Salatı Meşiş
بســـم الله
الرحمن الرحيم
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
ABDÜSSELÂM BİN MEŞİŞ HASENÎ (kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz)
Fas evliyâsından. Ebû´l-Hasan Şâzelî´nin hocası.
Künyesi, Ebû Muhammed´dir. Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin mübârek soyundandır. Hazret-i
Hasan´ın soyundan olduğu için Hasenî denmiştir. Doğum
tarihi bilinmemektedir. 1228 (H. 625) senesinde şehît olmuştur. Hayatı hakkında bilgi azdır.
Yedi yaşında mânevî hâller görülmesinden sonra kendini
ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalır
iken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi. Yedi yaşından beri mânevî
terbiyesi ile meşgul olduğunu, kavuştuğu halleri tek, tek söyleyince ona
intisâp etti, bağlanıp talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu.
Talebelerinin büyüklerinden olan Ebü´l-Hasan eş-Şazelî
(ks) şöyle anlatır:
Irak´a vardığım zaman, salih
bir zât olan Ebû´l-Feth el-Vâsitî Hazretlerinin
huzûruna gittim. Çünkü, Irak´ta bir çok âlim olmasına rağmen, onun gibisi
yoktu. Ben, zamanın büyüğünü aryordum.
Yanına girince bana; “Sen, Irak´ta zamânın kutbunu,
büyüğünü aryorsun. Halbuki o, senin memleketindedir.
Onu orada bulabilirsin.” dedi. Bunun üzerine hemen memleketime dِöndüm ve
evliyânn büyüğü Arif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû
Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş Hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhta ikâmet ediyordu. Huzûruna
çıkmadan önce gusül abdesti aldım. Sonra
niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamamen boş
bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim. Bulunduğu yere çıkarken
onunla karşılaştım. Bana; “Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin
Abdülcebbâr.” buyurup, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı ve; “Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip
bize geldin. Biz de, dünyâ ve ahiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana
verdik.” dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allah
(cc), kalp gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız
kerâmetler gördüm.
Bir gün huzurunda oturuyordum. Kucağında küçük bir
çocuk vardı. O esnâda İsm-i âzam sormak hatırıma
geldi. O çocuk kalktı ve elini kuşağıma uzatıp; “Ey Ebü´l-Hasan, sen, İsm-i
âzam sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet
edilmiş bir sırdır.” dedi.
Zamânın Kutbu Abdüsselâm bin
Meşîş; “Bu çocuk, bizim yerimize sana cevap verdi.” buyurdu. Daha sonra Ebû
Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş (ks) bana; “Ey Ali, şimdi Afrika´ya git. Şâzile
denilen yere yerleş. Allah (cc), bundan sonra senin eş-Şâzelî diye çağırılmanı nasip eder. Oradan Tunus´a git. Tunus´ta pek çok kimse sana
tâbi olur. Daha sonra Meşrik beldelerine gidersin. İnsanlar
irşat edersin doğru yolu gösterirsin.” buyurdu. Bunun üzerine ben; “Efendim,
bana vasiyette bulunur musunuz?” deyince;
“Allah (cc) dan kork. İnsanlardan sakın. Dilini
insanların boş sözlerinden koru. Kalbini onların kötü düşüncelerinden muhâfaza et. Azâlarını gِözet ve onlar harama düşmekten,
günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlar ise, onlar
o vazîfede kullan. Allah (cc)´ın farz kıldığı işleri
zamanında yap. Böyle yaparsan, Allah (cc)´ın hıfz- u
himâyesi ve korumasında olursun.
Allah (cc)´ın sana emrettiği
işleri yaparsan, verâ sâhibi (haramlardan sakınan) olursun. Şöyle duâ et: “Yâ
Rabbî, Senden alıkoyan her şeyden beni koru.
İnsanlarn şerlerinden beni muhâfaza et. Senin rızân
ile kalbimi zenginleştir. Sen her şeye kâdirsin” buyurdu.
Yine biri ona; “Efendim! Bana bazı
vazîfeler verseniz de onlarla meşgul olsam.” dedi. Buyurdu ki: “Farzlar yerine getir, mâsiyetleri günahlar
terk et. Kalbini dünyayı istemekten, kadın ve makam
sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allah (cc)´ın
sana verdiği ile kanâat et. Allah (cc)´ın
beğendiği bir şeye kavuşursan şükret.” “Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve
isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. Allah (cc)´ın sevgisine
yapış. Allah (cc) sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve
üstünlüğün esası O´dur.Sevaba kavuşamayacağın yere ayağın
koyma. Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere oturma.Allah (cc)´ın beğendiği işleri yapmakta yardım
isteyeceğin kimseden başkası ile oturup kalkma. En
güzel nasihatçi seni Mevlâ´ya sevk edendir.Kendisi hatırlanınca, Allah (cc)´ı hatırlananlarla berâber ol.”
Abdüsselâm bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dinin emir ve
yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak hep ibâdetlerle meşgul olurdu. Muhammed
bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede
kendi hâlinde yaşamayı bırakıp, onunla mücâdele etti
ve bu sırada şehit oldu. “Şehîd-i kutb” diye meşhûr oldu. Benî Arûs
mıntıkasında ki Cebel-i âlem denilen yere defnedildi. Türbesi Fas´taki öِnemli
ziyâret yerlerindendir. Çocuklarına ve torunlarına dâima hürmet edile
gelmiştir.Okumuş olduğu Salâvât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla
açıklaması yapılmıştır.
İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ (k.s)
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa
Efendi, aslen İstanbullu´dur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul
Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyası yandığından maddî sıkıntıya
düştü. İstanbul´u terk ederek Trakya´da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmail
Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos´ta doğdu.
İsmail Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu
Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü.
Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmail Hakkı´ya; “Sen doğumundan beri, bizim
halis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmail Hakkı, on
yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne´de bulunan ilk halîfesi Abdülbakî
Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbakî Efendinin yanında yedi sene kalan
İsmail Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh, kelam, tefsîr ve
hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mülteka, kelamda Şerhi Akaid adlı eserleri okudu.
Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.
İsmail Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamanın
büyük alimi Osman Fadlî´den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbakî Efendinin
yazdığı bir mektubu alarak İstanbul´a gitti. Osman Fadlî Efendi ile
Atpazarı´nda bulunan Kul Camiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden
tanıdığından hemen kabûl etti. İsmail Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet
etti ve Allah (cc)nın zikri ile meşgul oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu
yanına çağırarak; “Senin istidadın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fatiha-i
şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa´ya halîfe yaptım.” buyurdu.
Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa´ya halîfe
olarak tayin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fatiha okuyup
üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hal zuhûr etti. Hocamın bu
duasından sonra ilâhî feyz ve marifetlere kavuştum. Bundan sonra ayet-i kerîme
ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te´villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i
Ârâbî (ks), Abdülkâdir-i Geylanî (ks), İbrahim Edhem (ks), Üftade ve Azîz
Mahmûd Hüdâyî (ks) Hazretlerinden manevî olarak faidelendim.”
İsmail Hakkı Efendi, Bursa´ya gittikten bir süre sonra
hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vaz ve nasîhatta
bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye
başladı: “Oğlum Şeyh İsmail Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan
şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları
men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci ayetinde yer alan hitaba hazır ol.
Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibadet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî
ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şayet
böyle yerlere davet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele
davet eyle. Onları îtikadî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları
ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi
varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp´de kalan İsmail Hakkı Efendi, 1685
(H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa´ya gitti.
Din ve dünya saadetine sebep olan hocası Osman Fadlî,
Kıbrıs´a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.” diyerek,
Magosa´ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa´ya vardığı zaman hocası ile birkaç
gün sohbet etti. Bir gün sohbet esnasında sohbette bulunanları bir cezbe,
kendinden geçme hali kapladı. İsmail Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdayî
(ks) Hazretlerinin bir ilahisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun
üzerine hocasının duasına nail oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmail Hakkı´ya
dönerek; “Seni buraya getiren mîrasındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir
kimseyi göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmail Hakkı´nın ağzının ortasına
koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasip olsun.” dedi. İsmail Hakkı şöyle der:
“Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve haller hasıl oldu ki,
maksadıma kavuştum.” Yine bir Cuma günü Osman Fadlî, İsmail Hakkı´yı yanına
çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür.
Allah (cc) sana daha ziyadesini ihsan etsin.” diye dua etti. O duadan sonra
İsmail Hakkı Efendide daha yüksek haller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî
şöyle buyurdu: “Allah (cc) bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh
Azîz Mahmûd Hüdayî´ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”
İsmail Hakkı Efendi, hocasının vefatından sonra Konya,
Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa´ya geldi. Bu yolculuk
sırasında hazret-i Mevlana´yı, Sadreddîn Konevî´yi ve Eşrefzade Abdullah
Rûmî´yi ziyaret etti.
Sultan İkinci Mustafa Hanın, daveti üzerine, 1695
(H.1107) senesinde Edirne´ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihadın sevabını ve
büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önce Belgrad´a vardı.
Oradan Tuna´yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine
Edirne´ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne´den ayrılarak Belgrad´a
gitti. O sırada Sadrazam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmail Hakkı Efendi, Elmas
Paşanın hazır bulunduğu gazaların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı.
İsmail Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu
halde Bursa´ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devam etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî´nin vefatından yirmi sekiz
sene sonra, gördüğü bir rüya üzerine ailesiyle birlikte Şam´a gitti. Şam´da üç
sene kadar kaldı. Sonra Allah (cc)nın izni, Resûlullah efendimizin işareti üzerine
İstanbul´a gitti. Üç sene kadar Üsküdar´da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser
yazdı.
Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar´da iken bir gece Şeyh
Üftade (ks) ve Azîz Mahmûd Hüdayî´nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu.
Bursa tarafına gitmemi işaret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni
sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdayî (ks) bana çok iltifat etti.”
İsmail HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa´ya
gitti. İlk iş olarak bir dergah yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”.
koydu.Dergah; mescid, semâhâne, çilehâne ve misafir odalarından meydana
gelmiştir. Caminin kitabesi bizzat İsmail Hakkı Efendi tarafından yazıldı.
Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla
geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk´ın rahmetine
kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmail Hakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i
Muhammedî´nin mihrabının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın
yakınlarından Hacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tamir
ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrafında ve üstünde demirden şebeke vardır.
İsmail Hakkı Bursevî (ks) buyurdu ki: “Evliyayı inkar
etmeyip, muhabbet beslemek lazımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile
beraberdir.” buyruldu. Kıyamet günü bu büyükler sevdiklerine şefaat edeceklerinden,
onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helakine sebep
olur.” “Malûm ola ki, Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin yoluna girene farz olan, Allah (cc)´dan başka olan
şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Mesela; bir kimse bir iş için sefere çıktığında,
önce vatanını, hısım ve akrabasını terk edip yola devam eder. Eğer kalbinde
vatanının, hısım ve akrabasının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat gidemez.
Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazaya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi
gazaya götürmedi. Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü her
biri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebep olur. Nefis ve şeytan
kalbe vesvese verince, insanın zahiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar.
Namazın faidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriya
dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin
zahirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlal et. Arkadaşlarından
ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalalete saparsın! Topluluktan ayrılan helak
olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında
olanlar âma gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Kendisine yol gösterecek birine ihtiyacı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni
girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyacı vardır.
Kamil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan,
kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misali dağlardaki meyvalar
ile bahçelerdeki meyvalardır. Yani dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve
bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda
bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır
hem de çok lezzetli olur.”
Bursalı İsmail Hakkı hazretleri yazmış olduğu
şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî´nin 106 adet eseri vardır.
Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sade bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden
bazıları şunlardır:
1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur´ân-ı kerîmin tefsîridir.
İsmâil Hakkı Hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin delâleti ile, bir gün rüyamda Resûlullah
Efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; “Ümmetim için
bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah (cc)dan ve
Resûlullah Efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik bir tefsîr
yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul´da hem de Mısır´da basılmıştır. Daha ziyâde bir
vaaz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cilt), 3) Şerh-i Mesnevî (iki
cilt), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba´în, 7)
Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i
Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i
Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi´a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i
Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21)
Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir´ât, 24)
El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27)
Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid,
30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32)
Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân, 34)Şerh-i Salâtı-ı İbn-i Meşiş
SALÂT-I MEŞÎŞ
Bu salavât Abdüsselâm İbn-i Meşîş (ks)
tarafından tertip edilmiştir. Çokça açıklaması yapılan salavâtlardandır.
Bazı cemaat guruplarının günlük virtleri arasında da yer
almaktadır. Bu sebepten dolayı salavât-ı şerîfeden günümüz insanının
faydalanması için açıklama yazmak gerekli görüldü.
Salavât-ı şerîfe ve açıklaması için
Mecmuat-ül Ahzâb´[I]ın metni ve zeylindeki (kitap
kenarındaki ilave bölüm) İsmail Hakkı Bursevî (Ks) nin açıklaması temel kabul
edildi. Fakat ifade tarzı sâde ve yalın olmasına rağmen günümüz
insanına ağır gelecek lisanı vardır. Ayrıca tarafımızdan ilâveler ve
kısaltmalar yapılmıştır. Sadeleştirilirken konuya sahip çıkılmış, metin
yönünden serbest davranılmıştır. Bu sebeple yeni bir açıklama gibidir. Yapılan
açıklamaların aslı onlardan alınan incilerdir.
Yine kitaptaki Abdulganî Nablûsî (ks)´nin şerhinden
yararlanıldı. Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri (ks) ve Abdülkadir Geylani (ks)
Hazretleri´nin salavât-ı şerîfelerinden bazı alıntılar yapılarak
zenginleştirildi. Bunlar yanında gerekli açıklayıcı bilgilerde ilâve edildi.
Salavât-ı şerîfe ve açıklama ile Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz en güzel
şekilde anlatılmaya ve tanıtılmaya çalışılmıştır.
Açıklamadaki bilgiler bizim kendimizden bir katkı
olmayıp hakîkât membaının anlayışımıza düşen ihsanlardır. Yazmak ve açıklamak
haddimizi aşan nispettedir.
Büyük insanların haline ve makamına bizler elbette
ulaşamayız. Fakat onların anlatmaya çalıştığı konular ve ilimler hakîkâti
itibari ile değişme göstermez. Eğer ki yanlış bir öğreti bir kalemden akarsa,
bunu düzeltecek himmet ve kudretler, büyüklere ihsan olmuştur. Bizler
itikadımızı ehl-i sünnetten uzak tutmadıktan sonra korkulacak durum da olmaz.
Ameller niyetlere göre tecelli eder.
Gayemiz, bu salavâtın şerhini okuyan insanda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize aşırı bir
sevgi oluşması ve O´nun ümmeti olduğu için iftihar edeceği olmasıdır.
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz, Seni çok seviyoruz. Bizi, Allah (cc)´ım Sen´de çok
seversin. Allah (cc)´ım, bu sevgi yüzüne bizi ve ahiretimizi güzel kıl.
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَللـَّهُمَّ
صَلِّ عَلى مَنْ مِنْـهُ انْــشَـقَّتِ اْلاَسْرَارُ ﴿﴾ وَانْـفَـلَـقَـتِ
اْلاَنـــْـوَارُ ﴿﴾ وَ فِيـهِ ارْتَــقَتِ الْحَقائِـقُ ﴿﴾ وَ تَـنَزَّلَتْ
عُلُومُ ﺁدَمَ فَـاَعْجَزَ الْخَلآ ئــِقَ ﴿﴾ وَلَهُ تَضَاءَلَتِ
الْفُهُومُ فَلَمْ يُدْرِكْهُ مِنّا سَابِقٌ وَ لا لاحِقٌ ﴿﴾ فَرِيَاضُ
الْمَلَكُوتِ باَِزْهارِ جَمَالِه مُونــِقَـةٌ ﴿﴾ وَ حِيَاضُ الْجَـبَرُوتِ
بَفَيْضِ اَنـــْوَارِهِ مُتَدَفِّقَـةٌ ﴿﴾ وَ لاَ شَىْءَ اِلاَّ وَهُوَ بِه
مَنُوطٌ ﴿﴾ اِذْ لَوْلاَ الْوَاسِطَةُ لَذَهَبَ كَمَـا قِـيلَ الْمَـوْسُـوطُ ﴿﴾
صَـلا ةً تَـلـِـيقُ بِكَ مِنْكَ اِلَـيْهِ كَمـَا هُـوَ اَهْلُـهُ ﴿﴾
اَللـَّهُمَّ اِنَّهُ سِـرُّكَ الْجـَامِـعُ الدَّالُّ عَلَـيْكَ وَ حِجَابـُكَ
اْلأَعْـظَمُ الْقۤــائِــمُ لَـكَ بَيـْـنَ يَدَيـْكَ ﴿﴾ اَللـَّهُمَّ
الـــْحِـقْنى بِنَسَبِـه وَ حَقِّـــقْنـى بِحَسَبـِه﴿﴾ وَ عَــرِّفـــْنى
اِيـّاهُ مَعْرِفــَةً اَسْلَمُ بِــها مِنْ مَــوَارِدِ الْجَهـْلِ ﴿﴾ وَ
اَكْــرَعُ بِــهاَ مِنْ مَــوَارِدِ
الْـفَـضـْلِ ﴿﴾ وَ اَحْمـِلْنـى عَـلى سَبـِيلِـه اِلـى حَضْــرَتــِكَ حَمْـلاً
مَحْفـــُوفــًا بِنُـصْرَتـِكَ ﴿﴾ وَ اقْــذِفْ بى عَلى الْـبـَاطِلِ
فَـاَدْمـَغَـهُ ﴿﴾ وَ زُجَّ بى فى بِحـَارِ اْلأَحَـدِيــَّةِ ﴿﴾ وَ
اَنـــْشُلـــْنى مِنْ اَوْحـَالِ الــتَّــوْحـِيـدِ ﴿﴾ وَ اَغْــرِقْــنى فى
عَيـْنِ بَحْــرِ الْوَحــْدَةِ حَتىّ لا اَرى وَ لا اَسْمَعَ وَ لاَ اَجِدَ وَ لاَ اُحِسَّ اِلاَّ بِـها ﴿﴾ وَ اجْـعَلِ اللـَّهُمَّ الْحِـجاَبَ
اْلأَعْظََـمَ حَياةَ رُوحى ﴿﴾ وَ رُوحَـهُ سِـرَّ حَقِــيقَـتى ﴿﴾ وَ
حَقِـيـقَـتَهُ جاَمِـعَ عَوالِمـى بِتَــحْقِــيقِ الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ﴿﴾ يا
اَوَّلُ يااخِـرُ يا ظاهـِرُ يا باطِـنُ ﴿﴾ اِسْمَـعْ نِـدائى بِمـا
سَمِعْـتَ بِـه نِداءَ عَـبْـدِكَ زَكَــرِيـّا عَلَيــْهِ السَّلامُ ﴿﴾ وَ
انْصُــرْنى بِكَ لَكَ ﴿﴾ وَ اَيــِّدْنى بِكَ لَكَ ﴿﴾ وَ اجْـمَعْ بَـيْنى وَ
بَيـْنَـكَ وَ حُـلْ بَـيْنى وَ بَـيْــنَ غَـيْرِكَ
[ 3] ﴿﴾مَرَّاتٍ اُلله اللهُ
اَللهُ ﴿﴾
اِنَّ
الَّـذى فَرَضَ عَلَــيْكَ الْقُــرْاَنَ لَــرَادُكَ اِلى مَعـادٍ [3] مَرَّاتٍ ﴿﴾
َربَّناَ آتِناَ ِمنْ َلدُنْكَ
رَحََْمَة ً وَ هَىِّءْ لَناَ ِمنْ اَمِْرناَ رَشَدًا [ 3] مَرَّاتٍ
﴿﴾ اِنَّ اللهَ وَ مَلۤـئِــكَتَهُ يُصَلُّـونَ عَلى النــَّبِـىِّ ياَ
اَيــُّها
الَّذينَ آمَـنُوا صَــلُّوا عَلَيــْهِ وَ سَلِّـمـُوا تَسْلــِيمـًا﴿﴾
وَ الْحَــمْدُ ِاللهِ رَبِّ الْعــالَمِــينَ
SALÂT-I MEŞÎŞ AÇIKLAMASI
Allah (cc)´ım, temiz, seçilmiş, sevgilin ve razı
olduğun kulun Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimize salât ve selâm ederiz. Bu salavât-ı şerîfe Hazreti Şeyh, rabbânî
ilim sahibi, arif-i billah, Abdüsselâm İbn-i Meşîş (ks) tarafından bizlere
hediye edilmiştir. O öncekiler ve sonradan gelenler arasında iftihar edilecek
ve kerâmetleri ile meşhûr sultandır. Kutuplar, ricâl-i gayb ve evliyâlar
sırrını takdis ederler.[II]
Bu salavât-ı şerîfe evliyâullâh katında makbuldür.
Derleme gibi olmayıp bizzat Allah (cc) tarafından ihsan edilmiştir.
Devamlı okunan dualar arasında önemli bir yere sahiptir.
İsmail Hakkı Bursevî bu salavât-ı şerîfe hakkında bir
Türkçe açıklama yazmış ve başkaları da yazacaktır. Hepsi Fahri Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´e olan sevginin
ifadesinden başka bir şey olmayacaktır.
Bu salavât-ı açıklamaya teşebbüs etmek aciz kulların
bir kârı değildir.
Biliyoruz ki, bu açıklama ile insanların
gönülleri keşif ve feyz bahçelerine ulaşacaktır. Bu bize ve okuyanlar
için de, rahmet vesilesi olacaktır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz buyurdu ki;
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: وَاللّهِ
ِلأَنْ يُهْدَى بِهُدَاكَ رَجُلٌ وَاحِدٌ خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمِ
“Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet
verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha
hayırlıdır.”
Bir insanın kurtuluşuna sebep olmak, sürülerce
develerin sahibi olmaktan daha fazla şükür sebebidir.
Halkın ağzında salâvatlar sayısızdır. Mahlûkâtın
anlayışı, yaratılış gereği ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize olan bağlılığı ile duâ ve niyazında bir kuvvet ve
tesirler bulunur.
Yaratılış Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize bağlı bir olgudur. İleride bu konu gelecektir. İnsan bu
tesirler çerçevesinde bütün halleri ve fiilleri ile etki altındadır. Bu
nisbetiyle de hayatını düzenler. Bu çalışma ile kazanılan bir şey olmayıp
Allah (cc)´ın bir kaderidir. Ameller çalışmalar ile elde edilse de, faziletler
Allah (cc)´ın karşılıksız bir ihsanıdır. Bu yorum götürmeyen meseleler
arasındadır.
Saâdettin Hamevî (ks) Hazretleri buyurdular ki; “On
iki bin salavât-ı şerîfe tespit edilmiştir. Bir kısmı Hz. Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz tarafından ümmetine
öğretilmiş, diğer kısımları ise; arş-ı âlânın eteklerine yazılmış ve
evliyâullâha ilham ve keşif yolu bildirilmiştir.”
On iki bin salavât-ı şerîfe´nin sırrındaki işaret,
insanın kalbine inen ilâhi feyizlerin ve zevklerin mertebeleriyle ilgilidir. Bu
ise insanda on bir mertebeden gelir. Feyiz, insana Allah (cc) tarafından
inerken;
Levh→kalem→arş→kürsî→yedi semâ = 11
Bu toplamı Zat-ı ehadiyyet-e [Allah (cc)´a]
itibar ile adet on iki olur. Her mertebede 1001 Esmâ (isimler) vardır. Her
mertebedeki bu isimlere bağlı birer salavât-ı şerîfe düşünülürse on iki binin
sırrı açığa çıkar. Hakîkât-ı Muhammediye[III], on iki bin isimle ve sureti ile
tecelli etmektedir. Mertebelere ve hakîkâtlere göre farklılık gösterir. Bu ise
yaratılmışlar üzerinde bir mecbûri gerçektir. Mahlukat hangi ismin veya
isimlerin etkisi altında ise, ona göre Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimize o salavât-ı şerîfeyi okuma kudretine haiz olur.
Bir başka yönden ise; لا اله
الا الله on iki harf olduğu gibi, محمد
رسول الله ´da on iki harfdir. Her harfin karşılığına bin adet salavât
taksim olundu. Bu sebepten dolayı insan; nefis, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve
natıka gibi menzillerde bulur[IV]. İnsân-ı kâmil bu makamları
geçmiştir. İnsân-ı kâmil bir isim gibi söylenildiğinde, sayılan mertebelerin
tecellisi açığa çıkar. Kur´ân-ı Kerim´de;
وَ اِنَّ يَوْمــًا عِنْدَ رَبِــّكَ
كَــاَلـــْفِ سَنَـــةٍ مِــمّاَ تَعُــدُّونَ
“Rabb´in katındaki bir gün, sizin sayacaklarınızdan
(yani insanların kullandığı yıl hesabına göre) bir yıl gibidir[V]” (Hac 47) buyrulduğu üzere,
hakikâtler sûretler üzerine, manalar ise lafızlara göre geniştir.
Hakîkâtler, suretlerden geniştir. Hikmet ehli, bir
hakîkâte ikinci, üçüncü vb. manalar verirler. Lafızlardaki rumuzları açığa
çıkarırlar da hayran kalırsın. Hayır ehli de, bu sırları kabul etmekte çok daha
isteklidir. Bunun benzeri şu olabilir. Bir çiçek için şair bin mana
üretir. Bunun sonunu da getiremez. Hakikât bir iken, suret geçici ve izâfi
olduğundan elbiseler gibidir. Suret insanın elbise değiştirdiği gibi değişir
durur. Böylece suret hakîkât yanında basit kalır. Sıfatlar sureti temsil
ederken, hakîkât zât-ı temsil ettiğinden kuvvetli ve temel öğedir. Mesela zaman
bir birim iken gelecekten geçmişe bakınca çeşitli şekilde görüntüler verir.
Gönül manaları anlama kabiliyeti ile dolu olursa, bir
harfe bin mâna, bir kelimeye bir kütüphane dolusu mâna verirde, gönül bu
hususta bir yorgunluk duymaz.
اَللـَّهُمَّ صَلِّ عَلى
مَنْ مِنْـهُ انْــشَـقَّتِ اْلاَسْرَارُ
“Allah (cc)´ım sırların kendisinden fışkırdığı Hz.
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize salât
et.”
Allah (cc)´ım salâtını yaratılış ve ilâhi sırları
kendisinde toplayan ve O´ndan âleme dağılan Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimize yap. Çünkü O, ilahi sırların sahibidir.
Zat-ı ilâhinin muhâtabıdır.
Nûrâni kalem harflerini yazmak için muhtaç olduğu,
kelimelerin ancak O´nunla manaya geldiği Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimize salât olsun.
O besmeledeki noktanın topladığı sırların hepsi O´dur,
kâinattaki işlerin olması için söylenen كن deki
noktanın da kendisidir. Besmeledeki noktanın yorumları çok yapılmasına rağmen كن deki noktanın izâhatı fazla
bildirilmemiştir. Besmele kâinatın devamına sebep iken كن deki nokta varlığına sebeptir. Çünkü irâde-i küllinin, yani
Allah (cc)´ın irâdesinin varlıklar üstü muradı ile alemler takdir edilmiştir.
Bu noktaların her ikisi de Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz´dir. Çünkü Allah (cc)´ın Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ala âlihî)
Efendimizle olan münasebetini beşeri olgularla anlamak mümkün değildir. Aşık
ile sevgilisi arasındaki münasebetin yorumları üzerine nice diller dökülmüştür.
Fakat sonuç şudur denecek bir şeye varılamamıştır.
Fazilet hazinesinin de sahibi Peygamber (aleyhissalatü
vesselâm ala âlihî) Efendimizdir. O bu hazineyi mahlûkâta ve isteyenlere
kabiliyeti miktarınca veren, âlemlere rahmet olarak geldi.
اَللـَّهُمَّ Genellikle duaların başında gelir.
Çünkü bütün isimlerin manalarının toplandığı isimdir. Allah (cc)´ın bütün
isimleri ile istiyorum demektir. Bu söz ile isteklerin istenmesi, İsm-i Âzam
(en büyük isim) ile istemek demektir. İsm-i Âzam[VI] ile dua edilirse ret olmaz ve
istenilen şey onunla verilir. Ayrıca Hasan Basrî (radiyallahü anh) “bu lafız,
bütün duaların toplamıdır” buyurdu
صَلِّ Allah (cc)´tan istemektir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize salât etmek duâsı; Allah
(cc)´ın peygambere ikrâm ve nimetini artırması, meleklerin rahmet ve istiğfâr
etmesi, kulların ise Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizi sebep kılarak kendine dua etmesidir. Allah (cc)´ın Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize ikrâmı, şerefinin
ziyadeleşmesi ile (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in kullara
vesile olması ve Allah (cc)´a yakınlığın artmasına sebep olmasıdır.
Dualar Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizle kabul edilir. Duaların başı ve sonu salavât-ı şerîfe olursa kabul
edilen dua yaptığını kabul etmelidir.
Dua fakirlerin amirlere hediyesi gibidir. Mesela
dilenci dua ile ister ve menfaati üzerine çeker. Namazın sonundaki salât, başka
duaya gerek bıraktırmaz. Kim namazında salavât-ı şerîfe okumazsa, namazı
kabul edilmediği gibi, ret edilir. Namazda salavât-ı şerîfenin farz
olduğu mezhepler vardır. Namaz kılındıktan sonrada arifler on bir
kere salavât-ı şerîfe getirirler. Aksi takdirde Allah (cc)´tan feyz
alamazlar. Niçin Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimize salavât getirilmesin; çünkü ruhu ilk küll-i ruh olan akl-ı evvelden[VII] üflenmiştir. Bu cihetten ne
kadar salavât getirirsen, kendi özünü o kadar ihya etmiş olursun. Fakat
insanlar bu sırdan gaflet ederler. Salavât ile kul Allah (cc)´a ibadette
yakınlık sağlar. Yakınlığın artması ise, Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Efendimizin yüksek makamına tevessül etmek iledir. Allah
(cc)´ın (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´e salâtı ise, her şeyi
geçer ve hiçbir şeye muhtaç olmaz. Kulun salâtı ise, Allah (cc)´ın rızasına
ulaşmak içindir. Salât kapısı ile, Allah (cc)´a kavuşmak ve hayır kapılarını
açmak demektir. Bu şekilde kerâmetler meydana gelir. Salavât-ı şerîfe
getirenlerin yakınlaşması büyük şeydir. Sevenlerin sıdkına alâmet, vuslatı
isteyenlere sığınaktır. Bir insanın salât etmesi Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin ona salât etmesidir. İnsan ise,
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in adının sûretidir. Muhammed
ismindeki mim, insanın başıdır.
Kulların Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salavât getirmesi gereklidir. Geçerli olan bu hüküm Adem
(as)´dan kıyamete kadar devam etmektedir. Adem (as)´a konuştuğu zamandan beri
çocuklarına verilen bir emirdir.
Fakat Allah (cc)´tan başka hiçbir şey Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize
hakkıyla da salât edemez. Allah (cc)´ın salâtı zat-ı ve fiilleri vasıtaya muhtaç olmamaksızın olur.
Zuhur eden şeyler, keşiflerin hepsi Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî)´in sebebiyledir. Küfrün karanlığı Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) ile yok olur. Allah (cc) bir kimseye iman verecekse bir örtüyü
kaldırır gibi karanlığını kaldırır. Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz ise örtünün kalkmasına sebeptir.
Yaratılışın evveli Rûh-i Muhammedî, sonu ise
insâniyetin yaratılışıdır. Yani bütün kâinâtın yaratılışının başlangıcı ve kökü
Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizdir.
Kâinattan kasıt, ruhlar ve cisimlerdir. Ruhlar ve
cisimlerin hepsi, bir hakîkâti ve sırrı bünyesinde taşır. Eşya, isimleri ve
sıfatları yüzünden farklılaşır. Çünkü âlemin vücudunda yani bireylerinde
özellik olarak vardır. Âlem her türlü vasıfları ile Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden intişar etmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz yaratılışta da rûhanî
yönü ile her şeyden öncedir. Rûhâni ve cismânî cihetlerin özü ve geldiği
yerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelir,“Allah (cc) önce benim ruhumu yarattı.”
Ne kadar esrâr-ı rûhâni varsa, hepsi Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin rûhâniyetinden ayrıldı.
Peygamberlerin ve evliyâların ve diğer insanların ruhları da, O´ndan ayrılan
tâli unsurlardır. Onun için buyurdu ki, “Ben peygamber iken, Adem (as) çamur ve
su içinde idi.” Yani yaratılış itibârı ile sonra gelmiş olsa bile Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz mahlûkattan önce
yaratılmıştır. O´nun peygamberlik sırları, fiilleri ve diğer halleri Allah
(cc)´ ın koyduğu esâslara göre vakti gelince tecelli etmiştir. Görünüşte
mübârek vücutları sonradan gelmiş olsa da. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz “Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz”
buyurdular. Zira arş-ı âlâ´dan önce cism-i külli vardır. Buna heyûla-i külli[VIII] derler ki, cümle feleklerin,
unsurların ve doğuşların mayasıdır. Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin ruhâniyeti cisimler âlemine göre
öncelik taşımakla cism-i külli sureti ile tayin olmuştur. Bu itibârla cihet-i
cismâniyeleri dahi bütün mahlûkattan önce oldu. Buna göre arş ve arşın
kapladığı takdir edilen cisimlerin sırları, Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizin cisimlerinden çıktı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz kendine mahsus unsurları
ile öncelik sahibi oldu. Kainâtın yaratılışı bu hakîkat üzere tamam oldu.
Zirâ mübârek ruhları ruh-u câmî olduğu gibi,
cisimleri de cism-i kâmil idi. Yaratılmışlardan ve diğer peygamberlerden
O´nun şemâil-i ve hilye-i şeriflerini[IX] derleyecek, toplayacak, kemâline
ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.
Fakat onun arkadaşları Fahri Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin özelliklerinden bir kısmını almışlar ve
nisbetini devam ettirmişlerdir. Mesela dört halife Hz. Ebûbekir Sıddîk, Hz.
Ömer Fâruk, Hz. Osman Zin-nûreyn ve Hazreti Ali (radiyallahü anhüm)
Efendilerimiz ayrı ayrı sırlardan bir sır taşımışlardır.
Hz. Ebûbekir Sıddîk (radiyallâhü anh) Peygamber
(aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin arkasında cemaat olarak
uyduğu en büyük insan, Hz. Ömer Fâruk (radiyallahü anh) tebliğin zor günlerinde
desteğine muhtaç olduğu insan, Hz. Osman Zin-nûreyn (radiyallâhü anh) üçüncü
bir kızım olsa Ona yine verirdim dediği güzîde damat ve zenginliğini peygambere
ikrâm eden zamanın en büyük aristokratı Hazreti Ali (kerremallahü veche)
Efendimiz ise hicrette emanetleri yerine teslim etmek için ölüm döşeğinde huzur
uykusuna yatırdığı ve savaşlarda düşmana korku saldığı en büyük kahramanı.
Fakat Hazreti Ali (kerremallahü veche)
Efendimiz ilm-i ledün sırlarının kaynağı olduğundan bugün hala ilgi odağı
olmaktadır. Çünkü dünyevî işlerin hakîkâtlerini oluşturan bu ilim hala
insanları kendine cezp eder. Hz. Ömer Fâruk (radiyallâhü anh),
“Hazreti Ali (kerremallahü veche)´nin bulunmadığı topluluk içinde müşkül bir
mesele çıkmasından Allah (cc)´a sığınırım” demiştir.
Tasavvufî alana girdiği için Hazreti Ali (kerremallahü
veche) Efendimiz üzerine çok şeyler yazmak gerekir. Kısaca şahsiyeti hakkında
şunları söyleyebiliriz.
Cabir bin Abdullah el-Ensari (r.anh)den naklen,
Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz şöyle buyurdu :
"Allah (cc), her peygamberin zürriyetini kendi
sulbünden kıldı, benim zürriyetimi ise Ali'nin sulbünden kıldı"
Tirmizi İbn-i Ömer (r.anh) den şöyle rivayet etti.
Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz ashabı birbirine
kardeş yaptı. Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimiz gözleri yaşlı olarak
Fahri Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize geldi ve şöyle
dedi. “Ya Rasulüllah, ashabı birbirine kardeş yapmışsın, beni kimseye kardeş
yapmadınız!” Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz “Ya Ali
(kerremallahü veche), dünya ve ahirette sen benim kardeşimsin” dedi.(Tirmizi)
Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimiz olaylar
karşısında Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin “Ya Ali,
sen Kâbe durumundasın. Sana gelirler, sen gitmezsin. Bu kavim eğer
sana gelip de bir işi teslim ederlerse kabul et. Gelmezlerse sen ileriye varma”
emrine itaat ederek yaşamıştır.
Sonradan gelecek insanlar sevgilerinde aşırılığa
kaçacaklarını bildiğinden kabrini bile oğullarına saklamalarını emretmiştir.
Çünkü Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimiz varlığını Peygamber
(aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize borçlu olduğunu çok iyi
biliyordu. Halifelik sırasını bile en sona bıraktı ki, Fahri Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin arkadaşlarının kıymetleri
diğer insanlara ulaşsın içindi. Ayrıca Hazreti Ali (kerremallahü veche)
Efendimiz Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin
vefatından sonra doğabilecek fitneyi daha ileriki yıllara çekerek Fahri Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin dünyayı terk edişinin acısı
yanına ikinci bir acıyı ümmete yaşatmadı. O fitne dönemlerinde ki ağır yükü
taşıyacak kişi idi. O gelecekle ilgili haberleri bilen ender sahabelerdendi[X]. Müslümanların dinleri tamamlanmış
olmasına rağmen, sosyalleşmeleri ve devletleşme temellerinde O´nun sabır ve
sonsuz ilmi kaynak olmuştur. Bu ümmete ihsan edilmiş büyük nimetlerdendir.
Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, siyasî hayat
içinde olan insanların dinleri ile ilgili halleri yöneticilikleri ile
eşleştirilmemelidir. Çünkü siyaset Hak yolunun gereği olmayan işleri insanlara
yaptırmıştır. Bu sebeple Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimiz çok
sıkıntı çekmiştir. O eşit veya birbirine yakın seviyedeki insanların
dengelerini sağlayan kişi olmuştur. Gönüllerin dünya istekleri ve içtihatları
ile karıştığı anda, dinin yüceliği ile nefislerin birbirine çakıştığında ancak
ilmin kapısı Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimiz tarafından
sakinleştirildi. Bu Allah (cc)´ın Ümmeti Muhammede (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) bir ikramıdır.[XI]
Konumuza dönelim;
Kur´ân-ı Kerim´de;فَتَـبَارَكَ
اللهُ احْسَنُ الْخَـالِقِيـنَ “Musavvir ve mukaddir olanların en güzeli
olan Allah (cc) pek mübârektir.”(Mü´minûn, 14) buyruldu. Bu ayetin tecellisi
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizdir. Allah (cc)`ın
zatı dahi Fahri Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin
yaratılışına hayrandır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz sûret ve sırları toplayıcı ve hakîkatine başlangıç
olduğu gibi, ilâhî âleme de zat, sıfat ve ef´âlin zürriyetine esâs ve
kemâlatların hepsine mazhâr oldu.
Başkaları yani melekler, peygamberler, evliyalar ve
insanlar hakîkatlerin sırlarına Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz ile kavuştular. Hakîkatlerin neticelerini suretini de
Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizin cemâliyetinde gördüler.
Kim gördü cemâli esrârı
Gelmedi, Muhammed Ârâbi
O vücud-u şeriftir, Hâfi
Küntü Kenzin zürriyetinin sebebi
İlâhi sırların kitapları üçtür.
a-Âfâk Kitabı [ Dış alemlerin ]
b-Enfüs Kitabı [ Gayb alemlerinin ve batını
müşâhedelerin )
c-Kur´ân-ı Kerim
Bu üç kitabın aslı da Hakâyık-ı Rahmet Kitabı[XII] dır.
Allah (cc)´ın gönderdiği dört ilâhî kitapta bunlara
işaret eder. Arif-i billah olanlar tertip üzere bu kitapları okurlar ve
hakîkatlerine kavuşur, bilgi sahibi olurlar.
Sırların çıktığı ve toplandığı yer Kur´ân-ı Kerim iken
salavât-ı şerîfeyi yazan Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizi kabul etmesine sebep nedir? diye sorarsan şu
cevabı vermek gerekir.
Kur´ân-ı Kerim zahiri itibâr ile sözdür. Hz. Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz ise zahiri itibar
ile fiildir. Söz ise fiil üzerine bağlıdır.
Kur´ân-ı Kerim´de;نَزَلَ
بِـهِ الرُّوحُ اْلأَمِينُ عَلىَ قَلْبِـكَ “Onu Sen´in kalbin
üzerine Rûh-ul Emin indirdi.” (Şuara 193.194) buyruldu. Yani Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz Kur´ân-ı Kerim´in nüzul
ettiği yerdir. Eğer bu kalp olmasa idi, Kur´ân-ı Kerim´in sırları bilinmezdi.
Bundan dolayı sırların çıktığı yer olmak Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Efendimize layık oldu. İşte bunun gibi, Kur´ân-ı Kerim´e
bakan, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizin yüzüne bakmıştır. Akside böyledir. Yani (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Efendimiz´e bakanda, Kur´ân-ı Kerim´e bakmıştır.
Bu makamda kalp, hüviyet[XIII] ile bir oldu. Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden dağılan esrar aslında
enfüs, âfak ve hakîkatteki hüviyet-i hak´tır. Gizli ve açık her şeyden hüviyet
kazanacak eşyanın da sırrı Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizdir.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
kulluğu, rabb´lığı ve mahlûkâtı her şeyi bünyesinde toplamıştır. Vücud-u
İlâhiye´ye şümûlü var iken Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz zatını kulluk makâmında tutardı. Kulluğuna da hiçbir
mahluk erişemedi. Beşerin ihtiyaçlarından korunmuş idi.
Gözü Allah (cc)´ın varlığından ayrılmaz iken yinede
haddini aşmaz, başka alemlere iltifat etmez ve kibirlenmezdi. Bu sırra
istinaden Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz;
“Rabb’im tarafından doyurulurum” buyurur, günlerce aç
durur; “benim gözüm uyur, kalbim uyumaz” buyurur geceleri devamlı ibadet
ederdi. Bu normal insanlara uygun bir şey değildir.
وَانْـفَـلَـقَـتِ اْلاَنـــْـوَارُ
﴿﴾
“Nurların kendisinden infilak ettiği Hz. Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize salât et.”
O, beyaz incidir. Fakat kırmızı yakutlar ve elmaslar
O´ndan çıkar.
Nur olarak bilinen eşyaların nurları (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz den zuhur etti. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer
nur saçan mahlûkât [ruhun nuru, kuvvetin nuru, aklın nuru, imânın nuru,
Kur´ân-ı Kerim´in nuru, tecelli nurları] nurlarını ondan aldılar. Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz, “Allah (cc) en önce
benim nûrumu yarattı” buyurdu.
Kur´ân-ı Kerim´de; قد جـائكم
من الله نـور “Şüphe yok ki, size Allah (cc) tarafından bir nur gelmiştir.” (
Mâide 15 )
Allah (cc) kendine “Nûr” ismini verdiği gibi[XIV], Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz en önce yaratılan nur olmak nedeni ile “
Nûr ” u layık gördü.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Allah
(cc)´ın nuru olduğu gibi, hem önceliği ve özellikleri tamdır. Bu nedenle
“yaratılmışların en faziletlisi” oldu. Çünkü nurların aslı ve tümü Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´dir. Bu nur bütün nurlardan daha
güzeldir. Yusuf (as)´ın güzelliği, Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin cemâlinden doğmuştur. Arş bünyesinde taşıdığı cisimler
ve nurlar ile Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´den
yaratılmış ve O´nunla bekâ bulmuştur.
Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz diğer şeyler gibi yaratılışın mertebelerinden inerken
nurunu kaybetmedi. Arş ise sahip olduğu nurları Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden emânet alarak durur. Yoksa hariçten
nûrâniyeti yoktur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize Kur´ân-ı Kerim´de وسراجـا
منـيرا ( Ahzâb 46 ) “Nurlar saçan kandil” buyruldu. Bu nur eşyanın
aslında olan hakîkât nurlarının bilinmesine sebep olur. Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in nuru aydınlattığı halde diğer
kandiller gibi eksilme göstermez ve şûlesi de kesilmez.
Ümmetin alimlerine ve beşeriyet âlemine verilen şeriât
ilimleri, tarikât kazançları, mârifet nurları ve hakîkât sırları bu kandilden
dağıtılır. Her taraftan aydınlatma özelliği de vardır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz وجـعلنى
نـورا “Allah (cc) beni nûr kıldı” buyurdular. Bu nurdan dolayı
“namazda arka tarafımı görürüm” diye buyurarak, altı yönü gördüğünü ümmetine
haber verdiler.
Çünkü birdir yanında bütün cihetler
Her yandan görürüsün kainâtı
Sen-i gören görür cihanın her yerinde
İstersen sırrı, çünkü O nurdan yaratıldı
Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizin hakîkâtinde iki nur, yani Nübüvvet ve velâyet nurları vardır.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) bu
alemden ayrıldıktan sonra zahire (dünya) bağlı olan nübüvvet nurlarını İslâm´ın
özünde, velâyeti Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimizde bıraktı.
Nübüvveti, velâyeti, şeriatı ve nuru Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin bakî olduğu için başka bir peygamber gelmeyecektir.
Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz (bizlerin anlayışına sığmayacak şekilde) ölmemiştir.
Velâyet nurları, bâtınî nübüvvettir. Hazreti Ali
(kerremallahü veche) Efendimiz ve ehl-i beyt ile bugüne kadar devam etmiştir.
Bu nübüvvet Peygamber (aleyhissalatü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin şer-i
nübüvveti gibi kıyamete kadar devam edecektir. Evliyalar bu velâyetin sırrı ile
tasarruf eder. Veliliğin sırları aynı eşya gibi insanlara miras kalmıştır. Bu
fazilet çalışma ile kazanılandan çok büyüktür. Hz. Ömer Faruk (r.anh) bu sırra
binâen Hazreti Ali (kerremallahü veche) Efendimizin kızı Ümmü Gülsüm ile
evlenmiştir. Bu şekilde Fahri Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimize akraba olup bu sırdan ve velâyetten ayrı kalmak istememiştir.
Hz. Kutbul Aktab (ks) bu nûrla tasarruf eder. Diğer evliyalarsa
kutbun nurundan istifâde eder. Çünkü Hz. Kutbul Aktab (ks) feyiz
kaynağıdır.
Sorulur ki hadisi şerifte ; علمآء
هذه الأمة كأنـبيآء بـنى إسـرآئــل
“Ümmetimin alimleri İsrail oğullarının peygamberleri
gibidir” gelmektedir.
Bu maneviyât menzillerindeki silsileden dolayıdır.Yani
geçmiş ümmetlerin evliyası peygamberinden, peygamberleri de Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden
manevi feyizleri almaktadır. Fakat Ümmet-i Muhammedin (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) evliyâsı ise feyzi bizzât (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz´in nûrundan direkt aldıklarından, İsrail oğullarının
peygamberleri gibi olmuşlardır.
Evliya, geçmiş ümmetlerin üzerine bu sebeple fazilet
ve rüçhan bulurlar. Evliyalar batinî yönden kutuptan, Kutub da
peygamberlik membaından feyz ve nisbet alır. Evliyanın kutubtan feyz ve nisbet
alması da peygamberlik membaından alma gibidir. Çünkü kutub
peygamberlikte fenâ bulmuştur.
Velâyet makamlarında çok yüksek mertebelere
ulaşmalarından bazılarına Hâtem-ül Evliyâ[XV] denilmiştir. Hakîkâtte ise Hâtem-ül
Enbiyâ ve Evliyâ Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizdir. Nübüvvet ve velâyet O´nda zuhur ettiği gibi kimsede
zuhur etmediğinden durumu ayın dolunay olması gibidir. Diğerlerinde olanlar
ise, O´nda olanların tafsilatları gibidir.
Velinin kerâmeti peygamberin mucizesidir. Farkı ise
veli zuhûrat yeridir. Hüküm zuhûratadır, veliye değildir. Veli peygamber gibi
dâva sahibi olmaz. Dâva sahibi olursa (veli olanı kendinden bilirse) kabul
görmez ve kötülenir. Lazım olan zuhur eden kemâlâta hamd ve senâ etmelidir.
Bizler için iftihar olacak şey, sultanın hâneye teşrif etmesidir. Bundan
anlaşılan peygamberlik nûru asıl olan nur, evliyanın nûru ise asıl nûrun
parçalarıdır. Mesela güneşin ışıkları asıl, ayın ışıkları ise yansımalardan
ibârettir. Yansımalar ise hiçbir zaman asıl gibi olamaz. Belki benzerlik veya
özellik bulundurur. Bu sırrın işaretleri de Hakîkât-ı Muhammediyeden gelir.
Eğer ismin okundu ise, ismin aslını yücelerden iste. Çünkü sûret aslın
yansımasıdır. Bu anlattığımız âlemde gece ve gündüz, sabah ve akşam yoktur.
Bu sırra işaret Kur´ân-ı Kerim´de Hz. İbrahim (as)
hakkında hikaye yolu ile gelir.لا احـب الآفلـين “Batanları
sevmem”(En´âm 76)
İnsandaki nurlar yıldızların, kalpteki nurlar ayın,
ruh ve levhdeki nurlar ise güneşin sırlarını taşır. Fakat bunların yani yıldız,
ay ve güneşteki durumlar gibi tecelliyatları sürekli görülmez.
Tecelliyatın fazlaca olduğu ruhbanlık ve mânevi sarhoşluğun keşif ve idrak
ettiği şeylere de itibâr yoktur. Çünkü geçici şeylerden hasıl olmuştur. İtibar
edilen ise mutlak oluş üzere olan tecellilerdir. Zira bu oluşta zat, sıfat ve
fiiller fenâ bulup, Hakk´ın zat, sıfat ve fiillerinin nurları zuhur eder. Bu
fenâda ebedî fenâ vardır. Hadisi şerifte تـنام عـيناى
و لا يـنـام قلـبـي “Gözlerim uyusa da, kalbim uyumaz”
gelmiştir.
Dışta olan nûrun kaybolması, içteki nûrun gitmesine
sebep olmaz. Kaybolan batın (sanal) nur ise tecelli zattan (Allah (cc)´a
kavuşma) başka makamlarda olur. Onun için insan-ı kamiller tecelli zatta
kavuşmadan rahat edemezler. Bu makama ulaşana kadar bir yerde durmak
istemezler.
İstersen, tecelli etsin nurlar
Senden fenâ bul, gör ne var
Bu fenaya erişmek için bir an
Daima Hazret-i Hakk-a yol var.
وَ فِيـهِ ارْتَــقَتِ الْحَقائِـقُ
“Hakîkâtlerin kendisine yükseldiği (gerçeğini bulduğu)
Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize
salât et.”
Eşyadaki bütün hakîkâtler, ulvî, süflî (dünyevi)
özellikler, incelikler ve keyfiyetlerin hepsi Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî)´in zatında toplanmıştır. Hakîkâtler Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî)´in batınında toplandığı gibi, kalb-i şerifleri
hakîkâtler madeni, aslı ve çıkış yeri olmuştur. İlimler ve nurlar Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´den alemlere dağılır. Bu özellik Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize ait husustur. Başka
hiçbir mahlukat buna kadir olamaz. Diğer nebiler, peygamberler, sıddıklar,
arifler ve evliyalar hep Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in
kalbinden ayrılmışlardır.
Onun için Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimize denildi ki; Her şey O´nda toplandı, O´nun kalb-i
şerifleri, arş-ın aslî hakîkâtlerini, kürsînin sırlarını, tevhîdin ilimlerini,
melekûtiyyet nurlarını, kalbî, batinî ulvî ve süflî (dünyevî) sırları her
şeyi eksizce toplayandır. Kısaca her şey O´dur.
Bilindiği üzere hakîkâtler iki kısımdır.
a-Kevnî (varlıkla ilgili, yaratılışla ilgili hakîkâtler) hakîkâtler;
ruhlar ve cesetler ilgili inceliklerdir.
b-İlâhî hakîkâtler; zat, sıfat, ef´âl (fiiller) ve
isimlerin incelikleridir.
Bu hakîkâtlere ulaşamayan velâyet mertebesine ayak
basamaz. Çünkü ilâhî yolun usûlü bunun üzerinedir. Bu yola giren, öncelikle
seyrân eden alemlerin seyirlerinin hakîkâtlerini anlayıp inkişaf etmesinden
sonra velilik mertebesi gerçeklerine kavuşur. Bugün peygamberlik kesilmemiş
olsaydı, peygamberlik mertebesine de ayak basardı. Fakat Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden sonra peygamberlik
kesilmiştir.
Velâyet ile peygamberliğin arasında bir perde vardır.
Hakîkâtler Allah (cc)´tan peygambere olunca vahiy, veliye olunca ilhâm olarak
kabul edilir.
Hakîkâtlerin gösterildiğine işâret olarak Kur´ân-ı
Kerim´de; وكذالك نـرى ابـرآهـيم مـلكوت السمـوات والأرض
“İbrahim'e şöylece göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk
ki” (En´am 75), gelmektedir.
Melekûttan murat batinî (ilâhî ve gizli)
hakîkâtlerdir. Yani iç ve dış âlemlerde melekûtu, süflî ve ulvî işleri, batinî
(sanal) şekilleri, devreden alemleri, tekrarlanan tavırları ve doğuşları Sana
gösterdiğimiz gibi, Sen´den önce teveccühlerimizi kazanan atan İbrahim (as)´e
de gösterdik. Çünkü O´nun görüşü Sen´in görüşüne, anlayışı anlayışına
benzediğindendir. Hadisi şerifte;
انكـم ستـرون ربـكم كــما تـرون
الـقـمر لـيـلة الــبدر “Ayın
on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabb´inizi de öyle göreceksiniz” gelmiştir.
Görmek ile müşahede (sırları anlayarak görmek, anlamak) arasında ayrılık
vardır.[XVI]
Çünkü (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz
mükemmel olarak yaratılmıştır. Peygamberler arasında mertebe ve faziletçe
farklılık olduğu gibi evliyalar arasında da aynı farklılıklar vardır.
Hülâsa Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin zatı bir nüsha-i ilâhidir ki, oluşan
harfleri, kelimelerin asıllarını, ruhanî ve misalî hakîkât ayetlerini ve oluşan
suretlerin hepsini topladığı gibi ilâhî zât-ın isimlerinin harflerini, sıfâtî
isimlerinin kelimelerini, ef´âli (fiiller) isimlerin ayetlerini ve meydâna
gelmiş eserlerinin sûretlerini de ihtiva eder yani içine alır.
Sayılan Hakîkâtlerin kitapları vardır.
Kevni hakîkâtlerin kitabı; hayâli vücutların
sırlarından yani bizim var olduğunu zannettiğimiz varlıklardan bahseder, (dünya
alemindeki bütün varlıklar)
İlâhî hakîkâtlerin kitabı ise hakîki vücutların
hakîkâtlerinin sırlarından bahseder.(ayan-i sabite; varlıkların özleri, ilâhi
ilim )
Bu kitapları okuyarak kavuşacağın Hüviyet[XVII] mertebesinde ise; faziletli
ilimler, şerefli hakîkâtler, gizli ve açık şirkten kurtulmak, tevhidin aslını
bulmak, eşyanın hakîkâtine kavuşmak ve bunda da usanmadan temizleneceğin bir
saray bulursun. Bu saray için Kur´ân-ı Kerim´de,
لا يـمسـه الا الـمطـهـرون“Ona tamamen
temiz olanlardan başkası el süremez.” (Vakıa 79) buyrulmaktadır.
Hakîkâtlerin şeriatları ve ümmetinin ihtilafları bu
hikmete göre değişme göstermez. ان الــدين عـند الله
الإسلام “Allah (cc) katında din İslâm´dır” (Al-i İmrân 19) buyrulduğu
üzere hakîkât dindir. Hz. Adem (as) dan kıyamete kadar dinin usullerinde birlik
olduğu gibi, dinin hakîkâtlerinde de birlik vardır. Onun için hakîkâtlerde
değişme ve kalkma olmaz. Çünkü zatı ile var olan nesne, başka bir şeyle
kaybolma ve değişiklik kabul etmez. İnsan ile bu hakîkâtler arasında olan
münasebet, bütün ile parça arasındaki münasebet gibidir. İnsan ile âzası
arasındaki münasebet gibi. Fakat bütün ile parçaları arasında olan
münasebet, insan ile ifrazatındaki münasebet gibide değildir. Muhakkak ki
insanda cüzler toplandığı gibi hakîkâtler de toplanmıştır. Hakîkâtler insanın
zatından ayrı değildir. Fakat inkar ile bir şeyde bu alemi toplamak Allah
(cc)´tan da değildir. (Her şeyi yaratan ise Allah (cc)´tır. Kötü olan şeylerin
isnadı Allah (cc) olmaz)
Kim ki ola zatında hakâik, olur akranı içinde merdi
faik
Oluptur naka-i müşkil âhu, göre âlemde merğûb-u
halayık [XVIII]
وَ تَـنَزَّلَتْ عُلُومُ ﺁدَمَ
فَـاَعْجَزَ الْخَلآ ئــِقَ
“Adem (as)´ın ilimlerinin kendisine inip de onun
karşısında mahlûkâtın aciz kaldığı Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimize salât et.”
Salavât-ı şerîfedeki Adem´den murat insandır. O´nun
kalbinde insanla ilgili büyük ilimler vardır. İnsan dahi bundan aciz kalır
demektir. Bütün mahlukat O´nu idrakten mahrumdur.
Adem (as)´a öğretilen isimlerden murat, (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´de olan ilimden kudreti miktarınca
aldıklarıdır. Adem (as) deki ilimden dahi melekler aciz kaldı.
Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz ile Adem (as) karşılaşınca “beşerî yaratılış yönünden
evlâdım, hakîkât yönünden babam olan Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salât ve selâm olsun” demiştir. Onun için Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize ابـا الأرواح “Ruhların Babası” denilmektedir. Alimlerin
ilmi, hâkimlerin hikmeti, ariflerin marifeti ve eşyanın bilgisi hep
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´den aldığı nisbet iledir. Bütün
mahlukatın ilmi toplansa Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin deryasında bir damla dahi etmez.
تَـنَزَّلَتْ Kelimesi ile kalbine inen
ilimlerin inceliklerine sahip olduğuna delâlet eder. İnsan ilimlerin
inceliklerine sırlarına sahip olmadıkça ilminin hakîkâtine erişemez. Kalbide
sahip olduğu ilimden menfaat ve mutmain olamaz. Yani insan cinsine gereken
ilimlerin hakîkâtlerini kalbine indirmesidir. Nitekim hadisi şerifte,
تعلمـت العـلوم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin
ve sonrakilerin ilimleri bana öğretildi.” Başka bir rivâyette;
فاورثنى عـلم الأولـين و الآخـرين“Öncekilerin
ve sonrakilerin ilimleri bana mirastır.” Yani (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini ve daha fazlasını talim
eylemiştir. Bu sebepten dolayı Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz ilimde cümle peygamberler ve evliyadan
üstün olmuştur. O´nun hakkında,وكـان فضـل الله عليـك
عظيما “Allah (cc)´ın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.” (Nisâ
113) buyruldu. Çünkü ilim ile insan, melekûttan faziletli olmuştur.
Adem kelimesinden murat Adem (as) olursa, manası Adem
(as) ilimleri (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in şanından
indirilmiştir. Çünkü Adem (as) sonraki geleceklerden önce gelmiştir. Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz
netice ve gayedir. Onun için her şey ilmini istidadı miktarınca
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´den almıştır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz mükemmellik üzere
yaratılmıştır. Kur´ân-ı Kerim´de و علـم آدم الأسـمآء “Allah
(cc) eşyanın isimlerini Adem'e bildirdi.” (Bakara 31) Buradaki Adem´den murat
zahirde Beşerin atası olan Adem (as)´ın sûretidir. Hakîkâtte ise Adem-i
Hakîki´dir ki, akl-ı evvel[XIX] olarak isimlendirilen Rûh-u
Muhammediyedir.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Adem
(as) çamurdan yaratılmadan, hakîkâtinden önce bütün isimlerin hakîkâtlerine
kavuşmuş idi. Her eşyayı ismi ile bilirdi. Ayetteki isimlerden murat belki,
isimleri ve konulduğu şeylerin hakîkâtlerini toplamış olmasıdır.
Sofiyye, bu konuda isimleri bildirmesi ve konulduğu
şeylerin hakîkâtlerine ulaşmasıdır demiştirler. Nitekim hadisi şerifte; رب ارنـا الأشيـاء كـما هـى “ Rabb´im eşyayı aslı
ile göster”
Mesela bir kimse koyunu bildikten sonra renginin siyah
veya beyaz olacağını bilir. Kulağı ile sesini, burnu ile kokusunu, taam ile
tadını, eli ile yumuşaklığını ve hususiyetlerini idrâk eder. Bundan
yaratılışını, özelliklerini, iyilik ve kötülüklerini bilgisine katar. Böylece
koyundan başkalarının hakîkâtini ayırır. Bir koyunda böyle olunca, diğer eşyayı
buna göre kıyas etmelidir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
böylece bütün peygamberlerin hakîkâtini icmâlen ve tafsîlen toplamış olması
hakîkâti zuhur eder.
Zahirî ilim sahipleri derler ki, kast edilen hakîkât
ilmidir. Çünkü her eşyaya ilim (adlar) tahakkuk etmemiştir. Bu kolay bir
cevaptır. Çünkü bir eşyanın fertlerinden birinin adını bilmek yeterlidir,
husûsiyet gerekli değildir.
Kamil evliyalar ise bu ilmi keşif ile bilirler. Nice
aklı ermeyenleri, bu gizli ilimlerden haberdâr etmişlerdir. Bir eşyanın
hakîkâtine alem (isim) verilmez ise yaratılışı abes olur. İlâhi hikmetlerden
ise abes nesne sâdır olmaz. Mesela Kur´ân-ı Kerim´de surelerin
evvellerinde gelen hurûfu mukattaaların hikmetleri( الم
المر الر المص طس طه طسم كهيعـص حم عـسق حم يس ص ق ن) ehl-i keşf tarafından bilinmiştir. Onlar,
bunların indirilmesinden murat yalnız iman içindir, demek hatadır. Fakat
hakîkâtleri ifşaya izinli olmadıklarından, gerekli olduklarını beyan ile iktifa
ederler.
Zira Sultân-ul Müfessirîn ve Tercüman-ül
Kur´ân´da
ابهـموا ما ابهم الله و فصلوا ما فصل
الله “Allah
(cc)´ın sakladığını saklayın ve açıkladığını açıklayın” buyruldu. Bu
gizli olan şeylerin olmadığını göstermez. Belki gizli olan şeylerin
açıklanmaması sırlara ihanet edeceklerden muhafaza içindir. ان للــقرآن ظـهيـرا و بـاتــنا “Kur´ân-ı Kerim´in
zâhiri (dışı)ve bâtını (içi) vardır.” Kur´ân-ı Kerim´in zâhirisini ulemâ,
bâtınını hakîkât ehli diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunlarda gerekli olan
yapılan tefsirin kitap ve Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin sünnetine uymasıdır. Zîra denilmiştir ki “hakîkât;
sünnet ve kitaptır.” Eğer ikisinin (sünnet ve kitap) şahâdeti olmazsa aşırılık
ve zındıklıktan başka bir şey zuhur etmez.
Kur´ân-ı Kerim´de و لا رطــب
و لا يـابس الا فــي كــتـاب مــبيـن “Bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık
bir kitaptadır.” (En´âm 59) Batîni taifesinin ret edilmesi, Kur´ân-ı Kerim´in
zâhirini kabul etmedikleri gibi, bâtınını nefislerine göre yorumlamalarıdır.
Sorulursa ki, niçin peygamberler bâtından söz
etmediler? Cevap olarak deriz ki; peygamberler avâm ve havâsın (cahil,
alim her sınıf insan gruplarına) hepsine birden gönderilmiştir. Hitapları umûma
birdendir. Batına da îma (işaret) yolunu kullanmışlardır.
Zîra söylenilmiştir ki;لا
يباع الابل فـي الـسوق الـدبـاج “İpek satılan çarşıda deve satılmaz.” Hicretten
600. hicrî seneye kadar ümmetin havas tabakası hakîkâtleri rumuz ( îma, kinâye,
kapalı sözler) ile dile getirdiler. Çünkü açıklamaya izinli değildiler. Daha
sonra gelenler izin alarak kitapları açıklama yolu ile yazmaya başladılar.
(Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri gibi) Yinede anlayışlarda zorluklar vardır.
Zîra bâtın işi zevk işidir. Tatmayan bilemez. Meselâ kimya ilmi ne kadar
açıklanırsa açıklansın yine hayretlerle ve anlaşılmazlarla kalmaktadır.
خـذ مــا صـفا دع مــا كــدر “Sana huzur
vereni al, üzüntü vereni bırak.” Hadîs-i şerifte; دع
مــا يـريـبك الـي مــا لا يـريـبك “Seni şüpheye düşüreni bırak, yakîne
yönel (kalbinin şüphe etmeden kabul ettiğine yönel)” emredildi.[XX] Çünkü akla sığmayan şeyler
panzehiri olmayan öldürücü zehirlerdir. Onun için büyüklerden işitilen rumuzlu
ve kapalı kelamlarını inkârda acele etmeyip tabi olmak gereklidir. Hiç olmazsa
alimler bilir diye ehline havâle edilmelidir.
İhyâ-i Ulûm kitabında bazı ariflerden nakil
edilmiştir ki; “Bir kimsenin vehb-î ilimden nasîbi olmaz ise imansız ölmesinden
korkulur.” Bu kötü halden Allah (cc)´a sığınırız. Bu sebeple hiç olmazsa bu
ilm-i tasdik etmeli ve ehline teslim etmelidir. Bu ilim ehlini bilmekte ve
bulmakta çok zordur. İnsanların çoğu ise kerâmet ehlini ararlar. Kerâmeti
kevniye (varlıklar ilgili gösterilen kerametler yani uçmak, altın yapmak vb.)
ise velilikte şart değildir. Şart olan ilmi kerâmetlerdir. Hakîkâtler burada
bulunur. Fakat niceleri hakîkâtlerden bahsederler ama isabet etmeleri ise
mümkün olmamıştır. Hakîkât de aranan doğru yol, salim akla uygun olmasıdır.
Konu edilen hakîkâtin özelliği de doğru ve sahih olmalıdır. Fakat her
ilâhi ilim zahirde doğru yol üzere görünmediği gibi, bu yolun sapıtanları da
çok fazladır. Dört mezhebin birinden olup ehl-i sünnet vel-cemeât üzere
olanların nâci fırkasından[XXI] oldukları kesindir.
Bulamayınca sâlik kahırdan necât
Lütûf yüzünden bula bî-deracât[XXII]
* * *
Ulûm-u Âdem-e nisbet eyledi
Zîra insan mazhar-ı tâmdır.[XXIII]
Hadis-i şerifte; ان الله
خــلق آدم فــتجـلـى فـيـه “Allah (cc) insanı yarattı ve onda tecelli
etti” gelmiştir. Yani, Allah (cc) insanda celâl ve cemâl isimlerinin hepsi ile
kendisini gösterdi demektir. Meleklerde yaratılış basit ve cemâl iledir. Hâkk
ise zâtını celâle mazhar kılmıştır.[XXIV] Hadîs-i şerifte bu sırra işaret
şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك “Allah
(cc)´ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni zenginleştir.” [başka bir
rivayette devamında; “Fakat Sen´den müsteğnî (zenginleşmek) olmak suretiyle
beni fakirleştirme” gelmiştir][XXV] Burada bahsedilen iftikârdan
(muhtaç olmak) murat bütün ilâhi isimlere sahip olmakla, Hakk´a yönelmeği
istemektir. Çünkü isimlere sahip olan eşyaya sahip olur. Zenginlik ile eşyada
tasarruf gerçekleşir. Bu makama tam manası ile Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz müyesser olmuştur. Bu sebeple Hakîkât-ı
Muhammediye ve İsm-i Âzâm birdir. Bütün isimler İsm-i Âzâm´ın çerçevesi
içinde saklıdır. Onun için Ulvî ve süflî (dünya) alemde de (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´e muhtaç olmayan bir nesne yoktur.
Meleklerde derece yükselmesi yoktur. Yaratılışları
gereği yüksek derecelerde olduğundan ilimleri de yüksektir. (olabilecekleri en
yüksek makamda yaratılmışlardır) Nadir olarak, terakkîleri Adem
(aleyhisselâm) isimleri ile olmuştur. (bu ise Allah (cc)´ın onları uyarmak için
olmasıdır)
İnsanda ise terakkîler sonsuzdur. Çünkü yaratılışı
gibi tedrîcen (derece derece) çeşitli şekillerden geçerek olmasıdır. Kur´ân-ı
Kerimde çok yerde bu konu açıkça anlatılır.[XXVI] İlimde dahi böyledir. Her şeyi
birdenbire öğrenemez. Onun için demişlerdir ki, Seyr-i Fillah´ta (Allah (cc)´a
yapılacak yolculukta) son yoktur. Yani dünya ve ahirette insanın seyrinde
sonsuzluk vardır. İnsanın özelliği devamlı artma üzeredir. Tecelliyâtın çeşitli
olması da ilminin çokluğuna işarettir. Lakin makamlarda nihâyet vardır. Mesela
bir padişahın gücü ve malik olduğu yerler sınırlı iken, işlerine
hallerine sınır yoktur. Bu makamda Hüdâyi (ks) buyurdu ki: Bir sır ki,
âlim ve melek bilmez ola. Onun için Hazreti Adem (as) ın yeryüzüne inmesi bu
ilim içindir. Bunun zuhûratı aşk üzerinedir. Aşk dert üzerine kurulmuştur.
Cennette ise dert ve bela yoktur.
Melekler, sultanın nedimlerine benzer. Nedimlerde
eyâlet beyleri gibi tecrübe ve kabiliyet aranmaz. Fakat kale muhafızları
nedimlerden mükemmel ve hizmet ehli de işçilerden faziletlidir.
Kutbiyette (yüksek derecedeki evliya makamı) tenezzül
(mânevî dönüş) vardır söylenmesi lugat manası yönüyle ele alınmalıdır.
Kastedilen mana hizmet için geri dönmeleridir. Onun için peygamberler ve kâmil
evliyâlar hizmet makamını sıkıntılar ve zorluklar makamından
saymışlardır. Kur´ân-ı Kerim´deسبحـان الـذى اسـرى
بـعبـده “Noksan sıfatlardan münezzeh kudret sahibi yaratıcı, kulunu bir
gece yürüttü” (İsrâ 1) ayeti gelmiştir. Yani insan yürümekle beraberdir. Bu
yolculuğu ise kulluk etmesinde bulur. Bu ise hizmettir. Çünkü kölenin efendi
olması yoktur. Bu sebepten delilere de itibâr yoktur. Çünkü üzerlerinden kalem
kaldırılmıştır. Manevi sarhoşluğa, cezbeye düşenler ayık olanlardan aşağı
derecededir. Sarhoşluk delilik gibidir. Onun için manevi sarhoşluğu galip
olanlar akıl ve ihtiyarlarını kaldırdıklarından şeriâtın bazı emirlerini
yapamazlar. Mesela cezbe halinden kurtulmadan namaz kılamazlar bu halleri on
gün sürenler dahi vardır.”
فَـاَعْجَزَ الْخَلآ ئــِقَ “Mahlûkat
aciz kaldı.”
Açık olan mana budur ki, mahlukatın aciz kaldığı
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´e inen ilimdir. Fahr-i
Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize inen ilim, husûsan
Kur´ân-ı Kerim sebebi ile bütün yaratılmışları aciz kıldı. Hiçbir kimsede
onunla münakaşa ve yarışmaya kadir olmadı ve olamayacaktır. Zahiri ilim
sahipleri zahirine, batinî ilim sahipleri de batınına delil oldular.
Yaratılmışlar (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in ilmine
ulaşamadığı gibi, O´nun kelâmındaki fesâhat ve belâgatına da ulaşamadı.
Hazreti Ömer (r.anh) sordu ki: Ya Rasûlüllâh
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) bizden fasih (güzel konuşma) olman
nedendir? Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) buyurdu ki; Cebrâil
(as) bana gelip İsmail (aleyhisselâm)´ın lugatı ile konuşmaktadır. Ne kadar
beşerî üstün vasıflar varsa; yani sözlü, fiili, ahlakî, yaratılış, dünyevî,
uhrevî hepsi Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizin üstün vasıflarındandır. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
de olduğu için insanlarda bu vasıflar bulunmaktadır) Onun için her fasih ve
beliğin cevabını verir, bütün makamların müşküllerini halleder. Kâtiplere bile
yazının şekillerini öğretmiştir.(kendisi ümmî olduğu halde) Yazıdan ve
harflerden anlayanlara çok şeyi Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
öğretmiştir. Bu sebepten dolayı bütün insanlar O´nun ilmine ve kemâline
muhtaçtırlar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz bu ilmi ile, miraç gecesi bütün peygamberlerin makamlarını geçmiştir.
Musa (as) kıskançlığından ağlamıştır. Cebrâil (as) bile (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimiz´in yolculuğunda aciz kaldı. (Sidre-i Müntehâ´dan ileri
gidemedi) Ümmet-i Muhammedin kamilleri ise bu kabiliyetlerince bu manaya varis
oldular. Onun için bazı müjdeli haberlerde geldiği üzere İmam Gazalî (ks) in
Hazreti Musa (as) verdiği cevaplar buna delildir. Çok kişiler geçmiş ümmetin
büyüklerine üstünlük gösterdiler. Bazılarının kabirde cevabı anlaşılmayıp,
inkar edenler aciz ve mütehayyir olup vazgeçtiler. Bunların ilimleri ledünnî
(ilâhî) sözlerdendir. O mertebenin lafız ve manasına şamil inen ilahi
işaretleri akıl idrak edemez. Şuur ve idrak onların gittiği yolu anlayamaz.
Bundan anlaşıldı ki; ilimlerde zıtlıklar vardır. Her ilim kendi
nefsinde kâmildir. Kendi bünyelerinde ilimler birbirine zıt değildir.
Nitekim vezirler kamildir. Fakat sultana göre ise noksandır. Fakat her ikisi
kendi açılarından kamildirler. Mutlak olarak cerh (iyilik ve doğruluğu
araştıranlar, yaralayanlar) sınıfından olma, onlar gerçekten yaralayan ve
parçalayan Rabb´in katında hasta ile aynıdırlar. Taki bilgiler ilm-i
hicaptır.(saklanılan ilim) Onun için arif-i billah olanlar yani marifet
ehli okumaya yazmaya ihtiyaçları olmaz. Onların ilimlerin dersleri ile meşgul
olmaları Allah (cc)´tan uzak kalmalarına sebep olur. Bunlar ve benzerlerinin
misâli tevil (yoruma açık) edilmiştir. Fakat tâ’n( ayıplayan) ehli ve
cahillerin inançları bunu anlamaya kafi gelmez. Yine de bütün bu sınıflar
üzerine ilmihal (lüzumlu bilgiler) vacip derecesinde gereklidir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz buyurdular ki; “İlim
talep etmek bütün müslümanlara farzdır.”
Ber-kuy-i Tarîkât adlı kitapta “cahillerin halini
mutlak mânada sofilere isnat edip umûmu üzerine hatâ ediyorlar demek hatadır.
Çünkü her fırkanın muktediri (yaşayanı) muhakkiki (takdir edeni) belki de
mü´mini (kabul edeni) kafiri (kabul etmeyeni) olur. Bu sebeple fasıklık,
kötülük, aşırılık ve zındıklık oluşur. Çünkü her ikrâra karşı bir inkâr,her
îmâna karşı bir zünnâr (kafirlik), her nûra karşı bir nâr (ateş), her güle
karşı bir diken olduğu bilinmektedir.”
Nerde bir hazine, olur yılanı
Nerde bir gül, olur dikeni
Nerde bir sevinç, olur gamı[XXVII]
Usul alimleri içinde arasında birçok fasık, facir
bilge ve kafir var iken onların kötü inanışları ve çirkin amellerine
bakıp diğer alimleri cerh ve ta’n etmek caiz olmadığı gibi, mutasavvıflar
(tarikat insanları) arasında birçok mülhide (aşırılığa düşen) zındığa, zayi’e
(perişan olmuş), sapıklığa düşmüşe bakıp diğer ulemâ-i billaha dil uzatmak
doğru değildir. Zira bu halden ayrı olunmadığı gibi, herkes kendi bilgisinin
rehini altındadır.
Bu makamın açıklamaları çoktur. Onun için hakîkâte
vakıf olmak için faydalı ilim ve kapsamlı keşif lazımdır. Zâhirî anlayışın
ağırlıklarından Allah (cc)´a sığınırız.
Sanma ki âlemde her bir adem insan olur
Kimisi insan olursa kimisi şeytan olur.
وَلَهُ
تَضۤاءَلَتِ الْفُهُومُ فَلَمْ يُدْرِكْهُ مِنّاَ سَابِقٌ وَ لاَ
لاَحِقٌ ﴿﴾
“Onun karşısında anlayışların zayıf kalıp bizden önce
ne geçmiş, ne de gelecek hiçbir kimsenin kendisini idrâk edemediği Hz. Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize salât et.”
Abdüsselâm Bin Meşiş Hasenî (ks) Hazretleri burada bir
sırrı açığa çıkardı. Ahmedî ruhâniyetin sırrı, sûreti Muhammediyye´den
yüksektir. Bunun hakîkâtini Allah (cc)´ın dilediklerinden başkası anlayamaz.
Çünkü insanlar bu sırrı anlamakta zorlanırlar. Fakat akılları miktarınca
anlatılırsa gizli sırrın az bir kısmını makamları derecesinde ruhları anlayış
gösterebilirler. Bu sebepten dolayıdır ki, Hazreti Ebûbekir (r anh)´a Muhammedî
risâletin husûsiyeti ve hakîkât-ı sırr-ı Ahmediye´yi keşifite kimse yetişemedi.
Büyüklüğüne, ihtirâmına, önce imân edenlerden olmasına, sıddîk makamına
erişmesine, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) ´den hiçbir zaman
delil ve işaret istemeden iman etmesine, tevile başvurmasının önüne kimse
geçememiştir. Sıddîk-i Âzâm olmak O´na layık olmuştur.
Diğer sahabe-i kiramda sıddîkiyet makamı tecelli etse
de bu makamın şöhreti ve sahibi Hazreti Ebûbekir (r anh)´dır. Mesela Hz.Ali
(Kerremallahü veche) Efendimiz hakkında da rivayetler vardır.
“Ben, Allah´ın kulu ve Resulünün kardeşiyim. En büyük
Sıddık benim, bunu benden sonra kim söylerse yalancıdır, ben insanlardan yedi
yıl önce namaz kıldım.[XXVIII]”
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´i
idrâk etmek mümkün olmadığı gibi akıllar ve idrakler aciz ve zayıf kaldılar.
Yaratılmışlardan yani geçmiş ve gelecek ümmetlerden hiçbir kimse (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in aslını hakîkâtini de idrâk edemedi. Kimse bilmez iken ezelden ebede
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz padişahtır.
سَابِقٌ [Sâbık] ile kastedilen mana irade ve
fâzilet ile geçmişleri geçmesidir. حِقٌ َ لا[Lâhık] ile kastedilen
mana ise geçmişe ve geleceğe önder olandır. [Sâbık] ruh, [Lâhık] kalptir. Kalp,
ruh ile cesedin birleşmesinden hasıl olmuştur. Ruh ve ceset, baba ile anne gibi
önce gelir, kalp evlat gibi sonradan gelmiştir.
[Sâbık] ile geçmiş ümmetlerin âlimleri ve
peygamberleri; [Lâhık] ile ümmeti Muhammedin evliyâları kast edilmektedir.
Bu açıklamalara göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizin hakîkâtının hakîkâtı üzere peygamberler,
evliyâlar, cahiller ve alimlerden hiçbiri bilemedi.
Zira denilmiştir ki; evliyâların ilmi, yedi derya olan
peygamber ilimlerinden bir damla; peygamberlerin ilmi, yedi derya olan Fahr-i
Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin ilminden bir
damladır. Yedi deryanın ve bir o kadar benzerinin ihata edemeyeceği Allah
(cc)´ın ilmi yanında Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin ilmi de bir damladır.
Öyle bir nesnedir ki, hakîkâtinden insanların
kamilleri bile aciz iken nasıl diğer eksik vasıftaki insanlar nasıl idrâk
edebilirler, manasına gelir.
Onun için َ مِنّا dendi, yani bu kelimedeki
zamir kamil insanlardan kinayedir. Bunları meleklerin idrâk etmesi mümkün
değildir. Faziletli olanın (insan) bilmediğini, üstün yaratılışlı (melek)
nasıl bilir. Bu makamın hakîkâti şudur ki, insan-ı kâmil yaratılışlar yurdunda
bulundukça bilinir ve idrâk edilebilir. O izzet alemi ve ceberût alemine ayak
basıp ادخـلى جـنتـى “Cennetime gir” (Fecr
30) hitâbı ile işâret olunan cennete dahil olursa bütün yaratılmışların nazarı
ondan kesilir.
İnsan-ı kamil gayb âleminde gizlenmiş olduğu için
ceset ve eserlerine bakıp bilindi ve göründüğü şekle de kıyas olundu.
Çünkü meçhûl şeyler idrâk edilemez.
Bunun misâli sultandır. Zira sultanın sarayı birkaç
tabakadır. Sultan, sarayın dışında olunca veya yaptığı işlerle müşâhede olunur.
Sarayın içine girince halkın nazarı kesilir. Odasına girince de yanındaki özel
görevlilerin de bakışı kesilir. Tahtına oturduğu zamanda saltanat zevki ancak
oturabilecekten (veliaht) başkası tadamaz. Belki ilim ile padişahın
tavırları bilinir ve makamları anlaşılır. Lakin ilmine sahip olmadıkça ona
ulaşılamaz. Bilinmesi gerekli olan, isteklerin mecbûri olmasıdır. Hakîkâti
değildir. İnsânı Kâmili idrak etmek, İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak
bilmektir. Mutlak mânada insan-ı kamil idrak olunamayınca Makamı Ev-ednâ´(
yahut daha da yakın. Necm 9)da olan Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz nasıl idrak olunabilir. Bu manaya işâret Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Adn Cennetinde Vesile Makamında sakin
olurlar. O vesilenin[XXIX] üstünde makam yoktur. Cennetteki
Tûba ağacı aslında Muhammedî bir makam olduğunun sırrı budur demişlerdir.
İnsânı Kâmili bilmek Hakkı bilmekten zordur. Çünkü Cenâb-ı Hakk cemâl, celâl ve
sonsuz kemâlleri ile bilinmektedir. Bildirilen müteşâbihatın[XXX] vucût-u hakîki ve izâfi tarafları
vardır. Mesela gölgeye bakan güneşin nurundan mahrum olur. Gölgenin vücudu keşf
olmakla umumun nazarı onadır. Görmez misin ki, bir pencere deliğine bir
nesne atılsa, atarken nesne genellikle ya pencerenin ağacına veya
demirine isabet eder. Zira ağaç ve demir pencerenin husûsî özelliklerindendir.
Pencerenin yüzü (camlı tarafı) hava ile bağıntılıdır. Husûsî özellikle olan
ülfet ise galip olur. Pencerenin boşluğuna nesne atan boşluğa attığını zan eder
(pencerenin yüzüne yani camına değer). Böylece çok zamanda hisleri hata
eder. Onun için zâhirden bâtına geçişte, suretten manaya dönüşte güçlük
vardır. Bu sırra işâret büyüklerin bazı sözlerinde gelir.
Evliyanın gönlünden şey´en lillâh kesme kim
Sana himmet eden ol göz ile kâş-ı değil
Burada anlatılmak istenen, bakışları zâhire
bağlamaktan kaçınmalıdır. Kafirlerin yardımcısız kimsesiz kalması ve inkâr
ehlinin nasipsizliği hep bu nedendir. Allah (cc)´a sığınırız.
Nice bilsin hakâyıkı câhil
Nice görsün bu hâleti a’mâ
Ki teni kim bilir rusemâtın
Göçer dillerde söylenir esmâ[XXXI]
فَرِيَاضُ الْمَلَكُوتِ بِاَزْهاَرِ
جَمَالِه مُونــِقَـةٌ ﴿﴾
“Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salât et ki; melekût âleminin bahçeleri O´nun cemâlinin
çiçekleri ile güzeldir.”
Yaratılış vücudu madde ve kuvvetlerden
oluşmuştur. Fiiller kuvvetle meydana geleceğinden Allah (cc)´ın fiilleri dahi
melâike-i kirâmla zâhir olur. Kuvveti İlâhiyyenin ismi Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin kelâmında melâike
olarak adlandırılmıştır. Melekût âlemi Hazret-i Ervâhtan ibarettir. Melek
kelime olarak “şiddet ve kuvvet” manasına gelir. Melekler ihtiyâr ve irâde
sahibi olmayıp Allah (cc)´ın emirlerine itaat ederler. Nitekim insanın
vücudundaki kuvvetlerde dahi ihtiyar yoktur. Mesela İnsan bir şeyi isteyince
kuvvetleri ona itaat eder.
Melekût âlemi melekler ve bütün ruhlar âlemine
şamildir. Her nesnenin bâtınına melekût derler. Mesela nefs-i nâtıka[XXXII] melekûttandır. Sure-i Yasin[XXXIII]´in sonunda;
فـسبـحان الذى بـده ملكوت كل شـئ “Hakîkaten noksanlardan münezzeh tesbih ve
takdise lâyık Olan Yüce Yaratıcı ki, her şeyin tam mülkü O'nun kudret
elindedir.” (Yasin 83)
buyrulmuştur. Yani her nesnenin bâtını, ruhu kudreti elindedir demektir.
Burada melekût alemini bahçeye, cemâli nübüvveti
çiçeklere benzetme vardır. Bahçenin güzelliği çiçeklerle olduğu gibi melekûtun
hoşluğu Cemâli yani Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in
güzelliği iledir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimizin cemâli Hazret-i Ervâhtandır.
Hakîkâtte melekût âlemi lafız, Cemâli Muhammed (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) mâna gibidir. Lafzın güzelliği mananın
güzelliğine tâbîdir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) sûretiyle
insan, sûret bulmuştur. Bu nedenle insan Cemâli Muhammed (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî)´le yaratılması ile melekût âlemini geçmiştir[XXXIV]. Onun için hakîki cemâle bu kemâl
mâna ile bahçe demek uygun oldu. Melekût âlemi meleğe nisbetle latîf ve nûrânî
olmakla cemâlin zuhur yeri oldu. Çünkü cemâl, eşsiz güzellik ve nurlardan
ibârettir.
وَ حِيَاضُ الْجَـبَرُوتِ بَفَيْضِ
اَنـــْوَارِهِ مُتَدَفِّقَـةٌ ﴿﴾
“Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salât et ki; ceberût âleminin havuzları O´nun
nurlarının feyzi ile dolup taşmaktadır.”
Ceberût âlemi isimler ve sıfatlardan oluşur. Ceberût
âlemi Hazret-i Esrârdan ibarettir. Mücerred (karışıklığı olmayan, soyulmuş)
alem de denir. Yani bedenleri mücerret zatlardan oluşur ki, latîf ve kalın
cisimler yoktur. (Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in nûru
Hazret-i Esrârdandır. Buna göre ceberût âleminin havuzları Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in nurlu feyzi ile dolup taşmaktadır.
İsimlerin eserleri ve sırları, sûretlerinin sırları O´nunladır.
Burada ceberût âlemini havuza, Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin feyzini aya benzetme
vardır. Dökülmekte olan feyzin hızına işaret vardır. Kâinat; isimler ve
sıfatlar ile zuhur etmiş, mücerred şeyler bu şeylerin feyzi ile hasıl olmuştur.
Ceberût âleminde feyz bunlardan önce gelmiştir. Ceberût âlemi, emirler
âleminin[XXXV] nurlarının ateşine yakın olmakla
nurlu feyizlerini ispat eyledi. Mücerredât konusunda filozoflar ve kelamcılar
arasında görüş ayrılığı vardır.
Filozoflar akıllar ve mücerred nefisleri, melâike-i
kerrûbîyûn[XXXVI] ile tefsir etmişlerdir. Lakin bu
görüşü bazı hakîkât ehli sofiler kabul etmemişlerdir.
Kerrûbîyûn denilen melekler, müheymiyûndandır. Yani
onlar Allah (cc)´ın cemâlini müşâhededen dolayı hayrete gark olmuş, Adem
(aleyhisselâm) ve âlemlerden habersiz olan meleklerdir. Bu melekler Adem
(aleyhisselâm)´a secde ile emir olunmadılar. Bunların dışındaki melekler ise,
Adem (aleyhisselâm)´a secde ve itaat ile emir olunduklarından mücerret
ruhlardan oldular.
İmâm Gazali (ks) (Mücerredât konusunda) filozoflara
uyarak “mütehayyiz (mekan tutan) olmadığı gibi âlemin bir
yerinde de değil, bedenlere dahil olmadığı gibi hariçte değildir demiştir.
Fakat kardeşi Ahmed Gazâli (ks) Sirâc-ül Ukûl isimli kitapta bu görüşü ret
edip, mütehayyizdir demiştir. Zira kelamcılara göre zatı ile var olan nesne mütehayyizdir.
Bunlara göre cevherler gayri-mütehayyiz değildirler. (yer tutarlar)
Filozoflara göre arşın ötesindeki şeyler ne
boşluk ve nede doluluğun olmadığı âlemdedirler. (lâ halâ ve lâ melâ
alemi) Sofiler derler ki, melâ alemindedir. (doluluğun olduğu).
Çünkü ruhlarla doludur. Sofiyyenin bu sözünden anlaşıldığına göre ruhların yer
tuttuğuna işâret vardır. Müheymiyûn, âlem-i tedvîn (levh-i mahfûzun
kapsadığı alem) ve âlem-i tasdîr´in (levh-i mahfûzun kapsadığı hükümlerin icrâ
edilmesi ) ötesindedir.
Filozofların görüşüne göre, mücerredât fikrine
yönelmekte ki zarar eşyanın kıdemi (evveli olmamasına) görüşüne götürür.
Halbuki Allah (cc)´tan başka kıdem yoktur.
Bazıları akl-ı evveli melâikeden sayarlar hakk ile
devamını iddiâ ederler. Bu konular ayakların kaydığı (yanlış görüşler)
konulardan olduğu için bu kadarla iktifa etmek uygun görüldü.
İsmail Hakkı Bursevi (ks) Hazretlerine göre;
mücerredâta mübdeât´ta derler. Yani vücudu oluşurken anneye (anaç), müddet ve
zamana muhtaç değildir. Müddet ve zaman içinde olmayan nesne teveccühle
mütehayyiz olur. (Manevi bakışlarda mekan tutar) Mesela, ruh cesetten
ayrıldıktan sonra bile cisim olarak temessül (şekil ve sûret olarak) eder.
(Müminlerin ruhu, insan şeklindeki bal arısıdır. Kafirlerin ruhu ise eşek arısı
gibi olup ateşe dayanma gücü göstermeleri için biraz büyükçe yaratılmıştır)
Ne kadar olsa bir kişi alim
Yine bilmez hakikât-ı ruh
Her nedenle sahih olsa
Sözü hakikatte olur mahrum.
Hülasa, ruh, ancak Allah (cc)´ın bileceği iştendir,
ruhun hakikati öyle şeydir ki, bilgisini Allah (cc) kendisine mahsus kılmıştır.
وَ لاَ شَىْءَ اِلاَّ
وَهُوَ بِه مَنُوطٌ اِذْ لَوْلاَ
الْوَاسِطَةُ لَذَهَبَ كَمَـا قِـيلَ الْمَـوْسُـوطُ ﴿﴾
“Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salât et ki; O´na bağlı olmayan hiçbir şey yoktur.”
“Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize salât et ki;‘şayet vasıta olmasaydı, neticeye ulaşılmazdı’
kaidesince mevsût[XXXVII] olmazdı.”
Mevcûdâttan bir nesne yoktur ki, aslı Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize muhtaç ve bağlı olmasın.
Çünkü vasıta olamasa mevsût olamaz kaybolurdu. Mevcûdât ise dış vücutları ile
mevcût ise de, bekâları zât´a bağlıdır. Yani varlığımız Allah (cc)´a muhtaçtır.
Buna göre bekâ vasıtaya bağlıdır. Feyz onunla husûle gelir. Bu vasıta Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizdir.
Çünkü Hakk ile halk arasında ondan başka feyz vasıtası olacak vücut yoktur.
Açıklaması şudur ki, Allah (cc), alemler, cisimler ve ruhlar arasında
zincirleme bağlar
vardır.
Hakîkâti Muhammediye´de bütün eşyânın özellikleri vardır. Eşya gerek
külli ve gerek cüz-i olarak bu hakîkâte bağlıdırlar.
Şöyle ki, bağları ve irtibatları olmasa idi vücutları
öncelik sahibi olurdu. Çünkü vücudun bekâsı devamlı bir feyz, ulaşan bir bağa
ve takip eden tecelliye bağlıdır. Bu feyz ise Hakîkâti Muhammediye ile
olur. Zira her eşyanın vücudu bütün mertebelerde bizzat Hakk´tan feyz almağa
istidât sahibi değildir. Böyle olmasa idi peygamberlerin gelmesine ihtiyaç
kalmazdı. Bu mana üzerine irtibat lazım gelmektedir. Bu meselenin bir çok
misalleri vardır. mesela baş vezir olan kimse padişah ile halk arasında
vasıtadır. Eğer bu vasıta olmasa idi insanların meseleleri sonuca ulaşamazdı.
Çünkü padişahın hakîkâtinde olan özellik halkının üstü ve perdeli olmaktır.
Yani halk gibi yaşayamaz. Bütün işler vezirle biter. Çünkü padişaha
dayanmıştır. Padişah işlere direkt kendi vasfı ile karışırsa kendi gücünü
zayıflatır, îtibâr kaybına uğrar. Mesela kıkırdak denilen nesne et ve kemik
arasındaki vasıtadır. Eğer olmasa idi, etten kemiğe ve kemikten ete besin alış
verişi olmazdı. Kıkırdakla kemik ve et uyuma gelir. Çünkü et ile kemik arasında
ortak özellikler yoktur. Kıkırdak etsel ve kemiksel özelliklerle et ve
kemiğin gelişme ve bekâsına sebep olmaktadır.
Başka bir misal; kalp insanî ruh ile ceset arasında
vasıtadır. Kalp latif yönü ile bir tür ruhu tutar. Kesâfeti olan (kalınlık,
ağırlık, çokluk vb.) cesede yön verir. Bu vasıta ile ruh ve cisim arasında
beraberlik, yani izdivaç sağlanarak vücut oluşur.
Başka bir açıklama ise; ulvî âlemin hareketleri
arasında kendi seyirlerine etki eden çekim kuvvetleri birer vasıtadır. Eğer
bu kuvvet olmasa idi, felekler su değirmeni gibi olmaz, hareketsiz
kalırdı. Deniz yüzündeki geminin hareketi dümenine bağlıdır. Eğer böyle
bir irtibât olmasa idi, hareket oluşmazdı.
Nitekim bizim kalemimiz bu yazıya vasıtadır.
Maksadımız ise hakîkât âlemine olan irtibâtı tasvir etmektir.
İrtibat hali bilindikten sonra vasıtaya (Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize şükür etmek lazım
gelmiştir. Onun için enbiyâ, evliyâ ve ulemânın hukûku, anne ve babaya olan
hukuktan fazladır.
صَـلاَ ةً تَـلـِـيقُ بِكَ مِنْكَ
اِلَـيْهِ كَمـَا هُـوَ اَهْلُـهُ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, bu salât Sen´den O´na, Sen´in şanına
yakışır ve O´nun da layık olduğu bir salât olsun.”
Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin şanına yakışır salât ile salât eyle ki, o salât
başlangıçtan sona kadar (ezelden ebede) O´na olsun ve salât O´nun rûh-u pâkine
ulaşsın. Yani yapılacak salavât Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî)´e layık olacak şekilde olsun. Lakin Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî)´e layık olacak salavâtın hakîki manasını ancak Allah (cc) ve Fahr-i
Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden başkası bilemez.
Çünkü Allah (cc)´ın kulları üzerine salavâtı çeşitli şekillerdedir. Yani
herkesin mânevi makamı göredir. Bu manaya göre salavât rahmet, mağfiret,
bereket, keşf, müşâhede, fenâ, bekâ ve manaya sığmayacak şekillerde olur.
Zahirde salât, sultanın herkesin istihkâkına göre hediyeler
vermesine benzer. Her isteyene bu hazineden verilmez. Kabiliyet tespit
edilmeden yönetici sınıfına kimse alınmadığı gibi. Her nesnede bir ölçü aranır.
Onun için Kur´ân-ı Kerim´de nimetlerin inişi, mîzân (terazi) ile olduğu
bildirilmiştir.
Büyük sultanların halk yanında halleri gizli olduğu
gibi, Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin
makamı da yaratılmışlar tarafından bilinemez.
Sonuç olarak Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî)´e verilen hakîkâtin salât-ını kimse idrâk edemeyeceği gibi salâtını da
yapamaz. Bu manayı şu hadîs-i şerif kuvvetlendirir.
لـى مــع الله وقت لا يـسعنـى فـه
مـلك مـقرب و لا نـبى مـرسـل
“Benim Allah (cc) ile bir vaktim vardır ki, o vakitte
bana ne mukarreb melek nede gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz”
Ulemanın salât hakkında ettikleri açıklamalar hakîki
salâtın olma gerekçeleridir. Yoksa hakîkâtte murat şöyle salât yapılacak diye
tayin etmek değildir. Çünkü insana bildiği ilimden haber vermek cehâletten
sayılır.
Bu kelamda Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimize Allah (cc)´ın lütufları ve özelliklerinin beyanı vardır.
Çünkü mevcûdâtın anlayışından ve ehil olduğu mânadan üstün yaratılmıştır. Onun
için mevcûdat Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in mertebesinde
konuşma kudretine sahip değildir. Kur´ân-ı Kerim´de
هو الذى يـصلى عـليـكم و ملائـكته
لـيخـرجـكم من الـظلـمات الى الـنـور
“O, Yüce Yaratıcı ve melekleri, sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet buyurur”. (Ahzâb43) buyrulmaktadır. Burada
salât etmek çıkarmağa hasredilmiştir. Çünkü ümmetin
fertlerinden her ferdin kabiliyetine göre terakki ve tenzil vardır. Fakat
Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimize olan
salâvatta salât şekli aslı üzerine zikir olundu. Kur´ân-ı Kerim´de “Muhakkak
ki, Allah (cc) ve melekleri Peygamber üzerine salâtta bulunurlar. (Ahzâb 56)
şeklinde gelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz makamların ve terakkinin zirvesindedir. Bunun zevki kimsenin
tatmamış olmasıdır. Kur´ân-ı Kerim´de; عـسى ان يـبعثـك مـقامـا محـمودا “Ümitli ol
ki, Rabb´in seni övgüye değer bir makama gönderecektir.” (İsrâ 79)
Çünkü her vech ile oldun mahmud
Sana feyz oldu Makam-ı Mahmud
Enbiya ümmetinden olmuştur
Evliya bendelerinden ma’dûd[XXXVIII]
Makam-ı Mahmut yalnız büyük şefâat etme makamı
değildir. Belki bütün makamların hepsinden ibaret olan büyük bir makamdır.
Büyük şefaat makamı ise, bu makamın bir bölümüdür. Bundan Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´e olan salavât-ı şerîfenin sırrı açığa
çıkar.
اَللـَّهُمَّ اِنَّهُ سِـرُّكَ
الْجـَامِـعُ الدَّالُّ عَلَـيْكَ
“Allah (cc)´ım, muhakkak ki O Sen´in sana delâlet eden
en câmi[XXXIX] sırrındır.”
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Allah
(cc)´ın birliğini, sayıların birine (sayısına) ihtiyaç duymadan gören, bilen ve
mahlûkattan ayırandır.
Lafzın zâhirî manası, haberler manası yönünden
ikrârdır. Çünkü hakkında bildirilen haberler Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî)´in büyüklüğü gibi büyüktür. Bu üç makamdır.
a-Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz Allah (cc)´ın sırlarını kendinde toplar.
b- Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî),
varlığı ile bu sırların delilidir.
c-Sırlar ise Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) ile kâim ve korunmuş ve perdelidir. Çünkü diğer peygamberler Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin sırrına
kavuşamadıklar. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Allah (cc)´ın
zât, sıfat ve ef´âlin topluca zahir olduğu kimse olmuştur.
Eğer Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz olmasa idi, yüksek ve alçak diye bir şey
olmaz, orta olurdu.
Bilindiği üzere sırlar çoktur. Çünkü her nev´in her
sınıfın her ferdin kendine mahsus sırları vardır. Onun için insanın sırrına
melek, padişahların sırrına halk, peygamberlerin sırrına evliyalar, alimlerin
sırrına ümmiler (tahsili olmayanlar) havâssın sırrına avam vakıf olamaz ve
anlayamazlar. Çünkü onlarda Allah (cc) ile kendileri arasında husûsiyeti olan
sırlar vardır. Bu husûsiyette iki büyük sır vardır ki, biri insanın sırrı
diğeri Hakk´ın sırrıdır.
İnsanın sırrı insanın hakîkâtinden ibârettir. Sûreti
hakîkâti ilâhiyye üzerine zahir olmuştur. Yani yaratılmıştır. Hadîs-i şerifte خـلق الله آدم عـلى صـورته “Allah (cc) Ademi
kendi sûreti üzerine yaratmıştır.” İlâhi sûretten maksat yedi mertebedir.
Hayat, ilim, irâde, kudret, semi (işitmek), basar (görmek) ve kelâm´dır. İnsan
bu ilâhi sûretler üzere yaratılmıştır. Çünkü insan zuhûrat yeridir. İnsanın
sırrı, Hakk´ın sırrı zâhirisi ve sûretidir.
Hakk´ın sırrı, insanın bâtınî hakîkâtidir. Bu sırrı
ilâhî İsm-i Âzam´dan ibâret olan bütüne izâfe edildi. Onun için Câmî
(Toplayıcı) denildi. Çünkü bütün sırları toplayan ve hakîkâtlerin tümünü
toplar. Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz bu
câmî sırrın hakîkâti ile zuhûr eylemiştir ki Dâll (delil, işâret) dir. Çünkü
alemler içinde Hakîkâtı Muhammediye âlemler üstüdür. Allah (cc)´ın zâtına
delâlet eden eşyada en mükemmeli ve genişi Hakîkâti Muhammediye´dir. Onu için
bu hakîkâtin feleği Hayattır. Hayat Feleği arş gibi tam bir kaplaması vardır.
Âlemin kiminde hakkâni, kiminde sûrî (görünüş) vardır. Hayat feleği hepsinden
geniştir. Cisim demek zahire itibâr iledir. Mesela ölünün hayatı hakîkisi
vardır. Bu keşf ile bilinir, fakat ölü cansızdır. Bu manaya göre taşın dahi
hayatı vardır. Onun için Hz.Musa (as) ın elbisesini kaçırdı. Nitekim
tefsirlerde gelir. Bu hayat sebebi ile, kıyamet gününde müminin sesini işiten
yaş ve kuru her şey şehâdet etse gerektir. Nitekim hadîs-i şerifte “müşahede
hayat ve ilim ehline mahsustur” gelmiştir. Yemek ve içmekten dolayı bedenin
sıhhatli vücuda kavuşması, hayattır. Çünkü canı olmayandan hayat hasıl olmaz.
Yani cisimler canlıdır. Bu büyük bir sırdır. Ehlullah böylece kabul ederler.
(Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri´de bu görüştedir) Kur´ân-ı Kerim´deو ان الدار الآخـرة لهـى الحـيوان “Hakikaten ahiret
yurdu ise elbette ki, daimî hayat yurdudur.” (Ankebût 64) Ahirette eşyanın hayatı zâhiri (gerçek
şekilde), dünyada ise gizlidir(gerçeğe benzer). Bunun sırrı dünya
kalıb (şekli), ahiret kalbî (iç) dir. Biri cisimin ağırlığını, diğeri ise
ruhâni ve latif yönünü taşır. Fakat ahirette ise kalb, şekli ile tasavvur
olması gerekir. Onun için ahirete âlem-i sıfat demişlerdir. Çünkü insanda olan
kalbin sıfatları orada sûreti kalbiyeye dahil olur. Nitekim Kur´ân-ı Kerim´de; فـتأتـون افـواجــا “Artık bölük bölük
geliverirsiniz.”(Nebe18) Bu alemde o hayatın zuhur etmesine cisimlerin
kesâfeti (koyuluğu ve ağırlığı) mani olmuştur. Ehlullahın kemâlâtını,
letâfetlerini (incelikleri) bulmakla bilirsin. Bu dünyada görmekten men edilmek
dahi bu sır üzere bina edilmiştir. Onun için basiret erbâbı, batın ile vücudu
beraber idrâk ve müşâhedeyi kabul ederler.
Hasıl olsa dil-e tecelli Hakk, rûşen olurdu hanesi
mutlak
Hâne kim ruzûnesi yoktur, nur-u hurşitten
oluptur muğlak
***
Gör her cism-ü cân içre, bir öz ki, cânı cân ehli
Bilir bu remzî Ey Hakkı, hayat-ı câvidân ehli [XL]
وَ حِجَابـُكَ اْلأَعْـظَمُ
الْقۤــائِــمُ لَـكَ بَيـْـنَ يَدَيـْكَ ﴿﴾
“Huzurunda durabilen en büyük perdedârındır.”
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî),
mutlak varlık ile yokluğun arasındaki perdedir. Onların karışmasına da
engeldir.
Yukarıda vasıta ifadesine uygun olarak, burada hicap
manasına hâcib (perdedâr) manasını kullanmak gerekir. Çünkü hâcib burada bevvâb
(kapıcı) manasına da gelir. Bevvâb, giren ve girilecek şeyin vasıtasıdır. Büyük
hicâbın manası hakîkâtte açıktan açığa görülen Ridâ-i kibriyaya[XLI] işârettir. Hakîkâti rütbe ve makam yeri
demektir. Bu misal olarak rütbenin aslına görmek ona bağlı oldu. Gözle görünen
ridâ (cübbe), basîretle görünen ridâdan farklıdır. Nitekim Arap adetinde ridâ,
baştan ayağa giyilen elbisedir. Görünen elbise insanın kendi değildir. Nitekim
çekirdek, ağaç sûreti ile zahir olur. Ateşle anlaşılan ağaçtır. Çekirdekte
bâtınî özde ağaç müşâhede edilir. Bu mertebe-i zuhûrattır. Bu zuhûrat her şeye
Hakîkâtı Muhammediyeden verilen hisse kadardır.Her mertebenin hicâbtan bir
hissesi vardır. Hakîkâtı Muhammediye ise bu hicâbların toplamı ve en büyüğüdür.
Bilinir ki, aynada görenlere hicâb olmaz. Belki ayna
görmeğe vasıta olur. Nitekim ridâ köre hicâb olmaz. Fakat dışardan görene
elbette hicâb olur. Salavât-ı şerîfedeki hicâb-ı Hakk´tan murat, Hakk´a hicâp
gereklidir demek değildir. Çünkü hicâb ile mahcûb (perdelenen) olmak, sınırlı
olanların sıfatıdır. Duyular geniştir sınırları sonsuzdur. Buna göre Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz halkla
Hakk arasında hicâb, vasıta ve aslın görülme sebebi olmasıdır.
Veziriâzam dahi, halk ile sultan arasında hicâbdır.
Yani Allah (cc) dışarıdan hicâb ile perdelenmiş ve gizlenmiş değildir. Belki
kendi sıfatları ile gizlenmiştir. Hicâb ile perdelenmenin arasındaki fark açığa
çıkmış oldu. Çünkü görmek ebedîdir. Hicab da bu görmekle beraberdir. Onun için
salavât-ı şerîfede الْقۤــائِــمُ لَـكَ
diye geldi. Yani görmek bu ayna ile olduğu bilinsin. Çünkü Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) her zaman huzûr-u ilâhîdedir ve görenlere
de vasıtadır.
اَللـَّهُمَّ اَلـــْحِـقْنى بِنَسَبِـه وَ حَقِّـــقْنـى بِحَسَبـِه ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, beni O´nun soyuna ilhâk eyle, O´nun
sahip olduğu şerefe beni layık kıl.”
Neseb ebeveyn ciheti ile olan ortaklıktır. Yakın
akrabalığa sebep bir olgudur. Haseb kişinin nefsinden baba ve ecdadından olan
iftihar edilen şeylerdir. Hadîs-i şerifte;
كـل سبـب و نسب يـنقطع يوم الـقيـامة
الا سبـبى ونـسـبى “Kıyamet
günü sebepler ve nesebler kesilir, Benim neseb ve sebeplerim kesilmeyecektir.” Allah (cc) insan cinsini muhtelif
terkiplerden yaratmıştır. Sûret âlemi, halktan; rûhî âlem emirdendir[XLII]. İnsanın nesebi rûhunadır. Rûhun
intisâbı Allah (cc)´dır. Kur´ân-ı Kerim´de و
نـفخت فـيه مـن روحـي “Ona ruhumdan üflediğim”
(Hicr 29)
Hadîs-i şerifte; انـا
مـن الله والمـؤمنـون مـنى “Ben Allah (cc)´tanım,
mü´minler Ben´den” (Bana verilen nurdan) gelmiştir. Havâss ehli bu
nesebtendir. Bu neseb ehline galip olan rûhâni özelliklerdir. Yani şevk,
muhabbet, talep (mânevî makam arzûsu), hilm (yumuşaklık), kerem (cömertlik) ve
hakîki takvâ vb.dir. Yüksek meziyetleri toplamak ile bu neseb hasıl olur.
İnsanın beşerî sûreti çamurdan yaratılmıştır. Kur´ân-ı Kerim´de هو الذي خلقـكم مـن طين “O, Yüce
Yaratıcıdır ki, sizi bir çamurdan yarattı.” (En´âm 2) Bu sebepten dolayı
insanlarda galip olan beşeri özelliklerdir. Yani hırs, şehvet, nefs-i hevâ,
gazap, boş şeylere heves etmek, aşağılık şeyler de mahvolmasıdır.
Geçerli olan neseb mânevî nesebtir. Bu ise takvâdır.
Yoksa çamur ve sûretten olan değildir.
Haseb ile murat Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizin ahlakıdır. Hazreti Âişe (radiyallahü anha)
Annemizden Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in ahlakı
sorulduğunda, “Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in ahlakı
Kur´ân-ı Kerim´dir” buyurmuşlardır. Yani dışı Kur´ân-ı Kerim´le amel
ettiğinden başka, bâtınını (iç âlemi) dahi hakkıyla vasıf olduğu gibi iftikâr
makamına[XLIII] sahip idi. İnsân-ı Kâmil bu hakîki
şeref ile muttasıftır. Nakıs (eksik) insan nefsin istekleri ve noksan şeylerle
bezenmiştir. Bu kelâmda الحقـني (ilhâk) حققنى (tahkîk) ten önce gelmiştir. Çünkü bu işin
evveli tağlik (bağ), ortası ilhâk (karışmak), sonu tahkiktir (hakîkâti görmek).
Allah (cc) fazl-ı keremi ile bizi muhakkîklerden eylesin Amin.
وَ عَــرِّفـــْنى اِيـّاَهُ مَعْرِفــَةً اَسْلَمُ بِــهاَ مِنْ مَــوَارِدِ الْجَهـْلِ ﴿﴾
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizi bana öyle tanıt ki, bununla cehalet kanallarından
kurtulup selâmet bulayım.”
Mârifetin hakîkâti Allah (cc)´ındır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz ise hakîkâtin ağacı ve
neticesidir. Onsuzda olmaz. Mârifet (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz ile talep edilir.
Mârifet ile iki cehâlet giderilir.
Birisi vasıta iledir. Yani kitaplardan ve
üstatların ağzından giderilir. Buna vech-i âm (umûma) ait olan bilgi derler.
Diğeri ise vasıtasızdır. Zarûrî bilgi ve ilham yolu ile olan mârifettir.
Buna vech-i hâs (hûsûsi) bilgi derler.
Birinciye işaret eserlerde “İlm-i insanların ağzından
alın”, hadîs-i şerifte ise “Bir şey hakkında şüpheye düşerseniz önce
Kur´ân-ı Kerim´e sonra sünnete müracaat edin” gelmiştir.
İkinciye işaret Kur´ân-ı Kerim´de واتقوا الله ويعلمكم الله
“Allah (cc)´tan korkunuz. Allah (cc) sizlere
öğretiyor.” (Bakara
282) Kendi kendine olan bilgi, vasıta ile olan bilgiden faziletli olmakla
beraber salavât-ı şerîfede Hakka nisbet edildi. Beyazıt Bestâmi (ks) Hazretleri
kelamında,
اخذتـم علـمكم مـيتا عـن مـيت
واخـذنـا عـلمـنا عـن الحـى الذى لا يـمـوت
“Siz ilminizi kalbi ölü olanlardan aldınız. Biz ise
ilmimizi ölümsüz diriden aldık” buyurdular.
Marifetten gaye Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizi bilmektir.
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz, Allah (cc)´ın zât, sıfat,
sözler ve hallerini bilmek ile bütün yollarını kendinde toplamış olmasıdır.
Mârifet ve bilgi kâmiller yanında aynı şeydir. Filozoflar yanında ise çok fark
vardır. Bazı filozoflar ise alim ariften üstündür, dediler. Zirâ ilim tasdik,
mârifet tasavvur yönündendir. İlim hakîkâti idrâk, faziletlerini idrâk
ise mârifettir. Kur´ân-ı Kerim´de;
هـل يـستوى الذيـن يـعـلمون و الذيـن
لا يـعـلمون
“Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olabilirler mi?”
(Zümer 9) bilgi, ilme şerefinden dolayı tahsis edildi.
Hadîs-i şerifte انـا مـديـنة
العـلـم و عَلِىٌّ بـابـها “Ben ilim şehriyim, Hz.Ali
(Kerremallahü veche) kapısıdır” (Suyuti Cami
us-Sağir). Başka bir hadîs-i şerifteانا ميـزان الحكمة وعلى لسـانه “Ben
hikmetin ölçüsüyüm, Hz.Ali (Kerremallahü veche) de sözcüsüdür.”İmam Gazali
(ks) Risâleyi Akliye´sinde bu konu geçer.
Salavât-ı şerîfedeki mârifet ile murat ilimdir. Onun
için cehâletin karşılığı olarak getirildi. Cehâletin her türlüsü ilim ile
giderilir. Yoksa tasavvur yönünden olan mârifet ile giderilmez. Lakin burada
lisana uygun deyim olarak diye mârifet geldi.
Mârifet iki türlüdür. Hakkânî, Şeytânî.
Hakkânî, zâhirde kitap, sünnete; batında zevk ve erbab-ı hakâika uygun olandır. Bu
sayıların dışındakiler şeytânidir. İlme uygun olmayan mârifet
muteber değildir. Çünkü faydası yoktur. Kelâmın mânası budur ki, Fahr-i
Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizi
bir tarif ile bilelim ki, vâridatlar ve mârifet yolunda cehâlete düşmekten
O´nunla selâmet bulalım. Her şeye ve mevzûya layık olan ilim ehli olalım.
Murg-i cân uçmağa ilim ve ameldir iki yer
Yoksa olurdu hevâ-i cehlde zîr-u zeber.[XLIV]
وَ اَكْــرَعُ بِــهاَ مِنْ مَــوَارِدِ الْـفَـضـْلِ ﴿﴾
“Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizi bana öyle tanıt ki, bununla fazilet pınarlarından kana
kana içeyim.”
كـرع Suyu el ve kap kullanmadan yerinden
ağızla içmek demektir. Fâzilet kazancından başka şeyler çalışma ile hasıl olan
ilâhi nimetlerdir. Maksut peygamberlik mârifeti ile üstün fazilet ve nimetleri
talep etmektir. Onun için bu tabir kullanıldı. Çünkü كـرع de vasıta yoktur. El ve kap vasıta cinsindendir. Fazilet
ise çalışmadan ve vasıtasız olandır.
وَ اَحْمـِلْنـى عَـلىَ سَبـِيلِـه اِلـىَ حَضْــرَتــِكَ
حَمْـلاً مَحْفـــُوفــًا بِنُـصْرَتـِكَ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin yolu üzerinde, inayetinle kuşatılmış
olarak Sen´in huzuruna giden yolda da yardım et.”
Yol, nefis terbiyesi yoludur.
“Allah (cc)´a giden yollar, yaratılmışlar
sayısıncadır.” Fakat
nübüvvet yolunun kapsamı çok geniştir. Bu sebepledir ki, Muhammedî meşrep
olanların yaşları dahi, (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz´in
yaşını dahi tecavüz etmez. Kamil bir uygunluk vardır. Onlar ilim ve zevklerine
istidâtları gücü kadar varis oldukları gibi, ömürleri bile uygunluk gösterir. [XLV] Onun için salavât-ı şerîfede
الـى حـضرتـك yi mutlak söyledi. Huzurdan maksat İsm-i
Âzâm´ın külliyet makamıdır. Bu Cennet-i Adn, Vesile makamıdır. Huzur, makam-ı
ilâhîde yani huzurunda durabilmek makamıdır. Bütün makamların en üstünüdür.
Onun için Kur´ân-ı Kerim´deعـند ملـك مـقتدر
“Gayet kudret sahibi bir hükümdarın huzurunda bulunacaklardır.” (Kamer
55)
Sırrım ererse makâm-ı vasla
Bula canım o makam içinde huzur
Bu huzûra nice can vermeye
Benim aşkım aşık oluptur mağdud
وَ اقْــذِفْ بى عَلىَ الْـبـَاطِلِ
فَـاَدْمـَغَـهُ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimiz ile beni batılın tepesine öyle indir ki, beynini
dağıtayım.”
Bâtıl, nefisinde vücut, sübût ve hakîkâti olmayan
demektir. Sofilere göre iki kısımdır.
Hakîki Bâtıl; ilim âlemi ve ayn (asıl) âleminde onunla tecellisi olmayandır. Hâkîki
yokluk da derler.
İzâfî Batıl; kendisi ile tecelli olan dışta görünen mevcûdattır. Geçici yoklukta denir.
Âlem-i vücutta ise Hakîki Bâtıl yoktur.
Hakîki Bâtıl olması mümkün olmayandır. Buna göre izâfî
batılın hakîkâti Hakk´a uygun olmaktadır. Kur´ân-ı Kerim´de;
ربنا مـا خلقت هـذا بـاطـلا “Rabb’imiz,
Sen bunu boşuna yaratmadın” (Al-i İmrân 191) buyrulur.
Bâtıl, Hakk´ın dışında olan her şeydir. Hâkîki vücut Allah (cc)´ındır.
Bâtılda bekâ yoktur. Kur´ân-ı Kerim´de
ان البـاطـل كـان زهـوقـا “Muhakkak
bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ 81) buyrulur. Fakat Hakk ve bâtıl
birbirlerini takip eder. Çünkü birbirlerinin gereğidir.
وَ زُجَّ بى فى بِحـَارِ
اْلأَحَـدِيــَّةِ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimiz ile beni ehadiyyet[XLVI] deryalarına al.”
وَ انَـــْشُلـــْنى مِنْ اَوْحـَالِ الــتَّــوْحـِيـدِ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimiz ile beni tevhidin hallerinden süratle geçir.” [XLVII]
وَ اَغْــرِقْــنى فى عَيـْنِ
بَحْــرِ الْوَحــْدَةِ حَتىَّ لاَ اَرَى
وَ لاَ اَسْمَعَ
وَ لاَ اَجِدَ وَ لاَ اُحِسَّ
اِلاَّ بِـهاَ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimiz ile beni vahdet (birlik) denizinin kaynağına gark
et, öyle ki, sadece O´nunla göreyim, O´nunla işiteyim, O´nunla bulayım,
O´nunla hissedeyim.”
وَ اجْـعَلِ اللـَّهُمَّ الْحِـجاَبَ
اْلأَعْظََـمَ حَياَةَ رُوحى ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, en büyük perdedâr[XLVIII] olan Hz. Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizi ruhumun hayatı kıl.”
Hadîs-i şerifte, انـا
مـن الله و المـؤمنـون مـنى “Ben Allah (cc)´tanım, mü´minler
Ben´dendir” gelir. Hiçbir ruh yoktur ki, rûhu âzâm´dan (büyük ruh) feyzlenmesin
ve bekâsı ondan yardım bulmasın. Bu hayatın evvelinde ruh, sonra beden gelir.
Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz ruhların babası olduğu gibi hayatında babasıdır. Bazı
kitaplar da Hazreti İsa (as)´ın babası olduğu yazılıdır. Çünkü Hazreti İsa
(as)´a üfürülen ruh Rûhul Kudüs´ten, Rûhul Kudüs´un nuru Fahr-i Âlem
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizden alınmıştır. Hayat ruh
ile olmadıkça, insan ölü gibidir. Maksut olan hayat, ruhî hayattır. Hayvan-i
nefs böyle değildir. Fuzûlî
şöyle demiştir.
Şehîd-i aşk olup feyz-i bekâ kesb eylemek hoştur
Ne hasıl bî-vefâ dehrin hayatı müsteârından[XLIX]
Yani bâki hayat fâni hayattan faziletlidir. Bu sebeple
müminler ve evliyalar hakkında
اولـياء الله لا يـموتـون ولـكن
يـنقلـبـون مـن دار الـى دار
“Evliyalar ölmezler, belki bir evden başka bir eve
geçiş yaparlar”
buyrulmuştur. Bazı rivayetlerde evliyâullahtan bedel müminler olmuştur. Bundan
maksat kamil müminlerdir. Bu hayatı bâkiye sebebiyle kamil müminlerin bedeni
bozulmaz. Bu bir hakîkâttir.[L]
وَ رُوحَـهُ سِـرَّ حَقِــيقَـتى ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizin ruhunu hakîkatimin sırrı eyle.”
Rûhu Muhammediye´de iki mana hatıra gelir. Biri
ruhların hayatı diğeri hakîkâtlerin sırları olmasıdır. Hayat ile sır aslında
birdir. Zira her şeyde olan Hakîkât-ı Muhammediye hassası zikredilen hayat ile
beraber olmuştur. Yani ruhumuz aslında Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Efendimizden bize düşen kısımdır. Buna göre mana O´nun bana
olan yakınlığına göre, bende müşâhedesini ve güzelliğini gerçekleştir.
وَ حَقِـيـقَـتَهُ جاَمِـعَ عَواَلِمـى بِتَــحْقِــيقِ
الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm
ve ala âlihî) Efendimizin hakîkâtini ilk hakkın gerçekleşmesi ile
âlemleri kaplayıcı (kuşatan) kıl.”
Geçen bahislerde anlattığımız üzere Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizin
hakîkâti İsm-i Âzam´dır. Çünkü adı İsm-i âzamı, ism-i âzâm bütün isimleri
topladığı gibi, Hakîkâti Muhammediye de bütün hakîkâtleri toplar. Hakk-ül Yakîn´in hakîkâti ve bâtını
bu hakîkâte mahsustur. Âlemlerden murat seyreden âlemlerdir. Bunlar 360 bin
alemdir. Gayb ve şehâdet âlemlerinde inen ve çıkan mertebeler çoktur. Bütün
âlemlerde Hakîkâti Muhammediye´yi müşâhede etmek suretiyle devir etmek büyük bir
rütbedir. بِتَــحْقِــيقِ الـــْحَـقِّ اْلأَوَّلِ ile
Allah (cc)´ın ferdiyyetine (birliğine) işaret eder. Bu Allah (cc)´ın ilk
yaratılıştaki hüviyetidir. (yalnız başına kendisiyle olduğu hal) Buna الـــْحَـقِّ اْلأَوَّل denmiştir. Mertebeler ve
tecelliyatlar bunun açılımlarıdır. Onun için her şeyde aslı müşahede etmek
vahdettir. (Allah (cc)´ın birliğini görmektir) Ağaçta sesin müşahede edilmesi
gibi. (ney gibi) [Aslında ağaç sesiz bir madde iken sırrını keşfedene sesini bahşeder.
Her insan ney çalgısına ses verdiremez.]
ياَ اَوَّلُ ياَ اَخِـرُ ياَ ظاَهـِرُ
ياَ باَطِـنُ ﴿﴾
“Yâ Evvel (cc), Yâ Âhir(cc), Yâ Zâhir(cc), Yâ
Batın(cc)”(Başka bir manaya göre)
[“Yâ Evvel (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî), Yâ
Âhir (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî), Yâ Zâhir (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî), Yâ Batın (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) ]”[LI]
Evvel sırların inişi için, Âhir çıkılan sırların
sonu için Zâhir Vücud-u Hakk´a bakıldığında, Bâtın halkın
vücuduna bakılınca söylenir.
Bu dört isim ilâhî isimlerin Ümmühât-ı Esmâ´sıdır.
(isimlerin anaları). “O evveli ve aynı anda sonu olmayan, zâtı açık ve aynı
anda gizli olandır.”
Boyutların olmadığı bir zattır. Yaratılanlar zıtları
ile hayat bulurken, O zatında zıtları olmadan vücut bulan mutlaktır. Zıttı
olmayan birdir. O her şey ve yerdedir. Fakat her zâhiri O, zannetmemelidir.
Çünkü O zâhir olmakla beraber batındır. Akıl ile anlaşılamayacağı, hayal ile
tahayyül olunamayacağı gibi, hakîkâti akılların idrak ve ihatasına sığmaktan
münezzehtir. Ne yalnız zahir ne de yalnız batın diye hükmetmemeli, zahir ve
batın demelidir. Evvel ve âhir de böyledir.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) için
ise bu konuda aynı müteâlayı yaparken ilâhlık vasfı dışında hepsi gerçektir. Âlem, Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) olmadan hiçbir şekilde ifade ve hayat bulamaz. Sultanın
huzurunda vezirinden başka kimse konuşamazsa Allah (cc)´ın huzurunda
peygamberler ve melekler dahil olmak şartı ile kimse konuşmak şöyle dursun,
huzûra çıkmak dahi mümkün olmadığı gibi varlığı hesaba dahi katılmaz. Bu
gerçekten Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´in varlığının evveli,
sonu, zâhiri ve bâtını için açıklama yapmak mümkün değildir.
Bu isimler için çok açıklamalar vardır. Fakat bu kadar
ile iktifa uygun görüldü.
اِسْمَـعْ نِـدَائى بِمـاَ سَمِعْـتَ
بِـه نِدَاءَ
عَـبْـدِكَ زَكَــرِيـّاَ عَلَيــْهِ
السَّلاَمُ
“Allah (cc)´ım, Kulun Zekeriyyâ (as)´ın nidâsını
işittiğin gibi benim nidâmı da işit.”
Bu konu Kur´ân-ı Kerim´de,
“O vakit ki, Rabb´ine gizlice bir dua ile duada
niyazda bulunmuştu. Demişti ki: Yârabbi!. Muhakkak benim kemiklerim zayıfladı,
başımın tüyü de tutuştu (beyazladı), Sana ne dua ettim ise mahrum kalmadım. Ben
arkamdan takip edecek akrabamdan korkmaktayım. Eşim de kısırdır. Artık bana Sen
kendi tarafından bir oğlu bağışla. Hem bana vâris olsun hem de Yakub hanedanına
vâris olsun. Onu katında rızaya mazhar buyur. Ey Zekeriya!. Seni bir oğul ile
müjdeleriz ki, adı Yahya'dır. Onun için evvelce kimseyi bir adaş kılmadık. Dedi
ki: Yârabbi!. Bana nereden bir oğul olabilir?. Eşim ise kısır olmuştur. Ben de
ihtiyarlıktan son yaşa yetişmiş oldum. Buyurdu ki: Öyledir. O bana kolaydır ve
muhakkak ki, ben seni bundan evvel yaratmıştım, halbuki, sen hiçbir şey
değildin. (3-9Meryem sûresi)” açıkça anlatılmıştır.
Zekeriyya (as) Allah (cc)´a gizli bir sesle dua
etmesi büyüklerin huzurunda olanın sesinin yüksek çıkmadığı içindir. Nidâ
dua etmek makamındadır. Buradaki duada insanların yaşantısında olmayacak bir
isteğin, olabilirliği vardır. Bu salavât-ı şerîfe ile dua eden
Efendimiz Allah (cc)´ın rızasına muhâlif bir şey istemiyorsa, (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî)´i vesile ederek isteğine kavuşacaktır. Yine bu salavât-ı
şerîfeye devam edenlerin lafzen dua etmese bile gönülden murat ettikleri
isteklerin muhakkak olacağı açıklanmıştır. Gönül istekleri ise Allah (cc)
katında geçerli isteklerdir.
وَ انْصُــرْنى بِكَ لَكَ ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Sen´in rızan yolunda bana yardım et.”
“Allah (cc)´ım, Sen´in yoluna, Sen´inle yardım et.”
Bana yardımınla, nefsim üzerime Senin ile, Senin için,
benim dileklerim olur. Benim dileğim ise Sana vuslattır. Fakat bana olan
yardımını bizzat Sen´inle isterim. Sen benim işlerimin de velisi ve kefili ol.
Çünkü kuvvet ve yardıma ancak Sen´inle kavuşurum. Benim muradım ise her şeyde
tam bir fenâya kavuşmaktır. Düşüncelerim ve vücudumla Sen´de yok olarak feyiz
bulurum.
وَ اَيِـّـدْنـى بِـكَ لَــك َ﴿﴾
“Allah (cc)´ım, Sen´in rızan yolunda beni kudretinle
destekle.” “Allah (cc)´ım, Sen´in yolunda gitmek için, Sen´inle destek
istiyorum.”
Beni meleklerin, lâhûtî yardımının bereketiyle takviye
et, vehmin (manasız korku, düşünceler) ve ihânetin kuvvetlerine kahır ile
güçlü olayım. Sonunda nefsim âlemin karanlıklarına meyilden ayrılıp âlemin
nurlarına yükselsin. Bu sebeple nefsim kemâllere ulaşıp, müşâhedeye kavuşsun.
Bu ise nur farkı ile olur. Bunun için kuvvetli nur, açık deliller bulup,
hak ve masivayı birbirinden fark ve teşhis edeyim. Bununla göğüsün
genişlemesi ve kalbin açılması gerçekleşir. Bu hali bile Sen´in için et. Çünkü
biliriz ki, dilekler Sen´inle Sana yönelmekle ve Sen´inle
olur.
] وَ اجْـمَعْ بَـيْنى وَ
بَيـْنَـكَ وَ حُـلْ بَـيْنى وَ بَـيْــنَ
غَـيْرِكَ [﴿﴾
“Allah (cc)´ım, benimle Sen´in aranı birleştir.
Benimle Sen´den başkalarının arasına gir.” (üç defa okunacak)
Yani aradan yaratılış perdelerini, ayrılık sebeplerini
ve işleri kaldır. Beraberlik ve müşâhede ihsan et.
Şeyh Sâdi (ks) buyurdu ki;
Ehl-i irfân dediler, sen çıkmayınca aradan
Bilmez misin kendini pinhân[LII] eyleyen.
Bu sen-den murat, yaratılışın getirdiği ilişkiler,
bağlardır. Çıkmaktan murat ise bunlardan bağı koparmak ve kesmektir. Bu bağlar
vücut, zât, sıfat ve fiillerden ibârettir. Bunlar kesildiğinde gizlenen açığa
çıkar. Yani kulun hakîkâti ile ilâhi hüviyet arasındaki bağlar ve kulluklar yok
olur, aşık maşuk´a, sevgili sevdiğine kavuşur. Bu cümle ile hicap ve berzah
(perde) sen-den ibarettir. Bu ise gaflettir.
Gaflet-i dil perdedir, dîdâr-ı mevlâdan bana
Perde zâil oldu ise, can gözü ile baksana[LIII]
Salavât-ı şerîfede mâsivâya gayr denildi. Gayr
Hakk´tan ayrı olan şeyler demektir.
Mevlâna Câmi (ks); “mâsivânın vücudu yoktur” demiştir.
O zaman الـلهـم اشـغلـنـا بـك مـمن سـواك
“Allah (cc)´ım Sen´in ile değil, zâtınla meşgul et” duasının manası nedir diye
sorulunca, cevaben; Kaffe-i Zâta (Zâtın bütün özellikleri) işarettir.. Beni
zatınla meşgul et. Sıfat ve fillerinle meşgul etme” buyurmuşlardır.
Fakat bu sıfatlara gayr demek bir görüştür. Ehl-i
Sünnet ise sıfatlar için “Allah (cc)´ın ne aynıdır ve ne gayrıdır” demiştir.
Zât-î isimler de hakîkât ise müsemmanın (isimlendirilen şey) aynî (aslı)
olmasıdır. Bu isimlerden murat âlemle ilgisi olmayan isimlerdir.
اللهُ اَللهُ اَللهُ ﴿﴾
“Allah (cc), Allah (cc), Allah (cc).”
Üç defa söylenmesi zât, sıfat ve fiillere işâret
içindir. Birincisi ile gafilleri îkaz, ikincisi ariflere tarif, üçüncüsü vuslat
lezzeti için söylendi. Allah (cc) lafzı İsm-i Âzâm (En büyük isim) dır ve bütün
isimleri kendinde toplar. Gerçekte Allah (cc)´ın bütün isimleri büyüktür. Fakat
bazı isimlere bazı hususlara istinaden يـا حـى يـا قـيوم (Yâ Hayyü Yâ Kayyûm)
gibi İsm-i Âzâm denilmiştir.
] اِنَّ الَّـذى فَرَضَ عَلَــيْكَ الْقُــرْاَنَ لَــرَادُكَ اِلىَ مَعـاَدٍ [ ﴿﴾
“Muhakkak ki, Kur´ân-ı Kerim´i [okumayı, tebliğ etmeyi
ve ona uymayı] Sana farz kılan Rabb´in elbette Sen´i dönülecek yere[LIV], döndürecektir.”(Kasas 85) (üç defa
okunacak)
Bu hâle ulaşmak için zat, sıfat ve ef´âl de fenâya
kavuşmak ile olur. Bu fenâda zatla kendisi, sıfat ve ef´âlde Hakk´la bekâ
vardır. “Vatan sevgisi imandandır” gereğince Hakk yolcusu bu fenâ ve bekâ
menzillerine talip olmalıdır.
] َربَّناَ آتِناَ ِمنْ َلدُنْكَ رَحََْمَة ً وَ هَىِّءْ لَناَ ِمنْ اَمِْرناَ
رَشَدًا[﴿﴾
“Ey Rabb´imiz, tarafından bize rahmet ihsân eyle,
işimizden kurtuluş yolu hazırla.” (Kehf 10) (üç defa okunacak)
Salavât-ı şerîfeyi elif harfi ile başladığı gibi
elifle bitirdiler. Başlangıç ve sonuçta elif asıldır. Hemze böyle değildir.
Hareke ve sükunu birbirinden ayırmak içindir. Harflerden de sayılmaz. Elif
hakkında çok kelam edilmiştir.
Buralarda üç kere okunmanın sırrı nedir? Bir sözünüzde salavât 11 kere okunmaya
tahsis edildiğini sorarsan şu cevabı veririz.
Mertebeler yönündendir. Yani insanlar âlemine nüzul
eden ilâhi feyzler; melekût, ceberût ve lahût âlemlerinden geçerek gelir. Feyz
mertebelerden geçerek gelecek olursa parlak olur. Çünkü her nesnenin evvelinden
nihayetine kadar çeşitli tavırlar zuhur eder. Hakîkâtte ezel ve ebed, evvel ve
âhir birdir.
اِنَّ اللهَ وَ مَلۤـئِــكَتَهُ
يُصَلُّـونَ عَلىَ النــَّبِـىِّ
ياَ اَيــُّهاَ الَّذينَ
آمَـنُوا صَــلُّوا عَلَيــْهِ وَ سَلِّـمـُوا تَسْلــِيمـًا﴿31﴾
“Şüphesiz ki, Allah (cc), melekleri, O şanı yüce
Peygambere çok salât etmektedir. Ey imân edenler, haydi sizde O´na çokça
salât edin ve güzelce selâmlar getirin.” (Ahzâb 56)
Ey Allah (cc)´ım faziletli salavâtların ile Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´e salât et. İlk yaratılışta O´nu
yarattın. Varlığından dolayı insanlık şeref buldu. O Seni tanıtmak için
yurdunu terk edip, beşer âlemine geldi. Sana kavuşmanın mertebeleri ancak O´nun
yanındadır. Besmele O´nsuz manaya gelemedi. Çünkü O be harfi altındaki
noktadır. O nokta da her şeydir. Ol dediğin şeyde ancak O´nunla olur. Çünkü
nisbetler ve eşyanın sırları O´nunladır. Fazilet hazinesini O´na teslim ettin.
O da hazineyi yaratılmışlara kabiliyetleri miktarınca dağıttı. İsm-i Âzâm,
kendisi olduğu halde Senin isimlerine bizi O yönlendirdi.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´i
zâhir ve bâtın tılsımların anahtarları yaptın. Kulluk ve rablık sırlarını O´nda
toplandın. Vâcip ve mümküne sahip iken O´nu mümkün âleminde gösterdin. O´da
kulluğu kendine şeref kabul etti. Kulluk şerefide O´nunla açığa çıktı.
Yaratılmışlar O´nunla kul olduklarını anlayıp ilahlık davalarından vazgeçtiler.
Rütbeleri O tayin etti. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) ile Hak
ve bâtıl birbirinden ayrıldı. Sen´i sayılara ihtiyaç duymadan bir olarak ancak
O bildi. Yemeksiz yaşayabildiği gibi ibadetsiz zamanı da hiç geçmedi.
Âlemlerin perdesi ve birleştiricisi ancak O oldu.
Biliyorum ki; Levh-i mahfûzu yazan kalemden dökülen
nurlu harfler ancak O´nunla manaya gelebilir. Mukaddes feyizler ancak O´nunla
dağılabilir. Sıfatlar ve isimler´den çıkacak ışıklara güneş, ancak O
olabilir.
O birlik ve birin arasındaki ince latif çizgi oldu.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) ezeli
isimlerden isimler yurduna inen ilâhî emirlerin vasıtasıdır. O öyle bir incidir
ki, elmaslar, yakutlar, hareketler, sükunlar ve bütün olaylar O´ndan
çıkar.
Ey Allah (cc)´ım O´nu benzeri, ikincisi ve yokluğu
olmayan mecbûriyet ve gâye kıldın. İlâhi hitaplarından çıkan suretleri
O´nunla meydana getirdin.
Ey Allah (cc)´ım Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Sen´in cemâlini celp etti de celâlin sakin oldu. Büyük hilâfet
elbiseni ve vücuduna zamansızlık ve mekansızlığı layık gördün. Teveccühlerinin
kıblesi yaptın da isimler ve sıfatlar elbiselerini giyebildiler. Sidre-i
müntehâ O´na layık oldu. O´na verdiğin yakınlığı kullarına dahi Sen tarif etmek
istemedin. Sen O´nunla O Seninle oldu. Fakat O´nun gözü Senin ne varlığına
takıldı, nede ayrıldı ve karışmak istedi. Bu yakınlıktan dolayı sarhoş olup
yanında kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yöneldi.
Ey Allah (cc)´ım, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) ile eksiklerimizi tamamla, aslımıza kavuştur Ayrılık aramızdan
gitsin de zâtımız zâtı ile, sıfatımız sıfatı ile, fiilimiz fiilleri birleşsin..
Ey Allah (cc)´ım, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) ile emniyette olup, yaşamakta zorlanmayalım. İslâm´ın ve aşkın
kapıları bize açılsın. Lâilâhe illallah kalesine O´nunla girebileceğimiz gibi
Seninle buluşmakta ancak O´nunla olabilir. Sana açılan kapı ve yol O´dur. Başka
bir yolda yoktur. O bizi Sen´den koruyan hicaptır. O olmasa idi Sen bizi, yok
ederdin.
Ey Allah (cc)´ım istiyoruz ki, kayıtlardan kurtulup
Sana kavuşalım. Fakat her şey yine Sen´in takdirindir. Bizim varlığımız
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´e kıldığın salât iledir. Allah
(cc)´ım bu salât bizde can, kan ve ruh oldu. Küfrün karanlıklarını, birinci
ölümün ve ikinci doğumun sıkıntılarını bizden uzaklaştırdı. Fâni dünyada bâki
hayatın diriliğini verdi.
Ey Allah (cc)´ım nereye baktım ise Sen´i, O´nunla
buldum. O´nunla hidayet veren oldum. Karanlığımda üzerimden soyuldu..
Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´yi severek ölen, imânını kurtararak ölür.
Kabrini melekler ziyâretgâh edinirler. O´nu bulmadan ölenler için “Allah
(cc)´ın rahmetinden umutsuzdur” yazısı, iki gözünün arasına yazılı olarak
haşredeceksin.
Ey Allah (cc)´ım Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî)´ı sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehl-i beytini de severiz. Şu sözüne
iman etmişizdir.“Rabb´im; ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve
Benim peygamberliğimi kabul edene azap etmeyeceğini, vaat etti” Sen ve
çocukların cennette Efendilerimizsiniz. Biz Sen´i kendimizden, evlatlarımızdan
ve her şeyimizden çok severiz. Canımızı isterse O´na fedâ ederiz. Çünkü
“kısasta hayat vardır.” Canını uğruna pazara çıkarana elbette Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) den büyük ihsanlar olacaktır.
Ey Allah (cc)´ım Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve
ala âlihî) Efendimizi çok seviyoruz. Ne kadar üzerine salavât getirsek, o
kadar özümüzü ihyâ etmiş oluruz. O´na yakın olmak ne büyük şereftir. Ya O´ndan
uzak olan....
Ey Allah (cc)´ım nefesini üzerimize gönder, kokusu ile
hayat bulalım. Nefsimizin hakîkâtini görüp hakîkâtine ulaşalım da evveli,
âhiri, zâhiri ve bâtını toplayalım. Uzaklar ve yakınlar kalksın, bir olalım.
Biliyoruz ki, O´nun yerine ulaşamadığımız gibi, O´nsuz da yaşayamayız. Biz aciz
kullarını, Güzel ve müstecab isimlerinle O´na kavuştur. İstiyoruz ki son
sözümüz ise Yâ Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) olsun.
وَ
الْحَــمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعــاَلَمِــينَ
“ Hamd, Âlemlerin Rabb´i Allah (cc)´a mahsustur.
( Fatiha 1)
İhramcızâde İsmail Hakkı
Esenler /İstanbul
16/11/2003
[I]-Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî (ks) Hazretlerinin
bütün bilinen tarikatlerin ezkâr ve evratlarını topladığı üç ciltlik kitap.
1- RİCAL-İ GAYB [ Bilinmeyen, gizli tasarruf eden
evliyalar]
KUTB-UL AKTAB (İmamet) (Gavs)
Kutb-ül-aktab, alemin nizamı ile alakalanan,
bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızk, yağmur ve benzeri olaylarla
vazîfeli kılınan, rical-i gaybdan yani herkesin tanımadığı Allah (cc) adamı
olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli
seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. İmamet, Rasûlüllâh
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimizin izinde yürüyen büyüklerimiz
O´na uyarak nübüvvet makamının derecelerini geçtikten sonra bir kaç kişiye bu
makam verilir. Diğerleri bu makamı alamadıklarından çok şeyden mahrum kalırlar.
KUTB-U İRŞAD alemin irşadına (doğru yolu bulmasına) ve hidayetine
(saadete ve kurtuluşa ermesine) vesile kılınan veli zat, mürşit demek olan
kutb-i irşat, İmam-ı Rabbani (ks)´nun da buyurduğu gibi, alemin irşadı ve
hidayeti için, feyizlerin gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşadın her zaman
bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, alem imandan ve hidayetten
büsbütün mahrûm kalır.
Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi)
zamanının kutb-u irşadı idi. Kutb-u irşat ile bütün insanlara iman ve hidayet
gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyizler, dalalet (sapıklık),
kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun
kanında zehir haline dönmesine benzer, yahut safrası bozuk olana tatlının acı
gelmesi gibidir. Kutb-u irşat, kamil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen
olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tane bulunursa, yine
büyük nimettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını
giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
İmam-ı Rabbani (ks), bu konuda şunları söylemektedir:
“Kemalat-ı ferdiyyeye de sahip olan kutb-u irşat, çok az bulunur. Asırlardan,
çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan alem, onun
gelmesi ile aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nûrları, bütün dünyaya
yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşt, hidayet, iman ve
marifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyiz alır. Arada o olmadan kimse bu
nimete kavuşamaz. Onun hidayetinin nûrları, bir okyanus gibi bütün dünyayı
sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zatı tanıyan ve
seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini
isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve
ihlasına göre o deryadan, kalbi feyiz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah (cc)’ı
zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse mesela onu tanımazsa, yine ondan feyiz
alır. Fakat birincide feyiz daha büyük olur. Onu inkar eder, beğenmezse, yahut
o büyük zat bu kimseye kırılmışsa, Allah (cc)’ı zikretse bile rüşd ve hidayete
kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyiz yolunu kapatır. O
zat, bunun istifadesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile,
hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok
azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allah (cc)’ı
zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nûruna kavuşurlar.”
KUTB-U EBDAL (Kutb-u Medar) (Hilafet) Büyük alim İmam-ı Rabbani
(ks)´nun bildirdiğine göre, Kutb-u ebdal veya kutb-u medar da denilen bu zat
her zaman bulunur. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
zamanında da vardı. Fakat bunlara inziva (insanlar arasına karışmamak)
lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hatta bazıları, kendilerini bile bilmezler.
Yine İmam-ı Rabbani (ks) Hazretleri buyuruyor ki: “Kutb-u medar, alemde,
dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyiz gelmesine
vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin,
belaların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin afiyette olması,
kutb-u ebdal da denen kutb-u medarın feyizleri ile olur. İman sahibi olmak
hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-u irşadın
feyizleri ile olur. Kutb-u ebdalın (kutb-u medarın) her zamanda, her asırda
bulunması lazımdır. Alemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü alemin
nizamı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine
başkası tayin edilir. İrşat kutbu böyle değildir. Çünkü, alemin rüşd, hidayet
ve imandan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihi) zamanının irşat kutbu iken ebdal kutbu ise Hazreti Ömer (radiyallahü
anh) ile Üveys el-Karani (radiyallahü anh) idiler. Hilafet makamı ise,
Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi) Efendimizin izinde yürüyen ve
O´na uyarak velayet makamının derecelerini geçen büyüklerimizden bir kaç kişiye
bu makam verilir.
KUTB-U ARİFİN Ariflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve marifetler
sahibi, ariflerin başı olan zata kutb-ü arifin denir.
EVTAD Evliyadan (Allah'ın sevdiği kıymetli kullarından) ve
rical-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velilerden) mübarek dört zat vardır ki,
büyük alim ve veli Molla Cami (ks)´nun ifade ettiğine göre bunlar, dünyanın
dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevi bakımdan huzur ve
rahatlığı sağlamakla vazifelidir. Evtaddan dünyanın doğu tarafında bulunan
zatın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalim, kuzeydeki zatın ismi
Abdülmürid, güneydekinin ismi ise Abdülkadir'dir (radiyallahü anhüm). Allah
(cc)´ın veli kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bazı mübarek
kimseler daha vardır ki, Şeyhülislam Molla Cami (ks)´nun belirttiğine göre,
insanların imdatlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan
ve onların belalardan korunmasına sebep olan bu insanlara nüceba denilmektedir.
EBDAL İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça
bilmediği ve dünyanın nizamı (düzeni) ile vazifeli olup bunlardan biri vefat
edince, yerine başka bir veli bedel kılındığından yani görevlendirildiğinden ve
çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdal veya büdela kelimesi ile
tanınmışlardır. İrşat ehli yani insanlara doğru yolu gösteren velilerden
olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş
olduğunu Seyyid Şerif Cürcani ifade etmiştir. Hilyet-ül-Evliya'da zikredilen
bir hadis-i şerifte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ümmetim arasında her
zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrahim (aleyhisselam)´ın kalbi
gibidir. Allah (cc), onlar sebebi ile kullarından belaları giderir. Bunlara
ebdal denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler.”
Abdullah ibni Mes'ûd; “Ya Resûlullah! Ne ile bu
dereceye ulaştılar?” diye sorunca; “Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle
yetiştiler.” buyurdu.
Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri, Kutb-ul İrşat,
Kutbul Aktab ve Gavs görevlerini üzerinde bulundurduğundan “İşte şu ayağım her
velinin boynu üzerindedir.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdik
ettiler. Şeyh Halifet-ül Ekber anlatır: Rüyamda Rasûlüllâh (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihi) gördüm. “Ya Rasûlüllâh! Şeyh Abdülkadir, ayağım bütün
velilerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?” diye sordum. “Doğru
söylemiştir. O benim himayemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?”
Hülâsa: Allah (cc) dostlarını sevenlerin, en büyük iddiası
olan “benim şeyhim gavs´tır” sözü o kadar çok kullanılır ki, bu övgü
Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ´e olan sevgiyi geçer. Büyüklüğünü
anlatmaya çalıştığımız Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz yanında yok gibi olan bu kişilere verilen duruma açıklık getirmeye
çalıştık. Çünkü genellikle bu söyleyişler tarikat ehlinde mürşidine vefa
sınıfından olan sözlerdendir. Bu ifadeler de her sohbetin ana konularındandır.
Büyükler bu meseleye, “Her müridin kendi şeyhini
Kutb-ul Aktab görmesi o, müridin hakkıdır. Ama başka meşayıhı küçük görmesi
onun hakkı değildir. Şayet kendi mürşidi Kutb-ul Aktab olmasa da müridin ihlâsı
sebebiyle zamanın kutbu o müridin şeyhi suretine girer ve o müridin ruhuna
hizmet eder” diye açıklık getirdiler.
Böylece mürit kapısını tanısın, ihlâsla bağlansın,
manasını işaret etmişlerdir. Kaldı ki, Gavsı Geylani (ks), Şah-ı Nakşibent (ks)
Efendimiz Ahmed er-Rufai (ks), Husammeddin Uşşaki (ks) Mevlâna Halid Bağdâdî
(ks) gibi tarikat pirlerinin ve (büyük) kummeliyn evliyaların, ruhaniyyette
mutasarrıf olduğu bilinen bir vakıadır. Bu konuda en açık ve itiraz olmadan
konuşulan büyüklerden biri Abdülkadir Geylâni (ks) Hazretleridir.
İki alemde tasarruf ehlidir ruh-u veli
Deme kim mürdedir bundan nice derman ola
Ruh şimşir-i Hüda´dır ten gılaf olmuş ona
Dahi ala kâr eder bir tığ ki üryan ola.
[III] İlk belirtide var olan ve bütün
varlığın esası olan zattır. Buna İsm-i âzâm´da denir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz´de yaratıklar, yaratılmadan var olan
hakîkâttir.
[IV]- Tasavvufta insanın vücudunda ve
ilerleyişinde göreceği makamlardır. Sırasıyla bir sonraki daha feyizli ve
nurlu olması ile yükseliş gösterir. Her makam bir öncekinden sırlı ve gizlidir.
Bunlar tasavvuf kitapların da izâhı çok yazılsa da hala çözüme
kavuşmamış olgulardır.
[V] -Cinlerin bir yılı, insanların yıl
hesabına göre 70 000 yıldır. Onun için falcıların geçmişle ilgili kehânetlerde
isabet etmeleri kolay olur. Allah (cc) katında zaman ise yok ile eş değerdedir.
Bu belirtilen zaman meleklerin kullandıkları yıl hesabıdır. Mesela ahirette
sonsuzluk ile belirtilen söz zaman olgusunun kullar tarafından
yitirilmesi demek olur. Bu anadan doğma körün, görmenin ne demek olduğunu
anlayamamasına benzer. Çünkü görmeyi bilmeyen kişi, duyunun manasını zihninde
oluşturamaz. Bu olgu anadan doğma körde olgu olmaz. Zaman ahiret boyutunda
kaybolup gider. Ölümün koç şeklinde ahirette kurban edilmesi de fenânın yani
yok olmanın kaldırılmasıdır. Ölüm zamana bağlılığı en kuvvetli fiildir. Ölümü
zamansız anlatamayız. Ölümsüz olmak demek zamanı da yaşamayan demektir.
[VI]- İsm-i âzam “En büyük” isim
demektir. İsm-i âzam vücudun zikridir. Lisan ile yapılamaz. Bütün
vücuttan gelen bir sestir. Bunun zikri yapana ağır gelir. Yani zikir
zerrelerden çıkarak yapılır. Aşağıda bazı isimler gelecektir. Hangisinin İsm-i
âzam olduğunu tayin etmekte çok zordur.
Allah (cc)´ın isimleri hakkında en büyük ifadesi ile
isimlerde derecelendirmek yanlış olabilir. Gerçekte Allah (cc)´ın bütün
isimleri büyüktür. Öyle ise bu ifâde niçin kullanıldı sorusu aklına gelebilir.
Bu ifâde aslında rivayetler incelendiğinde aynı isimde birleşmez. Değişik
ifadeler olması ismin, bir isim olmadığı ve zamanla ve insanlarda farklılıklar
göstermektedir.
Allah (cc) ´tan başka şeylerden
yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i Âzam´dır, zira
harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi
yoktur.
Fakat bütün isimler İsm-i Âzâm´ın çerçevesi içinde
saklıdır. Şöyle ki, Ulvî ve süflî (dünya) alemde Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî)´e muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre, Hakîkât-ı
Muhammediye ve İsm-i Âzâm birdir.
Hakîkât-ı Muhammediye de İnsan-ı kamil´de tecelli eder. İnsan-ı
kamil ise, bulunduğu zamanda İsm-i Âzam´ı görmede kullanacağın aynadır. Eğer bu
aynayı bulamazsan bu isme ulaşamazsın. İnsânı Kâmili idrak etmek,
İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak bilmek demektir.
Hz. Aişe radiyallahu anhâ ile Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî) arasındaki olan konuşma çok şeyleri açıklar.
“Fahri Alem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz bir gün şöyle yalvardılar:
“Allah (cc)´ım! Ben, senin
pak, güzel, mübarek ve yüce katında en sevimli olan, onunla dua edildiği
taktirde hemen icabet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla
rahmetin talep edilince rahmetini esirgemediğin, onunla kurtuluş talep edilince
kurtuluş verdiğin isminle senden istiyorum.”
Başka bir gün Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala
âlihî) Hz. Aişe radiyallahu anhâ´ya “Ey Aişe!
Kendisiyle dua edildiği taktirde icabet ettiği ismi, Allah (cc)´ın bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Aişe radiyallahu anhâ der ki: “Ben: “Ey Allah
(cc)´ ın Resûlü! Annem babam sana feda olsun, onu bana
da öğret!” dedim.
“Ey Aişe onu sana öğretmem uygun düşmez!” buyurdu. Bu
cevap üzerine ben de oradan uzaklaşıp bir müddet tek başıma
oturdum. Sonra kalkıp, başını öptüm ve: “Ey Allah
(cc)´ın Resulü! Onu bana öğret” diye ricada bulundum.
O yine: “Onu sana öğretmem uygun olmaz, Ey Aişe!
Onunla senin dünyevî bir şey talep
etmen uygunsuz olur” buyurdu.
“Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Ben de kalkıp
abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra: “Allah (cc)´ım! Sana Allah
(cc) isminle dua ediyorum. Sana Rahmân isminle dua ediyorum. Sana Bir´rur-rahîm
isminle dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle
dua ediyorum. Beni mağfiret et, rahmet eyle” diye dua ettim.”
Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Bu duam
üzerine Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz güldü ve:
“İsm-i Âzam, senin yaptığın şu
duanın içinde geçti” buyurdu.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) hangi
ismin İsm-i Âzam olduğunu kesinlikle belirtmemiştir. Fakat işaretler buyurarak
ismin dolandığı çerçeveyi biz acizlere beyan etmiştir.
“Allah (cc)”, el-Hayyu´l-Kayyûm, “La
ilahe illallah”, “er-Rahmanu´r-Rahim”, “Allahu´r-Rahmanu´r Rahîm”,
“Allahu la ilahe illa huve´l-Hayyu´l-Kayyum”,“Lâ ilahe illa
hüve´l-Hayyu´l-Kayyum”, “Rabb”, “Allahu lâ ilahe illâ
hüve´l-Ahadü´s-Samedü´llezî lem yelid ve lem yüled ve lem yekün lehü küfüven
ahad”, “el-Hannânu´l-Mennânu Bedî´u´s-Semâvat
ve´l-ard zü´l-Celâli ve´l-ikram el-Hayyu´l-Kayyum”...
İsm-i âzam burada bulunmayan isimlerden de olabilir.
Lakin hepsinde “Allah” kelimesi mevcuttur. Bu durumdan hareketle İsm-i
âzam´ın “Allah” lafzı olduğuna görüşlerin yönelmesi
vardır. Çünkü bu isim sıfat olmayıp, zat isimidir. Bütün isimleri ve
sıfatları kendinde toplamıştır.
Bize göre her şahsın
İsm-i Âzamı farklıdır. Çünkü böyle olması daha
uygundur. İnsan yaratılış yönünden mükemmel yaratılmıştır. Fakat bu
mükemmelliğin harekete geçmesi her insanda aynı merkezden olmaz. Çünkü terbiye
edilebilecek vasıfta olan insanoğlu, aynı terbiye yolu ile terbiye olmadığı
gibi, hepsi aynı manevî makamda olmadığı kesindir. Senin için uygun olanı biz
söyleyebiliriz. Fakat sen kendin bulursan bu isimle tasarruf edebilirsin. Çünkü
Allah (cc) sevdiklerine bu ismi bağışlar. Bağışladığı zamanda Allah (cc)´ın
işlerine karışmamaya ve dünya nimetlerine rağbet etmediğin zaman olur ki, o
zamanda istek diye bir şeyde sende kalmamış olur. O zamanda bilmek ve bilmemek
sende aynı şeyler olmuştur.
[VII]- İlk yaratılan varlık, Hakîkat-ı
Muhammediye, insandaki akıl; manalarına gelir
[VIII]-Hakîkat aleminde bulunmayan
şeylerin ve eksik idrâk edilmesidir. hepsi; hayali. Eşyanın ve olayların,
müphem
[IX]- Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm) Efendimizin şekli, vasıfları, huyları, ahlakı, tavırları ve
davranışları.
[X] -Hamd,bizi dalaletten hidayete sevk
eden ve bu yolu seçenedir. Salat ve selam kesintisiz, bizlerden kadri ve
kıymeti yüce olan Nebi´nin üzerine olsun.Kıyamete yakın gönderilen Hz.
Muhammed´e (sav) ikram layıktır.O iyilik hazinesi,cömertlik denizidir. Huda'nın
nurudur. Vasıfta Efendi, sıfatta kamil, nuru zatı ndandır, bakanlarından
değildir. O ´nun nuruyla Levh-i Mahfuz'da satırlar parıldar. Bize bu haber
geldi. O her şeye muttali olduğu halde, bilinmeyeni bildiği halde hakkına
tecavüz etmez ve etmemiştir. Her şeyin sahibi O´na dostum dedi; O´nu, O´nunla
anlattı. Sırları, O´na anlattı. Bir sözü sakladıysa edebindendir.O´nun göğsünde
toplanan ilim gelmiş, ve geleceğin ilmidir.Verâ sahibine bu sıfatla kim kıyas
edilebilir. Bu bendeki olan O´nun feyiz deryasından avuçladıklarımdır. Kudret
ve zengin Mevlamız affına ulaşan? Kulu'na sarılarak bu sözleri söylüyorum.
Peygamberimiz Allah'ın bize olan nimetlerini
müjdeledi, sonra Ey merhametlilerin en merhametlisi Ehli Beytimin günahlarını
af eyle, tükenmez ilim ve amel ihsan et, ebedi merhamet et, buyurdu. Ey benden
ince meseleleri soran “ilmi ledünni” bana mirastır. Dilersen geçmiş zamanları
sor, dilersen gelecek zamanları sor. Geçmiş ve gelecek benim yanımda aşikardır.
Onların sırlarını ancak ben açığa çıkarırım. Bu söz açık bir delildir.
(Kasîde-i Ercûze; Hazreti Ali (kerremallahü veche))
[XI]- Bedîüzzaman Saîd Nursî (ks) nin
şeytandan sığınır gibi siyasetten sığınması bu şeyden olsa gerektir.
[XII] -Rahmet-i ilâhinin gizli
mahiyetleri ve sırlarını taşıyan kitabdır.
[XIII] -Uluhiyyetin hakîkati, zatın
mertebelerini temsil eden makamdır.
[XIV] ”Allah (cc) yerin ve göklerin- nûrudur.” ( Nur 35)
[XV]-Mesela, Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri,
Celvetiye tarikinde İsmail Hakkı Bursevî (ks) gibi,
[XVI]- Görmek ile bakmanın farkı,
insanları sınıflara ayırtmıştır. Bir çok insan bakarken ibret alır. Bazıları
ise aynı şey ve olay karşısında gülüp geçer. Şairlerin bir gülün rengine
binlerce sayfalık övgüler dizmesinin gerçeği budur.
[XVII] -Uluhiyyetin hakîkati, zatın
mertebelerini temsil eden makamdır
[XVIII]-Kim ki hakîkâtleri zatında bulursa,
akranı içinde üstün insan olur. Büyük ve zor müşküller onun ile hal olur.
Yaratılmışlar içinde rağbet görür
[XIX]-Allah (cc)´ın alemleri yaratırken,
Allah (cc)´ın nuruyla zahir olan ilk ayn (hakîkât) dir.
[XX]- Fahri Alem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz bir adama buyurdu ki:
“Sana şüphe vereni bırak şüphe vermeyeni yap”
Adam: Ben bunu nasıl bileceğim? dedi:
“Bir iş yapacağın zaman elini göğsünün üzerine koy;
kalp muhakkak haram için çarpar, helal için sükunet bulur, takvalı müslüman
büyük günahın korkusundan küçüğünü terk eder.”
Şüpheli bir kazancı terk edişin senin sınırsız
sadaka vermenden daha güzeldir. Böylece kazancın temizlenmesi amelin
temizlenmesine, amelin temizlenmesi kalbin düzelmesine sebep olur. Kalp
düzelince niyetler Allah (cc)´ın isteklerine uygun olur. Yani seni ihlas sahibi
yapar. İhlas ise cennetin kapısıdır.
Adamın biri, Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihi)´ınhuzuruna gelerek:
-Ya Rasûlallah! Soracak sorum var size.
-Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
-Buyurun ya Rasulallah!
-Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor
muydun?
-Evet yâ Rasûlallah, aynısını soracaktım size.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz, üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
-Bunu sen, kendi kalbine sorsana. İnsanoğlundaki bu
kalp, yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla huzur bulur, mutmain
olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz kalır. Bu konuda
gerçek fetvâyı kalbine danış, ondan al.”
[XXI] -Cehenneme girmeden cennete giren
Müslüman sınıfı.
[XXII] -Bu yola çalışan eğer
kahırdan(sıkıntı, meşakkat) kurtuluş yollarını bulamaz ise, lütûf ve ihsan
kapısından sonsuz derecelere ulaşır.
[XXIII] -İlimler Adem (as)´a nisbet edildi,
çünkü insanın yaratılışı zuhûratların (isimlerin) hepsinin tecelli edebileceği
varlıktır.
[XXIV]-Allah ismi zikredildiğinde Celle
Celâlühü (azameti ve yüceliği çok büyük olmak) denilmesi bundan dolayıdır.
Allah (cc) tecelli etmesi celâl yönü iledir. Cemâl sıfatında kudret yoktur.
Onun için melekler aklı kullanmazlar. Yalnız itaat ederler. İnsanlar ise
akılların kudretleri miktarınca kullanırlar. Öyle ki sınırlarını aşar bazen
Firavun, Nemrut gibi ilahlık iddiasında bulunur. Celal sıfatında tehlikeler var
olsa da, cemâl sıfatı bu tehlikelerden korunmuştur.
[XXV] -Şu husus ta unutulmamalıdır ki,
dünya malına muhtaç olmak fakirlik değildir. Asıl fakirlik Allah (cc)´tan
istiğna (muhtaç olmamak)dır. Samîmi dua etmek, genellikle muhtaç olanlarda
olur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizin “ fakirlik benim
iftiharımdır” buyurması bundandır.
[XXVI] -”Yemin olsun ki, insanı
çamurdan -ibaret olan- bir hülâsadan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta
bir nutfe kıldık. Sonra o nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş
kanı da bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere
de bir et giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. Şekil
verici takdir edici olanların en güzeli olan Allah (cc), pek mübarektir.”
(Mü´minûn 12-14)
[XXVII]-
Zehî, kenzi hâfi kân-den gelir her var olur peydâ
Gah zulmet zuhûr eder, gah envâr olur peydâ
Zehi deryayı vahdet kim kesilmez her giz emvâcı
Bu kesret âlemi andan doğup naçar olur peydâ
Ne sihr-i bül aceptir kim bu yüzden görünür ağyar
O yüzden gayrı yok tenha gelir dil-dâr olur peydâ
O yüzden görüben ağyar döner şem-i cemalinden
Feleklerde görüp anı döner edvâr olur peydâ
Taşınır günde yüz bin can adem iklimine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur îmâr olur peydâ
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
O devriyle geliptir Enbiyâ, Mürsel merâtipçe
Gah mümin zuhur eder gah küffâr olur peydâ
Tecelli eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfâdâ
Bu sûret âlemi içre satıp pazar olur peydâ
Anın zatına gayet sun’unâ her giz nihâyet yok
Anın için her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ
Tecelli eyler her dâim celâl içre cemâlinden
Birinin hasılı cennet, birinden nâr olur peydâ
Cemali zâhir olsa tiz celâli yakalar onu
Görürsün bir gül açılsa bir har olur peydâ
Bu sırdandır ki bir kamil zuhur etse bu âlemde
Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ
Veli ârif celâl içre cemâlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gül-zâr olur peydâ
Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâne
Biri ancak görür dârı, bire deyyâr olur peydâ
İçi ummân-ı vahdettir yüzü sahrâ-i kesrettir
Yüzün görür ağyâr içinde yâr olur peydâ
Alan lezzat-ı birlikten halâs olur ikilikten
NİYAZİ kande baksa ol hem-an didâr olur peydâ
Görür ol kenzi mahfîden nice zâhir olur peydâ
Bilir her nakş-i sûretten nice esrâr olur peydâ
Niyâzî Mısrî KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZ
[XXVIII] - (Sünen İbn-i Mace)
[XXIX]-”Ey Allah (cc) ve Rasûlüllâh
(aleyhissalâtü vesselâm) a iman edenler!, (Allah (cc)´ın cezasından,
azabından) korkunuz, (çirkinliklerden sakınınız, şayet bir günâha düştünüzse
hemen tövbe ediniz) O´na, (zira bilirsiniz ki, rahîm olan Allah (cc)´ın azabı
da pek büyüktür. Fakat takvayı yalnız fenalık yapmamaktan ibaret bir haslet
telakki etmeyiniz) vesile arayınız ve O´nun yolunda cihat da bulununuz ki,
kurtuluşa erebilesiniz.” (Mâide 35)
VESİLE, lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan
vasıta, aracı mânasına gelir. Hadislerde bununla cennetteki yüce bir makam
kastedilmiş olmaktadır.Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz
“O (el-vesîle), cennette bir makamdır.” buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir
kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması
hususundaki temennisini ifade etmektedir. Buna göre daha net ifade ile el-Vesîle,
cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, O da Allah
indinde insanların en yüce olduğunu Mi'rac ve Kur'an gibi mucizelere
mazhariyetini ispat eden Eşref-i Mahlukât ve Fahr-i Kâinat Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselâm) 'dir. Bu yüce makama vâsıl olan, Allah (cc)'a
yakındır; böylece Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) , günahların affı dahil
her çeşit ebedî şart olan lütuflara kavuşmuş ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle
olmuş olur. Aşağıda zikredilen Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ´i
tevessül edilerek edilen dua ile istenen istekler muhakkak Allah (cc)
tarafından kabul edilir.
اَللَّـهُمَّ
إِنِّي أَسْأَلــُكَ وَ أَ تَـوَجَّهُ إِلَــيْكَ بِنَبِيِّكَ
مُحَمَّدٌ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ
ياَ
مُحَمَّدٌ إِنِّي أتَــَوَجَّهُ بِكَ اِلىَ رَبـِّـى في حَاجَتِي لِتَقْضِىَ
اَللَّهــُمَّ شَفِّعْهُ فى
[XXX]-Kur´ân-ı Kerim´de ve hadislerde
geçen kapalı ifadeler. Tevili yapılsa da hakîkât-ı Allah (cc) tarafından bilen
hususlardır. Mesela huruf-u mukattaalar gibi
[XXXI] -Hakîkâtleri cahiller nasıl
bilebilirler. Bu işleri körler nasıl görebilir. Resimler göçer de, tenlerini
kimse bilmese de dillerde isimleri kalır.
[XXXII] -İnsâni ruh, konuşan ruh; Nefs:
İnsanın vücûdun da buhara benzeyen kalple ruh arasında bulunan ve insanın canlı
olmasından dolayı meydana gelen duygudur. Yani madde olmayıp, fiilinde maddeye
yakın olan cevherdir.
Kur´ân-ı Kerim´de Nur sûresinde geçen zeytin ağacı
nefs demektir. Kur´ân-ı Kerim´de “Bu zeytin ağacı ne doğuda ve nede
batıdadır” denilmektedir. Doğuda değildir demek, mücerret olarak ruhun yanında,
batıda değildir demek de vücutun yanında değildir demektir. Çünkü nefs, ruh ile
vücut ve kalp arasında bir varlıktır.
[XXXIII] -Yâ-Sîn; Ey insan manasına da
gelmektedir.
[XXXIV]- لولا ك
لولا ك لـما خـلقـت الأفلا ك “Eğer Sen olmasaydın, Sen olmasaydın
âlemleri yaratmazdım” Hadîs-i şerif
[XXXV]-Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü
bulunmayan, Allah (cc)´ın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
[XXXVI] -Büyük melekler
[XXXVII]-Varlığı vasıtaya muhtaç mahluklar.
[XXXVIII]-Ya Rasulüllah, Sen her yönden
seçilmiş birisin, sana Makam-ı Mahmud verildi. Peygamberler senin ümmetin,
evliyalar ise kölelerin ve hizmetçilerin sayılır.
[XXXIX]Her şeyi toplayan, derleyen, bütün- yaratıkları huzurunda toplayan.
[XL]-Gönülde Hakkın tecellileri
olursa, hânesi şenlenir. Bir hanede günlük ve güneşlik yoksa, güneşin
nûrundan mahrum demektir.
Gör her cismin içindeki cân, cân ehlidir, Bunu
Hakkı bilir, çünkü sonsuzluk yurdunun ehlidir.
[XLI]-Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselâm) hadisi kutside “ Büyüklük izarım (etek), kibriyalık ridam (cübbe)
dır” buyurdular.
[XLII] -Âlem : Bütün cihan, kainat. Her
şey.
Âlem-i Asgar : En küçük âlem. İnsan.
Âlem-i Berzâh : Kabir âlemi.
Âlem-i Ceberût : Azâmet ve kudret âlemi. Kudret âlemi.
Lâhut âlem-i ile altta bulunan melekût âlemi arasındaki âlem.
Âlem-i Ekber : En büyük âlem. Kâinât.
Âlem-i Emir : Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan,
Allah (cc)´ın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem.
Âlem-i Ervâh : Ruhlar âlem-i.
Âlem-i Esbâb : Sebebler âlem-i. Dünya.
Âlem-i Fâni : Geçici âlem. Dünya.
Âlem-i Gayb : Zâhiren hissedilmeyen, ruhlar, melekler
ve cinlere mahsus âlem.
Âlem-i Kevn : Varlık âlemi. Kâinât.
Âlem-i Lâhût : İlâhî alem. Rûhânî mânevî âlem. Yani keyfiyeti, belirtisi
olmayan gözlerin idrakinden gizli olan âlem demektir.
Âlem-i Mâna: Ehline açık olan, mânen anlaşılan âlem.
Âlem-i Melekût : Melekler âlem-i.
Âlem-i Nâsût : İnsanlar âlem-i.
Âlem-i Şehâdet : Dünya.
[XLIII]-Hadîs-i şerifte bu sırra işaret
şöyle gelir.
اللهـم اغــنـنى بـالإفتـقار الـيـك”Allah
(cc)´ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni zenginleştir.” [başka bir
rivayette devamında; “Fakat Sen´den müsteğnî (zenginleşmek) olmak suretiyle
beni fakirleştirme” gelmiştir.]
[XLIV]- Can kuşunun uçacağı iki yer ilim
ve ameldir. Yoksa nefis, cehâletle karma karışık olurdu.
[XLV] -Yani Fahri Âlem (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz hicri 63 yıl yaşamıştır. Sünnet ehl-i olan
kişiler bu yaşı geçmeyi arzulamazlar. Ahmet Yesevî (ks) Hazretleri 63 yaşından
sonra yeryüzünde bulunmayıp yer altındaki çile hânesinde ömrünü tamamlaması bu
sevginin işaretidir.
[XLVI]-Ehâdiyyet: Allah (cc)´ın her bir
şeyde kendine ait birlik tecellisi. Bir olmak; fakat sayıdan olmayan
birlik. Vâhidiyyet: Allah (cc)´ın bütün eşyada birden birlik tecellisidir.
Bilindiği üzere ehâdiyyet zât-a, vâhidiyyet sıfatadır.
Ehâdiyyet, Zâtın tecellisinden ibarettir. Bu tecellide
isimlerin, sıfatların ve bunların müessirlerinden olan hiçbir şeyin zuhuru
yoktur. Çünkü ehâdiyyet, Hakk ve halkın itibarlarından sıyrılmış olarak
tecelli eden sırf zâtın ismidir. Tecellilerin en ulvîsidir. Mahlukun bununla
vasıflanması mümkün değildir.
Vâhidiyyet, zâtın mazharıdır ve sıfatların ayrılığını
toplayarak zuhur eder.
Bilmek lazımdır ki; Ehâdiyyet, vâhidiyyet ve ulûhiyyet
arasındaki farklar şöyledir.
Ehâdiyyette isim ve sıfatlara dair hiçbir şey zâhir
olmaz. Sırf zattan ibarettir.
Vâhidiyyet isim ve sıfatlar, müessirleri ile beraber
zâhir olur. Bu zâhir oluş yine zâtın hükmü iledir. Yoksa zattan ayrılma demek
değildir. Bu bakımdan sıfatların her biri diğerinin aynıdır.
Ulûhiyyette isim ve sıfatların her biri kabiliyet ve
istihkâk hükmü ile zâhir olur. Ulûhiyyet tecellisi, bütün tecellilerin
hükümlerine şamildir. Zirâ ulûhiyyet, her haklıya hakkını verme tecellisidir.
[XLVII]- Beni tevhit perdesini aralayıp
geçmemi sağla, çünkü bir perdedir. Bu makamlar anlatılsa da anlatanda anlamaz.
Ancak yaşamakla fikir sahibi olursunuz. Bu konular hakkında fazla izâhat
vermemek uygun görüldü. Tevhid-i ef´âl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât bu yolun
mertebelerinden sayılır. Bilmek, bulmak ve olmak´tır.
[XLVIII]
Sırları örtme ve gizleme işi ile- uğraşan kişi, perdelerin kumandanı.
[XLIX]-Aşkı bulup, bekanın feyzine
kavuşmak güzeldir. Ne hasıl oldu bu vefasız zamanın emanet hayatından
[L]- Yaratılışta insan melek ve hayvan
tarafını haiz olarak dünyaya gelir. Fakat Allah (cc)´ın yardımı ile hayvanı
tarafını terbiye ve tahvil ederek, melekiyyet sıfatına erer. Burada
değiştirilmesi istenen kötü ahlakın, güzel ahlaka tahvili ve fıtratın
bozulmamasıdır. Çünkü nefis başıboş bırakılırsa aşısız meyve ağaçları gibi,
meyvesinden yoksun veya olgun olmayan meyveler verir.
Bıyıkları, tırnakları kesmek, koltuk ve kasıkları
temizlemek vb. fıtrat amellerindendir. Bunlar bile terk edildiğinde
noksanlıklar zuhur eder. Mesela, Beni İsrail´de erkekler bıyıklarını uzatmaya
başlayınca kadınlar zinaya yönelmişlerdir. Çünkü kadın tabiatı uzun bıyığı
sevmez. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)
Efendimiz bir şeyi tavsiye etmişse bunda ancak bir hayır ve hikmet aranmalıdır.
Nefis terbiye edilmediği zaman insanın fıtratı
bozulur. Öldüğü zaman da, ölümün gerçeğini görür ve ruhu mahkum olur. Terbiye
edilen nefis ruhu serbest bıraktırır. Ölümsüzlük şerbetini içer. Ölen nefistir.
Fakat terbiye olmayınca da ruhu ölmüş gibi yaptırır. Ölüden bir farkı kalmaz.
Aziz Mahmut Hüdayi (ks) riyazat günlerinde çarşı
pazarda gezerken daha çok ölmüş insanları gezer görmesi, yaşadığını bildiği
insanları görmemesi bundandır. Çünkü nice yaşayan insanlar vardır ki onlar ölü
gibidirler. Bu sebeple büyükler ölümde aradıkları husus kişideki terbiye
edilmiş nefis sahibi olup olmamaya bakarlar. Çünkü bütün nefisler için ölüm
yazılmış bir kaderdir. Nefis terbiye edilince bir nevi ruha döner. Ruh ölümsüzdür.
Ruh zahir ve batın lezzetlerini bir arada bulundurur. Rabb´i müşahede edebilir.
Hz Ebubekir (r.anh) Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz
vefatında sahabe-i güzin efendilerimiz üzülürken, O üzülmedi. Çünkü Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz´in bir alemden başka alemlere geçiş
yaptığını bilmesidir. Beşer ölümü tadacaktır. Lakin terbiye edilmiş nefis
sahipleri ölümü tatmayacaklardır. Allah (cc) şehitler “bilakis diridirler ve
rızıklanırlar” buyurması bu durumun en açık örneğidir.
Mevlâna Celâleddin Rûmî (ks) Hazretleri bir gün
müritlerini toplayıp “bize hayat veren kan mıdır” diye sormuştur. Sonra
vücudundaki kanı bir kaba boşaltıp, kansız kalan ve sararan vücuttan “ bizde ki
hayat, aşkımızdan başka bir şey değildir.“Bu ceset ve kan hayat sebebi
olamaz” sözleri dökülmüştür. Diğer insanlar için dahi bu aşkın buharı
olmasa idi hayat diye bir şeyden bahsetmek mümkün olmazdı.
[LI]- Mecmuat-ül Ahzâb´da Abdülkadir Geylâni (ks)
Hazretleri tarafından zikredilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimizin isimlerinde ve diğer rivâyetlerde bu isimler
zikredilmiştir. Belki bazı kardeşlerimiz bu açıklamadaki yorumu ilk anda
taaccüple karşılayabilir. Fakat bizler Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) için bu ifadeleri bile eksik görürüz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz için Allah demekten başka her mükemmel
sıfat, ismi ve şeyi layık görürüz. Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm ve ala âlihî) Efendimizi anlamak ve anlatmak Allah (cc)´ı
anlatmaktan zor ve mümkün değildir. Çünkü Allah (cc) için ifadelerde deliller
bulmak kolaydır. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) için ise
delil getirmek bazen keşfe dayandığından mümkün olmamaktadır. Bu sözler
tadanlar için kolay olduğu kadar, tatmayanlar için ise isyan mertebesinde
sözlerdir. Fakat biz Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) ´çok
severiz. Aşk lugâtında hata kelimesi olmaz.
[LII]-Gizlenen.
[LIII]-Gönlün gafleti, Allah (cc)´ın
cemâlinden perdedir bana; perde kalkarsa can gözü ile kendine bak.
[LIV]-Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
vesselâm) Efendimizin Mekke´ye geri döneceği, ahirette en yüksek makama
kavuşacağı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar