DİL VE DÜŞÜNCE / Prof. Dr. AYHAN SONGAR
Büyük
dil âlimi, değerli dostum.
Prof.
Dr. FARUK KADRİ TİMURTAŞ’m aziz hâtırasına.
«Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir.
Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü, dil
de vatan kadar, .tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak
gibi, aile gibi mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için
hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz. Millî kültürün
baş unsuru dildir.»
Prof.
Dr. Faruk Kadri Timurtaş
Söz
ola kestire başı
Söz
ola kese savaşı
Söz
ola ağulu aşı
Yağ
ile bal ede bir söz....
YUNUS
EMRE
ÖNSÖZ
Dünyada
bizden başka «dil meselesi» olan bir millet yok. Ne lisanı 30 - 40 kelimeden
ibaret Hotantolular-d.a, ne dilinin hemen hemen bütün kelimeleri Lâtince ve
başka dillerden gelmiş Fransız ve İngilizlerde, ne bütün saflığına rağmen gene
de yabancı kelime sızmalarından masun kalamamış Arapça konuşan milletlerde
böyle bir hâdise mevcut değil!
Biz,
Osmanlı imparatorluğunun temellerinin sallanmaya başladığı devirlerdenberi
devamlı bir propaganda ve telkinle kendi kendimize düşman edildik. Yoldan
rasgele bir delikanlı çevirin, konuşun... Bütün vokabüleri «olanak» lı,
«seçenek» li birkaç yüz kelimeden ibarettir. Ecdâdının edebiyatını, musikisini,
san’atını, asırların kültür birikimini anlamaz, bunlardan bihaber. Bir
«batılılaşma» dır tutturmuşuz. Topraklarımızın pek
küçük bir kısmı Avrupa kıt’asında iken kendimizin Avrupalı olduğunu iddia eder,
Eurovision yarışmalarında boy göstermeye kalkışırız. Bize o yarışmalarda' rey
verirler, itibar gösterirler mi sanıyorsunuz? 1985 yarışmasına götürdüğümüz
gerçekten güzel eseri bir isviçreliler takdir etti, 12 puan verdi ama
diğerlerinin reyleri ile gene kaybettik. Avrupa Yayın Birliği toplantısında
İsviçre delegesine sordum. Cevabı çok manidardı: «En güzeli sizinki idi ama he
yaparsın, buna da politika karıştı...» demişti.
Bugün bütün Avrupa vize koymak suretiyle
Türk insanına hudutlarını kapatmakla meşgul. Neden? Kendi memleketlerindeki iş
sahalarının Türkler tarafından işgal edildiğinden mi? İnanmayın... Yakında
konuştuğum bir Alman sanayicisi, memleketinde Türklerin yaptığı işleri Alman
vatandaşlarının zaten kabul etmediğini söyledi. Utanayım mı, kızayım mı
bilemedim.
Türk
düşmanlığı Avrupa’da zaman zaman bir histeri nöbeti, bir paranoid hecme halinde
nükseder. Çünkü dün Padişahımıza dehalet eden Kralının, Osmanlı Hükümdârı
tarafından tâyin edilen prensinin, valisinin hâtırasını, ensesinde daima
hissettiği sillemizin acısını. Kurtuluş Savaşımızda arkasına yediği tekmeyi
daha unutamamıştır da ondan. Neden anlamak ve anlatmak istemeyiz, bu insanlara
yıkanmasını biz öğrettik, bizden öğreninceye kadar Paris sokaklarından lâğımlar
akardı. Daha 18 inci asra kadar akıl hastalarını «içinde cinler var» diye
meydanlarda diri diri yakan Avrupalıya bunların «birer hasta insan» olduğunu,
insanca tedâvilere lâyık bulunduğunu biz anlattık. Tarihte ilk «Devlet» Türkler
tarafından kurulmuştur. Atı biz ehlileştirdik, demiri biz bulduk. Musiki bizim
icadımızdır. 1500 yıl önce Göktürklerde «askerî bando» kurulmuştu. 2500 yıllık
yazılı tarihimiz var. Hasılı, kültürümüz, dilimiz,
musikimiz, edebiyatımız, san’atımızla ancak biz «büyük millet» iz...
Büyük
milletlerin büyük de dilleri olur. Bu diller fethettikleri, kültür münâsebeti
kurdukları topraklarda yaşayanların dillerini de fethederler, onlardan
kelimeler, deyimler alır, kendisine maleder, böylece zenginleştiler. Sonra,
bugünkü yaşayan Türk dili gibi bir hazine elde kalır. İmparatorluk gidebilir
ama kültür, dil, san’at devam eder. Gel gör ki, bugün kendi dilimize savaş
açmışızdır. Büyük bir hırsla, lisanımıza malolmuş ve Türk-çeliğinden şüphe bile
edilmeyen kelimeler atılmakta, üç beş manâya birden gelebilen, gramerimize
uymayan, dilimizin âhengi ile, zevkiyle bağdaşması
imkânsız deyimler uydurulmakta, ’böylece düşünce, hayatımız ’ tahrib-edilmekte,
kısırlaştırılmaktadır.
Bugünkü
«tasfiyeciliğin» temel felsefesi Türk Dili Dergisinin 334’üncü sayısındaki şu
açıklama ile özetlenebilir-
«Türkçeyi özleştirme, düşünsel ve sözlüksel düzeyde
kalan bir olgu değildir... özleştirmecilik genelde,
düşünsel ve duygusal bir değişimin dile yansımasıdır. Şöyle de söylenebilir:
Dilimizin söz varlığını değiştirme yoluyla, toplumumuzun düşünsel ve duygusal
evrenini değiştirmedir. Bu etkileşim, daha doğrusu bütünleşme bir kâğıdın iki
yüzü gibi birbirinden ayrılamaz»...
Dil
bir sosyal-psikolojik-biyolojik vakıadır- insan organizmasına, beyin
hücrelerine ve genlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bakımdan dili tetkik eden bir
eserin mutlaka birtakım biyolojik ve psikolojik temellere dayanması şarttır.
Eğer bu temeller iyi bilinirse «.neyin değiştirilmek istendiği», «nasıl bir
bütünleşmenin amaçlandığı» daha iyi gözler önüne serilir. Dil hakkında şimdiye
kadar çok şey söylendi, çok şey yazıldı ama meseleyi bu açıdan hiç ele alan
olmadı. Maksadım hadiseye bir de insan ruhu ve onun hastalıkları ile uğraşan
bir meslek adamının gözü ile bakmak, prizmanın bu yüzünü de gözler önüne
sermektir. Yoksa hiçbir zaman «özleştirmecileri» ikna gayret ve hevesinde
değilim. Kimse ile de bir kavgam, bir mücadelem yok. Kültür, kavga değil,
sevgi, anlayış, duyuş işidir. Böylece, birtakım gerçekleri İlmî esaslardan asla
ayrılmadan dile getirmeye ve elimden geldiğince bir boşluğu doldurmaya
çalışacağım.
Gayret
bizden, tevfik. Allah’dan...
Şubat,
1986
GİRİŞ
Dil,
insanların aralarında
haberleşmelerini, duygu ve düşüncelerini, arzularını, isteklerini, birtakım
olayları çeşitli mesajlarla birbirlerine nakletmelerini temin eden her çeşit
işaretler topluluğuna verilen isimdir. Bu işaretler ya müşahhas (somut -
concrete) neviden olur: mimik, jest, hareketler veya seslerle tabiat
olaylarının taklidi, arzuların ifade edilmesi; ilkel kabilelerin tamtamlarından
polis düdüğüne kadar muhtelif âletlerin işaretleşme maksadiyle kullanılması,
v.s. gibi. Veya bütün bu olayların, arzu ve isteklerin, mahiyet itibariyle
onlara hiçbir benzerliği bulunmayan; mücerret (soyut - abstrait) birtakım
sembollerle ifadesi suretiyle «lisan» (dil-langue) meydana gelir. Dil, lisan
sayesindedir ki insan zekâsı da müşahhas'dan mücerred’e yükselebilmiş,
gelişebilmiş, eşyanın ayrıntılarından kurtularak «gruplaştırma» imkânını
bulabilmiştir. Böylece «dil», bir taraftan «düşünce» sonucu meydana gelirken
bizzat kendisi de «düşünce» yi hâsıl etmektedir. Diksiz düşünce (non-verbal
düşünce), sadece birtakım eşya hayallerinin zihnimizde canlandırılması tarzında
olur ki bu, son derecede kısıtlı, şekillere, eşyaya bağlı ve görebildiğimiz
dünya ile sınırlı bir düşünceden ibaret kalır.
Yukarda
tarifini verdiğimiz, yazılı ve sözlü, mücerred düşünce mahsûlü dil, lisan,
sadece insanlara mahsus bir özellik olmakla beraber, hayvanların da kendi
aralarında bazı özel işaretlerle haberleşebildikleri, hattâ nebatların dahi
bazı mesajları renk, çiçeğinin açılıp kapanması, koku gibi özel vasıtalarla
çevrelerine gönderdikleri bir gerçektir. Hayvanların dili genetik hafıza ile
ecdattan evlâda intikal eder. Bir kanarya bugün nasıl ötüyorsa, asırlarca önce
yaşayan büyük dedesi de ayni şekilde ötmekte idi. Kafeste kendi başına
yetiştirilen bir kuş da ötmeyi becerebilmekte, bir kedi, kimseden öğrenmeden,
miyavlamaktadır. Arıların, bal almacak çiçeğin yerini, istikametini, hattâ
rüzgârın şiddetini ve yönünü bile, özel dans hareketleriyle kovan cemiyetine
bildirdikleri tesbit edilmiştir. (Şekil: 1) de bir bal arısının çiçeklerin
istikametini nasıl haber verdiğini görüyoruz.
Arı,
dikine asılmış bir kovan sathı üzerinde hareket etmektedir. Bir taraftan
gövdesini hareket ettirirken önce sola, daha sonra sağa doğru birer tur yapan
an böylece 8 rakkammı çizmekte, 8’in iki yuvarlağının birleştiği noktadaki
gövdesinin durumu ile çiçeklerin güneş istikametine göre hangi açıda bulunduğunu
haber vermektedir. Çiçeğin uzaklığı ise bu dansın ritmi ile belirlenir.
Dakikada 40 tur yapan arı çiçeklerin 100 metre uzakta olduğunu, 24 tur yapan
arı ise 500 metre uzakta olduğunu bildirmektedir.
Bir
bal ansının kovan içinde arkadaşlanna bal alınacak çiçeklerin yönünü bildiren
dansı.
Bu
genetik hafızanın yanında, birtakım hayvanların taklid suretiyle bazı sesleri
öğrenebildikleri de dikkati çeker. Kanaryalara plâk dinleterek ötmeyi talim
ettirmek, papağanların, hiç manâsını anlamadıkları halde, karşılarında söylenen sözleri tekrarlayabilmeleri gibi örnekler çoktur. Ancak, insandaki,
mücerred düşünce mahsûlü ve sembollerle ifade şeklindeki dil hiçbir hayvanda
bulunmamaktadır. Bu çeşit lisan, insanoğluna, çeşitli nesiller arasındaki bilgi
ve düşünce'akışının sağlanmasını bahşetmiş, «öğrenim» ve «eğitim» mümkün olmuş,
insan nev’i-nin inkişafı gerçekleşmiştir. Gene, sembollerle ifade «yazılı dil»
i mümkün kılmış, nesiller boyu gelen bilgi birikimi bu suretle muhafaza
edilebilmiştir.
Bu
özellikleri ile dil, ne bir «uydurma sesler topluluğu» ne de «her istenilen
zamanda değiştirilebilen birtakım mekanik hareketler» değildir. Dil, her insan
topluluğunun, her kavmin ve milletin tarih içindeki gelişmesi ile sıkı sıkıya
bağlı, onun duygu ve düşünce özelliğini belirleyen dinamik ve zamanla inkişaf eden,
canlı, yaşayan, kendine göre enerji kaynakları bulunan bir sosyal ve biyolojik
vakıa’dır. Bu vasıfları ile diller, ihtiyaca göre, medeniyetin inkişafına
paralel olarak, kendi içlerinden doğurdukları yeni birtakım semboller,
kelimeler kazanırlar; başka dillerle münâsebette bulunur, onlardan sesler,
kelimeler, deyimler alırlar ve bunları kendi öz potalarında eriterek,
sindirerek, hazmederek, kendilerine malederler. Böylece zaman içinde, tıpkı
büyüyüp serpilen çocuk ve insanoğlu gibi, gelişir, büyür, zenginleşir, hattâ, bir zaman sonra da ölürler. Dilleri de, bütün canlı
varlıklar gibi, bazı dış müdâhalelerle öldürmek, fakirleştirmek, dumura
uğratmak mümkün olabildiği gibi, «dil hastalıklarını» tedavi etmek de kabildir.. Dil de âlemşumûl tekâmül kanununa tâbidir.
Tekâmül
kanunu, kâinattaki bütün varlıkların, bütün mahlûkatm sürekli bir şekilde,
—
basitten mürekkebe
·
—
spontane’den, kendi kendinelikden iradeli’ye
·
—
fakat sağlam’dan kolay bozulabilir’e doğru tekâmül ettiğini söyler. Tek hücreli
amipler ortadan bölünmek suretiyle üremekte, bir amip önce iki, sonra dört,
sonra sekiz amip olabilmekte, bu vetire esnasında hiçbir zaman «ceset» meydana
gelmemektedir. Biraz daha mütekâmil «solucan» da ortadan ikiye kesilirse
müstakillen yaşayabilme kabiliyetini haiz iki solucan meydana gelir. Ama bir
insanı ikiye keserseniz elde kalan sadece «iki yarım ceset» den ibarettir.
İnsan bedeni içinde çeşitli organlar için de durum aynidir. Bütün lisanı 10 -15
kelimeden ibaret bir ilkel kabile mensubunda «afazi» dediğimiz, beyin menşeli
konuşma kaybına hiç ras-lanmaz ama bir dil âlimini ufacık bir beyin damarı
tıkanması konuşma kabiliyetinden ebediy-yen mahrum edebilir.
Diller
de, yukarda belirttiğimiz gibi, bu kaideye uyarlar. Bir dil ne kadar inkişaf
etmişse, ne kadar zenginleşmişse, dış müdahalelerle o kadar çok ve kolay
bozulabilmektedir. Dilimizde «şeref, haysiyet, kibir, gurur, itibar» gibi
birbirinden farklı «durum» lan ve «kalite» leri ifade
eden ayrı ayrı kelimeler mevcutken bunların hepsine birden Fransızcadan deforme
edilmiş «onur» kelimesini karşılık göstermek, birdenbire Türkçe konuşan
insanların, bu kalitelerin birbirinden ayırdedilebilmesi kabiliyetinden mahrum
bırakılması neticesine götürecektir.
Bahsi
bitirmeden kısaca «tekâmül» den ne anladığımızı da açıklamak isterim. Bilindiği
gibi, Darwih’clier, «kâinattaki bütün canlıların
«lineer» dediğimiz, devamlılık arzeden bir sıra takibettiğini, daha aşağı bir
canlıdan tabi’î seleksiyon yolu ile daha mütekâmilinin meydana geldiğini kabul
ve iddia ederler. Bu görüş, canlı ve cansız kâinat’ın bir «Yaratıcısı»
bulunduğu fikrini reddetmektedir. Bu düşüncenin kökü Milâttan evvel 6 ncı asra
kadar gider. Eski Yunan filozofları da hayatm basitten mürekkebe doğru bir
tekâmül silsilesi takibettiğine inanıyorlardı. Fakat bugünkü şekli ile tekâmül
teorisinin ortaya çıkışı 18 inci asrın eseridir.
Charles
Darwin 1809 da İngiltere’de doğmuştur. Önce tıp tahsiline başlamış, ancak buna
iki sene dayanabildikten sonra terkederek papaz okuluna girmiş, 1831 de
Cambridge’deki Christ’s College’i bitirmiştir. Ama Darwin papazlık da yapmadı.
Bir gemi ile Güney Amerika ve Pasifik adalarını dolaştı. Seyahati sırasında
çeşitli canlı türlerinde birtakım, sadece görüşe dayanan incelemeler,
müşahedeler yaptı ve neticelerini bir kitap halinde yayınladı. Daha sonra
Darwin’ in, İngiliz iktisatçısı Thomas Robert Malthus’un tesiri altında
kaldığını görüyoruz. Malthus insan nüfusu üzerinde bir inceleme yapmıştı. Ona
göre hayat bir mücâdeleden ibaretti. İnsan nüfusu gıda kaynaklarından daha
hızlı artmakta, fakat bu artış harp, kıtlık, hastalık gibi araya giren
sebeplerle zaman zaman azalma haline dönüştürülerek denge sağlanmakta idi.
Malthus’un görüşleri ile kendi sezgi ve inanışlarını birleştiren Darwin «tabiî
istifa» (selection naturelle) naza-riyesini kurdu. Bu sıralarda Alfred Russel
Wal-lace adlı bir biyolog, mevcut canlı türlerinin, basit hayat şeklinin
tekâmülü neticesinde meydana geldiğine dair bir teori geliştirmiş ve notlarını
Darwin’e yollamıştı. Darwin bütün bunların tesiri altında kalarak ve kendi
müşahedelerini de bunlara ekliyerek «Türlerin Menşei» isimli kitabını 1859
yılında yayınladı.
Darwin
teorisi bütüniyle «tesadüf» esasına dayanır. Açıklamalarında bariz mantık
kusurlarını hemen görmek kabildir. Meselâ, onun, «Bir kapı menteşesinin
insan tarafından yapıldığını iddia ettiğimiz gibi, bir midye kabuğundaki
harikulade mafsalın akıl sahibi varlık tarafından yapılmış olduğunu iddia
edemeyiz» dediğine şahit oluyoruz (Francis Darwin, The Autobiog-raphy of
Charles Darwin and Selected Letters). Halbuki tabiatte
gördüğümüz her şey tesadüfü reddeder. Bizzat kâinat, «pek az muhtemel» sonsuz
sayıda şartın bir araya gelinesi ile kurulmuş bir düzeni aksettirmektedir.
İnsanm bir tek hücresinde bulunan ve onun bütün özelliklerini bir bilgisayar
gibi kodlayan 46 kromozoma kayıtlı bilgileri yazıya dökerek 46 ciltlik bir
ansiklopedi meydana getirdiğimizi düşünelim. Bu ciltlerden herbirinin hacmi
20.000 sayfa olacaktı. İnsan vücudu trilyonlarca böyle hücreden meydana
gelmiştir.
Sonra
değil ilim adamı, biyolog, hattâ basit bir mahalle papazı bile olamıyan Darwin
kalkar insanın atasının maymun olduğunu iddia eder. Ama neden hâlâ dünyada
maymunların da bulunduğunu ve niçin binlerce yıldır bir tek «mü-tasyon» un
olmadığını, hiçbir maymunun insan haline gelmediğini izah etmeye yanaşmaz.
Konumuz
Darvvin’i tenkid değil. Bu mesele, kanaatimce münâkaşaya bile değmez. Ancak,
«tekâmül» den bahsederken neyi kastettiğimizi açıklamak istedim. Bizim burada
«tekâmül» den, «gelişme» den anladığımız manâ «birbirinden daha mütekâmil ama
müstakillen yaratılmış» canlıların mevcut olduğudur. Elbette tavşan solucandan,
insan maymundan daha mütekâmildir ve bu gelişme biraz önce sıraladığımız
özellikleri, şartları da içinde bulundurur. En mütekâmil canlı olan «insan»,
canlılar arasında «mü-cerred düşünce» ve «beyan kabiliyeti» seviyesine ulaşmış
tek canlı türünü temsil etmektedir.
Nasıl
insan maymundan meydana gelmemiş, insan olarak yaratılmış ve asırlarboyu
tekâmül etmiş, bugünkü «medenî insan» haline gelmişse, «dil», «lisan» da
birtakım iptidaî «sayha» lardan, «feryat» lardan «konuşma»ya doğru tekâmül
etmemiştir. Daha sonraki bahiste inceliyeceğimiz gibi «konuşma», «beyan
kabiliyeti» insanla beraber var olmuştur. Diğer bir deyimle, insan, konuşan bir
yaratık olarak dünyaya gelmiştir. Ancak konuşmanın kendi tarihi içinde
gelişmesi, tekâmülü elbette ki inkâr edilemez. Nasıl ki, daha ilerde
inceliyeceğimiz «yazılı dil» de «ideog-ramlardan, şekillerden» bugünkü
«mücerret yazı» ya doğru inkişaf etmiştir. Ama yazı yazma, şekillerle, yazılı
sembollerle haberleşme de, tıpkı konuşma gibi, insanın tabiatinde mevcuttur,
onun yaratılışı ile birlikte var olmuştur.
«Dil,
düşünce tarafından imâl edilir ve düşünceyi imâl eder»
DİLİN TÜREYİŞİ VE GELİŞMESİ
Hint
mitolojisine göre yıldırımın sesi tabiat tanrılarından Vac’m sesidir.
Veda’larda sözün ebedî olduğu, dört bölümden meydana geldiği ve bu dört
bölümden birinin insanlara isabet ettiği anlatılmaktadır. Hint felsefesine göre
kelimenin maddesi fâni, cevheri ise ebedîdir.
Aristo,
sesin tabi’î ve İlâhî olduğunu, onun kullanılışının ise beşerî ve ihtiyarî
bulunduğunu söylemiş, Epikuros da konuşmanın insanda görme ve işitme gibi,
istek dışı işleyen bir meleke olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre insan, şuuruna
giren şeylere bir isim takmak suretiyle bunları zaptetmek kabiliyetine sahiptir.
Böylece Epikuros, mücerred ve sembollerle düşünmenin de bir çeşit tarifini
yapmaktadır.
Romalıların
dil hakkmdaki görüşleri de Aristo ve Epikuros’un belirttiği antik Yunan
görüşüne benzemektedir. Lucretius Carus’a göre insanları çeşitli sesler çıkararak
konuşmaya sevk-eden tabiattır. Eşyaların isimleri ise ihtiyaçtan doğar.
Horatius, insanların arz yüzeyine ilk yayıldıkları zaman dilsiz ve zekâsız bir
sürü halinde olduklarına, giderek çeşitli ihtiyaçlarını belirleyen kelimeleri
keşfettiklerine ve böylece muayyen bir kültür döneminde dile sahib olduklarına
inanır. Romalılar konuşmanın tabiat seslerini taklid ile başladığına ve
tesadüflerle geliştiğine kani idiler. Bu görüşle, dünyanın çeşitli yerlerinde
yaşayan insanların farklı diller konuşmasını da izah ediyorlardı.
Hristiyanhkta
dil ile ilgili birinci derecedeki deliller şu şekilde kaydedilmektedir (Ahd-i
Atik’ den); «Rab Allah topraktan şekillendirdiği sahra hayvanlarının hepsine ve
hava kuşlarının cümlesine ne isim koyacağını görmek için onları Âdemin huzuruna
getirdi ve Âdem her canlıya ne isim koydu ise ismi o oldu» (Tekvin’ül
Mahlûkat. 2. bap / 19 - 20) «Ve Âdem şimdi bu
kemiklerimden kemik ve etimden ettir; bu insandan alındığı için ona nisa diye
isim kondu dedi» (2. bap/20) «Ve Âdem zevcesine Havva ismini söyledi. Zira o
hayatta bulunanların cümlesinin validesi oldu» (3.
bap/20) «Bütün dünyanın lisanı ve lügati bir idi... bu sebepten Rabbin orada
bütün zeminin lisanını karıştırdığı için şehre Bâ-bil ismi konuldu» (11. bap/1
- 9).
Elimize
intikal eden muharref Kitab-ı Mukaddes nüshalarındaki bu haberlerde mahlûkatın
isimlendirilmek üzere Hazret-i Âdem’in huzuruna getirilmesi ve onun tarafından
isimlerinin konmuş bulunması gibi temelde hatalı bir durumla karşılaşıyoruz.
Gerçek, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır: (Bakara Sûresi, Âyet 31 -
32).
«Ve
Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer
sözünüzde samimî iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap
verdiler: ‘Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz
Sen hem Bilen’sin, hem Hakîm’sin’...».
Descartes
(1596 - 1650), hayvanların işaret kullanma yeteneğine sahip olmamaları
sebebiyle otomatik mahlûklar olduğunu, içgüdüleri ile hareket ettiklerini, dili
düşüncenin yarattığını, bu sebeple ilk dilin de sadece heyecanı belirleyen
çığlıklardan ibaret olmayıp düşüncenin sembolik ifadeleri olduğunu ileri
sürmektedir.
De
Bresses (1709-1777) dilin birtakım sözlü taklidlerle başladığını, daha sonra
yavaş yavaş taklidi mümkün olmayan şeylerin de sözlü ifadelerinin bulunduğunu,
böylece dillerin meydana geldiğini söylemiştir. Adam Smith (1723 -1790) evvelâ
jestlerle ifade tarzındaki işaret dilinin ortaya çıktığını ve bunun
yetersizliği karşısında sözlü dilin geliştiğini kabul eder. Jean Jacques Rousseau
(1712-1778) da ilk dilin tabiat seslerinin taklidinden ibaret olduğunu, bunu
«artiküle» (mafsallanmış) seslerle meydana gelen konuşmanın takibettiğini,
ancak, insanda, konuşmayı sağlıyan bir «meram-ifadesi kabiliyetinin» de önceden
mevcut olduğunu söylüyor.
Görülüyor
ki, batıda, dilin kaynağı hakkm-daki görüşler bir taraftan «İlâhî»" emir
ve bilgilere dayanmakta, diğer taraftan da buna reaksiyon gibi gelişen maddeci,
materyalist naza-riyeler ortaya atılmış bulunmaktadır. İlâhî kaynaklar da,
batılı düşünürün elindeki mevcudu ile, tahrif edilmiş,
değiştirilmiş, aslı ortadan kay-
9
bolmuş Tevrat ve İncil nüshalarından ibaret olduğu için, yukarda bir misâlini
verdiğimiz mantıkla bağdaşmıyan hükümlere bağlı kalmaktadır.
Buna
karşılık İslâm dininin, Kur’an-ı Kerîme dayalı hükmü çok net, kesin ve
aşikârdır:
«Allah,
Hazret-i Âdem’e bütün isimleri öğretmiş (Bakara/31) ve insanı yaratarak ona
beyânı (duygularını ifade edebilmeyi) ilhâm etmiştir (Rahmân/3 - 4).» Dil’in
ilk insanla beraber ortaya çıktığını savunan Ernest Renan da «ilk
insanın bir devrede konuşmaktan mahrum olduğunu, konuşma yeteneğini daha
sonraki bir safhada elde ettiğini düşünmek hayâl mahsûlüdür. İnsan tabiat icabı
konuşan bir yaratıktır» demekle bu görüşe
yaklaşmaktadır.
Yazık
ki, Darwin’in hatalı mantığından kaynaklanan ve «modern ilim» zannedilen
birtakım faraziyeler ilk nisanı maymundan türetmekte, onu da ormanda, mağara
kovuklarında, hayvanlar gibi yaşıyan dilsiz, zekâsız, maymun-insan arası, vahşî
yaratıklar halinde görmektedir. Hiçbir tarihî delili olmaksızın, sadece belki
de Dar-win’in aynaya bakarak kurduğu ve ne olduğu bilinmez birtakım
kafataslannı mukayese ederek geliştirdiği bu teori, bizzat insanı aşağıladığı
halde sayısız taraftar ve müdafi bulmuştur.
Bu
görüşlere göre maymundan insana bir gelişme süreci içinde olan insanın ataları,
belli bir ehlîleşme döneminden sonra ayakta durabilmiş, böylece serbest kalan
ciğerlerinden çıkacak havayı konuşma için kullanma imkânını kazanmıştır. Martin
Lings’in dediği gibi, «Evrim teorisi, artık çobanların inanmadığı ama sürülerin
selâmeti bakımından savunmasını sürdürdükleri bir çeşit dogma’dan ibarettir».
Evrim teorisi bir taraftan insanlığın ulaşacağı en yüksek gelişme seviyesinin
«Batı medeniyeti» olduğu telkiniyle az gelişmiş ülkeler «aydın» lann-da devamlı
bir aşağılık duygusu yaratırken, diğer taraftan da «hayat mücâdelesinde
kuvvetli olanın yaşama hakkının mevcut olacağı» fikrini yayarak insanlığı kendi
menfaatleri doğrultusunda istismar etme, sömürme yolunu tutmuştur.
İnsanların
en üstününün Allah Resûlü, onun çağdaşları ve onu takibedenler olduğu
hakkm-daki bir tek Hadîs-i Şerif bile, İslâmî açıdan Darwin ve mukallidlerinin
ortaya attıkları lineer (doğrusal) tekâmülü reddettirmeye kâfidir. Birtakım
yeni keşifleri, teknik buluşlar ve icatların birikimini «insanlığın tekâmülü»
gibi göstermeye çalışmak, aslında bu vasıtaları kullanarak, onlara «henüz sahip
olmayanları» sömürme gayretlerinden, bir nevi fikir sömürgeciliğinden başka bir
şey değildir. Bunu bile bile, göre göre, bizlere asırlarboyu telkin edilen
aşağılık duygusu içinde hâlâ kendimizi hayvandan türemiş kabul edeceksek,
esasen akılcıların en büyük silâh olarak kullandıkları akla ve mantığa da
ihtiyacımız kalmaz.
Dilin
türeyişi hakkmdaki görüşleri özetleyecek olursak, akılcı teorilerin zamanla
iflâs ettiklerini, tabiat seslerini taklid ile başlıyan bir konuşmanın bugünkü
seviyesine, mücerred düşünce kademesine ulaşmasının mümkün olamı-yacağmı kabul
zorunda kalırız. Dil, (ister ana dili, isterse sonradan öğrenilen bir yabancı
dil olsun) öğrenilirken mücerred semboller delâlet ettikleri şeyle birlikte
verilmektedir. Zamanla bu semboller ile onların delâlet ettikleri şeyler
arasında bir şartlı refleks bağlantısı kurulur. Artık sadece o sembolün
işitilmesi, mesajı alan şahısta, onun delâlet ettiği eşyayı, duyguyu veya
bilgiyi aynen idrâk ediyormuş gibi bir duyum meydana getirir.
Bu
anlattığımız şekilde konuşmanın öğrenilmesi, talimi, Kur’an-ı Kerîm’de
zikredilenlere de tamamen uymaktadır. Yaradan insan’a «beyân» kabiliyetini
vermiş (Errahmân/3 - 4), bu kabiliyeti, bu melekeyi haiz insana
eşyanın'isimlerini öğretmiş (Bakara/31) ve bu suretle konuşma meydana
gelmiştir.
Demek
oluyor ki, Jean Jacques Rousseau' nun da işâret ettiği gibi, evvelâ «meram
ifadesi kabiliyeti» nin, «beyân» melekesinin mevcudiyeti şarttır. Nitekim, beyindeki konuşma ile ilgili özel bölgelerin
herhangi bir sebeple harâb olması insanda konuşma kabiliyetini ortadan
kaldırmakta, artık o insana hiçbir dil veya yazı öğretilememekte, öğrenmiş
oldukları da silinmektedir. Bu temel kabiliyeti haiz ve kendisine Allah’ın
öğrettiği «eşyanın isimlerini de bilen» insanoğlu, zamanla bundan çeşitli
diller türetmiş, ihtiyaçları genişledikçe yeni yeni kelimeler bulmuş ve dilini
zenginleştirmiştir.
Dillerin,
içinde yaşadıkları cemiyetle birlikte gelişip olgunlaştıkları görülmektedir.
Böylece her kavim kendi ihtiyaçları doğrultusunda kelimeler icâd etmiştir.
Hareketli bir millet olan Türklerin dilinin fiillerden ve fiil
çekimlerinden çok zengin olmasına karşılık yerleşik bir kavim olan Ingilizlerin
dilinde istikbal siygasının bile bulunmaması, dağlık ülkede yaşayan kuzey
İtal-yalılarm dillerinin sesli harflerden, nidâlardan zengin olmasına mukabil
İngilizcede «th» gibi, sadece yakından duymakla farkedilebilecek seslerin
mevcudiyeti bu yüzdendir. Her dil, kökü bir tek olan bir ağacın gittikçe
birbirinden uzaklaşan dalları gibi inkişaf etmiş, ancak, diller karşılıklı
kelime alışverişinden de geri kalmamışlardır. İnsan zekâsı yeni fetihler
yaptıkça dil de yeni kavramlarla «zenginleşmiştir.
Göthe’nin dediği gibi, «Bir dilin' zenginliği onun içindeki yabancı kelimeleri
atması ile değil, onları sindirip kendine maletmesi ile belli olur»... Diller,
tıpkı diğer canlı varlıklar gibi, kendilerinde olmayan şeyleri temas ettikleri
diğer toplumların dillerinden almakla zenginleşmektedirler.
İngilizcenin
tarihine bakalım. Romalıların Britanya’yı ilk istilâ tarihi olan dördüncü
yüzyıl, Lâtince kelimelerin de İngilizceye girmeye başladığı devre işâret eder.
Daha sonra Norman-lar Fransızcayı getirmişler, Rönesansla Lâtince tekrar itibar
kazanmış, bu suretle günümüzün İngilizcesindeki kelimelerin hemen hemen üçte
ikisi Lâtin menşeli kelimelerden oluşmuştur. Buna karşılık Fransızlar,
«L’anglais, c’est français mal-prononce» (İngilizce, kötü telâffuz edilmiş bir
Fransızcadır) demektedirler. Dünyanın en saf dillerinden biri olan Arapça’da
bile yabancı dillerden girmiş ve «muarreb» (Araplaşmış) birçok kelime
mevcuttur.
Yukarda
da belirttiğimiz gibi, Türkçe, Orta Asya’dan gelen atalarımızın dili olarak çok
zengin fiil çekimleri ihtiva etmesine karşılık mücerret (soyut) mefhumlar
bakımından yetersiz kalmakta idi. Anadolu’ya yerleşip imparatorluklar kurduktan
sonradır ki, çevremizdeki milletlerin dillerinden ihtiyaç duyulan kelimeler
alınmış, Türkçenin kalıbına dökülüp hazmedilerek dilimize mâledilmiştir.
Bunların hepsi artık birer «Türkçe kelime» dir. Şimdiden
sonra kalkıp da «köşe» nin Farsça olduğunu, «Töre» nin İbrânice olduğunu, «Ev»
in Aramî dilinden geldiğini, «Kent» in Sanskritçe olduğunu, «Gök, Alp»
kelimelerinin Moğolcadan dilimize girdiği için «Gökalp» isminin Türkçe
olmadığını, hele «Kaldırım» ve «Efendi» nin Bizans’dan alınma kelimeler
olduğunu, «Hikâye» ve «Örnek» in Ermenice, «Dost» un Farsça olduğunu iddia
kâbil mi? Bunları Türkçe değildir diye kalkıp dilimizden söker, atabilir
misiniz?
Böylece,
konuşulan Türkçede ortalama 15.000 kadar yabancı kelime bulunmaktadır. Bu
gerçek bize, bugün konuşulan, yaşayan Türkçenin gene de dünyanın «en saf»
dillerinden biri olduğunu açıkça gösterir. Bir mukayese
yapmak istersek Roma İmparatorluğunun dili olan ve «saf dil» sanılan, bugün de
hemen hemen bütün Avrupa dillerine kaynak teşkil eden Lâtince’deki kelimelerin
% 50 sinin Yunan ve Mezopotamya dillerinden türetilmiş olduğunu, İngilizce’nin
içinde % 75 i Fransızca ve Lâtince köklü olmak üzere 90.000 yabancı kelime
bulunduğunu, Fransız dilinde «arı Fransızca» olan Gaulois dilinden sadece 22
kelime kaldığını söyleyebiliriz.
Görülüyor
ki, diller, muhtemelen hepsi bir temel kökten çıktıktan sonra, giderek
birbirlerinden uzaklaşmışlar, dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan insanların
ayrı ayrı dilleri olmuş, sonra da bu kavimler, milletler birbirleriyle temas
noktalarında dil alışverişi yaparak böyle-ce kavimden kavime, milletten millete
bir nevi yumuşak geçiş, bir çeşit kaynaşma meydana gelmiştir.
Tekrar
belirtmekte fayda var, önemli olan dillerin farkı, sözlerin ve seslerin
başkalığı değil, insanoğlunun meramını mücerret sembollerle anlatabilme
kabiliyet ve ihtiyacı içinde yaratılmış olması, böylece mücerret düşünce
seviyesine erişerek «beyan» kudretine sahip bulunmasıdır. Bu, insan
nev’inin ayırd edici ve üstün vasfıdır, başka hiçbir canlıda da yoktur. Bu
vasıf onun beyninde özel sinir devreleri ile,
yaratılış ânında belirlenmiş, muayyen merkezler halinde şekillenmiş ve bu sinir
merkezleri ile konuşma, işitme ve görme organları arasındaki bağlantılar
vasıtasiyle de işlerlik kazanmıştır.
Bundan
sonraki bölümlerde konuşmanın fiziğini ve konuşmayı gerçekleştiren sinir
mekanizmalarını gözden geçireceğiz.
AFAZİ’LER
(KONUŞMA BOZUKLUKLARI) VE KONUŞMA İLE İLGİLİ SİNİR SİSTEMİ MEKANİZMALARI
Viyanah
sinir hekimi Franz Joseph Gali, 1805 yılında, bir müşahedesine dayanarak bazı
fikirler ileri sürmekte idi. Gali, iyi konuşan ve yaptıkları münâkaşalarda kendisini
yenen arkadaşlarının gözlerinin fırlak, göz kapaklarının sarkık olduğuna dikkat
etmişti. Ona göre konuşma melekesi ile ilgili beyin kısmı, göz çukurlarının
tavanının hemen üstündeki yere isabet etmektedir. Hitabeti kuvvetli olan
kimselerde bu bölge fazla gelişmiş olduğundan göz yuvarlakları aşağı doğru
basılmakta ve gözler fırlak bir görünüş almaktadır.
Birkaç
yıl sonra Marc Dax isimli bir Fransız, o zamanlar dikkati hemen hiç çekmemiş
olan bir müşahedesinden bahsetti: Eğer konuşma kusuru gösteren bir hastada ayni
zamanda felç de varsa, bu, hemen daima sağ tarafa ait bir felç olmaktadır. Ayni
müellif, 1836 da yayınladığı bir makalede, 36 senelik tetkiklerine istinaden,
konuşma ile ilgili merkezlerin beynin sol yarısında olduğunu ileri sürmüştür.
Beyindeki
konuşma ile ilgili bir merkeze ismini veren Broca, 1861 yılında, konuşma
melekesinin beynin sol yarısında ve ön tarafa yakın, «3 üncü frontal gyrus» adı
verilen nâhi-yede olduğunu isbat etti. Ancak, bundan sonra yapılan araştırmalar
beynin başka bölgelerinin hasarında da konuşma bozukluklarının olabileceğini,
göstermiştir. Breslau’h Wernicke, 1874 de konuşma kusurunun bir özel şeklini
ortaya koydu: Bazı hastalarda kelimelerin telâffuzu mümkün olmakta, ancak
söylenen kelimeler, kendi söyledikleri de dahil olmak
üzere, anlaşılamamaktadır. Bu suretle biri «motor» (yani konuşamama) diğeri de
«sensoriyel» (yani anlayamama) şekilde iki türlü konuşma kusuru (ilmi tâbiriyle
afazi) birbirinden ayırd edilmiş oluyordu. Wernicke’nin tarif ettiği,
konuşmanın anlaşılması ile ilgili merkez, gene beynin sol yarım küresinde,
temporal lob dediğimiz şakak bölgesinin üst taraflarına yerleşmiş
bulunmaktadır.
Daha
sonra yapılan araştırmalar konuşma, ve konuşmayı
anlama hadisesi ile ilgili daha birçok beyin merkez, bölge ve mekanizmasını
ortaya koymuş, yazılı dilin anlaşılması ve icrası ile alâkalı «yazı yazamama»
(agrafi), «oku-yamama» (aleksi), «kelime körlüğü», «kelime sağırlığı» gibi
bozuklukları ifade eden kavramlar ve sinir sistemi mekanizmaları da böylelikle
nörolojik ilimlere kazandırılmıştır. (Şekil: 2) de konuşma ile ilgili bölgeleri
ve bunların teşkil ettiği «Grasset Poligonu» denen şemayı görüyoruz.
Konuşma
ile ilgili beyin kabuğu sahalarını ve aralarındaki bağlantıları şematize eden
«Grasset Poligonu».
B
— Broca merkezi, konuşmanın icrasına ait merkez.
L
— Okuma ile ilgili bölge.
S
— Yazma ile ilgili bölge.,
W
— Wernicke merkezi, konuşmanın anlaşılmasına ait bölge.
mi
ârızasma bağlı şu konuşma bozuklukları gözden geçirilmektedir: (Konuşma
kusurunun ilmi tâbiri «afazi», bu bölümde konuşma kusuru yerine
kullanılacaktır)
·
1 — Wemicke afazisi (konuşmanın
anlaşılmasının bozulması)
Anlama
afazisi veya «sensoriyel afazi» denen bu hastalıkta hasta önünde konuşulanları
işitir, lâkin manâsını anlayamaz. Bununla beraber bazen hastalar tek tük
kelimeleri de anlayabilmektedirler. Bunların konuşmaları mümkündür, fakat kendi
söylediklerini de anlama kabiliyeti kaybolduğu için söyledikleri sözler
ku-laklarmm tashih ve kontrolüne tâbi tutulamaz. Konuşulanları anlama
melekesinin kaybı, mücerret kelimeleri anlama kabiliyetinden en basit sözleri
tekrarlıyabilmenin imkânsızlaşmasına kadar muhtelif derecelerde olur.
Bulamadığı kelimelerin yerine yanlış birtakım kelimeleri ikâme eder. ;Bazen
/gevelediği sözler tamamen manâsız bir hal alır.
·
2 — Broca afazisi (konuşmanın
icrasının bozulması)
Broca’nın
«motor afazi» diye târif ettiği bu konuşma kusurunda hasta kendisine
söylenenleri anlayabilmekte, fakat ifadeye muktedir olamamaktadır. Tam
şekillerinde hastanın kendisini zorladığı mimiklerinden anlaşılır, fakat hiçbir
kelime telâffuz edilemez. Kendisine dudak hareketleri öğretilirse ancak onları
taklid eder. Bazen heyecanî vasıfta, ânî telâffuzlarla söyle-nebilen birtakım
kelimeler, sesler çıkarılabilir. Hasta konuşamadığını farkederek hiddet
buhranlarına kapılır. Bazı komplike fonetik grupları
telâffuz edemiyen hasta onların yerine daha basit telâffuzlu kelimeleri ikâme
edebilir. Bu suretle bir çeşit çocuk konuşması ortaya çıkar. «Kelime
zehirlenmesi» denen tarzda, bir kelimenin arka arkaya birkaç defa tekrarlandığı
da görülür.
·
3 — Tam afazi (konuşmanın
anlaşılmasının ve icrasının kaybı)
Beynin
daha geniş lezyonlarmda yukarda anlatılan iki çeşit konuşma kusuru beraberce
bulunabilir. Yani hem sözler anlaşılamaz, hem de ifade edilemez.
Bu
üç ana grup dışında konuşma ile ilgili başka birtakım bozukluklar da vardır.
Bunları kısaca şöyle sıralıyabiliriz:
Agrafi:
Yazı yazmanın
imkânsızlaşmasıdır.
Aleksi:
Okuma melekesinin
kaybıdır. Hasta zekâca mükemmeldir, bütün söylenenleri de anlar fakat okuduğunu
anlamaktan, yazılı metinleri okuma kabiliyetinden mahrum hale gelmiştir.
Yazıları anlamadan kopye edebilirse de matbaa harfini el yazışma, el yazısını
matbaa harfine çevirmesi mümkün değildir.
Amüzi:
Lisan ve müzik
kabiliyetleri arasında bir yarıklığın mevcudiyeti neticesinde müzik
kabiliyetinin tamamen kaybolması halidir. Şarkı söyleyemez, melodi mırıldanamaz
ve müzik dinlemenin ifade ettiği ruhî duyum kaybolur. Ölçü ve ritm kabiliyeti
ortadan kalkmıştır. Seslerin yükseklik, frekans ve şiddetleri tefrik ve temyiz
edilemez.
Konuyu
bitirmeden «serebral dominans» adı verilen, beynin bir yansının diğer
yarışma üstünlüğü hadisesinden de kısaca söz etmek gerekiyor. Yaradılış icabı
sol beyin yarım küresi «dominant», yani üstün vasıftadır. Böylece ince
hareketlerin icrasından konuşma ve anlamaya kadar belli bazı mücerret ve
mükemmelleşmiş davranışlar bu beyin yarım küresi tarafından idare edilmektedir.
Dolayısiyle, sağ elimizi sol elimizden daha kolaylıkla kullanabilir, ancak sağ
elimizle yazı yazabilir ve sağ elimizle yemek yeriz. Sağ taraftaki bir felç
hadisesi beynin sol yarım küresinin hastalanması sonucu olduğundan, sağ tarafta
hareket kaybı umumiyetle konuşma ve yazı yazma melekelerinin de bozulması ile
birlikte olur. «Solak» dediğimiz şahıslarda bu yerleşme terstir. Yani, sağ
beyin yarım küresi daha üstün vasıftadır. Beyinden çıkan sinirler çaprazlaşarak
karşı tarafa geçtiklerinden, solaklarda sağ beyin yarım küresinin üstünlüğü sol
elin daha maharetle kullanılması şeklinde kendini gösterir. Tabi’î, bu
şahıslarda da sol taraf felçleri konuşma ve yazı kusuru ile birlikte olacaktır.
Pek nâdir olarak iki elini de ayni maharetle kullanabilen kişilere Taslandığını
da belirtelim.
Doğuştan
sağ taraf mı kullanan, yani sol beyin yarımküresi dominan olan şahıslar
şizofreni denen akıl hastalığına tutulduğu zaman se-rebral dominans yer
değiştirmekte, sağ beyin hemisferi hakim duruma
geçmektedir. Bu suretle kelime hayâlleri bozulmakta, mücerret düşünce
kabiliyeti ortadan kalkmakta ve konuşma da müşahhas ve hastalıklı bir vasıf
almaktadır. Şizofrenik konuşmadan ilerde söz edilecektir.
Gene
doğuştan solak, yani sağ hemisferi hakim çocukların
terbiye ve zorlamalarla sol el yerine sağ ellerini kullanır hale getirilmeleri
sonucu kekemelik denen konuşma kusurunun ortaya çıktığına dikkati çekelim.
Bütün
bu vakıalar dikin, konuşmanın, birtakım öğrenilmiş sesleri tekrarlamaktan
ibaret bir fonksiyon olmadığını, insan beynine yerleşmiş ve doğuştan gelme bir
meleke olduğunu ortaya koyduğu gibi, dil ve konuşma üzerinde gelişigüzel
operasyonlar yapılamıyacağını da açıkça göstermektedir.
KONUŞMANIN FİZİĞİ
Konuşma,
bir şahsın beyninde oluşan birtakım düşüncelerin «kelime örnekleri» tarzında,
belli sinir yolları ile gırtlak, dil, damak ve solunum kaslarma intikal etmesi,
akciğerlerdeki havanın bu kaslar vasıtasiyle özel bir şekilde tit-reştirilmesi
neticesi meydana gelen hava titreşimlerinin diğer bir şahsın kulağına ve oradan
da beynine intikali ile onda ayni kelime hayâllerinin uyanması, netice olarak düşüncenin
intikali demektir. O
halde, konuşma önce psikolojik bir olaydır. Bu psikolojik olay beyinde
konuşmanın imâli ile ilgili bölgelerde özel kelime kahp-larma dökülür, bu
kalıplar cümleler halinde düzenlenir ve konuşma kaslarma giden sinirlere belli
elektrik akımı emirleri tarzında verilir. Bu elektrik akımı (buna
fizyolojide-«aksiyon akımı» diyoruz) konuşma kaslarma gittiği zaman onlarda,
konuşmanın programına uygun kasılmalara sebep olur. Ayni düzenli
kasılma-solunum kaslarında da gerçekleştirilir. Bu suretle akciğerlerden
gırtlağa ve ağız boşluğuna pompalanan hava, sözünü ettiğimiz aksiyon akımına
uygun bir şekilde titreşmeye başlar. Bu titreşim dışardaki havaya ses dalgaları
şeklinde intikal eder. Ses dalgaları o konuşmayı dinleyen şahsın kulağına
geldiği zaman kulak zarını, ortakulakdaki kemikçikleri ve içkulak zarını
titreştirecek, içkulakta-ki sıvı aracılığı ile içkulağm hassas sinir uçlarına. intikal ederek işitme siniri boyunca muhatabın beynine akıp
giden elektrik akımına dönüştürecektir. Bu elektrik akımı (aksiyon akımı)
dinleyicinin beyninde, konuşmanın anlaşılması ile ilgili merkezlere vardığı
zaman oradaki uygun kelime hayallerini uyandıracak ve nihayet dinleyende bir
psikolojik reaksiyona sebep olacaktır.
Demek
oluyor ki, konuşma, psikolojik bir hadisenin elektrik ve mekanik titreşimlerden
ibaret fizik değişikliklere dönüşmesi yoliyle naklinden ibaret bir olaydır. Bu
suretle konuşmada beynin olduğu kadar gırtlağın, dilin, damağın ve dudakların
da fonksiyonu ve rolü vardır. (Şekil: 3).
Konuşma
dediğimiz sesli mesajın alıcıda ayni psikolojik reaksiyonu doğurabilmesi için
konuşanın beynindeki kelime kalıplarının dinleyenin beyninde de bulunması
gerektiğine ayrıca işaret etmeliyiz. Hem konuşan, hem de dinleyenin ayni dili
bilmeleri konuşmanın anlaşılması için temel şarttır. Ancak, bazı özel hallerde,
özel bazı konuşma, haberleşme sistemlerinde, bir dil bilgisine ihtiyaç olmaz.
Bu, heyecanı ifade eden seslerin çıkarılması gibi «lisana ihtiyaç göstermiyen»
konuşmalarla işaretlerle anlaşma demek olan «sözsüz konuşma» halleridir. Sözlü
dil ile ilgili diğer konulara girmeden önce «sözsüz konuşma» yı kısaca gözden
geçirmekte fayda vardır.
Konuşma
ile ilgili organlar
SÖZSÜZ KONUŞMA
Sağır,
dilsiz ve kör Helene Keller’in hikâyesini bugün herkes bilmektedir. Helene
Keller 19 aylıkken sağır ve kör olmuştur. Böylece sözlü konuşma ile ilgili
bütün pencereleri kapanmış, konuşma öğrenmesi, diğer kimselerle bu yolla
irtibat kurması imkânsız hale gelmiştir. Helene’ in eğitimini üstlenen sabırlı
bir öğretmen bir gün 7 yaşındaki sağır-dilsiz-kör küçüğün elini tutar ve
avucunun içine, başka başka noktalara dokunmaya başlar. Helene kendisine bir
mesaj gönderilmek istendiğini anlıyacak ve bu dokunmalara ayni şekilde cevap
vermeye başlıyacak-tır. Artık öğretici ile öğrenici arasında haberleşme,
komünikasyon kurulmuştur. Helene, bir müddet sonra bu farklı mesaj larm
manâlarını idrâk edecek, anlıyacak yeteneği elde eder. Eşyaların, kendisini
çevreliyen, göremediği, işitemediği, fakat dokunabildiği dünyada bulunan
şeylerin birer «ismi» olduğunu Helene, bu suretle öğrenir. Artık
Helene’in de bir «dil» i vardır. Önceleri sadece «dokunma»
işaretlerinden ibaret olan bu dil giderek, sabırlı bir çalışma ile
geliştirilmiş, Helene, herkes gibi kelimeleri öğrenmiş,' özel biı* daktilo
makinesi ile kitaplar yazmış, karanlık ve sessiz dünyasmı başkalarına tanıtmayı
da başarabilmiştir.
Ellerimizle
yaptığımız işaretler, tıpkı Helene Kellerin dokunmadan ibaret lisanı gibi,
kelimelere bağlı olmayan ayrı bir lisan, bir dil meydana getirmektedir. Trafik
polisinin elini kaldırarak dur işareti vermesi, birisine elimizi sal-hyarak
gelmesini söylememiz, parmağımızı ağzımıza götürüp «sus» işareti yapmamız bu sözsüz
dilin kelimelerine misâller teşkil eder. Medenî dünyada yaşıyan insanlar
karşılaştıkları zaman el sıkışırlar. Çinliler birbirlerinin ellerini sıkmak
yerine kendi ellerini sıkarlar, Araplar da sağ ellerini göğüslerine bastırarak
karşılarm-dakini selâmlarlar. Laponlar birbirlerine burunlarını sürtmekte,
askerler ellerini şapka viziyer-lerine dokundurarak selâm vermektedirler.
Karşısındakine selâm, sevgi ve saygısmı ifade eden bu jestler de ayni şekilde
sözsüz dilin birer sembolünden ibarettir.
Sözsüz
dil, mimikler, jestler, özel birtakım hareketler, sözlü dile de refakat
etmekte, söylenen kelimeleri kuvvetlendirmekte, ifade kabiliyetini
kolaylaştırmaktadır. Bu suretle sözsüz dilin kelimeleri olan işaretler sözlü
dillerle birlikte ve onunla ahenkli bir şekilde kullanılır. Bazı ruh
hastalıklarında bu ikisinin birbirinden ayrıldığı, konuşmanın ya mimik ve
jestlerden mahrum veya tamamen yanlış mimik ve jestlerle birlikte yapıldığı
dikkati çeker. Bunlardan konuşma patolojisinde ayrıca söz edeceğiz.
YAZILI DİL
Sözlü
dil, yazılı dille sıkı sıkıya bağlantılıdır, ayni tekâmül safhalarını gösterir
ve ayni tarzda müşahhas’dan mücerred’e doğru bir inkişaf takibeder. Sözlü dilin karşı karşıya bulunan kişilerin arasındaki haber
intikalini sağlaması ve jestler, mimikler gibi birtakım yan elemanlarla da
kuvvetlendirilebilmesine mukabil yazılı dilin uzak haberleşmeyi, birbirini
görmeyen, hattâ hiç tanımayan kişiler • arasında mesaj alışverişini sağladığı
ve kalıcı vasıfta olduğu göz önüne alınırsa yazılı dilin daha yüksek seviyede
bir tecrid (abstraction - soyutlama) gerektirdiği anlaşılır.
Diğer
taraftan, yazılı dil de, tıpkı sözlü dil gibi, merkezî sinir sisteminde,
beyinde özel birtakım merkezlere ihtiyaç gösterir. O halde, sözlü dil için
bahsettiğimiz «beyan kabiliyeti» temel şartı yazılı dil için de geçerlidir.
Elbette, bu merkezi erin kaybı veya tahribi, yazılı dilin de kaybına, yazı
yazamamaya ve okuyamamaya yol açar. Gene sözlü dil için belirttiğimiz mesaj
taşınması zinciri burada da vârittir. Şöyle ki, evvelâ beyinde bir fikir
teşekkül eder. Bu-
ÜUİMÜJI—
il,
nun
yazı ile ifadesi için yazı yazma merkezlerinde icabeden yazı örnekleri, grafik
örneklerin hayâlleri teşkil edilir. Burada çıkan emirler, hareket ettiren,
motor sinirler vasıtasiyle kolumuzdaki ve elimizdeki kaslara gider. Demek ki,
önce bir psikolojik olay, yazı yazma fikri, daha sonra sinirler boyunca
nakledilen elektrik akımına dönüştürülmektedir. Ellerin yazı yazarken yaptığı
hareketler bir taraftan derin duyarhk sistemi ile,
diğer yandan da gözlerimizle kontrol edilmekte, gerekli düzeltmeler
yapılmaktadır. Bu suretle işin içine optik uyaranlar da girmiş olur. Yazılı
metin muhatabına erişinceye kadar bu şekilde saklanabilme kabiliyetini
taşımaktadır.
Muhatab
yazılı metni, meselâ bir mektubu, bir kitabı veya yazılı bir emri alınca bunu
gözleri ile görecektir. Yani mesaj, evvelâ bir ışık ten-bihi halinde organizma
tarafından alınacaktır. Bundan sonraki gidişi sözlü konuşmanın anlaşılmasına ve
idrâkine benzer. Göz sinirlerinden bir elektrik akımı halinde beynin özel
merkezlerine ulaşan tenbihler burada, evvelden mevcut örneklerle
karşılaştırılacak, tanınacak, anlaşılacak ve böylece bir psikolojik vetire
halini alacaktır.
Yazı,
tarih boyunca müşahhas’dan mücerred’e doğru bir inkişaf gösterir. îlk insan
meramını, olayları ve eşyayı aynen resmederek ifade etmiştir. (Şekil: 4)
de tarih öncesi dönemine ait bir mağarada bulunan bir duvar resmini
görmekteyiz. Bu resimde bir av hayvanının avlanma sahnesi, avcılar, av köpeği,
yaralanmış ve-
Bir
tarih öncesi mağarada bulunan av sahnesini gösterir resim. ya
ölmüş bir avcı, yay ve ok gibi av silâhları açıkça görülmektedir. Bu çeşit resimlerle
gerçekleştirilen yazının özelliği, dil ve yazı bilmeye ihtiyaç göstermeksizin
herkes tarafmdan okunup anlaşılabilmesidir.
Zamanla
insanlar rakkamları da keşfettiler, artık eşyayı sayı ile ifade
edebiliyorlardı. Bakkamları gösterebilmek için önlerinde canlı bir hesap
makinesi de mevcuttu: El ve ayak parmakları. İki elde 10, iki ayakta 10, toplam
20 parmak ilk insanların 20 ile sınırlanan sayma kabiliyetini vermişti.
Sümerlilerin, Meksika ve Guatemala’da yaşıyan Kızılderililerin yirmili esasa
göre sayı saydıkları, diğer rakkamları yirminin katları olarak ifade ettikleri
bilinmektedir. Peru’nun Kızılderilileri ve Asya’da yaşıyan ilk insanlar el ve
ayak parmaklan ile sayılan sayıları bir çeşit yazıya geçirmeyi başardılar:
İplere atılan düğümlerle rakkamlan ifade ettiler (Şekil: 5). Bu suretle rakkam
ve hesaplamanın
da
yazllı dili teşekkül etmiş oldu. (Şekil: 6) da 5.000 sene öncesinden kalma bir
Sümer tabletinde o zamanın muhasebe kayıtları görülmektedir. Sümerlilerin
rakkam yazışı (Şekil: 7) de 1’ den 1000’e kadar gösterilmiştir.
Sümer rakkamları
Sümerlilerin
rakkam yazış şekli ile Romen rakkamlan arasında, görüldüğü gibi, büyük bir
benzerlik vardır. Her ikisi de «parmak hesabından
kaynaklanmaktadırlar. Bu, müşahhas rak-kam yazısıdır. «Bir», bir tane çubuk ile, «iki» iki tane çubuk ile, «5» beş çubuk ile gösterilir.
Rakkam yazmada bu safha, müşahhas, resimlerle ifade edilen yazı safhasına
tekabül eder. (Şekil: 9) da görüldüğü gibi, o çağlarda Sümer-liler bir balığı
ifade edebilmek için balık resmi, kuşu anlatabilmek için ise kuş resmi
yapmaktadırlar.
Ancak,
dikkat edilirse bu dönemde, yazı yazmada gitikçe resimlerin ayrıntılarından
sıy-rılabilindiği, nisbeten mücerred mahiyette desenler çizildiği görülecektir.
Meselâ «öküz» yazmak isteyen Sümerli öküzün başı ile iki boynuzunu çizgi
halinde göstermektedir. Buna yazıda «stilizasyon dönemi» adı verilir. İlk
insanın mağara duvarına çizdiği öküz resmi ile Sümer-linin yazısındaki öküz
resmi arasmdaki fark, birincisinin henüz teferrüattan kurtulamamış olması,
mağara adamının duvara karşısında gör düğü öküzü bütünü ile resmetmesi,
Sümerlinin ise daha gelişmiş ve mücerrede yakın bir ifade tarzına kavuşmasıdır
(Şekil: 8).
Sümerliler
stilizasyonu daha da ilerleterek «çivi yazısı» dediğimiz yazıyı bulmuşlardır.
Artık çeşitli eşya ve olayları ifade eden çizgiler tabletler üzerine çivilerle
çizilmekte, bunlarm asılları ile bağlantısı, ise ancak bu yazıyı bilenler
tarafından keşfedilebilmekte idi. (Şekil: 9) da «balık» kelimesinin
yazılmasının geçirdiği safhaları görüyoruz. Burada iğri çizgilerin yerini düz
hatların aldığı da dikkati çeker.
«Balık»
kelimesinin yazılmasının geçirdiği tekâmül safhaları
Birtakım
mücerret mefhumları da bu işaretlerle yazmak yoluna gidilmiştir. Meselâ Sümer
dilinde «balık» karşılığı, «ha» dır. «Ha» kelimesi
ayni zamanda «kudret» anlamına da gelmektedir. O halde bir cümle içinde balık
işareti, sözün gelişine göre «balık» veya «kudret» anlamını taşımaktadır.
Eski
Mısır’da papirüs kâğıtları üzerine Sü-merlilerinkine benzer stilize şekillerle
yazı yazılmıştır. Buna Mısırlılar «Hiyeroglif» diyorlardı. Rahipler tarafından
kullanılan hiyeroglif «mukaddes çizgiler» anlamına gelen bir kelimedir. (Şekil:
10) da hiyeroglif yazışma ait bazı örnekler görülmektedir.
Görüldüğü
gibi, hiyeroglif şekillerini resmetmek oldukça güçtür. Bunlar henüz
teferrüattan
Hiyeroglif
yazısından örnekler
kurtulamamış,
mücerred hale tam olarak gelmemiş birtakım stilize resimlerdir. Zamanla bundan
«hiyeratik yazı» (mukaddes yazı) meydana gelmiştir. Hiyeratik yazı da daha
stilize edilmiş ve «alelade insanların yazısı» anlamına «demotik yazı» ortaya
çıkmıştır. (Şekil: 11) de hiyeroglif, hiyeratik ve demotik yazıya ait şekiller
mukayeseli olarak görülmektedir.
Çin
yazısından bir örnek. Solda
resim, ortada onun stilize edilişi ve sağda da ideogram haline gelişi
gösterilmiştir. nen
yazı tarzı ortaya çıkmıştır. Günümüzde uzakdoğu ülkelerinde, özellikle Çin’de
bu ideog-ram yazısı kullanılmaktadır. (Şekil: 12) de Çinlilerin bir atasözünün
ideogramla yazılışını görüyoruz. «Kuyuda oturan sadece gökten başka bir şey
görmez» atasözü, «oturmak», «kuyu», «görmek», «gök» ifade eden ve stilize
resimlerden ibaret olan ideogramlarm yanyana getirilmesiyle yazılmıştır.
Bugün
ideogramlardan ibaret Çin alfabesi o kadar karışık ve çok şekli ihtiva eder ki,
basit bir metni okuyabilmek için, herbiri 2 ilâ 30 çizgiden meydana gelmiş
3.500 şekli ezberlemek, tanıyabilmek gerekmektedir. Üniversite seviyesinde bir
öğrenim böyle 5 - 6 bin ideogramm bilinmesine ihtiyaç gösterir.
Yazıda
en büyük gelişme sesli harflerin bulunması ile olmuştur. Bu suretle mücerret
yazıya geçilmiş, artık resim ve stilize şekiller yerine muhtelif sesleri ifade
eden mücerred semboller kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bunların menşeini
araştırırsak gene iptidaî stilize şekilleri bulmak kabildir. Meselâ, eski Mısır
dilinde öküz «alef» kelimesiyle söylenmekte idi. Gerek Sümerlilerin çivi
yazısında ve gerekse hiye-roglifde resmedilen Öküz şeklinden «a» sesini veren
harf türetilmiştir. Buna Yunanlılar «alfa», Araplar «elif», Lâtinler ise «a»
demektedirler. «B» harfi, iki gözlü bir evi İfade eden ve eski Mısır dilinde
«Beth» denen kelimenin ilk sesinden, «H» harfi ise, daha önce de gösterdiğimiz
gibi, Sümerlilerin «balık» ve «kudret» anlamma kullanılan «ha» işâretinden
meydana getirilmiştir. Ancak bugün, kullanılan bütün harfler baş-lıbaşma birer
manâyı değil, sadece belli sesleri veya o sesleri birleştiren sessiz harfleri
ifade etmektedirler. Böylece, asıl çıkış noktaları, menşeleri olan şekillerden
veya stilize resimlerden tamamen kopmuş mücerret birtakım işaretler mahiyetini
kazanmışlardır.
Görüldüğü
gibi, yazı da, konuşma gibi, mü-cerred düşüncenin, tecrid kabiliyetinin bir
mahsûlüdür ve başta söylediğimiz üzere, insanda evvelâ «beyan ihtiyacmm ve
yeteneğinin» bulunmasına bağlı olarak gelişmiştir. İlk
yazının müşahhas resimlerden ibaret bulunması veya milyonlarca yıl önce
yaşamış bulunan atalarımızın daha az kelime ihtiva eden dillerinin olması
onlarda bu «beyan kabiliyetinin» mevcut olmadığına delâlet etmez. Aksine, bu
ihtiyaç, bu kabiliyet, beyinde böyle merkezlerin esasen mevcut bulunması ve
insanla beraber yaratılmış olması iledir ki, yüzlerce yüzyıl boyunca insan
düşüncesinin ve ona bağlı olarak yazılı ve sözlü dilinin gelişmesine yol
açmıştır.
«Rahman
olan Allah insanı yaratmış, ona beyan kabiliyetini vermiş, Kur’an’ı
öğretmiştir.» (Er-Rahmân / 1 - 4).
ŞARTLI
REFLEKSLER VE BİR ŞARTLI REKLEKS ÖRNEĞİ OLARAK «KONUŞMA» NIN ETÜDÜ
Lâtince
«aksetme, yansıma» manâsma gelen refleks terimini ilk defa Rene Descartes
kullanmıştır. Descartes refleks tâbiriyle «insanlardaki iradeli, mantıklı ve
ruhî melekelere dayanan faaliyete karşılık hayvanlarda görülen otomatik,
sinirlerle ilgili ve ruhsuz aktiviteyi» kastettiğini söylüyordu. Bugün refleks
deyince, bir duyu organından alman mesajın merkezî sinir sistemine götürülmesi,
orada buna uygun cevabın istihsali ve bu cevapla ilgili emrin muhitteki icra
organına, meselâ adalelere intikali neticesi duyu organından gelen mesaja,
tenbihe bir reaksiyonun verilmesi anlaşılır. Meselâ, yolda yürürken ayağımıza
bir çivi batsa, derimizdeki duyu organları bu çivinin yaptığı tahrişi haber
alır, sinir sistemi ile bu haber omurilikdeki merkezlere götürülür, oradan
ayağımızı çivinin olduğu yerden çekmemiz gerektiği yolundaki emir gene sinirlerle
bu işi yaptıracak adalelere intikal eder ve ayağımız çivinin bulunduğu
tehlikeli, zararlı yerden çekilir. Gözümüze fazla ışık geldiği zaman
gözbeljeklerimizin daralması, limon yediğimiz zaman ağzımızın sulanması hep
böyle refleks cevaplardır. Reflekslerin belirli özelliği, dışardan gelen
tehlikeli uyaranlara karşı koruyucu reaksiyonlar mahiyetinde olmaları, sinir
sisteminin doğuştan belirli birtakım bağlantıları üzerinden işlemeleri,
öğrenme, tecrübe, bilgi gibi sonradan kazanılmış şeylerle ilgili olmamalarıdır.
Birtakım
ilkel canlıların bütün hayatî faaliyetleri reflekslerden ibarettir. Bunlarda
öğrenme, tecrübe veya zaman geçmesi ile reaksiyonlar hiçbir değişikliğe
uğramazlar ve binlerce sene evvelki ataları ayni tenbih karşısında ne cevap
veriyorsa bugünkü nesilleri de ayni cevabı verirler.
Bir
kademe daha yükseldiğimiz zaman, beyin kabuğu teşekkül etmiş hayvan
seviyesinde, canlıların birtakım cevaplarının zamanla değiştiğini, yaşama ve
tecrübe ile ayni tenbih karşısında farklı fertlerin farklı reaksiyonlar
verdiklerini görmekteyiz.
Artık
kayıtsız ve şartsız, ayni şekilde, değişmeyen cevap örnekleri halinde meydana
gelen refleks faaliyetin yanında, birtakım dış şartlara bağlı olarak
değişebilen reaksiyonlar söz konusu olmaktadır.
Organizmayı
ruhî ve bedenî fonksiyonları ile bir bütün olarak ele alan ve,
merkezî sinir sisteminin bütün faaliyetlerini düzenlediği iddia edilen üst
seviyelerin çalışma kaidelerini ortaya koyan Şartlı Refleks Teorisi’nin kurucusu
Rus biyologu Î.P. Pavlov’dur. Şartlı refleksi şartsız refleksden ayıran
özellik, onun değişebilir, dinamik bir reaksiyon örneği olması ye işleyebilmesi
için beyin kabuğuna ihtiyaç göstermesidir,^
Şartsız
reflekslerde beyin
kabuğunun altında, omurilik seviyesine kadar uzanan merkezî sinir sistemi teşekkülleri
üzerinden bağlanan ve değişmeyen sinir devreleri vardır. Ayağımızın altına
batan çivinin tahriş ettiği derideki duyu organları ile omurilik merkezleri ve
ayağın oradan çekilmesine sebep olan kaslar arasında, bu çeşit, sabit, belirli
bağlantılar mevcuttur. Halbuki şartlı refleksin
bağlantıları beyin kabuğu üzerinden işlemekte ve çeşitli şartlara göre
değiştirilebilmekte, çözülüp yeniden kurulması kabil olmaktadır.
Pavlov’un
klâsik tecrübesini tekrarlıyalım: Deney hayvanı olarak bir köpek alalım. Köpeğin
kulağının dibinde bir zil çalınsın. İlk defa bu sesi duyan hayvan başını,
gözlerini, kulaklarını sesin geldiği tarafa çevirir ve ne olduğunu araştırır.
Buna «nedir?» reaksiyonu diyoruz. Zil sesi birkaç defa tekrarlanır ve
arkasından hayvan için önemi olan bir hadise zuhur etmezse bir müddet sonra
köpeğin ayni zil sesine kayıtsız kaldığı, başını bile çevirmediği dikkati
çeker.
Ayni
köpeğe bir besin, meselâ et verelim. Eti gören ve koklayan köpek yalanmaya
başlı-yacak, salya ifrazı, mide-barsak sisteminin faaliyeti ve salgıları
artacaktır. Bu, besine karşı gösterilen ve şarta bağlı olmayan, şartsız bir
refleksdir.
Köpeğimizin yüzyıllarca önceki ata-lan da ayni et
karşısında yalanmakta, ağızları sulanmakta idi; yüzyıllarca sonraki çocukları,
yavruları da ayni şeyi yapacaktır. Yani, ağız, dil ve burundaki koku ve tadla
ilgili duyu organ-lan ile mide-barsak sisteminin ifraz
bezleri ve adaleleri arasında, beyin kabuğuna ihtiyaç gös-termiyen ve refleks
cevabın verilmesine yol açan bir bağlantı mevcuttur.
Bu
iki hadiseyi, yani zil çalınmasını ve besin verilmesini kombine eden, peş peşe
meydana getiren Pavlov şu garip olayı müşahede etmiştir: Hayvanın kulağmda zil
çalınır ve akabinde gıda verilir ve bu hal birkaç defa tekrarlanırsa artık gıda
verilmese de ayni zilin çalınması, tıpkı besin alıyormuş gibi, ağız
sulanmasına, mide-barsak faaliyetinin hızlanmasına, yalanma ve yutkunma
hareketlerine sebep olmaktadır.
Demek
oluyor ki, kulağımızdaki, zil sesini alan duyu organları ile mide - barsak
sistemimizi çalıştıran sinir sistemi arasında, bu deneyler sonunda, bir «geçici
bağlantı» kurulmuştur. Kulaktan gelen intibalar bu geçici bağlantı yolu ile
hazım sistemine atlamakta ve zil sesi besin gibi cevap uyandırmaktadır. «Geçici
bağlantı» dedik, zira zil sesi birçok defa tekrarlanır ve besin verilmezse
şartlı refleksin söndüğü, artık bu zil sesine karşı kayıtsız kalındığı görülür.
«Beyin kabuğuna gerek vardır» dedik, çünkü, beyin
kabuğu çıkarılmış hayvanlarda şartlı refleksler kurulamamakta, kurulmuş olansa
lan
da bu ameliye sonunda kaybolmakta, sönüp gitmektedir.
Hayatımızda
şartlı refleks örnekleri sayıla-mıyacak kadar çoktur. Bir nakil vasıtasına
binerken korkmamız, belli bir besini aldığımız zaman, hiç de görünürde bir
sebebi yokken midemizin bulanması gibi olaylardan ninni duyunca uyumamıza kadar
hepsi birer şartlı refleks-dir.
Şartlı
refleksler, şartsız reflekslerin de mevcut olduğu organizma içinde daha yüksek
seviyede ve dinamik cevapların elde edilebilmesi için gereklidir.
Dış
dünyadaki çeşitli olay ve eşyaların tesirleri beyin korteksine, dışarıya açılan
duyu organlarımız, alıcı cihazlarımız (reseptörler) ile ulaşmaktadır.
Hayvanlarda bu işaret sistemi sadece müşahhas işaretlerden kurulmuştur. Alıcı
organlara, reseptörlere doğrudan doğruya tesir eden uyaranlar beyin kabuğunu
tesiri altına almakta ve böylece bir şartlı refleks meydana gelmektedir.
Şartsız refleksler de gene ayni şekilde, daha aşağı seviyedeki merkezlerden,
fakat müşahhas işaretler tesiri altında uyandırılırlar; Gıda tenbihinin
mide-batsak hareketlerine, hazım faaliyetine sebep olması şartsız refleksi ile, zil sesi - gıda münâsebetleri içinde kurulmuş şartlı
refleksdeki zil sesi - hazım faaliyeti reaksiyonu gibi. Buna Pavlov «birinci
işaretleşme sistemi» adını vermiştir.
Fakat,
konuşma organlarından kaynaklanan ve tamamen mücerred, sembolik mahiyetteki
birtakım dış uyaranlar da şartlı refleks tipinde cevaplara yol açabilmektedir.
Belli bir kelimenin insana söylenmesi ve arkasından, (tıpkı köpekte şartlı
refleksin teşekkülü gibi) bir diğer müşahhas uyaranın verilmesi sonucunda o
mücerret, sözlü tenbih ile meydana gelecek cevabı birbirine bağlayan bir şartlı
refleks kurulabil mektedir. «Limon» kelimesi Türkçe bilmeyen biı insan için;
bir şartlı refleks tenbihi değildir. An cak, Türkçe biliyor ve «limon» meyvasmı
tanı yorsa o zaman bu kelime ile tükürük ifrazı ara smda bir şartlı refleks
bağlantısı kurulabilir de mektir. «Limon» kelimesini duyan adamın ağzı sulanır.
Böylece, mücerred birtakım işaretler müşahhas işaretlerin yerini almakta,
«işaretlerin işaretlerinden kurulu» bir şartlı refleks sistemi ile konuşan
canlıların, yani insanların birbiriy-le haberleşmesi mümkün olabilmektedir.
Pavlov buna «ikinci işaretleşme sistemi» demiş ve ko-nuşma’yı, dil’i bu tarzda
bir şartlı refleks hadisesi olarak görmüştür.
Pavlov
okuluna göre ikinci işaretleşme sisteminin, konuşmanın kuruluşunda konuşma
organları birinci derecede rol oynar. Hece ve kelimelerin söylenmesi, dil,
dudak, yanak, boğaz, gırtlak’daki konuşma adalelerinde mevcut alıcı organları
uyarmakta, buradan kalkan tenbihler beyin korteksindeki, beyin kabuğundaki
hücrelere götürülmektedir. Zamanla beyinde, bu hücrelerde doğan bir tenbih ayni
adalelerde faaliyete sebep olarak konuşma sağlanmaktadır. Konuşmanın ses
halinde işitilmesi de ayni şekilde beyin kabuğundaki belirli hücrelerde
uyarılmaya sebep olur. Demek oluyor ki, bu hücrelere, ister ses yolu ile, ister konuşma yolu ile ve isterse bizatihi beyin
kabuğundan doğan bir tembihle, yani düşünce yolu ile olsun, bir uyarılma geldiğinde,
uyaranın tamamen mücerred vasıfta olmasına karşılık, tıpkı o kelimenin temsil
ettiği obje görülüyor, koklanıyor, tadılıyor gibi reaksiyonlar doğmaktadır. Bu
şekilde kelimeler, şartlı geçici bağlantıların kurulması prensibine
bağlı olarak, delâlet ettikleri objelerin işareti haline dönüşürler.
İkinci
yaşın sonuna doğru çocuğun kullandığı kelimelerin sayısı 200 civarındadır.
Kelimeler arasında gramer bağlantıları kurma ve cümle yapma kabiliyeti bu yaşta
başlar. Beyin kabuğu artık gelişmiş, çeşitli eşyayı ve olayları, fenomenleri işaretlendiren hece ve kelimelerin birbirine
bağlanması, bir sentez meydana getirilmesi kabiliyeti kazanılmıştır.
Pavlov
okuluna göre ikinci işaretleşme sisteminin bütün faaliyeti, sesli işaretlere
karşı kurulan konuşma şartlı reflekslerinde kendini göstermektedir. Pavlov bu
konuda şöyle diyor: «Söz, bütün diğerleri gibi bir
şartlı uyarandır. .Ancak, gerek kalite ve gerekse sayı bakımından onlardan
farklılık arzeder.» Fert, hayatı boyunca, beyin
kabuğuna gelen iç ve dış uyaranlar arasında bağlantılar kurmaktadır. Sözler bunların
hepsinin işareti haline gelebilmekte böylece, tek başma, onların organizmada
uyandırdığı reaksiyonları uyandırabilmektedir.
Dikkat
edilirse, şartlı refleks okulu da düşünce ’ile dil arasındaki yakın münâsebeti
görmüş, düşüncenin dille, sözlerle şekillendiğine dikkati çekmiştir. O halde,
şartlı refleks uyaranının, yani sözlerin, kelimelerin değiştirilmesi ile
insanın düşünce sistemi yeniden inşa edilebilmektedir.
Pavlov
okulunun gözünden kaçan nokta, insandaki tecrid (abstraction - soyutlama)
faaliyetidir. Şartlı refleks köpekte de vardır ama köpek konuşamaz, köpek
düşünemez. Maymunun beyninde insan beyninden çok daha fazla hücre vardır ama
maymun da konuşamamakta, ancak basit birtakım hareketleri taklidi
öğrenebilmektedir.
İşte,
maddeci, okulun, Pavlov’cularm, reflek-sologların kabul edemedikleri,; görmezlikten geldikleri bu tecrid kabiliyetinin neticesi
olan yüksek seviyeli, öğrenme, bilgi, düşünce, inanış, terbiye, v.s. ile ilgili
cevaplara «davranış» adı verilir. İnsanoğlu, şartsız reflekslerin, şartlı
reflekslerin ve mücerred davranışın bir halitası olan cevaplar verebilmekte,
dış dünya ile bu suretle bağlantı kurabilmektedir. Davranışlar, daha doğrusu
mücerred davranışlar, mücerred düşünce, şartlı refleksin üstünde ve sadece
insana has bir fonksiyondur. Bunu ayrı bir bölümde inceliyeceğiz.
Bugün
çok sözü edilen «beyin yıkama, şartlandırma» hadiseleri Pavlov okulunun
metodla-rına dayanır. Beyin yıkama, Pavlov’un köpeği gibi
mükâfatlandırma-cezalandırma, dilini değiştirme, inançlarını karmakarışık etme
sonun-
da
insanlardaki birtakım evvelden kurulmuş şartlı reflekslerin silinmesi ve onun
yerine belli bir sistem içindeki yeni bir şartlı refleks manzumesinin inşası
neticesini vermektedir.
Refleks
okulu «serbest irade» yi de reddetmektedir. Bizim kendi irademizle
yaptığımızı zannettiğimiz seçimlerin aslında tamamen birer şartlı refleks
reaksiyonu olduğunu, böylece, yeni kurulan şartlı reflekslerle şahsın
iradesinin de şekillendirilebileceğini iddia eder. Bu okula göre insan,
sadece belli fonksiyonların belirlediği ve muayyen şartlı refleks
bağlantılarına göre çalışan bir makine’dir.
Hiç
şüphesiz şartlı reflekslerin bulunması büyük bir hadise, biyolojide ve
bütüniyle insan düşüncesinde bir inkılâptır. Elbette ki birçok ruhî ve bedenî
faaliyetimiz sadece birer şartlı refleks cevabından ibarettir. Ama, nasıl ki
şartlı reflekslerin içinde şartsız refleksler de varsa ve bunlar kompleks bir bütün teşkil ediyorsa, iradeli ve mücerred
davranışımızın içinde de şartlı ve şartsız refleksin mevcudiyeti inkâr
edilemez, görmemezlikten gelinemez. Fakat, bunların
basitçe «biraraya gelmesi» nden farklı bir şey olan «insan davranışı»
mevcuttur. Onun içinde, şartsız ve şartlı refleksler, öğrenme, bilgi, tecrübe,
inançlar, bedenî ve ruhî kabiliyetler, şimdiye kadar yaşanan hayatın
kazandırdığı tecrübeler, duygular, teessürî hayatımız... ilh. hepsi belli bir düzen, belli bir âhenk içinde yer
almaktadır.
«Bütün»,
kendisini teşkil eden «cüz» lerin basitçe bir toplamı değildir. Üzerinde
bu yazıları yazdığım masa, «şu kadar tahta, bu kadar çivi, boya, cila, v.s.»
nin basitçe bir araya gelmesinden başka ve ondan fazla bir şeydir, işte insan
davranışı da, yukarda sayılan bütün cüzleri ihtiva eden ama onların toplamından
çok başka bir şey olma kalitesinde ve haysiyetlidedir.
ÇOCUKTA
DİL VE DÜŞÜNCENİN GELİŞMESİ
MÜŞAHHAS VE MÜCERRET DÜŞÜNCE VE
DAVRANIŞLAR
Çocukta
kazanılan en önemli kabiliyetler iki ayak üstünde
yürümek, işaret parmağı ile başparmağın karşı karşıya gelmesi ve mücerred
düşüncenin gelişmesiyle konuşma melekesinin meydana çıkması, yani dil’dir. Dil
ile birlikte mücerred düşüncenin diğer bir özelliği olan «mefhum teşkili»
kabiliyeti de kazanılır. Hatırlama, öğrenme gibi başka zihnî vetireler de buna
bağlı olarak gelişirler.
Çocuk
konuşmadan önce meramını birtakım hareketler, jestlerle anlatmayı öğrenir.
Meselâ, çocuğun sobaya dokunup da eli yanınca ağlaması bir refleksdir, öğrenme
ile ilgisi yoktur. Ancak, bundan sonra sobayı görünce ağlaması, artık meramını
anlatmaya matuf bir ifade tarzı, bir çeşit dil’dir. Çocuk doğduğu günden itibaren
birtakım sesler çıkarır. Fakat bunların bir mesaj nakletme değeri, «informatif
kıymeti» yoktur. Yeni doğan bir bebek yetişkin insanların dilindeki kırk kadar
sesin sadece sekizini kullanabilmektedir. Bunlardan beşi sesli harflerden,
diğerleri ise sessiz harflerden ibarettir. Çocuğun ilk çıkardığı sesler ancak
ağlama şeklindedir. Daha sonra cıvıltı tarzında birtakım sesler çıkarmaya
başlar. Birinci yaşın sonuna doğru ba-ba, ne-ne gibi tek tek heceler telâffuz
edilmeye başlanır. İlk kelimenin söylenmesi ortalama onuncu aya raslar ve
kelime sayısı gün geçtikçe artar. Konuşma kabiliyeti beyin kabuğunun gelişmesi
ve beyindeki «nöron» dediğimiz sinir hücrelerinin artması ile orantılıdır.
Yapılan araştırmalar 10 uncu ayda 1 kelime, 12. nci ayda 3 kelime, 15. ayda 10
kelime, 18. ayda 22 kelime, 21. ayda 118 kelime kullanıldığını ortaya
koymuştur.
Çocukluğun
ilk aylarında «ben» kavramı henüz gelişmemiştir. Çocuk bütün çevresini kendi
gövdesinin bir uzantısı olarak idrâk eder. Kundağı, beşiği, biberonu, annesinin
memesi, annesi, hep kendi parçalarıdır. Gittikçe dış dünya ile kendisi
arasındaki fark anlaşılmaya başlanır. Artık çocuk, çevresindeki eşyaları, Objeleri
tefrik etmekte ve onları isimlendirmeye başlamaktadır. Bu safhada düşünce henüz
müşahhas (somut) karakterdedir. Sadece çocuğun Önündeki eşyalar, görebildiği,
ulaşabildiği dış dünya onun için «var» dır. «Masa»,
yalnızca önünde gördüğü «masa» dır. Başka masaların
olabileceği, bu masanın bir alternatifinin bulunabileceği tasavvur edilemez.
Eşyaların her biri kendi başına özelliklere sahip ve tek’dirler. Bazı ruh
hastalıklarında düşünce bu safhada kalmakta veya gelişmişken bu müşahhas
düşünce safhasına kadar yıkılmaktadır ki bundan ilerde konuşma ve düşünce
patolojisinde söz edeceğiz.
Mücerred
düşünce kabiliyetinin gelişmesi ile çocuk, eşyaların sadece görebildiklerinden
ibaret olmadığını, önündeki masa’dan başka masalarm da var olabileceğini ve
bunların bir «grup» teşkil ettiğini öğrenir. Artık eşyanm teferrüatm-dan sıyrılma, onları aralarmda gruplandırma ve isimlendirme
dönemi başlamıştır. İsimlendirme, yani eşyayı ve olayları sesli sembollerle
ifade edebilme mücerred düşüncenin eseridir ve «konuşma», «dil» veya «lisan»
adını alır. Bir süre sonra sadece «var olanların» değil, «var olması muhtemel
bulunanların» da idrâk edilip isimlendirilmesi, kavranması başlar. Eşyanın
yanında diğer mücerred mefhumlar, olaylar, duyum ve duygular da ayni şekilde
isimlendirilip grup-landırılmaktadır. Mücerred düşünce insanoğluna problem
çözme, düşünceyi değişik görüş açılarına kaydırabilme, olayları bir bütün
olarak kavrayabilme, sembolik olarak düşünebilme ve içe dönüklükten kurtulup
çevresi ile münâsebetler kurabilme kabiliyetini de kazandıracaktır.
Yukarda
da belirttiğimiz gibi, çocukta refleks faaliyetin gelişmesi belirli bir sıra
gözetmektedir. Yenidoğan, henüz beyni olgunlaşmamış olduğundan, dış uyaranlar
verilmedikçe ilgisiz, reaksiyon vermez görünmektedir. Yeni-doğanın tenbih
edilmesi «yaklaşma» ve «kaçma» tarzında ortaya çıkan bazı refleks cevaplara
sebep olur. Meselâ, yüz bölgesinin tenbihi başın
tenbih,
istikametine dönmesi şeklinde bir cevap uyandırır. Çocuk, tenbih eden cismi
ağzına almaya çalışır ve bunu başarırsa o cismi emmeye başlar. Beslenme ve su
içme ile ilgili, uyumu, adaptasyonu temin eden bu refleks tamamen otomatiktir
ve uyuyan veya komadaki çocukta da görülür.
Yakalama
refleksi de tipik bir yaklaşma reaksiyonudur. Avuç içinin veya taban derisinin
tenbihi elle veya ayakla bir «yakalama» hareketine sebep olur, avuç, tenbih
eden cismin üzerine kapanır. Bu yakalama hareketi çocuğun vücudunu taşıyacak
kadar kuvvetlidir.
Işık
karşısında gözlerin kapatılması, ağıza verilen acı bir cismin tükürülmesi,
kollarm, bacakların ağrı verici uyarandan kaçırılması da birer «kaçma
reaksiyonu» örneğidir.
Çocuk
büyüdükçe münferit refleks cevapların gittikçe kompleks
reaksiyon örnekleri şeklinde bir araya toplandığı dikkati çeker. Yaklaşma
reaksiyonları bir reaksiyon zinciri halini alır. Giderek işin içine iradeli
cevaplar da karışacak ve kompleks davranış örnekleri
meydana çıkacaktır.
Reaksiyonlardaki
bu ilerleme beyin kabuğunun gelişmesine paralel olarak husûle gelmektedir. Nitekim, yetişkin insanda beyin kabuğunda meydana gelecek
çeşitli hasarlar da birtakım kabiliyetlerin kaybına, bazı davranışlarda
çocukluk çağlarına dönmeye yol açar. Meselâ, beynin ön kısmının, frontal kutup
dediğimiz alın nahiyesinin tahribi, yakalama ve emme dahil,
68 bütün yaklaşma reaksiyonlarını, şakak bölgelerindeki arızalar ise kaçma
cevaplarını ortaya çıkarır. Gene, şakak bölgesinin üst kısmının, «parye-tal
lob» bölgesinin tahribinde veya hastalanmasında bazen hastanın karşı vücut
yarısındaki bütün duyumları «inkâr ettiğini» görürüz. Meselâ, böyle bir şahıs
saçını tararken sadece başmm bir yanını tarar, elbisesini giyerken yalnızca bir
kolunu, pantolonunun bir paçasını giyer. Hasta beden yarısı «kavram» olarak,
hasta için «mevcut değildir». Buna mukabil, bu beden yansının motor
faaliyetinin tamamen yerinde olduğu, bir felç durumunun söz konusu olmadığı da
tesbit edilir.
Beyin
kabuğunun inkişafı ile cevapların artık gittikçe daha «gayeye yönelik» karakter
kazandığı görülür. Cevaplar dinamik karakter kazanmış, dış şartlar karşısında
gerekli değişiklikler ve ayarlamalar yapılmaya başlanmıştır. İşte mücerred
düşünce, iradeli davranış, seçme, tercih ve mefhum teşkili, konuşma, nihayet
yazı yazma yani birtakım mücerret sembollerle anlaşma bu gelişmenin sonucudur.
Goldstein,
mücerret düşüncenin
şartlarını şöyle sıralamaktadır:
·
1)
İradeli olarak bir meseleyi çözmeye teşebbüs etmek, teşebbüsü,
inisiyativ’i ele almak, talep vukuunda meselenin çözümü için tatbikata
geçebilmek.
·
2)
Düşünüşü bir görüş açısından diğerine kaydırabilmek ve düşünüş
istikametini seçebilmek.
·
3)
Bir meselenin çeşitli durumlarını sıralı biı- tarzda zihinde
muhafaza edebilmek, birden fazla birbiri ile ilgili olmayan tenbihe karşı ayni
zamanda, her birine uygun cevapları verebilmek.
·
4)
Verilen bir meselenin bütününe vâkıf olabilmek, kavrayabilmek,
ünitelerine, cüzlerine ayırabilmek, o mesele ile beraber olan fakat ilgisiz
diğer halleri tefrik edebilmek; o meseleye ait olan ayrılmış parçaları uygun
bir sıra ile, bütünü teşkil edecek şekilde
düzenleyebilmek.
·
5)
Sembolik düşünebilmek, fikir yürütebilmek, plânlayabilmek, mümkün olan
şekli bulup gerektiği tarzda hareket edebilmek.
·
6)
İçe dönüklükten (egosantri’den) kurtulabilmek, çevre ile objektif
münâsebetler kurabilmek.
Bu
şartları şöylece gözden geçirmek bile, mücerret düşüncenin «lisansız»
olamıyacağını göstermeye yeterlidir. Görülüyor ki, düşünce tarafından imâl
edilen dil bir taraftan da düşünceyi meydana getirmekte ve onun bozulması ile
düşünce de tahrib olmaktadır.
Müşahhas
davranışlar ise bir dış uyarana, bir «situation» a karşı doğrudan doğruya
verilen ve uyaranın dış şartları ile sıkı sıkıya bağlı olan cevaplardır.
Meselâ, karanlık bir odaya girdiğimizde elektrik düğmesini çevirmemiz böyle
müşahhas (konkret - somut) bir davranıştır. Fakat,
karanlık bir odaya girdiğimiz halde içerde uyuyan birini rahatsız edeceğimizi
düşünerek elektriği yakmaktan çekiniyorsak mücerret (abstre - soyut) bir
davranışta bulunuyoruz de mektir. Bu halde davranışımız dış ortamın şart larma,
dışardan gelen uyaranlara doğrudan doğ rüya bağlı kalmıyor, kendimizi dış
ortamm şart larmdan bir dereceye kadar tecrid etmiş bu lunuyoruz. Daha evvel
gözden geçirdiğimiz şart lı reflekslerde ise bu tecrid ve seçme faaliyeti nin
bulunmadığı aşikârdır. Mücerret davranışta dış sitüasyon, dışarının şartlan,
uyaranlar ile onlara verilen cevap araşma giren bir «iç faktör», bir
«düşünce faaliyeti» (birisini rahatsız edeceğini düşünme) ve bir «iradeli
seçme» bahis mevzuudur. Cevap, dış ortamın kaba görünüşü (karanlık)
tarafından değil, ortamın daha belirsiz, fakat daha mühim bir unsuru (uyuyan
birinin mevcudiyeti) tarafından, daha doğrusu, «içerde uyuyan birinin
mevcudiyetini düşünme» gibi bir iç faktör tarafından tâyin edilmektedir.
Konuşma ve mücerret davranış
Mücerret
davranışların çeşitli dereceleri mevcuttur. İfası gereken fonksiyonun
karışıklığı nisbetinde davranış mücerretleşir. İleri derecede mücerret bir
davranış örneğini, konuşma ve düşünme fonksiyonlarında buluruz. Zaten düşünme
ve konuşma birbirinden farklı şeyler de değildir. Düşünme, bir çeşit «iç
konuşma» olarak kabul edilmektedir. Konuşma, müşahhas bir durumdan
onun, sesli veya yazdı sembollerle ifade edilen mücerret manâsını çdıarmak diye
de tarif edilebilir. Kelimeler, düşünmede ve konuşmada dış dünyanın müşahhas
obje ve hadiselerinin basitçe mücerret sembolleri değil, onlardan bir tecrid,
abstraksiyon (soyutlama) neticesi çıkarılan mefhumların sembolleridir. Bu
özelliği ile lisan, kitabımızın başında da üzerinde durduğumuz gibi, «mücerret
düşünceye, mefhum teşkiline ve beyan kabiliyetine» ihtiyaç gösterir.
Dolayısiyle konuşmanın temeli insan beyninde, onun hücreleri arasında gizlidir.
Mücerret davranış kusuru olarak
konuşma bozukluğu (afazi)
Mücerret
lisan bozukluğunun en karakteristik gösterisi olarak kelimelerin manâsının
kaybı dikkati çeker. Böyle bir hasta birtakım kelimeleri telâffuz edebilir,
söylendiği zaman tekrarlı-yabilir, fakat bunların manâsını anlayamamaktadır. Bu
durumda kelime, artık hasta için bir sesli sembol mahiyetinde değildir, «bilgi
değeri», «informasyon değeri» yoktur. Hastalar kelimeleri birer sembol olarak
kullanamadıkları için, onları otomatik olarak tekrarlasalar dahi kendilerine
gösterilen eşyaları isimlendiremezler. Çoklukla, hasta için teessür! yükü olan, heyecan ile alâkalı nidalar, kelimeler, hattâ
cümleler söyle-nebilmekte, ancak umumî mefhumlar, cins ve manâ ifade eden
kelimeler bulunamadığı için mükâleme mümkün olamamaktadır. Bu da düşüncenin
mücerret vasfının bozulduğunu, eşyalar arasında gruplama ve isimlendirme
yapılamadığını gösterir.
Mücerret
lisanın bozulmasının ilk belirtile-tinden biri kelimelerin mecazî manâlarının
kaybolmasıdır. Hasta, bildiği bir kelimeyi mecazî manâsı ile kullanamamaktadır.
Ayni şekilde, bir kelimenin ifade ettiği farklı manâların anlaşılması ve o
kelimenin farklı anlamlarda kullanılması da bozulmuştur. Meselâ, Türkçede
«yemek» kelimesi hem «yemek yemek» ve hem de «dayak yemek» terkiplerinde
kullanılmaktadır. Böyle bir hastamız sadece «yemek yemek» için bu kelimeyi
kullanmakta, buna karşılık, «dayak yeme» yerine «dayaklanma» diyordu.
Tecrid,
tahlil, bir durumu parçalanma ayırabilme ve bu parçalar arasındaki
münâsebetleri kurabilme gibi mücerret davranışla ilgili fonksiyonlar da
afazilerde bozulur. Hasta, bir durumun, bir «sitüasyon» un bütününü az çok
kavrayabilir. Fakat, bu bütünün unsurlarını tecrid
edemez. Bazen bir kelimeyi okuyabildiği, fakat kelimenin harflerini tek tek
okuyup yazamadığı görülür. Zira, kelime çoklukla
müşahhas bir mefhumu ifade etmekte, tek tek harfler ise mücerret karakter
taşımaktadır.
İç
konuşma bir mücerret davranıştır. Afazilerde kelime hayâlleri kaybolduğundan iç
konuşma da bozulur. Dolayısiyle ^.düşünce, iç konuşmaya, mücerret semboller
olan kelimelere değil, doğrudan doğruya eşyanın tahayyülüne dayanır. Bu suretle
mücerret düşüncenin yerini müşahhas düşünce alır. Kelimeleri öğrenememiş
sağır-dilsizlerde de ayni şekilde mücerret düşünce kusuru görülmektedir.
BİLGİNİN
ÖLÇÜLMEDİ İNFORMASYON TEORİSİ SİBERNETİK ESASLAR
KONUŞMANIN
BİLGİ DEĞERİ
Canlı
organizmaya, daha doğrusu o organizmanın sinir sistemine, dış dünyadan birçok
intibalar gelmekte, bunlar duyu organları ile alınıp çeşitli merkezlerde
birleştirilmekte, değerlendirilip işlenmekte ve bir karara varılarak gerekli
cevap verilmektedir. Misâlimizi; tekrarlıyalım: yürürken ayağımıza bir çivi
batsa bu, taban derisindeki duyu organları tarafından alınan bir mesaj, bir
«informasyon» dur. Dış dünyada bizim için «tehlikeli» bir durum olduğunu
gösterir ve o tehlikeden organizmamızı korumak için bir seri cevaplara sebep
olur. Bunların başında ayağımızı derhal çivinin bulunduğu yerden çekilmesi
tarzında bir refleks cevap gelir. Bu cevabın verilebilmesi için dışardan
gelen mesajın omurilik seviyesine ulaşması yetersidir. Daha sonra mesaj beyin
sapma ve beyne götürülecek, diğer bilgilerle birleştirilecek, meselâ, çivinin
paslı veya kirli olup olmadığı, ayakkabımızda mı yoksa yerde mi olduğu şeklinde
görme ve diğer duyu organlarımızla alman bilgilerle bir araya getirilecektir.
Daha sonra, eskiden edindiğimiz bilgilerle bu mesaj karşılaştırılacak ve bu
tehlikeden korunabilmek için en uygun cevap araştırılacaktır. Burada öğrenme,
eski olaylardan alınan tecrübeler, şartlanmalar, zekâ seviye ve yeteneğimiz işe
karışacak ve meselâ, bir şahıs çivinin battığı yere tezek veya örümcek ağı
bastırıp sonunda tetanosa yakalanırken bir diğeri tentürdiyot sürdürecek veya
tetanos serumu yaptıracaktır. Böylece, refleks, şartlı refleks ve davranış
şeklinde çeşitli kademelerde cevaplar elde edilmektedir. Bir dış tenbihe, bir
informasyona karşı «uygun cevabın seçilmesi» ancak o informasyonun ölçülmesi,
değerlendirilmesi ve lüzumlunun lüzumsuzdan, ehemmiyetlinin ehemmiyetsizden
ayırd edilmesi ile mümkündür. Yazılı ve sözlü lisan en önemli informasyon
kaynaklarımızın başında gelir. Bu suretle, bir sözün ve sözün söylendiği dilin,
lisanın «informasyon değeri» büyük ehemmiyet taşımaktadır. Bu ehemmiyeti ortaya
koyabilmek için bilgi’nin ölçülme yollarını ve «informasyon teorisi» ni kısaca
gözden geçirmek, sibernetik bilgileri tekrarlamak gerekmektedir.
Harp
halinde iki memleket düşünün. Bu ülkelerden biri aldığı esirlere, ailelerine şu
üç örnekten birini telgraf halinde gönderme hakkını tanımış olsun:
·
1
— Sıhhatteyim,
·
2
— Hafif hastayım,
·
3
— Çok hastayım.
Karşı
taraf ise esirlerine ancak bir tek telgraf çekme imkânını vermiştir:
1
— Sıhhatteyim.
Şimdi,
bu iki taraftan gelen «Sıhhatteyim» telgraflarmm ifade ettikleri manâ elbette
ki farklı olacaktır. Birinci devletin esirlerinden biri «Sıhhatteyim» diye bir
telgraf çekerse bu, muhatabına, onun «gerçekten sıhhatte» olduğunu anlatır.
Ancak, ikinci taraftan gelen «Sıhhatteyim» telgrafı ayni değeri
taşımamakta, çekenin sadece
hayatta olduğunu bildirmektedir.
O
halde, bilgiyi, informasyonu, ifade ettiği manâ bakımından ölçmek kâbildir. Bir
informas-yon, bir mesaj, tek başına bir manâ taşımaz. Onun önemi ve anlamı, ö
införmasyonun, beklenmekte olan ihtimalleri daraltması nisbetinde değer
kazanır. İnformasyon bu bakımdan, bir fizik olayın, hitabettiği sistemde doğurduğu
reaksiyon ile değerlenir. İnsan için bu, bir haberin, meselâ bir kelimenin,
hitabettiği şahısta uyandırdığı psikolojik reaksiyon olabilir. «Limon» kelimesi
aslında, kendi başına bir anlam taşımayan seslerden ibaretken, Türkçe bilen ve
limonu tanıyan şahıslarda ağız sulanmasına yol açan anlamlı bir informasyon
elemanı değerini kazanmaktadır.
Bir
informasyon, bir mesaj iki elemandan teşekkül eder: (1) Basit bir fizik olaydan
ibaret olan, informasyonun desteği (süppor) ve (2) onun hitabettiği organizmada
değişikliğe sebep olan kalitesi (semantik). O halde,
1
— Evvelâ mesaj, informasyon, maddî, fizik bir hadisedir: bir afiş, bir ses, bu
sesi çıkartan gırtlaktaki ses tellerinin titreşimi veya bir gramofon plâğındaki
izlerin üzerinde gezen iğnenin titreşimi, bir kâğıdın üzerindeki harfler, bir
elektrik telinden akan elektrik akımı, bir bilgisayardaki delikli kart, v.s.
Bunlar informas-yonun desteğini, süpporunu, fizik unsurunu teşkil ederler,
2
—• İnformasyon, bilgi, bu materyelin, bu maddî varlığın, bu fizik değişikliğin
idrâkidir. Burada «idrâk» tâbiri en geniş manâsı ile kullanılmaktadır. Yani,
bir dış tenbihin alınması, işlenmesi ve bir psikolojik reaksiyon haline gelmesi
idrâki oluşturmaktadır. Böyle bir idrâke «informatif idrâk» adını
veriyoruz.
Konuşma,
konuşanm kafasında bir fikir halinde, bir düşünce şeklinde meydana geldiği
zaman bir psikolojik olaydır. Konuşmanın fiziğini anlatırken sözünü ettiğimiz
gibi, bu psikolojik hadise, sinir sistemi üzerinde aksiyon akımına, gırtlaktan
ses dalgaları halinde çıktığı zaman hava titreşimlerine, kulaktan gene sinir
sistemine intikal ettiği zaman ise yeni bir aksiyon akımma dönüşecektir. Arada
telefon varsa elektrik akımı, radyo varsa elektromanyetik titreşimler, yazılı
bir metin, meselâ bir mektup varsa görme ile alâkalı, optik değişiklikler de bu
mesajı taşımakta vazife alacaktır. Hattâ, buna mektubu götüren postacının,
çantasını da dahil edebiliriz. Görülüyor ki,
informasyonun, mesajın temel kalitesi, seman tik’i değişmemekle beraber onu
taşıyan fizik destek, süppor değişebilmekte, enformasyon bu değişiklikten
müteessir olmamaktadır.
Bahse
girerken verdiğimiz misâldeki «Sıhhatteyim» kelimesi, iki tarafın
telgraflarında yazıldığı zaman, süpporları ayni olmakla beraber kalite,
informatif değer, bilgi kıymeti, kısacası semantik bakımmdan çok farklı
şeylerdir. Birinci şekilde alman telgraf üç ihtimalden birini gösterir.
Telgrafı çeken sıhhattedir, hasta veya ölmüş değildir. Halbuki
ikinci telgraftaki «Sıhhatteyim» mesajı sadece o kimsenin henüz ölmediğini
anlatması bakımmdan ancak iki ihtimalden birini belirtmektedir.
Bir
mesaj belli sayıda işaretten teşekkül eder. Meselâ, Lâtin harflerinden kurulu
bir alfabede a,b,c ... A,B,C,...
gibi harfler mevcuttur. Kullandığımız ondalıklı
sistemde 0 dan 9 a kadar 10 tane rakkam vardır. Sağır-dilsizlerin parmaklarla
ifade ettikleri alfabeleri mevcuttur. Körlerin kullandıkları Braille
alfabesinde ise kabartma noktalar vardır. Bilgisayarın delikli kartı veya
manyetik bandı da özel alfabeleri taşımaktadır.
Biraz
hesap yapalım: (a) kadar işâretli bir alfabeyi kullanarak (L) uzunluğunda bir
mesaj yazacak olursak, (L) uzunluğu sâbit kalmak suretiyle (a) sayıdaki alfabe
işâretlerinin yerlerini değiştirerek (N) adet birbirinden farklı mesaj
gönderebiliriz. Böylece, (a), (L) ve (N) arasındaki matematik münâsebeti şu
formülle ifade etmek kabildir:
N
= aL
Biraz
daha açıklayalım:
Elijnizde
iki harfli bir alfabe olsun: A ve B. Bu durumda a = 2 demektir. Mesaj içinde
sadece bunlardan birini kullanma imkânımız varsa, yani mesaj bir işaretle
yazılabiliyorsa L = 1 olacaktır. Bu durumda birbirinden farklı iki mesaj
yazabilme imkânımız vardır: A ve B. Yani, N = 2 dir.
Tekrar
edelim,
alfabedeki
harf sayısı: A ve B a = 2
Mesajın
uzunluğu: A veya B L = 1
Gönderilebilecek
mesaj sayısı: (A veya B) N = 2
Bunu
formülümüzle ifade etmek istersek:
N
= aL N-21 N = 2
Eğer
mesajları bir değil de 2 harfle yazacak olursak L = 2 olacağı için bu şartlarda
birbirinden farklı 4 mesaj gönderebileceğiz demektir:
AA
AB BA BB yani,
N
= aL N = 22 N = 4 olacaktır.
Gene
iki harfli bir alfabe ile, fakat üçer harf kullanarak
mesajlarımızı yazarsak yukarda gösterdiğimiz dört harf grubunun her biri tekrar
A ve B harfleri ile kombine edilecek ve 8 ayrı mesaj yazmak mümkün olacaktır:
AA
......... AAA
AAB
AB
......... ABA
ABB
BA
......... BAA
BAB
BB
......... BBA
BBB
Bunu
formülle ifade edersek:
N
= aü N = 2” N = 8 şeklinde yazabiliriz.
Dikkat
edilirse, her mesajda gene alfabe sayısı ayni kalmakta, sadece A ve B şeklinde
iki harf bulunmakta, ancak ayni mesaj kelimesi içinde bunların tekrarı
arttırılmaktadır.
Alfabemizin
işaretlerini arttırır, meselâ A, B ve C gibi birbirinden farklı üç işaret
kullanırsak, bu defa a = 3 olacak, bu işaretleri mesaj içinde iki defa
tekrarlama imkânı bize verilirse L = 2 olduğundan mesaj sayısı N = aL = 32
— 9 şeklinde bulunacaktır.
Eğer
3 işâret ve 3 harfli bir mesaj imkânı söz konusu olursa 3® = 27, yani
birbirinden farklı, AAA, AAB, AAC...... ilh. gibi 27 mesajı yaza
bileceğiz.
Kullandığımız
Türk alfabesinde 29 harf vardır. Majüskül ve minüskülleri^ dikkate alırsak
işâret sayımız 58 i bulur. Noktalama işaretlerini de buna ilâve edersek işaret
sayımız 70 e çıkar. Yani, böylece elimizde a = 70 lik bir işaret alfabesi
bulunmaktadır.
Her
satırında 80 harf bulunmak üzere 30 satırlık bir yazı yazmak imkânımız olsa, bu
şartlarda 80x30 = 2.400 harf kullanılacaktır. Elimiz-
deki alfabenin 70 işaretini bu
mesajda 2.400 de-f Cv kullanırsak:
N
= aL N = 7O2400
adet
birbirinden farklı metin yazmak iktidarında oluruz. 7o2W
ün, 1738’in arkasına 4425 tane sıfır konarak elde edilecek rakkam olduğunu
hatırlatmak isteriz.
Dillerin
de yazılar gibi informatif değerleri, ne derecede, hangi sayıda kelime ihtiva
ettiği, daha doğrusu, ne kadar eşya ve mefhuma birer kelime ile karşılık
bulduğu ile belirlenir. Bu bakımdan bir dil, kelime sayısı kadar değerli ve
ge-çerlidir. Bugün hâlâ Afrika’da yaşıyan bazı kabilelerin dilleri 900
kelimeden ibarettir. Buna karşılık İngilizcede 120.000 kelime vardır. Sha-kespeare
eserlerinde birbirinden farklı 30.000 kelime kullanmıştır. Shakespeare’i Victor
Hugo, onu da Goethe takibeder. Kur’an-ı Kerim’in Arapça dilinde nâzil olmasının
hikmetini bu dilin yüksek ifâde gücünde aramak gerekir. Kâinatta hiçbir şey
tesadüfi değildir. İlk patlama’ dan «Big-Bang» dan
günümüze kadar geçen zaman içinde her şey, her hadise İlâhî Plân’m eseri ve
düzenlemesidir. Kur’an-ı Kerim nâzil olduğu zamanki Arap toplumunu düşünür ve o
toplumun, bütün iptidaîliğine rağmen, daha o devirde böyle yüksek bir dile
sahip olmasının hikmetini ararsak, Kur’an-ı Kerim için bir dil hazırlanmış
olduğunu sezmemek, açıkça görmemek mümkün olmaz.
Bir
insan kaç kelime biliyorsa o kadar «zekî»
ve «akıllı» dır, çünkü kelimelerle düşünür, mefhum
teşkil eder ve fikirlerini, düşüncelerini, mesajlarını başkasma iletir. Bir dil
ne derecede fazla mefhum, olay ve eşyaya ayrı kelimelerle karşılık bulursa o
dili konuşanlar da o derecede akıllı olurlar, o toplum o kadar fikir adamı,
düşünür yetiştirir. îlerde tekrar dönmek kay-diyle bugün Türkçemizde yapılan
operasyonun sonuçlarına kısaca ve sadece bu bakımdan temas edelim:
Meselâ bugün Fransızcadan dilimize intikal etmiş Onur (Honneur) kelimesi
«şeref» karşılığında kullanılmaktadır. Fakat,
unutmayalım, «uydurmaca», sadece bugün kendisini «seçkin» ve «aydın» zanneden
bir grubun, belli bir zümrenin dilidir, tıpkı bir zamanların ağdalı Osmanlıcası
gibi... Bu «seçkin?» 1er «onur» ile neyi kastederler bilmem ama Anadolu’da
«onurlu», «kibirli, kendini beğenmiş» kimselere yakıştırılan sıfattır. Şimdi,
«Onurlu adam» derken şerefli mi, itibarlı mı, mevkili mi, yoksa kibirli,
kendini beğenmiş bir kimse mi demek istediğinizi bilemiyeceğim. Bana birisi
«sen çok onurlusun» dese ilk vereceğim cevap «hadi oradan, sensin onurlu» demek
olacaktır. Çünkü övüyor mu, hakaret mi ediyor bilemiyeceğim. Böyle kelimelere,
birer hasta kelime olarak, birer hastalık belirtisi olarak «çanta kelime» adı
verilir ki bundan «şizofrenlerin konuşması» nı anlatırken tekrar bahsedeceğiz.
Müzikte
de hadise aynidir. Bir'musiki sistemindeki nota ve ârızaların sayısı ve
bunların bir müzik metni, bir müzik parçası veya cümlesi içindeki tekrar
imkânı, o müzik sisteminde ifade edilebilecek melodi sayısını belirler, o müzik
sisteminin ifade gücünü verir. Türk musikisinde her notanın arası 4 e bölünmek
suretiyle bir oktavda 24 nota meydana getirilmiştir. Bunların her biri ayrı ve
müstakil seslerdir. Buna karşılık batı musikisinin «tampere sistem» denen
sisteminde 8 nota ve 5 arıza, yani 13 işaret vardır. Bunun için Türk musikisinde
tek enstrümanla, tek sesle ifade edilebilen melodiler
yerine batı musikisindeki «çok seslilik» zarureti doğmuştur. Zira,
batının müzik alfabesindeki işaret sayısı azdır ve bu işaret fakirliği içinde
bir melodi meydana getirebilmek için «çok seslendirme» dediğimiz, birden fazla
enstrümanla bir müzik parçasının belli bir düzen içinde icrası zarureti
doğmuştur.
ŞİZOFRENİDE
DÜŞÜNCE VE KONUŞMA BOZUKLUKLARI
DİL PATOLOJİSİ
Şizofreni,
mücerred düşünce kabiliyetini haleldar eden, kişiliğin iptidaî seviyelere
gerilemesine sebep olan ve hasta insanın diğer fertlerle, içinde yaşadığı
toplumla haberleşmesini, bilgi alışverişinde bulunmasını, komünikasyon
kabiliyetini ileri derecede sakatlıyan bir akıl hastalığıdır. Konuşma,
düşüncenin bir taraftan mahsûlü, diğer taraftan da mimarı olduğu için şizofren
düşüncesi özel konuşma bozuklukları tar-zmda dışa akseder. Düşünce-konuşma
ilişkilerini ve konuşma bozukluklarını anlayabilmek için şizofreni denen akıl
hastalığındaki özel düşünce ve konuşma patolojisini incelemekte büyük
fayda vardır.
Hastalığa
«Şizofreni» ismini 1911 de İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler vermiştir. 'Daha
önceleri bir isimlendirilme hatası olarak bu klinik tablo «erken bunama»
(dementia praecox) adı ile tanınıyordu. Bleuler, bu hastalarda gerçek manâsiyle
bir bunama olmadığını, yani hafıza yıkılmasının bulunmadığını, hastalık
belirtilerinin ruhî melekeler arasındaki bir yarıklığın sonucu olarak ortaya
çıktığını, şahsın çevresi ile alâkalarının kaybolduğunu ve komünikasyon,
haberleşme kabiliyetinin bozulduğunu göstermiştir.
Şizofrenideki
düşünce bozuklukları şöyle sıralanabilir:
·
1.
Formel (şeklî) düşünce bozuklukları
·
2.
Düşünce akımındaki bozukluklar
·
3.
Düşünceyi kontrol etmede bozukluklar
·
4.
Düşünce muhtevası bozuklukları.
Formel
' (şeklî) düşünce bozuklukları mefhum teşkilindeki aksama ile kendini gösterir,
şizofrende düşünce içe dönüktür. Çeşitli fikirler arasında birleştirme
olamamakta, mefhum teşkil edilememektedir. Tedailer gevşemiş ve bozulmuştur.
Bir fikir diğer bir fikri, delâlet ettiği manâ bakımından ilgisi ile tedaî
ettirirken, şizofrenide ses tedaileri bunun yerini almıştır. Bir örnek vermek
istersek, normal bir kimsede «masa» kelimesi, fonksiyon ve anlam bakımından
onunla alâkalı «iskemle» yi tedaî ettirirken şizofren hastada bu tedaî, tıpkı
kafiye yapar gibi, ses yolu ile olmakta, meselâ «masa», «tasa» yi
çağrıştırmaktadır. Tedailerdeki bu bozulma, düşüncenin cümleler halinde dışa
aksetmesi esnasında cümlelerin kopukluğu ile kendini gösterir. Buna «dikişsiz
konuşma» diyoruz. Bir cümleyi teşkil eden ibareler birbiriyle alâkasız hale
gelmiş, cümle elemanları yer yer kopukluğa uğramıştır. Düşünceye temel teşkil
eden semboller yanlış kullanılmakta ve bu semboller eşyadan tecrid
edilememektedir.
Şizofren
hasta, düşünce ve davranış bakımından içe dönük karakter gösterir. Peşin
hükümler, önceden belirlenmiş kalıplar dış dünyayı değerlendirmede başlıca
saiki teşkil ederler. Bu peşin hükümler ve düşünce örnekleri, değer hükümleri
de iptidaî, sapık mantıklı ve birtakım sihir ve büyülere inanır şekilde,
psikolojik deyimiyle otistik (içe dönük), paleolojik (iptidaî, ilkel zamanlara
ait), paralojik (sapık mantıklı) ve majik (büyü ve sihirlere bağlı)
karakterdedir.
Normal
mantık sistemi içinde insan iki kaziye (öneri) arasmda benzerlik kurarken bu
kaziyelerin konuları, süj eleri arasmda uygunluk arar. Meselâ,
—
Bütün insanlar fanidir,
—
Haşan da bir insandır,
—
O halde Haşan fanidir.
gibi
mantıklı (lojik) bir hüküm verebilmek için her üç kaziyenin de
süjelerinin ayni (insan) olması gereklidir. Şizofren, bir hükme varabilmek için
süj eler arasındaki bu ^ayniyeti aramamakta, onların bir tek vasıflarından,
süjeye yüklenen fiil veya sıfatların (attribut’lerin) bir tekinden hareket
ederek aralarında benzerlik kurmaktadır:
—
Kuş uçar,
—
Uçak uçar,
—
Kuş bir uçaktır.
veya
—
Babamın sakalı var,
—
Ahmet Beyin de sakalı var,
—
Öyle ise Ahmet Bey babamdır.
gibi
sapık mantıklı, paralojik, hezeyan mahiyetindeki hükümler bu hastalığın
eseridir. İlerde pek çok misâlini vereceğimiz gibi, zamanımızda Türkçe diye
uydurularak kabul ettirilmek istenen birçok kelimenin böyle bir paralojik
mantık mahsûlü olduğuna sırası gelmişken işaret edelim. Meselâ «etmek» fiili
«tesir etme» nin «attribut» sü iken ve sadece «tesir etmek» değil, meselâ «ateş
etmek, aptes etmek, hasıl etmek» gibi birçok başka
mürekkep fiillerde de «attribut» (atribü) olarak kullanılırken paralo-jik bir
genelleme ile «tesir» yerine ikame edilmesi, bu suretle «etki» gibi bir
«fiilden yapma isim» imâl edilmesi hem gramer ve hem de mantık bakımından
hatalıdır. Bu konuya kitabımızın sonunda tekrar döneceğiz.
Bir
şizofren hastamız kendisini hem «Hazret! Meryem», hem «mum» ve hem de «bizzat kendisi» kabul ediyordu. Paralojik
mantık şu şekilde işlemekte idi:
—
Mum alevinin etrafında bir hâle vardır.
—-
Hazreti Meryem tasvirlerinin başının etrafında da ayni hâle bulunur.
—
Herkes bana düşmandır, ben de bir düşmanlık hâlesi ile çevriliyim.
Netice:
O halde ben hem mum, hem Hazreti Meryem ve hem de kendim’im.
Hezeyan
dediğimiz belirtiler bu
şekilde sapık mantıkla verilen hükümler sonucu ortaya çıkmaktadır. Hasta, sakat
mantığı ile yaptığı genellemeler sonunda meselâ kendisi ile hiç ilgisiz ve
tanımadığı bir kimsenin gülümsemesini kendi üstüne almmakta, alay etmek için
güldüklerini zannedip o adamı öldürebilmektedir.
Şizofren
düşüncesi ile ilkel insanların düşünceleri arasmda aşikâr benzerlikler tesbit
edilmiştir. İlkel insanlarm düşüncelerinde eşya, canlılar ve hadiseler ayni
zamanda hem kendileri, hem de başka bir şey olarak kabul edilebilmektedir. İlkel
insan dış olayların tesiri altında kalabildiği gibi, kendisini de o olayın
içinde farz-edebilmekte, olaya katılabilmektedir.
Düşünce
akımındaki bozukluk, düşünce akımının durması ve bambaşka bir düşünce akımının
başlaması ile kendisini gösterir (düşüncenin blokajı
ve parçalanması, fragmentation). Bazı şizofrenlerde düşünce baskısı görülür.
Birbiri ile ilgisiz birçok fikir birden hastanın zihnine hücum eder.
Şizofrenlerde
kişilik, «ben» (ego) parçalandığı için hasta kendi düşüncesine sahip olabilme
duygusunu kaybeder. Çevresine olduğu gibi, bizzat kendi düşüncesine karşı da
yabancılaşmıştır. Kafasmdaki düşüncelerin başka birisi tarafmdan gönderildiği, başka
kuvvetlerin tesiri altmda bulunduğu, düşüncesinin çalındığı, ne düşündüğünün
gözlerinden anlaşılıp ona göre cevaplar verildiği gibi hezeyanlı fikirler
gelişir. Kendi düşüncesine yabancılaşma sonucu, bizzat düşündükleri, dışardan
duyulan sesler veya görülen hayâller halini alır. Artık kulağına konan bir
cihazdan kendisine mesajlar gönderilmektedir. Onlarla konuşur, duyduğu seslere
cevaplar verir ve hattâ böylelikle aldığı emirleri tereddütsüz ifa eder.
Biraz
önce kısaca bahsettiğimiz «hezeyan» tarzındaki düşünce kusurları,
şizofren düşüncesinin muhteva, bozukluğunu sergiler. Hezeyan, hastalıktan
doğan, paralojik mantık ve hükümlerin sonucu ortaya çıkan, hastanın
sosyo-kültü-rel temelinin dışında, yanlış ve sarsılmaz bir inanç olarak tarif
edilebilir. Hekimlik tahsili yapmış, belli bir sosyo-kültürel
seviyeye erişmiş bir hastamızın uçakların kendisi tarafmdan icade-dildiğini
sarsılmaz bir inanç tarzmda iddia etmesi, bir başka hastamızm Vatikan
kilisesini ziyareti sırasında papazın âyin esnasında yaptığı dinî işâretleri
üstüne alarak kendisinin İtalya Kralı olduğunu iddia edip polise başvurması
tipik hezeyan örnekleri olarak gösterilebilir.
ŞİZOFREN KONUŞMASI
Şizofreninin
ana belirtilerinden biri olan şizofrenili konuşma kusuru, düşüncede mevcut
patolojinin konuşma şeklinde dışarıya yansımasından ibarettir. Bunlar,
·
1
— Gramer ve sentaks bozuklukları,
·
2
— Mânâ ve muhtevâ bozuklukları,
·
3
— Ritm, ton, artikülâsyon ve üslûp kusurları,
·
4
— Karşılıklı mükâleme bozuklukları olarak tasnif edilebilirler.
Gramer ve sentaks bozuklukları:
Şizofren
konuşması umumiyetle gramer kaidelerinden mahrum, birbiri ardına sıralanmış,
tutarsız kelime dizileri halindedir. Devrik cümleler, zamir, fiil ve şahısların
yer değiştirmesi, fiil çekimlerinin bozulması ve bazen mastar halinde fiillerin
kullanılması, cümlelerin zamir, edat ve zarf gibi bağlardan fakir olması çok
görülür. Telgraf yazılarında olduğu gibi kısa cümleler, başı sonu belli olmayan
ve bir türlü bi-tirilemiyen uzun cümleler görülür.
Sentaks
yokluğu (asyntaxie) halinde gramer kaidelerinin tamamen ortadan kalktığı
dikkati çeker. Cümle kopuk kopuk bir hal alır. Buna «dikişsiz konuşma» diyoruz.
Gittikçe bu bozukluk, birbiri ile alâkası bulunmayan kelimelerin ardarda
sıralanması, halinde «kelime salatasına dönüşür. Bazen
sinonim, eş manâlı kelimelerin arka arkaya sıralandığı dikkati çeker
(stereotipi). Böylece şizofren konuşması bilgiyi aktarma gücünü, informatif
değerini tamamen kaybeder. Artık hasta ile muhatabının anlaşabilmesi
imkânsızdır.
Cümlelerin
başlangıç ve bitiş noktaları konuşan hasta ve onu dinleyen muhatabı için başka
başka yerlerdir. Bu da konuşmanın anlaşılmasını imkânsız hale getirir. Bir
şizofren hastanın aşağıya naklettiğimiz yazıları dikişsiz cümleler, kelime
salatası ve gramer bozuklukları bakımından tipik bir örnek teşkil etmektedir;
«Efkârı
umumiyeye mâruzâtım şudur,-Türkiye Cumhuriyetinin başlıca vazifesi şudur;
birinci vazifesi Türk milletine aklı selim yolu ile
muamele edilmesidir, bunun içindir ki muhtelif sınıflardaki insanlar imtiyaz ve
sınıf yoktur, bunun sebebi şudur; insanlar toplu olarak çalışırlarsa derece ve
sınıflara münkasem olması zarurîdir, buna binaen hükümet buna dikkat ve
teemmülle çalışması lâzımdır...»
Görüldüğü
gibi, birtakım kelimeler «stereotipi» dediğimiz tarzda ve gereksiz yere tekrarlanmakta,
cümlelerde yerli yerince fail, fiil ve mef’ul bulunmamakta, noktalama
işaretleri ise tamamen ortadan kalkmış durumdadır. Böyle bir konuşma bilgi
değeri taşımadığı için muhatabına bir manâ ifade etmez.
Yüksek
tahsil yapmış ve bir lisede yabancı dil öğretmeni iken hastalanmış diğer bir
hastamızın yazıp yayınladığı kitaptan bir pasaj alalım:
«Irgalıya ırgalıya... Grandük oğlanlar
Rusyayı yıktı, lâkin Ophelia söğüdünde ve Lucy Gray tepelerinde yerleşen oğlanlar
Lord’u yiyip yerine oturdular... Hukuk... vicdan... ve ahlâk ölçüleri... insanlığın
başı... »
Herhalde
komünist ihtilâlini anlatıyor, fakat bir fikri belli bir kalıp içine döküp
ifade edebilmek kabiliyetini kaybettiğinden yazısından bir mânâ çıkarmak mümkün
değildir.
Mânâ ve muhteva bozuklukları:
Şizofrenik
konuşmada raslanan mânâ ve muhteva bozukluklarının başında kelime uydurma
(neologisme) gelir. Başkaları için tamamen mânâsız ve yeniden uydurulmuş
birtakım kelimeler hasta şahıslar tarafından.kullanılmaktadır.
Bu kelimelerden bir kısmı hasta için belli bir anlam ifade eder, bir kısmı ise
bizzat hasta için dahî manâ taşımamaktadır.. Böylece
yepyeni bir dil uydurulduğu, bunun kendine göre gramer kaidelerinin bile hasta
tarafından icadedil-diği görülmüştür. Bir hastamız, bütün aile efradını kendi
uydurduğu yeni dille konuşmaya mecbur tutuyor, bu dille konuşmayanları ağır
şekilde dövüyordu.
Yeni
uydurulmuş kelimeleri sıklıkla kullanarak konuşmaya «glossolali» adını
veriyoruz. Şizofren akıl hastalarında, geri zekâlılarda ve uydurmaca konuşma
illetine musab kimselerde sıklıkla bu belirtiye rastlanmaktadır.
Bazen
şizofren hastalar birkaç farklı mânâyı ifade edebilen kelimeler imâl ederler
veya birkaç kelimeyi birleştirerek bir kelime haline getirirler. «Çanta
kelime» (mot valise) adı verilen bu çeşit kelimelerin de ya hiçbir mânâsı
yoktur veya farklı mefhumlara ayni zamanda karşılık teşkil edebilecek
mahiyettedirler. Şizofren hastalarda «ambivalence» (ikili duygu) denilen bir
çeşit duyarlılık bozukluğu dikkati çeker. İstemek ve istememek, sevmek ve
nefret etmek, bilmek ve bilmemek, harekete geçmek ve geçmemek gibi zıt duyum ve
haller ayni zamanda ve berâberce bulunur. Bu, hastayı bir teşebbüse geçmekten
alıkoyacak ve irâdesini ortadan kaldıracak bir durumdur. «Ambivalence»
halindeki hastada düşünce de iki zıt kutup arasında dalgalanır. Bir türlü doğru
bir düşünce akımı başlatılamaz. Bu hallerde ambivalansı ifade eden ve zıt
anlamlı kelimeler birleştirilerek kullanılır.
Normal
şahısların düşünce akımını çeşitli fikirler arasmdaki tedâî bağlantıları
yönlendirir.
Şizofrenlerde
bu tedâî (çağrışım) kelimelerin ve mefhumların mânâlarına göre değil, seslerine
göre yapılmakta, bu sebeple düşünce ve onun aksi olan konuşma parçalanmakta,
bütünlüğünü kaybetmektedir. Klangassociation (ses tedaisi) dediğimiz bu
durumdan şizofren düşüncesinin özelliklerini anlatırken bahsettik. Gerek
glossolalie ve gerekse Klangassociation bakımından bir hususa daha dikkat etmek
gerekir. Şiirde de kafiye yapılırken bir çeşit ses tedaisinden,
Klangassociation’dan faydalanılır. Gene, birçok yazarların yeni yeni kelimeler
icadedip kullandıkları görülür. Her ne kadar şiirde bir mânâ bütünlüğü varsa
da, sırf fonetiği tutturmak ve kafiye yapmak için cümlelerin ifade bakımından
fakirleştirildiği, lüzumsuz devrik cümlelere yer verildiği, netice olarak da
gramer hatalarına düşüldüğü, mısraların ifade gücünün fakirleştiği çok raslanan
hallerdendir. Şiirdeki fonetik tahdit, dili iyi
kullanamıyan kimselerde aşikâr kelime salatası örneklerine, şizofrenik
konuşmaya benzer mısralara ve ses tedailerine sebep olabilmektedir. Böyle bir
şiir kitabından birkaç misâl verelim:
Dün
akşam içtik bir fâlifullik
Lakır
lukur luk Iık
Kafada
fes
Karşıda
tuval Bu ne festuval
Dedem
demirden deveyle doğrudan doğruya denize dönüyordu Dedem dalgalarla dolu dizgin dalıyor, deve denizi dört dönüyordu.
Dâm
üstünde hamam
Orta
katta bir vapur
En
aşağıda kuyruklu şeytanlar
Zile
bastım kırmızı
Padişah
uyanmasın
Kelime uydurmayı, «neolojizm»i dört
grupta sınıflandırarak incelemek mümkündür: (1) sembolik varlıklar ve kişiler
için kullanılan kelimeler, (2) yalancı ilmi (pseudoscientifique) kelimeler
(hastanın hezeyanlarına tekabül eden keşiflerini, icatlarmı isimlendirmek için
kullanılır), (3) rûhî ve fizik durumlar, arzular ve cinsî duygular için
kullanılan kelimeler, (4) mânâsız ve herhangi bir sisteme uymayan, bizzat
hastanın kendisi için dahî mânâ taşımayan kelimeler.
Ritm, ton, mafsallanma
(artikülâsyon) ve üslûp bozuklukları:
Şizofrenide
konuşmanın ritmi bozulmuştur. Hasta sür’atli konuşurken birdenbire yavaş yavaş
konuşmaya başlayabilir. Arada sırada sebepsiz duraklamalara raslanır. Konuşmanın
tonu da bozuktur. Yavaş, fısıltı halinde konuşma, dişlerinin arasından konuşma,
genizden konuşma gibi kusurlar görülür. Kelimelerin telâffuzundaki ahenk
kaybolmuştur. Uzamış ve incelmiş hecelere riayet edilmez. Bugün yazımızda
uzatma işâretlerinin uzun zamandanberi kullanılmaması bu çeşit konuşmalara
sebebiyet vermektedir. Bundan ilerde, sırası geldiğinde tekrar söz edeceğiz.
Mafsallarıma
(artikülâsyon) bozuklukları, kekeleme, peltek konuşma, harfleri yanlış söyleme
tarzında ortaya çıkar,
Mükâleme bozuklukları:
Şizofreni
hastalığı şahıslar arasındaki karşılıklı konuşmayı, mükâlemeyi adetâ imkânsız
hâle getirir ve şahsın toplum içindeki yerini almasını engeller. Bu bakımdan
şizofreni bir çeşit «sosyal yabancılaşma» (alienation sociale) ’ dır. Hasta bazen hayâlleri ile,
bazen de monolog tarzmda kendi kendine konuşur. Bazen konuşma tamamen bir
homurtu, diş gıcırdatması halindedir. Konuşmada sık sık müstehcen kelimelere,
küfürlere raslanır (koprolali). Hastanın hiç edep, hayâ duygusuna
kapılmadan meselâ anası, babası yanında, birtakım cinsî ihtiyaçlarını en
müstehcen kelimelerle anlatmaya başladığı görülür.
Bazı
şizofrenler duyduğu kelime ve cümleleri papağan gibi tekrarlarlar. Buna «ekolali»
adını veriyoruz. Zaman zaman sorulan sualle ilgili olmayan cevaplar alınır
(yandan konuşma). Bir misâl verelim:
Sual:
— Bugün günlerden iledir?
Cevap:
— Üç kişinin ellerinde parmakları vardır. Hadi hadi, sen daha iyi
bilirsin...
Sual:
— Beni tanıdınız mı?
Cevap.-
— İşte o kadar, şimdi kalkıyorum, nasihatim bitti...
Sont
olarak şunu belirtelim ki, şizofreni denen akıl hastalığının temel vasfı, gerek
düşün ce, gerek konuşma ve gerekse bütün davranışlarındaki saçmalık (absurdite)
’tir. Hasta, içinde bulunduğu toplum ile sözlü, yazılı
veya diğer vasıtalarla, jestlerle, mimiklerle, hareketlerle, sağlam ye sıhhatli
bir münâsebet kuramıyan, o topluma yabancılaşmış ve,
hareketleri o toplamca saçma kabul edilen bir kimsedir.
«Millî-his ile. âil arasındaki bağ çok
kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin, olması millî hissin inkişafında başlıca
müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla
işlensin.»'
'
ATATÜRK
DİLDE SADELEŞTİRME GAYRETLERİ VE DİL
İNKILÂBI
Türk
dili, akıncı bir kavmin haberleşme vasıtası, ömrü at üstünde geçen bir milletin
lisanı olması sebebiyle, kendine has birtakım özellikler taşır. Bunların
başında sesli harflerden ve nidalardan zengin bir dil olması ile bol ve çeşitli
fiil tasrifleri ihtiva etmesi gelir. Alp dağlarında, tepeden tepeye seslenen
İtalyan «Anto-nio» ismini çocuğuna takarken, Britanya adalarında yaşayan
İngiliz halkı, ancak yakından söylendiği zaman anlaşılabilecek «Thomas» gibi
adları tercih etmiştir. İşte Türkçenin de nidalardan ve sesli harflerden zengin
yapısı onu bugünkü âhengine, musikîsine kavuşturmuş, anlamadan dinlenmesi bile
zevkli bir dil haline getirmiştir. Fiil zenginliği de, biraz evvel
belirttiğimiz gibi, Türkçenin esas yapısında, kuruluşunda vardır. Meselâ «gidiverecekmişim» gibi bir fiil tasrifini hiçbir dile
tercüme etmek mümkün değilken bugünkü konuşulan İngilizcede «istikbal» siygasmm
bulunmaması, gelecek zamanı belirtmek için fiilin önüne «arzu ve istek»
belirten «ivil!» ekinin konması, birinin akıncı bir millete, diğerinin ise
yerleşik bir kavme lıas ve ora insanlarının ihtiyacına cevap verir dillerden
olması sebebiyledir.
Türkler
imparatorluklar, devletler kurup yerleşmeye başladıktan sonra «mücerred
mefhumlara» ihtiyaç duyulmuştur. Diller de tıpkı insanlar gibi, hayvanlar gibi
birer «canlı varlık» dır. İhtiyacı olan gıdayı
çevresinden alarak gelişir ve büyürler, zenginleşirler. Türk diline de
çevredeki kavimlerin lisanlarının kelimeleri, çoğu zaman birer «fetih ganimeti»
şeklinde girmiş, böylece dilimiz mücerred mefhumlardan da zenginleşmeye
başlamıştır. Her yeni alman kelime dilimizin potasında eritilmiş, dilimizin
gramerine göre şekillendirilmiş ve gene Türkçenin ahenk kaidelerine uygun bir
şekilde telâffuz edilmeye başlanmıştır. Rum’un «Aftendis» i Türkçeye «efendi»,
«kalodromos» u «kaldırım» şeklinde girerken Arapça’nın, asıl kullanılış şekliyle
«büro» anlamına gelen «mekteb» kelimesi «mektep» diye telâffuz edilerek «tahsil
edilen, okunan yer» karşılığı kullanılmaya başlanmıştır.
Göthe’nin
dediği gibi, «bir dilin kudreti kendisine yabancı olan kelimeleri atmasında
değil, onları yutup sindirmesinde kendini gösterir». Zaman gelmiş, artık
«kent» in Sanskritçe, «köşe» nin Farsça, «hikâye» ve «örnek» kelimelerinin
Ermenice, «kaldırım» ve «efendi» nin Rumca olduğunu değil bilen, hayâl eden
bile kalmamıştır.
Türklerin
Müslüman olup İslâm Kültür ve medeniyeti ile temasa gelmeleri, önceleri sadece
birer terim mahiyetinde Arapça kelimelerin dilimize girmesine yol açmış, bu
akım giderek hızını arttırmış, diğer taraftan da Fars kültürü ile temasımız
Farsçadan bazı kelimelerin, deyimlerin de dilimize aktarılmasına sebep
olmuştur. Arapça kelimelerin Türkçeye girmelerinin başlangıç tarihi olarak 10.
yüzyılı gösterebiliriz. Yavuz Sultan Selim, 16. Yüzyılda Çaldıran seferi dönüşü
birçok îran’lı şairi İstanbul’a getirmekle İran kültürü ile yakın temasımızı
sağlamış bulunmaktadır.
Her
aksiyon bir reaksiyon doğurur. Nitekim, 10. yüzyılda
başlıyan Arapça kelime ithali akımına karşılık, çok zaman geçmeden, daha 11.
yüzyılda birtakım tepkiler görülmeye başlanmıştır. Kaşgarlı Mahmut, 1072
yılında yazdığı Divan-ı Lûgat’it Türk’ünde Türk dilinin Arapça kadar zengin bir
dil olduğunu söylüyor, 15. yüzyılda da Ali Şîr Nevâî, Muhakemet’ül Lûgateyn
adlı eserinde Türkçenin Farsçadan daha güzel ve zengin bir dil olduğunu iddia
ve isbata çalışıyordu. 1277 yılmda Karamanoğlu Mehmed Bey bir fermanı ile şöyle
buyurmuştu: «Bundan böyle sarayda, dîvanda ve her yerde Türkçeden başka dil
ile konuşulması yasaktır»...
Türk
dilinde ilk gerçek sadeleşme hareketinin Tanzimat nesli ile başladığını
söyleyebiliriz. Osmanlı toplumu, Tanzimat ile birlikte Batı’ya yöneliyordu.
Artık yeni birtakım ihtiyaçlarla karşı karşıya olan o zamanın mütefekkirleri,
düşündüklerini anlatabilmek için de daha sâde bir dile ihtiyaç duyuyorlardı.
Şinasi, Namık Kemâl, Ali Suavi, Ziyâ Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Şemseydin Sâmi
gibi fikir ve kalem adamlarının bu sadeleşme cereyanının başını çektiğini
görüyoruz. Namık Kemâl, Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınladığı «Lisan-ı
Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bâzı Mülâhazatı Şâmildir» başlıklı makalesinde o
zamanki dil ve uslûbun anlaşılmaz şekildeki ağırlığından şikâyet etmekte idi.
Ahmed
Mithat Efendi, «Osmanlıcanm Islahı» başlıklı yazısında şöyle diyordu: «Gele
gele Osmanlı kitabeti o dereceyi bulmuştur ki, kaleme alman her şeyi ne Arap ne
Acem ve ne de Türk anlamayarak, bu lisan, yalnız birkaç zât arasında tedavül
eder bir lisân-ı hususî haline girmiş ve azlığın çokluğa tabî olması darb-ı
mesel hükmündeyken, bu azlık çokluğu tabî etmek dâvasına düşerek, nihayet
millet adetâ lisansız kalmıştır.»
Türkçede
«tasfiyeciliğin» ilk temsilcilerinin Şemseddin Sâmi, Ahmed Mithat, Emrullah
Efendi, Tepedelenli Kâmil ve arkadaşlarının olduğu görülmektedir. Bu akımın
mensuplan Tanzimatçıların «en sade Osmanlıca» anlayışına karşı çıkarak dilde
«Türkçülük» görüşünü benimsemişlerdir. Bu hareket, dildeki bütün Arapça ve
Farsça kelimelerin atılmasını gaye ediniyordu. Şemseddin Sami’nin,
Osmanlıca’nm, aslında OsmanlIca’dan önce de var olan bir dilin devamı olduğunu
ileri sürüp «Lisan-ı Osmanî» deyiminin. sakatlığına
işaret etmesi, bu devirde bile, hâlâ binlerce yıllık Türkçe’nin bir
imparatorluk hanedanına izafeten «Osmanlıca» diye adlandırılmasındaki hatanın
farkına varılmaya başlandığını gösterir. «Osmanlı
İmparatorluğunun dili» vardı ama bu, hiç şüphe yok ki, Türkçe idi... Geniş
İmparatorluk hudutları içinde yaşıyan toplulukların dillerinden, kültür
alışverişinde bulunduğu ülkelerin lisanından kelimeler almıştı, bir kısmını
sindirmiş, kendi kalıbına döküp eritmiş, bir kısmını da olduğu gibi muhafaza
etmişti; ama bu dil, bu haliyle de «Türkçe» idi. Bugün, geriye dönerek baktığımızda
meselenin bir «terminoloji», «adlandırma» hatasından kaynaklandığını daha iyi
görebiliyoruz. Nasıl ki «Büyük Britanya İmparatorluğu» nun dili
«Britanya’ca» değil, «İngilizce» dir, içinde % 90 a kadar yabancı kelime
bulunsa da, Fransızlar onunla «yanlış telâffuz edilmiş Fransızca» diye lâtife
etseler de, Shakespeare’i ile, bunca zengin kültür
mahsûlleri ile o bir «İngilizce» dir...
Tasfiyeciler
ise Ahmed Cevdet’in İkdam
gazetesi etrafında toplanmışlardı. Bunlar, daha sonra, İkinci Meşrutiyet döneminde
Türk Derneği’ ni kurarak çıkardıkları Türk Derneği, Dergisinde görüşlerini
açıklamaya devam ettiler. Hareketin başını Fuat Köse Raif çekmekte idi. Yalnız,
şuna dikkat edelim ki, o devirdeki «tasfiyecilik» sadece «dili kurtarma»
gayretinden kaynaklanıyordu. Bir ideolojik maksadı ve hedefi olmadığı gibi,
nesiller arasında bir kâvga vasıtası durumuna da gelmemişti.
1911
yılında Selânik’de neşredilmeye başla yan «Genç Kalemler» dergisi etrafında
toplanan Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Kâzım Nami, Âkil Koyuncu gibi yazarlar
«millî bir edebiyat ancak millî bir dille yaratılır» diye «Yeni Lisân Akımı»
m başlatmışlardı. Bu devrin fikriyatını yapmış olan Ziya Gökalp de dil
konusundaki düşüncelerini meşhur Türkçülüğün Esasları eserinde toplamıştır.
îşte,
bir taraftan sadeleşme ve tasfiyecilik hareketleri, diğer taraftan bu dönemin
zengin edebiyat ve kültür mahsûlleri, Cumhuriyet devrine bir hayli mesafe
katederek girmemize sebep olmuştur. Büyük Atatürk’ün dahiyane
müdahalesi ile «Kitap, mektup, kâtip benimdir; ke-tebe, yektübü Arabmdır.
Türk halk dilinde yaşayan, edebiyatında bulunan kelimeler Türkçe-dir» şeklinde bağlanan, sonuçlandırılan dil operasyonları,
maalesef, ondan sonra çığırından çıkarılmış, Atatürk’ün çizdiği çizgiden
saptırılmış ve bir kavga haline dönüştürülmüştür.
Cumhuriyet
sonrası dil hareketlerini üç dönemde mütalea edebiliriz:
1
— 1932 -1934 yılları arasında, çok kısa bir müddet devam eden «tasfiyecilik»
denemeleri. Birinci Dil Kurultayı ile İkinci Dil Kurultayı arasında geçen
yirmi üç aylık süre içinde Türk Dil Kurumu «Tarama Dergisi» ni hazırladı ve
kullanılan Türkçede Osmanlıcadan gelme bir tek kelime bırakmama gayesini güden
bir aşırı tasfiyecilik hareketine önderlik etti. Bu tasfiyecilik dönemi
başarısız bir deneme olmaktan ileri gidememiş, nihayet Atatürk’ün çok yerinde
ve kesin müdahalesi ile son bulmuştur. Bu devirde «Ulus» gazetesi okunamaz
olmuş, gazetenin başyazarı «Falih Rıfkı Atay» «ne yapacağını bilemez hale
geldiğini» ifade etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kendisine «Yazamaz, konuşamaz
olduk» diye şikâyet eden Falih Rıfkı’ya Atatürk’ ün şu cevabı, içine düşülen
durumu açıkça ortaya koyar: «Çocuk, çıkmaza girmişizdir, dili bu çıkmazda
bırakamayız, tabi’î yola döneceğiz»...
Atatürk,
dil inkılâbında çalışmak üzere Yahya Kemâl Beyatlı’yı davet eder. Türk dilinin
büyük ustalarından, son devrin en büyük şairi sayabileceğimiz Yahya Kemâl bu
davete şu sözlerle cevap vermiştir: «Lütfen Paşa
Hazretlerine arz ediniz, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim
dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehimle baş başa kalmak
istiyorum. Beni affetsinler.»
Nitekim,
tasfiyecilik denemesinin çıkmaza girdiğini ve fayda yerine büyük zararlar
getirdiğini hisseden dahi Kurtarıcı, dilimizi de bir defa daha kurtarmış, bir
çeşit «sosyal histeri nöbeti» halini alan çırpınmalara son vermişti. Gene bir
toplantıda Atatürk ile Yahya Kemâl Bey-atlı’yı birlikte görüyoruz. Atatürk
şairden birkaç şiirini okumasını ister ve şiirleri dinledikten sonra: «Beyler!.. İşte hakikî ve güzel Türkçe bu-dur! Yahya Kemâl Bey,
hatırlıyor musunuz? Sizi dil çalışmalarına, davet ettiğim zaman bana ‘benim
dilde ilmim değil, sâdece vehmim vardır, müsaade edin, ben bu vehimle haşhaşa
kalayım’ demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki, dil dâvâsmda siz haklı
çıktınız...» der. Yahya Kemâl Bey’in cevabi:
«Paşam, size karşı haklı çıkmak çok tehlikeli değil mi?» olmuş, Büyük Atatürk
bu sözdeki nükteyi de çok iyi an-hyarak konuşmasma şöyle devam etmişti: «Hayır, aslaa... Çünki bu ayni zamanda bizim
millete ve târihe karşı haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki vehminiz bizi
bugün mes’ud ediyor... Görüyorsunuz ya Beyler, Yahya Kemâl Beyin vehmi sizin
ilminizi mağlûp etti...» Bu sözlerde,
çevresindekilerin «tasfiyecilik» gayretlerini «ilim» kisvesi altında yutturmaya
çalışmalarına ne güzel bir cevap ve ne derin bir istihza vardır. Bugün sağ olsa
idi, sadece istihza ve tariz ile kalmaz, herhalde birtakım dil parazitlerine ve
kendisini dilci sanan histeriklere meydanı bırakmazdı.
Tasfiyecilik
devrinin ana çizgilerini ve Atatürk’ün bu hareketlere son verme gayretlerini
belirlemek için iki vesikayı daha takdim ediyorum.-
Atatürk’ün
Dil Kurumana gönderdiği iki tebrik telgrafı:
26.9.1934:
Dil
bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden ulusal
ku-rumlarmdan birçok kutunbilikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç
duydum. Ben de kamuyu kutlarım.
Gazi
M. Kemâl
27.9.1937
(yani bundan üç sene sonra)-.
Dil
bayramı münâsebetiyle Türk Dil Kurumunun hakkımdaki duygularını bildiren
telgrafınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder,
değerli çalışmalarınızda muvaffakiyetinizin temâdisini dilerim.
K.
Atatürk
2—
Böylece dil inkılâbında ikinci safha açılmış, «tasfiyecilik» terkedilerek
yerine «sadeleştirme» hareketleri başlamış oluyor. Atatürk’ ün arzusu
ile Türk Dil Kurumundan ayrı bir «Osmanlıcadan Türkçeye Klavuz Komisyonu»
kuruluyor; bu komisyonun başma Falih Rıfkı Atay getiriliyor ve bu komisyon,
24.9.1934 tarihinde «Osmanlıcadan Türkçeye Cep Klavuzu» hazırlamaya başlıyor.
Benim yaşımda olanlarm çok iyi hatırlayacakları bu klavuz ilk
öğrenim yıllarımızda bize dilimiz hakkında en iyi yol gösterici olmuştu.
Atatürk’ün kendi eliyle yazdığı ve klavuza alınmasını istediği «Türkçe»
kelimeler arasında «Sabah, Millet, Devir, Zaman, Düstur, Hat, Hatır, Hatıra,
Hak, Hakikat, Defi, Müdafaa, Defa, Kuvvet, Sulh, Sükûn, Sakin, Kemâl, Tekâmül,
Kâmil, Tekmil, Mükemmel, Tekemmül» gibilerini sayabiliriz. Bu kelimeler Ulus
gazetesinde bir anket şeklinde neşredilmiş ve ikinci safha da Atatürk’ün,
Komisyon Başka-nına şu sözleri ile kapanmıştır: «Memleketin
en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lügatten ibaret. Bu Tarama
Dergileri ve Cep Klavuzları ile bu iş yürümez. Falih Bey, biz Osmanlıcadan ve
batı dillerinden istifadeye mecburuz.»
'
3
Atatürk’ün etimoloji anketleri ve Ulus gazetesindeki yayınlarla dil devrimi
üçüncü ve eıf önemli safhasına girmiş bulunuyor: «Güneş-diF teorisi» safhası.
Atatürk, Güneş-dil teorisi ile Osmanlı edebiyatında kullanılan pek çok
kelimelerin Türkçe olduğunu ve Türkçede kalma-smın dil inkılâbına aykırı
olmadığını belirtmiş, dil devrimini böylece manâsız zorlamalardan ve zevksiz
uydurmalardan kurtarma gayretini gütmüştür.
Dil
hareketleri bu suretle şiddetini kaybetmiş, Türk dili zaman içinde normal
tekâmülüne bırakılarak «inkılâb» m yerini «inkişaf», «devrim» in
yerini «gelişme» almış idi. Zaten bir toplumun devamlı inkılâb içinde, devrim
içinde yaşaması mümkün değildi. Gittikçe hızını arttıran inkılâb hareketlerinin
o toplumu tahribetmesi tehlikesi gözden kaçırılmamalı idi. Bu sükûnet devri
1960 lara kadar devam etti ve sonra gittikçe artan bir şekilde gene hızını
arttırmaya başladı. Bu de-faki dil müdahaleleri aslâ Atatürk devrindeki Türk
Dilini Sadeleştirme gayret ve hedefleri ile ilgili değildi. Dikkat edilirse
196O’h yıllarda memleketimizde önce mâsum talebe istekleri şeklinde başlayan ve
gittikçe sokak gösterilerine ve kan dökülmeye kadar giden bir anarşi tırmanışı
da ilk belirtilerini göstermeye başlamıştır. Artık Türk toplumu, Türk Milleti
ve Devleti yıkılmaya, kökünden değiştirilmeye, hattâ imhaya gayret edilmekte, yeni
dil devrimi diyeceğimiz çalışmalar da toplumu yerinden oynatmaya çalışan
manivelânın bir desteği şeklinde kullanılmakta, ortaya konmaktadır. Bu defa
sahnelenen oyun «dilin sadeleşmesi» değil, bir «kültür devrimi» dir. Türk
kültür ve harsı devrilecek, yerine yeni bir kültürle birlikte yepyeni bir
rejimin tohumları atılacaktır. Bu seferki «dil devrimi» üç koldan
ilerlemektedir:
·
1 — Yeni ve uydurma kelimelerin dile
sokulması ve Türkçe diye kabul ettirilmesi. Böy-lece nesillerin anlaşma
imkânının ortadan kalkması.
·
2
— Birkaç birbirine zıt mefhumun bir kelime ile ifade edilmesi sonucu dilin
ifade gücü bakımından fakirleştirilmesi.
·
3
— Türkçenin ahenginin ve musikîsinin bozulması.
«Tavşan
yiyen» manâsına «tavşancıl», «balık yiyen» kuşu anlatmak için «balıkçıl»
denirken «asil ve soylu» yerine tamamen bir gramer hatası ye cahillik nümunesi
olarak «soycul» teklif edilmektedir. «Şart koşma» nın fiili olduğu halde bir
mantık kusuru şeklinde «şart» karşılığı «koşul» kullanılmıştır. Türkçenin ne
yapısına, ne gramerine ve ne de âhengine uymayan «yapıt» kelimesi bir
zevksizlik örneği olarak ortadadır. Fransızcaya benzetilerek uydurulan «imge»
ve «simge» kelimeleri, Farsça’dan zorlama ile türetilmiş ve «mecburî» karşılığı
kullanılan «zorunlu», Türkçe ile gerek manâ ve gerekse şekil bakımından hiçbir
alâkası olmayan «uygar» ve «uygarlık» kelimeleri bugün bozuk para gibi
harcanmakta, bilir bilmez herkesin dilinde, neye karşılık verdiği anlaşılmadan
kullanılmaktadır. Bir toplumda bundan daha iyi bir yolla anarşi ve «kavram
kargaşalığı» yaratılabilir mi? Böyle bir ortamda düşünmek, düşündüğünü
yazabilmek ve söyleyebilmek mümkün müdür? Ve böyle bir toplum için «ilerlemiş»,
«medenileşmiş» denebilir mi?
«Kanaat»
yerine «kandırmak, aldatmak» manâsma gelen «kanı» nm kullanılması, Anadolu-da
«kibirli adam» demek olan ve aslen Fran-sızcadan dilimize girmiş «onurlu» nun
hem «şerefli», hem «haysiyetli» hem «itibarlı» ve hem de «kendini beğenmiş,
kibirli» karşılığı kullanılması, «öneri» nin ayni zamanda «teklif, tavsiye,
takrir» manâsına gelmesi, hem «iddia» ya ve hem de «müdafaa», >ya «savunma»
denmesi dilimizin,' dolayısiyle düşünce hayatımızın ve top-lumumuzun içine
düştüğü faciayı açıkça göstermiyor mu? Zorlaya
zorlaya Ermeniceden «Örneğin» i aldık, şimdi çocuklarımız «örneğin meselâ»
diyerek gülünç bir duruma düşüyorlar.
Bir
yandan da Türkçe imlâdan uzatma ve inceltme işaretleri kaldırılarak bu acaip
«devrim» başka bir şekilde körüklendi; Artık kâtip’i katip, imlâ’yı imla, lakin’i
lâkin, cilâ’yı cila şeklinde söylüyoruz. ’Yanımda
yıllardır çalışan bir mesai arkadaşıma «tâmim» demesini öğretemedim. «Efendim,
bakanlığın bir tâmim’ini getirdim» diyor hâlâ...
Dert
büyük, devası da çok zor. Dünyanın
en saçma fikrine tekrarlıya tekrarlıya insanlar inandırılır ve bir fikrin
inananlarının çok olması da onun saçmalık vasfını ortadan kaldırmaz.
Memleketimizde bir sosyal histeri, hattâ sosyal cinnet devri yaşadık, anarşi
günlük hayatımızın bütün safhalarına girdi ve bu arada dilimiz de tecâvüze,
tasaddîye uğradı.
Büyük
Atatürk’ün doğumu 100. yılını geçmişken onun hatırasına yapılan
saygısızlıkların en başında onun dil hakkındaki düşünce, emir ve direktiflerini
saptırmak, tahrif etmek gelir. Cinnet o dereceye varmıştır ki, Atamızın Gençliğe
Hitabesi, o edebiyat şaheseri, Türk dilinin o ölmez eseri bile bu tecâvüzden
kurtulamamıştır. «Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur»
cümlesini «Gereksindiğin güç damarlarındaki soycul kanda vardır» diye değiştirmek
saygısızlığını gösterenlere hep beraber karşı durmamız, dilimizi de, bütün
sosyal müesseselerimiz gibi, tecavüzden ve tasalluttan kurtarmamız tek tek
hepimizin vazifesidir.
GEORGE ORWELL’İN 1984 Ü
Roman
bu ya... 1984 yılında dünya üç sü-per-devlet arasında paylaşılmıştır: Amerika
Birleşik Devletleri’nin İngiltere’yi hâkimiyeti altına alması ile meydana gelen
OKYANUSYA, Rusya’nın Avrupa’yı işgali ile teşekkül eden AVRASYA
ve Çin’in Japonya, Moğolistan ve Tibet’e yayılması ile ortaya çıkan DOGASYA.
Bu üç devlet aralarında devamlı savaş halindedirler. Her biri zaman zaman
bir diğeri ile dostluk kurarak diğeri ile savaş yapar ve bu dostluk-düş-mânlık
bağlantıları her an değişebilir. Değişmeyen şey savaşın kesintisizce sürüp
gitmesidir. Ancak, savaş eski klâsik manâsını kaybetmiştir. Artık düşmanı
yoketme gayesi yoktur. Savaştan kimsenin galip çıkması da beklenmemektedir.
Savaşan taraflar arasında gerçek bir ideolojik farklılık olmadığı gibi
savaşmaktan herhangi bir maddî çıkar da beklemezler. Bu savaşların ana hedefi
makinelerin, ürettiği malları, genel hayat standardını yükseltmeden tüke-tebilmektir.
Bu düzen içinde insanlar devamlı ihtiyaç ve yokluk içinde tutulmakta ve meselâ
pek azı yeterince yiyecek bulmaktadır. Buna karşılık «onûncu üç yıllık kalkınma
plânında ayakkabı bağı kotasının % 85 ine ulaşıldığı» gibi propaganda
konuşmaları her zaman tekrarlanmaktadır. Ayrıca, savaş halinde, yani tehlike
içinde bulunulduğunu bilmek, bütün politik gücün küçük bir sınıfın elinde
toplanmasının, sağ kalmanın tabiî ve kaçınılmaz bir şartı olarak ortaya
konmaktadır. Yani, savaş, yalnızca gerekli tahribatı yapmaz, bunu kişilerin
psikolojik bakımdan kabullenebilecekleri bir biçime sokar. Bu paradoks «SAVAŞ
BARIŞTIR» sloganı ile işlenmektedir.
Sistemin
ikinci- temel vasfı «BİLGİSİZLİK KUVVETTİR» deyimi ile ifadesini
bulmaktadır. Orvvell’in 1984’ünde Okyanusya’da «İngsos» (İngiliz
Sosyalizmi), Avrasya’da «Neo-bolşevizm» ve Doğasya’da «Ölüme tapma» doktrinleri
hakimdir. Bu siyasî doktrinler hürriyetsizliği ve
eşitsizliği şuurlu bir gaye olarak benimsemişlerdir. Medeniyetin ilerlemesine
son vermek ve tarihi belirli bir anda durdurmak nihaî hedefleridir. Geçmiş
devamlı surette değiştirilmektedir. Meselâ bugün meydana gelen bir olay, Parti’
nin bundan 10 sene önceki bir beyanatnıa aykırı düşüyorsa «Doğruluk Bakanlığı»
ndaki bu işle vazifeli daire derhal bütün eski neşriyatı, gazete nüshalarmı
falan bulur, elden geçirir ve 10 sene evvelki beyanat bugünkü hadiseye göre
değiştirilerek yeniden basılır. Eski nüshalar da derhal yok edilir.
Okyanusya
toplumunun tepesinde «Ağabey» bulunur. Kimsenin yüzünü görmediği, nerede
oturduğunu bilmediği ama bütün gücü elinde toplayan «Ağabey» hiç yanılmaz. Her
başarı, her türlü bilgi, mutluluk onun önderliğinden kaynaklanır. Duvarlarda
metrelerce posterleri, afişleri bulunmaktadır. Her yerde şu söz yazılıdır:
«Ağabeyin gözü sende!». Nitekim «Tele-Ek-ran» denen ve ahcı-verici şeklinde
çalışan cihaz her evde, her odada, her yerde vardır. Bütün Okyanusya fertleri
kendilerinin her an Ağabey tarafmdan gözetlendiğini bilmektedirler. Okyanusya
nüfusu üç sınıftan teşekkül eder: % 2 kadarını «İç Parti Üyeleri» oluşturur.
Bu, Parti’ nin ve devletin beynidir. Bunun altında «Dış Parti Üyeleri» sınıfı
gelir. Bunlar da Parti’nin elleri sayılabilir. En alt düzeyde nüfusun % 80 ini
teşkil eden «çalışanlar (proleter) sınıfı», yani «Prol» 1er bulunmaktadır. Her
inanç, her alışkanlık, her duygu ve tutum aslında Parti’nin «mit» ini ayakta ve
devamlı tutmak, çağdaş toplumun niteliğini, vasıflarını gizlemek içindir.. Fertler bilgisizlik ve tarihin yok edilmesi, geçmişin
devamlı bir şekilde değiştirilmesi yüzünden, dünyanın «başka türlü de
olabileceği» ni akıllarından bile geçirmezler. En büyük suç «düşünce suçu» dur
ve işkence ile, idamla cezalandırılır. Düşünce suçlularını
bulup yakalamak için «Düşün-polisi» denen bir görevli sınıfı meydana
getirilmiştir. İnsanlar, parti tarafmdan ileri sürülen birbirine zıt iki görüşü
beraberce ve rahatça benimseyecek şekilde şartlandırılmış-lardır. Buna
«Çiftdüşün» denmektedir. Meselâ, Barış Bakanlığı’nın savaşla, Gerçek
Bakanlığının yalanlarla, Sevgi Bakanlığı’nın işkence usûlleri ile uğraştığını
herkes bilir ve bunu şuurlu olarak kabul eder, çiftdüşün tekniği ile de
kabullenir, içine sindirir. Bolluk Bakanlığı yoklukla meşgul olmakta, meselâ bu
ayın «çukulata tayınını on beş gramdan on grama indiren» bildiriler
yayınlamaktadır. Eğitim durmuş, medeniyetin ilerlemesi önlenmiş, bilgi
yasaklanmıştır. Herkesin hayatı sadece Parti tarafından şırınga edilen
sloganlarla yönlendirilmektedir.
Üçüncü
prensip «HÜRRİYET KÖLELİKTİR» kelimeleriyle şekillenmiştir. Bu düzen içinde her
türlü hür düşünce, sadece düşünce değil, meselâ açlık, seksüel arzular gibi
basit insiyakler dahi ezilmeye mahkûmdur. Geçmişteki totaliter idareler
vatandaşları devamlı göz önünde tutma imkânını elde edememişlerdi. Halbuki 1984’ün Okyanusya'sında televizyonun hem alıcı ve
hem de verici olarak kullanılabilmesi ile özel hayat denen şeyhi de sonu
gelmiştir. Artık her yurttaş günün yirmi dört saati polisin gözü önündedir ve
hiçbir zaman kapatma imkânı olmayan tele-ekran’lardan resmî propagandayı
dinlemek zorundadır. Herkes devletin isteğine kesinlikle boyun eğmek ve ayni
görüşü benimsemek mecburiyetindedir. Özel mülkiyet tamamen kaldırılmıştır.
Parti üyeleri bile bir avuç şahsî eşyasından başka hiçbir şeyin sahibi
değildir. Ama Parti, kollektif olarak Okyanusya’nın bütün mal varlığına sahip
bulunmaktadır. Her Parti üyesi doğduğu günden ölünceye kadar Düşünce Polisi’nin
gözü önünde yaşar. Yalnız kaldığı zaman bile yalnız olduğuna güvenemez. Nerede
olursa olsun, uyurken de, uyanıkken de, işinde de, dinlenirken de, yatağında
da, banyosunda da, önceden uyarılmadan, denetlendiğinin farkında olmadan
denetlenir; Sadece yaptıkları değil, jestleri, mimikleri, herkesten farklı
olabileceğini gösterir en ufak bir özelliği gözden kaçmaz. Ayrıca, ne yapması,
nasıl davranması gerektiğini belirten bir kanun da yoktur. Esasen Okyanusya’da
kanun yoktur. Görülüp tesbit edildiğinde Ölüm cezası ile cezalandırılan düşünce
ve eylemler resmen yasaklanmış değildir. Parti üyelerinin sadece düşünceleri
değil, içgüdüleri, insiyakleri de istenene uygun olmalıdır. Meselâ cinsî
birleşme sadece çocuk peydahlamak için ve herhangi bir ruhî veya bedenî zevk
duyulmadan yerine getirilmelidir.
Orwell,
«Geleceğe veya geçmişe, düşüncenin hür olduğu zamana, insanların birbirlerinden
farklı oldukları, yalnız yaşamadıkları, gerçeğin varolduğu ve yapılanın
silinemediği bir zamana, Birörneklik çağından, yalnızlık çağından, çiftdüşün
zamanından, Ağabey’in çağından selâm!» diye sesleniyor.
Eser
dilimize de çevrilmiştir (1).
Burada hayal edilen toplumun dilinden söz etmek istiyoruz. Her ne kadar bir
«kurgu-bilim» (science-fiction) romanı ise de pek de «olmayacak şeyleri» hayâl
ettiğini söyleyemiyeceğimiz bu eserde sözü edilen dil, günümüzde olup biten
birçok şeyi acı acı hatırlatmaktadır.
Dil,
düşüncenin âletidir. Dil ile düşünürüz. Bir taraftan da bizzat düşünce dil ile
varolur. Bir irisanm diline hakim olan onun
düşüncesine hakim olacaktır. Bir milletin dilini ele geçiren ise onun her
şeyini hükmü altma alacaktır.
1984
romanında George Orwell, Parti’nin meydana getirdiği «Yenidil» ile nasıl
insanların düşüncesini değiştirdiğini ve onları köleleştirdiğini çok güzel
anlatıyor. Romanın kahramanlarından biri «Yenidil» i şöyle tarif etmekte:
«Anlamıyor
musun! Yenidil’in
amacı düşünce alanını daraltmak. Tek amaç bu! Sonunda düşün suçu işlenmesini
hemen hemen imkânsız hale getireceğiz. Çünkü öyle bir suçun işlenmesine meydan
veren kavramlar ortadan kalkmış olacak. Gerekli olan her mefhum, yalnız ve tek
bir anlam taşıyan tek bir kelime ile ifade edilecek. O kelimenin ikinci, üçüncü
derecedeki manâları çoktan unutulmuş olacak. Her yıl kelime sayısı biraz daha
azalacak, düşünce alanı biraz daha daralacak. Sonunda*düşünce suçu işlemek için
herhangi bir sebep yok. Dil kusursuz hale gelince devrim de tamamlanmış olacak.
İngsos Yenidil, Yenidil de İngsos demektir.».. «Sizin gibiler bizim yeni kelimeleri türettiğimizi
sanıyorsunuzdur. Değil halbuki! Kelimeleri kaldırıyoruz
biz! Her gün yüzlerce kelimeyi dilden atıp yokediyoruz. Hiçbir fazlalık
bırakmıyacağız dilimizde...»
Romanda
tarif edilen dil, «İngsos» dışındaki bütün düşünce tarzlarını imkânsız
kılacaktır. Sapık ve uygunsuz düşünceyi sembolize eden kelimeler atılmaktadır.
Meselâ, lügatlerde «hürriyet» kelimesi bulunsa bile bu ancak bağlı olmayan,
başıboş manâsına gelebilir ama «politik hürriyet» veya «düşünce hürriyeti»
anlamını asla taşımaz. Yenidil, düşünce alanını genişletmek değil, daraltmak
amacı ile geliştirilmiş bir dildir. Bu sebeple kelime sayısı
azaltılmaktadır. Yenidir de kelimeler A, B ve C kategorilerine ayrılmaktadır.
A
kategorisi: Günlük hayatın
ihtiyaçları için kullanılan kelimelerdir. Yani, yemek, içmek, giyinmek,
merdiven inip çıkmak... gibi. Bu sınıfa giren
kelimelerin hemen hepsi bilinen «vur, kır, koş, in, bin» gibi kelimeler olup
sayıları şimdikinden çok daha az, anlamları daha kesindir. Anlam bakımından
birbirine yakın iki kelime bulunmaz, bir kelime de birbirine yakın iki manâ
taşıyamaz. Bu kelimeler konuşma dilinde, müzikteki staccato diye
adlandırılan tempo ile, kesik kesik, mümkün olduğu
kadar az heceli söylenen sözlerdir. Bunların politik veya filozo-fik
tartışmalarda, sanat çalışmalarında kullanılması imkânsızdır.
Yenidil’de
gramerin bellibaşlı özelliklerinden biri isimlerin fiil, fiillerin sıfat,
sıfatların isim gibi kullanılabilmeleridir. Meselâ, düşünce ve düşünmek kelimelerinin
yerine kullanılan düşün hem düşünce, hem fikir ve hem de düşünmek
anlamına gelmekte, böylece isim, sıfat ve fiil olarak kullanılabilmektedir.
Bugünkü uydurmaca dil ile romandaki Yenidil arasında karşılaştırma yapmayı
okuyucularımın anlayış ve idrâkine bırakıyorum. Ancak bazı çarpıcı misâlleri
vermekte de fayda ummaktayım. Meselâ, «sormak» fiilinden 3 üncü şahıs emir
yapmak istersek «sorun» deriz. «Siz onu bana sorun» gibi. Şimdi, kendi başına
bir fiil zamanı olan «sorun» kelimesi «mesele» karşılığı, yani isim olarak
kullanılmaktadır. 1984 romanında Orwell de kesmek fiilinin atılarak yerine, hem
«kesmek» ve hem de «bıçak» anlamına «bıçak» kelimesinin kullanıldığını
söylüyor. Gene bu sistem içinde zıt manâlı kelimelerden biri dilden atılmakta
ve meselâ tek bir «ışık» kelimesinden «ışıklı, ışıksız,
ışıkmak, ışıkmamak (aydınlatmak ve karartmak), çiftışıklı (çok
aydınlık), çiftartıışıklı (pırıl pırıl aydınlık), çiftışıksız (çok
karanlık) gibi çeşitli kelimeler türetilmektedir. Dilimize sokulmak istenen «içalım, dışsatım, eşgüdüm kelimeleri bu
usûlle türetilmiş veya uydurulmuş deyimlerdir.
Gene
günümüzde «Öztürkçe» diye kabul ettirilmek istenen «uydurma dil» de «düşünmek»
fiilinden yapılan ve «fikir» karşılığı kullanılan «düşün» deyimi, «tesir etmek»
birleşik fiilinden sadece «etmek» fiilini alıp «tesir» yerine kullanılmak üzere
ortaya atılan «etki» kelimesi, Orwell’ in romanmda anlattığı ve hayâl mahsûlü
dünyanın sakat kelimeleri ile şaşılacak derecede bir benzerlik göstermektedir. Bir
milletin dili ile böylesine oynanması, sadece Türkiye’de ve Türkçe üzerine
yapılan bir ameliye şeklinde, tek misâl olarak tarihe geçecektir.
B
kategorisi: 1984
romanında B kategorisi içine giren yenidil kelimelerinin, politik maksatlara
hizmet eden birleşik kelimelerden meydana geldiği anlatılmaktadır. Bunlar
mutlaka politik Dir anlam taşıyan, bunun yanısıra, kullanan kişiye amaca uygun
bir ruh hali veya düşünce yapısı aşılaması beklenen kelimelerdir. B grubu
kelimelerin hepsi birleşik kelimelerdir. İki veya daha fazla kelimenin veya bu
kelimelerin kolayca söylenebilen hecelerinin bir araya getirilmesi ile teşkil
edilirler. Bu birleşmeden bir çeşit isim-fiil ortaya çıkar. Bunun iyi bir
örneği «iyi-düşün» dür. Rejimin gerektirdiği politik inanç bütünlüğünü ifade
eden bu deyim eski felsefedeki «ortodoks» tabirine benzer bir manâ
taşımaktadır. Fiil olarak ele alınırsa iyidüşünmek, iyidüşündü,
iyidüşün gibi değişik biçimlerde kullanılabilir. Sıfat olarak ise iyidüşündolu
kişi, iyi-düşünür şekillerinde kelimeler tertibedilebilmek-tedir. Düşün-suçu
(fikir suçu), suç-dur (fikir suçu işlemeye mani olmak), Sev-bak (Sevgi
Bakanlığı) , Bar-bak (Barış Bakanlığı), Bol-bak (Bolluk
bakanlığı) , Ger-bak (Gerçek Bakanlığı) bu gruptan kelimelere
misâllerdir.
Roman’da,
o tarihte devletin resmî yayın organı olacak olan Times gazetesinde çıkan bir
başmakaleden söz ediliyor: Eskidüşünürler İng-sosu yürekduyamazlar
başlığını taşıyan bu başyazının manâsı şöyle: Düşünce biçimleri, kafa yapıları
devrimden önce gelişen kişiler İngiliz sosyalizminin ilkelerini içten
duygularla benimseyemezler...
1984
romanında anlatılan rejimde her kurum veya kuruluşun, her halk topluluğunun,
her ülke veya doktrin, yahut da kamuya ait yapının adı kısaltılıp herkesçe
tanınan bir ad haline, birkaç hecelik bir terim haline getirilmektedir.! Meselâ Arşiv Dairesi Arböl, Yazı dairesi Yazböl
olmuştur. Bu çeşit kısaltmalara tarihte çok Taşlanmaktadır:
nazi, gestapo, komintern gibi. O tarihlerde insiyaki bir şekilde benimsenen bu
işlem Yenidil’de şuurlu bir maksatla kullanılmıştır. Kelimelerin kısaltılması
ile anlamların da daraltıldığı ve —belirli bir kelimenin yalımda getirdiği
çağrışımların, tedailerin yok edilmesi ile— küçük bir anlam değişikliği,
meydana'getirilmiştir. Meselâ, komünist enternasyonal dendiğinde insanın
aklına evrensel işçi hareketleri, kızıl bayraklar, Paris komünü, Kari Marx
gelir ama komintern, özellikleri belli bir doktrinle bir teşkilâttan
başka bir şeyi tedai ettirmez.
Yenidil’in
kelimeleri kesin ve sınırlı manalar taşırlar ve mutlaka seslerde uyuma,
kafiyeye riayet edilir. Politik amaçlar, yanılmaya yer bırakmıyan, hızlı
söylenebilecek, dinleyende olabildiğince az çağrışım uyandıracak kelimeler
gerektirdiğinden bu hususa büyük dikkat sarfedil-mektedir. Bu kelimelerin hepsi
(iyidüşün, dü-şünsuçu, prolyemi, İngsos, kıvançkamp, yürek-duyu, çiftdüşün,
düşünpol gibi), üç veya dört heceli kelimelerdir ve hecelerin her biri
hemen hemen ayni ölçüde vurgulanır.
Onvell’in
hayâlinin mahsûlü olan bu çeşit kelimeleri yakın geçmişimizde görmedik mi, halâ
da kullanmıyor muyuz? Pol-der, Töb-der, Disk bunun en açık misâlleri değil
midir? Bu romanı, kısmen de olsa, biz yaşamadık mı?
Orwell
devam ediyor: Bu kelimelerin kulla-mlması ile hızlı ve tekdüze bir konuşma
ortaya çıkar. İstenen de budur. Amaç, konuşmayı, özellikle ideolojik rengi
olabilecek konuşmayı, insan şuuru denen şeyden olabildiğince ayrı tutmak, konuşmayı
düşünceden bağımsız kılmaktır. Günlük hayatta konuşmadan önce biraz
düşünmek gerekebilir; ama politik veya etik konularda görüş belirtmesi gereken
parti üyeleri partinin uygun bulduğu fikirleri —makineli tüfek ateşi gibi — hiç
durmadan, duralamadan, düşünmeden sıralayabilmelidir.
Dilin
kısırlaşması, sözlerin, kelimelerin sayısının azaltılması da bu çeşit mekanik
konuşmada son derecede faydalı sonuçlar vermektedir. Çünkü seçme alanı
daraldıkça düşünme isteği — veya düşünme tehlikesi— de azalır. Sonunda beyin
merkezlerini hiç çalıştırmadan, ses tellerinden anlaşılabilen sesler çıkaracak
bir millet, bir insan topluluğu yetiştirilmiş olur.
Yakın
geçmişimizdeki olaylara karışan ve beyni yıkanmış, sloganlarla düşünebilen,
daha doğrusu düşünme imkânını da kaybetmiş, ancak sloganlarla konuşabilen ve
harekete geçebilen gençlerle konuşmalarımızda en dikkatimi çeken husus şu
olmuştu: Bir konu üzerinde fikrini soruyorsunuz, kendisine öğretildiği, talim
ettirildiği şekilde, sloganlarla, «prefabrike» cümlelerle konuşmaya başlıyor.
Mükâleme esnasında ses tonu hiç değişmemekte, vurgulara ve ahenk
değişikliklerine raslanmamaktadır. Konuşmayı bir yerinden kesip bir şey sorun.
Sanki şiir ezberlemiş de okurken kesilmiş gibi, mükâlemeye yeniden
başlayabilmesi, ancak metni tekrar başından alması, konuşmaya bıraktığı yerden
değil de en başından başlaması ile mümkündür. Çünkü konuşma bir fikir mahsûlü,
bir düşünce ürünü olma vasfını kaybetmiştir.
C
kategorisi: bütüniyle ilmi
ve teknik terimlerden oluşmuştur. Bu terimler, istenmiyen çağrışımları önlemek
maksadiyle kesin ve sınırlı manâlar taşırlar. Günlük konuşmalarda hiç
kullanılmazlar. Bir ilim adamı veya bir teknisyen sadece kendi alanına ait
terimleri bilir. Terminolojide bütünlük tamamiyle önlenmiş, bir düşünce metodu
veya zihin çalışması olarak «ilim» kavramı ortadan kaldırılmıştır.
George
OrweH’in 1984 ü şu cümlelerle-bitiyor:
«Yenidil
tam anlamiyle benimsenip Eskidi! unutulduğunda,
geçmişle aramızdaki bütün bağlar da kopmuş olacaktır. 1984 de tarih yeniden
yazılmıştı ama, şurada burada, gerektiğince
denetlenmemiş birtakım yazılar bulunabilirdi. Ama Eskidil büsbütün ortadan
kalkmca eski çağlardan kalma metinler — kalmışsa tabi’î — okunup
anlaşılamıyacağı gibi, basit teknik konuların veya günlük hayat konuşmalarının
dışında kalanların Yenidil’e çevrilmesi de imkân dışı olacaktır. Tatbikatta,
1960 öncesinde yazılan hiçbir kitabın tam olarak Yenidile çevrilememesi
demektir bu. Devrim Öncesi edebiyat ancak ideolojik tercümeye, yeni dille
birlikte anlamın da değişmesine elverişlidir...»
Kurgu-bilim
(science-fiction) romanlarına konu olacak bu maceranın dilimizde yaşatılmasına
karşı durmak Türk diline gönül vermiş herkesin vazifesidir.
KAYNAKLAR
ABSE,
Wilfred - Speech And Reason, Language Disorder in Mental Disease, John Wright
and Sons Ltd., Bris-tol, 1971.
Anayasa
Karşısında Türk Dili ve Kanunlarımız — Türk Dilini Koruma ve Geliştirme
Cemiyeti Yayınlarından / 1, 1972.
AYDIN,
Betül — Şizofren konuşmasının informatif değeri üzerine bir araştırma Doktora
Tezi, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak. Psikiyatri Kliniği, İstanbul, 1980.
BANARLI,
Nihat Sami — Türkçenin Sırları, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1972.
CHUSID,
Joseph G. and McDONALD, Joseph J. — Cor-relative Neuröanatomy and Functional
Neurology, Lan-ğe Medical Publications, Los Altos,
California, 1967.
Disorders
of Language — Ciba Foundation Şymposium, Edited by A.V.S. Rueck and Maeve
O’Connor, J.A. Churchill Ltd., London, 1964.
ERGİN,
Muharrem — Türk Dili Dersleri, I. Millî Eğitim Bakanlığı, 1976.
FOLSOM,
Franklin - L’Histoire du Langage (Adaptation Française: Pierre Viery) 3. ed.
Grosset and Dunlap Inc. New York, 1968.
FREEDMAN,
Alfred M., KAPLAN, Harold I. and SADOCK, Benjamin J. —
Modern Synopsis of Psychiatry / II, The Wilkins Co. Baltimore, 1977.,
FRY,
D.B. — The Physics of Speech — Cambridge Text-books in Linguistics, Cambridge
Univ. Press, London, 1979.
GÜMÜŞ-İZ,
Osman — Dil Devrimi, Hareket, 81 /Evlül 1972.
GÜRÜN,
Kâmuran— Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1981.
HACIEMÎNOöLU,
Necmettin — Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul,
1975.
KAHRAMAN;
Âlim — Dil Türeyiş Teorileri veya «Çağdaş Bilimsel
Zihniyetsin bir yüzü, Mavera (Aylık Edebiyat Dergisi), Ankara, Temmuz 1981, No.
56.
KORKMAZ,
Zeynep — 1985, Dil inkılâbının Sadeleşme ve Türkçeleşme Akımlan Arasındaki Yeri.
— Türk Dili, C. XLIX, Sayı: 401, Mayıs, 1985.
LINGS,
Martin — Antik inançlar, Modem Hurafeler (Çeviren: E. Harman / U. Uyan) Yeryüzü
Yayınları, Mayıs, 1980.
ORWELL,
George — 1984. Türkçesi: Armağan ilkin, Kele--bek Yayınları, İstanbul, 1983.
ÖZDEM,
Ragıp — Dil Türeyiş Teorilerine Toplu Bir Bakış, TDK, Ankara, 1944. Türk Dili
ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, «Dil» maddesi, Cilt 2, İstanbul,
1977.
RENAN,
Emest — De l’Origine du Langage, Paris, 1964.
SEYYÎD
HÜSEYİN NASIR — Batı île Hesaplaşırken, Yeni Devir, 28/1979.
SONGAR,
Ayhan — Psikiyatri (Modem Psikobiyoloji ve Ruh Hastalıkları) Geçit Kitabeyi,
İstanbul, 1977.
SONGAR,
Ayhan — Beynimiz ve Sinirlerimiz, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1979.
SONGAR,
Ayhan — Sibernetik, Yeni Asya Yayınlan, Is-lanbul, 1979.
SONGAR,
Ayhan — Biyofizik Dersleri (Sibernetik), İstanbul, 1980.
TİMURTAŞ,
Faruk Kadri — Türkçemiz ve Uydurmacılık, Boğaziçi Basım ve Yayınevi, İstanbul,
1977.
TİMURTAŞ,
Faruk Kadri — Yeni Kelimeler Sözlüğü, Umur Kitapçılık, İstanbul, 1979.
Türkiye’de
Kültür İhtilâli mi? — Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti Yayınlarından /
2, İstanbul, 1972.
Yeni
Bir Dil Doğuyor — Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti Yayınlarından - 3,
İstanbul. 1975.
ZİYALAR,
Adnân — Psikiyatrik Semiyoloji ve Medikal Psikoloji, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
PsiKiyatri Kliniği Vakfı Yayınlarından, İstanbul, 1981.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar