, bu egemenlik hakkına saygı göstermesini istemek hakkıdır.

  Fakat, bu hak, diktatörlüklerce, vahşi kabilelerce veya başka herhangi bir türlü mutlakiyet tiranlığınca talep edilemez. Kendi vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir ulusun hiçbir egemenlik hakkı mevcut değildir. Bütün ahlaki meselelerde olduğu gibi, haklar konusunda da çifte standart olamaz. Kaba kuvvetle yönetilen bir ulusun siyasi yönetimi hiçbir hak talep edemez. Bir Hitler veya bir Stalin, kendi ulusları adına hangi hakkı talep edebilirdi?

  "Ulusların kendi kaderini tayin" hakkı, sadece özgür toplumlara veya özgürlüğü tesis etmeğe girişmiş toplumlara uygulanabilir; diktatörlüklere uygulanmaz. Nasıl ki, bir bireyin serbest faaliyet hakkı, ona suç işlemek "hak"kını vermezse; aynı şekilde, bir ulusun kendi siyasi yönetim şeklini tayin hakkı, ona bir köle toplumu kurma hakkını, -yani, bazı insanların başka bazı insanları köleleştirmesi kriminal faaliyetini legalize etme hakkını- vermez. Bir insanın kriminal olabilmesi gibi, bir ulus da köleliği ihdas edebilir; fakat, ikisi de bunu bir hak olarak yapamaz.

  Bu bağlamda, bir ulusun köleleştirilmesinin şiddet yoluyla veya seçimler yoluyla gerçekleşmesi bir şey değiştirmez. Birey hakları, halk oylamasına konu olamaz; çoğunluk, oylama yoluyla, azınlığın haklarını yok edemez; aslında, hakların politik fonksiyonu, azınlığı çoğunluğun tahakkümüne karşı korumaktır (ve yeryüzünün en küçük azınlığı bireydir). Nasıl ki bir gangster çetesi, bir eylemi üyelerinin oy birliğiyle yaptı diye, bir "hak" talep edemezse; aynı şekilde, bir ulus da halk oyuyla azınlıktakilerin haklarını yok ederse, kendisini bir çete haline getirmiş olur ve kendisi için bir egemenlik "hakkı" talep edemez.

  Diktatörlükler, kriminal çetelerdir. Herhangi bir özgür ulusun, kendi meşru savunması açısından, bu diktatörlükleri yok etme hakkı vardır. Özgür bir ulusun bu işe girişip girişmeyeceği konusu, bu diktatörlüğün yöneticilerinin mevcut olmayan "hakları"na saygı yüzünden değil, özgür ulusun kendi ulusal çıkarlarının bir muhasebesi sonucu belirlenir. Başka ulusları özgürleştirmek, özgür bir ulusun görevi değildir; fakat, özgür bir ulus, gerekli gördüğü zaman bu hakka sahiptir.

  Fakat, bu hak şartlıdır. Nasıl ki, suç önleme işi polise kriminal faaliyetlere girişme hakkı vermezse; aynı şekilde, bir diktatörlüğün işgal edilerek zararsız kılınması işi, işgalciye o ülkede başka bir tür diktatörlük kurma hakkı vermez.

  Köleleştirilmiş bir ülke, ulusal haklara sahip değildir; fakat, vatandaşlarının birey hakları -yöneticileri tarafından tanınmamış olsa dahi- geçerlidir ve özgür ulustan gelen işgalcilerin onları ihlal etme hakkı yoktur. Dolayısiyle, köleleştirilmiş bir ülkenin işgali, ancak ve ancak işgalcilerin özgür -yani, birey haklarının tanınması üzerine kurulu-bir toplumsal sistem tesis etmeleri halinde ahlaken haklıdır.

  Bugün yeryüzünde tamamen özgür hiçbir ülke yoktur. "Hür Dünya" çeşitli "karma ekonomi"lerden ibarettir. O halde, her yarı-özgür ülkenin, başka her yarı-özgür ülke tarafından işgali ahlaken haklı mıdır? Hayır. Birey hakları prensibini tanıyıp kabul eden, fakat onu hayata tam geçirmeyen bir ülke ile bu prensibi açıkca reddeden bir ülke farklıdır. Bütün "karma ekonomiler" bir geçiş döneminde yaşarlar; ya, tam özgürlüğün ne olduğunu keşfedip onu tesis edecekler, ya da tam diktatörlüğe varacaklardır. Bir ülkeyi, hiç yanılmaksızın diktatörlük olarak niteleyebilmek için bakılabilecek dört karakteristik vardır: tek-parti yönetimi, siyasi suçlar için mahkemesiz veya uyduruk mahkemeyle ceza, özel mülkiyetin ilgası ve sansür. Bu zorbalıkları yapabilen bir yönetimin, hiçbir meşruiyet talebi, hiçbir ulusal hakkı, hiçbir egemenlik hakkı olamaz.

 

  3.2 SİYASİ YÖNETİMİN TABİATI

 

  Bir siyasi yönetim, verili bir coğrafi alanda, belirli toplumsal davranış kurallarını uygulatma gücüne tek başına sahip olan bir kurumdur.

  (Buradaki "Siyasi Yönetim" kavramı, "Devlet," "Hükümet," "Yerel Yönetimler," "Kamu Otoritesi" gibi bütün siyasi otorite kurumlarını kapsayacak bir anlamda kullanılmıştır.)

  İnsanların böyle bir kuruma ihtiyacı var mıdır? Varsa neden?

  İnsan rasyonel (akli) bir varlıktır; hayatta kalmak için kullandığı temel yöntem akılla davranmaktır; davranışlarını yöneten bilgileri elde etmekte kullandığı temel araç, aklıdır. Bir varlığın akılla davranması: düşünebilmesi ve kendi akli yargıları doğrultusunda davranabilmesi demektir; yani, insan olmak için gerekli temel şart, özgürlüktür. İnsanın özgür olma ihtiyacı, onun ıssız bir adada yaşamasını gerektirmez. İnsanlar, birbirleriyle alışverişte bulunmaktan muazzam yararlar sağlarlar. Sosyal bir ortam, insanın hayatta kalma işini başarması için en uygun ortamdır; fakat, bu son önerme, ancak belirli şartlar altında doğrudur.

  Ahlak felsefesi bahsinde, toplumsal yaşamdan insanların sağlayacağı iki büyük değer incelenmişti: bilgi ve mübadele. Önceki nesillerin keşfettiği bilgilere erişmek, insana, ölçülemeyecek kadar büyük yarar sağlar. İkinci büyük değer olan mübadele, toplumsal işbölümünün yararı olarak ortaya çıkar; işbölümü, bir insanın gayretlerini özel bir çalışma alanına teksif etmesini ve başka çalışma alanlarında uzmanlaşmış insanlarla mübadelede bulunmasını sağlar. Öte yandan, toplumsal yaşamın bu faydaları, hem ne tür insanların başkalarıyla değişebilecek değerler üretebileceği hususunu, hem de, ne tür bir toplumun bu tür insanların yaşayabilmesine elverişli olduğu hususunu belirleyecektir: sadece rasyonel, üretken, bağımsız insanlar, başkalarıyla değişebilecek değer üretebilir; sadece rasyonel, üretken ve özgür bir toplum, bu tür insanların yaşayabilmesine elverişlidir. Bireyi talan eden, onun gayretlerinin sonucu üretilmiş ürüne el koyan, onu köleleştiren, onun aklının özgürlüğünü sınırlayan, onu kendi akli yargısının tersine davranmaya zorlayan bir toplum, -yani, mevcut hukuk sistemi, insan tabiatının ihtiyaçlarıyla çatışan bir toplum- kelimenin gerçek anlamında bir toplum değil, kurumlaşmış çete yönetimi zoruyla birarada tutulan bir kalabalıktır. İnsanların birarada yaşamalarından doğacak bütün değerleri yok edecek böyle bir toplum, hiçbir haklılığa sahip değildir; böyle bir toplum, insanın hayatta kalma işine yararlı bir kaynak değil, ona en büyük tehlikedir. Issız bir adadaki hayat, Hitler Almanyası'nda veya Stalin Rusyası'nda bulunmaktan daha emniyetli ve daha şayan-ı tercihtir.

 

  3.2.1 Siyasi Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı

 

  Barışcı, üretken, rasyonel bir toplumda birarada yaşamak ve birbirlerine yarar sağlayarak etkileşimde bulunmak için, insanların "birey hakları" denen temel sosyal prensibi bilip kabul etmeleri şarttır. Bu prensibin yokluğunda, hiçbir ahlaki (medeni) toplum mümkün değildir.

  Birey haklarını bilmek ve kabul etmek: insana-özgü bir hayat yaşayarak var kalmak için, insan tabiatınca dikte edilen şartları bilmek ve kabul etmektir.

  İnsan; özgür kaldığı sürece, kendi tabiatını, dolayısiyle birey haklarını keşfeder; bu tabiatın dikte ettiği şekilde, yani birey haklarına sahip olarak yaşamak ister; yani, birey haklarını kendiliğinden terk etmez. Bu yüzden, insan (birey) haklarını ihlal etmenin tek yolu, fiziki zor kullanmaktır. Sadece fiziki zor kullanmak suretiyle, bir insan başka bir insanın hayatına son verebilir, onu köleleştirebilir, onu soyabilir, onu amaçlarından alıkoyabilir, onu akli yargısının tersine davrandırabilir.

  Bu yüzden, medeni bir toplumun önşartı: fiziki zoru toplumsal ilişkilerden çıkarmak ve böylece, insanların birbiriyle etkileşmelerinin tek yolunun akli araçlar kullanmak olduğu prensibini kabul etmektir; silah zoru yerine, tartışmayı, iknayı ve gönüllü mutabakatı koymaktır.

  İnsanın hayat hakkının tabii sonucu, kendini savunma hakkıdır. Medeni bir toplum içinde zorun kullanılacağı tek istisnai hal, bireyin kendini savunma hakkından doğar: zor, sadece mukabele olarak ve sadece zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir. Fiziki zoru başlatmayı bir kötülük olarak niteleyebilmek için varolan bütün ahlaki sebepler, fiziki zorun mukabil kullanımını da ahlaki bir zaruret haline getirir.

  Eğer, "barışcı" bir toplum, zorun mukabil kullanımını yasaklasaydı, gayrı-ahlaki olmaya karar veren ilk haydudun insafına kalırdı ve niyetinin tam tersini gerçekleştirirdi: kötülüğü yok etmek yerine, onu cesaretlendirip ödüllendirmiş olurdu.

  Bir toplum, zora karşı örgütlü bir koruma sağlamazsa, her vatandaş kendi başının çaresine bakar: ya silahlanır, evini bir kaleye çevirip yaklaşan her yabancıyı vurur; ya da, kurulmuş savunma çetelerinden birine üye olup, aynı maksatla kurulmuş diğer çetelerle savaşmaya mecbur kalır. Böyle bir toplum, kısa sürede yozlaşır: çete yönetimi kaosuna düşer, kaba kuvvet yönetimine girer, tarih öncesi vahşilerin sürekli kabile savaşları dönemine geri gider.

  Fiziki zor kullanımı -mukabil kullanımı da dahil- bireysel vatandaşların kararına bırakılamaz. Eğer bir insan, her an başka insanlar tarafından kendisine karşı zor kullanılabileceği sürekli tehdidi altında yaşıyorsa, barış içinde birarada yaşamak imkansız olur. Başka bir insanın niyeti ister iyi isterse kötü olsun, yargıları ister rasyonel isterse irrasyonel olsun, ister adalet duygusuyla davransın isterse cehaletle veya önyargıyla veya kötülükle; bir insana karşı zor kullanımı, başka bir insanın keyfi kararına bırakılamaz.

  Mesela, şöyle bir durum nasıl karşılanırdı? Cüzdanını kaybeden bir adam, çalındığına hükmeder ve civardaki bütün evleri aramaya girişir ve kendisine ters bakmasını suçluluğunun delili kabul ederek, komşularından birini vurur.

  Zorun mukabil kullanımı, bazı objektif kuralların varlığını zorunlu kılar. Bir suç işlenmiş midir? Kimin işlediğini nasıl isbat etmek gerekir? Hangi ceza ve infaz usulü kullanılmalıdır? Bu gibi soruların cevaplandırılmasında kullanılacak objektif kurallar olmaksızın, suç takibine girişen insanlar, linç kalabalığıdır. Bir toplum, zorun mukabil kullanımını, bireysel vatandaşların ellerine bırakırsa, kalabalık yönetimi doğar; linç kanunu egemen olur; bitmez tükenmez intikam ve kan davaları birbirini kovalar.

  Fiziki zoru toplumsal ilişkilerden yok etmek için, insanların haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu kurum siyasi yönetimdir. Doğru bir siyasi yönetimin temel görevi olan birey haklarını koruma işi, siyasi yönetimin varoluş sebebidir ve onun varlığını ahlaken haklı kılan tek husustur.

  Bir siyasi yönetim, fiziki zorun mukabil kullanımını, objektif kontrol altında bulundurmanın aracıdır. Objektif kontrol, objektif olarak tanımlanmış kanunlarla sağlanır.

  Özel faaliyet ile siyasi yönetim faaliyeti arasındaki temel fark: siyasi yönetimin, fiziki zor kullanımı konusunda kanuni tekeli elinde bulunduruyor olması olgusudur. Böyle bir tekeli elinde bulundurması gerekir; çünkü, siyasi yönetim fiziki zor kullanımını önlemek ve kullananlarla savaşmak için kurulmuştur. Yine bu sebepten: siyasi yönetim faaliyetleri, katı kurallar altında tanımlanmalı ve sınırlandırılmalı; bu faaliyetlerin icrasında en küçük bir keyfiliğin veya kaprisin yer almasına izin verilmemeli; siyasi yönetim, içindeki tek programı kanunlardan ibaret olan, gayrı-şahsi bir robot haline getirilmelidir. Bir toplum özgür olacaksa, siyasi yönetimi kontrol altında olmalıdır.

  Doğru bir sosyal sistemde, özel bir birey, başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece, istediği şekilde davranmaya kanunen özgürdür; oysa, bir siyasi yönetim memuru, her resmi faaliyetinde kanunla bağlıdır. Özel bir birey kanunen yasaklanmış olanların dışında herşeyi yapabilir; oysa, bir siyasi yönetim memuru, kanunen izin verilmiş olanlar dışında hiçbir şey yapamaz.

  Doğru bir sosyal sistem, böylece, kuvveti haklıya tabi kılar ve insanlara değil kanunlara dayalı bir siyasi yönetim sürdürür.

  Doğru bir siyasi yönetimin tabiatının ve amacının ne olduğu hususu, hem özgür bir topluma uygun kanunların tabiatının ne olacağı hususunu, hem de özgür bir toplumun siyasi yönetiminin yetkisinin kaynağını belirler. Hem doğru kanunlarla ilgili, hem de doğru siyasi yönetimin yetki kaynağıyla ilgili temel prensip, Bağımsız Bildirisi'nde mevcuttur: "hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."

  Birey haklarının korunması, bir siyasi yönetimin tek doğru amacı olduğundan, yasama yetkisinin tek doğru konusu, birey haklarını koruyan kanunlar yapmaktır. Bütün kanunlar objektif olmalı (ve varoluşunun objektif haklılığı bulunmalı): insanlar, kanunun onlara neyi yapmalarını yasakladığını (ve neden yasakladığını), neyin bir suç olduğunu ve bu suçu işlerlerse ne ceza alacaklarını, bir faaliyette bulunmadan önce, açıklıkla bilebilmelidir.

  Siyasi yönetimin yetkisinin kaynağı, "yönetilenlerin mutabakatından doğar." Yani, siyasi yönetim yönetici değil, hizmetkardır veya vatandaşların bir acentasıdır; vatandaşların, birey haklarını koruma işi için, ona delege ettiği haklardan başka, hiçbir hakka sahip değildir.

  Özgür, medeni bir toplumda yaşamak için, bir bireyin riayet edeceği tek bir prensip vardır: fiziki zor kullanmayı terk etmek ve kendini savunma hakkını, -bu iş, düzenli, objektif, kanunen tanımlı bir sisteme bağlanmış olsun için- siyasi yönetime bırakmak. Başka bir deyişle, özgür ve medeni bir birey, zor kullanımı işlerinin, keyif işlerinden ayrılması prensibini kabul etmelidir.

  Peki, iki kişinin katıldığı bir işlemde ortaya çıkan bir anlaşmazlıkta, mesele nasıl hal edilecektir?

  Özgür bir toplumda, insanlar birbirleriyle etkileşmeye zorlanmaz. Sadece, gönüllü mutabakatla -ve eğer zaman söz konusu ise mukavele ile- birbirleriyle alışverişte bulunurlar. Birisinin keyfi kararıyla bir mukavele ihlal edilirse, öteki büyük bir mali zarara girebilir; bu durumda, zarara uğrayanın, tazminat olarak ihlalcinin mülkiyetine el koymaktan başka çaresi yoktur. Fakat, burada da, zor kullanımı, özel bireylerin kararına bırakılamaz. Siyasi yönetimlerin en karmaşık fonksiyonlarından biri, burada ortaya çıkar: objektif kanunlar çerçevesinde insanlar arasında hakemlik görevi.

  Kriminaller, genellikle küçük bir azınlık teşkil eder; dolayısiyle, ceza mahkemeleri, hukuk faaliyetlerinin küçük bir kısmıdır. Fakat, hukuk mahkemeleri yoluyla, mukavelelerin korunması ve uygulatılması, barışcı bir toplumun en hayati ihtiyaçlarından biridir; böyle bir koruma olmaksızın hiçbir medeniyet ortaya çıkamazdı.

  İnsanlar, hayvanlar gibi sadece yaşanan anın menzilinde davranarak hayatta kalamazlar. İnsanlar, amaçlarını proje haline getirip, belirli bir zaman süresinde gerçekleştirirler; faaliyetlerini hesaplarlar, hayatlarını uzun vade için planlarlar. Bir insanın planlarının menzili, aklını kullanmaktaki başarısı ve bilgisinin büyüklüğü oranında uzar. Bir medeniyetin seviyesi ve karmaşıklığı büyüdükçe, faaliyetlerinin (dolayısiyle, mukavelelerinin) menzili de daha uzun olmak gerekir; mukavelelerin menzili büyüdükçe, ilgilendirdiği insan ve faaliyet miktarı artar ve koruma daha acil bir ihtiyaç haline gelir.

  İlkel bir takas toplumu bile, insanlar mukavelelerine uymasa işleyemezdi. Bir sepet yumurtaya karşı, bir çuval buğday vereceğini kabul etmiş birisi, yumurtaları aldıktan sonra buğdayı vermeyi reddetse ne olurdu? Böyle keyfi bir davranışı, insanların milyarlarca dolarlık malı krediyle verdikleri, milyarlarca dolarlık inşaat taahhütlerine girdikleri, doksandokuz yıllık kira kontratları imzaladıkları bir endüstri toplumunda düşünün.

  Bir mukavelenin tek taraflı ihlali, dolaylı yoldan fiziki zor kullanımıdır; bir insanın, başka bir insana ait maddi değerleri, malları veya hizmetleri alması ve buna karşılık olan ödemeyi yapmayı reddetmesi; yani, aldıklarını hak etme yoluyla değil, sahibinin rızası dışında -fiziken gasp ederek- zorla elinde tutmasıdır. Benzer bir şekilde, sahtekarlık da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; sahte sıfatla veya sahte vaadle (yani, sahibinin gönüllü rızası olmaksızın) maddi değer elde etmektir. Haraç da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; maddi değerleri, başka maddi değerler karşılığı değil, zor, şiddet, hasar tehdidi ile elde etmektir.

  Bu faaliyetlerden bazıları açıkca kriminaldir. Tek taraflı mukavele ihlali gibi başka bazıları, kriminal motifli olmayabilir; fakat, sorumsuzluk ve irrasyonellik sonucu yapılmış olabilir. Başka bazıları, her iki tarafın da bazı haklılık talebinde bulunabileceği karmaşık meseleler olabilir. Fakat, konu ne olursa olsun, bütün bu meseleler, objektif olarak tanımlanmış kanunlara konu olmalı ve bu kanunlar, tarafsız bir hakem, yani bir yargıç (ve uygun olduğu hallerde bir jüri) tarafından tatbik edilerek çözüme ulaştırılmalıdır.

  Bütün bu meselerin çözümünü yöneten prensip şudur: kimse, sahibinin gönüllü rızası olmadan, bir değeri ele geçiremez; ve bu prensibe parelel olarak: bir insanın hakları, başka bir insanın tek taraflı kararının, keyfi seçeneğinin, irrasyonelliğinin, kaprisinin insafına bırakılamaz.

 

 

BİRKAÇ POLİTİKA TATBİKATI

 

  Birey haklarının ve siyasi yönetimin tabiatı üzerinde doğru bir anlayış, politikanın temelini oluşturur. Bu bölümde, bu konular üzerindeki genel yanılgıları teşhir eden bir kaç tatbikat yapılacaktır.

 

  3.3.1 Ekonomik Güç ve Siyasi Güç Paket-Muamelesi

  Felsefi anlamda, bir "paket-muamele," hayati farkları görememe yanılgısıdır; tabiatları, gerçeklik-statüleri, önemleri veya değerleri açısından asli farklara sahip unsurları, -gayrıasli benzerlikler yüzünden- tek bir kavramsal bütünün, bir "paket"in parçaları olarak ele almaktır.

  Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.

  Siyasi güç ile başka herhangi bir sosyal "güç" arasındaki fark veya bir siyasi yönetim ile herhangi bir özel örgüt arasındaki fark, bir olgudan kaynaklanır: siyasi yönetim, fiziki zor kullanımı işinde kanuni tekeli elinde bulundurur.

  Ekonomik güç, üretmek ve ürettiğini mübadele etmek gücüdür. Özgür bir ekonomide, hiçbir birey veya gurup, başka birine karşı fiziki zor kullanamaz; böyle olunca, ekonomik güç, sadece gönüllü yollarla elde edilebilir; yani, ekonomik güç, ancak üretim ve mübadele sürecine katılan herkesin gönüllü seçenek ve anlaşmalarıyla doğar. Özgür bir piyasada, bütün fiyatlar, ücretler ve karlar, -kimsenin keyfiyle, açgözlülüğüyle veya ihtiyacıyla belirlenmez- arz ve talep kanunuyla belirlenir. Özgür bir piyasa mekanizması, katılanların her birinin tercih ettiği ekonomik seçenekleri ve kararları yansıtıp özetler. İnsanlar, kendi bağımsız, zorlamasız zihni yargılarına göre, mal ve hizmetlerini, karşılıklı mutabakat ve avantaj sağlayarak, değişirler (mübadele ederler). Bir insan, ancak başkalarının sunduğundan daha iyi değerler sunabilirse (yani, daha iyi mal ve hizmetleri, daha düşük fiyatlarla satabilirse) zenginleşebilir.

  Özgür bir piyasada zenginlik; özgür, genel, "demokratik" oylamayla elde edilir; bu oylama: ülkenin ekonomik hayatında rol alan her bireyin, satma ve satın alma işlemidir. Başka bir ürün yerine, belirli bir ürünün satın alınması, o ürünün imalatçısının başarısı için verilmiş bir oydur. Böyle bir oylama, en isabetli tür bir oylamadır; çünkü, herkes, kalifiye olduğu konudaki işler üzerinde oy kullanır; çünkü, ancak her bireyin kendisi, kendi tercihleri, kendi çıkarları ve kendi ihtiyaçları üzerinde doğru bir kanaat oluşturabilir. Özgür bir ekonomide, hiçkimsenin, başkaları adına karar verme, kendi zihni yargısını başkalarının zihni yargısı yerine ikame etme gücü yoktur; yani, hiçkimsenin, kendini "halkın sesi" ilan edip, halkı sessizliğe ve vatandaşlık haklarında yoksun bırakmaya gücü yoktur.

  Şimdi, ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki farkı tanımlayalım: siyasi güç, bir pozitif vasıtasıyla (bir ödül, bir teşvik, bir ödeme, bir değer sunarak) icra edilir; oysa, siyasi güç, bir negatif vasıtasıyla (ceza ve yıkım tehdidiyle) icra edilir. Başka bir deyişle, işadamının aleti, değerlerdir; bürokratınki ise, silahtır.

 

  3.3.2 Egaliteryenizm (Eşitlikçilik)

 

  Egaliteryenizm (eşitlikçilik), bütün insanların eşitliğine olan inançtır. Diğer bağlamlardaki kullanımı bir yana, insani bağlamda "eşitlik" politik bir kavramdır ve kanunlar önünde eşit muameleye tabi tutulmak anlamına gelir. Yani, eşitlik: bütün insanların, insan olarak doğmuş olmalarından kaynaklanan aynı vazgeçilmez temel haklara sahip olması ve bu hakların -insanların kanun yoluyla kastlara bölünmesi veya aristokratik ünvanlar yoluyla bazı imtiyazlara sahip kılınması gibi- insan-yapısı kurumlarla ihlal veya ilga edilememesidir.

  Fakat, altrüistler, "eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.

  Bu kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür "eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey, insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.

  Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.

  İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir.

  (Mesela; Amerikalı "filozof" John Rawls, "A Theory of Justice" isimli eserinde, "tabiatın kolladığı" yetenekli, zeki, yaratıcı insanların ürettiklerinden doğan ödüller üzerindeki hakkı ellerinden alarak, bu ödülleri, tabiatın talihsiz yarattıklarına dağıtarak, bu "adaletsizliği" gidermeyi önerir.)

  Bir Leonardo da Vinci'nin, bir Wolfgang Amadeus Mozart'ın, bir Thomas Edison'un, bir Albert Einstein'ın, kendilerinden daha az yeteneklilere karşı bir "adaletsizlik" teşkil ettiklerini öne sürmek için, güzelliğe, başarıya, akla, insana, realiteye karşı derin bir nefret içinde olmak lazımdır.

 

  3.3.3 İnsan Hakları ve Mülkiyet Hakları

 

  İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.

  Maddi nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.

  Sadece bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.

 

  3.3.4 Devrim ve Darbe

 

  Bir devrim, uzun bir felsefi gelişimin zirvesini teşkil eder ve bir ulusun derin memnuniyetsizliğinin ifadesidir; bir darbe ise, bir azınlığın iktidarı ele geçirmesidir. Bir devrimin amacı, tiranlık devirmektir; bir darbenin amacı ise, tiranlık tesis etmektir.

  Tiranlık, temel birey haklarını (hayat, özgürlük ve mutluluğu-kendi-başına-aramak) tanımayan herhangi bir politik sistemdir. Bir politik sistemin zor yoluyla devrilmesi, sadece tiranlığa karşı yönetilmişse haklıdır; ve bu, zor yoluyla yönetenlere karşı bir meşru savunma hareketidir. Savunma amacıyla değil, birey haklarını ihlal etmek üzere zora başvurmak, hiçbir ahlaki haklılığa sahip değildir; bu, bir devrim hareketi değil, çete savaşıdır.

NEŞE,acının/ZEKA,aptallığın/IŞIK,karanlığın/KİŞİLİK,kişiliksizliğin: Yokluğu olamaz.

  Adalet acımaya - Bağımsızlık birliğe - Mantık inanca - Servet ihtiyaca - Özsaygı, kendini inkar etme eğilimlerine -

  Mutluluk da görevlere feda edilemez.

   Kendi ülkesinde bile hala "suskunluk komplosu"na uğratılmakta olan AYN RAND, 20.y.yıla kadarki dönemde:Aristo'dan sonra gelmiş en büyük " rasyonel filozofdur. Felsefesi OBJEKTİVİZM, Felsefe'nin state-of-the-art'ıdır (bugünkü en yüksek düzeyidir); yani,felsefe içinde bugüne kadar formüle edilmiş bütün meseleler, burada çözülmüştür.A.B.D'de İncil'den sonra en çok okunan " ATLAS SİLKİNDİ " romanının yazarıdır. Gerçekten orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi, Amerika'nın "sağ" ve "sol" entellektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi; iki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı. Çünkü, ne "sağ"a yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu), ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını savunuyordu). Ama, " öğrenilmiş cehalet " le malul olmayan sağduyulu insanlar; O'nun romanlarını, yıllarca " best-seller " sıralarından indirmediler. Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok sayılıyordu;ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir filozof olarak incelenmeğe başlandı.

  1905'te St. Petersburg'da doğdu. Asıl adı Alişya Rosenbaum. Çocuk yaşta kendini Büyük Savaş'ın içinde buldu. Yaşadığı savaşların biri düşmana karşıydı. Diğeri de bireye karşı. Çocukluğu kolektivizmin doğuşuna tanıklıkla geçti. Devrimi, kırmızı renkli bayrakları, Lenin'i, Stalin'i gazetelerden okudu. Etrafında olup bitenleri hiç sevmedi. Leningrad Üniversitesi'nde tarih okudu. Aristo'yu, Eflatun'u Rusya'nın en değerli hocalarından öğrendi. 1925'te mezun oldu. Annesinin Amerika'da akrabaları vardı. Onların yanına gitmek istedi. Annesi seyahat masrafları için mücevherlerini sattı. Babası yolcu ederken şöyle dedi: "Sana orda Rusya'yı sorarlarsa hepimizin yavaşça öldüğü büyük bir mezarlık olduğunu söyle". 1926 Şubatı'nda sisli bir günde New York limanında gemiden indi. Özgürlük Anıtı'nı ve hep hayalinde canlandırdığı, çok sevdiği gökdelenleri ilk defa o gün gördü. 1982'de ölene kadar Amerika'da esen "diğerkamlık" (altuism) rüzgarına şiddetle karşı çıktı. Ona göre "diğerkamlık" başkalarına iyilik yapmak değil, kendini feda etmekti. Her diktatörlük "diğerkamlık" üzerine kuruluydu ve bireyin kendini feda etmesi asla kabul edilemezdi. Her zaman radikal kapitalizm idealini savundu.

  Ona göre " insan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı ".

  Bütün zamanlamaların en çok okunan felsefi romanı "Atlas Vazgeçti"yi (Atlas Shrugged) 1957'de çıkardı. Roman o günden beri her yıl ortalama 200.000 sattı. Amerika'yı İncil'den sonra en çok etkileyen kitap oldu. Ayn Rand -asıl adıyla Alişya Rosenbaum- 1500 sayfalık bu dev romanı için:

  Bu bir felsefe tarihi kitabıdır. Düşüncemin vardığı son nokta da şudur: İnsanın kendi yaratıcılığını ortaya koyma hakkı hiçbir zaman engellenemeyecek..!

ENSENİZİ KARARTMAYIN

 

Çetin Altan. Bir yazı adamı. Bir filozof. Yarım asrı geçen yazı serüveni var.

`Hayatı, ' yazıya ihanet etmeme ' nin mücadelesiyle geçmiş.

Milletvekili olurken de, bir 'siyasi ikbal' taşımak yerine, kalemini özgürleştirmeyi hedef almış. O da Meclis'te dayat yiyenlerden. Yazılardan dolayı sık sık soruşturmaya uğramış. Hakkında 300'ün üzerinde dava açılmış. Kimi zaman meşru kimi zaman da gayrimeşru yol ve yöntemlerle linç edilmek istenmiş. Türlü türlü hakaretlere maruz kalmış. Özgürlükten, evrensellikten, akıldan, bilimsellikten, değişimden, üretimden, önce insandan, saydamlaşmaktan.. bahsederken; köylülüğe, geri kalmışlığa, yoksulluğa, beyin özürlülüğe, cehalete, yerelliğe, despotizme, hukuk dışılığa, mesleksizliğe, hamasete, bağnazlığa, kurnazlığa, iri yalanlara, talana.. tavır almış. Tek başına bir muhalefet. İktidarın da, muhalefetin de, pasif toplumsal yığınların da muhalefeti. Bu üç kesim anlamasa da, 'hamaset pompalanmaya' değil, eleştirilmeye ve eleştirilerek yenilenmeye her zaman fazlasıyla ihtiyaç var. Çünkü gelişmenin motoru eleştiriden ateş alır. Çetin Altan, değişimi kışkırtıp, ona hız kazandırmaya çalışan bir yazı adamı. Kalemini eğip bükmeden, ilkelerinden ve vicdanından sapmadan, yarım asrı aşan bir süre bu ülkede mücadele veren insana, –mücadelesinin neresinde yer alırsanız alın– yapmanız gereken ilk şey ona derin bir saygı duymak olmalıdır. Gün gelir oğullarıyla birlikte yargılanır. Bu yargılanmaların tamamı 'yazı' için olduğundan, ona gizli bir gurur verse de, anlaşılmamak, insanın içinde bir acı da oluşturur, gücüne de gider. Çetin Altan için bu acı, ülkenin fotoğrafını net görebilmekten kaynaklanır ve artar. Çünkü bu ülke karşısına çıkan bütün fırsatları 'ıskalamaktadır.' Çetin Altan, Türk Edebiyatı'nın dünyaya açılan kalemlerinden biridir aynı zamanda. Başka dillere çevrilen ve itibar gören pek çok kitabı vardır. Yazı işçiliğinin Türkiye'ye özgü çilesini bir ömür boyu çeken usta Çetin Altan der ki: ''Bir kalemle bir kağıdın bedelini öderken büyür ancak insanlık bahçeleri...'' Derim ki, bu ustayı iyi okuyalım, iyi kritik edelim. Benimserken de, reddederken de anlayarak yapalım bu işi. Bir de soralım kendimize; kaç tane Çetin Altan'ımız var, kaç tane yarım asırdan fazla hayatını yazıya adamış insanımız, 'değerimiz' var?Belki de onlar eleştirmeseler, onlar sarsmasalar, onlar yargılanmasalar, ne hukuk düzelecek, ne yolsuzluklar bu kadar açık seçik görünür olacak ve ne de birey ve toplum yüreklenecek. Onlar olmasalar belki de biz değişmek istemeyeceğiz...`

MEHMET GUNDEM

              

Globalleşme hızlanıyor

 

Soruyla değil bir hatıranızı yenileyerek başlamak istiyorum. Yıl 1966 sonları. Kapınıza bir adam gelir. Adı Emin Ersoy'dur....

 

Merhum Akif'in oğlu... Bir öğle sonrası odamdayım. ''Sizi biri görmek istiyor'' dediler. Buyursun... dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: ''– Bendeniz Mehmet Akif'in oğluyum...'' dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım... Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ''Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?..'' türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı: ''–Rahatsız etmeyeyim... Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim...'' dedi. Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum... Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla: ''Siz ne münasip görürseniz.'' dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ''Durun bakalım neyimiz varmış'' gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, –fazla bir şey de yoktu– elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı... ''– Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.'' dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu...

 

Yarım asrı geçen bir yazı hayatınız var. Hakkınızda 300'ün üzerinde dava açıldı. Yargılandınız, mahkûm oldunuz, beraat ettiniz... Bilekleriniz kelepçeyle yirmili yaşlarınızdayken tanışmış... Gün geldi Çetin Altan ''hukuk bilinci'' üzerine ''Yargıtay'' üyelerine bir konferans verdi bu ülkede...

 

Hayatım, mücadelelerle ve acının izleriyle dolu. Büyük ''hukuk skandalları''nı yaşadım bu ülkede. Bir NATO davetiyle Paris'te bulunduğum sırada dönemin Başkomutanı Norshtad'in açıklamalarına dayanarak, Kore'deki 4500 kişilik Türk askeri birliğinin standart bir birlik olduğunu ve eksildikçe tamamlanacağını yazmıştım Ulus gazetesinde... O gece yarısı ''askeri'' savcıların emriyle gözaltına alınıp tutuklandım.. Hakkımda, ''milli menfaatler aleyhinde faaliyette bulunmaktan'' ''askeri'' mahkemede dava açıldı. Tutukluluğum kısa sürdü; ama hırpalanmaktan kurtulamadık... Hakkımda açılan davalardan ferahlamak uğruna milletvekili oldum ama dokunulmazlık işe yaramadı. Kısa bir zaman sonra dokunulmazlığım da kaldırıldı. Meclis kürsüsünde konuşma yaptığım bir gün üzerime saldırıldı. Linçten zor kurtuldum. Bir gözüm sakatlandı. Sonra bir başka kılıf uydurdular ve tekrar hapse atıldım. 158. maddeden mahkûm edildim. İki yıl cezaevine tıkıldım. Hapisteyken de hakkımda dava açıldı. Cezamın bitmesine dört gün kala asker kökenli Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün ''özel affı''yla serbest bırakıldım...

 

İflah olmadınız. Yazdıkça gözaltına alındınız, gözaltına alındıkça yazdınız...

 

Sonraki yıllarda yazılarım ''hukukçu geçinenlerin'' hışmına uğramaya devam etti. Yine; davalar, yasaklamalar, müstear isimle makale ve fıkra yazmalar dönemi..

 

1996 yılında bir röportajda,''Ben istiyorum ki devlet çeteleşmesin, hukuka otursun!'' dediniz ve...159. maddeden dava açıldı... Allah'tan ''Susurluk Çetesi'' patlak verdi de beraat ettik. 2000'li yıllara gelince, Çetin Altan, Yargıtay'da ''hukuk bilinci' üzerine bir konferans verdi.

 

Ben bir hukukçuyum aynı zamanda. Hukukçuların hukukçularla konuşması ayrı bir şeydir, hukukun siyasete alet edilmesi ayrı bir şeydir. Teklif sayın başkan Sami Selçuk ve diğer üyelerden gelmişti. Dinleyiciler arasında bakanlar, eski milletvekilleri, bürokratlar, Yargıtay üyeleri ve Başsavcı Vural Savaş da vardı... Dedim ki; ''Benim gibi kıdemli bir düşünce suçlusunun Yargıtay'da konuşma yapmak üzere davet edilmesi doğrusu çok duygulandırıcı.. Ve yeryüzünde rastlanmayan bir olaydır... Hukuk evrensel olmak zorundadır, globalleşen dünya ancak ortak bir hukuk düzeniyle idare edilebilir. Türkiye de bunun dışında kalamaz.. Yasalar tüm vatandaşlara eşit olarak uygulanır...'' Yıllar boyu yargılandığım davalardan da söz ettim. Değil hukuk bilgisi, hukuk bilincinin bile gelişmemiş olduğundan bahsettim. Anlayacağınız yarım asırdır yazdıklarımdan farklı bir şey söylemedim. Ayakta alkışladılar...

 

Nedir hukukun sizdeki tanımı?

 

Hukuk evrenseldir. İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya yönelik evrensel ilkeler matematiğidir.

 

Türkiye bu anlamda bir hukuk devleti değil...

 

Bugün bir devletin mimari yapısı iki büyük ve güçlü temel üstünde durmaktadır: Ekonomi ve hukuk. Türkiye'de ekonomik temelin, 'karma ekonomi' adı altında 'siyasetçi eliyle kişi zengin etmeye' yarayan; üçkağıtçılık ve kapkaççılık harcıyla karılmış bir talan ekonomisi yozlaşmasından ibaret olduğu artık iyice biliniyor. Türkiye'nin hiçbir zaman bir hukuk devleti olmadığını içeride de bilmeyen kalmadı, dışarıda da.

 

Türkiye, bir hukuk devleti değilse ne devletidir?

 

Bunun demagojik olmayan yanıtlarının; sadece üniversitelerde değil, Parlamento'da, hükümette, hatta Milli Güvenlik Kurulu'nda da incelenip aranması gerekir. Bunun cevabı sadece bilim kurumlarına değil, siyasi kurumlara da düşer. 'Önce vatan' hamasetiyle, ne çağdaş bir devlet kurulabiliyor, ne de bir devlet çağdaş olarak yönetilebiliyor.

 

Bugünün solcularıyla sizin Marksizm anlayışınız da farklı mı?..

 

Marksizm konusunda Türkiye'de yazılmış kitap sayısı 14. İngiliz kütüphanesinde 40 bin cilt var. Daha bir tek solcuya rastlamadım ki, Marks'ın dört protezi hangi konudaydı bilsin. Halbuki, bu solcular arasında Marksizm için ölenler, asılanlar, yıllarca hapishanelerde yatanlar oldu; ama Marks'ı hiç merak etmediler. Onlar ulus–devlete bağlı olarak iktidara gelmek istediler hep... Marksizm değişim demektir. Statüko değil... Değişmezliği tutuyorsan sen Marksist olamazsın. Solculuk siyasettir. Marksizm siyaset değildir. Marksizm değişimin kendisidir. Marksizm siyaset değildir.

 

Clinton 'Vietnam Savaşı'na gitmeyeceğim.' dedi, gitmedi. Bize göre 'asker kaçağı', 'vatan haini' bir siyasetçiydi. Sonra ABD'ye başkan oldu.

 

Clinton, Türkiye'de olsaydı, Deniz Gezmiş'lerle birlikte asılacaktı, Amerika'da olduğu için başkan oldu. Vietnam üstüne yazı yazıyorum diye Türkiye'de mahkemeye göndermeye kalkmışlardı beni.

 

Clinton bir konuşmasında, ''Türkiye demokrasisini derinleştirirse, Ege ve Kıbrıs sorununu çözerse 21'inci yüzyılın şekillenmesinde çok büyük bir rol oynar'' dedi.

 

Yeryüzünde de bir milyarı aşkın bir İslam dünyası var. Altı milyarlık yeryüzünde tüketimi en düşük olan bu dünya. Değişen enerji kaynakları sonucunda artan üretimlerin emilmesi bağlamında ayrı bir pazar Akdeniz havzasındaki 200 milyonluk 'İslam' dünyası. Burada tek başına Türkiye var. Çünkü Türkiye, NATO ve Avrupa Konseyi gibi Batı'daki örgütlerin içinde bulunabilen ve üretimde değil ama tüketimde Avrupalı görüntü çizebilmiş Müslüman profilli bir ülke. Türkiye'nin kendine göre burjuva biçimlenmesi oluşmuş.

Nasıl bir burjuva bu?

Etki altında oluşmuş bir burjuva. Kendi üretimini yapamayan Hazine'den geçinmeli bir bürokratik burjuvazi. Benim çocukluğumda buradaki köşklerde Chopen duyulurdu, piyano çalınırdı. Amerika'nın Müslüman Konstantiniyye ister. Konstantiniyye arkasında Bizans'ı da içerir. Bizans'ı inkâr eden bir İstanbul olmaz. Biz insanlık birikiminin ortak harmanlanmasından mı yarar sağlayıp ona katkı yapacağız, yoksa daha öncekini sürekli reddederek mi globalleşeceğiz? İstanbul, yeryüzünün, üç bin yıllık birikimi olan nadir kentlerinden. Bunun bir ağırlığı vardır.

Nedir bu ağırlık?

En basiti, Türkiye, İstanbul diye akla gelir. 70 milyonuyla burası İslam dünyasının özel vitrini olabilir. Avrupalı standardında bir yaşam vitrini, üstelik de Müslüman ağırlıklı.

Yani Türkiye globalleşmenin merkezlerinden biri olabilir...

Evet. Artık uzay teknolojisinin kullanımıyla üretim muazzam artıyor. Emperyalist dönem bitti. Yeryüzü; halkını sömüren yönetimleri, demokrasiyle, insan haklarıyla bir düzeye getirip, halkları da zenginleştirmek ve tüketimini artırmak istiyor. Burada da İslam dünyasına bir model göstermek gerekiyor. Bunun da en iyi örneği Türkiye olabilir. Eğer Türkiye'nin egemenleri Türk halkını sömürmekten biraz daha vazgeçerler ise.

Vazgeçerler mi?

 

Türkiye'yi yönetenlerin çıkarlarıyla Türk halkının çıkarları öteden beri çatışıyor. Mevcut düzen içinde statükodan kârı olanlar var. Bunu sürdürürlerse Türkiye bu işin öncülüğünü hiçbir zaman yapamaz. Türkiye'nin sömürüsü de sadece üretime yansıyan bir sömürü değil. Eroin kaçakçılığıyla, depremde yıkılan resmi binalarla, topyekün bir çürüme bu. Türkiye insanı bu çürümeyi denetleyemiyor. O zaman da bu çürümenin denetiminin dışarıdan olma olasılığı beliriyor.

IMF–Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi mi?

 

Öyle denebilir. Türk yöneticilere rağmen bugün Amerika, Türkiye'nin demokrasiye geçmesini istiyor. Türkiye'nin geleceği kendi iradesine bırakılmayacak gibi. Biz hep 'önce vatan' diyoruz. Önce vatan dememize rağmen vatanda işler yolunda gitmiyor. Vatan, sınırları belli bir yaşam sahasıdır.

Bu yaşam sahasının, bu kadar kutsal olması...

Aslında, üstünde yaşayan insanların rahat etmesi için. Eğer rahat etmiyorlarsa, o zaman niye ikide bir bu slogan ortaya çıkıyor ki?.. Hep söylüyorum, bana kızsalar da yine de söyleyeceğim; demek ki 'önce vatan' yerine 'önce meslek', 'önce insan' demek lâzım.

Mutsuz insanları yönetmek, ayrı bir haz mı veriyor acaba?

Kim bilir!... Yönetenlerin kendi çıkarınadır çözümsüzlük. Statüko yönetenin çıkarına; ama yönetilenin ne kadar çıkarına? Bu tartışılmıyor. Anlayacağın Türkiye kendi kendisini engelliyor. Burada büyük bir hesaplaşma, büyük bir yüzleşme lazım. Bu ülkede hâlâ darbeyle iktidara gelmiş sivil kadroların hiç dökümü yapılmadı.

 

Türkiye'nin kendi kendine yaptığı 'pompalama'larla dünya kriterlerinin aynı olmadığı şimdi daha açık gözüküyor mu toplumda?

 

Küreselleşme süreciyle birlikte saydamlaşma, Türkiye'yi de sarmadıkça; hamaset demagojileriyle maskelenmiş olan gerçek yüzümüz, daha çok çıkıyor ortaya. Daha çok çıkıyor ortaya Türkiye'nin sinsi talanları ve iri yalanlarla nasıl apazlanmış olduğu. Türkiye'nin 20. yüzyılı da rezalet bir fiyaskoyla ıskalayarak, 'yaşam kalitesi' açısından Yunanistan'ın bile 65 basamak altında kalması; hamaset afyonlamasıyla artık perdelenemiyor. Statükocu olanlarla, değişimci olanlar artık gelip iyice yerleşmekte Türkiye'nin siyasal sözlüğüne.

Tanımlar ve sınırlar değişiyor mu?

Dünya vatandaşı diye bir gerçeklik var. Ulus–devlet aşıldı. Avrupa vatandaşlığına aday olmak istiyoruz. Yeni bir dönem başlıyor. Artık yeni kimlikler var. Ülkelerin adları sadece bir alışkanlık. Devlet kavramı değişti. Globalleşme, Türkiye–ABD kavramlarında yeni bir sentez yarattı. Eski sentez, SSCB'nin elinde olan uzun menzilli füzelerin NATO'nun elinde olmadığı zamanlar geçerliydi. O zamanki anlaşmalar, savaş sistemlerine dayalıydı. Oysa şimdiki savaş stratejileri çok farklı. Gorbaçov da vaktiyle söylemişti. Artık her yere savaş harcaması yapmadan, turist olarak gidilebiliyor. Düşman kalmadı. Değişime karşı koymak mümkün değil.

Hâlâ 'enseyi karartmayalım' mı?

Türkiye'nin bir tek sorunu var, saydamlık. Sadece 'parayı nereden kazanıyor', bu açığa çıkmalıdır. Ama saydamlıktan ödü kopsa da Türklerin, değişime karşı koymak mümkün değil. Enseyi karartmayın; çünkü Türkiye günden güne saydamlaşıyor. Bütün yalanlar, sinsi talanlar, padişahçılık oynama hırsları bir bir ortaya dökülüyor.

Yeni bir dönem mi başlıyor?

Köhne oligarşik yapıyla pratik kurnazlıklar gelip duvara dayandı. Artık yeni bir dönem... Tepedeki yönetici kesimin saltanatına göre ayarlanmış, oligarşik bir 'kabuk devlet' biçimlenmesinden; halk yığınlarına servis veren 'teknik bir devlet' yapılanmasına geçiş dönemi. İçi boş hamaset sloganlarına abanan ve her türlü eleştiriyi bir düşmanlık gösterisi olarak damgalayan, demagogların yerini, Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi, evrensel kalite kadroları almaya başlayacak. Dış dünyadan kopuk, feodal bir ortaçağ despotluğuna benzeyen Türkiye, globalleşme süreciyle bütünleşecek. 'Onlar–biz' ayrımları bitecek. Önce Avrupa ile sonra da dünya ile ortak bir vatandaşlık başlayacak.

 

Türkiye bu değişime kolay ayak uydurabilir mi?

Yunanistan, Polonya, Macaristan, Bulgaristan vs. ayak uydurduğuna göre Türkiye de ayak uydurabilir. Türkiye şimdiye dek hep çağın gerisinde kaldı; çünkü Türkler evrensel değişimin motorunu hiç merak etmediler.

Bugün?

Bugün de pek merak ettikleri söylenemez. Ama dış dinamikler Türkiye'yi kendi haline bırakmıyorlar, bırakmayacaklar. Elbet içeriden direnenler olacak. Ama direndikleri ölçüsünde krizler de artacak. Bugün olduğu gibi, krizler çözüm yoluna girdikçe globalleşme de hızlanacak. Onun için enseyi karartmayın.

Kriz, içinde çözümü de taşıyor mu?

Çözümü, evrensel kriterlerde aramaya zorluyor. Düne kadar Türk'e Türk propagandası yapılarak maskeliyorlardı ekonomik talanı. Siyaset kavgaları ise temelde, Osmanlı dönemindeki padişah olanaklarını ele geçirme kavgalarıydı. Partilerin hiçbiri, 'Hukukun üstünlüğü; yasaların sadece yönetilenler için değil, yönetenler için de geçerli olması ve saydamlık' ilkelerinden yana değiller, sadece iktidara ait avantaları ele geçirmekten yanaydılar. Mevcut oligarşik yapıyı kınayan, eleştiren, didikleyen sanatçılar, ozanlar, yazarlar, bilimciler; cezaevlerine tıkılır, ezilir, süründürülür, yok edilir; bazen de öldürülürdü. Çağdaş değişimlere dönük, yerli–yabancı kitaplar ise; yasaklanır, toplanır, mahkemelere verilirdi. Bütün bunların ''vatanı tehlikelerden korumak için yapıldığına'' inandırılırdı kamuoyu. Kimsenin aklına Ankara egemenlerinin, 20. yüzyılı rezalet bir fiyaskoyla ıskalamış olduğunun su yüzüne çıkacağı gelmezdi...

Türkiye'de nelerin değişmesi gerektiği açık seçik görünürken, 21. yüzyılın da ıskalanmasına artık toplum tahammül gösterir mi?

Buna kimsenin tahammülü yok. Türkiye'de nelerin, kimlerin değişmesi gerektiği artık durgun sular kadar berrak...

Yani vazgeçilmez zannedilen pek çok şey değişecek, vazgeçilecek.

 

Evet, öyle değil mi ki! Hayat öğütüyor. Mezarlıklar vazgeçilmez adamlarla dolu. Evrensel kriterlerden ürkmeyenler, 21. yüzyıl Türkiye'sinin de projektörü olacak. Ancak bu değişimin süreci en az on yıl sürer.

MEHMET GUNDEM

YARATAN veya YARATICI: " YOK dan VAR " veyahut  " VAR dan YOK " elde edilebilir mi?

Çözemediğimiz

her soruna

NEDEN illa

TAPACAK

bir cevap ararız?

              

              

 

" X " bilinmeyenli

bir denkleme:

NEDEN yeni bir bilinmeyen

" Y " daha:

EKLEYELiM?

 

Çünkü,YOK:Bir SIFIR,bir HiÇ,yani hiçbir şeydir ve ancak " VAR " olan dan yeni bir şey KEŞF EDEBİLİRİZ. Bu nedenle varoluşa bir YARATICI aramak,en başta yanlıştır." O zaman nasıl VAR OLDUK? ",sorusu da hiçbir seyi ispatlamaz.Kaldı ki buradan hareketle,X sorusuna,bir yeni Y eklemenin mantıksızlığı da APACIK ortada dır.Yani X'i çözmeden, bunun cevabı Y'dir demek:Akıldışıdır, kolaya kaçmaktır.Bu mantıkla insan, kendini kandıramaz." Gördüğü halde KÖR,duyduğu halde SAĞIR " olduğunu NASIL iddia edebilir bir İNSAN..? İşte bu çelişkidir insanı, nevroza - strese - intihara sürükleyen!

Aslında bu süreçle varılan bir TANRI inancı da,en baştan TANRI'yı inkar değilmi dir,zaten...?

CEVAPLAYAMADIĞIMIZ  HER ŞEYE TAPACAK BİR ŞEY İCAT EDERSEK: VAY   HALİMİZE...!

BU NEDENLE: Felsefesizlik En  Sakat  Felsefedir..!  

 

Uygulanamaz eski-yeni ve sözde modern felsefelerin tek amacı vardır:

İnsan zihninin ve insanların aklın gücüne duydukları güvenin tahribi...

Anlaşılmaz ve muğlak oluşları da bundandır.

 

Bu nedenle:"Gerçeği-adaleti-özgürlüğü-insanı-sahip olduğumuz ve olabileceğimiz tüm değerleri" savunmak için; UYGULANABİLİR bir felsefeye sahip olmalıyız.

 

Nasıl ki muazzam bir bilgisayar programcısı olmadan çalışmaz ise; aynen o şekilde, böylesi uygulanabilir ve objektif bir felsefe sahibi olmadan, zihnimizi de çalıştıramayız.

Yani zihnimizin de "doğru bir programcıya" ihtiyacı vardır.

Aksi halde felsefi dolandırıcıların örümcek ağlarına düşmekten korunamayız.

 

Evrenin bilinebilir, insanın akılcı yeteneğinin bu evreni kavramaya yeterli olduğunu inkar eden tüm felsefeler: UYGULANAMAZ ve SUBJEKTİF,yani akıldışıdır.

Bir yandan "dürüstlük" tavsiye ederken;öte yandan "gerçek-olgu-realite " diye bir şeyin olmadığını, herşeyin "tabiat üstü veya üretici güçlerin" elinde olduğunu iddia eden,böylesi felsefeler,nasıl ve nerede uygulanabilir? Özgürlüğü savunurken,insanın özel mülkiyet hakkını inkar eden solcular;kapitalizmi savunurken aklı ve bireysel özgürlükleri hiçe sayan sağcılar; somut bir örnek değil mi?

 

Algıladığımız dünya gerçektir(mevcudiyet mevcuttur); şeyler neyse odur(A=A);

akıl, bilgi edinmenin tek aracıdır ve mantık, aklı kullanmanın yöntemidir.

 

Hakikat realitenin tanınmasıdır. Aynı şey aynı anda aynı açıdan, hem doğru hem yanlış olamaz. Realite objektif olarak algılanabilir. Yani realite yoksa "hakikat-doğruluk-gerçeklik" diye bir şeyde olamaz ve DOĞRU kişisel kaprislerimize göre değişmez. "Bu senin için doğru olabilir, ama benim için doğru değil ..! ( William James )" klişesi; realiteyi inkardan başka ne ifade etmektedir? "Hiç kimse hiç bir şeyden emin olamaz"- " Mantıkla realitenin ilgisi yoktur"- "İspatlayamıyorum ama hissediyorum ...!!!"- "Bu dünyada hiçkimse mükemmel değildir." gibi saçmalıkların tümü uygulamaz ve kötü felsefelerin sonuçlarıdır.

 

Sebepleri bilmeden böylesi sonuçlara takılmak; zihnimizi tahrip den başka bir işe yaramaz.

 

İnsan, evrenin tek rasyonel (akli) varlığıdır. Realite ve insan bilinci, belirli bir kimliğe sahiptir; belirli bir tabiatı ve ihtiyaçları vardır. Realiteyi anlamak ve hayatta kalmak için,insanın en temel aracı AKLIDIR.

Realite tekdir, insan bilincinin de tek bir tabiatı vardır. İnsan, özgür iradeye sahip, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Yani insan, "ilahi tecelli" veya "üretici güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin programladığı, cevhersiz, çaresiz bir robot değildir.

"Karakteri, faaliyetleri, değerleri , mevcudiyetle olan ilişkileri, gayesi ve amaçları konularında, yapmak zorunda kalacağı tercihlerde, kendisine rehberlik edecek değerler hiyeraşisini ve prensiplerini keşfetmek", insan bilincinin gerçek bir ihtiyacıdır.

İnsan bilinci: programcısı olmadan işe yaramayan, muazzam bir bilgisayar gibi, bir mekanizmadır. Bilinçli olmaktan imtina ettiği ölçüde, duygusal bilgisayarını,tesadüfi,etkiler programlar:rasgele,izlenimler,çağrışımlar,taklitler,slogan,klişeler. Sonuç korkunun egemen olduğu bir hayat hissi...

İnsan geçmişsiz veya geleceksiz olarak an be an yaşayamaz;bütünleştirme kapasitesini elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemez ise: insan bilinci de, o anki somutluktan başka hiçbir şeyle uğraşamaz hale getirilerek daraltılamaz. İşte bu mekanizmayı bilgisel bir amaçla kullanmak, iradi bir eylemi gerektirir. Bundan imtina ederse, tesadüfler idareyi ele geçirir: mekanizma şoförsüz bir araba gibi çalışmaya devam eder. Bütünleşmiş kişilik: bilinç ile duygular arasında tam bir uyum olan,sahip olduğu hayat hissi ile bilinçli kanaatleri çakışmış bir insandır. Hayatın anlamı, prensipler, idealler ve değerler; böylesi bir bilinç ile keşfedilir. Hayat hissi, doğru bir felsefenin rehberliğinde duygusal bütünleşmenin kriterlerini de belirler. Duyguları, tamamen ikna olduğu yargılarından kaynaklanır. Zihin başa geçer, duygular takip eder. Bilgilerini bütünleştirmek, bilinçli kanaatler edinmek için çaba göstermeyen insan; KENDİNİ ifade etmekten aciz kalarak, duygularının insafına kalır. Rasgele ve eklektik ve genellikle çelişkili fikirler kolleksiyonundan ibaret, böylesi bir felsefi enkaz, o insanın üzerinde hiçbir ikna gücüne sahip olamaz. Bu enkazın yarattığı duygular, realite karşısında onu genellikle yanıltacak, kendine, sürekli olarak mutsuz olduğu haberini verecektir. Bu enkaz değerlerin elde edilemeyeceğini, mücadelenin nafile olduğunu; korku-suçluluk-ıstırap ve başarısızlığın insanlığın yazılı kaderi olduğunu; bir insan tarafından yapılabilecek hiçbir şey olmadığını ilan eder. Hayata teslimiyetle başlamak, kendi suratına tükürüp mevcudiyeti lanetlemekle başlamak; insanın tabiatında böyle bir hale girmek bir yozlaşma sürecidir. Kimi ilk baskıda teslim olur, kimi kendini satar; kimi enerjisini, algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip, bütün ateşini yitirir. Sonra bunların hepsi kendilerine, olgunlaşmış olmak için zihinlerini terk etmek gerektiğini; güven içinde olmak için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine saygı ve güven erdemini kaybetmek gerektiğini telkin etmekte olan felsefelerin teşkil ettiği, büyük bir bataklıkta kaybolup giderler.

 

RASYONEL BİR İNSANIN AYNADA GÖRMEYİ BEKLEDİĞİ ŞEY BİR SELAMDIR.

 

İrrasyonel bir insanın o aynada görmeyi beklediği şey, haklı görünmektir. Kendine saygı-güven erdeminden yoksun olmakla ihanet ettiği benliği, son çırpınışında, hiç değilse bulunduğu dalaletin, düşkünlüğün haklı görülmesini istemektir.

İnsanla ilgili her özelliğin spesifik bir tabiatı vardır. Dolaysıyla, bilinç de belirli bir tabiata, belirli bir kimliğe sahiptir. İnsanın akli yeteneğinden kaynaklanan irade de belirli bir tabiata sahiptir. Mevcudiyetteki tabii öğelerin kombinasyonlarını yeniden düzenlemek, insanın sahip olduğu tek yaratma gücüdür. İnsan hayalgücü,insanın realitede olduğunu veya olabileceğini bildiği şeyleri zihninde yeniden düzenleme yeteneğidir.

İnsan bilinci kavrama-düşünme alanında ancak bilincin kendisinin-irade yoluyla- başlatabildiği bir davranış gücüne sahiptir. İnsanlar zihni faaliyetlerini başlatma ve sürdürme alanında, bilinçlerinin tabiatının(kimliğinin) belirlediğinden başka türlü davranamazlar.(Hayvanlar bedenlerinin tabiatından başka türlü davranamazlar)

Rasyonel bir insan, amaçlarını-değerlerini-tercihlerini yargılarken:realitedeki olguları standart olarak alır. Çünkü ancak realitede metafiziken verili olan şeyler "neyse odur".Yani bilincin tek kaynağı realitedir. Metafiziken-verili olanla, insan-yapısı şeylerin farkını kavramak, bilincin somut bir ihtiyacıdır. İnsanın bilinci üzerindeki kontrolü, bilincinin tabiatı hakkında, bilgi sahibi olması ile mümkündür. İnsan realiteye başvurmadan, kendi bilinci hakkında hiçbirşey öğrenemez. Evren için "yer çekimi kanunu" ne demekse;"iradi bir bilince sahip olma özelliği" insan için o demektir. Bir insanı "hiçbirşey" düşünmeye zorlayamaz. Zihnini çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümdarlığında olan,sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür. Bu nedenle insanlar yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez. Bu anlamda insan ürünü olan şeyler "neyse o" değildir, yani ne olacağı insan tarafından seçilmiştir. Bu nedenle insan yapısı maddi-manevi hiçbir ürün, tartışmasız asla kabul edilemez. "Metafiziken verili ve insan yapısı şeyleri" birbirine eş tutmak, irrasyonalizmin çok harcıalem bir taktiğidir. İnsana zor, tabiata rüşvet (yağmur duası-kurban vb.) uygulaması, bu taktiğin sonucudur.

İnsanlar,bu,taktikle,"değiştiremeyecekleri şeyler peşinden koşarken; değiştirebilecekleri şeylere" teslim olurlar; "tabiatı özgür, kendilerini kul" görürler.

İnsanın "kendi aklı ile bulmadığı-ispatlayamadığı bir şeyi zımnen de olsa kabullenmesi" kendi tabiatı ile çelişir,böylece kendi tabiatına karşı davranmış olur. Kendisi ispata muhtaç bir "tabiat üstü" varsayımı kabul, yani akıldışı bir şeyi kabul, aklı felç etmekten başka bir şeye yaramaz. Realiteye karşı davranış veya inançtan çıkacak sonuç,ıstırap çekmek ve kendini imhadır. Realiteyi dolaysıyla bilincini inkar eden bir insan; başkalarının" bilincini-anlayışlarını-yargılarını-değerlerini" kabullenmek zorunda kalır;bu durumda insan,kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece ruhunu, bir bilinç paraziti haline getirir. Zihnini terk eden bir insan,bir olgular evreninde değil,bir insanlar evreninde yaşar;olgular değil,insanlar onun realitesidir. Aklı değil,insanlar onun hayatta varkalma aracıdır.İnsanın bedeni-maddesi-ile bilinci arasında hiçbir zıtlık yoktur,insan bu ikisinin bölünmez bütünlüğüdür. Rasyonel insan, eylem adamı olan bir düşünürdür; o arkadan gelecek eylemlerle bağlantısız fikirlerin sahte olduğunu, fikirlerle bağlantısız eylemlerin ise intihar olduğunu bilir.

Kaynak:Rasyonel İnsanın Felsefesi-S.SAKMAN

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar