Print Friendly and PDF

Objektivizm


Vikipedi, özgür ansiklopedi

Objektivizm. 1940'lı yıllardan itibaren ABD sağlık çevrelerinde gelişmeye başlamış bir psiko-terapi yöntemi. İlk olarak psikiyatr Alan Blumenthal tarafından, romancı Ayn Rand'ın kitaplarından alınan ilhamla ortaya atılmıştır. Yöntem temelde, kişinin kendisine üstün yetenekler ve zeka atfetmesine ve böylece mevcut eksikliklerinden doğan olumsuzlukların ortaya koyduğu ruhsal gerginlikten kurtulmasına dayanır. Kişi bu yöntem doğrultusunda, hayatındaki olumsuzlukları, sürekli kişisel telkinlerle başka insanların zeka ve yetenek kusurlarına yükler, ve bu yolla güdülediği özgüvenini sürekli taze tutar.

Yöntem günümüzde eskisi kadar rağbet görmese de kullanılmaya devam etmektedir.

OBJEKTİVİZM   NEDİR?

Objektivizmin kıstası: AKIL ve REALİTEDİR

Objektif Şeyler: İnsanın " duygu-düşünce-hülya ve kişisel çıkarlarından " bağımsız olarak, yani " neyse o olarak " var olan şeylerdir. Fiziksel bilimler, işte bu nedenle " Objektif Kriterleri " temel alır. Bu nedenle felsefe de " Objektif Kriterleri " temel alan bir bilimdir.Bu anlamda OBJEKTİVİZM: Objektif kıstasları temel alan, " DOĞRU'dan yana - YANLIŞ'a karşı TARAF " olan bir felsefedir.

Bireyi temel almayan hiçbir sistem kalıcı, verimli ve doğru olamaz.Kolektivizm ve toplumculuk, subjektif bencilliğin maskesidir. Din-devlet-milliyet-sağ-sol, hangi kılıkta olursa olsun, kolektivizm:Bunlar adına bireyden “çıkarlarından fedakarlık” beklerken, “akıl-emek ve riski” inkar ederek, bireyi sömürmekten öte bir amaç taşımaz. Bireyi itaat etmesi gereken bir kul-köle olarak görür. Haydut-bürokrat-partili yamyamlar işte böylesi sistemlerde ön plandadırlar. Bunlar fırsatları değil, “insanları” eşitlemeye çalışırlar. Amaçları sefaletin kalkması değil, sefaletin felsefesini yaparak, aklımızı felç etmektir. Hiçliği-kulluğu-itaati-kamusal, dinsel v.s fedakarlıkları-zorbalığı öne çıkararak bireyin aklını felç ederek onun tercih haklarını gaspeden böylesi felsefeciklerin tuzağına düşmekten, ancak objektif bir felsefeye sahip olarak korunabiliriz.

Yoksa bu yavuz hırsızlar her zaman ev sahibini bastırırlar.!!!

Mesela “sosyal devlet” edebiyatı ile 30 milyar dolarlık telekomu sattırmayı engelleyip devleti yüzde yüz zarara sokar; bol keseden dağıtıp kamu açıkları oluşturur,yerli-yabancı sermayeyi kaçırtır, böylece devleti borç batağına sokup, yüksek faizle borç alma mecburiyetine sokar, sonrada “rantiyeciler” edebiyatına yatarak, devletin çamura yatmasını yani konsilidosyon yapmasını isterler. Sebeplerin değil sonuçların peşinde koşarak milleti kör kendilerini alim sanan bu aklıevvel budalalar, ne yazık ki egemendirler. Hepsi “devleti kurtarma” edebiyatı ile başa gelip onu yeme peşindedirler. Öyle ya “ya devlet başa, ya kuzgun leşe ..!”...

İNSAN BİLGİSİNİN TEK ARACI “MANTIK” dır.

Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracın MANTIK olduğunu savunur. Mantık, insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan işlemdir. Mevcudiyet duygu,his, dilek, umut ve korkularımızdan, bağımsız olarak vardır.MANTIK insanın hayatta kalmak için en temel aracı, AKILCILIK ise en yüksek erdemidir. Aklını kullanarak gerçekliği algılamak ve ona göre eylemlerde bulunmak insanın en ahlaki zorunluluğudur. Bu anlamda kendine yakışır bir şekilde hayatta kalması için gerekli herşey, insan için etik değer standartıdır.Ne kendisini nede başkalarını feda etmeyen insan, eylemlerinin tercihinde sorumluluk sahibi olduğunun da bilincinde olur. İnsanı tercih hakkı olmayan, “yaradılıştan” suçlu kabul edenlerin kavramsal çelişkisi ,insanı suçluluk duygusu içine hapseder. Tercihlerini ahlaka uygun kullanan insan ise hak etmediği bir suçluluk duygusunu kabullenmez. “Yaratıcı inancı” ile süre giden ahlaksızlık, soygun, jenosit ve savaşların önlenemediği gün gibi aşikardır. Rasyonel delillere rağmen ve rasyonel yollarla ispatlanmayan, yalnızca “iman” yoluyla kabul edilen inançlar bütünü olan “dogmatizm” , MANTIĞIN bastırılmasını ve bireyi kollektif bir bütünün kurbanı olarak gösterir.

Böylesi dogmatik, kollektivist felsefe ve dinlerin bir sefalet imkânsızlık ve umutsuzluk kültüründen başka bir şey yaratamamış olması da gün gibi ortadadır. İnsanın çaresiz, kaderine mahkum bir mahlukat olduğunu öne sürerek onun aklını ve mantığını inkar eden böylesi mistiklere verilecek en güzel cevap: “En yüce değerlerimizin: Mantık, Üretici amaç ve Kendine saygı”olduğunu söylemektir.

Akılcı davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demekdir.

Duygular algılamanın aracı değildirler. Hislerimiz gerçeği anlatmaz, onlar gerçekler hakkındaki tahminlerimize dair izlenimlerdir. Duygular değer yargılarımızın sonucudurlar. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirir. Duygular sebep değil sonuçturlar. Mantığı ile duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabilen insan, bu ikisi arasında bir çatışmaya, ya birini ya ötekini seçmek zorunda kalmaz. Yanıldığında çaba harcar eğer ön kabulleri yanlış ise düzeltir. Mantık-duygu dengesini kuran insanın bilinci mükemmel bir uyum içinde olur. Duygular düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat rehberi duyguları değil aklıdır. Tersi davranış her ahlaksızlığın nedenidir ve bu kendine zulüm, başarısızlık ve yenilgiden başka bir sonuç doğurmaz. Kendisini ve başkalarını mahvetmekten başka bir şeyi de başaramaz. Sağcı-solcu-dinci-milliyetçi tüm bu kollektivist felsefelere karşı OBJEKTİF BİR FELSEFE birey için ekmek-su-oksijen kadar önemlidir.

Bunların insanı kullanılacak bir robot -bir hiç- tercih hakkı olmayan bir varlık- alınteri, göznuru ve alınan risklerin sonucu üretilen değerleri ve zaferleri “tanrısal-kamusal veya toplumsal lütuflarmış” gibi göstermek istemeleri, BİREYİN MUZAFFERLİĞİNE duydukları nefreti dile getiren akıl dışı uydurmalardır. Gelişim, değişim ve devrimlerin lokomatifi olan; çalışkan-üretken ve kahraman bireyleri takdir, bunların lügatinde yoktur, ancak bunları göz boyamak için, bayramdan-bayrama anmaya da mecbur kalırlar.

Felaketi yaratıp, sonrada bunun “tellallığını” yapmak gibi bir aczin içinde olmak, böylesi felsefeciklerin ortak noktasıdır.

Ancak sonuçları ustaca kullanarak, sebeplerin üstünü küllemektede üstlerine yoktur. Başkalarını suçlamak-tesadüflere sığınmak-sol gösterip sağ vurmak- ve daha binbir suratla, işin içinden-ama özünde milletin bilinçsizliğinden- sıyrılmasını becerdiklerini sanırlar. Ama sonuçta uydurdukları masallar ayaklarına dolanır kalır. Ne hitler ne stalin ne de osmanlı var kalmayı beceremedi. İşte gerçek de bu, mızrak çuvala sığmaz ..!

Bitki olduğu yerde SABİT beslenerek, hayvan AVLANARAK, insansa AKLI ile var kalabilir. Akıl dışı yamyamlıklar ile elde edilen ganimetler ise asla kalıcı olamaz .. OBJEKTİVİZM bireyin mutlu, sağlıklı, huzurlu ve üretken olmasını sağlarken; yamyamların provakasyonlarına kapılmamızı da önler .. Suni , yapay bölünmeleri kaldırarak “böl-yönet” tuzağını da bozar ..

Objektivizm, insanın kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzına sahip olmasını sağlamayı amaçlayan bir felsefedir...

objektivizmi ayn rand, 17 şubat 1960'ta Yale Üniversitesi'nde, nisan 1960'ta Brooklyn College'da ve 5 mayıs 1960'ta Columbia Üniversitesi'nde verdiği konferanslarda atlas shrugged isimli eserindeki birkaç pasajı kullanarak bu felsefeye aşina olmayanlara tanıtmaya çalışmıştır. bunlar tabii ki objektivizmi tam olarak anlatmamaktadır ama objektivizme giriş için gayet hoşturlar.

"insan zekası, onun asıl hayatta kalma aracıdır. hayat ona bahşedilmiştir; fakat hayatta kalma verilmemiştir. ona bedeni verilmiştir; fakat bedeninin beslenmesini devam ettirme verilmemiştir. ona aklı verilmiştir; fakat aklının içeriği verilmemiştir. canlı kalmak için insan davranışta bulunmalıdır ve davranışta bulunmadan önce hareketinin özelliğini ve amacını bilmek zorundadır. insan yiyeceği hakkında ve onu nasıl elde edeceği hakkında bilgi sahibi olmadan yiyeceği elde edemez. amacı hakkında ve bu amacı nasıl başaracağı konusunda bilgi sahibi olmadan bir çukur kazamaz -veya siklotron inşa edemez. hayatta kalmak için düşünmek zorundadır."

   "fakat düşünmek tercihe açık bir harekettir. umursamaksızın 'insan tabiatı' olarak adlandırdığımız şeyin anahtarı, birlikte yaşadığınız, ancak adını açıklamaktan dehşete düştüğünüz açık sır, insanın iradeye dayalı bilinçli bir varlık olduğu gerçeğidir. akıl otomatik olarak çalışmaz, düşünme mekanik bir işlem değildir, mantık bağlantıları içgüdüyle yapılmaz. midenizin, akciğerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatikti.; fakat aklınızın fonksiyonu otomatik değildir. hayatınızın herhangi bir anında veya sorununda düşünmeye veya bu işten kaçınmaya özgürsünüz. fakat tabiatınızdan, sizin hayatta kalma aracınızın akıl olduğu gerçeğinden -bu nedenle bir insan olan kendiniz için 'olmak ya da olmamak' sorunusun 'düşünmek ya da düşünmemek' olduğu gerçeğinden kaçmakta özgür değilsiniz."

   "irade bilince sahip bir canlı otomatik bir davranış şekline sahip değildir. insan, hareketlerine yol göstermesi için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar. 'değer' kişinin kazanmak ve korumak istediği şey, 'erdem' ise kişinin onu kazanma ve muhafaza etme hareketidir. değerden, 'kim için ve ne için değer?' sorusuna bir cevap vermesi beklenir. 'değer', bir alternatif karşısında bir standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini varsayar. alternatifler olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz."

   "evrende sadece bir temel alternatif vardır: varolma ya da varolmama. ve bu sadece tek bir sınıf varlıklara, canlı organizmalara hastır. cansız maddenin varlığı şartlara bağlı değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır: hayat özel bir hareket tarzına bağlıdır. madde yok edilemez niteliktedir, şeklini değiştirir; fakat varolmaktan vazgeçemez. sabit bir alternatifle, yani yaşam ve ölümle yüz yüze olan sadece bir canlı organizmadır. yaşam bir kendini devam ettirme işlemidir. eğer bir organizma bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı varolmaktan çıkar. 'değer' kavramını olası yapan sadece yaşam kavramıdır. iyilik veya kötülük sadece canlı bir varlık içindir.

   "yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorundadır. onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleyen değerin standardıdır. fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir; bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur: hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır; kendini yok edecek tarzda davranamaz."

   "bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir; duyuları ona otomatik bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair bir bilgi sunar. bilgisini arttırma veya bilgiyi göz ardı etme yeteneği yoktur. bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder; otomatik güvenlik ile ve tercih etme yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarını göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez."

   "insan hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir. onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alternatifler karşısında iradeye dayalı tercih yoluyla davranması gerekliliğidir. onun için neyin iyi veya neyin kötü olacağı hakkında, hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. bir kendini koruma içgüdüsü gevezeliği mi yapıyoruz? bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. bir arzu bir içgüdü değildir. bir yaşama arzusu size yaşama için gerekli olan bilgiyi vermez. ve insanın yaşama arzusu bile otomatik değildir: sizin sahip olmadığını arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir. insanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle seçmelidir. insan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir -ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir."

   "insana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur -ve doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. insan, tercihiyle insan olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer olarak sürdürmelidir; tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uygulamalıdır."

   "tercih yoluyla kabul edilen bir değerler sistemi bir ahlak sistemidir."

   "şu anda beni duyan kişi, her kim iseniz, sizin içinizde yozlaşmadan kalan, yaşayan kalıntıya, insan kalıntısına, aklınıza sesleniyorum ve diyorum ki: aklın insana has bir ahlakı vardır ve aklın ahlakının değer standardı insanın hayatıdır"

   "iyi, bir canlı varlığın hayatı için uygun olan her şeydir; kötü hayatı yok eden her şeydir."

   "tabiatın gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir hayvanın, yağmacı bir haydudun veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir varlığın yaşamıdır -bu zorbalık ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla bir yaşamdır- çünkü insanın hayatta kalması tek bir şeyin, yani aklın sayesindedir."

   "insanın hayatı ahlak standardıdır, fakat sizin kendi yaşamınız onun amacıdır. eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise, hareketlerini ve değerlerinizi insana has olan bu standarda göre, yerine yenisi konamayan değer -yani hayatınızı- muhafaza etmek, onun için doldurmak ve tadını çıkarmak için seçmelisiniz."

   nejdet kandemir tarafından çevrilen orijinal ismi philosophy: who needs it? olan ihtiyacımız olan felsefe adındaki ayn rand'ın verdiği konferansların derlendiği kitaptan alınmıştır..

İnsan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı. AYN RAND

  " Politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için. "

AYN RAND

10.             ayn rand ’ın amerika'da ve son yıllarda ülkemizde çok tutulan dünya görüşü ve yaşama kavrayışıdır. objektivizmin, insanın birey olarak dünyadaki varlığı üzerine çok etkileyici, ilham verici bir yanı vardır. kendi adıma beni çok etkilemiş ve dünyaya bambaşka bir pencereden bakmamı sağlamış düşünceleri var ayn rand’ın… dünyayı ve kendini anlamaya çalışan her genç için romanlarındaki bakış açısı diyalektik bir olanak olacaktır.

11.                 ayn rand’ın gözünden insana, yapabileceklerine, yaradılışındaki potansiyele bakmak harikadır… buraya kadar iyi... fakat aynı gözle topluma bakmayı denerseniz tam tersi bir sonuç elde edersiniz. ayn rand, toplumsal yaşamda bireysel hak ve özgürlüklerin en iyi korunduğu sistem olarak kapitalizm i merkeze alır ve düşünce sistemi de böylece çuvallamaya başlar. kapitalist ideolojinin de, şiddetle nefret ettiği diğer kolektivist ideolojiler -din merkezli olanlar ve sosyalizm- gibi, nihayetinde insan topluluklarını yönetmeyi kolaylaştırıp, köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadığını görmek istemez. hatta çok sarıldığı kapitalizmin, diğer ideolojiler içinde insanı en fazla insanlıktan çıkaran, maymun eden sistem olduğunu / olacağını görmeyi reddeder.

12.                bencilliği över ama vicdan denen terazinin hassaslığının her insanda farklı olduğunu yoksayıp över. benim hakkım nerde başlayıp nerde bitecektir? buna eğer aklımla terbiye ettiğim “içimdeki ahlak yasası” karar verir diyorsa, o halde kant felsefesine yakın durmaktadır rand. fakat gariptir; ayn rand en çok da kant’ın ahlak felsefesinden nefret eder ve şiddetle itiraz eder!

13.                the fountainhead adlı romanında tüm kolektivist ideolojilerin temsilcisi diyebileceğimiz yan karakter şöyle der:

14.                “gücün ne olduğunu sanıyorsun? kuvvet? silahlar? para? ruhları ele geçirmeden insanları kölelere çeviremezsin. kendi başlarına düşünme, hareket etme yetilerini öldürmelisin. birbirlerine bağlayıp, boyun eğmeyi, birleşmeyi, anlaşmayı, itaat etmeyi öğretmelisin. böylece boyunlarına tasmalarını takabilirsin.”

15.                bu yöntem, sadece kolektivist ideolojilerin yöntemi midir? kapitalist sistemin hem yaratıp hem beslendiği tüketim toplumu insanını nasıl ele alacağız? tanrı korkusundan ya da devlet korkusundan kurtarılıp kendi kendinin, sürekli manipüle edilen, doymak bilmez arzularının eline düşen insan mı özgürdür, kapitalist sistemde?

16.                ayn rand’ı okurken, ailesiyle birlikte rus komünizminin yarattığı acıları bizzat yaşayıp, tek başına amerika’ya kaçmış ve ayakta kalmaya çalışmış bir rus kızı olduğunu unutmamalı. oluşturduğu felsefesinde bireye, özgüvene, akılcı yaşama yaptığı vurgu gerçekten dikkate değer. insanların kendi yaşamlarına sahip çıkmaları konusunda ilham verici… ama hepsi bundan ibaret.

17.                mutlaka okumalı ama mutlaka sorgulamalı ve sonra geçip gitmeli...

18.             ayn rand tarafından ortaya atılmış insanı kendi mutluluk ve ahlak değerlerini oluşturarak gerektiğinde tüm dünyaya karşı kahramanca yaşaması gereken soylu bir varlık olarak gören,üretim başarılarını kişinin en büyük eylemi ve erdemi sayan kollektivizm karşıtı bir felsefe

yazarın fountainhead ve atlas shrugged romanları bu felsefenin kutsal kitabı gibidir

19.             ayn rand'ın öncüsü olduğu felsefe diyebiliriz. ben diyebilmek, insanın değeri vs. faydalı makalere gerek ayn rand'ın sitesinden gerekse türkçe siteden ulaşabilirsiniz. ayn rand kapitalizmin ender felsefi savunucularındır. "başkalarını kendim, kendimi başkaları için kurban etmeyeceğime varoluş aşkım üzerine andiçerim"sitenin* sloganıdır.

Objektivizm ve Ahlak

Temelini gerçeklik olgusundan alan, amacı insanın ve içinde yaşadığımız dünyanın doğasını tanımlamak olan 'dünyada yaşamanın bir felsefesi'dir Objektivizm

Gerçeklik vardır, nesneldir ve bilinçten ayrı birşeydir. Tüm bilgilerimiz güvenilir bir biçimde gözlediğimiz nesne ve olaylara dayandırılabilir. O yüzden objektivist sanatta ve edebiyatta vurgu duygu ve düşüncelerden çok nesneler üzerinde olur.

İnsan,.. en asil eylemi üretkenlikteki başarısı, sahip olduğu tek kesinlik aklı, ve hayatının en ahlaki gayesi kendi mutluluğu olan cesur bir yaratıktır. İnsanın bilgi ve değerleri objektiftir. Vardır. Sahip olunan düşüncelerin ürünü olmayıp, insanların zihinleri tarafından keşfedilmek üzere gerçekliğin doğasınca belirlenirler.

(Bu felsefenin objektivizm olarak adlandırılması varoluşun öncüllüğüne dayanmasından kaynaklanmaktadır. Varoluşçuluk adı daha önce başka birşeye verilmemiş olsa idi belki bu felsefenin adı olabilirdi)

Büyük yaratıcılar, sanatçılar, bilim adamları, mucitler, çağlarının insanlarına karşı hep tek başına durmuşlardır. Yeni çıkan herşeye engel olunmaya çalışılmış, kınanmış, lanetlenmiştir. Ama ödünç almadıkları vizyonlarına sahip çıkanlar yollarına devam etmiş, mücadele etmiş, acı çekmiş, ama sonunda kazanmışlardır.

Mesele yaratılan şeydedir, kullananda, ondan yarar sağlayanda değil. Yaratan kendi gerçeğini herşeyden üstün tutmuştur.

O insanın vizyonu, gücü ve cesareti kendi ruhundan gelmektedir. Bir insanın ruhu kendi benliğidir. Bilinci dediğimiz kimliğidir. Düşünmesi hissetmesi, yargılaması, eyleme geçmesi hep kendi egosunun fonksiyonlarıdır.

Yaratıcılar benliksiz değildirler. Güçlerinin bütün sırrı da budur. O gücün kendine yeterli olması, kendiliğinden motive olup harekete geçmesi kendi kendini yaratması… Bu ilk amaç, bir enerji bir hayat gücü, bir başlatıcı. (Hayatın Kaynağı) Yaratıcılar hiçbir şeye ve hiç kimseye hizmet etmemişlerdir. Kendileri için yaşamışlardır. İnsanlığın şeref tacı olan şeyleri kendileri için yaşamakla başarmışlardır.

Kollektif beyin diye birşey yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma bir ödün verme sürecidir. Bireysel düşüncelerin ortalamasıdır. Bu ikincil eylem niteliğini taşır. Birincil eylem ise mantık süreci – yani herkesin tek başına yapması gereken birşeydir. Yemek tek başına yapılır ama kollektif bir midede öğütülemez. Vucudun ve ruhun işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamaz, devredilemez.

Objektivist estetiğin yürütülüş biçimi

Bu dünyada insan ihtiyacı olarak herşeyi üretmek zorunda kalmıştır. İnsan ya bağımsız çalışmalarıyla yaşamak, ya da başkalarının zihninden beslenen bir asalak olarak yaşamak seçimini yapmak zorundadır.

Yaratıcı başlatır. Asalak ödünç alır.

Yaratıcı doğa karşısında ayakları üzerine dikilir. Asalak aracıyı kullanır.

Yaratıcının derdi doğayı fethetmektir asalağın derdi insanları fethetmektir.

Yaratıcı kendi için yaşar. En önemli amacı kendi içindedir. Asalak elden düşme yaşar. Başkalarına ihtiyacı vardır. Başkaları onun baş amacı haline gelir.

Yaratıcının temel ihtiyacı bağımsızlıktır. Mantık yürüten bir zihin. İnsanlarla olan ilişkiler ikinci plandadır. Elden düşmeci insan ilişkilerini birinci sraya koyar. Kendini feda etmekten, hizmetten sözeder.

Hiç kimse başkaları için yaşayamaz. Vücudunu paylaşamadığı gibi ruhunu da paylaşamaz. Başkaları için yaşamaya kalkan kişi bağımlıdır. Kendisi asalaktır ve hizmet ettiklerini asalak haline geitirir. Bu ilişkiden birlikte yozlaşmak doğar. İnsanlara en büyük sevabın başarmak değil, vermek olduğu öğretilmiştir. Ama yaratma olmadan hiçbir şey verilemez. İnsanlara, ilk görevlerinin başkalarının acılarını dindirmek olduğu öğretilmiştir. Kişi sevapkar olabilmek için başkalarının acılarını ister duruma düşmektedir.

İnsana başkalarıyla aynı düşüncede olmanın sevapkar olduğu öğretilmiştir. Yaratıcı farklı düşünür. İnsanlara akıntı ile birlikte yüzmenin iyi olduğu söylenir oysa yaratıcı akıntıya ters yüzendir. İnsanlara bir arada durmanın sevap olduğu söylenir ama yaratıcı tek başına ayakta durandır. İnsana egonun kötülük olduğu söylenmiştir sevabın ideali benliksizliktır.

İnsanlar iki kutup olarak bencillik ve hayırseverlik sunulmuştur. Bencillk başkalarını kendi uğruma feda etmek olarak tanımlanmıştır. Hayırseverlik ise kendilerini başkalarına feda etmektir denilir. Her iki durumda da insan başkalarına bağlanmıştır. Ya acı çekecektir ya çektirecektir. Ama mutlaka acı… Bir de acı çekmenin zevk alması öğretilince tuzak iyice kapanır.

Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. Yani yaratıcının ve elden düşmecinin kuralı. Bu bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralıysa sağ kalmayı beceremeyecek insanların kuralıdır.

İnsanın ilk görevi kendine karşıdır. Birinci amacını asla başka kimselere bağlamamaktır. Ahlaki sorumululuğu da istediğini yapmaktır yeter ki istediği şey diğer insanlara birinci derecede bağımlı birşey olmasın

Tarih boyunca yaratıcı ve elden düşmeci hep karşı karşıya gelmiştir. Yaratıcı tekerleği icat ettiğinde elden düşmeci karşı gelmiş ve hayrseverliği icat etmiştir. Yaratıcı her türlü güçlüğe karşın yoluna devam etmiştir. Elden düşmeci de sürekli engeller yaratmıştır. Birey kollektife karşı, topluluğa karşıdır.

Bir insanın diğer bir insan için yapabileceği en iyi şey onun üzerinden elini çekmektir.

Ben bugün buraya hayatımın tek bir dakikası üzerinde hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de. Başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemeye geldim. Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakarlık alemi içinde yok oluyor.

 

İnsanların bir tek sorumluluğu var: özgürlüklere saygı göstermek, köle toplumuna katılmamak. Eğer ülkem artık var olmayacaksa yeni gelen düzende çalışmamak ülkeme olan sadakatimdir. Yaratıcıların işkence, inkar çaresizlik, sömürü ile geçirmek zorunda kaldıkları her saata sadakatimdir. Dünyaya gelen, yaşayan, mücadele eden, başaramamış olarak ölen tüm yaratıcılara sadakatimdir.

Size hep asker doğduğunuz ve varlığınızı kolektif varlığa armağan etmeniz gerektiği söylendi. Tüccar ve savaşcı tarih boyunca birbirine taban tabana zıt kimliklerdir. Savaş alanlarında ticaret gelişmez, fabrikalar üretim yapmaz. Yıkıntılar altında kar artmaz. Kapitalizm bir tüccarlar toplumudur ve bu nedenle kapitalizm, ticareti “bencil”, feth etmeyi ise “soylu” gören her silahlı haydut tarafından eleştirilir.

Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem.. yani mantık yürütme süreci… bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.”

Günümüz manevi kriz günü. Evet, sizler kötülüğünüzden ötürü cezalandırılıyorsunuz. Ama bu sefer yargılanan, insan değil, suçu üstlenecek olan da insan yapısı değil. Bu sefer sonu gelen, sizin manevi kodunuz. Manevi kodunuz varabileceği doruğu aştı, yolun sonundaki karanlık çıkmaza vardı. Eğer yaşamayı sürdürmek istiyorsanız, ahlaka geri dönmeniz gerek…. siz ahlakı hiçbir zaman tanımadınız, ama şimdi onu keşfetmek zorundasınız.

“Siz ahlaki kavramları hiç duymadınız, yalnızca mistik, ya da sosyal kavramları dinlediniz. Size ahlakın, keyfi olarak empoze edilen bir davranış kodu olduğu söylendi. Kendinizi üstün bir gücün ya da toplumun kaprisine adamak, Tanrı’nın amacına hizmet etmek, ya da komşunuzun refahına katkıda bulunmak, mezarın ötesindeki ya da bitişik evdeki bir otoriteyi memnun etmek…ama ne olursa olsun, kendi hayatınıza ve kendi zevkinize hizmet etmemek olduğu söylendi. Size kendi zevkinizin ancak ahlaksızlıkta bulunabileceği öğretildi. Çıkarlarınıza hizmet edecek şeyin ancak ahlaksızlıkta bulunabileceği öğretildi. Çıkarlarınıza hizmet edecek şeyin ancak kötülük olduğunu, manevi kodların sizin için değil, size karşı olması gerektiğini ve sizin hayatınızı iyileştirmek için değil, tüketmek için var olduğunu dinlediniz.

Yüzyıllar boyunca ahlak savaşı hep, hayatınızın Tanrı’ya ait olduğunu söyleyenlerle, hayatınızın komşularınıza ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı. Bir kesim size kendinizi cennettteki hayaletler için feda etmenin iyi olduğunu söylerken, diğer kesim de size, kendinizi dünyadaki beceriksizler için feda etmenizin iyi olduğunu söyledi. Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de onu yaşamak olduğunu söylemedi.

Ahlakın sizden öz-çıkarlarınızı ve aklınızı teslim etmenizi beklediği konusunda her iki kesim de görüş birliği içindeydi. Ahlaki olanla pratik olanın birbirinin tersi olduğu, ahlakın mantık alanında olmadığı, inancın ve gücün alanında olduğu yolunda görüş birliği içindeydiler. Rasyonel ahlakınj mümkün olmadığını, mantıkta doğru veya yanlış diye birşey olamayacağını, mantık alanında ahlaklı olmak için bir sebep bulunmadığını, her iki taraf da ileri sürüyordu.

Başka hangi konularda savaşmış olurlarsa olsunlar, tüm ahlakçılarınızın birleştiği nokta, hep insan aklına karşı savaş açmaktı. Tüm planları ve sistemleri hep insan aklını saptırmaya ve çökertmeye yönelikti. Şimdi ya yok olmayı seçeceksiniz, ya da anti akıl kavramının anti-hayat demek olduğunu öğreneceksiniz.

İnsan aklı sağ kalmanın temel aracıdır. İnsana hayat verilmiştir, ama sağ kalma verilmemiştir. Vücudu ona verilmiştir, ama dayanıklılığı verilmemiştir. Aklı ona verilmiştir, ama içeriği verilmemiştir. Hayatta kalmak için o insanın eyleme geçmesi gerekmektedir, eyleme geçmeden önce de, girişeceği eylemin niteliğini ve amacını bilmek zorundadır. Yiyeceğini elde edebilmesi, ancak yiyecek kavramını bilmesiyle, onu elde etmenin yolunu bilmesiyle mümkündür. Bir hendek kazarken de, bir siklotron yaparken de, bunu kendi amacını bilmeden, nasıl yapılacağını bilmeden başaramaz. Sağ kalabilmek için düşünmek zorundadır.

Ama düşünmek de bir seçimdir. Sizin hiç düşünmeden ‘insan tabiatı’ dediğiniz şeyin anahtarı, birlikte yaşadığınız, ama adını koymaktan korktuğunuz o açık sır, insanın isteğe bağlı bilince sahip bir varlık olduğudur. Mantık, otomatik olarak çalışmaz. Düşünmek mekanik bir süreç değildir. Mantığın bağlantıları içgüdülerle kurulamaz. Midenizin, akciğerlerinizin, kalbinizin işleyişi otomatiktir, ama aklınız öyle değildir. Hayatınızın her saatinde ve her konusunda, düşünmekte ya da düşünme çabasından kaçınmakta serbestsiniz. Ama kendi tabiatınızdan kaçıp kurtulmakta serbest değilsiniz, mantığın hayatta kalma aracınız olduğu gerçeğinden kaçınmanız mümkün değildir… İnsan olduğunuza göre sizin için, ‘olmak veya olmamak’ demek, düşünmek veya düşünmemek demektir.

İsteğe bağlı bilince sahip bir varlığın, otomatik bir davranış rotası yoktur. Eylemlerine rehberlik edecek bir değerler koduna ihtiyacı vardır. ‘Değer’ kişinin kazanmak ve muhafaza etmek için uğrunda eyleme geçtiği şeydir; ‘iyi eylem’ ise, kişinin onu kazanmak ve muhafaza etmek için attığı adımlardır. ‘Değer’ bir soruya verilecek cevabı varsaymak zorundadır: ‘kimin için değer ve ne amaçla değer ?’ ‘Değer’ ayrıca bir standardı da varsayar. O da bir amaçtır, bir alternatif karşısında eyleme geçme ihtiyacıdır. Alternatifin olmadığı yerde, hiçbir değer söz konusu olamaz.

Evrende bir tek temel alternatif vardır: var olmak veya olmamak… bu da bir tek tür kimliği ilgilendirir; canlı organizmaları. Cansız maddelerin varlığı koşulsuzdur, hayatın varlığı öyle değildir. Belli bir eylem rotasına bağlıdır. Madde yok edilemez, biçim değiştirebilir, ama varlığı ortadan kaldırılamaz. Sürekli bir alternatifle, ölüm kalım alternatifiyle karşı karşıya olan yalnızca canlı organizmadır. Hayay, kendi varlığınmı sürdürme yolunda, kendinin başlattığı bir süreçtir. Bir organizma bu süreçte başarısız olursa ölür. Kimyasal bileşenleri kalır ama hayatı yok olur. ‘Değer’ kavramını mümkün kılan yalnızca ‘Hayat’ kavramıdır. Her şey ancak canlı bir varlık için iyi ya da kötü olabilir.

Bir bitki, yaşayabilmek için kendini beslemek zorundadır; tabiatı onu, güneş ışığını, suyu, ihtiyaç duyduğu kimyasal maddeleri bulmaya yönlendirir; hayatı, eylemlerini yönlendiren değer standardıdır. Ama bitki, eylemleri konusunda bir seçim hakkına sahip değildir. Karşılaştığı koşullar açısından alternatifler vardır, ama işlevleri konusunda hiçbir alternatif yoktur: hayatını sürdürmek için otomatik olarak hareket eder, kendini yok etmeye yönelemez.

 

Hayvan, hayatını sürdürme teçhizatına sahiptir. Duyuları ona otomatik bir eylem kodu verir, neyin iyi, neyin kötü olduğunu da otomatik olarak bilir. Bu bilgiyi çoğaltma ya da bu bilgiden kaçma imkanı yoktur. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarla karşılaşırsa ölür. Ama yaşadığı süre boyunca, bilgisine dayanarak, otomatik güvenliğe sahip olarak, seçim hakkı olmaksızın hareket eder, kendi çıkarlarını görmezden gelmeye hakkı yoktur, kötülüğü seçip de, kendini yok etmeye karar veremez.

 

İnsanın otomatik bir sağ kalma kodu yoktur. Tüm diğer canlı türlerinden farkı, alternatifler karşısında isteğe bağlı seçimleriyle hareket edebilmesidir. Kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda otomatik bilgilere sahip değildir. Hayatının hangi değerlere bağlı olduğunu, ne gibi eylemler gerektirdiğini bilmez. Şu anda sağ kalma içgüdüleri hakkında birşeyler mi mırıldanıyorsnuz? Sağ kalma içgüdüsü, tam da insanın sahip olmadığışeydir. ‘İçgüdü’ yanılıgısız otomatik bir bilme biçimidir. Bir arzu içgüdü değildir. Yaşamayı istemek, size yaşamak için gerekli bilgileri getiremez. İnsanın yaşama isteği bile otomatik bir şey değildir: bugün sizdeki gizli kötülük o arzuya sahip olmayışınızdır. Ölümden korkmanız yaşamı sevmek demek değildir, size sağ kalmak için grekli olan bilgileri kazandıramaz. İnsanın bilgiyi edinmesi ve eylemlerini seçmesi ancak düşünme süreciyle mümkündür, bunu da doğa ona zorla yaptırmaz. İnsan kendi kendinin yok edicisi olma gücüne sahiptir. .. tarihin en büyük bölümü boyunca da böyle hareket etmiştir.

 

Kendi sağ kalma yollarını kötü olarak kabul eden bir canlı varlık, sağ kalamaz. Kendi köklerinde dolaşıklık yaratmaya kalkan bir bitki, kendi kanatlarını kırmaya çalışan bir kuş, karşılaştığı ortamlarda uzun süre dayanamaz. Ama insanlık tarihi, insanın kendi aklını inkar etmesinin ve onu yok etmeye çalışmasının sürekli mücadelesi olarak tezahür etmiştir.

 

İnsana mantıklı hayvan denmiştir, ama mantık bir seçim meselesidir. Tabiatının insana sunduğu alternatif de, ya rasyonel bir varlık, ya da intihar eden bir hayvan olmaktır. İnsn kendi seçimiyle insan olmak zorundadır. Hayatına kendi seçimiyle değer vermek zorundadır. Onu devam ettirmeyi, kendi seçimi olarak öğrenmek zorundadır. Kendine gerekli olanm değerleri kendi seçimi olarak keşfetmek, iyi eylemleri kendi seçimi olarak uygulamak zorundadır.

Seçerek kabul edilmiş bir değerler kodu, ahlak kodudur.

 

Şu anda beni dinleyenler, kim olursanız olun, içinizde bozulmadan kalmış canlı varlığa, insanlık kalıntısına, aklınıza sesleniyorum… ve diyorum ki: Mantığın bir ahlakı vardır, insana uygun bir ahlak vardır, ve İnsanın Hayatı, kendi değerler standardıdır.

Rasyonel bir varlığın hayatına uygun herşey iyidir; onu yok edecek herşey kötüdür.

 

İnsan tabiatının gerektirdiği hayat, akılsız bir hayvanın hayatı olmadığı gibi, yağmacı bir serserinin, mırıldanıp duran bir mistiğin hayatı da değildir. Düşünen bir valığın hayatıdır. Güç kullanmakla ya da sahtekarlıkla yaşanan hayat değil, başarılarla yaşanan hayattır; ‘ne bahasına olursa olsun hayat’ değildir, çünkü insanın sağ kalmasının bedelini ödeyebilmesi için tek şey vardır, o da mantıktır.

 

İnsanın hayatı, ahlakın standardıdır, ama kendi hayatınız bunun amacıdır. Eğer hedefiniz dünyada var olmaksa, eylemlerinizi ve değerlerinizi, insana uygun standartlara göre seçmeniz gerekir, hayatınız olan o tek varlığı sürdürme, doyuma erdirme, zevkini çıkarma değerlerine uygun olarak bir seçim yapmanız gerekir.

“Hayat belli bir eylem rotasını gerektirdiğine göre, onun dışındaki tüm rotalar hayatı yok edecektir. Kendi hayatını eylemlerinin amacı ve hedefi olarak kabul etmeyen bir varlık, ölüm amacına ve hedefine yönelik eylemleri seçmiş demektir. Böyle bir varlık, metafizik bir canavardır, kendi varoluşuna başkaldırmak, onu inkar etmek, onunla çelişkiye düşmek peşindedir. Yok olma yolunda körü körüne koşturmaktadır, acıdan başka bir nasibi olamaz.

Mutluluk başarılı bir hayat durumudur, acı ise ölümün unsurudur. Mutluluk, insanın değerlerine ulaşmasından kaynaklanan bilinç durumudur. Eğer bir ahlak öğretisi size, mutluluğunuzu reddederek mutluluğa varmanızı ve değerlerinizin başarısızlığına değer vermenizi söylüyorsa, o öğreti ahlakın küstahça inkar edilmesinden başka birşey değildir. Bir doktrin size ideal olarak, kurbanlık hayvan olmayı, başkalarının sunağında kesilerek can vermeyi öneriyorsa, size standart olarak ölümü sunuyor demektir. Gerçekliğin ve hayatın yapısı gereği, her insan kendi başına bir amaçtır, kendi hatırı için vardır, en yüksek ahlaki amacı da kendi mutluluğudur. .

 

Ama hayat da, mutluluk da mantıksız kaprislerle elde edilemez. İnsan her rastgele durumda sağ kalmaya çalışmakta özgürdür ama, tabiatının gerektirdiği biçimde yaşamadığı zaman, ölmek zorundadır. Yani mutluluğunu her türlü akılsız sahtekarlıkta arama özgürlüğü vardır, ama o yolda bulabileceği yalnızca işkence ve hınç olur; bunun tek çaresi mutluluğunu insana uygun yollarda aramaktır. Ahlakın amacı size, acı çekip ölmeyi değil, zevk almayı ve yaşamayı öğretmektir.

 

Devlet destekli sınıflarda ders veren, başkalarının aklının kazancıyla yaşayan, insanın ahlaka, değerlere ve davranış koduna ihtiyacı olmadığını söyleyip duran o parazitleri bir kenara itin.

 

Bilimadamı pozuna girip insanın yalnızca bir hayvan olduğunu söyleyene, en alttaki böceklerin düzeyine layık gördükleri varoluşun kanunlarına kanmayın. Her canlı varlığın, kendi tabiatından gelen bir sağ kalma biçimine gereksinimi olduğunu onlar biliyorlar. Balığın suyun dışında yaşayabileceğini, köpeğin koku olmadan sağ kalabileceğini iddia etmiyorlar. Ama varlıkların en karmaşığı olan insana gelince, onun her koşulda var olabileceğini, kimliği, tabiatı olmadığını, sağ kalma yetenekleri yok edilse bile, aklı esir alınıp onlardan gelecek her emri uygulamaya ayarlansa bile, yine de yaşayamaması için hiçbir neden olmadığını iddia ediyorlar.

İnsanlığın dostuymuş havasına giren, insan için en büyük sevabın, kendi hayatını değersiz saymak olduğunu vaaz edip duran o nefret dolu mistikleri de bir kenara itin. Size ahlak gereği insanın sağ kalma içgüdüsünü frenlemesi gerektiğini mi söylüyorlar? İnsanın bir ahlak koduna ihtiyacı olması zaten sağ kalma amacına yöneliktir. Ahlaklı olmak isteyen insan, yaşamak isteyen insandır.

 

Hayır, yaşamak zorunda değilsiniz. O sizin temel seçim hakkınızıdır. Ama eğer yaşamayı seçiyorsanız, insan gibi yaşamanız gerekir. … yani aklınızın çalışmaları ve yargılarıyla..

 

Hayır, insan gibi yaşamak zorunda da değilsiniz.. O da bir ahlaki seçim eylemidir. Ama başka birşey olarak yaşayamazsınız. .. bunun tek alternatifi, şu anda kendi içinizde ve çevrenizde gördükleriniz gibi, yaşayan bir ölü olarak, varoluşa layık olmayan bir şekilde devam etmek, artık insan olmamak, hayvandan da aşağı olmak, acıdan başka birşeyi bilmeyen, kalan yıllarını düşünmeksizin bir öz-yıkım eğiliminin acıları içinde sürüklenerek geçiren bir şey haline gelmektir.

 

Hayır, düşünmek zorunda değilsiniz; o da sizin ahlaki seçiminizdir. Ama sizi sağ tutmak için birileri düşünmüştür. Burada ödememe durumuna düşerseniz, varoluşa karşı borçlu duruma düşmüş olursunuz, aradaki açığı bir başka ahlaklı insana yüklemiş olursunuz, sizin kötülüğünüzle yaşayabilmeniz için, onun kendi iyiliğini feda etmesini beklemek zorunda olursunuz.

 

Varoluş vardır… bu gerçeği anlamak, bizi buna bağlı iki aksiyomla karşı karşıya getirir: İnsanın algıladığı şey, var demektir, bu bir ve kişi ancak bir bilince sahip olarak var olur, çünkü bilinç, var olanı algılayabilme gücüdür. Bu da iki.

“Eğer hiçbir şey var değilse, bilinç de olamaz: bilinçlendirecek hiçbir şeyi olmayan bir bilinç içten çelişkili bir kavramdır. Kendinden başka hiçbir şeyin bilincinde olmayan bir bilinç de içten çelişkili bir kavramdır: Kendini bir bilinç olarak kimliklendirmeden önce, bir şeylerin bilincinde olması şarttır. Eğer algılıyorum dediğiniz şey var değilse, sizin sahip olduğunuz o şey de bilinç değildir.

 

“Bilginizin derecesi ne olursa olsun, bu ikisi… yani varoluşla bilinçlilik, kurtulamayacağınız aksiyomlardır. Bu ikisi giriştiğiniz her eylemde, bilginizin herhangi bir bölümünde ve hepsinin toplamında, vazgeçilmeyecek birinciliklerdir; bu hayatınızın başlangıcında ilk gördüğünüz ışık hüzmesinden, hayatınızın en sonunda elde edebildiğiniz en geniş bilgi birikimine kadar, hep böyledir. İster bir çakıl taşının biçimini biliyor olun, ister güneş sisteminin yapısını, aksiyomlar hep aynidir. O vardır… ve siz onu biliyorsunuzdur.

 

Var olmak bir şey olmaktır, hiçlikten, var olmamaktan farklıdır, belirli özelliklerden oluşan belirli bir kimlik olmaktır. Siz o değilseniz hiçsiniz.

 

Bencilliğin fazileti - Objektivist ahlak - 1

 

Dünya yüzeyindeki en yüksek yaşam türü olan insan, bilgi elde etmek için sınırsız bir bilinç kapasitesine sahip olmakla birlikte, bilinçli kalma, bilincini devam ettirme konusunda hiç bir garantiye sahip olmadan doğan tek canlı türüdür.   ,

 

Engin Enüstün   NTV-MSNBC

 

 

6 Ocak—  Bu Satırların Yazarı (BSY) Objektivizm konusuna bu kadar detaylı yer ayrılmasının gerekçelerini sorabilecek okuyucularına önceden şunu söylemek istiyor: Ahlakı ve yaşamın amacını oluşturan değerlerin fiziksel ve metafiziksel (fizik ötesine ait anlamında) kökenleri ve gerekçelerini, BSY ilk kez Ayn Rand’da gördü.

Muhakkak üç aşağı beş yukarı bu konulara değinmiş diğer filozoflar da vardır, ancak BSY bütünlüklü bir yaklaşımı ilk Ayn Rand’da buldu ve bu yazı dizisinde yer alan görüşlerin çoğu onun “The Virtue of Selfishness” kitabından alıntılardan oluşuyor.

       Bu kadar detaya girilmesinin gerekçesi ise Objektivizm akımının bütün yönleri ile aktarılmasının temelinin sağlam oluşturulması. Çünkü bundan sonraki bütün görüş ve tartışmalar bu temelin üzerine inşa edilecek.

  

    AYN RAND VE OBJEKTİVİZM

       BSY geçen hafta belirttiği gibi Ayn Rand’ın Objektivizm felsefesi ile ilgili Türkçe çeviriler bulamadığı için bazı kavramların karşılıklarını bulmakta veya bu kavramları Türkçe söylemekte zorlanıyor. Bu sebeple Türkçe kavram karşılıklarında bir yanlışlığa yol açmamak için İngilizce kökenleri ile birlikte kullanıyor. (Örneğin “reason” yerine akıl, “mind” yerine zeka kelimesini kullanıyor, “morality” ve “ethics” kavramları arasındaki farkı nasıl gösterebileceğini sezemiyor. Ancak sizlerden gelecek düzeltme ve doğru çeviriler konusunda yardımlarınızı da kabul edeceğini belirtmek istiyor.)

       Çevirisinin serbestliği konusunda ise yıllar önce duyduğu bir özlü söze sığınıyor “çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı ise güzel olmaz” ve hemen güzel ve sadık bayan okuyucularından özür diliyor.

       BSY’nin arkadaşlarından birinin “madem, kendi kendine, bu konuyu Türk düşünce hayatında tartışmaya açma gibi misyon edindin, o zaman bunun karşısındaki görüşleri de inceleme ve onlara da yer verme görevini yerine getirmen gerekir” dediğinde verdiği yanıt şu: “O kadar vaktim yok.”

        Bu karar, o görüşlerin yanlışlığı ve onları incelemenin gereksizliği konusunda oluşturduğu bir önyargının sonucu değil. Daha doğru olarak gördüğü bu felsefi akımın bütün yönlerine hak ettiği zamanı ayıramadığına dair bir vicdan azabı varken, hayatın diğer alanlarından çaldığı vakti, karşı görüşlere ayırma konusunda biraz (değil epeyce) cimri davranmasından kaynaklanıyor.

        Ama bunun yanında BSY, okuyuculardan gelecek karşı görüşleri de bu sütunda paylaşmaya hazır olduğunu belirtmek istiyor.

  

    EKONOMİYLE NE İLGİSİ VAR?

       “Bütün bu yazılanların ekonomi ile ne ilgisi var?” diye soranlara da BSY’nin cevabı “gündelik veya yüzyıllık ekonomik dertleri ve çözüm yollarını diğer arkadaşlar nasıl olsa irdeliyor ve nasıl oluyorsa hepsi ile hemfikirim, izin verirseniz ben de başka alanlarda yazı yazayım” şeklinde…Ama nihai tahlilde bütün bu yazıların da ekonomiye bağlanacağı kesin, çünkü ekonomi yaşamımızı etkiliyor, ve yaşam ancak doğru tahlil edildiğinde bir anlam kazanıyor.

       Şimdi buyrun Objektivizm’de birinci ders olarak verilen (Objectivism 101) Objektivist Ahlak konusuna:

  

    AHLAK BİLİMİ

       Ahlak bilimi veya ahlak sistemi nedir? İnsanın hayatının amacı ve yönünü belirleyen seçim ve eylemlerine kılavuzluk eden değerlerin bütünüdür. Ahlak, bir bilim olarak bu değerler bütünün bulunması ve tanımlanması ile uğraşır.

       Bu ahlak sisteminin tanımladığı, yargıladığı ve kabul veya reddettiği bir girişimi yanıtlayabilmek için sorulması gereken ilk soru şudur: Neden insanın böyle bir değerler bütününe gereksinimi var? (Yani sorulması gereken ilk soru “İnsan hangi değerler bütününü kabul etmeli?” değil.İnsanın bu değerlere gereksinimi var mı - ve niye?)

       “Değer”, “iyi ve kötü” kavramları insan tarafından uydurulmuş, gereksiz ve gerçek olaylar tarafından yaratılmamış ve desteklenmeyen kavramlar mı yoksa metafizik bir gerçek üzerine, insan varlığının değiştirilemez durumu üzerine mi kurulmuştur?

        Bu kavramlar sadece geleneklerden oluşan ve insan eylemine rehberlik eden bir ilkeler bütünü mü yoksa bunu şart koşan bir gerçeklik var mı?

       Ahlak, arzu, kapris, kişisel duygu, sosyal bildiri ve mistik ilhamların sığınacağı bir alan mı yoksa objektif bir zorunluluk mu?

       Hiçbir filozof insanın neden bir değerler bütününe gereksinim duyduğuna dair akla yatkın, nesnel olarak kanıtlanması olanaklı, bilimsel bir yanıt verememiştir.Bu soru cevaplanmadğı sürece de akla uygun, bilimsel ve nesnel bir ahlak sistemi bulunamaz ve tanımlanamaz. Aristo, ahlakı tam bir bilim olarak saymamış, ahlak sistemini kendi zamanındaki asil ve bilgili insanların yaptıkları seçimler konusundaki gözlemleri üzerine kurmuştur. Bu insanların bu seçimleri niye yaptıklarını ve bu insanları neye göre asil ve bilgili insan olarak seçtiği sorularını ise yanıtsız bırakmıştır.

       Çoğu filozof ahlak sisteminin varlığını sorgulamadan, olduğu gibi, tarihi bir gerçek olarak kabul etmiş ve bunun metafizik nedeni veya nesnel geçerliliği ile ilgilenmemiştir. Birçoğu, ahlak sistemindeki geleneksel mistik tekeli kırmaya çalışarak sözde akla uygun, bilimsel ve din dışı bir tanım yapmaya çalışmışlardır. Ancak bu girişimleri, sistemi, toplumsal temellere indirmekten ibaret kalmış ve bütün yapılan Tanrı’nın yerine toplumu geçirmek olmuştur.

  

    AHLAKIN KAYNAĞI

       Mistik’ler, iyinin tanımı ve ahlak sistemlerinin geçerliliği için keyfî ve anlaşılmaz “Tanrı’nın isteği”kavramını kullanırken, yeni mistik’ler “toplumun iyiliği” lafını kullanarak tanımı “iyinin standardı, toplum için iyi olandır” olarak değiştirmişlerdir. Bu da, toplumun, her türlü ahlak prensibinin üzerinde olması anlamına gelir. Ahlakın kaynağı, standardı ve ölçütü toplum olduğu için “iyi” toplumun istediği, onun yararı ve zevkine uygun olan herşeydir. Bu durumda “toplum” istediği herşeyi yapabilir, çünkü onun yaptığı herşey iyidir, çünkü yapılmasını o istemiştir. Ve “toplum” diye bir varlık olmadığı, bir grup insanın bir araya gelmesinden oluştuğu için bu “toplum” aslında “bir grup insan” (çoğunluk veya kendilerine sözcü adını veren bir grup) anlamına gelmektedir.

       Bu “bir grup insan” ahlaki olarak kendi arzuları peşinde koşarken, “diğer” insanlar, ahlaki olarak bütün hayatlarını bu grubun arzularını yerine getirmek üzere harcamakla yükümlüdürler.

  

    REHBER NE OLACAK?

       Bu hiç de akla uygun (rasyonel) olmadığı için felsefecilerin bir çoğu, ahlakın akıl gücünün dışında olduğunu, ahlakın rasyonel bir tanımının yapılamayacağını, ve ahlak sisteminde insanın kendi değerleri, eylemleri, uğraşıları ve yaşam amacında insanın, akıl dışında bir rehbere gereksinim duyduğunu belirtmektedirler. Ama bu rehber ne olacaktır? İnanç-içgüdü-sezgi-ilham-vahiy-duygu-tad-dürtü-istek-arzu?

       Bugün, geçmişte olduğu gibi, felsefeciler ahlakın nihai standardının arzu olduğu konusunda birleşiyorlar ve savaş bu arzunun kimin arzusu olduğu konusunda veriliyor. Kişinin kendisinin mi, diktatörün mü, Tanrı’nın mı?

        Başka hangi alanlarda görüş ayrılığına varırlarsa varsınlar günümüz ahlakçıları, ahlakın öznel bir kavram olduğu ve 3 şeyin bu alanın dışında tutulduğu konusunda hemfikirler: Akıl-zeka ve gerçeklik.

  

    NEDEN GEREKSİNİM DUYARIZ?

       Herhangi bir öğretinin temel önermelerine karşı çıkmanın birincil yolu başından başlamaktır. Ahlak sisteminde sorulması gereken birinci soru şudur: Değer nedir ve insanlar niye buna gereksinim duyar?

       Değer, insanın kazanmak veya elinde tutmak için uğraş verdiği şeydir. Ancak esas olan “değer” kavramının kendisi değil, kim için ve ne için değerli olduğudur. Bu değerin elde edilmesinden önce farzedilmesi gereken şey, bu değere ulaşmaya yetkin bir varlık ve bu değerin bir başka alternatife tercih edilmiş olması gerekliliğidir. Bir alternatif yoksa, bir hedef veya değerin varlğı olanaklı değildir.

       Evrende sadece bir temel alternatif vardır-varlık ve yokluk (varoluş ve varolmayış) ve bu sadece bir sınıf varlığa özgüdür.Cansız bir maddenin varolması herhangi bir şart gerektirmez ancak yaşamın varoluşunun belli şartları vardır. Madde yok edilemez, formunu değiştirebilir ancak varolmaktan vazgeçemez. Sadece canlı organizmalar sürekli bir alternatifle karşı karşıyadır: yaşam ve ölüm. Hayat, kendi kendini geçindiren ve kendi kendini doğuran bir eylemler sürecidir. Ve bu eylemi sürdüremeyen organizma ölür; kimyasal unsurları kalır ancak hayatı sona erer. Değer kavramını olanaklı kılan tek kavram yaşamdır.

       Sadece canlı varlıkların hedef ve amaçları olabilir. Fiziksel anlamda, en basit formdan en karmaşığına kadar (tek hücreli bir terliksi hayvanın beslenme fonksiyonundan, insan vücudundaki kan dolaşımına kadar), bütün yaşam formlarının eylemlerinin tek bir amacı vardır: Organizmanın yaşamının sürekliliğinin sağlanması.

       Bir organizmanın yaşamı iki etmene bağlıdır: Dış dünyadan karşılayacağı gereksinim duyduğu madde veya yakıt ve bu yakıtı doğru olarak kullanabilecek vücut mekanizması. Bu bağlamda doğruyu belirleyen standart nedir? Bu standart organizmanın yaşamıdır veya organizmanın yaşamını devam ettirmesini sağlayacak gereksinim ne ise o.

       Bu konuda organizmaya herhangi bir seçenek bırakılmamaktadır: Terliksi hayvanın protoplazması dış ortamdan yiyecek emmeyi bırakırsa veya insan kalbi kan pompalamayı bırakırsa, organizma ölür. Bu eylemlerin hedefi, her an bu nihai (en yüksek) değerin elde edilmesi, yani organizmanın yaşamaya devam etmesi, hayatta kalmasıdır.

  

    NİHAİ HEDEF VE AMAÇ

       Nihai değer, işte bu nihai hedef veya amaçtır. Ve bütün diğer hedef ve amaçların değerlendirilebilmesi için bir standart oluşturur.Organizmanın yaşamı, değerin standardını oluşturur, ve yaşamını sürdürmesine yarayan şey iyi, yaşamını tehdit eden şey kötüdür.

       Nihai bir hedef veya amaç olmadan, başka hedef veya amaçlar olamaz.Sadece nihai bir hedef ve amacın kendisi değerlerin varlığını mümkün kılar. Metafizik açıdan yaşam aynı zamanda kendisi bir amaç olan tek fenomendir. “Yaşam”dan ayrı bir “değer”den bahsetmek kavramların tezatlığından daha kötü bir şeydir. Çünkü yaşam olmadan değer olmaz ve değer kavramını mümkün kılan tek şey yaşam kavramıdır.

       İnsan değer kavramını nasıl keşfeder? İyi veya kötü kavramının en basit şekli ile ne zaman karşılaşır? Fiziksel zevk ve acı hislerinin yardımı ile... Hisler, insan bilincinin idrâkinin gelişimdeki ilk adımlar olması sebebi ile “değerlendirme”nin ilk adımlarını oluşturur.

       Zevk/acı hislerini algılayabilme kapasitesi insan vücudunda doğuştan olduğu için, doğasının bir parçasıdır. Bu konuda seçme hakkı yoktur. Fiziksel anlamda zevk/acıyı hissedeceği standardı belirleyen şey konusunda bir seçme hakkı yoktur. Bu standart ise yaşamının kendisidir.

  

    BİLİNÇ YAŞAMI SÜRDÜRMENİN TEMEL ARACI

       Kendisinde bilinç yeteneğinde sahip bütün canlı organizmaların ve bu arada tabii ki insanın da, sahip olduğu zevk/acı mekanizması, organizmanın yaşamında kendiliğinden bir koruyucu rol üstlenir.

        Fiziksel zevk hissi organizmanın doğru eylemde olduğuna dair bir sinyal, fiziksel acı ise bir tehlike uyarısı yani organizmanın yanlış bir eylem peşinde olduğunu ve bunu düzeltmek için önlemler alınması gerektiğini göstermektedir. Bu konuda verilebilecek en iyi örnek fiziksel acı hissini yaşama kapasitesine sahip olmadan doğan bebekler gösterilebilir (Tıp biliminde muhakkak bunların bir adı vardır ama BSY bu tanımı bilmediği için okuyucularından özür diliyor). Bu tip çocuklar çok uzun süre yaşayamazlar, kendi canlarının yandığını gösterecek araçlardan yoksun oldukları, herhangi bir uyarı sinyali olmadığı için ufak bir kesik ölümcül enfeksiyona dönüşebilir ve çok ölümcül bir hastalık, tedavi için çok geç kalınmış aşamaya gelinene kadar farkedilemez.

       Bilinç-buna sahip organizmalar için- yaşamı sürdürmenin temel aracıdır.

  

    BİTKİLER HAYATTA KALABİLİR

       Bitkiler gibi daha basit organizmalar, otomatik fiziksel fonksiyonları aracılığı ile hayatta kalabilirler. Daha üst düzeydeki organizmalar ise, hayvan ve insan gibi, bunu başaramaz çünkü istekleri daha karmaşık ve eylem alanlarının kapsamı daha geniştir. Vücutlarındaki otomatik fonksiyonlar dışarıdan gelen yakıtın doğru kullanılması konusunda yardımcı olabilir ama o yakıtı organizmanın kendisi arayıp bulmak zorundadır.

        Bu yakıtı bulabilmek için daha üst düzeydeki organizmaların bilinç yetisine ihtiyacı vardır. Bitki ihticaı olan besini büyüdüğü topraktan alabilir.Hayvan bu besin için avlanmalı. İnsan ise bu besini üretmelidir.

       Üst düzey organizmaların hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu ve yapması gereken eylemlerin çeşitliliği, bilincinin yüksekliği ile doğru orantılıdır.Düşük bilinçli organizmalar hisleri ile eylemlerini yönlendirebilir ve ihtiyaçlarını karşılayabilir.

  

    HAYVANLARIN SEÇİM ŞANSI YOK

       Hayvanların eylemlerini yönlendirmek için değer standardı için bir seçim şansı yoktur, otomatik değerler bütününü hayvanın hisleri sağlar, kendisi için neyin iyi veya kötü olduğunu ve yaşamını neyin tehdit edip etmediğini kendiliğinden hisseder. Ancak bu otomatik bilgiyi genişletme, artırma olanağı yoktur. Bu bilgisinin yeterli olmadığı durumlarda ne yapacağına karar veremez- üzerine gelen tren karşısında ne yapacağını bilemeyip sabit duran tren yolundaki hayvanın durumu buna iyi bir örnektir.

        Ama yaşadığı müddetçe, sahip olduğu bilgi ile hareket eder, seçim şansı yoktur. Bilincini askıya alamaz, farkına varmamazlık yapamaz, algıladığı şeyleri görmezden gelemez, kendi iyiliğine aykırı hareket edemez, kötüyü seçme konusunda karar veremez ve kendi kendini tahrip edemez. (Yunuslar, insan bilincine en yakın hayvan cinsi olarak intiharları ile bu gruptan biraz ayrılıyor ancak tanım hayvanlar aleminin bütünü için yine de geçerli.)

  

    İNSANIN OTOMATİK KURALLARI YOK

       İnsanın ise yaşamını sürdürebilmesi için otomatik kuralları yok. Otomatik eylemleri, otomatik değerler bütünü yok. Hisleri ona neyin iyi neyin kötü olduğunu, nelerin hayatını tehlikeye soktuğunu veya kolaylaştırdığını söyleyemez. Bu sorulara cevap vermesi gereken kendi bilincidir, ancak bilinci de otomatik olarak çalışmaz.

       Dünya yüzeyindeki en yüksek yaşam türü olan insan, bilgi elde etmek için sınırsız bir bilinç kapasitesine sahip olmakla birlikte, bilinçli kalma, bilincini devam ettirme konusunda hiç bir garantiye sahip olmadan doğan tek canlı türüdür. İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özellik ise bu bilincininin iradi, isteğe bağlı olduğu gerçeğidir.

        Sevgi, saygı, herşeye, hatta kuşların heykellere ettiğine bile çare bulabilmiş bir Türkiye.

       (devam edecek)

 

 

 

 

 

İnsanların mukaddes mabetlerinin kutsal

eşiğinden içeri,onlara rağmen adım atmayın...!

 

Ben varım. Var olacağım. Ellerim... Ruhum...Bu gök benim...Benim ormanım...Benim dünyam...Bu benim vücudum ve ruhum;aradığım herşey Ben'de...Ben, var olmanın, yaşayan, yürüyen, hisseden canlı bir ispatıyım.

 

Gören benim gözlerim ve benim gözlerimin bakışı bütün dünyayı güzelliğe boğuyor. Duyan benim kulaklarım ve benim kulaklarımla duyabilmek, dünyadaki bütün sesleri tatlı namelerle süslüyor. Düşünen benim aklım ve gerçekler benim düşüncelerimle aydınlanıyor. Kendi arzumla seçen benim ve yalnızca arzumla seçtiğim şeylere hürmet ve sevgi duyacağım.

 

İyi,kötü,doğru,yanlış birçok kelime biliyorum. Ama bunların içinde kutsal olan bir tane var, o da "BEN".

 

Seçtiğim yolu aydınlatan ışık ve o yolun pusulası içimde ve orada her şeyimle; gören gözüm, duyan kulağım, anlayan ve düşünen aklımla ben varım.

 

Hedefim ve kendimin tek amacı: huzur ve mutluluk.Mutluluk o kadar yüksek bir değerki, daha üstün bir hedefin bile peşinde koşmaya ihtiyacım yok. Mutluluğum herhangi bir sona giden bir araç da değil. O gidilebilecek en son nokta, ulaşabilecek en büyük hedef. Kendi kendimin hedefi, kendi kendimin sebebi...

 

Ben başkalarının ulaşmaya çalıştığı sonların da aracı değilim. Başkalarının bir aleti, tornavidası da değilim. Başkalarının arzularının hizmetkarı da, yarasının bezi de, onların mabedlerine adadıkları kurban da olmayacağım...

 

Ben bir insanım. Bana ait olan bu mucize, benim sahip olduğum ve koruyacağım bir şey;ben koruyacağım, ben kullanacağım ve onun önünde yalnız BEN secde edeceğim.

 

Sahibi olduğum güzellikleri, erişilmez değerleri kimseye teslim ve emenet etmeyeceğim. Hatta onları istemediğim sürece kimseyle paylaşmayacağım. Onlar benimdir. Yalnız BENİM. Manevi bütünlüğümün hazinesini, bozuk para gibi harcayıp fakir ruhlara, manevi bütünlüğü olmayanlara sadaka olsun diye rüzgarın hakimiyetine terk etmeyeceğim. Bana ait olan, benim sahip olduğum bütün zenginlikleri;düşüncemi,arzumu,hürriyetimi ben koruyacağım. Bunların içinde üzerine en çok titreyeceğim, en ulu göreceğim şey, şüphesiz hürriyetimdir. Onu kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. Hatta kimseyle paylaşmayacağım.

 

Babama-çocuğuma,karıma-kardeşlerime, hiçkimseye hiçbir şey borçlu değilim. Onlardan istediğim, talep ettiğim bir alacağım da yok. Hiç birinden benim için yaşamasını talep etmiyorum ve ben de hiçbirisi için yaşamıyorum. Hiçbirinin ruhunda gözüm yok ve artık hiçbiri benim ruhuma hasetle bakamaz.

 

Onların düşmanı da dostu da değilim. Herbiri hak ettikleri yerde duruyorlar içimde. Bildiğim tek şey varsa, o da sevgimi kazanmaları için, doğmuş olmaları yetersizdir. Sevgimi hiç kimsye laf olsun diye, sebepsiz yere veremem. Şans eseri yanımdan geçen,yanımda duran,yanımda doğup yaşayan kimse onun sahibi olamaz.

 

Ben sevdiğim insanlara sevgimle şeref veririm. Şeref ise kazanılması gereken bir şeydir. Bunun yolu da söyleneni düşünmek, istenileni söylemek,emredileni istemek,kısacası yaşamak için yerde sürünmeye rıza göstermek olamaz.

 

Artık insanlar arasından arkadaşlarımı BEN seçiyorum. Ama arkadaşlar,köleler veya efendiler değil. Sevgimin temeli olan hürmetle bağlanıyoruz birbirimize,mecburiyetle değil.Gönlümün istemediğini yapmayacağım. Gönlümün istediğini seçiyor ve seçtiklerimi sevip onlara hürmet ediyorum. Onların ne esiri, ne de hakimi olacağım. Onlara ne emredeceğim, ne de itaat. Onlarla istediğim zaman, daha doğrusu karşılıklı arzularımız mevcut olduğu zaman ve arzularımızın devamı süresince el ele sıkışacağız, el ele tutuşacağız,el ele oturup dostluk kuracağız ve yan yana yalnız olacağız.

 

İnanıyorumki herkes ruhunun tapınağında yalnızdır ve yalnız olmalı, yalnız bırakılmalıdır. Bırakın herkesin içindeki bu mabet dokunulmamış,lekelenmemiş olarak kalsın. Bırakın insanlar istedikleri elleri,istedikleri sevgi ve şiddetle sıksınlar,insanlar mukaddes mabetlerinin kutsal eşiğinden,içeri,onlara rağmen adım atmayın.

 

Bütün ellerin,en kirlisinin bile mıncıklamaya hak kazandığı anda mutluluğumun ne değeri olabilir?Aptalların bile el uzattığı yerde aklımın,sefil ve güçsüzler de dahil olmak üzere bütün yaratıkların tahakkümü altında kalan hürriyetimin ne kıymeti olabilir?Ve yalnız eğilerek,itaat ederek,hürmet etmediğim kişilerin hürmet etmediğim fikirlerini kabul edeceksem,hayatımın ne kıymeti olabilir?

 

Ben, "biz" denen O korkunç hayaleti, esaret, çapulculuk, sefalet, cehalet

ve hayasızlıktan gelen bu rezalet kelimeyi ezdim, çiğnedim, mağlup ettim.

 

İşte gerçek kudretin gerçek yüzünü görüyorum şimdi.Bu kudreti toprağın üzerinde yüceltiyorum.

Bu kudreti insanlar var oldukları günden beri aramışlar,bu bilinmeyen kudret onlara mutluluk,huzur ve gurur vermiş. Bu kudret,bu tek kelime:

 

BEN

Buraya ve heryere, benim bayrağım ve işaretim olan kelimeyi yazacağım. Bu kutsal kelime:

BEN

 

 

YABANCILAŞMA ve KİŞİSEL KİMLİK

NATHANIEL BRANDEN

 

Çoğu insan yabancılaşma üzerine yazanların tanımladığı sancılı duygusal durumu bilir.

Bir kişisel kimlik hissinden yoksun, kendisini yabancı hisseden ve kendilerinin asla etkileyemediği bir dünyadan korkan çok insan vardır.Fakat niçin? Nedir yabancılaşma problemi? Nedir kişisel kimlik? Niçin bu kadar fazla sayıda insan bunu başarma işini korkulan bir görev olarak görür? Ve konuyla ilgili olarak neden kapitalizme saldırılmaktadır?

 

Yabancılaşma problemi ve kişisel kimlik problemi birbirinden ayrılamaz.Sağlam bir kişisel kimlik hissinden yoksun olan insanlar yabancılaşmış hissederler. Sancı bir organizmanın alarm sinyalidir, tehlike işaretidir; özel olarak yabancılaşma sancısı, bir insana kendisi için uygun olmayan bir psikolojik durum içinde bulunduğunu; realite ile olan ilişkisinin yanlış olduğunu   bildirmektedir.

 

Şu gibi sorularla hiçbir hayvan karşılaşmaz: Kendimle ne yapmalıyım? Ne tip bir yaşam tabiatıma uygundur? Bu sorular ancak akıllı bir varlık için söz konusudur. Ego/Ben bir insanın içindeki kendi ve onun bilme melekesidir, yani  düşünme yeteneğidir.

 

Yaşayan bir varlık olarak insan, özel ihtiyaçlarla ve yeteneklerle doğar; bunlar tabiri caizse onun türünün kimliğini oluşturur, yani bunlar onun insan tabiatını oluştururlar. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak için yeteneklerini nasıl kullandığı; yani rea1i­tenin gerçekleriyle nasıl uğraştığı, düşünce ve davranış bakımın­dan nasıl bir fonksiyon göstermeyi seçtiği; onun ki iselveya bi­reysel kimliğini oluşturur. Onun kendi algılaması, onun ne tip in­san olduğu hakkındaki içinde taşıdığı düşünce veya imajı (onun kendine saygısı olup olmadığı dahil) onun yaptığı tercihlerin kümü latif ürünüdür. Bu, Ayn Rand'ın "insan kendi kendini oluş­turan bir ruhun oluşturduğu bir varlıktır" ifadesinin anlamıdır.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

Bir insanın ‘ Ben ’i, yani onun egosu, onun içindeki ken­di, onun bilme melekesidir, düşünme yeteneğidir. Düşünme­yi tercih etme, rea1itenin gerçeklerini tanımlama, neyin doğru veya yanlış; neyin haklı veya haksız olduğu konusunda hüküm­ verme sorumluluğunu üslenme insanın kendini ortaya koyma şeklidir. Bu, insanın bir rasyonel varlık olarak kendi tabiatı­nı kabul etmesidir, entelektüel bağımsızlığının sorumluluğunu kabul etmesidir, kendi aklının başarısına bağlılığıdır.

 

Bencil olmamanın özünde kişinin bilincini devreden çıkarma­sı vardır. Bir insan düşünme, bilgiyi arama, hüküm verme işi ve sorumluluğundan kaçtığında ve kaçtığı müddetçe davranışı bir " feragat " davranışıdır. Düşünmeyi terk etmek: Kişinin ego­sunu terk etmesidir ve kişinin kendisinin varoluş için uygun olmadığını, realitenin gerçekleri ile başa çıkmada yetersiz ol­duğunu ifade etmesidir.

 

Bir insan düşündüğü ölçüde, fikirlerini ve değerlerini birin­ci elden kazanır ve bunlar onun için bir gizem değildir; kendi­si karakterinin, davranışının ve amaçlanma aktift nedenidir. İnsan düşünmeden yaşamaya çalıştığı müddetçe kendini pa­sif konuma koyar, kişiliği ve davranışları anlamadığı güçlerin, onun anlık hislerinin ve rastgele çevresel etkilerin kazara sonu­cu olur. Bir insan düşünce sorumluluğunu yerine getirmede hata yaparsa, istemsiz, bilinçsiz tepkilerin insafında kalır; ve bu tepkiler de kişinin üzerinde etkili olan dış güçlerin, onun etra­fında olan kişilerin ve şeylerin insafında kalacaktır. Böyle bir kişi kendini, kendi hatasının bir sonucu olarak, sosyal deter­minisdlerin insan görüşüne; yani doldurulmayı bekleyen boş bir kalıba, herhangi bir çevre ve şartlandıncı tarafından ele geçirilmeyi bekleyen iradesiz bir robota çevirir.

 

Güçlü bir kişisel kimlik hissi iki şeyin sonucudur: bağımsız bir düşünme politikası ve bunun bir sonucu olarak entegre bir değerler takımı. Bir insanın duygularını ve amaçlarını belirle­yen ve insanın yaşamına yön ve anlam veren şey insanın kendi değerleri olduğu sürece, bu değerlerini kendisinin bir uzantısı olarak, kimliğinin gerekli bir parçası olarak, onu kendisi yapan her ne ise onun için elzem bir şey olarak görür.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

Bu bağlamda "değerler" somut değer yargılarını değil, temel ve soyut değerleri ifade eder. Örneğin, akılcılığı soyut değeri olarak alan bir kişi, bu değeri temsil eden bir arkadaş seçebilir; eğer daha sonra hükmünde yanlış olduğuna, arkadaşının akıl­cı olmadığına ve ilişkilerinin sona ermesi gerektiğine karar ve­rirse, bu onun kişisel kimliğini değiştirmez; fakat, bunun yeri­ne artık akılcılığa değer vermemeye karar verirse kişisel kim­liği değişmiş olur.

 

Eğer bir insan çelişkili değerlere sahipse, bunlar mutlaka onun kişisel kimlik algılamasına zarar verir. Bunlar zedelen­miş bir "ben hissi~" bir araya getirilemez parçalardan oluşan bir "ben hissi" meydana getirirler. Bu sancılı zedelenmiş kimlik acı verici deneyiminden kaçınmak için, değerleri çelişkili olan bir

kişi yaygın olarak, göz ardı etme, bastırma, mantığa büründürme, vs. yoluyla çelişkilerini fark etmekten kaçmaya çalışacaktır Böylece düşünce yetersizliğinin yarattığı bir problemden kaçmak için kişi, düşünmeyi askıya alacaktır. Kendi kişisel kimlik hissine bir tehditten kaçınmak için kip, kendi egosunu askıya alır; düşünen, hüküm veren varlık olma sıfatını askıya alır.

 

Böylece insan kendi ben hissini, insanın aktif, harekete geçirici unsuru olan aklından çıkarır; pasif, tepki verici bir unsuru olan duygularının altında bir yere koyar. Kaynağını anlayamadığı duygularla ve varlığını kabul etmediği çelişkilerle hareket eden kişi, gittikçe artan bir kendinden uzaklaşma, ken­dine yabancılaşma hissinden muzdarip olmaya başlar. Bir in­sanın duyguları. onun fikir ve değerlerinin, yaptığı veya ya­pamadığı düşünme işleminin ürünüdür. Fakat duygularıyla yönlendirilen, onları rasyonel muhakemesinin yerine koymaya çalışan insan, onları yabancı kuvvetler olarak yaşar. İçinde bu­lunduğu paradoks şudur: duyguları onun tek kişisel kimlik kay­nağı olur, kimlik deneyimi ise şeytanlarla yönetilen bir varlık olur.

 

Kendine yabancılaşma tecrübesi ile realiteden, yani etraftaki dünyadan yabancılaşma hissinin aynı sebepten kaynaklandığına dikkat edilmelidir: bu sebep kişinin düşünme sorumluluğu ko­nusundaki hatasıdır. Realite ile uygun bir idrak temasının ortadan kaldırılması ve kişinin egosunun askıya alınması tek bir davranıştır. Realiteden uzaklaşmak kendinden uzaklaşmaktır.

 

Sonuçlardan biri diğer insanlardan yabancılaşma hissidir; ki­şinin insan ırkının bir parçası değil, aslında bir ucube olduğu hissidir. Kişi bir insan statüsüne ihanet ederken, kendini bir metafizik serseri haline getirir. Diğer pek çok insanın da aynı ihaneti işlediğini bilmek bunu değiştirmez. Kişi yalnız ve ko­puk hisseder; kendi varlığının gerçek olmayışı ile perişan bir deruni ve manevi sefilleşme hissi ile koparılmış hisseder.

 

İnsanların kendi kişisel kimliklerini yok eden akılcılık ve ba­ğımsızlık yetersizliği, onları aynı zamanda (çok yaygın olarak kimlik yerine koyacak bir şey arama veya daha doğrusu başkaları­nın değerlerine düşünmeden uyma yoluyla) ikinci i bir kimlik arama şeklindeki kendine zarar verici politikaya götürür. Bu benim sosyal metafizik olarak adlandırdığım şeydir. "Dolandındı Galeri" ("Rogues Gallery") adlı makalemde,31 farklı tip sosyal metafizikçileri incelerken, şu anki durum için en geçerli olan tipi, "Geleneksel" sosyal metafizikçiyi anlatmıştım:

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

Bu, dünyayı ve onun egemen değerlerini hazır olarak alan kişidir; niçin diye sormaz. Doğru nedir? Diğerlerinin doğru dediği şey. Haklı olan nedir? Diğerlerinin haklı ol­duğuna inandığı şey. Kişi nasıl yaşamalıdır? Diğerlerinin yaşadığı gibi... [Bu] kişinin kimlik ve kişisel değer algıla­ması açıkça, onun (her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) "diğer insanların" değerlerini, şartlarını ve beklentilerini tatmin etmesinin bir fonksiyonudur... Şu anki gibi değer­leri çürümekte olan, entelektüel kaos ve ahlak iflası içinde­ki (aşina olduğumuz yol işaretlerinin ve kurallann yok ol­duğu, "realiteyi" yansıtan güvenilir aynaların binlerce an­laşılmaz alt mezhebe ayrıldığı, "kendini ayarlamanın" git­tikçe zorlaştığı) bir kültürde, kimliğini kaybettiğini hıçkı­rarak bir psikiyatra koşacak ilk kişi Geleneksel sosyal me­tafizikçidir, çünkü artık ne yapacağını ve ne olacağını net bir şekilde bilmemektedir.

Kendine saygısı ve bağımsız muhakemesi olan bir kişi için kimlik, başkalarından edinilen veya başkalanca belirlenen bir şey olamaz. Kendinden şüphe etmenin bulaşmadığı bir kişi­nin, "Ben kimim?" sorusu ile karşı karşıya olan modern in­sanın ıstırabı konusunda bugün duyulan sızlanmalara akıl er­dirmesi mümkün değildir. Fakat yukardakilerin ışığında, sız­lanmalar anlaşılır olmaktadır. Bunlar artık hangi otoriteye ita­at edeceğini bilmeyen ve kendilerini bir kendi hissine doğru sürmenin birisinin görevi olduğunu, "Sistemin" onlara kendi­ne saygı hissi vermesi gerektiğini zırvalayan sosyal metafizik­çilerin sızlanmalardır.

 

Modern entelektüellerin Ortaçağı beğenmesinin, bu tarz yaşam için olan şaşkın özleminin ve bu dönemde var olan ger­çek şartlan yoğun olarak göz ardı etmesinin psikolojik kökü budur. Ortaçağ, sosyal metafizikçisinin itiraf etmediği bir rüyayı, metafizikçinin bağımsızlık ve kendinden sorumlu olma korkusunun bir erdem olarak ifade edildiği ve sosyal bir zorunluluk haline getirildiği sistemi temsil eder.

 

Bir insan, herhangi bir yaşta, entelektüel sorumluluktan kaçmaya ve kendi kimlik hissini "ait olma"dan hareketle ge­liştirmeye çalıştığında, hayatının geri kalan kısmında, kendi akıl fonksiyonunu sabote etmesi nedeniyle ölümcül bir bedel öder.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

İnsan, realiteye doğrudan bakamayarak, başkaları­nın muhakemelerini kendisininkinin yerine koyduğu ölçüde,aklı fonksiyonu realiteye yabancılaşır. İnsan kavramlar yo­luyla değil, ezberlenmiş üstü kapalı kelimelerle, yani,bazı du­rumlarla ilgili olan, fakat kullanıcısının içeriğini doğru şekil­de anlamadığı, öğrenilmiş seslerle fonksiyon gösterir. Bu, bu­günün düşünmeyen insanlarını, şu suçlamayı haklı görme­ye teşvik eden, tanımlanmamış, bilinmeyen fenomendir: bu­gün modern insanın "fazla soyut," "fazla entelektüel" bir şe­kilde yaşamaktadır ve insanın "doğaya geri dönmeye" ihtiya­cı vardır. İnsanlar zayıf bir şekilde realiteden kopuk olduk­larını, etraflarındaki dünyayı anlamaları konusunda bir şeyle­rin yanlış olduğunu algılarlar. Fakat onlar problemlerini, ta­mamen yanlış bir temelde yorumlarlar.

 

Gerçek, onların "soyutluklar" arasında kayboldukları değildir, fakat soyutlukla

n tabiatını ve doğru şekilde kullanılmalarını keşfedememe­leridir; onlar kavramlar arasında kaybolmuş değil, üstü kapalı kelime/er arasında kaybolmuşlardır. Realiteyi çok entelektüel şekilde anlamaya çalıştıktan için değil, fakat onu sadece diğer­lerinin gördüğü gibi keşfetmeye çalıştıktan için realiteden kop­muşlardır; realiteyi ikinci elden keşfetmeye çalışmışlardır. Ve onlar, başkalarının tekrarladığı slogan ve deyimleri dille­rine dolayarak, bu boş kelimelerin kavram olduğunu sanarak ve kendi kavramsal melekelerinin doğru şekilde kullanımını asla bilmeyerek, birinci el, kavramsal bilginin neyi içerdiğini asla öğrenmeden, alışkanlıkla kullanılan gerçek olmayan ke­limeler dünyasında gezinmektedirler. Böylece realiteden ya­bancılaşmaları için çözümün beyinlerini tüm düşüncelerden arındırmak ve bağdaş kurup, bir yaprağın damarlanna baka­rak bir saat oturmak olduğunu söyleyen Zen Budistler için hazır hale gelirler.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

İnsanlar nevrotik olarak tedirgin olduklarında, anlamını bil­medikleri bir şey nedeniyle dehşet hissinden muzdarip olukluklarında, korkulancı bazı harici nesnelere yönlendirme yoluyla sık rahatlamaya çalıştıkları psikolojik olarak iyi bi­linen bir gerçektir: onlar korkularının, mikropların tehdidine veya hırsızlann gelmesine veya yıldırım tehlikesine veya Mars­lıların beyni kontrol eden radyasyonlarına karşı akılcı bir reak­siyon olduğuna kendilerini inandırmaya çalışırlar. İnsanların, yabancılaşmalarının sebebinin kapitalizm olduğuna karar ver­meleri de bundan çok farklı değildir.

 

Ancak, onlann kapitalizmi hedef ve bahane göstermesinin sebepleri vardır.

Yabancılaşmış insan iradi (Yani kendince yönlendirilen) bir bilinç sorumluluğundan kaçmaktadır: düşünme veya düşün­meme özgürlüğü, bir akıl süreci başlatmak veya göz ardı et­mek, onun kaçmaya çalıştığı bir yüktür. Fakat bu özgürlük onun insan olma tabiatı ile ilgili olduğundan, bundan kaç­mak söz konusu değildir; bu yüzden insan, aklı terk ettiğinde ve duygular ve körlük yönüne meylettiğinde suçluluk ve endi­şe duyar. Fakat insanın özgürlük konusu ile karşı karşıya gel­mesinin başka bir seviyesi daha vardır: bu varoluşsal veya sos­yal seviyedir ve burada kaçış mümkündür. Politik özgürlük bir metafiziksel mutlak değildir: kazanılmak zorundadır ve bu ne­denle reddedilebilirdir. Kişinin varoluşundaki özgürlüğe kar­şı olan isyanın psikolojik kökü, kişinin bilincindeki özgürlü­ğe karşı olan isyandır. Davranışları için kendinden sorumlu olmaya karşı isyanın kökü, düşüncede kendi bildiği  yöne gitmeye karşı olan is­yandır.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

Bu bağlamda, Ayn Rand Kimdir? den, 19. yüzyıl ortaçağcılarının ve sosyalistlerinin kapitalizme karşı saldırılarının benzerliklerini incelediğim bir pasaj alıntılamak uygun olacaktır:

 

Hem ortaçağcılar ve hem de sosyalistlerin yazılarında, insanın varoluşunun kendisine otomatik olarak garanti edi­leceği, yani insanın kendi bekasının sorumluluğunu taşı­mak zorunda kalmayacağı bir toplum için açık bir özlem gözlenmektedir. Her iki kamp da kendi ideal toplumları­nı, "ahenk" olarak adlandırdıkları şeyle, hızlı değişim veya meydan okuma veya bir rekabetin yorucu şartlarının bu­lunmaması ile karakterize edilen bir toplum olarak göste­rirler; bütünün refahı için belirlenen katkı paylarını herke­sin vermesi gereken, fakat hiçbir kimsenin kendi hayatını veya geleceğini kritik şekilde etkileyecek olan tercihler yap­ması ve kararlar alması gereği ile yüz yüze kalmayacağı, kişi­nin ne kazandığı veya kazanmadığı veya neyi hak edip neyi etmediği sorusunun gündeme gelmeyeceği, ödüllerin başa­rıya bağlanmadığı ve kişinin yardımseverliğinin onun hata­larının sonuçlanna asla katlanmayacağının garanti ettiği bir toplum. Kapitalizmin, pastasal varoluş olarak adlandınlabi­lecek olan bu görüşe uyamaması, ortaçağcıların ve sosya­listlerin özgür bir toplumu suçlamasındaki temeldir. Kapi­talizm insana bir Cennet Bahçesi vaat etmemektedir.

 

Tabi ki bugün kapitalizm büyük ölçüde terk edilerek yerine karma ekonomi, yani gittikçe devletçiliğe doğru kararlı bir şe­kilde ilerleyen bir özgürlük ve devletçilik karışımı getirilmiştir. Bugün bizler, sosyalistlerin "ideal toplumuna," Marx'ın işçilerin "yabancılaşması" üzerine ilk yazdığı zamandakinden çok daha yakınız. Ancak, kolektivizmin her ilerlemesinde insanın yabancılaşması konusundaki çığlıklar daha da sesli hale gel­mektedir. Bize problemin gittikçe kötüleştiği söyleniyor. Ko­münist ülkelerde bu gibi eleştirilerin dile getirilmesine müsaa­de edildiğinde, bazı yorumcular işçilerin yabancılaşması konusundaki Marksist çözümün başarısızlığından, komünizm şartlandı insanın daha da yabancılaşmasından, insanın doğa ile diğer insanlarla olan "yeni ahenginin" gerçekleşmemesin­den şikayetçi oluyorlar.

 

Bu ahenk, Erich Fromm gibi yorumcuların propaganda­larının aksine, ortaçağ köylülerinde veya zanaatkarlarında da mevcut değildi.

 

Düşünmek istemeyen kişi ne davranışlarının sonuçlarını ve ne de yaşamının sorumluluğunu taşımak ister.

 

İnsan tabiatından kaçamaz ve eğer insan kendi tabiatının gereksinimlerine aykırı bir sosyal sistem (kendisinin rasyonel,bağımsız bir varlık olarak yaşamasın engelleyen bir sistem) kurarsa, sonuç psikolojik ve fiziksel felakettir.

Özgür bir toplum tabi ki tüm bireylerinin akıl sağlığım ga­ranti edemez. Özgürlük insanın gerçek tatminini sağlamaya ye­terli bir durum değildir, fakat gerekli bir durumdur. Ve kapi­talizm (laissez-faire kapitalizmi) bu durumu sağlayan tek sistemdir.

 

Yabancılaşma problemi metafizik bir problem değildir: insanın asla kaçamayacağı, bir tür İlk Günah gibi doğal kade­ri değildir; o bir hastalıktır. Kapitalizmin veya sanayileşmenin veya "büyüklüğünün" sonucu değildir ve mülkiyet haklarının or­tadan kaldırılması ile yürürlülükten kaldırılamaz. Yabancılaş­ma problemi psiko-epistemolojiktir. insanın kendi bilincini nasıl kullanmayı seçtiği ile ilgilidir. insanın düşünmeye karşı, yani realiteye karşı isyanının sonucudur.

 

Eğer bir insan bilgiyi arama, değerler seçme ve amaçlar or­taya koyma sorumluluğunda başarısız olursa; eğer kişi bu ala­nı başkalarının otoritesine teslim ederse; evrenin kendisine kapa­lı olduğu duygusundan nasıl kaçar?

Gerçekten de evren kendisine kapalıdır. Ancak kendi tercihinden dolayı.

 

" Nasıl cebelleşeceğim Tanrının ve insanın çileden çıkartan acayiplikeri ile?

Ben, bir yabancı ve bir korkak yaratmadığım bir dünyada...??? "

Sorusu için, en uygun cevap şudur:

Neden sen yaratmadın?

Tanrım;   Değiştiremeyeceğim şeyler için huzur;   Değiştirebileceğim şeyler için cesaret;   Ve ikisi arasındaki farkı bilme akıllılığı ver..!

Her demokrat ve liberal    objektif olamayabilir.   Ama her objektivist:hem demokrat hem de liberaldir.

AYN RAND'dan:

      * Bireyin hayatı ve mutluluğu yararına olan "doğru ve iyi", yararına olmayan herşey "yanlış ve kötü" dür.

* Siyasi yönetimlerin en sevmediği şeylerin başında bireyin bağımsızlığı ve egonun vizyonu gelir.   Egonuzu ve kimliğinizi siyasi yönetimlere karşı koruyun.

* Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka   birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.

* Amacım: insanlara veya en azından düşünme zahmetine katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzı sunmaktır.

* İnsanlar karşılaştıkları tehlikeyi ortadan kaldırmak için herhangi bir cevap bulmayı istememektedirler. Tüm istedikleri, tüm aradıkları bağırmak için bir bahanedir:   "Kendimi tutamadım, ne yaptığımı bilemedim, beni affet tanrım..!"

* İnsan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiç kimsenin tutsağı olmamalı.

* Politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için.

* Objektivistler:   " muhafazakar " değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl amaçları politika veya ekonomi değil, insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir.

* İnsan tabiatından kaçamaz ve eğer insan kendi tabiatının gereksinimlerine aykırı bir sosyal sistem (kendisinin rasyonel, bağımsız bir varlık olarak yaşamasın engelleyen bir sistem) kurarsa, sonuç psikolojik ve fiziksel felakettir.

* Nasıl cebelleşeceğim,   Tanrı'nın ve insanın,   Çileden çıkartan acayiplikeri ile?   Ben, bir yabancı ve bir korkak yaratmadığım bir dünyada?

Sorusu için en uygun cevap şudur:

N  E  D  E  N    S  E  N      Y  A  R  A  T  M  A  D  I  N ..?

* Hayat hakkı bütün hakların kaynağıdır ve mülkiyet hakkı bütün hakların tek    aracıdır. Mülkiyet hakkı olmaksızın başka hiçbir hak mümkün olamaz. İnsanoğlu hayatını kendi gayretiyle devam ettirebileceğinden, kendi emeğinin –gayretinin ürününe sahip olma hakkı bulunmayan insan kendi hayatını devam ettirmek için hiçbir yola sahip değildir.

   * Ürettikleri diğer insanlar tarafından gasp edilen insan bir köledir.

İnsan, rasyonel (akli) bir varlıktır.

   O halde, bu sayfanın başlığındaki " Rasyonel İnsan " ibaresi bir fazlalık içermiyor mu? Evet. Fakat, günümüzde insanla ilgili çoğu fikir, insan toplulukları için öne sürülen çoğu sistem, insanın bu temel niteliğini öylesine ihmal ediyor ki; bu fazlalık, sitemizde bulacağınız felsefenin, yalnızca aklı temel aldığını vurgulamak için, kasten konmuştur.

Şu hususu başlangıçta belirtmekte yarar var:

Sitemiz,her iki anlamda, bir " Felsefeye Giriş " iddiasın da değildir.

   Birincisi; okuyucunun, felsefeyle daha önce, mütevazı bir ölçüde de olsa, ilgilenmiş olduğunu; veya sırf sağduyusal terimlerle de olsa, insan ve evrenle ilgili derin sorular sormuş olduğunu, dolayısiyle bazı felsefi kavramlarla -zımnen de olsa- tanışık olduğunu varsayar. İkincisi; çeşitli felsefelerden yeri geldikçe -çürütmek üzere- bahsetmekle birlikte; esasen, onlar üzerinde mukayeseli bir inceleme olmaktan ziyade, belirli bir felsefenin savunuculuğunu yapar. Mamafih; felsefeyle ilk defa tanışacak olan insanlar da, bu kitapla başlayarak; kendilerini, sonradan karşılarına çıkacak çeşitli irrasyonel felsefelerin tahribatına karşı fikren mücehhez kılabilirler.     O halde bu Felsefenin Kökeni: Burada bulacağınız felsefe hangi felsefedir?

Sitemiz de," akıl " ve " aklilik " ( " rasyonellik ") kavramlarına sıkça raslanılması olgusundan kaynaklanabilecek bir yanılgıyı önlemekte yarar var:Bu felsefe ile Akılcı (Rasyonelist) diye adlandırılan felsefe ekolü arasında hiçbir asli ortaklık yoktur.

Felsefeleri, çeşitli filozofların isimleriyle birleştirerek sınıflayanlar vardır: Plato Felsefesi, Aristo Felsefesi, Kant Felsefesi gibi. Bu anlamda bu felsefe, benim felsefemdir; ama, sayın rasyonel okuyucu, bu felsefe aynı zamanda senin felsefendir.

Söylediğim şeyi açmadan önce bazı olguları hatırlayalım... Realitedeki -mevcudiyetteki, evrendeki- herşey gibi, insan da, insan bilinci de, belirli bir kimliğe sahiptir: belirli bir tabiatı, belirli ihtiyaçları vardır. Bu olgu yüzünden; insan bilincini bütünleştirecek olan felsefe, aslen iki türlü olabilir: a) Realitenin ve insan bilincinin tabiatını doğru teşhis ettiğinden, "doğru bir felsefe"dir; b) Realitenin ve insan bilincinin, ya belirli bir tabiata sahip olmadığını zannettiğinden, ya da bu tabiatı yanlış teşhis ettiğinden, "yanlış bir felsefe"dir. Bir de, çeşitli konularda bu iki asli uç arasında gidip gelen felsefelerden bahsedilebilir. Bütün önemli felsefeler; asli argümanlarını, genel olarak bu iki uçtan sadece birisinde odaklaştırır.

Burada bulacağınız felsefeyi; benim ve her rasyonel insanın felsefesi olarak nitelerken, iki halkalı şu düşünce zincirini takip ediyorum:

1. Her rasyonel insan gibi ben aşağıdaki şu dört ilişkili gerçeği biliyorum:

a) Rasyonelliğik (aklilik), realitenin olgularını oldukları gibi kavrayıp, bu kavrayışa uygun davranmaktır. 

b) Akıl, insanın hayatta var kalması için temel araçtır.

c) Realitedeki herşeyi anlayabilmek için; fiziki duyumlar, fiziki algılar ve bunlar üzerine bina edilmiş kavramlardan başka -yani, akıl kullanmaktan başka- hiçbir araç yoktur. 

d) Akıl, otomatik bir şekilde değil, bireysel gayret ve bilgiyle çalışır ve bütün insan bilgisinin kökünde felsefe vardır.

2. Ve şunu ilan ediyorum: bu felsefe, realitenin ve insan bilincinin tabiatınca dikte edilmiş şartları doğru olarak tesbit etmiş, objektif, doğru bir felsefedir; rasyonel bir insanın sahip olması gereken felsefe bu dur; bu felsefe, binlerce sene önce yaşamış insanlar için doğruydu; bugün de hala doğrudur; gelecekte de doğru kalacaktır; çünkü, "insan" denen realite olgusu, binlerce sene geçmiş de olsa, aslen değişmemiştir; "insan" kaldığı sürece değişmeyecektir de. Sağduyusal bir ihtiyaçla rasyonelliği aramakta olan bir insana yabancı gelecek hiçbir şey, bu felsefede bulunmayacaktır; bu felsefeyi kavradığında, "Benim felsefem, dün bu olmalıydı; bugün budur; yarın bu olacaktır!" diyecektir.

Bu felsefenin kökeni hakkındaki bu genel tesbitten sonra; özel kaynaklarını irdeleyebiliriz. Yukarıda belirttiğim gibi; bir felsefe -asli hatlarıyla- ya doğrudur (rasyoneldir), ya yanlış (irrasyonel). Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış filozofların tartışmalarından ibarettir. Bu uçlarda yer almış filozofları birer mihver olarak düşünürsek; rasyonel mihverin -yirminci yüzyıl öncesine kadarki- en önemli iki filozofu, Aristo (M.Ö. 384-322) ve St.Thomas Aquinas'tır (1225-1274); irrasyonel mihverin en önemli bazı filozofları ise, Plato (M.Ö. 428-348), Saint Augustine (354-430), Immanuel Kant'tır (1724-1804). Plato ve öğrencisi Aristo'nun felsefeleri arasındaki savaş, mistisizmle akıl arasındaki savaş olarak kabul edilir. Fakat; irrasyonelliğin, kötülük olduğu ölçüde, en irrasyonel filozof -genellikle önerildiği gibi- Plato değil, Kant'tır. Plato, hiç değilse, "iyi bir hayat"ın nasıl olacağı üzerinde kafa yormuş, felsefenin çoğu temel meselesini -bu arada bazı yanlışları da- formüle etmiştir. Kant ise bütün ömrünü, insanın akla olan güvenini yıkmayı amaç edinmiş bir felsefenin inşaına hasretmiştir. Bu kitapta sıkça geçen "Modern Felsefe"nin kurucu atası, Kant'tır. Bugünün felsefesine egemen olan eğilimlerin hemen hepsi -başta Hegel'cilik, Marx'cılı, Nietzche'cilik, Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm- doğrudan veya dolaylı olarak Kant'tan kaynaklanmıştır ve "Modern Felsefe" olarak anılacaktır. 

Bu SİTEDE bulacağınız felsefe, yukarıdaki anlamda elbette rasyonel kampa dahildir.

Aristo felsefesini çok iyi bilen bir okuyucu, bu felsefenin bütününü Aristo'cu olarak niteleyecektir ki; tamamen olmasa da, haklıdır. Fakat, farkedecektir ki; Aristo'daki bazı eksiklikler tamamlanmakta, O'nda bazı düzeltmeler yapılmaktadır.

Bu felsefenin başka felsefelerle akrabalık izleri taşıdığı da söylenebilir. Mesela; felsefe tarihini çok iyi bilen bir okuyucu; bu felsefenin ahlakının, bir yandan Ortadoğu dinlerine benzer hükümler içerirken, öte yandan başta Max Stirner (1806-1856) olmak üzere bazı liberal-anarşist filozoflardan esinler bulundurduğunu; epistemolojisinde (bilgi teorisinde), genel olarak Aristo'cu olmakla birlikte, İslam ve Katolik felsefelerinin parlak dönemlerindekine benzediğini; politikasında, başta John Locke (1632-1704) olmak üzere bir çok liberal filozoftan fikirler bulundurduğunu, yer yer anarşist felsefeyi çağrıştırdığını; estetiğinde, başta Friedrich Schiller (1759-1805) olmak üzere bir çok romantik yazar ve filozoftan izler taşıdığını görecektir.

Bu benzerlikler nereden kaynaklanmaktadır? Bu olgu, buradaki felsefenin "eklektik" özelliğinden mi -yani, her sistemin "en iyi özelliklerinin" alınarak oluşturulmuş olmasından mı- kaynaklanmaktadır? Hayır, böyle bir tavır; bu felsefenin öğretilerine zıt davranmak demektir. Bu felsefe ile yukarıda sayılan felsefeler arasındaki benzerlikler; realitenin tek olması, insan bilincinin tek bir tabiatı olması olgusundan kaynaklanmaktadır: zaman zaman, çeşitli felsefeler, insan mevcudiyetinin belirli bir veçhesini doğru teşhis edebilmişler (kimlikleyebilmişler), dolayısiyle bu teşhise uygun olarak doğru teoriler ortaya koymuşlardır. Çeşitli felsefeler arasında, fikri bir alışveriş olmasa dahi ortaya çıkabilen bu ortaklıklar; herhangi bir "tabiat-üstü" sebepten kaynaklanmaz; bunların, aynı realite olgusuna, aynı doğru teşhisi koyabilmiş olmaları olgusundan kaynaklanır. 

Fakat, yukarıdaki felsefelerle olan bütün benzerliklerine rağmen; bu felsefe, başka bir çok asli noktada, o felsefelerden ayrılmaktadır. Hatta; bu felsefenin Aristo'cu olarak nitelenebilmesindeki haklılığı kabul etmeme rağmen; Aristo felsefesiyle ayrıldığı noktalar olduğunu belirtmiştim. Bu felsefe ile Aristo felsefesi arasındaki farklılıkları yaratan kimdir? Aristo gibi dev bir filozofun felsefesini düzeltip, tamamlayabilmek; ancak başka bir dev filozofa vergidir. Bu filozof, Amerikalı (Bayan) Ayn Rand'dır (1905-1982).

Ayn Rand; felsefesine, insanın objektif realitesinden kaynaklandığı anlamda "Objektivizm" adını vermişti. Ayn Rand, felsefesininin çeşitli unsurlarını sistematik olarak biraraya toplayan, felsefe olarak felsefe halinde bir kitap yazmadı. Ama; felsefesini, romanlardan, gazete makalelerine, spesifik konulardaki felsefi risalelere, televizyon programlarına, düzenli radyo sohbetlerine, yayınladığı dergilere, konferanslara, broşürlere, okuyucularına yazdığı ücretli düzenli mektuplara kadar akla gelebilecek her ortamda anlattı. "Objektivizm" 1960'larda önemli bir entellektüel hareket haline geldi. Ayn Rand, gerçekten orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi, Amerika'nın "sağ" ve "sol" entellektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi; iki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı; çünkü, ne "sağ"a yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu), ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını savunuyordu). Ama, "öğrenilmiş cehalet"le malul olmayan sağduyulu insanlar; O'nun romanlarını, yıllarca "best-seller" sıralarından indirmediler. Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok sayılıyordu; ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir filozof olarak incelenmeğe başlandı.

Bu sitenin oluşturulmasına; Ayn Rand'ın fikirlerini stimüle etmiş olan şartlar ve meseleler etrafında, benim de kişisel tecrübe geçirmiş olmam ve O'na kaynaklık etmiş felsefelerde, benim de -O'nun yetkinliğinde ve kapsamında olmasa da- daha önce araştırmış olmam, mutlaka katkı yaptı; ama, bu kitabın esasını, Ayn Rand'ın yazdığı veya söylediği yayınlanmış her şeyi -"Playboy" mülakatından, konferans video teybine kadar- inceleyerek, seçerek ve asli gördüğüm yazılarını kendi yorumumla aynen aktararak bütünleştirmek ve bazı ilaveler yapmak suretiyle oluşturdum. Değindiği konuları, O'ndan daha büyük bir felsefi kuvvetle açıklamak benim için imkansızdı. 

Ayrıca, Ayn Rand felsefesinin takipçisi olmuş bazı filozoflardan da yararlandım: Leonard Peikoff ("Analitik-Sentetik Sahte-zıtlığı" konusunda); Nathaniel Branden ("Ahlak" bölümündeki bazı tatbikatlarda); George H. Smith ("İlk Sebep Argümanları" konusunda); ve David Kelley ("Epistemoloji" bölümünde). Ayn Rand üzerinde eleştirel incelemeler yapmış filozoflardan da yararlandım: Douglas J. Den Uyl, Douglas B. Rasmussen, Tibor R. Machan ve William F. O'Neill gibi. Barbara Branden ve Mimi Gladstein'in, Ayn Rand üzerine biyografik çalışmaları da yararlı oldu.  

Kişisel Bir Not:

Her ne kadar; bu kitap, yukarıda verdiğim sebeplerden ötürü, felsefe tarihinde, benden kaynaklanan herhangi bir orijinallik iddiasında bulunmuyorsa da; her üç-beş senede bir, yeni bir irrasyonel düşünürün şaşaayla sunulduğu Türk Kültürü'ne orijinal bir katkıdır: önümüzdeki yüzyıllarda, "yirminci yüzyıla kadarki dönemde Aristo'dan sonra gelmiş en büyük " rasyonel filozof " olarak adlandırılacağından şüphem olmayan bir filozofun felsefesini, kendi ülkesinde bile hala "suskunluk komplosu"na uğratılmakta olan bir filozofu, Türkçe okuruna tanıtıp yorumlamaktan gurur duyuyorum. Bu felsefe, Felsefe'nin state-of-the-art'ıdır (bugünkü en yüksek düzeyidir); yani, felsefe içinde bugüne kadar formüle edilmiş bütün meseleler, burada çözülmüştür. 

Fakat; okuyucunun, kullandığım militan dilden de çıkarsayabileceği gibi; bu kitap, benim için böyle bir kültürel hizmet yapmaktan daha derin bir kişisel öneme sahiptir: bütün gençliğim, doğru bir felsefenin arayışı içinde, hatalarla dolu geçti; önümde bulduğum felsefeler, hep irrasyonel (yanlış, kötü) olanlar idi; bu arayış sürecinde, hem maddi varlığım (fiziki bedenim), hem de manevi varlığım (bilincim) ıstıraplara garkoldu, yok olmanın eşiklerine yaklaştı; son dört-beş yıl öncesine kadar genellikle mutsuz hissettim; ama, yılmadım; saplantılara takılıp kalmadan, üşenmeden aradım; ve sonunda buldum, mutluyum: bu anlamda, bu kitap, benim Kişisel Manifestom'dur. Bu anlamda; bu kitap, özellikle gençler için yazılmıştır; ama, düşünme alışkanlığı terketmemiş olan her yaştan insan; eğer, bu felsefeyi benimsemelerinin ve hayata geçirmelerinin gerektirdiği cesaret ve sabıra sahip olabilirlerse; gerçekten insana-özgü bir hayatın ne olduğunun sırlarını keşfedeceklerdir. Bu felsefeyi anlayıp hayata geçirecek olan insanların, benim hatalarımı yapmasına ve hayatı bir mutsuzluk olarak yaşamasına imkan yoktur; bu anlamda, bu kitap, bireysel irrasyonelliklerini rasyonelize ederek kurdukları felsefelerle, insan bilincini felceden, insanı mutsuzluğa ve tahribe sevk eden filozoflardan, onların acentalığını yapan çeşitli unsurlardan aldığım kişisel intikamdır: bu felsefe, onların kurbanlarından bazılarını ellerinden kurtaracak, müstakbel kurbanlarını da azaltacaktır.

Kullandığım dil hakkında bazı açıklamalarda bulunmam gerekecek... Cumhuriyetle birlikte dilimizde yapılan "özleştirme" ameliyesinin; "Türkik" dillerin en yüksek hali olan Osmanlıcayı tahrip ettiğine, genellikle "özleştirme" akımına inananların yönlendirdiği Türk Kültürü'ne kavramsallık-öncesi dillere benzeyen, somutla-sınırlı yeni bir ilkel dilin egemen olduğuna kaniyim. (Bu konuyu, "Yeni Gündem" dergisinin, onbeş günlük fikir dergisi halinin 1985 yılı, 28, 29 ve 30. sayılarında tefrika edilmiş olan "Öztürkçecilik Açmazı ve Dil Üzerine Bir Trialog" başlıklı makalemde incelemiştim.) Ben de, genellikle bu yeni dilde kültürlendim. Bir dilsel sıkıntı içinde olduğumu farkediyordum; ama, bir yabancı dil öğrenene kadar, sıkıntımın sebebini kimlikleyememiştim. Ben de dahil, Türk okuyucusunun çoğu, halen dünya tarihinde eşi bulunmaz bir garabetin içinde yaşar: anavatanında doğup büyüdüğü halde, o vatanın resmi dili olduğu iddia edilen bir dilde eğitilip kültürlendiği halde, felsefe gibi en soyut konuların tartışmasını; iyi bildiği yabancı dilde, kendi anadilinden -ki anadili, aynı zamanda onun kültür dilidir- daha iyi yapabilir. Ben de, bu hastalıkla malulüm: dilim, zaman zaman rahatsız edici ölçüde hantal gelirse; okuyucudan özür dilerim. Öztürkçecilik tahribatının kelimesel sonuçlarını aşabilmek için Osmanlıca kelimeler kullandım; ama, Osmanlıcayı bir sistem olarak -maalesef- bilmiyorum; bu yüzden, Öztürkçecilik tahribatının yapısal sonuçlarını aşacak fazla bir şey yapamadım. Bazı dilsel denemelerde bulundum; fakat, okuyucu tarafından barizce yanlış bulunan hususlarda; kendimin otorite olarak kabul edilmesinden ziyade, rasyonelce yazılmış bir gramere başvurulmasını tavsiye ederim.

Bu kitabı okuma tarzı üzerinde bir tavsiye yararlı olabilir... Kitaptaki bölümlerde, bir sonraki bölümde de kullanılabilecek kavramlar tanımlanmaktadır; bu yüzden, bölümler sırayla okunmalıdır. Fakat, bir bölüm, bir önceki bölümde tanımlanan ve kullanılan bir kavramı geliştirebilecektir; hem bu yüzden, hem de bu felsefenin bütünleştirilmiş bir felsefe olmasından azami yarar sağlamak açısından, sık sık geri dönüşler yapılması ve bütün kitabın en az iki kere okunması, oldukça yararlı olacaktır.   

"Felsefe" Kavramı Hakkında:

"Felsefe" kelimesi; Eski Yunanca "filos" (bir şeye karşı duyulan sevgi, aşk) ile "sofia" (akıl, ilim, bilgelik, hikmet) anlamına gelen kelimelerden türetilmiştir. Bu eserde kullanılan anlamda felsefe: evrenin, insanın ve insanın evrenle ilişkisinin asli tabiatını araştıran düşünce sistemidir.

Evren, varolan şeylerin tümüdür. Evrenin bir parçası olmasına rağmen; felsefenin, "insan"ı ayrıca konu edinmesi; insanın, evrenin tek akli varlığı olması olgusundan kaynaklanır. "Asli tabiat"la kast edilen şudur: felsefe, özel bilimlerden farklı olarak mevcudiyetin özel bir veçhesini değil; bütününü araştırır, insanın bu mevcudiyet içindeki yerini tesbit eder.

      

Bir benzetmeyle, özel bilimler ağaçlarsa, felsefe ormanı mümkün kılan topraktır. Mesela; felsefe, şu anda Türkiye'de mi yoksa Uganda'da mı bulunduğumuz sorusuna cevap vermez; ama, bunu öğrenmenin yollarını gösterir. Felsefe, eğildiği konulardan doğan beş dalıyla bu işlevi yerine getirir: metafizik, epistemoloji, ahlak, politika ve estetik. Kitaptaki her bölüm, bu dallardan birine tahsis edilmiştir. 

Felsefenin esas dalı olan metafizik: mevcudiyeti (realiteyi) en temel hususiyetleri açısından araştıran felsefe dalıdır. Başka bir deyişle metafizik, -canlı veya cansız, insan veya gayriinsan- evrende varolabilen herşeyle ilgili asgari müşterekleri konu edinir. Metafizik, felsefenin temelidir. Bütün felsefe sistemleri metafizik içinde sorulmuş sorulara verilmiş cevaplar etrafında inşa edilir. Mesela: Evren belirli tabiat kanunlarıyla yöneltilen, dolayısiyle anlaşılıp kontrol altına alınması mümkün bir yer midir, yoksa anlaşılmaz bir kaos, izah edilemez bir mucizeler alanı, teslim olunacak bir tehdit midir? Etrafımızdaki şeyler, bilincimizden bağımsız olarak mevcut mudur, yoksa kafamızda yarattığımız birer illüzyon mudur? İnsan, serbest iradeye sahip, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahraman mıdır, yoksa "ilahi tecelli" veya "üretici güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin programladığı, cevhersiz, çaresiz bir otomaton mudur? Bu gibi sorulara verilecek cevaplar sonucu ortaya çıkan soyutlamalar (prensipler, aksiyomlar, kavramlar vs.) o felsefenin metafiziğini teşkil eder.

Felsefenin ikinci dalı epistemoloji, insanın mevcudiyet içinde davranabilmesi için gereken bilgileri elde etmenin ve bu bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştırır.

Metafizik ve epistemoloji, felsefenin teorik temelini teşkil eder.

Üçüncü dal ahlak ise felsefenin teknolojisi olarak düşünülebilir: ahlak, felsefenin insan hayatının bütünleştiricisi haline gelmesinin yollarını gösterir, bireyi inşa eder. Ahlak, var olan her şeyle değil, sadece birey olarak insanla ilgilidir: karakteri, faaliyetleri, değerleri, mevcudiyetle olan ilişkileri. Yani; ahlak, bireyin hayatının gayesinin ne olması gerektiğini tayin eden, bu gayeye erişmek için nasıl bir seyir tutturması gerektiğini gösteren, faaliyetleri sırasında yapmak zorunda kalacağı tercihlerde kendisine rehberlik edecek değerler hiyerarşisini ve prensipleri nasıl elde edeceğini gösteren bir sistemdir. Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken, diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar ve politika isimli felsefe disiplinine yol verir.

Felsefenin dördüncü dalı politika (siyaset felsefesi), bu anlamda ahlakın türevidir. Politika, insana-özgü bir toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır. 

Felsefenin beşinci dalı estetik; metafizik, epistemoloji ve ahlak üzerine bina olur ve sanatın ne olması gerektiğini araştırır. Sanat, onu yaratan ve izleyenlerin felsefesinde soyut olarak mevcut kavramları, değerleri, prensipleri somut bir ürüne dönüştürür; o felsefenin değerlendirilmesini mümkün kılar; insan bilincinin eleştirmenliği görevini yapar.

Felsefenin Önemine Dair:

Görüldüğü gibi doğru bir felsefeye sahip olmak, insana-özgü bir hayat sürdürmenin önşartıdır. Ama, bugün, bir çok insan; felsefeyi, bazı eksantrik insanların bir hobisi olarak görür. Bunun en önemli sebebi, felsefe adı altında ortada gezen çoğu fikriyatın irrasyonel olması olgusudur.

İrrasyonel filozoflar, felsefeyi öylesine anlamsız bir hale sokmuşlar; ve çeşitli irrasyonel ekollerden ibaret olan modern felsefe, rasyonel felsefe önünde öylesine kalın bir sis perdesi yaratmıştır ki; rasyonel olma çabasında olup da, felsefeyle tanışmak isteyen çoğu insan, büyük bir ihtimalle, modern felsefenin ürünlerinden biriyle karşılaşır; ve bu ürünü anlamaya çabalarken hissettiği tatsız duyguyu kimliklendirebilmesini sağlayacak ve öyle hissetmekte haklı olduğunu kanıtlayacak felsefi anahtarlara da sahip olmadığından; şuna benzer bir duyguyla, felsefeden tamamen uzaklaşır: "Öff; ben böyle soyut terimlerle düşünmem hiç. Ben, gerçek-hayatla ilgili, somut, spesifik problemlerle uğraşmak istiyorum. Felsefeye, niye ihtiyacım olacakmış ki?" Cevap şudur: Felsefe, tam onun için, yani gerçek-hayatla ilgili, somut, spesifik problemlerle uğraşabilmek için gereklidir.

Bazı insanlar, felsefeden hiç etkilenmemiş olduklarını zannederler ki; kendilerine yanıldıklarını söylemek gerekecek. Gerçek odur ki: günlük hayatlarına rehberlik eden ve üzerinde hiç düşünmeden kullandıkları çoğu prensip, değer, düstur, vecize, atasözü, klişe, slogan, tekerleme, vs.; belirli felsefelerin ürünüdür. 

Bazı filozofların anlaşılmaz teorilerini okurken, sıkıntıdan başka bir şey hissetmiyorsanız; tamamen haklısınız. Fakat; bunları, "Saçma olduğunu bildiğim halde; neden bu teoriyi incelemem gereksin ki!" diye bir kenara atarsanız; yanılırsınız. Evet, saçmadırlar; fakat, bir yandan bu teorileri saçma ilan ederken; öte yandan, bu teorileri üreten filozofların vardıkları sonuçların hepsini, ürettikleri klişelerin hepsini kabul etmişseniz; onları çürütmeğe muktedir değilseniz; saçma olduğunu bilmiyorsunuz demektir.O saçmalık, insan mevcudiyetinin en hayati konularıyla, ölüm-kalım meseleleriyle uğraşmaktadır. Yanlış da olsa; hiçbir önemli felsefi teori, boş yere ortaya atılmaz; hepsinin gerisinde, meşru bir mesele vardır; insan bilincinin gerçek bir ihtiyacı söz konusudur. Fakat; bazı felsefeler, bu meseleyi çözmeye çalışırken; bazıları ise, muğlaklaştırmaya, yozlaştırmaya, çözümün keşfini engellemeye uğraşır. Felsefi teorileri anlamazsanız, onlardan en kötülerine maruz kalırsınız. Kötü felsefe, insanı tahrip eden felsefe demektir. Bu anlamda doğru bir felsefeye sahip olmak sizin "meşru müdafaa"nız için gereklidir.

Bu arada; böyle bir felsefeyle ilk defa tanışmak üzere olanlara gıpta ettiğimi belirtmek isterim; çünkü, çıkmaya hazırlandıkları bu entellektüel seyahat boyunca, bugüne kadar onları düşündürmüş olan ve hiç bir felsefede cevabını bulamadıkları bir çok sorunun cevaplandırıldığını veya üzerinde hiç düşünmedikleri bir çok yeni felsefe ufku açıldığını göreceklerdir. Sabahattin  SAKMAN

Politika Ile Yalnız Bir Sebepten Ilgilendim; Politikayla Ilgilenme Ihtiyacı Duymayacağım Günlere Ulaşmak Için. Benim Felsefem, Özünde, Hayattaki Ahlaki Amacı Kendi Mutluluğunu Olan, Varlığının Yegane Amacı Ve En Yüce Eseri Olarak Yaratıcı Üretkenliğini Gören Kahramansı Bir Varlık, Bir Insan Konseptidir. Onların Gerçeklere, Fikirlere, Yapılan Ve Yapılacak Işe Kaygısı Yok. Onların Tüm Ilgisi Insanlara Dönük. “Bu Doğru Mu?” Diye Sormuyorlar. Yargılamak Için Değil, Tekrarlamak Için. Yapmak Için Değil, Yapıyormuş Izlenimi Vermek Için. Yaratmak Değil, Göstermek. Yetenek Değil, Dostluk. Nitelik Değil, Fors. En Sefil Insan Amaçsız Olandır. Sosyal Yaşamda Kazanılan Iki Büyük Değer Vardır: Bilgi Ve Ticaret. Birey Haklarını Ihlal Etmek Demek, Onu Kendi Yargısının Aksi Yönde Davranmaya Zorlamak Veya Onun Değerlerini Kamulaştırmak Demektir. Esas Olarak Bunu Yapmanın Yalnız Bir Yolu Vardır: Fiziksel Zor Kullanımı. İnsan Haklarının Iki Olası Ihlalcisi Vardır; Suçlular Ve Siyasi Yönetim. İnsan Önce Tanrı’nın Tutsağıydı. Zincirlerini Kırdı. Sonra Kralların Tutsağı Oldu. Yine Zincirlerini Kırdı. Artık Hiçkimsenin Tutsağı Olmamalı. Tüm Istedikleri,Tüm Aradıkları Bağırmak Için Bir Bahanedir: “Kendimi Tutamadım, Ne Yaptığımı Bilemedim,Beni Affet Tanrım . Siyasi Yönetimlerin En Sevmediği Şeylerin Başında Bireyin Bağımsızlığı Ve Egonun Vizyonu Gelir. Egonuzu Ve Kimliğinizi Siyasi Yönetimlere Karşı Koruyun. Kapitalizm, Mülkiyet Hakkı Dahil, Bütün Birey Haklarını Tanıyan, Bütün Mülkiyetin Özel Bireylerce Sahiplenildiği Bir Sosyal Sistemdir. Özgür Toplumu Savunmak Isteyen Bir Kimse, Özgür Toplumun Vazgeçilmez Temelinin Birey Hakları Ilkesi Olduğunu Bilmelidir. Birey Haklarını Muhafaza Etmek Isteyen Bir Kimse, Kapitalizmin Birey Haklarını Karşılayabilecek Ve Koruyabilecek Tek Sistem Olduğunu Anlamalıdır. Kapitalizmin Dış Politikasının Özü Serbest Ticarettir; Yani Ticarette Konulan Duvarların, Korumacı Gümrüklerin Ve Özel Imtiyazların Kaldırılmasıdır; Dünya Ticaretinin, Birbirleriyle Doğrudan Ilişkide Bulunan Bütün Ülkelerin Vatandaşları Arasında, Serbest Uluslararası Değişim Ve Rekabete Doğru Yolların Açılmasıdır. Hak Ettiğiniz Dünyayı Elde Edebilirsiniz; O Dünya Mevcuttur, Gerçektir, Mümkündür: O Dünya Sizindir. Fakat Onu Elde Etmek Için Kendinizi Tamamen Adamanız, Geçmiş Dünyanızla, O Dünyanın ‘Insan Başkalarının Hatırı Için Yaşaması Gereken Kurbanlık Hayvandır’ Diyen Temel Doktrini Ile Bütün Bağlarınızı Koparmanız Gereklidir. Kendi Kişiliğinizin Kıymeti Uğruna Mücadele Edin. Kendi Gururunuz Uğruna Mücadele Edin. İnsan Tabiatının Özü Olan Hükümran Ve Rasyonel Zihniniz Uğruna Mücadele Edin. Ahlakınızın Yaşamanın Ahlakı Olduğuna, Mücadelenizin, Yeryüzünde Var Olmuş Her Başarının, Her Kıymetin, Her Yüceliğin, Her Güzelliğin, Her Iyiliğin Mücadelesi Olduğunu Bilmenin Verdiği Mutlak Güven Ve Dürüstlükle Mücadele Edin.

   Kaynak: Ayn Rand Sözleri    http://www.guzelsozlerin.com/ayn-rand-sozleri.html

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar